211. Sayı: "Allah'ın Rahmet ve Bereketi Üzerinize Olsun"Bu Sayıyı Satın Al
Konu resmiHayattan Beklentimiz
İnsan

Derginin dosya konusu bereket, fakat dergiyi hazırlarken zihnimin bir köşesinde hep bu cümle vardı: hayattan beklentim ne?Doğru soruyu sormak ve doğru cevabı vermek istikamet ve selametin, mutlu yaşamanın formülünü de beraberinde getirir çoğu zaman. Hatta sadece fertlerde değil, toplumlarda ve devletlerde de böyledir. Onun içindir ki Yavuz Sultan Selim Han Mısır’ı fethedip adına hutbe okunurken söylenen “Hâkim-i Haremeyn-i Şerîfeynin” ifadesine itiraz etmiş ve “Hadim-i Haremeyn-i Şerîfeynin” diye düzeltmiştir.Hâkim ile hadim arasındaki mana farkı Osmanlı Sultanlarının yüzyıllarca i’la-yı kelimetullah davasında öncülük etmelerinin sırrını koymuştur ortaya.İşte, dergide işlediğimiz bereket meselesi de buna kapı aralamak ve beklentinin rıza-yı İlahi ve bereket odaklı olması gereğinin altını çizmekti. Yani çok kazanmak, bunun için her şeyimizi feda eder derecede hırsa kapılmak değil de kadere rıza, verilene kanaat ama elimizden gelen en son gayreti -bizim vazifemiz olmak cihetiyle- ortaya koymak olduğunu tekrar hatırlamak, hatırlatmaktı.Belki örfen ama bereket kelimesi hayatımızın çoğu yerinde yer bulmuştur kendisine. Mesela çalışan birisine “bereketli olsun” denir bizde. Şimdiki gibi “kolay gelsin” denmez. Bereketli olursa kolay da gelir, güzel de gelir, bol da gelir. Çünkü bereket demek, Rahmet hazinesine bağlanmak, oradan istifade etmek demektir.Allah birisine bir muvaffakıyet verse, bir evladı olsa, evlense, bir yere atansa onu tebrik ederiz. Muvaffakıyetin arkasındaki tevfike işaret eder, ondan kopmamasını tavsiye etmiş oluruz. Zira biliriz ki gayret bizden, tevfik Allah’tandır.Bazen de teberrüken bir meclise uğrar, bir yemeğin ucundan tadarız. Davet edildiğimiz hayırlı şeyin daisine bereket duasıdır bu da. Aynı zamanda ona bir saygı/hürmet göstergesidir. Boşa çıkarmayız davetini. Kırmayız onu. Yok saymayız.Hemen yakınımızda olan ve şerait-i hayatiyemizde yer tutan hayvanlar ve toprak ve mahsulatı da mübarektir mesela bizler için. Bereketlidirler. Rahmet hazinesinden hayatımıza son derece faydalı muhtelif gıdaları dünyamıza taşırlar. İnek, koyun, keçi süt getirirken, tavuk yumurta, arı bal ve hakeza…Ya mübarek toprak.Öyle bir dekoderdir ki hangi tohum varsa içindeki rahmet çınarlarını açığa çıkarır. Türlü meyve ve sebze bizlere hem gıda hem de ilaç olur.Demem o ki etrafımızda şükre layık ama bizim atladığımız, çok’u isterken arada unuttuğumuz müteaddid ve muhtelif bereketler var. Onun için çok’a değil, berekete odaklanmalıyız. Biz yaratamayacağımız için sonuca değil, süreçte üzerimize düşenleri yapmaya dikkat kesilmeliyiz. Arzu ettiğimize değil, kaderin takdir ettiğine rızayla hareket etmeliyiz ki mutlu mesut bir hayat ve sonrasında da ebedi güzelliklerle buluşabilelim.Beklentimiz her şey değil, her şeyin sahibine hakiki kul olabilmek!

Metin UÇAR 01 Haziran
Konu resmiTarihten Sayfalar
Tarih

Ankara Kara MedreseHacı Bayram-ı Velî Hazretlerinin ilk müderrislik yaptığı medrese olarak tanınan Kara Medrese, Melike Hatun tarafından yaptırılmıştır. Kara Medrese’nin hemen yanında Melike Hatun tarafından yaptırılan bir cami bulunmaktaydı. Medrese, cami, hamam, çeşme ve mezar yerleriyle, aslında bir küçük külliyeyi oluşturmuşlardı. Hamam, günümüze ulaşmakla birlikte medrese, cami ve mezar yerleri ortadan kaldırılmıştır. Osmanlı Devleti’nin son dönemlerine kadar faal durumda olan Kara Medrese, 1925 sonrasında tamir edilmeyerek yıktırılmıştır. Kara Medrese’nin hemen yanı başında Hacı Bayram-ı Velî Camii ve ona bitişik Ak Medrese bulunmaktaydı. Bu yapılar Kara Medrese’nin aksine günümüze ulaşabilmiştir. Ak Medrese, günümüzde Augustus Tapınağı olarak bilinmektedir. Romalılar, Augustus Tapınağını kiliseye çevirmişler ve o dönemde yapının arka tarafındaki duvarı yıkılmıştı. Ankara’nın fethinden sonra bu yapı, bazı ilaveler yapılarak medreseye dönüştürülmüştür. Hem Selçuklu hem de Osmanlı döneminde medrese olarak kullanılmış olup, on odası vardı. Hacı Bayram-ı Velî Hazretleri, Kara Medrese’de olduğu gibi Ak Medrese’de de müderrislik yapmıştır.12 Haziran 1444Edirne-Segedin AntlaşmasıMacar kralı ve Sırp despotu, ordularıyla birlikte Ekim 1443’te Osmanlı’ya karşı saldırıya geçmişlerdi. Niş ve Sofya’yı alarak Meriç vadisine yol veren son Balkan geçitlerine kadar geldiler. Sultan 2. Murad, onları İzladi Geçidinde karşılayarak 24 Kasım 1443’te durdurdu. Bu arada bir yandan Arnavutluk’ta isyan çıkmıştı, bir yandan da Anadolu’da Karamanlılar Osmanlılara karşı Ankara’ya doğru harekete geçmişlerdi. O günlerde Sultan 2. Murad, çok sevdiği oğlu Şehzade Alaeddin’in vefat haberini aldı. Tüm bu karışıklıkları çözmenin yolunun dört bir yanda barışı sağlamaktan geçtiğine kanaat getirmişti. Macarlar ve Sırplarla Edirne’de 12 Haziran 1444’te bir antlaşma imzalandı. Aynı antlaşma 12 Temmuz 1444’te Segedin’de imzalanarak tasdik edilmiştir.15 Haziran 1607Kuyucu Murad Paşa, Celalî isyanlarını bastırmak için İstanbul’dan hareket ettiDerviş Paşa’nın ve Ferhad Paşa’nın Celalî isyanlarını bastırmakta başarısız olmaları üzerine, Sultan 1. Ahmed, sadâret makamına Kuyucu Murad Paşa’yı atadı. Murad Paşa, hazırlıklarını tamamlayan Osmanlı Ordusu’nun başında 15 Haziran 1607’de İstanbul’dan hareket etti. Bursa’yı tehdit eden Kalenderoğlu’nu Ankara sancak beyi yaptı. Orta Anadolu’da sükûneti sağladı. Celalî reislerinden olan Konya’daki Saraçoğlu’nu, Adana’daki Cemşîd’i ve Suriye’deki Canbolatoğlu’nu ortadan kaldırdı. Bu arada Ankara’da isyan eden Tekeli Mehmed Paşa ile Bursa’yı yağmalayan Kalenderoğlu’nu da bozguna uğrattı. Daha sonra Amasya’da isyan eden Tavil Halil ve kardeşi Meymun’u Şebinkarahisar’da yendi. Celalî fitnesini ortadan kaldırarak Anadolu’da sükûneti sağladı.24 Haziran 1736Sultan 3. Ahmed vefat ettiSultan 4. Mehmed’in oğlu olarak 31 Aralık 1673’te dünyaya gelmiştir. Annesi Rabia Emetullah Gülnûş Sultan’dır. Ağabeyi Sultan 2. Mus­tafa’nın tahttan indirilmesinin ar­dından 22 Ağustos 1703’te Edirne’de tahta çıkmıştır. Dönemindeki en önemli savaş, 1711’de Rus­ya’ya karşı yapılan Prut Seferidir. Bu sefer so­nucunda Osmanlı ordusu, neredeyse Rus ordusunu tamamen yok edecekken, Baltacı Mehmed Paşa, antlaşma yoluna gitmiştir. Saltanatının 1718-1730 yılları arasındaki dönemi Lale Devri olarak adlandırılmıştır. Bu devirde ilk matbaa kullanıma geçmiş, lale yetiştiriciliğine önem verilmiş, Yirmisekiz Çelebi Mehmed Efendi Paris’e elçi olarak gönderilmiştir. Sultan 3. Ahmed, Ayasofya ile Üsküdar meydanlarına birer büyük çeşme yaptırmıştır. Şairlere, edebiyatçılara ve tıbba önem veren Sultan, çok iyi bir hattattı. 27 yıllık saltanatının sonunda 1 Ekim 1730’da tahttan indirildi. Topkapı Sarayında 24 Haziran 1736’da vefat etti.

Ahmed Said GÜNDÜZ 01 Haziran
Konu resmiNeredesin Ey Alem-i İslam?
İnsan

Sahi; on yıllardır dilimize doladığımız İslam Dünyası aslında yok muymuş, bir vehim içerisinde miymişiz. İslam Dünyasını var mı zan etmişiz…Gazze’de yaşananlar karşısında kahroluyoruz. Daha önce Bosna’da kahrolduğumuz gibi. Sahi; Saff Suresi 4. ayet-i kerimesi ki “Bilin ki Allah kendi yolunda sağlam örülmüş bir duvar gibi kenetlenmiş saflar halinde çarpışanları sever.” diyor. Ayet-i kerimeye ittiba etmeden, ayet-i kerimede geçen “bünyânün mersûs” olmadan, olamadan bir İslam Dünyası mefhumu olabilir mi? Ayet-i kerimede geçen “bünyânün mersûs” olamadığımıza tanık oluyoruz, şahit oluyoruz. Hatta olamadığımızın bir parçasını oluşturuyoruz… Üzüntüden kahrolmak bizi İslam Dünyası olarak var ediyor mu? Üzüntüden kahrolmak İslam Dünyası olmak için yeterli mi? Olanlar karşısında kahroluyoruz demek, İslam Dünyasının yapamadıkları ya da yapmadıklarını mazur hale getiriyor mu? …Gazze’de yaşananlar karşısında İsrail’e kahrediyoruz. Bütün na­mazlardan sonra yapılan dua­larda ve camilerden yapılan dualarda “Ya Rab İsrail’i kahreyle” duaları dudaklardan dökülüyor. Daha önce Bosna’da soykırım olurken üç yıl boyunca Bosna’da katliam yapanlara kahreylediğimiz gibi. Peki, “Onlarla savaşın ki, Allah sizin ellerinizle onlara azâb etsin ve onları rezîl etsin, hem onlara karşı size yardım etsin ve mü’minlerden bir topluluğun gönüllerine şifâ versin!” ayet-i kerimesinde (Tevbe, 14) dualardaki arzuların ve niyazların tahakkuk etmesi için bir yol gösterilmiyor mu? Emr-i ilahi icap ederse somut ve fiili adım atılmasını buyururken sadece dua etmek İslam Dünyası olarak var olmak için yeterli olabiliyor mu?Gazze’de yaşananlar karşısında Gazzelilere dua ediyoruz. Bütün namazlardan sonra yapılan dualarda ve camilerden yapılan dualarda “Ya Rab Gazzeli kardeşlerimize” yardım eyle dua­ları dudaklardan dökülüyor. Peki, “Size ne oluyor da, Allah yolunda ve Ey Rabbimiz! Bizleri halkı zalim olan şu memleketten çıkar, katından bize bir dost ver, bize katından bir yardımcı ver diye yalvarıp duran zayıf ve zavallı erkekler, kadınlar ve çocukların uğrunda savaşa çıkmıyorsunuz?” ayet-i kerimesi (Nisa, 75) dualarımızın karşılığına işaret etmiyor mu? Tam da ayette tavsif edildiği gibi, kadınlar ve çocuklar feryad ederken, ümmetin çocukları açlıktan ve susuzluktan hayatını kaybederken, teşbih olarak değil bizzat ve hakikat olarak bir yudum suya muhtaç olmak ifadesi tahakkuk ederken, hatta babalar şehit olan evlatlarını huzur-u İlahi’ye, ebedi aleme uğurlarken, ümmetin kendilerini yalnız bırakmasını Rasulullah’a (sav) şikâyet etmelerini de aleni şekilde ifade ettikleri bir tabloda, Alem-i İslam’ın varlığından bahsetmek mümkün mü? Adlarında İslam geçen koca koca devletlerin olması, 2 milyara yaklaşan Müslümanın olması, BM’den sonra en kalabalık örgüt olan 57 üyeli İslam İşbirliği Teşkilatı, ayrıca Arap Birliği gibi kalabalık teşekküllerin varlığı maksadın hasıl olduğu bir netice vermiyorsa, varlıkları ile yoklukları müsavi olmuyor mu… Bunların ismen, cismen, resmen var olması demek Alem-i İslam var anlamına mı geliyor?Sahi, “İslam Dünyası” olarak mevzubahis olacak bir cümleyi, bir kelimeyi artık duymak istiyor muyuz: İslam bizim dünyamızın ya da Dünyanın bir yerlerinde hakikaten yer alıyor muymuş?İslam İşbirliği Teşkilatının 57 üyesi bulunuyor. Bu devletlerin Dünya petrol ve ürünlerinde ihracat payı yüzde 36. Yani dünyanın üçte biri. Petrol geliri ile elde ettikleri ihracat gelirin yarısını silah ve savunmaya harcıyorlar. İslam ülkelerinin silah harcamaları, dünya ortalamasının 1,5 katı üzerinde. GSYH’ler toplamı, ihracat ve ithalat rakamları trilyon dolarlar ile ifade ediliyor. Toplam rakamlar, veriler üzerinden değerlendirildiğinde İslam Dünyası olarak nitelendirilen devletlerin Dünya üzerinde zorlayıcı, belirleyici, yeterince ikna edici, icbar edici, ihtar edici, ikaz edici, itiraz edici her türlü imkana sahip olduğunu görebiliyoruz. İslam Dünyası acizmiş gibi davranarak, Acziyet kisvesine bürünerek konfor alanını muhafaza ederek, İslam Dünyası diye bir âlemin olmadığını dünyaya ifade ediyor. Netenyahu’nun “bizi durdura­cak bir güç yok” şeklindeki meydan okuması ve “Çıkarla­rı­­nızı korumak istiyorsanız tek bir şey yapmalısınız; sessiz kalın” tehditleri karşısında, Ne­ten­yahu’nun dediği gibi sessiz kalarak, İslam Dünyasının bir güç olduğunun göstergelerini ortaya koymayarak İslam Dünyası olunuyor mu?Dünyanın Müslüman olmayan ülkelerin sokaklarından ve üniversitelerinden yükselen öfke ve tepkileri alkışlayarak, imrenerek, bu hareketlerden meded bekleyerek İslam Dünyası olunabiliyor mu?Gazze ümmet adına yangın yerine dönmüşken, İslam Dün­­yasındaki pek çok tasavvuf, STK, hareket ve ekollerin gün­­demlerinin başka başka mev­­zular olması ve pek çoğu­nun kendi faaliyetlerini ve gündem­lerini İslam dünyasının en önemli ve öncelikli meselesi olarak tanımlamaları, Gazze konusunu yeterince gündeme getirmeyerek İslam dünyasına hizmet edilebiliyor mu? İslam dünyasındaki pek çok tarikat, STK, hareket ve ekolün hali; Bizans, İstanbul’u kaybederken Bizans’ın din adamlarının Ayasofya’da Meleklerin cinsiyetini tartışmaları haline benzemiyor mu? Gazze’deki hadiseler karşısında aslında Batıda Müslümanların sayısının artmaya başladığından, İsrail’in tavrı karşısında, Gazzelilerin direnişinin Batıda İslam’a olan ilgiyi artırdığından bahsederek, bunun Batıda bir uyanışa vesile olduğunu dile getirerek, Gazze’de ümmetin çocukları öldürülürken ümmetin acizlik kisvesine bürünerek seyretmesi yetmiyormuş gibi üstüne bir de bir başka acizlik göstergesi olarak İslam’ın inkişafını ümmetin çocuklarının öldürülmesi üzerinden hiçbir mahcubiyet duymadan ifade ederek, İslam Dünyası diye bir dünyanın varlığından söz edilebilir mi?Çok ağır bir travma içerisindeyiz. İslam Dünyasının gerçeği ile bir kere daha yüzleşiyoruz. Zihnimizde hayal ettiğimiz, tasavvur ettiğimiz, tahayyül ettiğimiz, umut ettiğimiz, ilerleme kaydettiğimizi zannettiğimiz İslam Dünyasının gerçekliğiyle yüzleşiyoruz. Şairin“Ey bilene bilene tükenen bıçak!..Bir şeyler yap,Eskimeden gökyüzünün kutlu maviliği… (Turgut Uyar)”dediği gibi bilene bilene tükeniyoruz. Gökyüzümüzün maviliği eskidi. Şimdiye kadar bir şey yapamadık.Karmakarışık bir halet-i ruhiyedeyiz. Öfkeden ne yapacağımızı bilemiyoruz. Kahrediyoruz. Dua ediyoruz. Küfrediyoruz. Sorguluyoruz.Ne zamana kadar, bilemiyoruz…

Ahmet Hüsrev ÇELİK 01 Haziran
Konu resmiAllah’ın Rahmet ve Bereketi Üzerinize Olsun
İnsan

Anadolu’nun en sevdiğim cümlelerinden birisidir, bereketli olsun. Fırın başında ekmek yapan kadınlar, tarlada ekiniyle uğraşan adamlar, dağda sürüsüyle gezen çobanlar ve hakeza birbiriyle karşılaşıldığında bu cümle caridir: bereketli olsun.Zira Anadolu insanı bilir ki önemli olan çokluk değil, berekettir. Zira bereket sayısal değil, nitelikle ilgilidir; itimat ve inançla alakalıdır.Bizim kültürümüzde ve di­ni­miz­de önemli bir yere oturur be­re­ket ve aynı kökten gelen ke­li­meler. Biz birbirimizi tebrik ederiz mesela. İhsan olunan şeyin bereketlenmesini dileriz. İsteriz. Aslında dua ederiz. Hayırlı, uğurlu, yümünlü olsun, deriz.Bazen bir ikrama muhatap oluruz da midemiz müsait olmaz; lakin teberrüken ucundan alırız. İkramın sevabına ulaşılması için fiili duamızı yapmış oluruz, muhatabımıza saygımızı gösteririz. Sözü havada bırakmayız.Bizde hayvanlar mübarektir. Be­rekete mazhardırlar. Rahmet ha­zi­nesinin taşıyıcıları olarak be­rekete mazhar olmamıza vesilelerdir. Diğer taraftan koyun, inek, deve gibi hayvanların neredeyse değerlenmeyen hiçbir şeyi yoktur. Bu cihetle de bereketlidirler. Koyunu olanın maddi bereketlere mazhar olmasının yanında onun terbiyesiyle uğraşmanın hayatına kattığı güzellikler ve bereketler de ayrıca önemlidir. Peygamberlerin çoğunun çobanlık etmesinin elbet çok sırları vardır.Mübarek gecelerimiz, mübarek mekanlarımız olduğu gibi, topraklarımız da insanımız da mübarektir. Yüzünü Şems-i Eze­liye dönen her şey bereket bul­duğu gibi, imanla yoğrulan Ana­do­lu’nun her şeyi o bereketten istifade etmiş, bereketin iman olduğunun farkında olarak hareket etmiştir.Neyle Yaşarsın?Anadolu’nun bağrından çıkmış, iman abidesi olarak on do­kuzuncu asırda boy vermiş Be­diüzzaman Hazretleri, mane­vi havanın değişmesi, dünyada imtihanın ağırlaştığı bir zamanda mücadele ve mücahede ederken türlü sıkıntılarla boğuşmak zorunda kalmıştı. Hapis, sürgün, zehirlenme, ihtilattan men gibi nice sıkıntılarla birlikte tazyik de ediliyor, anlamsız sorularla sıkılıyordu.Fakat o bunlara öyle cevaplar veriyordu ki, bazı maddi meselelerden sıkılan bizler için bugün bile ilaç oluyor, o günkü muhataplarının da ağzını açık bırakıyordu. Çünkü o, ancak hakikati konuşuyor, onu söylüyordu.Binaenaleyh, Bediüzzaman Haz­­­retleri, Mektubat Mecmua­sı­­na aldığı bir mektupta kendi­si­ne yöneltilen “Ne ile yaşıyor­sun? Çalışmadan nasıl geçini­yor­sun? Memleketimizde tembel­ce oturanları ve başkasının sa’yi ile geçinenleri istemiyoruz.” soru ve haksız sitemine tek cümleyle cevap vermiş, “Ben iktisad ve bereketle yaşıyorum. Rezzak’ımdan başka kimsenin minnetini almıyorum ve almamaya da karar vermişim” demişti.Evet Üstad Bediüzzaman iaşe ve rızık konusunda iki temele yaslanmıştı: iktisad ve bereket.Bugünlerde devlet iktisad programı açıkladı, değil mi? Tasarrufa gideceğini, israftan uzak duracağını söyledi. Üç sene boyunca araba, mobilya vs. değişmeyeceğini, hemen her kalemde ve meclis hariç istisnası olmadan uygulanacağını beyan etti.Bunu şunun için araya sokuşturmuş oldum; (aşağıda gelecek ama bereketin yollarından birisi de iktisatla beraber israftan kaçınmaktır) bugün aynı durumlardan hepimiz muzdaribiz ve sızlanıp duruyoruz. Geçen hafta Sırat-ı Müstakim isimli gazeteye hazırladığımız Osmanlıca sayfaya malzeme toparlarken alıntıladığımız bir iki hadiseyi de vesileyle bahsedeyim, sonra devam edelim.Ayağını Yorganına Göre UzatSöz o ki ağanın biri, hangi yorganın altına girse küçüklüğünden şikâyetleniyormuş. Yük­lük­te ne kadar yorgan varsa tek tek örtünmüş, lakin sabah kalktığında, “Bu da kısa geldi. Ayaklarım buz kesti” demiş. Nihayet yorgancıları toplatıp şikayetlenerek nasıl bir yorgan istediğini anlatmış. Rivayet bu ya, her yorganı denemiş, ancak hiçbiri istediği gibi olmamış. Ayakları ısınmak bilmemiş.Madem öyle şehirde yaşlı bir yorgancı var, bir de ona soralım, demişler. Yaşlı yorgancıya gidip, huysuz ağanın hallerini ve talebini anlatmışlar. Ağanın derdini anlayan yorgancı, “Siz şimdi gidin, ben yorganı tamam eder getiririm” demiş.Üç-beş gün sonra, yaşlı adam sırtında orta boylu bir yorganla çıkagelmiş. Ağa, “Dedem, bu senin yorganın küçüklüğü ta buradan belli” demiş.Güngörmüş yorgancı, “Sen he­le uzan, ben yorganı kendi ellerimle örteceğim üzerine” demiş. Ağa yatmış, yorgancı da yorganı üzerine sermiş. Bakmışlar ki ağanın ayakları yine yorganın dışında.Ağa, “Bak gördün mü?” derken, yorgancı yanında getirdiği kı­zıl­cık sopasıyla ağanın ayaklarına vurmaya başlamış. Bir taraftan da “Ağa da olsan, bey de olsan ayağını yorganına göre uzatacaksın!” diyormuş…Bu önemli ve her ne kadar biliyor olsak da zihnimizin bir köşesinde dursun. Başka bir rivayet daha var bildiğiniz. Haydi, onu da zikredelim.Say Ki Yedim“Allah’ın mescitlerini, ancak Allah’a ve ahiret gününe inanan, namazı gereği üzere kılan, zekâtı veren ve Allah’tan başka kimseden korkmayanlar imar eder. İşte bunların doğru yolda olup başarıya ulaşacakları umulur.” ayetindeki müjdeye kim vasıl olmak istemez ki? Keçecizade Hayreddin Efendi de onlardan biridir. Esnaftır ama geliri çok da iyi değildir. Öyle olsa da o, padişahların yaptırdığı camileri gördükçe imrenir ve bir cami yaptırma arzusu her gün artarak devam eder.Keçecizade ilk selatin camii olarak kabul edilen Fatih Camii yakınında oturmaktadır. Bu ihtişamlı mabed onu dönülmez bir yola sokar ve kendi camisini yaptırma niyetini kesinleştirir. Ne hali ne maddî durumu cami yaptırmaya müsait olmasa da o bu iş için para biriktirmeye başlar. Her zaman olduğu gibi çevresindeki insanlar onun da ümidini kırmak için adeta seferber olurlar. “Gel vazgeç bu sevdadan, boyundan büyük işlere kalkışma” derler. Fakat o niyetinden vaz geçmez.Canı bir şey istediğinde, almayıp; sanki yedim (varsay ki yedim) diyerek parasını ayrı bir yere koyar. 20 yıl sonra biriktirdiği paralar küçük bir cami yaptıracak miktara ulaşır. Ve hayalindeki camiyi yaptırır. Fatih Zeyrek semtinde bulunan cami, halk arasında “Sanki Yedim Camii” olarak anılır.Tasarruf mu? İşte tasarruf. Yatırım mı? İşte yatırım.İktisadın KerametiYukarıya Bediüzzaman Hazretlerinin bahsettiği yere dönüyorum. Hazret iktisad ve bereketten bahsetmiş, Rezzak’ımdan başka hiç kimsenin minnetini almıyorum demişti. İktisad konusunda hakikaten muktesid davranmış ve buna dair birkaç misal vermiştir.Şu altı aydır, otuz altı ekmekten ibaret bir kile buğday bana kâfi geldi. Daha var, bitmemiş. Ne miktar kifayet edecek, bilmiyorum. (Bir sene devam etmiş)Şu mübarek Ramazan’da, Abdullah Çavuş’un ihbarı ve şehadetiyle üç ekmek, bir kıyye pirinç bana kâfi gelmiştir. Hatta o pirinç, on beş gün Ramazan’dan sonra bitmiştir. Şu üstümdeki sakoyu, yedi sene evvel eski olarak almıştım. Beş senedir elbise, çamaşır, pabuç, çorap için dört buçuk lira ile idare ettim. Bereket, iktisâd ve rahmet-i İlâhiye bana kâfi geldi.Bereketin SebebiBediüzzaman Hazretleri bunları sayarken nefsilikten olabildiğince sakınarak hareket etmiş ve bereketin sebebini şunlara bağlamıştır:“Bu bereketler, ya yanıma gelen (1) hâlis dostlarıma ihsandır veya (2) hizmet-i Kur’âniyeye bir ikramdır. Veya (3) iktisadın bereketli bir menfaatidir. Veyahud ‘Yâ Rahîm! Yâ Rahîm!’ ile zikreden ve yanımda bulunan (4) dört kedinin rızıklarıdır ki, bereket suretinde gelir.”1(1) Üstad Bediüzzaman Çam Dağında olduğu bir zaman Süleyman isimli bir talebe yanında kalmak ister. Ancak Üstada yetecek ekmek vardır, zira iki gün oralara gidip gelen olmayacaktır. O bunu düşünürken Katran ağacının başında koca bir ekmek görür. Onu oraya birisinin koyma ihtimali yoktur. Misafirinin bereketine ve zahiri şartlarda iki gün ekmek gelmeyeceğine binaen rahmet-i İlahiyenin ihsanı olarak gönderilmiştir.(2) Dünyadaki vaziyetimizi as­ker­liğe benzetir Bediüzzaman Hazretleri. Bizim vazifemiz ta­­­­­lim ve arada karavanayı ta­şı­­­­mak­­­­­tır. İhtiyaçların tümü dev­­le­­te aittir. Zira biz asker oca­ğında devletin askeri ve misafiriyiz­dir. Dünyada da insan­oğlu -adına imtihan denilen- askerlik vazifesiyle muvazzaftır ve talimi ibadet ve itaattir. Karavana taşımak kabilinden olan dünyevi işleri elbette vardır. Fakat bu işler asıl değil, tebeidir. Asıl işi Allah’a ibadet ve kulluk etmektir. Bu cihetten Allah insanın rızkını taahhüt etmiştir. Bu taahhüde itimat eder, kulluğumuzu yaparsak rızkımızdan da emin oluruz. Tabi bunu yaparken karavana taşıma işini aksatırsak da rızkımıza ulaşamayız. İşte bu dengenin ve anlayışın kurulması rızka bereket veren en önemli husustur.(3) İktisat. Bunu yukarıda bahsettik. Zaruri olan ihtiyacımıza kefalet var. Fakat gayr-i zaruri olanlar bundan müstesnadır. Bu zamanın da en büyük belası gayr-i zaruri olan şeylerin gafletle zaruret gibi algılanması ve elde etmek uğruna zamanı, gayreti, hatta pek çok şeyi bu uğurda feda edecek noktalara gelmeyi netice vermiştir. Kanaat en büyük zenginliktir. Kanaat ve iktisat etmeyeni hiçbir şey doyuramaz.(4) Üstad Bediüzzaman kedilerle gelen bereketten bahsetti. Hemen aşağıda da bir tavuktan ve onunla gelen bereketten bahsediyor. Ve tavuğu şöyle tanımlıyor: her gün rahmet hazinesinden bana bir yumurta getiriyordu. Bu tanım çok önemli geldi bana. Rahmet hazinesinin bir anahtarı ve hizmetkarı olarak hayatında yer alan bu tavuk, nadiren aksasa da her gün o hazineden bir yumurtayı, hatta bazen iki yumurtayı getirmiş. Rahmet hazinesine giriş kartı olmuş. Bir hayvana bu hakikatiyle bakabilmek ne güzel, değil mi?Diğer koyun, ipek böceği, inek, deve, arı gibi hayvanlar; hatta bitkiler de böyle değil mi? Siz, karavana taşımak nevinden toprak çapalar, dut yaprağı getirir, hayvan yemlersiniz, onlar da size rahmet hazinesinden sizin için en kıymetli rızıkları alıp getirirler.Aklı başında hatta en zekisi de olsa hiçbir insan böyle bir neticeyi ortaya koyamaz. Onun içindir ki insanın vazifesi çalışmak ve ibadet etmektir. Neticeyi yaratacak ancak Allah’tır.Hayattan Beklentimiz Bu vadide ne kadar serd-i kelam etsek az kalır. Biz az söyleyelim Rabbim bereketlendirsin inşallah. Hayattan beklentimiz çokluk değil, bereket olsun. Zenginliğimiz kanaat, gayretimiz rıza-yı İlahi olsun. Neticeye hükmetmeye değil de süreçte ne kadar gayret ettiğimiz şuurumuzu şekillendirsin.Teberrüken ayda bir dünyalarınıza ulaşan bu yazılar ve mecmualar, bu güzelliklerin çoğalmasına vesile olsun. Allah’ın rahmet ve bereketi üzerinize olsun.1- Mektubat Mecmuası, s. 58

Metin UÇAR 01 Haziran
Konu resmiNerede Hareket, Orada Bereket
İtikad

Güneş de kendine mahsus bir yörünge içinde akıp gider.Bu, Azîz (kudreti dâimâ üstün gelen), Alîm (herşeyi hakkıyla bilen Allah)’ın takdîridir (Yasin/38).Mevzumuza, önce ana hatlarıyla yaklaşalım.Kainattaki en büyük hakikatlerden birisi de belki, zerreden en büyük kürreye kadar durmaksızın devam eden tebeddülat ve tagayyurat, yani yerinde durmayan bir halin, değişimin, hareketin varlığıdır.Hayatın en büyük işareti bu ol­sa gerektir.Çünkü, yerinde duran, çürüme­ye mahkumdur.Ecdadımız bu hususta, “çalışan demir pas tutmaz”, “nerede hareket, orada bereket” gibi darb-ı mesellerle mevzumuzu veciz şekillerde ifade etmişlerdir.Uzun süre gözümüz kapalı olsa, sonra ışığa çıksak rahatsız oluruz. Yine, bir zaman hareket etmesek, eklem ve kaslarımız ağrımaya başlar. Düzenli spor neticesinde gelişen kaslar, atalete uğradığında erimeye yüz tutar. Bebekler, yattıkları yerden hiç durmaksızın kollarını bacaklarını oynatırlar. Sürünmeye ve hele yürümeye başladıklarında, sanki düz duvara tırmanacak gibi ele-avuca sığmaz hâle gelirler.Bu durum onların sağlıklı olduklarının alametidir.Aynı şekilde, en yüksek kapasiteli ve donanımlı bir fabrika bile, hareketi iptal edilip terk edildiğinde kısa zaman sonra paslanmaya ve çürümeye başlar.Atomun içindeki elektronlar sürekli hareket halinde oldukları gibi Güneş Sistemi, Samanyolu Galaksisi ve bütün gök cisimleri yerinde durmaksızın hareket ederler. En küçük canlı yapı olan hücrelerin içinde düzenli bir hareket ve faaliyet görürüz. Kısacası, hareket hayatın gereği ve göstergesidir.Her bir şey, “Hayy”, yani hayat sahibi ve hayat verici olan zatın eseridir.Ayet-i kerime de mevzumuza destek verir:Güneş de kendine mahsus bir yörünge içinde akıp gider. Bu, Azîz (kudreti dâimâ üstün gelen), Alîm (herşeyi hakkıyla bilen Allah)’ın takdîridir (Yasin/38).Yerin altında, yani toprağın içinde yaşayan binlerce tür canlı, toprağın da canlı ve verimli kalmasına vesile kılınmıştır. Mesela, ilk bakıldığında çok basit gelebilen bir solucan, toprağın hava almasına sebep olan bir ziraatçı dostudur. Solucan gübresi, en çok aranan, zararı olmadığı gibi çok faydalı fıtri bir gübre çeşididir. Buna benzer veya mikroskobik denebilecek ufacık canlıların hayat faaliyetleri, toprağın daha verimli olmasına katkıda bulunur.Mayalanmayı sağlayan veya canlı midelerindeki hazmı kolaylaştıran bakteriler, en yakın dostlarımızdandır.Benzer şekilde hareket ve canlılık, denizler ve okyanuslarda da geçerlidir. Yüzbinler çeşit deniz canlısı olduğu ilmen sabittir. Bir tek balık, bir batında yüzbinler yumurta bırakır. Bunlardan çok azı yavru olurken, geri kalanları diğer deniz canlılarına gıda veya dibe çökerek uzun zamanlar sonunda fosfor meydana gelmesine vesile olur. Belgesellerde ancak bir kısmını görebildiğimiz yüzbinlerce tür deniz canlısı, sizin de var olma sevincinizi artırmıyor mu? Aynı şey, ormanlarda yaşayan binlerce tür ve rengarenk kuşlar için de geçerli. İşte bundan daha güzel bereket mi olur? Gece tek başına dağdan-ormandan geçmek veya bulunmak mecburiyetinde kalanlar, o ürpertici sessizliği bozan hayvan ve böcek sesleri sayesinde aklını muhafaza ediyordur herhalde.Demek ki, âhenge katkıda bulunmak ve iyi bir netice için hareket, yani yerinde sabit durmamak, olmazsa olmazdır.Kişisel Başarı ve HareketBeden yeterince hareket bulmazsa gelişemez. Hatta zayıf düşer. Son asır hastalıklarının çoğu hareketsizlik ve masa başı işlerde çalışırken, vücudu ihmal etmekten kaynaklanmaktadır. 8 Milyarı geçen Dünya nüfusunun 1.7 Milyarı, aşırı kilolu ve obezdir. Bu da, aşırı abur-cubur yeme yanında yeterince egzersiz ve spor yapılmamasından kaynaklıdır.Öbür taraftan, insanoğlu kendi başına yaşayabilecek şekilde donatılmamıştır. Var olabilmek ve gayesine uygun kalabilmek için başka insanlara ve şeylere de ihtiyaç duyar.Yani, dışa kapalı olmamalıdır.Çevresindeki gelişmelere açık olmak ise hareketli olmayı gerektirir.Gerek ictimai hayatta başarılı olabilmek, gerekse azami faydayı verebilmek için programlı hareket şarttır.Yani, hem etkilenecek, hem etkileyecektir.Sosyal hayatta varlık gösteremeyen, hayatından lezzet alamaz.Aynen, hareketi kısıtlanan bir organın acı çekmesi gibi.Verilen duygular ve kabiliyetler, karşılık bulmalıdır.“Sürekli rahat döşeğinde yatmak, hayattan ziyade ölüme yakındır” diyor Üstad. Sizce de öyle değil mi?Evet, uzun ve hareketsiz bir ömürdense, belki çok uzun olmasa da, gerekli canlılığı göstermiş bir ömür, herhalde daha bereketli geçmiştir.Ticari Hayatımız ve HareketTicari hayata da aynı nazarla yaklaşacak olursak, “Gezen kurt, yatan aslandan yeğdir” sözünün doğruluğu her yerde karşımıza çıkar. “Bulunduğu ko­­numa ve elindekilere razı olmak”, bizden beklenen kanaat anlayışı değil, daha çok rahatına düşkünlük ve tembelliğe yakınlık olsa gerektir. Çünkü, inancımızdaki kanaat sahibi olmak, elinden gelen her şeyi yaptıktan sonra neticesine razı olmak ve harama tenezzül etmemek olarak anlaşılmak gerektir. Hatta, yeni arayışlardan vazgeçmemeyi de buna ilave etmemiz gerekir. “İki günü bir olan ziyandadır” Ha­dis-i Şerifi, her alanda olduğu gibi, ticari hayatımızda da biz­lere rehber olmalıdır. Aynı şekilde, “ilim Çin’de dahi olsa gidip alınız” hadisi, ilmi açıdan da yerinde durmamayı bize öğütler.Bu hadisten, yeniliklere açık olmak ve özellikle kendi alanındaki yeni trendleri takip etmenin, her Müslümanın görevleri arasında olduğu anlaşılmalıdır.Geri kalmak, rekabet edememe ve piyasada söz sahibi olamamak demektir. Hep başkalarının gerisinden gitmek, yeni nesilde aşağılık kompleksi diye tabir edilen düşünce içerisinde olmayı, yani gayretlerinin kırılmasını netice vermektedir.Bu da sürekli başkalarının çizdiği yoldan gitmeyi, onların tesbit etmiş olduğu kural ve kaidelere mecbur kalmayı beraberinde getirecektir ki; bunu son asrın belki de her gününde yaşamakta ve koskoca İslam Alemi olarak, aciz durumlara düşmekteyiz. Üstelik yanı başımızda bizden yardım bekleyen, feryat eden mazlum kardeşlerimizin göz göre göre her gün -âdeta- eridiklerini canlı yayınlarla görmekteyiz. Gelişmiş ve ileri dediğimiz ülkelerin her şeyden evvel iktisaden ilerde oldukları bir hakikattir. Bunu da bütün dünyayı saran markalarıyla yapmaktalar. Meşhur uluslararası markalar­dan birçoğunun cirosu, Tür­ki­ye’nin GSMH’sından daha yüksektir. Bunlar, bulundukları ülkelerdeki yönetim kararlarına bile doğrudan veya el altından tesir edebiliyorlar. En azından, ait oldukları ülkelerin kültürlerini yayıyor veya kazançlarını kendi ülkelerine aktarıp, daha da zenginleştiriyorlar. Aslında dünyanın en güçlü dediğimiz ülkeleri, büyük şirketler tarafından idare ediliyor. Alınan nerdeyse her kararda tesirleri var. Global politikalara yön veriyorlar. İran’daki Şah rejiminin devrilmesinde, meşhur petrol şirketlerinden sadece birisinin büyük rolü olduğu bilinmektedir. Irak, Suriye, Libya ve Sudan’daki parçalanmalarda da bunların parmağı olduğu şüphesiz. Malezya, bunları topraklarından kovup, kendi petrollerini kendi markasıyla yönetmeye başladıktan sonra kalkınmasını da hızlandırdı. Singapur, sadece 6 milyon nüfuslu bir şehir devleti olmasına rağmen, ihracatı Türkiye’nin iki katıdır. Sebebi ise, iyi bir ticaret merkezi olmasıdır. Yani, marka olduğu konu, disiplini ve adilane idareciliğiyle tam bir pazarlama ülkesi olmasıdır.S. Arabistan, dünyanın en büyük petrol üreticisi olmasına rağmen, petrollerini kendisi iş­let­mediği ve markalaşamadığı için, dünyada çok büyük tesiri yok. Çin, bütün dünyanın fason üreticisi olarak kalsaydı, bu kadar güçlü olmayacaktı. Fakat otomotiv, elektronik ve e-ticaret başta olmak üzere, kendi markalarını geliştirmeye başlayınca söz sahibi de olmaya başladı.Ülkemiz de dünya çapında markalarıyla parlamaya başlayınca, savunma sanayiinde bağımsızlığını kazanmaya başladı. Aynı şeyi, otomotivde de ümit ediyoruz. Fakat, diğer alanlarda “fason üretici” sıfatından henüz kurtulamadığı için dünya çapında kayda değer markaları bulunmamaktadır. İçinde devlete ait kurumlar da bulunduğu halde, en büyük 10 markasının toplam değeri, herkesin telefonunda bulunan meşhur bir uygulamanın değeri kadar olamamıştır; maalesef. Özetle, neymiş efendim, markamız olmadan yapılan ticari faaliyetler, hareket halkasını tamamlamaya yetmiyor, yani kendi yönettiğimiz markamız olmadan olmuyormuş. Kıymetli müteşebbislerimiz, markalaşmak ve sürekli gelişmek için “harekete” geçmelidir. Yerinde durmamalı, ajandası dolu olmalı, yurtiçi ve yurt dışındaki yenilikleri takip etmelidir.Gelişmemize ve bizden destek bekleyen bütün mazlumlara daha fazla el uzatabilmemize vesile olacak olan, markalarımız olacaktır. Yani, “Arkan yoksa, markan var”.Selametle ve hareketle kalın; ömrünüz bereketli olsun.

İsmail ERDOĞAN 01 Haziran
Konu resmiHelal Rızka Bereket “Değer”
İtikad

“Allah’ım! Bana helâl rızık nasib ederek beni haramlardan koru! Lütfunla beni Sen’den başkasına muhtaç etme!”“Yediğin içtiğin senin olsun, gördüklerini anlat!” demişler ve diyenler tecrübeye vurgu yapmışlar. Tenkid ya da iltifat yollu izahlar yapılabilir. Biz sözü farklı bir hakikate mercek olarak kullanacağız. Zira mevzu bahis olan helal rızıksa bu sözü kulak ardı edemeyiz. Uzun uzadıya gıda seremonisi yapmaya gerek yok. Mercek altında teberrüken bir bereket tahlili yapar geçeriz.Aslını soracak olursak bu sözle adeta şunlar denir: “Yediğini yedin, içtiğini içtin. Lezzeti sen aldın. Anlatıp iştah kabartmaya ne hacet! İllaki paylaşacaksan gezdiğin gördüğün yerler hakkındaki tecrübelerini paylaş ki biz de istifade edelim. Neler var görmüş, bilmiş, hissetmiş olalım. Varsa kıssası hisse çıkaralım. Aklımız ve kalbimiz bir olsun, bu birlik fayda versin.” Helal rızka…Elbette, hayatımızı helal gıdaların gergefinde işlenmiş sofralarımızda helal rızıkla geçiriyoruz. Rızkımızın helalliği için menülerimizin liste-başı haramlardan azade olmasına riayet ediyoruz. Bu hususta gıda tozu yutmuş işbilir dillerden güncel ve daimî dersler almaya azami dikkat ediyoruz. Alkolün ve hınzırın her çeşit türevlerinin bulaşmış olduğu gıdalardan tabana kuvvet kaçıp uzaklaşıyoruz. Bırakın ağzımızı, elimizi dahi sürmüyoruz. Besmele ile kesilmek başta olmak üzere diğer şartlara haiz olmayan etin kırmızısı ve beyazından da Allah muhafaza! … vs. vs. adeta Müslüman mahallesinin salyangozları olan böceğiymiş, boyasıymış; hepsine “Dur bakalım Efendi!” hitabı. Onca çokluğa karşı helalin bolluğunu ikram eden Rabbimize binler şükürler olsun. Elbette, rızkımızın helalliğini gıdamızın helalliğinden ibaret görmüyoruz. Manen de helal olmasına dikkat ediyoruz. Rızkımızı helal yoldan kazanıyoruz, helal yoldan kazananın rızkına hanemizi açıyoruz. Rabbimize isyan etmeyi bırakın, isyanı hissettirecek kaynaklardan dahi kendimize rızık devşirmiyoruz. Haram rızkın maişet gemilerimize delikler açmasını istemiyoruz. Faiz kurumlarının ve kumar masalarının köhnemiş karanlık hesaplarına hem mutfağımızın hem kıyafetimizin, hem “her şeyimizin” kapısını kapıyoruz. Bunların bulaşmaması ve bulaştırılmaması için azami gayret ediyor, harbin harbisine tutuşuyoruz. Kur’ân ve sünnet emanetlerini omzumuza almanın bir meyvesi olarak bu şuuru kalbimize ve aklımıza ihsan eden Rabbimize hamdolsun.İşte tam da burada yediğimiz, içtiğimiz hatta giydiğimiz gizli. Onlar şöyle dursun. Biz bereketine bakalım. Bereket ise helalin hem beraberinde hem sonrasında… Hem de sürüsüne bereket!… bereket değer!“İnsan yediğinden ibarettir.” Bir kez helal değirmeni vücutta işleyedursun. Bak neler oluyor. Başta göz bir pencere oluyor. Kâinat sarayını bütün güzelliğiyle seyrediyoruz. Bir arı gibi her bir manzaradan tevhid balları topluyoruz. Rabbimizi tanımakla beslenen, kuvvetlenen kalb, adeta bu imanı kan gibi diğer uzuvlara da pompalıyor. Beden nurdan sütun oluyor, huzur ve huşu içinde hiç o yana bu yana deprenmeden kıyamda duruyor. İbka olan göz: Cennet manzaralarıyla müjdeli. İşte sadece gözdeki bereket…Dil şeyda bülbül oluyor. Zaman kadranında her bir hayırlı hadisenin başında “Bismillah” tacı. Gözlerin hayret uyandıran duraksamalarında “Allahuekber, Subhanallah, Elhamdulillah” ile kalb teskinleri. Sertliği yumuşatan salavatlar. Rahle başında kana kana içilen Rahmani feyiz. Görülen hak ve hakikatlerle beraber, konuşan hikmet dili. Cennette hamd ile elmalar yediren.İşte dildeki bereket…Vs. vs. vs.Allah bereketini versin! “Biz isterken bir binecek, Allah verdi bir götürecek.” denir ya! Bir helal dedik; göz, dil, kulak, kalb, bedeni ibka etmekle hepsine bereketler getirdi. Dünyadaki sağlık ve afiyetin üstüne bire bin…Aksi…“Dipsiz kile boş anbar!” der, ecdad. Kalbindeki dünya hırsıyla bakarsan “gününü gün etme” hastalığıyla mal biriktirmeye yorarsın. Kalbindeki takvanın gözbebeğindeki “dünya ahiretin tarlasıdır” hakikatinin nuruyla bakarsan maddi ve manevi hasılatın ahirette fayda vermesine yorarsın. Eğer ahirette fayda verecek eserin yoksa hiçbir şeyin beti bereketi kalmayacak, orada ellerin boş olacaktır. Yine “Haramın binası olmaz” darb-ı meseli aynı beka nazarını dile getirmektedir. Haram, dünyada bile bedenleri çürütüp yataklara düşürürken, fıtratları bozarken. Hayalleri dahi sükuta uğratırken nasıl olur da Cennet köşkünün tuğlasına dönüşebilir? Nasıl olur da Cennet meyvesi olabilir?Bir rızık madden ve manen helal değilse “bitmez tükenmez bir bereket”in izi onda görülebilir mi? Bereket versin, helal daireyi kâfi gören pencere dışından hayata bakmadık! Hamden lillah.Allah’ım! Bana verdiğin rızık konusunda beni kanaat sahibi yap ve o rızkımı bereketli kıl. Zayi olan her nimetin daha hayırlısını bana ihsan eyle.

İbrahim SARITAŞ 01 Haziran
Konu resmiBereket Vesileleri
İtikad

Zaman olur vaktimiz bereketlensin isteriz, zaman olur tarladaki, bağ-bahçedeki mahsulümüz… Gün olur rızkımız bereketlensin isteriz, gün olur ömrümüz… Ancak bu arzu etiğimiz bereketin vesileleri nelerdir? Gelin birlikte öğrenelim.Birincisi: İslam nişanı olan: Bismillah. Bismillah, bitmez bir berekettir. Şöyle ki, insan fıtraten fakir olarak yaratılmıştır. Gerek dünyası gerekse ahireti için çok şeylere muhtaçtır. Hayatının devamı için havaya, suya ve pek çok nimetlere ihtiyacı vardır. Buna ilaveten insan hayalen en güzel evlerde oturmayı, en güzel yemekleri yemeyi ve en güzel elbiseleri giymeyi ister. Bununla da kalmaz, ebedi bir hayatı, daimi bir saadeti tüm benliğiyle arzu eder. Sevdikleriyle sürekli beraber olmak, onlardan hiç ayrılmamak ister. Lakin insan kendi sermayesi ve gücüyle bu ihtiyaç­larını ve arzularını temine muktedir değildir. Öyley­se tam da bu noktada insan “Ba­na bu ihti­yaç­­larımı ve istedik­lerimi kim verebilir?” diye bir arayış içe­­­­ri­si­ne girer. Nihayet, rahmet hazineleri sonsuz olan Al­lah’ı bulur. İman ve tevek­kül­­­le Allah’ın rahmetinden is­te­me­­ye başlar ve “Bismillah” der. Yani, “Ya Rabbi! Benim ih­ti­yaç­­­larımı karşılayacak ve ebede kadar uzanan talepleri­mi yerine getirebilecek olan ancak sensin. Çünkü senin rahmetin, ihsanın, keremin sonsuzdur. Ancak senden yardım diliyorum” diyerek bit­mez bir bereket hazinesini bul­muş olur.İkincisi: Ruhun rahatına, kalbin teneffüsüne medâr olan na­maz. Namaz, nafaka-i dünye­vi­yenin bereketine vesiledir. Zira günün beş vaktinde namazla bedenen istirahat eden insan, daha gayretli ve verimli bir şekilde çalışır. İşini yarım bırakmaz, neticeye ulaşır. Bereketli bir çalışma ortaya koyar. Namaz sayesinde zamanı bereketlendiği gibi rızkı da bereketlenir.Üçüncüsü: Erkân-ı İslâmiye’ nin mühim bir rüknü olan ze­kât. Zekât, sebeb-i berekettir. Çün­kü zekât vermek, kazancı be­re­ketlendirir, gönle huzur verir, müminin cennet vesilesi olur. Zekât vermemek ise malın bereketini kaçırır, kişiyi cimrilik, hırs ve tamahın esiri eder, ahirette de elim bir azaba sürükler. Yüce Rabbimiz bir ayette şöyle buyuruyor: “Namazı kılın, zekâtı verin. Kendiniz için her ne hayır yaparsanız Allah katında onu bulursunuz. Muhakkak ki Allah, yaptıklarınızı eksiksiz görür.”1Dördüncüsü: İktisad. İktisad da sebeb-i berekettir. Çünkü muktesid insan öncelikle zaru­ri ihtiyaçlarını temine çalışır. Elin­deki sermaye ile geçimini sağ­lamak için fiyat araştırması ve kıyaslaması yaparak en uygun olanı tercih eder. Gereksiz harcamalarla israf etmekten ka­çınır. “Mal istersen kanaat yeter” düsturuyla hareket eden kanâatkar bir insan iktisad eder. İktisad eden ise bereket bulur.Beşincisi: Bir hânenin bereket direği, o hânedeki ihtiyarlardır. Özellikle akrabaların içinde en hakîkî dost ve en sâdık mu­hib olan peder ve vâlideler, ih­ti­yâr­lık hâlinde bir hânede bu­lun­salar, ne derece bir ve­si­le-i bereket ve bir vâsıta-i rahmet ve لَوْلَا الشُّيُوخُ الرُّكَّعُ لَصُبَّ عَلَيْكُمُ الْبَلَٓاءُ صَبًّا sırrıyla, yani: “Beli bükülmüş ihtiyarlarınız olmasa idi, belâlar sel gibi üstünüze dökülecekti.” Ne derece sebeb-i def‘-i musibet olduklarını sen kıyâs eyle.2“Eğer ahiretini seversen, işte sa­na mühim bir define: Onlara (vâ­li­deynine) hizmet et, rızala­rı­nı tahsil eyle. Eğer dünyayı se­versen, yine onları memnun et ki, onların yüzünden hayatın ra­hatlık içinde ve rızkın da bere­ketli gitsin.”3 Demek Besmele bereket vesilesi olduğu gibi namaz kılmak, zekât vermek gibi ibadetler de berekete vesiledir. Öte yandan iktisadlı olmak sebeb-i bereket olduğu gibi evimizdeki yaşlı anne, babamıza hürmetle sahip çıkmak da bir vesile-i berekettir.1- Bakara, 2/110.2- Sirâc’ün Nur, s. 90.3- Lem’alar, s. 284.

Ali CİRİT 01 Haziran
Konu resmiBereket Nasıl Kaçar?
İtikad

“Alışverişte bulunanlar birbirlerinden ayrılmadıkları sürece kararlarını değiştirme hakkına sahiptirler. Eğer doğruyu söyler ve (malın ayıbını) açıkça dile getirirlerse, alışverişlerinde kendilerine bereket ihsan edilir. Ama yalan söyler ve (kusurları) gizlerlerse alım satımlarının bereketi yok olur gider.” (Müslim, Büyû’, 47; Buhârî, Büyû’, 19). Bereket, bolluk ve artıp çoğalma gibi anlamlara gelmektir. Bazen az bir yemeğin tahmin etmediğimiz kadar kişiye rahatlıkla yettiğini görürüz. Ya da evdeki bir tüketim malzemesi uzun zaman bitmediğini fark ederiz. Kimi zaman da helal yoldan elde ettiğimiz kazancımızın, beklentimizin üzerinde bir zaman bize yettiğini görebiliriz. Tüm bunların altında aslında bereketin sırrı vardır. Bu yüzden Cenâb-ı Hakk’ın bize ihsan ettiği her türlü nimet için bereket istemeliyiz. Aynı zamanda gelen bereketin kaçmaması için gereken tedbirleri almalı ve ona göre davranmalıyız. Bu tedbirler nasıl olmalıdır diye araştırdığımızda, Asr-ı Saâdet’te yaşanan kimi hadiseler ve Peygamber Efendimiz’in (asm) kimi uygulamaları bize yol gösterecektir. Mesela Vahşî bin Harb’in, babası aracılığı ile dedesinden naklettiğine göre, Ashâb-ı Kirâm, “Ey Allah’ın Resûlü, yiyoruz ama doymuyoruz!” deyince Peygamber Efendimiz (asm), “Ayrı ayrı yiyor olmalısınız.” demiş, onlar, “Evet” deyince ise şöyle buyurmuştu: “Yemeği topluca yiyin ve (başlarken) Allah’ın adını anın ki, bereketli olsun.” (Ebû Dâvûd, Et’ıme, 14; İbn Mâce, Et’ıme, 17)Yemekteki bereketin en önemli şartlarından birisi topluca yemek yemektir. Yani bir yemeğe ne kadar çok el uzanırsa, o kadar bereket artar. Bu tavsiye, aile fertlerinin yemeğe hep beraber oturmasına ve ailede bu şekilde birlik sağlanmasına vesile olur. Aynı zamanda yardımlaşmayı da teşvik eder. Bizim yediğimiz yemeği pişiremeyecek durumda olan yakınlarımıza veya çevremizde maddî açıdan sıkıntı yaşayan kişilere de yediğimiz yemekten ikram etmemizi sağlar. Bu şekilde daha fazla kişi tarafından yenilen yemeğin bereketi de o nisbette çoğalır. Hepsini ben yiyeyim, falanca yemesin, gibi hesaplara girilirse; bereket kaçar. Ayrıca Abdullah bin Abbas’tan (ra) rivayetle Resûlullah (asm) buyurmuşlardır ki: “Önünüze konulan yemeğin kenarından yiyin, ortasına uzanmayın. Çünkü bereket, yemeğin ortasına iner.” (Ebû Dâvûd, Et’ıme, 17; Tirmizî, Et’ıme, 12, İbn Mâce, Et’ıme, 12). Yemeği gerek kendi tabağımızdan yerken gerekse de toplu yenilen bir yemeği yerken, her zaman kenarından yemeliyiz. Ortasına kaşığımızı uzatmamalıyız. Bu aynı zamanda Sünnet-i Seniyye’nin de yemek yeme sırasındaki usullerindendir.Bereketin kaçmaması için yapılması gereken bir diğer davranış ise alışveriş sırasında dürüst olmaktır. Hakîm bin Hizâm’ın (ra) naklettiğine göre, Peygamber Efendimiz (asm) şöyle buyurmuştur: “Alışverişte bulunanlar birbirlerinden ayrılmadıkları sürece kararlarını değiştirme hakkına sahiptirler. Eğer doğruyu söyler ve (malın ayıbını) açıkça dile getirirlerse, alışverişlerinde kendilerine bereket ihsan edilir. Ama yalan söyler ve (kusurları) gizlerlerse alım satımlarının bereketi yok olur gider.” (Müslim, Büyû’, 47; Buhârî, Büyû’, 19). Yani yalan söyleyerek malının ayıbını gizleyerek, buradan gelecek fazladan paraya tamah edenler, bilmelidirler ki; bu hareketleriyle elde ettikleri menfaatten çok daha fazla olan bereketten mahrum kalacaklardır. Üstelik kazandıkları parayı şüpheli hale getirmektedirler. Halbuki satıcı ticarette dürüst olsa, malının ayıbı varsa alıcıya söylese, kazandığı para, şüpheli hale gelmez. Bir de kazancı bereketlenir.Kimi zaman da elimize geçen parayla iktifa etmemiz gerekir. Tüccar isek günlük kazancımıza, çalışan isek aylık maaşımıza kanaat etmek de bereket vesilesidir. Daha fazla kazanmak için, çok yüksek kârlar peşinde koşmak her zaman beklenilen sonuca ulaştırmayabilir. Bir liraya aldığı malı on liraya satmaya çalışan birisi, zahiren çok kazanıyor gibi görünebilir. Ama belki de bu sebeple kazancının bereketini kaçırıyordur da farkında değildir. Helal yoldan kazandığı maaşını beğenmeyip, devamlı şikâyetçi olmak da aynı konuya verilecek örnekler arasındadır. Tabi ki; bu izahlar, çalışmayalım, oturalım demek anlamına gelmez. Ya da hakkımızı talep etmeyelim, demiyoruz. Elimizden gereken gayreti hırslanmadan azimle gösteririz. Fâhiş kâr peşinde koşmadan helal bir şekilde, dürüst yollarla çalışırız. Sonunda nasip olana şükreder, şikâyet etmeyiz. Huneyn Gazvesinde kendisine verilen ganimetin miktarını beğenmeyip daha fazla isteyen Hakîm bin Hizâm’a (ra), Resûlullah (asm) şöyle demiştir: “Ey Hakîm! Bu dünya malı göz alıcı ve tatlıdır. Kim bu mala cömert bir gönülle sahip olursa, kendisi için malı bereketlenir. Ama kim de hırs ve tamahla dolu bir kalple bu malı arzularsa, onun için malın bereketi kaçar.” Resûlullah’ın (asm) bu sözleri üzerine Hakîm (ra) şunları söyledi: “Yâ Resûlallah, seni hak ile gönderene yemin olsun ki bu dünyayı terk edene kadar bir daha kimseden bir şey almayacağım!” Hayatının devamında bu sözünü tuttu. Hz. Ebû Bekir (ra) ve Hz. Ömer (ra) devirlerinde kendisine hazineden ayrılan tahsisatı kabul etmemiştir. Demek ki; sözünde durarak, bereketten nasibini almıştır.Ebû Hureyre’nin (ra) naklettiğine göre, Re­sû­­lullah (asm) kendisine ilk ürün getirildiğinde şöyle buyururdu: “Allah’ım, şehrimizde (Medine’de) meyvelerimizde ve ölçeklerimizde bereket üstüne bereket ver!” (Müslim, Hac, 474). Peygamber Efendimiz’in (asm) bu duası gibi dualarımızı ederek, hırslanmadan çalışıp, kazandığımıza kanaat ederek ve iktisatla harcayarak bereketten nasibimizi bekleyelim. Hiç beklemediğimiz yerlerden ve hiç beklemediğimiz şekillerde ve zamanlarda gelen bereketi yaşantımızda hissederiz. Bereketi kaçıracak değil, bereketi üzerimize çekecek şekilde Sünnet-i Seniyye’ye uygun davranalım.

Arif Emre GÜNDÜZ 01 Haziran
Konu resmiBesmele Ekmeğimizin Bereketidir
İtikad

Bismillah hem nur hem kuvvettir, kâinata meydan okutan  bir devlettir. Besmele, ekmeğimizin bereketidir şairin dilinde; iki dünyada aziz olansa Muhammed (sav) ümmetidir elbette. Öyle bir tılsım ki en zayıf otların yumuşak kökleri onunla koca koca taşları parçalayacak bir güce erişiyor. İpek gibi yumuşak yapraklara bir İbrahim (as) cesareti ve metaneti geliyor. Adına tefsirler, şerhler risaleler yazılan o mübarek kelime olma­yınca her iş güdük ve noksan… Olunca gümrah ve bereketli… Hacı Bektaş Veli’nin rivayetinden öğreniyoruz ki Cenab-ı Hak, Habibine (sav) şöyle hitap etmiş: “Ey Ahmed (sav), gökten inene dört kitabın tamamını topladım, Fatiha’nın içine koydum. Fatiha’da ne varsa hepsini Bismi’llahi’r-rahmani’r-rahimin içine koydum. Senin ümmetinden kim bir kez iman ile doğru -Bismi’llahi’r-rahmani’r-rahim- derse Tevrat’ı, İncil’i, Zebur’u, Kuran’ı okumuşçasına ve bunlarla ibadet etmişçesine sevap vereyim. Bu ne güzel kerem, bu ne güzel lütuf ki birkaç damla murdar sudan meydana gelmiş insana bu kadar fazla ihsanda bulunuyorum. Benim gibi bir padişahın dergâhı dururken göz göre göre rastgele bir âcizin dergâhına giden (kulun) toprak başına olsun. Kitabımın dergâhını rahmetimle, şefkatimle iyiliklerle bezedim. Elbette ki hediyem der­gâhıma layık olacaktır.”Besmele, insana birkaç damla sudan yaratıldığını ihtar eder. Yokluktan varlık alemine çıkarıldığını; Rahman olan Allah’ın aynı zamanda Rahim, Kerim, Rezzak, Muhyi… olduğunu hatırlatır. Ücretini ödeyerek aldı­ğı şeylerin “Mâlik-i Hakikî”si­nin kim olduğunu düşündürür nisyan perdesi altında ezilen insan­oğluna. Besmele, çürümüş kemikleri ilk olarak kim yarattıysa yine onun dirilteceğini müjdeler. Ölümün hiçlik olmadığını, yokluk olmadığını, ebedî bir alemin kapısı olduğunu fısıldar satır aralarında.Demek “bismillah” Allah’ın adıyla mahlukatın aczini kudrete, fakrını zenginliğe çeviriyor, o halde bu gücün farkına varmak lazım gelmez mi? Sert olan taş ve toprağı delip geçen bu tesirli kelam, aynı sertlikteki katılaşmış kalpleri de deler geçer; imanın mahalli olan gönüllere kurulur. Bir bakarsın taşlaşmış kalplerde o nur yeşerivermiş. Yeter ki “bismillah” deyip yerimizden doğruluverelim ve bir adım atalım. Ateş saçan hararete karşı bir mukavemet veren besmele, ahir zamandaki nice ateşleri de söndürür. Şeytanın bir okuyla şehvete esir olanlar; iktisatsızlık belasıyla geçim derdine düşenler; haset, gıybet gibi cürümlere müptela olanlar “bismillah” diyerek düştükleri yerden kalktığında her şey yeniden başlar. Güneş bir başka doğar yeryüzüne, çiçekler bambaşka kokar. Sofralar, memleketler bereketlenir bir sözle. “Allah bereket versin.” “Bereketini gör.” duaları makbul olur hak katında. İki artı iki dört olmaz da sekiz olur, on olur bazen. Sebebini hikmet ehli olanlar anlar da dilleri varmaz söylemeye. Halil İbrahim bereketi kaçmasın diye…Bismillah desin yeter ki âlem-i İslam… Neler olur neler… Bir diriliş muştusu gönülleri sarar. Mazlum coğrafyaların yüzü gü­ler. Amerika da kim oluyormuş canım, der gönül rahatı ile in­san. Uçak gemileri, nükleer baş­lıklar, konvansiyonel silahlar hurda yığınına döner besme­le­nin gücü karşısında. Tıpkı Ça­nakkale’de olduğu gibi patlamaz diye kenara ayrılan mayınlar bir bir patlar da dev kaleleri andıran Queen Elizabeth, Ocean, Inflexible gibi zırhlıları layık olduğu yere -denizin dibine- gönderir. 275 kiloluk top mermisi Seyit Onbaşı’nın sırtında kuş olur kanatlanır. Besmele dillere pelesenk olsun, hayırlar fetholsun, şerler def olsun, haneler bereketle dolsun. İki cihanda aziz ümmet Muhammed (sav) ümmeti olsun.

Tarık ÇELİK 01 Haziran
Konu resmiBEREKET istiyorsan HAREKETet
İnsan

Yarım adımları, yarım adamlar atar. Çoğu kez heyecanla başladığımız birçok kitabı, siz de farkındasınızdır, bitiremiyoruz. Tamamlayamadan raflara mahkûm ediyoruz. Çabuk pes ediyoruz. Çok erken vazgeçiyoruz. İlk kavşaktan U dönüşü yapıyoruz. Neden bitiremiyoruz, neden tamamlayamıyoruz? Öncelikle hayat algımızı düzeltmemiz gerekiyor. Hayata nereden ve nasıl baktığımız çok önemli. Hayat bir faaliyettir, bir harekettir, bir mücadeledir. Hayata baktığımız zaman, unutmayalım ki hayatta zıtlar iç içedir. Yani kolay-zor, çirkin-güzel, hayır-şer karışık bir haldedir, karman çorman bir haldedir. Biz böyle zıtların karışık olduğu bir meydanda hayatımızı devam ettirmek zorundayız. Bir mücadele içerisinde olacağız. Yoksa her şeyin güzel olduğu, her şeyin kolay olduğu bir hayat meydanı asla yok!Merdivenden çıkmaya çalışan küçük bir çocuk mesela. Bunu öğrenmeye, başarmaya çalışıyor. Aslında o sadece bu merdiveni çıkmayı öğrenmeyecek, hayatında daha birçok değişik basamakları ve başka farklı basamakları da çıkmayı öğrenmek zorunda kalacak. Onun için öncelikle bunu kabul etmemiz gerekiyor. Gül bile dikenle beraber karşımıza çıkıyor. Kokusu güzel ama dikeni acıtıyor. Dikensiz bir gül aramak, aslında gül kokusundan mahrum olmaktır. Bu ikisini, yan yana görmemiz ve kabul etmemiz gerekiyor.Bu hayat meydanına çıktığımız zaman, bizim en önemli bineğimiz, heyecanımız, rüzgarımız unutmayın ki şevktir. Yani istek ve arzu ile tam bir istek ve arzu içinde hedefe yönelmektir. Ancak çok tehlikeli ve bir o kadar da sinsi bir engelimiz var. O engel, rahatlığa meyletmektir. Rahatlığa düşkünlük en sinsi celladımızdır. Yani bizim bütün enerjimizi bütün heyecanımızı bütün şevkimizi mahvetme potansiyeli taşımaktadır. Rahata meyletmek, rahata düşkünlük, bizi adeta sihirleyerek, adeta narkozlayarak, adeta uyuşturarak, bütün hedeflerimizi ve hayallerimizi yok etmeye kasteder. Bu tehlikeden şiddetle kaçmak için bizlerin hedefimizde asla şu olmamalıdır: “Şu çalışmayı yapayım, rahat edeyim. Şunu yapayım keyfime bakayım” olmamalıdır. Eğer rahatlığa meylederek, gevşeyerek, rahatlık peşinde koşarak hareket edersek bütün kabiliyetlerimizi, bütün istidatlarımızı, yeteneklerimizi köreltmiş oluruz.Mücadele HayattırRahat zahmette; zahmet rahattadır. Kim ki rahatlığa talip, zahmetin içine düşmüştür. Kim ki zahmete talip olmuş, o kişi rahatlığa erişmiştir. Kolumuzu düşünelim. Kol, eğer ki sabit dursa hiç hareket etmese belli bir zaman sonra kullanılmaz hale gelir. İnsan ne kadar çok az hareket ederse, insan ne kadar çok rahatlığa meylederse o kadar çok körleşir. Konformizm masum değildir.Bal yapan arıyı düşünelim. Arı akıllı ve şuurlu olmadığı halde muazzam bir heyecanla çiçekten çiçeğe koşar. O balı yapmak için gece gündüz gayret eder. Bundaki sebep nedir? O çalışmanın, o koşturmacanın içindeki lezzettir. Balın lezzetinden önce, bal yapmanın lezzeti vardır. Lezzet, çalışmanın kendisidir. Faaliyetteki lezzete talip olmalıyız. Bir akü gibi düşünün. Akü şarj ettikçe dolar, doldukça şarj eder. Yani bizlerin de çalıştıkça şevkimiz artar, heyecanımız artar; heyecanımız arttıkça çalışırız. Ancak bunun kesildiği tek yer, durduğu yer; rehavettir, rahatlığa meyletmektir. Eğer ecdadımız gemileri kara­dan denize indirmeseydi İs­tan­­bul’u alamayacaktık. İstanbul bugün bizim olmayacaktı. İs­tan­bul’u fetheden Fatih Sultan Mehmed Han, bu zahmete talip oldu. Büyük idealleri, büyük hayalleri gerçekleştirmek için kesinlikle ama kesinlikle rahatlıktan, akrepten, yılandan kaçtığımız gibi kaçmamız gerekir. Hayat mücadele olduğu gibi, faaliyet olduğu gibi; mücadele de faaliyet de bir hayattır. Adımımız AdımızdırBir şeyin bütününü yapamıyorsak da bütün bütün de bırakmayalım. Zira hedefimize giderken bir problemimiz de onu bir anda yapmaya çalışma gayretimizdir. Halbuki her şey merhale merhale olacak. Bir anda hepsini gerçekleştiremeyiz. Bir anda hepsini gerçekleştiremiyoruz diye bir anda hepsini bırakacak mıyız? Asla! Zaten bir şeyin bütününü bir anda istemek, onu istememekle aynıdır.Yapabildiğimiz kadarıyla heyecanlanıp, yapamadığımız kadarı için daha sonraki zamana bırakıp, belki onu o zaman yapmak suretiyle ve neticede hedefimize ulaşmış olacağız. Birçok insan “ya hep! ya hiç!” mantığıyla yaşadığı için zaman içerisinde yapabileceği birçok şeyi yapmaktan mahrum kalıyor. Dersimize çalışıyoruz mesela. Önümüzde bir sayfa var. Bütün ders bir sayfanın içinde mi? Hayır! Belki bir sürü kitap arka tarafta duruyor. Ama ne yaptık, önümüze bir sayfa aldık. Bir sayfada çalışıyoruz. Çünkü şu an onu yapabiliyoruz. Bir sonraki adımda diğer sayfayı yapacağız. Zaman içerisinde bütün dersimizi tamamlamış olacağız. Bir anda bütün sayfalara çalışmak istesek, maalesef hazım­sız­lık yaşayacak asla dersini tamamlayamayacağız. Eksik bı­ra­kacağız. Hedefimize yönelik yapabileceğimiz adımı hiç beklemeden ve ertelemeden hemen başlamakla bereketleneceğiz. Rabbimizin iki ismi bu adımımızla üzerimizde tecelli etmektedir. Karîb (bütün sebepleri birbirine yakınlaştıran) ve Seriü’l-mücîb (dualara hemen icabet eden). Bize göre küçük gibi gözüken adımlarımız, esasında bir hazinenin anahtarı kadar kıymetli. Unutmayalım, adımımız adımız olacak.

Abdurrahman KEMALOĞLU 01 Haziran
Konu resmiBereket Hemen Ya/kı/nımızda
Risale-i Nur

Hz. Peygamber’in (asm) hayatının her safhasında bizler için bereket kapılarını açan güzellikler vardır. Bu bereket safhalarından biri de Hz. Peygamber’in (asm) süt anneye verilişinde yaşanan harikulade güzelliklerdir. Mustafa Asım Köksal, bu hadiseyi şöyle ifade etmektedir:“Çocukların, özellikle havasının güzelliği, rutubetinin azlığı ve suyunun tatlılığı ile tanınan yerlerde yaşayan şerefli kabileler arasında sağlam vücutlu, sıkı etli, cesaretli yetişmelerini ve düzgün ve pürüzsüz konuşmayı öğrenmelerini sağlamak için yeni doğan çocukları kırda yaşayan Araplar içinde sütanneye vermek Kureyş ve diğer Arap eşrafının âdetleriydi.Umumiyetle Araplar için tek lügat vardı. Sa’d b. kabilesinin ise, lügatleri yedi idi. Benî Sa’d; Arap kabileleri içinde, dil bakımından en fesahatli olanı, en açık, en düzgün ve en pürüzsüz konuşanı idi. Peygamberimiz Aleyhisselamı; Benî Sa’d kabilesinden sütannesi Halime Hatun götürüp emzirdi.Halime Hatun der ki: “İçinde bulunduğumuz kuraklık ve kıtlık yılında, hiçbir şeyimiz kalmamıştı. Ben, kır merkebimin üzerinde idim. Yanımızda yaşlı bir devemiz de bulunuyordu. Vallahi, o bize bir damla bile süt vermiyordu. Fakat, biz, bir yağmura kavuşmayı, darlıktan kurtulmayı umup duruyorduk. Üzerinde bulunduğum arık ve zayıf merkebimin yürüyüşünün ağırlığı, arkadaşların canını sıkacak dereceye varmıştı. Nihayet, Mekke’ye varıp, emzirilecek oğlan çocukları aramaya başladık. Benimle gelmiş olan kadınlardan, emzirilecek çocuk almayan, benden başka, kalmamıştı.” O sırada, Abdulmuttalib, Peygamberimiz Aleyhisselam için süt­annesi arayıp duruyordu. Halime Hatun der ki:“Abdulmuttalib, benimle karşı­la­şınca: ‘Sen, kimsin?’ diye sordu. ‘Ben, Benî Sa’dlardan bir ka­dınım!’ dedim. ‘İsmin nedir?’ diye sordu. ‘Halime’ dedim. Abdulmuttalib gülümsedi: ‘Ne güzel! Ne güzel! Sa’d ve hilm iki güzel haslettir ki, dünyanın hayrı da ebediyetin izzet ve şerefi de bunlardadır. Ey Halime! Benim yanımda yetim bir çocuk vardır ki, onu Benî Sa’d kadınlarına teklif ettim. ‘Biz, götüreceğimiz çocuklardan yararlanmayı, onların babalarından ikram görmeyi umuyoruz’ diyerek, almaya yanaşmadılar. Onu emzirmeyi, sen üzerine alır mısın? Belki onun yüzünden saadete, mutluluğa erersin’ dedi. Hemen, kocamın yanına dönüp durumu ona haber verdim. Kocam: ‘Bunu yapmanda bir sakınca yok. Belki, Allah onun yüzünden bereket ve bolluk ihsan eder.’ dedi.Halime Hatun, hatıralarını anlatmaya devamla der ki: Sonra, hayvanıma bindim. Çocuğu da kucağıma aldım. Kocam Hâris ise yaşlı devesinin üzerine bindi; Sirer vadisinde yol arkadaşlarına yetiştiler. Vallahi, benim merkebim öyle hızlı gidiyordu ki, hepsinin önüne geçti. Kafiledekilerin merkeplerinden hiçbirisi ona yetişemediler. Nihayet, kadın arkadaşlarım, bana: “Biraz durup bizi beklesen a? Gelirken üzerine binmiş olduğun merkep bu değil miydi?’ diyerek sesleniyorlar; ben de onlara: ‘Evet! Vallahi, işte o merkeptir’ diyordum. Şaşırıyorlar ve: ‘Vallahi, buna şa­şı­lacak bir şey olmuş!’ diyorlardı.”1 O zayıf olan çelimsiz ve cılız merkep Hz. Peygamber (asm)’ı üzerine aldıktan sonra en çevik, en güçlü, en hızlı bir vaziyet alarak tüm merkepleri geçerek görenleri şaşkına çevirmişti. İşte taşıdığı emanetin bereketi ne ulvi ki o merkep takatinin fevkinde bir heyecanla menziline ulaşmıştı. Hem öyle bir bereket ki, yanında bulunan diğer zayıf deve dahi bu heyecandan nasibini alarak ona refakat etmişti.Allah’tan gelen hayrın bir nesnede görünmesi ve devam etmesi, artıp çoğalması2 manasına gelen bereket kelimesi; dizlerini ve sadrını yere koyup yerleşerek devenin çökmesi anlamındaki bereke kökünden türemiştir. Bu cihetle lüzum ve sübut manasından iktibas ile ilahî hayrın devamı ve ziyadeliği ve en nihayette saadet manasına gelmektedir.3 Müfessirler; bereket kelimesine nimetin ziyadeleşmesi manasının yanı sıra zor işlerin kolaylaşması ve uzun süreli işlerin kısa vakitte tamamlanması manalarını da vermişlerdir.Berekete mazhar olmak mihnetli şu imtihan dünyasında en büyük nimet ve en büyük saadettir. Bu mazhariyetin birçok vesilesi vardır. Bu vesilelerden birisi omuzumuzda taşıdığı­mız sorumlulukların / vazifelerin keyfiyetidir. Halime annemizin merkebinin cılız haliyle ha­­ri­kulâde vaziyet alması Hz. Pey­­gamber’in (asm) irhasat4 ne­­vinden bir kerameti olmakla beraber bizler için de ibret ve irşatlar ihtiva etmektedir. O cılız merkebi tahrike sebep, üzerindeki emanetin kutsiyeti idi. Bu sorumluluk onu tehyiç etmişti. Bereket te ardı sıra gelmişti. O halde bizlerin de omuzlarımıza bakmamız gerekmez mi? Taşıdığımız yükler, sorumluluklar, vazifeler bize ne ölçüde bereket getiriyor? Eğer birincil sorumluluklarımız kutsi vazifeler ise bitmez bereketin kapısındayız demektir. Bu kapıdan ziyade feyizlenmek için şu hal gerekli, ancak yeterli değildir. Hz. Üstad; “Kudsî bir vazîfe-i îmâniye ve hizmet-i Kur’âniye, omuzumuza ihsân-ı İlâhî tarafından konulmuştur.”5 dediği yer­­de bu vazifenin ihsân-ı ilahî ol­duğunu müjdelemekle beraber bu kutsî emanetin omuzumuza konduğunu ifade ederek bizleri tanımanın yanında taşımanın bereketine davet etmektedir. Hakka hizmet, büyük ve ağır bir defineyi taşımak ve muhafa­za etmek gibidir.6 Bizler gayet az ve zayıf ve fakir ve kuvvetsiz olduğumuz halde, gayet ağır ve büyük ve umumi7 olan bu vazifeyi yerine getirebilmek için Hz. Üstad, bizlere hayatî bir ihtarda bulunmaktadır: “Bütün kuvvetinizi ihlâsta ve hakta bilmelisiniz. Evet, kuvvet haktadır ve ihlâstadır.”8Bu hatırlamanın özgünlüğü dik­­kat çekicidir. Zira kuvvet tez­­leri günümüze kadar çok fark­­lılaşmıştır. Kimi zaman kol gücü, kimi zaman asker sa­yısı, kimi parasal güç kuvvet ölçüsüyken, günümüzde silah sayısı, bilgi, istihbarat gücü gibi tezler öne çıkmaktadır. Hz. Üstad, tüm bu tezlerin ötesinde ihlâsı ve hak üzere olmayı bizlere öğütlemiştir. Bu öğüt artık “Dünya beşten büyüktür.” mottosuyla BM kürsüsünden haykırılmaktadır. Bedizzaman Hz. bu öğüdü bizlere ihtar etmekle yetinmeyerek daha somut bir eylem olarak nasıl icra edeceğimizi de şöyle ifade etmektedir: “(وَيُؤْثِرُونَ عَلٰٓي اَنْفُسِهِمْ)9 sırrıyla, ihlâs-ı tâmmı (tam ihlası) kazanınız. Kardeşlerinizin nefislerini nefsinize şerefte, ma­kamda, teveccühte, hatta men­faat-i maddiye gibi nefsin ho­şuna giden şeylerde tercih edi­niz.”10 Psikolojideki empati yani duygudaşlığın çok daha üs­tünde olan bu tavır Kur’an-ı Ke­rîm’de Rabbimizin övgüsüne11 mazhar olunan yüksek bir haslettir. Yani kendi hissiyât-ı nefsâniyesini unutup, kardeşlerinin meziyât ve hissiyatıyla fikren yaşamaktır.12 En yakın dost ve en fedakâr arkadaş ve en güzel takdir edici yoldaş ve en civanmerd kardeş olmaktır.13Tam manasıyla ihlası kazanmak hemen ya/kı/nımızdaki kard(eş)imizin nefsiyle olan cihadımıza bağlıdır. Onun en yakın dostu, en fedakâr arkadaşı, en güzel takdir edici yoldaşı ve en civanmerd kardeşi olmak noktasında kendi nefsimize muhalefet edebilmekle bu sırra erebilmek mümkündür.Omuzumuzdaki büyük ve umumi ve kudsi emaneti bu kuv­vetle taşıyarak bereket kapı­sın­dan azami ihsana, nimete, ina­yete, lütuf ve kereme mazhar ola­biliriz.Bereket uzakta değil, hemen ya/kı/nımızda.1- Mustafa Asım Köksal, İslam Tarihi, c.1, s.36-412- https://www.lugatim.com/s/bereket3- el-Okyânûsu’l-Basît fî Tercemeti’l-Kâmûsi’l-Muhît, c.5, s.4203.4- İrhasat; Peygamber Efendimizin nübüvvetinden önce gerçekleşen ve onun risaletine işaret eden, delil olan harikuladeliklere denir. Bunlar keramet kabilindendir. Bkz. https://risale.online/istilahlar/irhasat.5- Lemâlar, s.233.6- Lemâlar, s.232.7- Lemâlar, s.233.8- Lemâlar, s.235.9- “…Kendilerinde bir sıkıntı (bir ihtiyaç) bile olsa, (o kardeşlerini) kendi nefislerine tercîh ederler!” Haşir Süresi, 9.10- Lemâlar, s.236.11- ““…Kendilerinde bir sıkıntı (bir ihtiyaç) bile olsa, (o kardeşlerini) kendi nefislerine tercîh ederler!” ayet-i kerimesi ile ilgili olarak Ebu Hüreyre’den rivayet edilmiştir. O der ki: “Bir gün bir adam Hz. Peygamber (s.av.)’in huzuruna gelerek: -Açlıktan takatim kesildi, dedi. Bunun üzerine Hz. Peygamber (s.a.v) hanımlarına haber gönderdi, fakat onların yanında hiçbir şey bulamadı. O zaman Hz. Peygamber (s.a.v): -Bu adamı bu gece misafir edip de Allah'ın rahmetine mazhar olmak isteyen yok mu? diye sordu. Ensar’dan biri kalkarak: -Ben, ey Allah'ın Elçisi, dedi ve evine gidip hanımına: - Resulullah (s.a.v)’ın misafirine yemek hazırla, ondan hiçbir şey gizlem e, dedi. Hanımı: -Evde çocukların yiyeceğinden başka bir şey yok, dedi. O zaman adam: - Öyleyse, çocuklar akşam yemeklerini isterlerse onları bir şeyle avut veya uyut. Misafir eve girince lambayı söndür de biz de ona kendimizi yiyormuş gibi gösterelim. Biz de bu gece Resulullah (sav)’ın misafirine ikram etmek için aç yatarız, dedi. Kadın denilenleri yaptı. Sabah olunca ev sahibi, Hz. Peygamber (s.a.v)’in yanına gitti. Hz. Peygamber (sav) ona: -Bu gece misafirinize yaptığınız muameleden Allah razı oldu, buyurdu. Bunun üzerine Allah bu ayet-i kerimeyi bu karı koca hakkında inzal buyurdu.” Bkz. Ebulfettah El-Kadi, Esbab-ı Nuzül, s. 352-35312- Lemâlar, s.237.13- Lemâlar, s.237.

Abdurrahman KEMALOĞLU 01 Haziran
Konu resmiHer An Şükran
İtikad

“Bir vakit de Rabbiniz: 'Celâlim hakkı için, eğer şükrederseniz, muhakkak size (nimetimi) artırırım ve eğer nankörlük ederseniz, şübhesiz ki azabım pek şiddetlidir!' diye bildirmişti.” (İbrahim Suresi, 7)Varlık alanında arz-ı endam eden her nesnenin akıbeti şüp­hesiz ki zevaldir. İnsanın var­lığından tutun eşyanın her tür­lüsüne kadar her şey bitip tü­kenecek, diğer bir ifade ile zail olacaktır. Buradaki zevali, me­cazi ve geçici bir süreliğine kı­lacak olan tek husus ise o nesnenin, o şeyin veya o kişinin Bâki-i Hakiki olan Allah’a (cc) olan teveccühüdür. Yani her şey helâk olucudur; ancak O’na bakan cihetler müstesna. Kasas suresinde beyan buyurulan “Her şey helak olucudur yalnız O’nun veçhi yani yüzü müstesna.” (Kasas, 88) ayeti ile Rahman suresi 26-27. ayetler­de “Onun (o yerin) üzerindeki herkes (ve her şey) fanidir. (Ancak) celâl (azamet ve kahır) ve ikram sâhibi Rabbinin vechi (Zât’ı ve O’nun rızası için olan şeyler) bâki kalır” şeklindeki ayetler, ebedi­yet iksirinin ve sonsuzluk simyasının Hak ile olan irtibat vasıtasıyla mümkün olacağına işaret etmektedir. Dünya hayatında bir nesneyi yok olmaya ve zevale karşı dayanıklı kılan kudret de şüphesiz ki Allah’ın (cc) kudretidir. Bu bazen bir mucize, bazen bir keramet bazen de bir bereket olarak tezahür edebilir. Her halükârda oradaki tecellinin Hakk’ın kudret ve ikramı ile vücut bulduğu muhakkaktır. Bir sofradaki yiyeceklerin bir türlü bitmemesi, küçük bir koyunun akla sığmayacak kadar çok insanı doyurması, kurumuş bir çeşmenin tekrar canlanıp kesintisiz bir şekilde akışı gibi birçok örneği olan bu tecellilerin birçok hikmeti olabileceği gibi, Allah’ın (cc) tasdik ve kabulü ve in’am ve ihsanı olarak da manalara hizmet ettiğine kuşku yoktur.Burada nazarlarınıza takdim etmeye çalıştığım hakikat, bir peygamberin vasıtasıyla sergilenen mucizeler olması bir tarafa, o tecellinin muhataplarına yönelik mesajlar ve muhataplardan umulan tutumlardır. Hz. Musa (as)’ın çölde ashabı ile gerçekleştirdiği çileli yolculuk sırasında günlerce aç ve perişan kalan insanlar, Musa (as)’dan Rabbine dua etmesini ve açlıklarına bir çare bulmasını isterler. Musa (as)’ın duasına karşılık Cenab-ı Hak, yazımızın en başındaki ayetin içeriği ile cevap verir. Özetle, alemlerin Rabbi olan Allah (cc), bir yiyecek beklentisi içindeki insanların, diğer bir ifade ile açlıklarından neredeyse zihinleri durmuş insanların dikkatlerini başka bir noktaya çeker: şükürAslında bunun başka anlamları da var, diyor Rabbimiz. Ezcümle; mesela, açlık sizin odağınızı yiyeceklere çekmiş olabilir ama bizim görmenizi istediğimiz şey, yoksunluk, yoksulluk, açlık ve çaresizlik zamanlarınızda bile şükretmenizi gerektiren o kadar çok nimetimiz var ki, onları fark edin ve bu farkındalığınızı bir şükür bayrağı olarak göndere çekin. Mesela, kulluk her zaman istemek, almak ve beklenti içinde olmak demek değildir. Rabbimiz verse de esirgese de kulluğumuz devam etmelidir. Allah’ın (cc) bize borcu mu var ki, versin. Mesela, Allah’ın (cc) nihayetsiz hikmetleri vardır ve bu hikmetlerden biri şöyle okunur: Cenab-ı Hakk’ın vermesi de vermemesi de hep vermektir. Zira bazen sizin istediğiniz bir şeyi size vermeyerek sizde bir idrak ve farkındalık kapısı açması bile büyük bir lütuf değil midir? Mesela, sizin hep vara, ihsana, lütfa, hıfz-u sıyanete alışık olan kimlikleriniz yoksunluk zamanlarında neye evriliyor. Hak bunu hem görmek hem de göstermek istiyor.Şükrederseniz Artırırım İlâhî Beyanına OdaklanalımŞükretmek kulun, artırmak Hakk’ın eylemidir. Üstelik zahirde şükrü mucip haller ve nesneler gözükmüyor olsa bile, istikamet yine şükür olarak gösterilmektedir. Zira, kulun Rabbine karşı olan borcu ödenebilecek ve tamamlanabilecek türden bir borç değildir. Kulun bilanço defterinde Rabbine karşı alacak hanesi hep boştur. Kulun mazhar olduğu her nimet lütuftur, in’amdır, ihsandır.Rabbimizin lütfettiği her nimet olağanüstü farkındalıklar, olağanüstü zikrî ilanlar, olağanüstü şükürler ve olağanüstü tefekkürler gerektirir. Çünkü hem nimetin Hak’tan olması hem de o nimeti başka hiçbir kimsenin yapamayacak olması bunu gerektirir. Rab tarafından “artırma” vaadine gerekçe kılınan şükür eylemi, bir kulun kendi haddini, aczini, fakrını, muhtaçlığını mutlak manada idrak etmesiyle birlikte, Rabbinin de bahusus “Sübhaniyetini” ve “Samediyetini” idrak etmesi anlamına gelmektedir.Hem de Rabbimizin rezzakiyetini ve o rezzakiyetteki ince hesap ve hikmetleri mütalaa etmek, ifa edilecek olan şükrü daha vasıflı hale getirecektir. Mesela Rabbimizin mahlukata rızık vermesi ile bir güvercin sürüsüne yem atmayı birbirine benzetmek, Rabbimizin şanını, azamet ve kudretini ihata edememek demektir. Çünkü alemlerin Rabbi olan Allah (cc), her mahluka ferdan ferda yani tek tek, kişiye özel rızıklandırma yapmaktadır. Bunun sebebi, her canlı için tek tek alaka gereksiz bir şey değil mi gibi bir yaklaşımın azamet-i ilâhîyeye münafi yani zıt olmasıdır. Rezzak-ı Kerim olan Rabbimiz, tek bir karıncadan tutun, dev bir balinaya, bir cinden bir insana kadar her ferde ezelde takdir ettiği miktar ile rızık vermektedir. Bu kabil tefekkürler marifetiyle mazhar olduğumuz nimetlere külli bir şükürde bulunmamız Rabbimizin hoşnutiyetine vesile olmaktadır.Ayrıca, şükür marifetiyle nime­tin ziyadeleşmesindeki bir za­vi­ye de nimetin maddeten art­­ması gibi kulun nimet ve be­re­ket kavramları ile ilgili algısı­nın inkişaf etmesidir. Cenab-ı Hakk’ın hazinesinin nihayetsizliğini müdrik bir kulun, kıtlık ve yokluk psikolojisine yenilmeyeceği muhakkaktır. Bu seviyedeki bir kul, taraf-ı ilâhîden gelen artışın farklı katmanlarına muttali’ olur. Mesela yokluk, yoksunluk ya da kıtlık suretindeki bir tecellinin, mahiyeti itibarıyla hizmet ettiği bir hikmete nazır bir insana dönüşmenin de Rabbin bir lütfu olduğunu idrak etmek de ciddi bir şükrü icap eder.Hulasa bereket, Rabbin rıza ve ihsanına delalet eden nurani cilvelerdendir. Bereket rabbânî bir kelime olarak, Rabbimiz tarafından zikredilen bir şevk ve heyecan vesilesidir.Şunu asla unutmayalım, tabiri caiz ise şeytanın Rabbimize karşı isyan edip iddia ettiği en büyük projesi, insanları şükredici olmaktan uzaklaştırmaktır. Nimeti, ihsanı ve bereketi idrak etmekten yüz çevirip kendini şükretmekten alıkoyan her kul şeytanın iğvasına mağlup olmuştur. Hafazanallah…“Sonra elbette onlara önlerinden ve arkalarından, sağlarından ve sollarından sokulacağım ve (Sen) onların çoğunu şükredici kimseler bulmayacaksın!” (A’raf, 17)   Es’selam Men’ittebea’l Hüda

Ahmet EFENDİ 01 Haziran
Konu resmiHac Ziyaretinin Meyvesi, Nabi’nin “Yâ Resûlallâh” Redifli Şiiri
İbadet

Bir Peygamber aşığı olan Şair Yusuf Nabi takriben 36 yaşlarında iken, İstanbul’dan hareket eden hac kervanıyla mübarek beldelere seyahat eder. Hac güzergâhındaki şehirlerde edindiği intibalarını 7 sene sonra “Tuhfetü’l-Haremeyn (Mekke ve Medine’nin Hediyesi)” ismini verdiği eserinde kaleme alır. Hac esnasında Medine’de geçen günleri şöyle anlatır:“Medine-i Münevvere’de ikamet müddeti on gün olmak adetti. Bundandır ki gündüzün başından gecenin bitmesine dek ve akşamın girmesinden sabahın eteğine kadar Sultanü’l-Enbiya’nın karşısında, huzurda salat ü selamların dalga dalga her tarafa yayılması kesilmedi. Pişmanlıkların kederli feryatlarıyla akan gözyaşlarıyla ve şefaat ümidiyle dile gelen inleyişlerle, gök kubbenin tabakalarını perişan edecek ve ziyaretçi melaikeyi ürkütecek haller ortaya çıktı. Ayrılık gözyaşı dökmeye fırsat anına ve istirahat defterine el uzatmaya ruhsat vermeden, herkes şefaat eteğine asılmış olmaya kuvvet sarf eylediler.” İşte böyle bir maneviyat içerisinde kelam levhasının süslü yazıcısı kanadı kırık Nabi, bu dert halinin arzını bir levhaya hüsn-i hat ile yazarak şefaat ikliminin Seyyidinin (asm) karşısına ta’lik eyler. Hem Tuhfe’de hem de Divan’ında bulunan bu şiir şöyledir:Bî-hamdillâh nasîb oldu sa’âdet, yâ ResûlallâhKi ettim hâk-i dergâhın ziyâret, yâ Resûlallâh(Hâk: Toprak / Dergâh: Kapı, huzur)“Yâ Resulallah, Allah’a nihayetsiz hamdolsun ki senin dergâhının toprağını, bu mübarek Medine-yi Münevvere’yi, ziyaret etmekle bize de saadet nasib oldu.” Peygamberimiz (asm) Vesile-i Saadet değil midir? Bakınız, ashab-ı kirama! Nasıl da o Sirac’ın tevhid nuruyla tüm cahiliye karanlıklarını aydınlığa çevirdiler. Sadece dünya saadetini değil, Cennet müjdelerini de aldılar. Beşeriyetin en saadetlisi onlar (r.anhüm ecmain) oldular. Bakınız, teşrif ettiği vakte! Nasıl da o Miftah’la (asm) kâinatın tüm tılsımları açıldı. Başta insan olmak üzere tüm kâinat kitabı okundu. İman şuleleriyle ibka olan vakitler, asr-ı saadet olarak isimlendirildi. Evvel ve ahir tüm asırların gözleri zamanlar aştı, vakt-i nübüvvete dikildi. Vakti, vakitlerin en kutlusu, en bereketlisi oldu.Bakınız, arz-ı endam ettiği mekâna: Hane-i saadet… Medine bir hane, Mekke bir hane, Ceziretü’l-Arab geniş bir hane. Toprağında, suyunda, havasında saadetli ellerden, leblerden ve nefeslerden hisseler var. Lakin, ey şair! Ne kadar hamd etsen azdır. En mübarek kapının eşiğinde salavat iklimindeki gönlüne saadet müjdesi almışsın. İnsanlık semasının yıldızlarını takip etmek, an be an nebevi iman dersini almak ve her mekânda sünnetine yapışmakla pusulamızı Saadet Vesilesi’mize (asm) sabitlemek ne bahtiyarlık…* * *Zehî hüsrân güher-pâş olmadan bu hâke etseydimGözüm gencîne-i hâb-ı ferâgat, yâ Rasûlallâh(Güher-pâş: İnci saçan / Hûb: Feragat, düş / Ferâgat: El çekme, gönül tokluğundan gelen huzur)“Hoş, hüsran incileri saçıp savurmadan, gözümü senin toprağına feragat rüyasının hazinesi etseydim. Ya Resulallah!”Peygamberimiz (asm) Seyyidü’l-Beşer değil midir? “Dünya onların, ahiretin bizim olmasına razı değil misin?” nidası Hazret-i Ömer’in (ra) şahsında tüm ümmete yapılmadı mı? Bir yanda dünyanın aldatıcı giryeleriyle boğum boğum kabaran göz çukurları… Diğer yanda Allah ve Resulünün yoluna serpilecek incilerle dolu hazineye dönüşmüş gözbebekleri… Ne saadet; dünyayı misafirhane gören, dünyalık arzulardan vaz geçen, hasret ateşiyle Peygamber şehrinin sokaklarını gözyaşı selleriyle yıkayan Bilal-misal gönüllere/gözlere!Ey şair! Hoş, hazineyi güzel sezmişsin. Gönlündeki aşk ile gözünde inci mercan hazinesi dolup taşmış. Amma şimdi… Bugün kalbden göze pınarlar Misal-i Muhabbetin (asm) şefkatiyle aksın.* * *Günehkârım, sefîhkârım, siyehkârım, tebehkârımBeni reddetme ferdâ-yı kıyamet, yâ Rasûlallâh(Ebr-i füyûzât: Feyizler bulutu / Sirişt-i gül: Gülün yaratılışı, fıtratı / Güzîde: Seçilmiş, mümtaz)“Günahlara dalmış, sefahete düşmüş, yüzü kararmış, hâli harab olmuş... Şu bendeni kıyamet günü reddetme ya Resulallah!” Peygamberimiz (asm) Şefi-i Ruz-i Ceza değil midir? Elbette çeşitli isyan hallerine mübtela olan beşer, o günün dehşetinden Allah’a sığınacak. İster hardal danesi kadar olsun ister daha küçük, tüm iman sahiplerine dua etmekle imdada yetişen, “Benim şefaatim, ümmetimin büyük günah işleyen kısmınadır.” buyuran Zât-ı Ekrem (asm) olacak.Ey şair! Bir mısralık güzel bir itiraf-name. Sadece senin nefsine değil, tüm ümmete bakan. Tazarruunu ümmet-i Muhammed’in şahs-ı manevisi adına edilmiş biliriz: “Bugün sen tüm ehl-i imanı reddetme ya Rabbe’l-Âlemin! Rahmeten li’l-Âlemin hürmetine…” deriz.* * *Hülâsa destbürd-kâr fermâyan-ı dûzâhdanNigâh-ı kemterin eyler kifâyet yâ Rasûlallâh(Destbürd-kâr: Kudreti, üstün olan / Fermâyan-ı dûzâh: Cehennemin emirleri, işleri / Nigâh-ı kemter: Şöyle bir bakışın)“Sözü kısa tutmak gerek! Her alt eden cehennemî işlerden, Ya Resulullah bir lahzacık nazarın kifayet eyler.” Peygamberimiz (asm) Şems-i Hidayet değil midir? Biliriz Cehenneme cezbeden birçok halet vardır. Yanacağını bile göre insanoğlu pervane-misal ateşe atılır. Aguşunu açarak her çeşit azaptan azade eyleyen O (asm.) değil de kimdir? Onun (asm) hidayeti değil de ya nedir? Ey şair! Ya şu zamanda… Senin içinde bulunduğun asırdan kat be kat daha dehşeti olan şu zamanda, tüm beşeriyet, Hidayet Güneşinin bir lahzacık nazarına sebep olacak sünnet-i seniyesine her zamankinden daha muhtaç değil midir? * * *Firîb-i sâki-i peymâne-gerdân-ı dalâlettenDem-i âhirde îmânım emânet, yâ Rasûlallâh(Firîb: Aldatma, hile / Sâki-i peymâne-gerdân-ı dalâlet: Dalaletin dönüp dolaşan şarap dağıtıcısı)“İnsanın kanında dolaşan Şeytanın son nefeste imanı çalma hilesine karşı, Ya Resulullah imanım sana emanettir.”Peygamberimiz (asm) Muhammedü’l-Emin de­­ğil midir? Maddi ve manevi her ne var ki ken­­dine emanet edilmesin? Canını her şeyden çok muhafaza etmek isteyen beşer için O’ndan (asm) daha güvenilir emanetçi kim olabilir ki? Son nefeste iman ile göçmek isteyen şaire bin tebrik! Dünyanın dağdağalarından ukbanın sahil-i selametine çıkaracak en selametli yolu bulmuş. Saadet asrından bu yana ehl-i imandan kim mahrum kaldı ki bu iman selametinden. Her emr-i Hak vaki olduğunda tasarruf devam edecek biiznillah. Yeter ki iki emanet omuzda yürünerek emanet, sahibine teslim edilsin.* * *Keminin Yusuf Nâbî’yi ahbâb u akâribleŞefâat yâ Rasûlallâh, şefâat yâ Rasûlallâh“Hakir kölen Yusuf Nabî’yi, akrabaları ve sevdikleriyle birlikte… Şefaat Ya Resulullah, şefaat ya Resulullah!”Peygamberimiz (asm) Sultan-ı Ervah değil midir? O Saadet-i Ebediyenin Muhbiri, Müjdecisi bizim ve tüm ehl-i imanın Şefi’i değil midir? Makam-ı Mahmud, şefaat-ı uzma, “Ben Âdemoğlunun efendisiyim. Kabri ilk açılacak, ilk şefaat edecek ve şefaati ilk kabul edilecek olanım.” buyuran Resulullah Efendimize (asm) ait değil midir? Öyleyse ey şair! Biz de şefaat talebine, “Âmin, binler âmin. Cümlemize inşallah!” deriz. Duana, zamanın bir ucundan diğer ucuna salavatlar eşliğinde iştirak ederiz.* * *“(Ey Habibim!) Doğrusu sana hucurât’ın (odaların) arkasından (evinin dışından, edebe muhalif olarak) seslenen kimseler var ya, onların çoğu (bu âdâba) akıl erdirmiyorlar.” (Hucûrat, 4) İbn-i Abbas (ra) bu ayet hakkında şöyle buyurur: “İnsanlar, Allah Resulüne, ‘Ya Muhammed, ey Ebu’l-Kasım’ diye hitap ediyorlardı. Allah, Nebisinin şerefini yüceltmek için onları böyle hitap etmekten nehyetti. Bundan sonra insanlar, ‘Ya Nebiyyallah, ya Resulallah!’ diye hitap ettiler.”

İbrahim SARITAŞ 01 Haziran
Konu resmiBoykot
İnsan

Sene 1969. Bir çocuk gördük. Fakirdi. Elbisesinde yamalar var­dı. Ayakları çıplak ve saçları da­ğınıktı. Her zaman doğruyu söyler, yalana asla iltifat etmezdi. Zaman durmuştu onun için. Hiç büyümeyecekti. Bütün dün­­yaya sırtını dönmüş, ilk boy­­kotu başlatmıştı.Ve Filistin özgür kaldığında, eve döndüğünde zaman tekrar işleyecek ve çocuk/lar büyüyecekti.Naci el-Ali ona “Hanzala” demişti. El-Ali’nin oğlu da Hanzala için “Naci el Ali için bir pusula gibiydi, onu her zaman Filistin’e yönlendiren bir pusula” diyordu. Kutup yıldızı nasıl ki yönümüzü kaybetmekten bizi korur ve istikamet verirse, babam için de Hanzala odur diyordu.Yıl 2023. Zalim zulmünde ısrar ederken ve kendi ateşini büyütürken, diğer taraftan da belki yavaş ama dünyanın vicdanı da harekete geçmeye başladı. Sokaklar Filistin oldu. “Özgür Filistin”, “Katil İsrail” sözleri yükselmeye başladı. Bu her zaman olan şey, ilk defa olmuyor ki denilse de başka bir hava esiyordu. Vicdanlar nefsin önüne geçiyor, tepkiler çığ gibi büyüyordu.Sadece Müslümanlar değil, diğer dinlerin tabileri de olanı ve yapılanı telin ediyor ve zalime karşı bir kin ve gayz birikiyordu. Eğer katliam durmazsa dünya 5’ten büyük yumruğuyla zalimin ensesine inecek bir feveran hali vücut buluyordu.Ve boykot dedi birileri. “Zalimlerin mallarını neden tüketiyoruz?” cümleleri yüksek sesle işitilmeye başladı. 729 barkod kodlu ürünlerin aslında birer kurşun, bomba, füze olduğunun görülmesi, dikkatlerin buraya çekilmesi sağlanmaya çalışıldı.Hanzala tepkisini ve boykotunu sırtını dünyaya, yüzünü Filistin’e dönmekle ifade etmiş, bir karakalem çizimi Filistin davasını hatırlatan en önemli sembol haline gelmişti. Şimdi de bütün dünya sırtını zulme ve katliama dönüyor, zalimlerin ürettikleri malları almamakla mazluma merhametin, zalime öfkenin resmini çiziyordu.“Boykot!” diyordu.Dün akşam bir toplantıdaydık. Odak noktası başka da olsa konu bir şekilde Filistin’e geliyor, gelmeli de. Farklı tepkiler var; yürüyüşler, protestolar, İncirlik’e gitme, İsrail mallarını boykot vb.…Neyse, mevzu Starbucks boykotuna geldi. Bir arkadaş, önünden geçerken hissettiği duyguları ifade ettikten sonra şu yakınmayı da ekledi: “Fakat içerisi hala dolu!” Evet, herkes aynı motivasyonu yakalamış, aynı yerden bakabiliyor değil, maalesef. Genel anlamda boykotun genişlemesi adına çalışılması gereğinden bahsedildi ve böyle devam etti.Bu arada zihnimi zorlayan şeyler oldu. Tepki denilen şey anlık gelişen bir konu değil mesela. 1948’den beri Filistin’de zulüm devam ediyor olmasına rağmen, dünyanın verebildiği tepki ortada. Çünkü herkes aynı şeyi görmüyor. Net ortamında bile ülkeye, bölgeye, kişiye özel içeriklerin servis edildiği bir dünyada herkes gösterilene bakıp onu görüyor.Müslümanların çocukları Starbucks kafelerde oturuyor olmasını yargılıyoruz belki, fakat kendi ürettiklerimizi kendi dünyamıza başta biz ne kadar sokabiliyor, milli ve yerli olana ne kadar iltifat ediyoruz acaba?Ronaldo iki kola şişesini alıp yerine su koyunca olanları hepimiz gördük. Bir telefonla ül­kemiz insanının ne kadar aşa­ğılandığı halde, hala alma ya­rışında olduğumuz, yarışmalara ödül olarak koyduğumuzu görmüyor muyuz?Şunu demeye çalışıyorum, kareselleşen dünya ile insanlar çoktan hipnoz edildi. Yetmiş yıldır şimdi uyandıracakları fikirleri eke geldi zalimler. Sadece bizde de değil. Berlin sokaklarında yürümüşseniz, kaldırımlara kadar çalışıldığını ve Almanların nasıl bir suçluluk psikolojisine itildiğini görmüşsünüzdür.Ve bunlar bir günde olmadı. Yılları sâri. Peki çözüm ne dedim kendime?İlk aklıma gelenler şunlar oldu: Tepkimiz, öfkemiz, boykotu­muz devam ederken, diğer ta­raftan da bazı şeylere anaoku­lundan başlayacağız. İmani meseleleri öne alıp diğerlerine bu nazarla bakacağız. Aile olacağız, çocuklarımızı karelerin mahkumiyetinden aile sıcaklığında yoğrulacakları kendi alanımıza taşıyacağız. Kendimize ait üretimlerimizi çoğaltıp, en kaliteli hale getireceğiz. Yeniden kendimiz olacağız. Bizi biz yapan kodları fark edip onlara sarılacağız…

İrfan MEKTEBİ 01 Haziran
Konu resmiİncinin Kıymeti
İnsan

Bir hükümdar, meclisinde bulunan bilgelere şöyle bir soru yöneltir; en değerli zaman, en önemli insan ve en kıymetli iş nedir? Basra mücevhercilerinin bir oturumunda, toplantının müdavimlerinden biri anlatıyor: “Bir zamanlar çölde yolumu kaybetmiştim. Yanımda yiyecek içecek namına hiçbir şey de kal­ma­mıştı. Hayattan ümidimi kestiğim bir sırada inci dolu bir kese buldum. Bunun kavrulmuş buğday olabileceğini sandığım andaki sevinci, inci olduğunu anlayınca da duyduğum acıyı hiç unutamam.”Hikâye burada bitiyor. Okuduğumuz yerde, inci tüccarının o badireden nasıl kurtulduğuna dair ayrıntıya yer verilmemiş. Esasen bize lazım olan da anlatılan bölüm. Özellikle de inci tüccarının duygularını özetlediği son cümle. O cümleye binaen diyoruz ki: Yeme içme ve nefes alıp verme gibi nimetlerden her istifade edişimizde, inci tüccarının gör­düğü kesenin, yiyecekle dolu bir nesne olduğunu sandığı za­mandaki sevincine veya normal şartlarda inci dolu kese bul­manın verdiği sevince denk bir sevinç haleti yaşamamız gerekiyor. Zira mesela rahat nefes alıp vermenin değerini astımdan muzdarip olan hastalara sormak lazım. Rahat nefes alıp verebilmek karşılığında, elden ve gözden çıkarabilecekleri mal ve serveti tahmin bile edemeyiz. Keza ciğerlerimizi tertemiz oksijenle doldurabilmenin değerini, ciddi hava kirliliği yaşanan mekanlarda yaşamak zorunda olanlara sual etmek gerek. Yine daha önceleri Suriye’de, şimdi Gazze de olduğu gibi en hayati yiyecek içecek maddelerini dahi karşılayamayan din kardeşlerimizin, ihtiyaçları karşılandığı zaman yaşadıkları, yaşayacakları mutluluğu gözümüzün önüne getirelim. Hatta her türlü imkana sahip olduğu halde, hastalık sebebiyle veya yaşadığı bazı acı ve üzüntüler sebebiyle ağzının tadı kaçtığından dolayı, sahip olduğu imkanlardan yararlanamayan insanları düşünelim. Nitekim Abdullah Bin Mesud sofraya oturduğu zaman şöyle dua edermiş: “Bu yemeği yemek için bize iştiha veren Allah’a hamd olsun. Zira nice kimseler vardır ki yemek bulur ama yemek için iştiha bulamaz.”İşte biz de nimetlerden istifade noktasında, yukarıda bahsi geçen zorluklarla iç içe olan insanlardan biri olabilirdik. Olmadığımıza göre, onların ihtiyaçlarıyla buluştukları zaman yaşadıkları, yaşayacakları mutluluğa fikren katılabiliriz. Dolayısıyla böyle bir sevinç yoluyla, en üst seviyede bir şükür vazifesine yol bulabiliriz. Bu şekilde şükür ve şükranımıza ciddi bir kalite ve yüksek bir keyfiyet kazandırmak suretiyle de umulur ki Allah Teala’nın, “Kullarım içinde gerçekten şükredenler azdır” buyurarak dikkatimizi çektiği az şükreden bedbahtlar gürûhu kapsamından çıkıp, Hz. Ömer’in, “Yarab­bi! bizi çok şükreden azlar zümresine dahil eyle!” diye dua ettiği bahtiyar azlar cümlesine dahil olabiliriz. Bir Hadis-i Şerifin Düşündürdükleri“İnsanlarla haşır neşir olup onların ezalarına cefalarına katlanan mümin, insanlara karışmayıp onların vereceği eza ve sıkıntılardan uzak yaşayan müminden, sevap ve manevi kazanç bakımından daha üstündür.”1 Allah Teâlâ, insana had ve sınır koymadığı pek çok kabiliyetler vermiştir. Bu kabiliyetlerin işletilmesi gerekiyor. Yani Allah Teâlâ verdiği yeteneklerin çalıştırılmasını ve inkişaf ettirilmesini istiyor. Mahiyetimize konulmuş olan yeteneklerin işletilmesi de yaşanan/yaşanacak hadiseler muvacehesinde oluyor. Şöyle ki: Piyasaya çıkacağız; acı-tatlı olaylarla, haklı-haksız tutum ve davranışlarla karşı karşıya kalacağız. Karşılaştığımız her bir olayın ve oluşumun bir imtihan sorusu olduğunu düşünerek o olay ve oluşumu fırsata dönüştürmenin çaresine odaklanacağız. Aslında yaşanan her olay, mümin için bir fırsat ve bir kazanç kapısıdır. O olay ve oluşum acı-tatlı, hoşa gitsin gitmesin hangi türden olursa olsun, manevi kazanç ve uhrevi mükafata medar olma potansiyeline sahiptir. Mesela, dışarı çıktık, haram görüntülerle karşı karşıya kaldık. Eğer harama bakma durumuyla karşılaştığımız zaman ilgili ayet, hadis ve gerçekleri düşünerek gözü indirir, gönül dünyamızı Allah Teâlâ’nın hoşuna gidecek şekilde disipline edersek, o harama bakma eğilimini sevaba ve manevi kazanca dönüştürmüş oluruz. Örneğin, nefsani temayüller bizi harama yönelmeye tahrik ediyor. Biz de hemen ilgili ayet, hadis ve bildiğimiz hakikatleri hatırlayıp nefsani istek ve eğilimlerimizi frenledik. Bu frenleme bize elbette bir zorluk yaşatacak. Ama bu zorluk -unutulmaya ki- nice kolaylıkların, güzelliklerin ve ahirete müteallik nice kazançların bedeli olacaktır. Neleri hatırlayabiliriz? Allah Teâlâ buyuruyor ki: “(Resulüm) Mümin erkeklere söyle! Ha­ra­­ma gözlerini kapasınlar ve if­fet­lerini korusunlar.” (24/30) Yine mealen şöyle buyuruyor: “Allah gözlerin hain bakışlarını da, kalplerin taşıdığı gizli niyet ve düşünceleri de hakkıyla bilendir.” (40/19) Hadis-i kudside de şöyle buyurulur: “Haram bakış, şeytanın zehirli oklarından biridir. Kim Benden korkarak harama bakmaktan kendini alıkoyarsa Ben Azîmüşşan, kulumun bu sakınmasını, kalbinde tadını duyacağı bir imana dönüştürürüm.” (Tirmizî) Hazret-i Mevlana diyor ki: “Dün­yevî güzelliklere gönlünü kap­tırmak, güneş vurmuş duvara aşık olmak gibi anlamsız bir davranıştır.”Bediüzzaman Hazretleri de “İlmin izzeti, harama bakmaktan beni menediyor” diyerek haram kapsamına giren davranışların ilmin izzetine gölge düşüreceğine dikkat çekiyor. Özetlersek, dış dünya ile temasımız, yeteneklerimizi geliştirmede, olgunlaşmada ve manen Cenab-ı Hakk’a yaklaşıp ahiretimizi imar etmede bize büyük avantajlar sağlar. Her çeşidiyle bütün olaylar, Müslüman için olgunlaşma aracıdır. Manevi ilerlemede antrenman vesilesidir. Yeteneklerini işletip geliştirmede bir terakki zembereğidir. Dışarı çıktığımızda bu düşüncelerin atmosferi içinde olmalı; her adımını, her anını ve yaşadığı her olayı manevi kazanç ve uhrevî kazanımlarla buluşturmanın manevi dikkati içinde bulunulmalıdır. Onun için diyoruz ki, olaylardan korkmamalı, olayları kazanca dönüştürememekten korkmalıdır. Bir Hikâyenin DüşündürdükleriBir hükümdar, meclisinde bulunan bilgelere şöyle bir soru yöneltir; en değerli zaman, en önemli insan ve en kıymetli iş nedir? Bilgeler bu soruya değişik cevaplar verirler. Ama hiçbirinin cevabı ikna edici bulunmaz. En sonunda köyde yaşayan bir bilgeyi salık verirler. Bu soruya en doğru cevabı onun verebileceğini söylerler. Yalnız bir mesele vardır; bilge konuşursa köylülerle konuşur, şehirlilere pek yüz vermez. Hükümdar da köylü kıyafetine girerek köyün yolunu tutar. Bilgeyi evinin önündeki bahçede çalışır halde bulur. Selamlaşma faslından sonra meramını anlatır ve sorularını sıralar. Bilge hiç oralı olmadan çalışmasına devam eder. Derken, ormanlıktan yaralı bir adam çıkagelir. Bilge, hükümdarın da yardımıyla yaralı adamın yarasına bakar. Yarayı sarıp sarmaladıktan sonra istirahat etmesi için bir köşeye yatırırlar. Adam biraz istirahatten sonra iyileşmiş olarak yoluna devam eder. Hükümdar, “Sorumun cevabı­nı hala bekliyorum” deyince Bil­ge şu cevabı verir: “Sorula­rı­­na cevap verildi ama sen farkında değilsin.” Hükümdar “Nasıl yani?” deyince Bilge, “En değerli zamanı sordun. En değerli zaman, içinde bulunduğun zaman dilimidir. Yaralı adama yardımcı olarak vakti bilfiil kazanca dönüştürdüğümüz zaman en kıymetli zaman olmuştur. Zira, ancak içinde bulunduğumuz zaman diliminde bir şeyler yapabiliyoruz. (Geçen geçmiştir, gelecek ise gelmemiştir. Onun için yok hükmündedir. Binaenaleyh en değerli zaman içinde bulunduğun andır.) En önemli kişi, yanında ve yakınında bulunan ve kendisine bilfiil hizmet götürebildiğin kişidir. Bugün itibarıyla bize göre en önemli kişi, az önceki yaralı adam olmuştur. Çünkü yardım ederek zamanı değerlendirmemize vesile olan kişi, o olmuştur. En önemli iş de içinde bulunduğun zaman zarfında yapmış olduğun iştir. Nitekim sorularını takip eden zaman sürecinde yaptığımız iş, o yaralı adamın tedavisi ve bakımı olmuştur. Dolayısıyla bize nispetle en önemli iş, o yaralı adama yardımcı olmamız olmuştur. Hükümdar aldığı cevaptan memnun ve mutmain olmuş halde geri sarayına döner.Şimdi bu hikâyeyi birkaç meslek grubuna uyarlayarak örneklendirelim. Bir öğretmen için en değerli zaman, derse girdiği ve sınıfta bulunduğu zamandır. En değerli kişiler, sınıfta olan öğrencilerdir. En kıymetli iş de talebelerine aktardığı bilgilerdir. Bir doktora göre en değerli saat, hastayı muayene etme anıdır. En kıymetli iş, o hastayı tedavi adına ortaya koyacağı performanstır. En önemli kişi de doktora nispetle önüne gelen hastadır. Bir esnafa göre düşünürsek, esnaf için en önemli iş, müşterinin geldiği anda ona vereceği hizmettir. Çünkü müşteri memnuniyetini sağlayıp geleceğini teminat altına alabileceği zaman dilimi müşteri ile karşı karşıya olduğu zaman dilimidir. Herkes bu ölçüye göre hayatını daha kazançlı hale getirmenin yol ve çaresine bakabilir. Toplum olarak bu düşünce ve anlayış çizgisinde hareket etmeyi yaygın hale getirdiğimiz zaman, hayatın güzelleşeceğine dair hiç şüphe yoktur.1- Taberani, Mu’cemu’l-Kebîr

Osman AKTAŞ 01 Haziran
Konu resmiDoğu Türkistanlıların Suçu Ne?
İnsan

“Bayılmadan önce duyduğum son söz Uygur olmamın bir suç olduğuydu” diyordu, Mihrigül Tursun. “Yapabilseydim, Uygur olarak doğmamayı, Sincan’da doğmamayı tercih ederdim. Biz dünyanın en talihsiz etnik grubuyuz” diye özetliyordu, Aziz de yaşananları ve geldikleri sınırı…Türklerin İslam’la ilk tanıştıkları coğrafyadan bahsediyorlar­dı. Altay Dağlarının, Tanrı Dağ­larının, İmam Buhari’nin, İbn-i Sina’nın, Tirmizi’nin, Fa­ra­bi’ nin, Biruni’nin, Harezmi’nin, Serahsi’nin, Uluğ Bey’in coğrafyasından… Bizim coğrafyamızdan… Doğu Türkistan’dan…Gök bakışlı insanların yaşadığı, yüce dağları, coşkun ırmakları, verimli ovaları, zengin maden yatakları olan, kalbi imanla yoğrulmuş güzel civanların diyarından…Fakat kaç kişi duyuyordu bu feveranı?Kimin, ne kadar umurundaydı yaşananalar…Ne Diyorsun Hacı?Şunu diyorum: dünyanın gözü önünde fakat herkese perdeli bir soykırım yaşanıyor. Doğu Türkistan’da 35 milyonu bulan insan katledildi ve asimilasyon son hızıyla devam ediyor. Bu gidişle ve sessizlikle dönüşmeyen ya da ölmeyen kimse kalmayıncaya kadar da devam edecek.Farkında mısın?Gelin Biraz Geriden AlalımTarihi miladi dördüncü yüzyıla kadar giden Göktürklerin, Hunların ve Uygurların kurduğu devletleri de içine alan Doğu Türkistan, sınır olduğu Çinliler tarafından her daim tazyike uğramış, 1759 Hocalar Döneminde zayıflayan yapısı Çinliler için fırsat görülmekle devam eden direnişlerde beş yüz bin kişinin vefatı kayıtlara geçmiştir.1873’te Yakup Han’ın biatının Sultan Abdülaziz tarafından kabulü rahatlık ve diğerlerine de ümit verse de dört sene sürmüş, Yakup Han’ın vefatıyla 1877’de Çin tarafından işgal edilmiştir. 1884’te Çin’ bağlı bir eyalete dönüştürülmüş, 1949’da Çin Komünist Partisi bölgeye girmiş ve bundan sonra işler daha da zorlaşmıştır. Dünyayla irtibat koparılmakla birlikte eşraf yok edilmiş, topraklar ve üretim araçlarına el konulmuş, insanlar zorunlu çalışma kamplarına alınmıştır.1955’te Doğu Türkistan ismi Sincan Özerk Bölgesi olarak değiştirilmiş, Türk-İslam kültürüne ait ne varsa izleri silinmeye başlamıştır.Doğu Türkistanlıların bütün bunlara direnmiş olması, 80’li yıllarda Çin için sanayileşmenin önünde bir risk olarak görülmüş, 90’lı yıllar -komünist blokun çöküşüyle- Orta Asya coğrafyasındaki birçok değişikliği tetiklemesi Doğu Türkistan’da da sıkıntıların artmasını beraberinde getirmiştir. 2000’lerin başındaki 11 Eylül olayları akabinde bunu bir fırsat gören Çin, “terörle mücadele” adı altında bölgedeki sıkıntıyı artırmış, 2010’lardan itibaren, küresel ölçekte siyasi ve ekonomik olarak güç kazanan Çin, uğraşmak zorunda olduğu Doğu Türkistan konusunda daha sarsıcı ve kabul edilemez uygulamalara girişmiş, herkesi potansiyel suçlu olarak görmüş, fakat uygulamada suçlu olarak kabul edip kamplarda toplamaya başlamıştır. Sincan Dış İlişkiler Sorumlusu Zhang Zhisheng’e ait şu cümle gelinen cinnet halinin durumunu özetlemektedir: “Bazı insanlar, cinayet işlemeden dahi, katil olabilecekleri potansiyelini gösterirler. Sizce suç işlemelerini beklemeli miyiz? Yoksa bunu olmadan engellemeli miyiz?”Bu cümleler ne Azınlık Raporu filminden ne de Person Of Interest dizisinden alınma. Bilakis hayatın tam da içinden ve maalesef dizilerde ve filmlerde olanlardan çok daha fazlasını ifade ediyor.Benzer şekilde Sincan Propaganda Bürosu Şu Guişiang da toplama kamplarının gerekçesini, “Bizim buradaki amacımız, suç işleme sınırına gelmiş birini alarak, onu yasalara uyan biri olarak, topluma geri kazandırmak.” diye açıklıyordu.Yani Doğu Türkistanlıları asimile ediyoruz, diyordu.Doğu Türkistanlıların Suçu Ne?En başa aldığımız Mihrigül Tursun’un dediği gibi, Uygur Türkü olmak. Müslüman olmak. Başkaca hiçbir suçları yok. Çin onlara yanlış zamanda yanlış yerdesiniz muamelesi çekmektedir. Kurt kuzu hika­yesinde anlatıldığı gibi, her halükârda kendi nefsani arzuları uğruna Uygurları yeme ameliyesindedir.Bu minvalde insanlık dışı her türlü şeyi ortaya koymaktadırlar. Mesela bir tanesi toplama kampları. Suçlu buldukları in­sanları, yaşanmaz denilen bu kamplara getirmektedirler. Pe­ki, hangi suçlardan? Bir çadıra sahip olmak. Yurt dışına çıkan birisiyle konuşmak. Kaynak makinasına sahip olmak. Fazladan yiyeceğe sahip olmak. Kahvaltıyı güneş doğmadan önce yapmak. Yurt dışına çıkan birini tanımak. Pusulaya sahip olmak. Birden fazla bıçağa sahip olmak. Çok çocuklu olmak. Alkol kullanmaktan kaçınmak. Resmî görevlilerin yatağında yatmasına, yemeğini yemesine ve evinde yaşamasına izin vermemek. Sigara kullanmaktan kaçınmak. WhatsApp uygulamasına sahip olmak. Ebeveyni öldüğünde ağıt yakmak, halk içinde üzülmek veya üzüntülü davranmak. Resmî görevlilerin DNA örneği almalarına izin vermemek. Çin bayrağının bulunduğu yerde başörtüsü takmak. 45 yaşının al­tındaki kadınların başörtü tak­ması. Camiye gitmek. Namaz kılmak. Oruç tutmak. Di­nî ders dinlemek. Resmî görevlilerin telefonundaki her şeyi yüklemesine izin vermemek. Okulda ana dilini kullanmak. Skype, WeChat gibi uygulamalarla yurt dışından birisi ile konuşmak. Dinî semboller taşıyan kıyafet giymek. Zorunlu propaganda sınıflarına katılmamak. Ve yukarıda geçenlerin herhangi birisini yapmış bir aile üyesine sahip olmak.Çin’in Derdi Ne?Doğu Türkistan, tespit edilen 138 farklı maden türüne sahiptir. Bu madenler, tüm Çin’deki maden çeşitliliğinin %78’ini oluşturmaktadır. Çin’in yıllık petrol üretimin %60’dan fazlası Doğu Türkistan’dan çıkmaktadır. Dünyanın en büyük pamuk üreticisi konumunda­ki Çin, ürettiği pamuğun %84’ünü Doğu Türkistan’dan sağlamaktadır. Tarihi ipek yolu buradan geçmektedir.Daha da önemlisi, Çin, Doğu Türkistan’ı laboratuvar ve buradaki insanları da kobay olarak kullanmaktadır.Çin’e göre burası Çinlilerindir. Her ne şekilde olursa olsun buradaki insanları ya asimile edecek ya da öldürecektir. Ölünceye kadar da kendi amaçları uğruna çalıştıracaktır.Çin, içeride komünist, dışarıda kapitalist yaklaşımıyla dünya üzerinde güç dengesi olma yolundaki hayali ve çabasının önüne geçecek hiçbir şeyi tanımama derdinde gözüküyor. Bundan dolayı da kendi içindeki etnik guruplara -özellikle Uygurlara- asimilasyon uyguluyor ve acımasız bir soykırım faaliyeti içerisinde hareket ediyor. 27 Mart 2017 tarihinde oy birliği ile kabul edilen “Dini Aşırılığı Ebediyen Yok Etme Yönetmeliği”nin, 4. maddesinde, “Çin Komünist Partisi’nin (ÇKP) din politikasına kesin olarak bağlı kalınacaktır. Dini faaliyet ve hayat konusunda ÇKP yönetiminin yasalarına yönetmelik ve kurallarına kesinlikle riayet edilecek ve dinin kesin olarak Çin’e uyumu sağlanacaktır. İslam dini kuralları ülkemizde mevcut sosyalist rejimin kanun ve nizamlarına mutlaka uydurulacaktır.” hükmüne yer verilmiştir. Bu düzenleme Çin Komünist Partisi politikalarına uymayan İslam’ın herhangi bir hükmüyle amel edilmesinin yasaklanması ve buna riayet etmeyenlerin cezalandırılması anlamına gelmektedir. Çin zulme mevzuat kılıfı giydirmeye çalışmakla, ne kadar fütursuz olduğunu da göstermektedir. Çin’in konuyu insan hak ve hürriyetleri gibi temel bir zeminde dahi değerlendirmediği, umursamadığı, insani bir hak olarak görmediği açıkça anlaşılmaktadır.Çin Ne Yapıyor?Öncelikle insanların elinden üretim alanlarını ve malzemelerini aldı ve onları Çin’in içlerinde aç biilaç çalışmaya gönderdi. Adına “kültür devrimi” dediği değirmende ülkenin aydınları ve din adamlarını “halk düşmanı” ilan ederek katletti. Halkı geleneklerinden ve dini inançlarından vaz geçirmek ve bağlarından koparmak için, bunlara dair ne varsa yobaz ve gerici ilan etti.Şu an 3 milyon veya daha fazla kişinin bulunduğu tahmin edilen kamplar kurarak insanları buralara topladı. Bunların yanına kurduğu fabrikalarda bu insanları ücretsiz olarak çalıştırdı, çalıştırıyor. Şu an dünya üzerinde meşhur çoğu markaların işçilikleri bu insanlara yaptırılmaktadır. Boykot konuşuluyorsa bu manada da konuşulmalı, bu insanlara zulmetmek için işçiliği yaptırılan bu ürünler de alınmamalıdır.“Siyasi Eğitim Merkezi” adı verilen toplama kamplarında, zorunlu eğitim adı altında yaşamaya mecbur bırakılmaktadır. 2017 yılının başından itibaren hayata geçirilen bu kamplar yüksek duvarlar, dikenli teller ve gözetleme kuleleri ile hapishaneden farksızdır. Eğitim adı altında uygulanan süresi belirsiz bu mahkûmiyetlerde, Müslüman Uygurlar aileleri ile görüştürülmemekte ve nerede kaldıklarını kimse bilmemektedir. Eğer bu süreçte ölürlerse nasıl öldükleri, akıbetlerinin ne olduğu konusunda da bilgi verilmemektedir. Bu kamplarda her öğünde zorla domuz başı ve domuz sakatatları yedirilmekte, zorla alkol içirilmekte, bunları reddedenler ise açlıktan ölümlerle yüz yüze kalmaktadır. Bu kamplarda kalanlara saatlerce yüksek gürültüde müzik dinletilmekte ve bu süreçte insanların bir kısmı akıl sağlıklarını kaybetmektedirler. Sadece 4 toplama kampında 120 bin Uygur’un hapsedildiği bu kamplarda -10 derece soğukta bile tutuklular yalın ayakla dolaştırılmaktadır.7 yaşında, 9 yaşında çocuklar Kur’an okudukları gerekçesiyle hapis cezasına çarptırılabilmektedir. 1500 civarında çocuğun benzer gerekçelerle hapsolduğu Doğu Türkistan’dan gelen haberler arasında yer almaktadır.En dehşet verici uygulamalardan birisi de Çin komünist yönetiminin “kardeş aile” projesi adı altında her Doğu Türkistanlının evine yabancı bir Çinli erkek yerleştirmesidir. Bu suretle aile ve mahremiyet mefhumu hiçe sayılmakta, zulmün en ağırlarından birisi uygulanmaktadır.Lanet OlsunLanet olsun ki bu uygulamalar halihazırda devam etmektedir. Bu yazıya sığmayacak daha nice uygulamalarla Doğu Türkistan halkı dünya üzerinden silinmeye çalışılmaktadır. Çin ekonomik, siyasi ve askeri olarak güçlendikçe dünya daha da sessizleşmekte, Filistin’de Yahudilere olduğu gibi, burada da Çin’e hesap sorulamamaktadır.Daha kötüsü, burada olup biten dünya kamuoyundan gizlenmekte, haber alınamamaktadır. Kontrollü bir ziyarette her şey çok güzel gösterilerek gazeteciler kabul edilmiş, fakat şu cümle objektiflere yakalanmaktan kurtulamamıştır: kalbim lütfen dayanmaya devam et!Çin’i çileden çıkaran da budur. Doğu Türkistanlılar Müslüman ve Türk kimlikleriyle ayakta durmaya karşı direnmekte, Çin­li­leşmeyi ve dinden çıkmayı ka­bul etmemektedirler.Bizlerin de öncelikle devam eden bu soykırım ve asimilasyonun farkında olmamız ve kardeşlerimizin yanında durmamız gerekmektedir.Zaman sesimizi ve sözümüzü yükseltme zamanıdır.Selam olsun gök bayrağa.Lanet olsun insanlıktan nasibini almamış olanlara…

Metin Said SERDENGEÇTİ 01 Haziran
Konu resmi“Hayır!” Demenin Neresi Hayır?
İnsan

Bir ara derste bir talebe sormuştu, “Hocam, olumsuzluk ifade eden hayır kelimesiyle bildiğimiz hayır kelimesi aynı mana mı, nasıl oluyor?” diye. 2018’de dergi yazıları içerisinde bir metin gözüme ilişti. Onu da işin içine katarak kelimeyi takip etmeye ve bize bakan güncel halinden istifade etmeye niyet ettim. Şöyle ki:Lisanımızda yazılışı ve söylenişi aynı, fakat manası zahirde iki olan bir kelime var: hayır. Birinci mana için lügatlerde, “Olumsuzluğu iyi dilekle dolaylı olarak ifade eden kelime olup, ‘öyle değil, olmaz, yok, asla’ anlamlarında olumsuzluk, ret ve inkâr bildirir” denilmiştir. İkinci mana içinse, “Her durumda ve şartta herkesin katında iyi ve makbul olan hal ve iş; şartlarına, istek ve menfaatlerine göre bir kimseye uygun gelen iş veya durum; maddî veya manevi karşılık beklenilmeden yapılan iyilik, yardım, ihsan” gibi manalar kayda girmiştir.Hayır kelimesi Kur’an’a ait bir kelimedir ve bizde de İs­la­miyet’in kabulünden sonra kul­lanılmaya başlanmıştır. Hayır kelimesi Kur’an’da, Bakara Su­resi 216. ayette, yukarıya aldı­ğım ikinci manasıyla, “Fakat olur ki, bir şeyden hoşlanmazsınız ama o sizin için hayırlıdır” manasıyla geçmekle birlikte, hoşlanmama üzerine bina edilmiş, yani olumsuz anlamayı kaldıracak müspet bir yaklaşım ortaya koymuştur.Ayetin tamamına baktığımda şu manayı gördüm: “(Ey mümin­ler!) O, hoşunuza gitmediği hâl­de savaş size farz kılındı. Fakat olur ki, bir şeyden hoşlanmazsınız ama, o sizin için hayırlıdır. Ve olur ki bir şeyi (de) seversiniz, hâlbuki o sizin için bir şerdir. Allah ise (sizin için hayır olanı) bilir de siz bilmezsiniz.”Yani anladım ki bize olumsuz gelen şeyler, hakikatini bilememekten kaynaklı olarak, bizim için hayır olabilir. Ya da tam tersi mümkün. Çünkü her şeyi hakkıyla bilen Allah’tır. Yaratan da O’dur. Biz, karşılaştığımız -özellikle- menfi durumlar için “Vardır bunda da bir hayır” diyebilmeliyiz.İyi de olumsuz mana ifade eden “hayır” kelimesi ne oluyor? O da Allahualem ayetteki “hayrun” kelimesinden alınmış olsa gerektir. İslam’dan önce istemediğimiz, kabul etmediğimiz bir şeye “yo” veya “yok” dermişiz. Arapçada “la”, Almancada “nein”, İngilizcede “no” dendiği üzere. Fakat ecdadımızın, muhataba “yok” demek yerine, “vardır bunda da bir hayır” manasına “hayır” kelimesini kullandıkları anlaşılıyor.Değişmez bir hakikat olarak ölüm var ve Müslümanlar olarak inandığımız bir hakikat ki dünya imtihan meydanıdır. Biz­ler imtihan olunuyoruz. Sınanıyoruz. Bize ait elimizde sadece seçimlerimiz var. Başımıza gelen meselelerde -sonunu hayır umarak- “Her işte vardır bir hayır” deriz, diyoruz. Bir kul olarak bu ahlakı korumak ve imtihan boyutunu, kulluk vasfını hatırda tutmak ve hatırlamak babında olumsuz şeylere “hayır” yani “Allah hayra tebdil etsin”, “Hayır olsun inşallah” demek ne güzeldir.Kelimenin manasını aldığı temele gidip o nazarla bakmak önemli. Dolayısıyla Kur’an’a ait, ondan alınmış ve kültürel kodlarımızı oluşturan kelimelerimizi kullanmamız da kıymetlidir. Bazen tam tersi mana gibi gözükse de böyle bir durumda, bağlandığı yer ve bizde ve muhatapta oluşturduğu anlam önemli olur. Tabi burada temel bir şey var ki o da kelimeyi herkesin aynı manayla anlamış olmasıdır.Şimdi Bakara Suresinin dibine diz çöküp muhasebe zamanıdır. Toparla/n/manın tek çaresi ve yolu var, o da “Nefsini ittiham eden, kusurunu görür. Kusurunu görse, o kusur kusurluktan çıkar. İtiraf etse, affa müstahak olur.” Değilse “Kusurunu görmemek, o kusurdan daha büyük bir kusurdur. Ve kusurunu itiraf etmemek, büyük bir noksanlıktır.”Hayır olsun inşallah…

Münib SAİD 01 Haziran
Konu resmiCahile Laf Anlatmak Zordur
İnsan

“Bilmediğin şeyin ardına düşme! Çünkü kulak, göz ve kalp, bunların hepsi ondan mesul olur.” (İsra, 36)İmam Şafii Hazretleri “Âlim­lerle girdiğim her tartışmayı ka­zandım, cahillerle girdiğim her tartışmayı kaybettim” der. Bu­nun bir sebebi âlim insan “otorite” olarak “Kur’an ve Sünneti” kabul eder. Kim ne derse desin, kim ne yaparsa yapsın; söz ve fiilleri “Sünnet-i Seniyye” mihengi ile tartar ve doğruyu bulur. Cahil ise ehl-i tahkik değil, ehl-i taklittir. Otorite olarak “statükoyu” kabul eder. Algının mahkûmu olarak herkes ne düşünüyor, insanlar ne tepki veriyor diye bakar, ona göre tavır takınır. Bu yüzden kimsenin fark etmediğini alimler fark eder ve bu tip insanların eleştiri ve itirazlarına muhatap olurlar. Peşin hükümlü insanlarla uğraşmak zorunda kalınır. “Bilmediğin şeyin ardına düşme! Çünkü kulak, göz ve kalp, bunların hepsi ondan mesul olur.” (İsra, 36)Cahili ikna etmenin zor olmasının bir diğer sebebi; Ehl-i tahkik önce “illete” sonra “hikmete” bakar. İllet, o hususta İslam hukukunun hükmüdür. Ehl-i taklit ise çoğu zaman illeti bilmediğinden, ancak hikmete bakar. Surete aldanabilir. Unutmayalım ki en çeldirici cevap doğruya en yakın olandır. Mesela, bir zaman ilahiyat mezunu bir adam televizyon programında milleti fırçalıyor. “Ben İlahiyat Fakültesi dekanıyım. Benim imam olabilir, vaiz olabilir, müftü olabilir diye diploma verdiklerimi dinliyorsunuz, beni dinlemiyorsunuz.” İşte size bir aldatma metodu. Makamını zırh, yetkisini sopa yapmış, millete ayar veriyor. Hâlbuki müftü ya da imam “Ayet bunu emrediyor, Peygamber Efendimiz (sav) bu hususta şöyle karar verdi” der. “Bir insan için, Allah ona kitap, hikmet ve peygamberlik ver­sin de, sonra (o kimse) insan­lara: “Allah’ı bırakıp bana kul olun!” desin; (bu) olur şey değildir; fa­kat (bir peygamber ancak şöy­le der): “(Öğrenip) öğretmek­te ve oku(yup, okut)makta ol­du­ğunuz kitap sayesinde Rab­bâ­nî (ilim ve ihlâsla kulluk ederek Rabbe mensup olan kimse)ler olun!” (Âl-i İmran,79)En kötüsü ise cehl-i mürekkeptir, yani hem bilmez hem de bilmediğinin farkında olmaz. Bu tipleri ikna en zorudur. Üç köre fili tarif etmeleri söylenir. Elleriyle fili yoklayan körler tarife başlarlar. Hortuma denk gelen, eliyle edindiği kanaat üzere fili hortum olarak, bacağına denk gelen sütun olarak, dişine denk gelen sivri bir kazık olarak tarif eder. Bildiklerinin doğruluğundan öyle eminlerdir ki; kendileri dışında söylenenleri yalan ve hile ile itham ederler. Meseleyi bütünüyle görüp/anlayıp idrak edemediklerinden cehl-i mürekkep ile echel olmuşlardır.“De ki: “(Siz) dininizi (dindar olup, onda sadık olduğunuzu) Allah’a mı öğretiyorsunuz? Hâlbuki Allah, göklerde olanları ve yerde bulunanları bilir. Çünkü Allah, her şeyi hakkıyla bilendir.” (Hucurat,16)Bediüzzaman Hazretleri, “Bizim düşmanımız cehalet, zaruret, ihtilaftır (bilgisizlik, fakirlik ve ötekileştirme). Bu üç düşma­na karşı sanat, marifet, ittifak silahıyla cihad edeceğiz” der. Özellikle son iki yüzyıldır İslam Âleminin gerek İslami ilimlerde gerekse bilim ve medeniyet alanında ilerleyememesinin bir sebebi de maalesef cehaletin yaygınlaşmasıdır.Evet, Dünya medeniyet tarihi derinlemesine tahkik edilse, milletleri yüceltip her alanda ileri götürenin hak dine intisap etmek, milletleri tarih sahnesinden silip medeniyetleri yok edenin ise hak dini inkâr ve zulmün yayılması olduğu görülür. Hz. Yusuf’un ihya edip zirveye taşıdığı Mısır medeniyeti, zalim ve hırslı Firavunlar eliyle harap olmuştur. Hz. Yunus’un Ninova’da tesis ettiği Mezopotamya medeniyeti, toplumun hak dinden yüz çevirmesiyle yok olmuştur. Hz. Davud ve oğlu Hz. Süleyman zamanında dünyaya hâkim ve efendi olan İsrailoğulları, Tevrat’ı ve Musevilik dinini tahrif edince dünyanın en perişan ve en hor görülen halkı oldular. Medeniyetleri de saltanatları da yok oldu, olacak inşallah. Müslümanlar da dinlerine sarıldıkça her alanda terakki edip muhteşem devletler, mükemmel medeniyetler kurarken; dinlerini dünyaya feda ettikçe sömürüldüler, mağlup oldular. Bu tecrübeler bize ispat ediyor ki “dinsiz millet yaşayamaz.”Cenab-ı Hak Ümmet-i Mu­ham­­­­med’e “İşte (birliğimize de­­­­lil getirsin) ve kat’i olarak iman edenlerden olsun diye İb­ra­him’e göklerin ve yerin me­le­kûtunu (İlahi tasarrufa­tın açıkça göründüğü cihetini) böyle gösteriyorduk.” (En’am, 75) ayetine mazhar hanif ve halil, ilimde rasih ve fakih, varis-i Nebi ve imam âlimleri ihsan ederek cehaletimizi hidayet ve ilme tebdil eylesin.Hem “Ey Davut ailesi şükür için çalışın!” (Sebe, 13), “And olsun ki, Lokmân’a: Allah’a şükret!” diye hikmet verdik.” (Lokman, 12), “Rabbim! Be­ni ve ana-babamı nimetlen­dir­diğin nimetine şükretme­mi ve razı olacağın salih ameller işlememi bana ilham eyle ve rahmetinle beni Salih kullar arasına kat.” (Neml, 19) ayetlerine mazhar ehl-i sanat, bilim ve teknoloji uzmanları, sanayici, mühendis ve iş insanları eliyle ihtiyaçlarımızı karşılatsın, bizi fakirlik ve zaruretten kurtarsın. Hem de “Onlar ki,  kendilerine yeryüzünde imkân (iktidar) verdiğimiz takdirde (gaflete dalmazlar) namazı dosdoğru kılarlar, zekâtı verirler, iyiliği emreder ve kötülükten menederler. İşlerin sonu ise Allah’a aittir.” (Hacc, 41) ve “Şüphe yok ki Allah size, emanetleri ehline vermenizi ve insanlar arasında hüküm verdiğiniz zaman adaletle hükmetmenizi emreder!” (Nisa, 58) ayetlerine mazhar, etba’larını ardı sıra Cennet’e ulaştıracak ve İslam kardeşliğini, ittihat ve te­sa­nütü tesis edip “Müminler ancak kardeştirler”, “İyilik ve takva üzerine yardımlaşın kötülük ve düşmanlık üzere yardımlaşmayın.” Kur’anî düstur­larını hayata tatbik edecek ha­kiki idareci ve liderler ihsan etsin. Kur’anî ve Muhammedî bir iktidar ve imkân nasip eylesin. Âmin.

Muhammed Said ARPACI 01 Haziran
Konu resmiMa’kılî Hat
Kültür ve Medeniyet

Yazı, keşfinden itibaren mede­niyetin gelişmesinde ve yayıl­masında en etkili etken olmuş­tur. Yazı, tarih boyunca bir iletişim aracı olarak kullanıldığı kadar, farklı kültürlerde farklı sanat dallarının da en önemli malzemesi olmuştur. Tarihi, İslamiyet’ten bir yüzyıl öncesine değin uzanan ”Ma’kılî” yazı, İslamiyet öncesinde ve sonrasında mesaj iletme işlevi yanında mimarlıkta bezeme ögesi olarak da kullanıldığı görülmektedir. Ma’kılî ve Kûfî yazı birbirlerine benzetilse de kökenleri ve yazı üslupları ta­ma­men farklı olan iki yazı çeşididir. Kûfi yazı yuvarlak hareketlere de sahip olan, satır yazısıdır. Ma’kılî yazı ise şekil bakımından tamamen düz ve köşeli, kendi içinde kuralları olan ve bir o kadar da harf boyutu bakımından esnek uzunluk ve bağlantılara sahip başlı başına bir yazı çeşididir. Arapça ma’kıl sözcüğü “kale gibi sığınacak yer” ya da “sarp yer” anlamındadır. Bu kökten türemiş ma’kılî adıyla anılan yazı da sarp, sert ve donuk bir yazıdır. Ma’kılî yazıda bütün harflar musattah (birbirine dik doğrusal) parçalardan oluşur. Bu nedenle kamış kalemle yazmaya elverişli değildir. Cetvel ve gönyeyle çizilerek veya hâk (kazıma) araçlarıyla kazılarak oluşturulur. Gözlü ve başlı harfler hep kare biçimindedir. Harflerin pek çoğu dört hareketle meydana gelir. Bu nedenle ma’kılî hatta “Satranç Yazı” da denilmiştir. İslamiyet’ten sonra da anıt yazı olarak kullanılmış ve hep çizilerek yapılmıştır. Ma’kılî yazı, hattat yazısından ziyade, mimar, mühendis ve grafik tasarımcı yazısıdır ve estetiği de daha çok tasarım estetiğidir. Ma’kılî yazı temelde insicamsız (ayrık) ve insicamlı (bitişik) olmak üzere iki bölüme ayrılır. Bunlar da satırlı, karesel, helezoni, dairesel, dikdörtgen, müsenna (aynalı, karşılıklı) ve “mimarî geometrik desenli” olmak üzere çeşitlidir. Harflerin kenarları daima birbirine dik ve kenar uzunluğu satranç oluşturan temel karenin tam katlarına eşittir. Bu haliyle günümüzde kullanılan dijital rakamlara benzediği söylenebilir. Ayrık ma’kili yazmak kolaysa da bitişik ve dairesel yazıların düzenlemesi bir hayli deneyim ve deneme gerektirir. Bu yazıya nokta konulup konulmaması bir sakınca oluşturmaz. Kompozisyonun alacağı biçime göre, durumu uygun gelmeyen noktalı harf noktasız olarak bırakıldığı gibi, iki nokta yerine bir nokta da konulabilir. Ayrıca görüntüyü bozmamak için yerine göre yazı dışında, eski deyimle elif kadar kısa bir çizgi eklemeye de izin vardır. Ayrık düz satırlı yazının üç yönünde yan yana açık kareler kalmasına izin verilmekle birlikte, ayrık yazılar makbul sayılmaz. Bitişik yazılar dikdörtgen, kare ve daire içine yazılırken, harf kalınlığı ne kadar ise, harfler arasındaki boşluk da o miktarda bırakılarak düzenlenir. Alt alta iki satırlı yazıların birinci satırı, üstten de alttan da başlayabilir. Kare içini dolduran helezoni yazılar, her zaman karenin sağ alt köşesinden başlar ve saat ibreleri yönünde fırdolayı dönerek merkezde sonlanır. Bir karenin çevresinde yazı yazmak ve o karenin orta alanında bir takım mimarî geometrik desenler oluşturmak, İslâm mimarlarınca önemsenen ve eskiden beri uygulanagelen bir bezeme yöntemidir. Ma’kılî yazı üslubu, Türklerin geleneksel süsleme sanatları ve tuğla mimarisiyle doğrudan ilişkilidir. Orta Asya’daki Türk Yurtlarında, Anadolu’dan daha değişik olarak, renkli sırlı tuğlayla mozaik gibi kaplanan yapı cephe duvarlarının tüm yüzeyinde, çok sayıda yinelenerek kullanıldığı görülmektedir. Bu uygulamada, açık renk tuğlaların yatay olarak yerleştirilmesiyle elde edilen fonda, yazılar koyu renk tuğlalar düşey olarak dizilerek oluşturulmaktadır. Bu tasarımda yazıların birbirine dik bütün çizgileri, yatay ve düşeyde 45 derece eğimli olmaktadır. Yazı tuğlaları genellikle lacivert veya turkuvaz renktedir. Çoğunlukla çerçe­ve­li ya da çerçevesiz olarak Süb­hanallah ve-l hamdülillah (Her türlü kusur ve noksandan uzak bulunan Allah’a şükürler olsun), Lâ ilahe illâ-Allah Mu­hammed(un) Rasûlullah (Allah’tan başka ilah yoktur ve O’nun elçisi Muhammed’dir), Bis­mil­la­hir­rahmânirrahîm (Esirgeyen ve bağışlayan Allah adıyla), Allah velî-yüt tevfik (Allah yardım sahibidir-yardımı sever), Elham­dülillah (Allah’a şükürler olsun), İhlas Suresi, Allah (c.c), Muhammed (s.a.v) ve dört halifenin isimleri gibi ibareler helezonî tarzda yazılmakta ve cepheyi dolduracak biçimde, yatay ve düşey doğrultuda pek çok kez yinelenmektedir.

Mustafa KAYA 01 Haziran