227. Sayı: "Neden Türkiye"Bu Sayıyı Satın Al
Konu resmiNeden Türkiye? Çünkü Türkiye, Dünyanın Kalbidir
Kültür ve Medeniyet

Bazen bir sorunun cevabı, uzun uzun cümlelere değil; tarihin kalbinden gelen bir yankıya sığınır. İşte “Neden Türkiye?” sorusu da böyledir. Çünkü Türkiye, yalnızca bir ülke değildir; kıtaların kavşağı, medeniyetlerin buluştuğu mihver, yolların kavuştuğu kadim bir merkezdir. Sadece haritada bir kara parçası değil; doğunun özlemiyle batının arayışı arasında kurulmuş misli olmayan bir köprüdür.Asırlar boyunca ticaret yolları bu topraklardan geçti. İpek Yolu’nun kervanları, Baharat Yo­lu’nun kokuları yalnızca malları değil, fikirleri, inanç­ları ve kültürleri de taşıdı. Anadolu, yol de­ğil menzil; geçit değil merkez oldu. Şehirleri, li­man­ları, pazarları ve medreseleriyle farklı mede­ni­yetlerin izlerini bir arada barındırdı.1453’te İstanbul’un fethi, yalnızca bir çağ kapatıp bir çağ açmadı. İnsanlığa şu hakikati de öğretti: İman varsa imkân vardır. “Aşılamaz” denilen surlar aşılır, yıkılmaz denilen kaleler düşer. Kaldı ki bu fetih, yalnızca siyasi dengeleri değiştirmedi; bütün bir dünyanın istikametini dönüştürdü. Avrupa yeni yollar arayışına çıkarken, Osmanlı doğu ile batıyı aynı kalpte taşıyan bir merkez hâline geldi. Fatih Sultan Mehmed’in açtığı yol, imparatorluğun sonraki asırlarına yön verdi.Bu miras Cumhuriyet’e de devroldu. Evet, biçim değişti, yollar değişti; ama Türkiye’nin kalbi hep dünyanın merkezinde attı. Cumhuriyet’in ilk yıl­larında Batı ile kurulan ilişkiler, modernleşme adımları, uluslararası kurumlarda alınan roller; Türkiye’yi küresel siyasetin vazgeçilmez aktörlerinden biri yaptı. Fakat Türkiye hiçbir zaman sadece Batı’ya yaslanmadı. Tarihin ve coğrafyanın yüklediği sorumlulukla Balkanlara, Kafkasya’ya, Ortadoğu’ya ve Afrika’ya da yöneldi.Bugün de değişen bir şey yok. Afrika’da açılan bir su kuyusu, Asya’da kurulan bir köprü, Bal­kan­lar’da restore edilen bir cami, Gazze’de bir ço­cuğun yüzüne düşen umut... Bunların her biri, Türkiye’nin hâlâ yalnızca kendisi için değil; insanlık için var olduğunun delilleridir. Rusya–Ukrayna arasında kurulan tahıl koridoru, sadece bir diplomatik başarı değil; vicdanın siyasete müdahalesidir. Türkiye, yeri geldiğinde güçlülerin hesaplarını değiştiren, yeri geldiğinde çaresizlerin yarasına merhem olan bir merkezdir.O hâlde soralım: Neden Türkiye?Çünkü Türkiye, tarihten devraldığı vicdanı hâlâ taşımaktadır.Çünkü Türkiye, dünyanın neresinde bir mazlum varsa oraya ses vermektedir.Çünkü Türkiye, coğrafyanın imkânlarını insanlığın umuduna dönüştürmektedir.Çünkü Türkiye, sert gücün ötesine geçerek gönül coğrafyası inşa etmektedir.Bu yüzden, bugünün dünyasında sözü dinlenen, hesapları değiştiren, umutları yeşerten ülke hâlâ Türkiye’dir.Ve bu yüzden, sorunun cevabı her çağda aynı kalır:Neden Türkiye? Çünkü Türkiye, dünyanın kalbidir.

Metin UÇAR 01 Ekim
Konu resmiTarihten Sayfalar
Tarih

Kavala Halil Bey Camii’nin İçler Acısı DurumuGünümüzde Yunanistan sınırları içinde kalan Kavala şehrinde Kur’ân sesinin yankılandığı, ezan sesinin şehri doldurduğu, müminlerin secdeye kapandığı günleri özleyen bir cami var. Halil Bey’in adıyla anılan bu cami, 1530’da inşa edilmiştir. 1912 ve 1913 senelerinde cereyan eden Balkan Savaşları neticesinde Kavala elimizden çıkınca, Halil Bey Camii ve yanındaki medresesi sahipsiz kaldı. Caminin içinden halılar söküldü. Med­resesiyle bilirlikte müzik evi olarak kullanıldı, içinde konserler verildi. Bu da yetmedi, resim sergi salonu olarak kullanıldı. 1950’li yıllarda caminin minaresini yıktılar. Son olarak da kapısına kilit vurup kendi haline bıraktılar. Caminin son cemaat yerindeki pencereden içeriye bakıldığında zeminin camla kaplı olduğu anlaşılmaktadır. Yunanlılar, caminin giriş kısmına diktikleri camiyi anlatan bilgilendirme levhasında, bu cam bölümün altında eski bir bazilikanın kalıntılarını bulduklarını yazmışlar. Yani caminin iç kısmından zeminini kazmışlar. Eski yapının temellerini bulmuşlar. Daha sonra üzerini camla kapatıp, üstünde yürünebilecek ve dıştan görünebilecek bir hale getirmişler. Caminin içine baktığınızda mihrabı ve mihrabın üstünde Âl-i İmrân Sûresi 39. âyetinin ilk kısmının yazılı olduğunu görebilirsiniz. Bu âyetin tamamının meâli ise şu şekildedir: Derken o, ma‘bedde namaz kılarken ayak­ta olduğu bir sırada, melekler ona şöy­le nidâ ettiler: “Doğrusu Allah, sana Allah’tan bir kelime (olan Îsâ’)yı tasdik edici, bir efendi, bir iffet sâhibi ve sâ­lih­lerden bir peygamber olarak Yahyâ’yı müj­­deliyor!” Uzun yıllardır Kur’ân ve ezan sesine hasret, secde eden müminlerden mahrum bu mabedin, TİKA tarafından res­to­re edilip tekrardan cami olarak ibadete açı­lacağı günler için dualar ederek ve son cemaat yerinde ikindi namazını eda ederek ayrıldık.5 Ekim 1578 Derbend Osmanlı’ya bağlandıDerbend, günümüzde Dağıstan sınırları içinde yer almakla birlikte, Hazar Denizi’nin kuzeybatı sahilindedir. Derbend’in İslâm ordularınca ilk fethi 652-653 yıllarına dayanır. Şah İsmail, 1509’da Derbend’i işgal eder. Derbend’in Sünnî halkı Nisan 1577’de Safevî idaresine karşı ayaklandılar ve başarılı oldular. Bu sıralarda 1578’de Osmanlılar bölgeyi tamamen zabtettiler. Bunun üzerine Derbend halkından yedi kişilik bir heyet 5 Ekim 1578’de Ereş’te bulunan Serdar Lala Mustafa Paşa’nın yanına giderek bağlılık arzettiler ve bir idarecinin tayinini istediler. Safevîler’le 1590’a kadar süren savaşlarda Derbend önemli bir Osmanlı askerî üssü durumundaydı. Şirvan muhafızlığına getirilen Özdemiroğlu Osman Paşa, 1579’dan 1583 sonbaharına kadar, Kuzey Azerbaycan ve Şirvan’da Safevîler’le yapılan mücadelede burayı askerî bir merkez olarak kullandı.18 Ekim 1672 Bucaş AntlaşmasıLehistan’ın idaresindeki Kamaniçe Kalesi, Osmanlılar tarafından 27 Ağustos 1672’de on günlük bir muhasaradan sonra fethedilmiştir. Bu fethin ardından Lehistan, kalıcı bir antlaşmaya zorlandı. 4 Eylül’de Leh kralına elçi gönderilerek Kamaniçe Kalesi’nin fethiyle birlikte burasının da içinde bulunduğu Podolya ülkesinin Osmanlı Devleti’ne ait olduğu kabul edilirse antlaşmanın yapılabileceği, aksi takdirde sefere devam edileceği bildirildi. Osmanlı güçleri 6 Eylül’de Leh kralının ikametgâhı olan İlbav (Lviv/Lemberg) şehrine yürüdü. Bunun üzerine 19 Eylül’de Leh kralının barış talep ettiğini bildiren bir mektup ordugâha ulaştı. Yapılan müzakereler neticesinde 18 Ekim’de dört madde üzerinden barış yapıldı ve Bucaş Antlaşması’nın imzalanması kararlaştırıldı.28 Ekim 1713 Âlim ve Hattat Abdülbaki Arif Efendi vefat ettiAbdülbaki Arif Efendi, 1633’te İstanbul Kasımpaşa’da dünyaya gelmiştir. Medrese tahsilini tamamladıktan sonra eski Rumeli kazaskeri Memikzâde Mustafa Efendi’den 1652’de mülâzemet aldı. Abdülbâki Efendi, bir müddet Haremeyn evkafı kâtipliği yaptı ve sırası gelince, Temmuz 1665’te İstanbul’da Defterdar Yahyâ Medresesi müderrisliğine tayin edildi. Abdülbaki Efendi’nin Arapça, Farsça ve Türkçe şiir söylemeye kudreti olan, divan sahibi bir şair ve kelâm, ahlâk, siyer gibi dinî ilimlerle sarf, nahiv ve belâgatta devrin önde gelen âlimlerinden biri olduğunda kaynaklar birleşmektedir. Yazıyı Mehmed Tebrîzî’den öğrenerek zamanının İmâd’ı kabul edilecek kadar iyi bir ta‘lik hattatıydı. Devrinin yaygın deyimiyle “hezârfen” bir kişiliğe sahip olan Abdülbâki Efendi’nin edebiyat, sarf, nahiv ve ilm-i kelâma dair irili ufaklı birçok eseri ile bazı tercüme ve şerhleri bulunmaktadır. 28 Ekim 1713’te vefat etmiş ve Eyüp Sultan Türbesi hazîresine defnedilmiştir.

Ahmed Said GÜNDÜZ 01 Ekim
Konu resmiTürkiye’nin Küresel Arabuluculuk Rolü
Tarih

Uluslararası krizlerin çözümünde kimi ülkeler yalnızca seyirci kaldı, kimileri ise ateşe benzin döktü. Türkiye ise bambaşka bir yol tercih etti: yangını söndüren, tarafları aynı masada buluşturan, barışın nefesini arayan bir ülke olma yolu. Bunun en somut örnekleri, Rusya–Ukrayna savaşında hayata geçirilen “tahıl koridoru” girişimi ile Gazze’deki insani diplomasi çabalarıdır.Türkiye’nin bu iki kritik dosyada öne çıkışı tesadüfi değildir. Ankara uzun süredir “bağımsız, adil ve hukuk temelli” dış politika anlayışıyla hareket ediyor. Bu yaklaşım, Tür­ki­ye’yi yalnızca bölge ülkesi değil, küresel ölçekte aranan arabulucu haline getiriyor. Çünkü taraflarla kurduğu güven ilişkisi, stratejik konumunun sunduğu avantajlarla birleştiğinde barış için gerçek bir zemin oluşuyor.Tahıl Koridoru: Küresel Gıda Krizine NefesRusya–Ukrayna savaşının gölgesinde patla­yan en büyük insani krizlerden biri, Karadeniz limanlarında sıkışıp kalan milyonlarca ton tahıldı. Savaşın top sesleri yalnızca cepheleri değil, sofraları da vurdu. Özellikle Afrika’nın mahrum bölgelerinde, Orta Do­ğu’da ve Asya’nın kırılgan ekonomilerinde ekmek fiyatları hızla yükseldi; milyonlarca insan için açlık tehdidi kapıya dayandı. Dünya bu krize çözüm bulmakta zorlanırken, Türkiye devreye girdi.Tarafların birbirine güvenmediği bu dönemde hem Moskova hem Kiev ile aynı anda konuşabilen tek ülke Türkiye oldu. Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın liderliğinde yürütülen yoğun diplomasi, Birleşmiş Milletler’in desteğiyle İstanbul’da “Karadeniz Tahıl Gi­ri­şimi”ne dönüştü.Bu girişim yalnızca teknik anlaşma değil, küresel gıda güvenliği için atılmış hayati bir adımdı. Yüz binlerce ton tahıl güvenli koridorlardan geçirilerek dünya pazarlarına ulaştırıldı. Somali’den Lübnan’a, Yemen’den Bangladeş’e kadar geniş bir coğrafyada insanlar bu anlaşmanın sonuçlarını ekmeğin, unun ve temel yiyeceklerin fiyatında hissetti.Türkiye’nin rolü, kolaylaştırıcı olmanın öte­sine geçti. Tarafların güvenini kazanarak kar­şılıklı şüpheleri giderdi; savaşın en sert dö­nemlerinde bile tahıl sevkiyatları sürdü. Türkiye, Karadeniz’in kapalı limanlarını insanlığın ortak sofrasına yeniden açtı.Bu çaba dünya kamuoyuna güçlü bir mesaj verdi: En zor şartlarda bile öncelikle ve sonuna kadar diplomasi şart. Adil ve bağımsız bir aktör devreye girdiğinde, savaşın ortasında bile hayat kurtaran çözümler üretilebilir. Dolayısıyla tahıl koridoru, yalnızca bir gıda sevkiyat projesi değil, Türkiye’nin küresel adalet duygusunu temsil eden bir diplomasi markası oldu.Gazze Diplomasisi: İnsani Çığlığa CevapOrtadoğu’da Türkiye’nin arabuluculuk mis­yonu en çok Gazze özelinde belirginleşti. Yıllardır abluka altında yaşayan, savaşın göl­gesinde nefes almaya çalışan milyonlarca insan, dünyanın gözleri önünde büyük bir insani felakete sürüklendi. Hastanelerin elektriksiz kaldığı, ilaçların tükendiği, çocukların açlık ve susuzlukla imtihan edildiği bu tabloya uluslararası toplumun büyük bölümü kayıtsız kaldı. İşte tam da burada Türkiye’nin sesi, sessizliği yaran vicdan çığlığına dönüştü.Ankara yalnızca siyasi söylemlerle yetinmedi; insani yardımlarıyla doğrudan sahaya indi. Türkiye’nin diplomasideki temel vurgusu açıktı: Filistin meselesi sadece bölgesel anlaşmazlık değil, insanlığın ortak vicdanını ilgilendiren bir imtihandır.Bu duruş uluslararası platformlarda da yankı buldu. Birleşmiş Milletler kürsüsünden, İslam İşbirliği Teşkilatı toplantılarından, bölgesel zirvelerden yükselen Türk diplomasisi, adil ve kalıcı çözüm için kararlılıkla çağrıda bulundu. Türkiye’nin çizgisi yalnızca geçici ateşkeslere değil, kalıcı barışa odaklanan yaklaşımı temsil etti.Gazze diplomasisi, Türkiye’nin neden farklı bir yerde durduğunu gösterdi. Büyük güçler çıkar hesaplarıyla sessiz kalırken veya el altından zulme yardım ederken, Ankara insani değerleri öne çıkararak “güç ile vicdanın birleşebileceğini” ispatladı. Böylece Türkiye hem bölgedeki aktörlerin güvenebileceği bir arabulucu, hem de küresel kamuoyunun vicdanına hitap eden bir savunucu oldu.Türkiye Modeli: Bağımsız ve Adil GüçRusya–Ukrayna tahıl koridoru ve Gazze diplomasisi, Türkiye’nin uluslararası ilişki­lerde geliştirdiği yeni yaklaşımın somut örnekleridir. Bu yaklaşım, klasik güç siyasetinden ayrılan, tek taraflı bloklara bağımlı olmayan, çıkar hesaplarının ötesine geçen bir çizgiye işaret ediyor. Türkiye, dünya sahnesinde “bağımsız, adil ve hukuk temelli” bir aktör olarak öne çıkıyor.Bu modelin en dikkat çekici özelliği, denge ve tarafsızlık ilkesidir. Türkiye, NATO üyesi olmasına rağmen Rusya ile diyalog kurabiliyor; Batı dünyasıyla ilişkilerini sürdürürken aynı anda Asya ve Afrika ülkeleriyle ortaklıklar geliştirebiliyor. Çok eksenli bu diplomasi, kriz anlarında Türkiye’yi eşsiz bir arabulucuya dönüştürüyor. Taraflar, Ankara’nın masaya getirdiği tekliflerin yalnızca güç dengeleri değil, aynı zamanda adalet ve hakkaniyet temelinde şekillendiğini biliyor.Türkiye modeli ayrıca insani duyarlılığı diplomatik bir araç haline getiriyor. Tahıl koridoruyla sofralara ekmek götürmek, Gazze diplomasisiyle çocukların yaşama hakkını savunmak… Bunlar sadece diplomatik hamleler değil; insana dokunan, vicdanı merkeze alan adımlar. Bu sebeple Türkiye, diplomaside ahlaki meşruiyetini güç unsurlarıyla birleştiren nadir ülkelerden biri.Küresel ölçekte artan kutuplaşma krizlerin çözümünü zorlaştırırken, Türkiye’nin geliştirdiği bu bağımsız ve adil duruş uluslararası toplum için umut kapısı açıyor. Çünkü Türkiye yalnızca devletlerarası çıkar çatışmalarını değil, halkların yaşadığı insani acıları da dikkate alıyor. Barışı sadece kâğıt üzerindeki anlaşmalarda değil, insanların gündelik hayatında görünür kılmaya çalışıyor.Sonuç olarak, “Neden Türkiye?” sorusunun başka bir cevabı da işte bu modelde saklıdır. Tahıl koridorunda sofraları açlıktan koruyan, Gazze’de insani çığlığa kulak veren, adaletle vicdan arasında köprü kuran bir diplomasi… Türkiye, bu yönüyle yalnızca bölgesinde değil, küresel ölçekte de barışın dilini konuşan bir aktör haline geliyor.

Eşref Ender 01 Ekim
Konu resmiElde Sensin, Dilde Sen Gönüldesin, Baştasın
Tarih

Son 20-25 senedir Müslüman olsun veya olmasın, herhangi bir felaket veya savaş durumuyla karşı karşıya kalan milletlere süratle yardımda bulunması; Afrika ve diğer fakir ülkelere insani yardımları düzenli olarak sevk etmesi, yakın geçmişteki liderlik ve hâmilik misyonunu yeniden işletmeye başladığı inancını vermektedir.Türkiye’nin tarihi ve coğrafi konumu, ekonomisi üzerinde önemli etkiler meydana getirmiştir.İpek Yolu gibi tarihi ticaret yollarına ev sahipliği yapması, Türkiye’yi tarih boyunca bir ticaret merkezi yapmıştır. Aynı zamanda üç kıtayı birleştiren stratejik konumu, Türkiye’nin uluslararası ticaret ve enerji koridorlarında önemli bir kavşak noktası olmasını sağlamıştır. Bu konum, Türkiye’nin gelecekte de enerji transferi ve lojistik alanlarında önemini sürdüreceğini gösteriyor. Bu avantajlar, Türkiye’nin ekonomisinin çeşitlenmesine ve dış ticaret hacminin artmasına katkı sağlamaktadır. Ancak mahallî/bölgesel istikrarsızlıklar ve jeopolitik riskler, Türkiye’nin bu avantajlarını etkin bir şekilde kullanabilmesi için dikkatle yönetilmelidir.Orta Doğu, endüstriyel gelişmişlik bakımından Avrupa ülkelerinden bir adım geride, Afrika ülkelerinden bir iki adım ileridedir. Türkiye’nin teknoloji transferi noktasında da coğrafi konumu önemli avantaj sağlamaktadır; çünkü teknolojiye geçişte iki adım birden ilerleme imkânı yoktur.Aynı zamanda, tarihi ve kültürel açıdan Orta Doğu, Afrika ve Orta Asya milletleri üzerinde çok büyük tesiri olduğu herkesçe malumdur. Avrupa ile Asya arasında bir köprü mahiyetini taşıdığı için de zaten ehemmiyeti tartışılmaz.Son 20-25 senedir Müslüman olsun veya olmasın, herhangi bir felaket veya savaş durumuyla karşı karşıya kalan milletlere süratle yardımda bulunması; Afrika ve diğer fakir ülkelere insani yardımları düzenli olarak sevk etmesi, yakın geçmişteki liderlik ve hâmilik misyonunu yeniden işletmeye başladığı inancını vermektedir.Yani tarihte inkâr edilemez liderlik başarıları ile bölgenin denge ve barış içinde yaşamasına sağlamış olduğu katkı, günümüzde de yeniden ağır bir misyon yüklemiş gözükmektedir. Hatta, yakın veya uzak nice mazlum milletlerin mensupları, bulundukları dar boğazdan veya ümmetin dağınıklığından kurtaracak olan yegâne adayın Türkiye olduğunu sıkça dile getirmektedirler.Bütün bunlar, sadece devlet yöneticilerimize değil, Türkiye’nin her bir evladına mesuliyet, hatta mesuliyetler yüklemektedir.Mevzumuzu Arif Nihat Asya’nın Fetih Mar­şı’ndan alıntılarla bitirelim:“Yürü, hâlâ ne diye oyunda oynaştasın?Fatih’in İstanbul’u fethettiği yaştasın!…Elde sensin, dilde sen, gönüldesin baştasın...Fatih’in İstanbul’u fethettiği yaştasın!…Bilmem, neden gündelik işlerle telaştasın?Kızım, sen de Fatihler doğuracak yaştasın!”Ümmet, hatta bütün insanlık olarak ağır imtihanlardan geçtiğimiz şu günlerde, alnımızın akıyla çıkmayı Rabbim nasip eylesin!

İsmail ERDOĞAN 01 Ekim
Konu resmiMedeniyetlerin Köprüsü Türkiye
Kültür ve Medeniyet

Coğrafya, sadece toprak ve sınırlardan ibaret değildir; o, üzerinde yaşayan milletlere bir mesuliyet de yükler. Bu açıdan bakıldığında Türkiye, Asya ile Avrupa arasında uzanan fizikî bir köprü olmanın çok ötesinde, tarih boyunca Doğu’nun irfanı ile Batı’nın düşüncesini, farklı inançları ve medeniyetleri bir potada eriten, insanlığın ortak vicdanına seslenen manevî bir medeniyet köprüsüdür. Bu köprünün harcı, sadece savaşlar ve zaferlerle değil, asıl olarak ilahî bir misyonun omuzlara yüklediği sorumluluk bilinciyle karılmıştır. Bu sorumluluğun temel referansları ise Kur’ân’ın cihanşümul mesajı, Sünnet-i Seniyye’nin somut örnekliği ve Kur’ân’ın bu asrın idrakine sunulmuş bir tefsiri olan Risale-i Nur’un derinlikli bakış açısıdır.Kur’ân’ın Işığında Bir Sığınak ve Şâhid Olma MisyonuKur’ân-ı Kerim, müminlere yeryüzünde adaleti tesis etme ve insanlığa şâhid olma görevi yükler. Nitekim Cenâb-ı Hak, “İşte böylece sizi mu’tedil (adâletli ve dengeli) bir ümmet kıldık ki, insanların üzerine (hesap gününde umum peygamberler lehine) şâhidler olasınız, peygamber de sizin üzerinize şâhid olsun!”1 buyurur. Anadolu coğrafyası, tarih boyunca bu “vasat ümmet” olma idealinin en canlı yaşandığı yerlerden biri olmuştur. Roma’nın zulmünden kaçan ilk Hristiyanlara sığınak olmasından, Endülüs’ün yıkılışından sonra Yahudilere kucak açmasına kadar, bu toprakların kaderi, mazlumun sığınağı ve adaletin tecelligâhı olmakla yoğrulmuştur.Bu coğrafyanın manevî kimliği, inancı uğruna zâlim hükümdardan kaçan Ashab-ı Kehf’i bağrında saklamasıyla da sembolleşmiştir. Ashab-ı Kehf kıssası, bu toprakların sadece fizikî bir sığınak değil, aynı zamanda imanı korumak ve dini yaşatmak için ilahî bir muhafazaya mazhar kılınmış bir yurt olduğunun manevî bir işareti gibidir. Kur’ân’ın farklı kültürlerin birbiriyle tanışıp kaynaşmasını ifade eden “Ey insanlar! Şüphesiz ki biz, sizi bir erkek ve bir dişiden (Âdem ile Havvâ’dan) yarattık. Birbirinizi tanımanız için de sizi, milletler ve kabileler kıldık.” 2 ayetinin en güzel yansımalarından biri, bu topraklarda kurulan ve farklı unsurları adaletle bir arada yaşatan Selçuklu ve Osmanlı medeniyet tecrübesidir. Bu tecrübe, Kur’ân’ın teorik idealinin, bu coğrafyada nasıl pratiğe döküldüğünün tarihî bir ispatıdır.Sünnet ve Hadislerin Rehberliğinde Umut TaşıyıcılığıAnadolu’nun, özellikle İstanbul’un İslam medeniyetindeki müstesna yerini en güçlü şekilde perçinleyen manevî referans, şüphesiz Peygamber Efendimizin (sav) müjde­sidir. “Konstantiniyye (İstanbul) elbette fet­­hedilecektir. Onu fetheden komutan ne gü­zel komutan, onu fetheden ordu ne güzel ordudur.” hadis-i şerifi, bu topraklara yö­nelik askerî bir hedef göstermekten ziyade, manevî bir ufuk ve ilahî bir vazife tayin etmiştir. Bu fetih, bir şehri ele geçirmekten öte, çağ kapatıp çağ açan, insanlığın umudunu yeşerten bir medeniyet hamlesinin kapılarını aralamaktır. Bu müjde, bu toprağın insanına kıyamete kadar sürecek bir şeref ve sorumluluk yüklemiştir: Peygamber övgüsüne layık olma sorumluluğu. Bu sorumluluğun nasıl yerine getirileceğinin en güzel örneği ise yine Sünnet-i Seniyye’dir. Peygamberimizin (sav) Medine Vesikası ile farklı inanç ve kökenden insanları bir arada, barış içinde yaşatması, Osmanlı’nın bu topraklarda kurduğu “millet sistemi”nin ilham kaynağı olmuştur. Medine’de kurulan o adalet ve şefkat medeniyeti, asırlar sonra bu coğrafyada yeniden filizlenmiş ve Türkiye’yi, zulümden kaçan her millet için bir “dârü’l-emân” (güvenli yurt) haline getirmiştir. Dolayısıyla, bu medeniyet köprüsünün mimarı, Resulullah’ın (sav) bizzat kendi hayatıyla ortaya koyduğu adalet, merhamet ve bir arada yaşama ahlakıdır.Risale-i Nur’un Bakış Açısıyla Bu Asrın Medeniyet KöprüsüAsrımızın müceddidi Bediüzzaman Said Nur­si Hazretleri, bu coğrafyanın ve bu mil­letin tarihî misyonunu Risale-i Nur’da dik­kat çekici bir şekilde ele alır. Ona göre, Türk milleti “İslamiyet’in kahraman bir ordusu” olarak, asırlarca Kur’ân’ın bayraktarlığı­nı yapmıştır. Bu, ırkçı bir üstünlük değil, İs­lâm’a hizmetkârlık temelinde kazanılmış ma­nevî bir şereftir. Risale-i Nur’a göre, Türkiye’nin bu asırdaki en büyük vazifesi, sosyalizmin, materyalizmin ve sefahatin istilasına karşı manevî bir set çekmek ve iki büyük dinin, yani “hakikî Hristiyanlık ile İslamiyet’in” ittifakına zemin hazırlamaktır. Bediüzzaman Hazretleri, din­sizliğe karşı hakka ve hakikate yönele­cek olan Hristiyanlar ile Müslümanların birleşerek ortak düşmanları olan dinsizliğe karşı mücadele edeceğini müjdeler. Bu bü­yük ve mühim ittifakın gerçekleşeceği coğrafya, öyle görünüyor ki, Anadolu’dan, Türkiye’den başkası değildir. Bu medeniyet köprüsünün en ulvî ve en güncel vazifesi, insanlığın topyekûn, manevî bir buhrana sürüklendiği bu zamanda, semavî dinlerin aslını, esasını, özünü İslâmiyet çatısı altında birleştirerek yeni bir umut kapısı aralamaktır. İşte Risale-i Nur, bu köprünün manevî zeminini de inşa eder. Akıl ve kalbi birleştiren, iman hakikatlerini bu asrın aklına en modern delillerle sunan Risale-i Nur, kendisi bizatihi bir “köprü”dür. Günümüz insanının şüphelerle dolu zihni ile Kur’ân’ın nurlu hakikatleri arasında sarsılmaz bir bağ kuran manevî bir köprü.Sonuç olarak, Türkiye’nin insanlığa umut taşıyan bir medeniyet köprüsü olması, jeo­po­litik bir iddiadan ibaret değildir. Bu misyonun temelleri, Kur’ân’ın bu topraklara yüklediği “vasat ümmet” ve “sığınak” olma görevinde; Sünnet’in Peygamber müjdesiyle taçlandırdığı “fetih” ruhunda ve Risale-i Nur’un bu asır için çizdiği iman temelli, “medeniyetlerin ittihadı” ufkunda saklıdır. Bu köprü, sadece toprakları değil, asıl olarak kalpleri, akılları ve ruhları birleştirme potansiyeli taşımaktadır. Bu potansiyeli hayata geçirmek, bu toprakların insanının omuzlarındaki en şerefli ve en ağır bir emanettir.1- Bakara, 2/143.2- Hucurât, 49/13.

Ali CİRİT 01 Ekim
Konu resmiDünya Merkezinde Olma Mirası
Kültür ve Medeniyet

Türkiye, yalnızca bir ülke değil; kıtaların kesiştiği, yolların birleştiği, medeniyetlerin buluştuğu bir merkezdir. Anadolu coğrafyası, tarih boyunca hem doğunun hem batının kalbine açılan bir kapı, hem de kuzey ile güneyi birbirine bağlayan doğal bir köprü olmuştur. Bu yüzden yalnızca haritalarda bir kara parçası değil; dünyanın yöneldiği, hesapların yapıldığı, yolların kavuştuğu bir mihverdir.Asırlar boyunca ticaret yolları bu topraklardan geçti. İpek Yolu’nun kadim kervanları Çin’den Avrupa’ya uzanırken Anadolu’dan geçmeden yolunu tamamlayamazdı. Baharat Yolu’nun bereketi de yine bu topraklardan taşındı. Sadece mallar değil, fikirler, inançlar, kültürler de burada kesişti. Bu topraklarda inşa edilen şehirler, limanlar, pazarlar ve medreseler, farklı medeniyetlerin izlerini bir araya getirdi.Bu coğrafyanın özelliği yalnızca geçiş gü­zer­gâhı olması değil, aynı zamanda bir buluş­ma noktası oluşudur. Roma’dan Bizans’a, Sel­çuklu’dan Osmanlı’ya ve Cumhuriyet’e kadar her devlet, burayı bir merkez olarak görmüş, buradan dünyaya açılmıştır. Bu nedenle Türkiye, hiçbir zaman yalnızca kendi sınırlarının ülkesi olmadı; daima daha büyük bir hikâyenin kalbinde yer aldı.Aynı gerçek bugün de değişmemiştir. Avrupa ile Asya’nın, Karadeniz ile Akdeniz’in birleştiği yerde duran Türkiye, yalnızca coğrafyanın değil, tarihin ve siyasetin de merkezinde yer almaktadır. Bu eşsiz konum, Türkiye’ye yalnızca stratejik değer kazandırmıyor; aynı zamanda medeniyetler arası diyalog, ticaret ve kültür alışverişinin de doğal taşıyıcısı yapıyor.İstanbul’un Fethiyle Değişen Dünya1453’te İstanbul’un fethi, yalnızca bir şehrin kapılarının açılması değil; dünya tarihinin seyrini değiştiren büyük bir dönüm noktasıydı. Asırlarca Bizans’ın başkenti olan şehir, Osmanlı idaresine geçerek farklı bir medeniyetin kalbi oldu. Bu hadise, tarih kitaplarının çizdiği kronolojide “Orta Çağ’ın kapanışı, Yeni Çağ’ın açılışı” olarak anılır. Ancak gerçekte değişen sadece tarih sayfası değil; bütün bir dünyanın dengesi, zihniyeti ve istikameti oldu. Avrupa, yeni yollar arayışına yönelirken, coğrafî keşifler hızlandı, bilimsel merak ve Rönesans düşüncesi ivme kazandı. Zira doğu ile batı arasındaki denge artık Osmanlı eliyle yeniden şekilleniyordu.İstanbul, fethin ardından yalnızca siyasi bir merkez değil, aynı zamanda İpek ve Baharat Yolları’nın kesiştiği noktada ticaretin, kültürün ve ilmin kalbi hâline geldi. Doğudan gelen mallar batıya buradan aktı, batıdan doğuya giden fikirler burada şekillendi. Limanları, çarşıları ve hanlarıyla şehir adeta küresel bir pazar oldu. Bu cazibe merkezi, yüzyıllar boyunca yalnızca Osmanlı’nın değil, bütün dünyanın gözünü diktiği bir merkez hâline geldi.Fatih Sultan Mehmed, İstanbul’u sadece fetheden bir kumandan değil; onu beynelmilel bir merkez hâline getiren önemli bir devlet adamıydı. Ayasofya’yı camiye dönüştürürken aynı zamanda şehri farklı inançların da yaşadığı bir mozaik kıldı. Medreseler, kütüphaneler, külliyeler ve imar faaliyetleriyle şehri ilim ve sanat yuvasına dönüştürdü. Böylece İstanbul hem maddi hem manevi bakımdan çağının ötesinde bir merkez olmayı başardı.“Aşılamaz” denen surların düşmesi ise insanlık tarihinde psikolojik bir eşiğin aşılmasıydı. Yüzyıllarca Batı’nın gözünde yenilmez sayılan Bizans’ın çöküşü, imkânsız görülenin mümkün olabileceğini gösterdi. Bu durum yalnızca Osmanlı’ya özgüven kazandırmadı, aynı zamanda insanlığın ortak hafızasında da yeni bir sayfa açtı. Zorlukların azim, kararlılık ve stratejiyle aşılabileceğine dair şümullü bir ders bıraktı.İstanbul’un fethiyle başlayan bu merkez olma tecrübesi, Osmanlı’nın sonraki yüzyıllarına yön verdi. Doğu ile batıyı bir arada tutan, farklı kültürleri bir potada buluşturan imparatorluk fikri bu fetihle somutlaştı. Cumhuriyet Türkiye’si de bu mirası devralarak İstanbul’u hâlâ dünyanın kalbi sayılan bir şehir, Türkiye’yi de bölgesel ve küresel meselelerde söz sahibi bir aktör hâline getirdi.Cumhuriyet’le Yeni Biçimlenen MirasBu merkez olma tecrübesi (ilk dönemlerindeki dine verdiği zarar ve Batıya veren değil de kötülüklerini alan kısmı hariç) Cumhuriyet döneminde de kaybolmadı; yalnızca farklı bir biçim aldı. Osmanlı’nın bıraktığı tarihî ve coğrafî miras, genç Türkiye Cumhuriyeti’nin ufkunu şekillendirdi. Ulus-devlet kimliği inşa edilirken Batı’ya yöneliş güçlü bir şekilde hissedildi. Eğitimden hukuka, siyasetten sanayiye kadar pek çok alanda modernleşme adımları atıldı; yeni kanunlar kabul edildi, üniversiteler kuruldu, şehirler yeniden düzenlendi. Avrupa ile yakın ilişkiler geliştirildi, NATO üyeliği ve Avrupa Konseyi gibi uluslararası kurumlara katılım sağlandı. Böylece Türkiye, Batı dünyasının güvenlik ve siyaset sisteminde kendine sağlam bir yer açtı.Ancak Türkiye hiçbir zaman yalnızca Batı’ya yaslanan bir ülke olmadı. Coğrafyanın ve tarihî hafızanın yüklediği sorumluluk, onu daima doğuya, güneye ve kuzeye de dönük kıldı. Ortadoğu’da Filistin meselesine gösterilen hassasiyet, Balkanlar’daki krizlere karşı üstlendiği sorumluluk, Kafkasya’daki dengelerde oynadığı rol bu çok boyutlu yaklaşımın örnekleridir. Afrika’da bağımsızlık mücadelesi veren halklara verilen destek, yardım kuruluşlarının dünyanın en ücra köşelerine ulaştırdığı insani yardımlar, Türkiye’nin vicdani çizgisini küresel ölçekte görünür kıldı.Bu yönelim, Cumhuriyet’in ilk yıllarında daha çok diplomatik temaslarla sınırlı ol­sa da ilerleyen yıllarda özellikle son yirmi yıl­da güçlü bir kurumsal yapıya dönüştü. TİKA’dan Kızılay’a, Maarif Vakfı’ndan sivil toplum kuruluşlarına kadar pek çok kurum, Türkiye’nin “yalnızca Batı’nın değil, bütün dünyanın” meselelerine duyarlı olduğunu fiilen ortaya koydu. Bu durum, Osmanlı’dan devralınan “dünya merkezinde olma” mirasının Cumhuriyet döneminde güncel bir form kazanarak devam ettiğini gösterdi.Bugün Türkiye’nin Afrika’da açtığı elçilik­ler, Asya’da kurduğu ticaret köprüleri, Bal­kanlar’da yürüttüğü barış girişimleri ve Gaz­ze’deki insani diplomasi çabaları, işte bu sürekliliğin güncel izdüşümleridir. Türkiye, bir yandan modern bir ulus-devlet olarak küresel sistemin parçası olmayı sürdürürken, diğer yandan mazlumlara kulak veren ve onların yanında duran tarihî vicdanını korumaya devam etmektedir.Günümüze Uzanan EtkiBugün Türkiye’nin Afrika’da açtığı elçilikler, diplomatik temsilin ötesinde, kıta halklarıyla doğrudan temas kurmanın, kardeşlik köprüleri inşa etmenin bir göstergesidir. Kıtada açılan onlarca yeni misyon, Türkiye’nin sadece mahalli değil, uluslararası bir aktör olduğunun delilidir. Aynı zamanda insani yardımlar, dünyanın en ücra köşelerine kadar ulaştırılmaktadır. Afrika’da açılan bir su kuyusu, Asya’da kurulan bir hastane, Bal­kanlar’da restore edilen bir cami ya da Gaz­ze’de zor şartlar altında sürdürülen insani yardım çalışmaları, Türkiye’nin vicdan temelli dış politikasının somut örnekleridir.Ortadoğu’da yürütülen arabuluculuk girişimleri de bu çizginin başka bir yansımasıdır. Rusya–Ukrayna savaşı sırasında hayata geçirilen tahıl koridoru, Gazze’de sivillerin korunmasına yönelik diplomatik girişimler ve bölgesel barış için üstlenilen aktif roller, Türkiye’nin yalnızca seyirci bir ülke değil, krizin ortasında çözüm arayan bir aktör olduğunu göstermektedir.Asya ile kurulan ticaret köprüleri ise bu vizyonun ekonomik boyutunu pekiştirmektedir. Türk ürünleri, mühendislik projeleri, savunma sanayii işbirlikleri ve enerji alanındaki ortaklıklar, Türkiye’nin küresel ticarette yeni yollar açtığını ortaya koyuyor. Bu durum, tarihte İpek Yolu ve Baharat Yolu üzerinden sağlanan geçişlerin modern çağdaki karşılığı gibidir.Bütün bunlar, İstanbul’un fethiyle başlayan “dünya merkezinde olma” iddiasının günümüz dinamizmiyle birleştiğinde nasıl güncel bir güce dönüştüğünü açıkça gösteriyor. Türkiye bugün hâlâ uluslararası siyasette sözü dinlenen, mazlum coğrafyaların umudu, güçlülerin hesaplarını değiştiren bir ülke konumundadır. Bu rol, yalnızca coğrafyanın sağladığı avantajla değil, tarihî hafızanın ve milletin vicdani mirasının bugüne taşınmasıyla mümkündür.

Hayati Güral 01 Ekim
Konu resmiTürkçe’nin, İslâm Kültürünün ve Sanatının Köprü Rolü
Kültür ve Medeniyet

Ağustos ayının son haftasında ecdad yadigârı Balkan şehirlerinin bazılarını gezme ve inceleme imkânım oldu. Bu gezilerim sırasında, şunu fark ettim ki; biz oraları terk etsek de aslında o diyarlar bizi terk etmemişler. Kuzey Makedonya’ya girerken benimle Türkçe konuşan Makedon polisi ile İngilizce konuşmaya çalıştığımda anladım bu hakikati. Onları ve o memleketlerde yaşayanları, kendimizden o kadar uzak görüyoruz ki; bizimle Türkçe konuşacaklarına bile ihtimal vermiyoruz. Halbuki Balkanların her şehrinde ve her tarihî mekânında Osmanlıların ve dolayısıyla İslâm kültürünün ve sanatının izlerini görmek mümkündür. Osmanlı Devleti’nin fetihleriyle İslâmiyet, Doğu Avrupa’da yayılmıştır. Anadolu’da yaşayan Müslüman Türkler, Balkanlara yerleşmişlerdir. Hem fethedilen şehirleri yönetmişler hem de İslâm sanatına göre bu şehirleri imar etmişlerdir. İnşa edilen camiler, medreseler, mektepler, imaretler, hanlar, hamamlar, şifahaneler, köprüler ve her türlü kamu binasıyla altı asra yakın Balkanlar ve Doğu Avrupa, İslâm kültürünün etkisi altında kalmıştır. Son yüz yıl içinde bu eserlerin büyük kısmı tahrip edilse de hala birçok eseri, Balkan şehirlerinde görmek mümkündür. O şehirlerin en önde gelen tarihî eserleri, Osmanlı döneminde inşa edilmiş binalardır. Mesela, Selanik’e gittiğinizde Osmanlı’dan kalma bedesteni, hamamı ve günümüzde kiliseye çevrilmiş camileri görmeniz mümkündür. Ya da Filibe’ye gittiğinizde eski bir yerleşim yeri olan Nöbet Tepe’de Osmanlı’dan kalma eski Türk evlerini görebilir ve sanki kendinizi eski Üsküdar’ın sokaklarında geziyor zannedebilirsiniz. Sofya’nın en merkezî noktasındaki Banyabaşı Camii, tüm saldırılara karşı direnmiş haliyle dimdik ayaktadır. Ama biraz ilerisinde Mimar Sinan’ın Sofya’ya inşa ettiği Kara Cami’nin kilise olduğunu görünce hüzünlenirsiniz. Aynı hüznü Kavala’da günümüzde müzik evi olarak kullanılan ve bakımsız bırakılan Halil Bey Cami’ni görünce de hissedersiniz. Filibe’nin en merkezî noktasında Sultan I. Murad’ın 1365 senesinde yaptırdığı Murad Hüdavendigâr Camii’ni görünce kendinizden utanırsınız. Ecdâdımız, 7 asır önce buralara gelmiş, fethetmiş, cami yapmış, medrese yapmış, peki biz ne yapıyoruz “İ’lâ-yı Kelîmetullah” için diye kendinizi sorgularsınız. Üsküb’e gidince Türkçe konuşan Müslüman Arnavutlarla karşılaşırsınız. Onca tahribata karşı, hala ibadete açık 48 caminin mevcut olduğunu duyunca sevinirsiniz. Ayrıca şehirde hilal ile haçın mücadelesine şahit olursunuz. Üsküp’ün güneybatısındaki Vodno Dağı’nın üzerine dikilmiş olan haçı görünce, şehrin İslâm kimliğine vurulmuş bir darbe olduğu hissiyatına bürünürsünüz. Ama başınızı biraz daha kaldırdığınızda gökyüzündeki hilali görünce Aliya İzzetbegoviç’e isnad edilen şu söz aklınıza gelir: “İstediğiniz kadar dağlara haç koyun. Gökyüzüne her baktığınızda ‘Hilâl’i göreceksiniz.” Hakikaten Üsküp’teyken, dağdaki haçın hemen üstünde gündüz gözüyle hilali gördüm. O dağdaki haç yarın bir gün indirilebilir ya da eskiyip bozulup, yıkılabilir. Ama ‘Hilâl’i hiç kimse gökyüzünden silemez. Çünkü onu oraya Cenâb-ı Hak yerleştirdi.Gidip inceleme fırsatı bulamadığım ancak muhtelif vasıtalarla inceleme ve araştırma imkânı bulduğum diğer Doğu Avrupa ve Balkan şehirleri de işin içine katıldığında mühim bir hakikat ortaya çıkıyor. Bu şehirlerin aslında Edirne’den bir farkları yok. Zahiren arada sınır kapıları var ama manen ve kültürel olarak arada sınır bulunmuyor. Bunu sağlayan, bu şehirlerin yüzyıllarca temelini İslâm medeniyetinin oluşturduğu hayat ve sanat anlayışından etkilenmiş olmalarıdır. Meselâ Üsküp’teki Sultan Murad Camii’nin giriş kapısının üzerinde bazı resimler göze çarpar. Resimlerde çizilmiş olan camiler, görenlere tanıdık gelir. Dikkatli bakınca soldaki Edirne Selimiye Camii’ni, sağdaki ise Edirne Ulu Camii’ni çağrıştırır. Aslında estetik duygusunun dışında bu resimlerle anlatılmak istenen önemli bir mana bulunmaktadır. Üsküp’ün Edirne’den bir farkının olmadığı anlatılmak istenmiştir. Nasıl ki Yahya Kemal, Üsküp ile Üsküdar’ın kardeş olduğunu söylüyorsa, bu kardeşlik diğer Balkan şehirlerinde de vardır. Her şehirde İslâm sanatının en güzel örneklerine rastlanır. Camilerin, medreselerin, hanların, hamamların, köprülerin kitabeleri Türkçedir. Bu şehirlerde hala Türkçe konuşan, camilerde ibadetlerine devam eden çok sayıda dindaşımız ve soydaşımız yaşamaktadır.Sultan Yıldırım Bayezid, Niğbolu’yu fethettiğinde takvimler 1396’yı gösteriyordu. Niğbolu nerededir diye sorsak, neredeyse kimse bilmez. Hatta belki merak bile etmemişizdir. Günümüzde Bulgaristan’ın en kuzeyinde, Romanya sınırında, Tuna Nehri’nin kenarında bir kasabadır. Niğbolu’nun 10 bini geçen nüfusunun %70’i Türklerden oluşur. Şehzade Süleyman Paşa, Gelibolu’daki Çimpe Kalesini 1353’te fethetmişti. Bu fetihten sadece 43 sene sonra Osmanlılar Niğbolu’ya ulaşıp Eflak ve Boğdan’a (Romanya) kadar gelmişlerdir. Evliya Çelebi’ye göre 17. yüzyılda Niğbolu’nun nüfusu yaklaşık 20 bindi. O zamanlar Niğbolu’da 19 cuma camii, 7 mescid, 20 medrese, 3 hamam, tüccarlar için 7 han ve tek parça bir bedesten vardı. Günümüzde Niğbolu’da sadece 2 cami var. Tahribatın büyüklüğünün anlaşılması için bu sayıların verilmesi gerekiyor. Ama hala bu şehirlerde ve kasabalarda Osmanlı’nın izleri var ve bizim elde kalanlara sahip çıkmamız gerekiyor. Oradaki Müslümanlara sahip çıkmamız gerekiyor. Filibe’deki Şehabüddin Paşa Camii’nin kitabelerinin yerlerde kırık vaziyette olduğunu ve caminin bakımsız halini görünce ister istemez, bu camiyi de TİKA restore etmeli diye düşündüm. Caminin önünde misvak satan birine denk geldim. Caminin bu bakımsız halini sordum. O da TİKA’nın restore etmek için Bulgaristan’a başvurduğunu ve izin çıkmasını beklediğini söyledi. Bu cevapla biraz rahatlayarak oradan ayrıldım.

Arif Emre GÜNDÜZ 01 Ekim
Konu resmiİnsanlığın Huzuru İçin Türkiye
İnsan

Türkiye, coğrafi konumundan tarihi mirasına, kültürel bağlarından inanç dünyasındaki rolüne kadar birçok unsurla kendisini diğerlerinden ayıran bir merkezdir. Modern dünyada devletlerin kaderini tayin eden yalnızca askeri güç ya da ekonomik potansiyel değildir; kalplere nüfuz eden, güven inşa eden ve gönül bağı kuran yumuşak güç unsurları da en az bunlar kadar belirleyicidir. Türkiye bu noktada, sahip olduğu değerleriyle hem bölgesinde hem de küresel ölçekte dikkate alınan bir aktördür.Coğrafi açıdan bakıldığında, Türkiye üç kıtanın birleştiği bir kavşakta yer alır. Asya, Avrupa ve Afrika arasında bir geçit, bir köprü konumundadır. Bu stratejik mevki, tarih boyunca yalnızca orduların değil, fikirlerin, kültürlerin, ticaretin ve inançların da geçtiği bir güzergâh olmuştur. Bugün de aynı rol devam etmektedir: Türkiye, Orta Doğu’dan Balkanlar’a, Kafkasya’dan Afrika’ya uzanan geniş bir alanda söz söyleme, bağ kurma ve etki oluşturma kapasitesine sahiptir.Kültürel açıdan Türkiye, sadece kendi topraklarına sıkışmış bir ülke değildir. Osmanlı’dan devraldığı tarihi miras ve kadim medeniyet birikimi, farklı coğrafyalarda yaşayan halklarla derin bağlar kurmasına imkân sağlar. Dil, müzik, sanat ve edebiyat aracılığıyla bu bağlar yeniden üretilir. Türkçe öğrenen, Türk edebiyatına, kültürüne temas eden her insan, aslında Türkiye’nin yumuşak gücüne kapı aralamaktadır.Türkiye, İslam dünyasının önemli bir temsilcisidir. İslam’ın adalet, merhamet, yardımlaşma ve kardeşlik öğretileri, Türkiye’nin uluslararası duruşunda da kendini gösterir. Yardım faaliyetleri, göçmenlere kucak açması, kriz bölgelerine insani destek göndermesi; yalnızca bir devlet politikası değil, İslam’ın öğretilerinden beslenen bir vicdan hareketi olarak okunabilir. Mazluma sahip çıkmak, zalime karşı durmak, yalnızca siyasi değil, aynı zamanda dini bir sorumluluk şuuruyla yürütülür.Bu noktada kamu diplomasisi ve kültürel diplomasi faaliyetleri, Türkiye’nin dünya sahnesinde öne çıkan en güçlü yönlerinden biri olarak belirir. Çünkü artık küresel ilişkilerde yalnızca askerî ve ekonomik unsurlar değil; kalplere dokunan, kültürleri buluşturan ve güven inşa eden yumuşak güç araçları belirleyici olmaktadır.Türkiye, yurt dışında açtığı eğitim programları, verdiği burslar, kurduğu kültür merkezleri ve düzenlediği sanat etkinlikleriyle aslında sessiz fakat derin bir etki alanı oluşturuyor. Bu çalışmalar sayesinde Türkiye, farklı coğrafyalardan gelen gençleri yalnızca kendi üniversitelerinde misafir etmiyor; onlara yeni bir bakış açısı, dostluklar ve hayat boyu sürecek aidiyet bağı da kazandırıyor. Burada alınan diploma, ileride sadece mesleki ünvan değil, aynı zamanda “Türkiye hatırası” olarak kalıyor. Bu da yıllar sonra o kişilerin ülkelerinde Türkiye’nin gönüllü elçileri olmasına zemin hazırlıyor.Kültür merkezleri ve sanat faaliyetleri ise Türkiye’nin hikâyesini farklı dillere, farklı renklere tercüme ediyor. Türkçeyi öğrenen bir yabancı, yalnızca kelime hazinesini değil, Türk toplumunun dünyaya bakışını, değerlerini ve tarihini de öğreniyor. Bir sergide tanıtılan geleneksel sanat, bir konserde icra edilen Türk müziği, bir tiyatro sahnesinde hayat bulan edebî eser; Türkiye’nin çok yönlü kimliğini insanlara doğrudan ulaştırıyor. Yardım kuruluşlarının dünyanın en ücra köşelerine ulaştırdığı destek ise bu tablonun en insani boyutunu oluşturuyor. Çünkü oralara sadece yardım paketi, çadır, ilaç ya da ekmek ulaştırılmıyor; aynı zamanda vicdanın sesi, merhametin dokunuşu taşınıyor. Afrika’da açılan bir su kuyusu, o bölgedeki insanların yalnızca susuzluğunu gidermiyor; aynı zamanda “sizi unutmadık, sizin derdiniz bizim derdimizdir” mesajını veriyor. Güney Asya’da kurulan hastane, hasta bedenleri iyileştirmekle kalmıyor; güven duygusunu da yeniden inşa ediyor. Balkanlar’da restore edilen cami, sadece taşları yenilemiyor; ortak tarihin, kardeşliğin ve birlikte yaşama iradesinin yeniden canlanmasına vesile oluyor. Bir afet bölgesinde kurulan çadır kent, yıkıntılar arasında hayatta kalmaya çalışan insanların umudunu diri tutuyor, onlara yalnız olmadıklarını hissettiriyor.Bütün bu örnekler, Türkiye’nin dünyayla kurduğu ilişkinin sadece maddi değil, aynı zamanda derin manevi bir boyutu olduğunu da gösteriyor. Çünkü bu faaliyetler, resmî belgelerle ya da diplomatik toplantılarda sarf edilen cümlelerle değil; doğrudan insanların gündelik hayatına dokunan somut bir hakikat üzerinden karşılık buluyor. Çocuğuna ilaç bulan annenin duasında, susuzluğunu gideren köylünün tebessümünde, harabeye dönmüş şehirde yeniden ayağa kalkan insanların umut dolu bakışlarında Türkiye’nin adı yankılanıyor.Bu yüzden Türkiye’nin insani yardımları yalnızca dış politika enstrümanı olarak görülmemeli; aynı zamanda vicdan diplomasisi olarak okunmalıdır. Çünkü mazluma dokunmak, çaresizin elinden tutmak, ihtiyaç sahibine uzanmak, medeniyet anlayışının ve inanç kültürünün doğrudan yansımasıdır. Bu yardımlar, stratejik hesapların ötesinde bir şey söyler: Türkiye, yalnızca kendi çıkarı için değil, insanlığın huzuru ve onuru için vardır. Ve bu söz, kâğıtlara yazılan ifade değil; dünyanın farklı köşelerinde yaşayan milyonlarca insanın hayatına sinmiş canlı bir hakikattir.Bütün bu faaliyetler, günbegün Türkiye’yi yalnızca bölgesel aktör olarak değil, küresel ölçekte güven duyulan ve sevgiyle anılan ülke konumuna yükseltiyor. Çünkü bu tür yumuşak güç uygulamaları, devletlerarası ilişkilerde kimi zaman diplomatik masalarda aşılamayan engelleri ortadan kaldırıyor; halkların kalbine dokunarak güveni ve dostluğu tesis ediyor. Türkiye’nin modern dünyadaki farkı da tam burada ortaya çıkıyor: Sert gücün ötesine geçerek kalıcı gönül coğrafyası inşa etmek.Neden mi Türkiye? Çünkü Türkiye, stratejik ve coğrafi konumuyla bir kavşaktır; kültürel mirasıyla ortak hafızaları besleyen bir kaynaktır; İslam’dan aldığı ilhamla dünyaya vicdanî söz söyleyen bir merkezdir. Ve bütün bu unsurlar, yumuşak güç politikaları sayesinde modern dünyanın sert ve soğuk siyasetini aşarak insan kalbine dokunan bir etkiye dönüşür. İşte bu yüzden, Türkiye’nin varlığı sadece haritalarda değil; gönüllerde, hafızalarda ve umutlarda da yerini alır.

Meryem Karadayı 01 Ekim
Konu resmiRisale-i Nur’un “Neden Türkiye?” Sorusundaki Yeri ve Değeri
Risale-i Nur

Kimi coğrafyalar vardır ki, kaderde onlara adeta özel bir vazife yüklemiştir. Türkiye de bu müstesna beldelerin başında gelir. Çünkü Anadolu, yüzyıllar boyunca sadece bir ülkenin sınırlarını değil; bütün bir ümmetin istikametini, geleceğini ve kaderini belirlemiştir.Bu topraklar, İslam dünyasının kalbi gibi atmış; İstanbul, Mekke ve Medine’nin koruyucusu, Kudüs’ün emin kapısı, Balkanlar’ın ve Afrika’nın adalet sığınağı olmuştur. Topkapı sarayının giriş kapısına “Ye’vî ileyhi külli mazlûmîn” yani “zulme uğrayan herkes ona sığınır” yazan Osmanlı, altı asır boyunca üç kıtada İslam’ın sancaktarlığını yapmış; mazlum milletlerin umudu, zalimlerin korkulu rüyası olmuştur. İstanbul’dan Mekke’ye, Kudüs’ten Balkanlara kadar geniş bir coğrafyaya yön veren bu merkez, sadece siyasî bir güç değil, aynı zamanda manevî bir rehberdi. Anadolu, coğrafî bir köprü olmanın ötesinde, İslam dünyasının hafızası, kalbi ve ruhu yani hilafetin merkezi olmuştur.Bu tarihî miras, Risale-i Nur’un bu topraklarda telif edilmesinin basit bir tesadüf değil; kaderin hikmetli bir tecellisi olduğunu gösterir. Hilafet makamının zahiren suskunlu­ğa büründüğü bir dönemde, Anadolu’da Kur’an’ın manevî tefsiri konuşmuş, bütün kalplere hitap etmiştir. İslam’ın siyasî temsilinde kesinti/kopuş yaşanmış gibi görünse de manevî temsil Risale-i Nur vasıtasıyla devam etmiştir. Bu eserlerin Anadolu’da doğması, bu toprakların tarihî vazifesinin yeni bir safhası olarak okunabilir.Anadolu’nun FütuhatıCumhuriyetin ilk yıllarında Anadolu, amansız fırtınaların içine düşmüştü. Kuzeyden ve Batı’dan esen dinsizlik rüzgârları iman köklerini söküp atmaya yönelmişti. Komünizm, pozitivizm ve materyalizm, akıl ve kalpleri esir almak için dört yandan hücum ediyordu. Din dersleri kaldırıldı, camiler kapatıldı, dini semboller yasaklandı. Hasılı, bu milletin ruhunu ayakta tutan bütün sütunlar yıkılmak istenmişti.Tam bu anda Risale-i Nur’un hakikatleri bir diriliş nefesi gibi imdada yetişti. Sönmeye yüz tutmuş iman ışığını yeniden alevlendirdi. Baskılar arttıkça, Risale-i Nur’daki iman nuru daha da görünür oldu. Zulüm karardıkça hakikat daha parlak göründü. Bu eserler, bir sefîne-i Nûh gibi bu imansızlık tufanında insanlara sığınak ve selamet sahili oldu.Milaslı Halil İbrahim’in dediği gibi Risale-i Nur, bir şecere-i nûraniye yani nurlu bir ağaç gibidir. Kökü Kur’an’da, dalları dünyanın dört bir yanına ışık saçar. Karanlık gecede yıldızlar nasıl yol gösterirse, Risale-i Nur da öyle rehberlik eder. Bahar -Allah’ın izniyle- ölü toprağı nasıl diriltirse, Risale-i Nur da küfrün kararttığı gönüllere öylece yeniden hayat verir.Bu fütuhat sadece şahsi bir imani diriliş değildi. Anadolu’nun kimliği de bu hakikatlerle korundu. Milletin ruh kökleri yeniden yeşerdi; imanıyla dirilen insan, aynı zamanda geleceğini de inşa etmeye başladı. Çünkü hakikat, insana Rabbini tanıtmakla birlikte; hayata yön verir, toplumu ihya eder. Risale-i Nur insanı haksızlıktan hakka, esfel-i sâfilînden a‘lâ-yı illiyyîne yükseltti. Kalpler iman dersleriyle aydınlanınca, Anadolu da yeniden doğdu.Üstelik Risale-i Nur, yalnız iman esaslarını izah etmekle kalmadı; koruduğu ve taşıdığı kelimelerle kültürel kopuşu da engelledi. Hatt-ı Kur’an’ın muhafazasıyla geçmişle bağ kurdu, Osmanlı’dan Cumhuriyet’e uzanan irfan zincirini koparmadı. Yaşanmışlığın içinden geldiği için, kendi döneminin meselelerine ışık tuttu. Dünyayı okuyan müellifinin yaklaşımı, Kur’an’ın da metodu olan din ilimleri ile fen ilimlerini mezceden bir anlayışı ortaya koydu; böylece eğitim alanındaki en büyük tıkanıklıklardan birini giderecek kapı aralanmış oldu. Risale-i Nur, asıldan kopmayan ama dünyayı da tanıyan bir perspektif sundu; geçmişten aldığı kökleri geleceğe taşıdı, bugünü aydınlatacak bir istikamet çizdi.Asr-ı Saadetle TevafukRisale-i Nur’un telif süreci, birçok yönden Asr-ı Saadet’i andırır. Kur’an-ı Kerîm, yirmi üç senede nâzil olup cahiliye toplumunu imanla ihya etmişti. Risale-i Nur da Kur’an’dan aldığı ilham ve Kur’an’ın hakikatlerini asrın idrakine sunan bir yaklaşımla yaklaşık yirmi üç senede, en ağır baskıların ve zulümlerin ortasında telif edilmiş; buna rağmen milyonların imanının yeniden canlanmasına vesile olmuştur.Bu tevafuk yalnız zaman açısından değil, tarz ve netice bakımından da dikkat çekicidir. Asr-ı Saadet’te Kur’an, putları yıkıp insanı kölelikten hürriyete çıkarırken; Risale-i Nur da asrımızda -biiznillah- materyalizmin ve pozitivizmin putlarını yıkmış, gönülleri iman hakikatleriyle nurlandırmıştır.En dikkat çekici nokta, bu hizmetin hiçbir resmî kurumun, siyasî otoritenin veya güçlü matbaanın desteği olmadan gerçekleşmiş olmasıdır. Risaleler, çocukların saf ve temiz kalemleriyle, gençlerin heyecanıyla, ihtiyarların titrek ama kudretli elleriyle çoğaltılmıştır. Bir “iman seferberliği” halinde, uykusuz gecelerde gözyaşlarıyla yazılmıştır. Binlerce sahife el yazısıyla çoğaltılmış, yüz binlerle insan bu dersleri büyük bir ihtiyaç ve aşkla okumuştur. Hilafet Merkezinin Vazifesi ve Coğrafyanın HikmetiRisale-i Nur’un Anadolu’da telif edilmesi, sadece dönem şartlarıyla açıklanamaz. Bu, hilafet merkezinin asırlardır taşıdığı vazifeyle de ilgilidir. İstanbul, yüzyıllar boyunca ümmetin kalbi olmuş; Mekke ve Medine’ye muhafız, Kudüs’e emin, Balkanlar’a ve Af­ri­ka’ya adalet taşıyan bir merkez konumunda bulunmuştur. Dolayısıyla bu topraklarda doğan her hakikat hareketi, yalnız bir millete değil, bütün ümmete mâl olmuştur.Anadolu’nun coğrafî konumu da bunu des­tekler. Anadolu, üç kıtanın kavşağında, do­ğu ile batının, kuzey ile güneyin birleştiği bir köprüdür. Kim bu topraklara sahip olmuşsa, dünyanın yönünü de tayin etmiştir. Bu sebeple Anadolu, İslamlaştıktan sonra, Batı’dan gelen dinsizlik rüzgârlarına karşı bir siper, Doğu’ya açılan bir kapı olmuştur. Böyle bir yerde iman hareketinin filizlenmesi, yalnız Türkiye’yi değil, bütün dünyayı etkileyecek bir fütuhatın başlangıcıdır.Kur’an’ın tarihî seyri de bunu teyit eder. Nerede küfür cereyanı zuhur etmişse, Kur’an orada nurlu kılıcını çekmiştir. Abbasîler döneminde Yunan felsefesiyle mücadele eden İmam-ı Gazâlî, Hindistan’da materyalist fikirlere karşı İmam-ı Rabbânî, Osmanlı’nın son döneminde pozitivizme karşı Bediüzzaman Said Nursî aynı vazifeyle tavzif edilmiş, şark-ı şimâlîden doğan dinsizlik cereyanına karşı Risale-i Nur semavî bir kılıç olarak ortaya çıkmıştır.Hilafet merkezinin zahiren suskunluğa büründüğü bir dönemde, Kur’an’ın manevî tefsiri bu topraklardan yükselmiş, kalpleri muhafaza etmiş, istikbale ümit taşımıştır. Anadolu, siyasî hilafetin sönmesine rağmen, manevî hilafetin yeniden parladığı merkez olmuştur.Küresel Etki ve İttihad-ı İslamRisale-i Nur’un fütuhatı Anadolu ile sınırlı kalmamıştır. Asya, Afrika, Avrupa ve Ame­rika’da okunmuş; gönülleri diriltmiştir. Bu eserler, Hristiyan dünyasını bile İslam’la ittihada davet etmiş, Katolik ve Protestan misyonerlerini uyarmıştır. Finlandiya, İsveç, Norveç gibi ülkelerde Kur’an’a yönelişe vesile olmuş, dinsizlik cereyanına karşı bir nevi ittihada destek sağlamıştır.Bediüzzaman, İkinci Dünya Harbi sonrası insanlığın hâlini şöyle tasvir eder:“Nev‘-i beşerin bu son harb-i umûmîde eşedd-i zulmü ve istibdâdı ile… medeniyet fantaziyelerinin aldatıcı yüzünün görülmesiyle; elbette hiç şüphe yok ki, şimâlde, garbda ve Amerika’da emareleri göründüğü üzere, nev‘-i beşer hayat-ı bâkiyeyi bütün kuvvetiyle arayacaktır.”İnsanlık, savaşların ve yıkımların ardından dünyevî ideolojilerin aldatıcı yüzünü görmüş; fıtratındaki ebed arzusu kabarmıştır. Artık hakikî kurtuluşun yalnızca Kur’an ve iman hakikatlerinde bulunduğu anlaşılmıştır. Kur’an’ın benzeri yoktur, hiçbir kitap onun yerini tutamaz. Bu yüzden:“İsveç, Norveç, Finlandiya ve İngiltere’nin Kur’an’ın kabulüne çalışan hatipleri ve dîn-i hakkı arayan Amerika’nın ehemmiyetli cemiyetleri, Kur’an’ı arayacak; hakikatlerini anladıktan sonra ruh u canlarıyla sarılacaklardır.”Risale-i Nur bu noktada yalnız Anadolu’nun imanını koruyan bir sefîne-i Nûh değil; ümmetin ittihadına ve insanlığın Kur’an hakikatine yönelmesine vesile olan evrensel bir tefsir olarak kendini göstermiştir.Baharın Müjdesi ve SonuçRisale-i Nur’un Anadolu’da ektiği tohumlar kısa zamanda filiz vermiştir. Dini gazetelerin çıkmasına, Kur’an kurslarının açılmasına zemin hazırlamış; milyonlarca masumun imanını kurtarmıştır. Bahar ölü toprağı nasıl diriltirse, Risale-i Nur da gönülleri diriltmiştir.“Neden Türkiye?” sorusunun cevabı burada saklıdır. Çünkü Türkiye, hilafetin merkezi olmuş, ümmetin kalbi hükmünde bulunmuş, doğu ile batı arasında iman seddidir. Risale-i Nur’un bu topraklarda telif edilmesi, Anadolu’nun tarihî ve coğrafî misyonunun bir devamıdır. Bu eserler, yalnız Türkiye’yi değil; bütün insanlığı dinsizlik cereyanlarına karşı koruyan bir sefîne-i Nûh, bir Zülfikar ve bir nefes olmuştur.İstikbalin inşasında Risale-i Nur, Ana­do­lu’dan yükselen bir diriliş hareketi olarak yalnız bu topraklara değil, bütün beşeriyete rehberlik etmektedir.

Metin UÇAR 01 Ekim
Konu resmiTaş Köprülerin Öte Yakası: Balkanlar
Kültür ve Medeniyet

Atalar sözüdür: Dağ dağa kavuşmaz, insan insana kavuşur. Bu yazı bir vuslatın semeresi… Tarih, medeniyet, ecdat ve evlad-ı Fatihân ile kavuşmanın… Bir siyasi haritanın gösterdiği sınırlar vardır bir de gönül coğrafyası… Türkiye’nin gönül coğrafyası ve etki sahası sahip olduğu sınırların çok ötesinde, bu bir gerçek. Gönül coğrafyasının sınırlarını nehirler, denizler, sarp dağlar belirlemez. Yüzyıllar ötesinden gelen samimi, sahici bir kardeşliktir sınırları çizen. Karakurum, Sarı Özek bozkırı, Hazar, Vardar, Mostar, Necid Çölü, Aral Gölü bu engin coğrafyaya dahildir. Tiflis ile Bitlis kardeştir nazarımızda, Bağdat ile İslamabad arasındaki mesafe kardeşliğe mâni değildir. Kudüs bizimdir, bizdendir, bizledir. Balkanlar da bu coğrafyada müstesna bir yere sahiptir.Meriç ve ÖtesiMeriç nehrinin üzerindeki köprünün daha yarısını geçer geçmez pek çok şey birdenbire değişir. Ay yıldızlı bayrağı göremezsiniz; tabelalar, konuşulan dil yabancıdır. Ecdat yadigarı olan camiler ıssız, minareler sessiz, mezar taşlarının boynu büküktür. Hâl böyle olsa da camiler, kabristanlar, kubbeler Meriç’in öte yakasının aslında kime ait olduğunun delilidir.Dedeağaç, Gümülcine, İskeçe… Osmanlı bakiyesi bu şehirler ve civarındaki köyler Türk nüfusun yoğun yaşadığı yerler. Ana­dolu’dan gelen selamı baş tacı yapan, misafirleri bize hiç de yabancı olmayan bir sıcaklık ile bağrına basan samimi yüzler… Dertliler elbette. Yunan hükümetinin uluslararası hukuku çiğnemesinden, azınlık olarak yaşayan halkı görmezden gelmesinden, kendi müftülerini bile seçmelerine izin verilmemesinden, ağır vergilerden dertliler. Haklılık payları var. Batı Trakya’da gözle görülür bir geri bırakılmışlık kendini hissettiriyor. Yollar yamalı, tabelalar devrik, tüneller karanlık… Ancak Türkiye’nin güçlü olması onlara kendilerini iyi hissettiriyor. “Türkiye öksürse biz hasta oluyoruz.” düşüncesi hâkim. Kaybolan Şehir: ÜsküpYönümüzü kuzeye çevirip Üsküp’e yol alıyoruz. Üsküp… Yahya Kemal’in “Kaybolan Şehir” olarak bize anlattığı Üsküp… Onun ifadesiyle “Yıldırım Bayazıd Han’ın diyarı, evlad-ı fatihâna onun yadigarı… Firuze kubbelerle bizim şehrimizdi o; yalnız bizimdi, çehre ve rûhiyle biz’di o.” İslamlaşmak cihetinde İstanbul’dan daha kıdemlidir Üsküp. Bugün Kuzey Ma­ke­don­ya’nın başkenti olan şehir, Balkanların tarihi en eski ve hareketli şehirlerinden… Uzaklardaki Anadolu’dur Üsküp. Sınırdan geçerken pasaport polisi ile Türkçe konuşuyor olmak şaşırtır sizi: - Nereye gidiyırsın?- Üsküp’e-Aaydi bakalım… Bu şaşkınlık şehirde dolaşmaya başlayınca yüzünüzde tebessüme dönüşür. Zira halk arasında Türkçe konuşanlara rastlamak sıradan bir vakadır. Türkçe İslam’ın dili olmuş bu topraklarda, öyle anlaşılıyor. “Türkçe biliyor musun?” sorusuna “elhamdülillah” diye cevap verilmesi bundandır. İslam’ın bayraktarı, kılıcı olan ceddimiz şükür vesilesi dillerde. Bugün Kuzey Makedonya’nın çoğunluğu Makedonca konuşan, Kiril alfabesi kullanan Makedonlara ait. Bunların önemli bir kısmı Ortodoks Hristiyan elbette. İkinci olarak Arnavutlar çoğunlukta ve elbette Türkler… Makedon hükümeti kendilerini Avrupa medeniyetinin bir parçası, büyük İskender’in torunları olarak görüyor ve gösteriyor. Bu sebeple Üsküp’ün meydanı devasa heykellerle doldurulmuş. Öyle ki Osmanlı eserleri bu heykellerin gölgesinde kalmış. İskender Meydan’ı tarihî bir taş köprü ile Türk çarşısına bağlanmış, Türk çarşısından ayrılmış desek daha doğru olacak galiba. Doğu ile Batı medeniyetinin ayrımı gibi keskin bir ayrım. Fatih Sultan Mehmed’in üzerinde namaz kıldığı rivayet edilen Vardar Irmağı’nın üstüne kurulu tarihî taş köprü Yahya Kemal’in bahsettiği firuze kubbelere, halveti tekkelere, billur şadırvanlara, sıcak ve samimi yüzlerin mesken tuttuğu çarşıya götürüyor ziyaretçilerini. Safranbolu’ya gelmiş, Cumalıkızık’a yolunuz düşmüş, Amasya’dan geçiyormuş hissi sizde uyanıyor. Revaklar, cumbalar, taş sokaklar, ahşap kapılar, külahları ve alemleriyle bize tanış olan minareler… Davut Paşa Hamamı, Murat Paşa Camisi, saat kulesi ile tam bir Osmanlı çarşısı. Tatlı satan tatlı yüzlü, yaşlı bir teyze dükkanını Türk bayrakları ve Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın resimleriyle süslemiş. “Neden?” diye soranlara “Bilmez misiniz, Türkiye onunla gücüne güç kattı.” cevabını veriyor. Kendilerini öz be öz Osmanlı torunu olarak tanımlayan insanlarla oturup halleştiğinizde uzun zamandır tanışıyormuşsunuz gibi hissediyorsunuz. Fethettikleri yerleri sömürmeyen, köprüler kuran bir medeniyetten bahsediyoruz. Önce gönüllere kurulan manevi köprüler ve sonra üstünden inanan-inanmayan, insan-hayvan herkesin geçtiği/geçeceği taş köprüler... Çünkü insana “ya dinde kardeş veya yaratılışta eş” olarak bakmışlar. Balkanların İslamlaşmasında çok mühim gayretleri olan Sarı Saltuk Gazi’nin açtığı yolda yürümüşler. Alp ve eren olmuş her biri. Yeri geldiğinde gaza etmiş, yeri geldiğinde mahzun gönülleri şenlendirmişler. Öyle bir çizgide yürümüşler ki hem Müslümanların hem de Hristiyanların gönlünde taht kurmuşlar.Üsküp’te, Ohri’de, Kalkandelen’de tasavvuf-tekke hayatı hâlâ canlı. Sabah ve yatsı namazlarından sonra zikir halkaları kuruluyor. Evrad ve ezkar okunuyor, dualar ediliyor âlem-i İslam’ın birliği ve dirliği için. Yüzyıllarca zâkirlerin zikrine ev sahipliği yapan tekkelerdeki maneviyat iliklerde hissediliyor. El-fatiha diye sırlanınca meclis, o beldelerden geçenlerin ruhlarına hediyeler gönderiliyor.Tasavvuf hayatı gibi merkezi Türkiye’de olan Sivil Toplum Kuruluşları da ciddi faaliyetler gerçekleştiriyor. Bunlardan birisi de Hayrat Vakfı. Özellikle Kuzey Makedonya’da Üsküp, İştip gibi şehirlerde çok güzel hizmetlere vesile oluyor. Hayrât Balkan İlim, Kültür ve San’at Vakfı 2015 yılından bu yana Kuzey Makedonya merkezli Balkan coğrafyasında millî ve manevî değerlerimizi esas alarak eğitim, kültür, sanat ve insani yardım alanlarında faaliyet göstermekte. Yaz kursları, üniversite öğrencilerine yönelik çalışmalar, Yunus Emre Enstitüsü ile yapılan protokol kapsamında Osmanlıca kursları gibi pek çok faaliyeti yürütmekte. Hayrat İnsani Yardım da Üsküp’te yetim çocukların hamiliğini üstlenerek hayırseverlerin emanetlerini yerlerine ulaştırıyor. Meşhed-i Hüdavendigar Diyarı KosovaÜsküp’ten kuzeye doğru yaklaşık yüz kilometre yol aldığınızda Kosova’ya ulaşıyorsunuz. Yaşı müsait olanlar Yugoslavya’yı hatırlayacaktır. 90’larda Yugoslavya Sosyalist Federal Cumhuriyeti’nin dağılması ile Bosna-Hersek, Sırbistan, Hırvatistan, Kuzey Makedonya, Karadağ, Slovenya devletleri kuruldu. Bunlara son olarak Kosova eklendi. Acılı ve kanlı bir süreçti. 1995’te bağımsızlık hareketi sonrası Kosova’ya giren Sırp ordusu çoluk çocuk demeden büyük katliamlar yaptı. Camiler silah deposu olarak kullanıldı ve tarihi camilerin pek çoğu da Sırpların saldırılarında büyük hasarlar aldı. 2008’de bağımsızlık kazanan Kosova’nın uluslararası tanınırlık konusunda sıkıntıları devam etse de bugün pek çok devlet tarafından resmî olarak tanınmış durumda. Yaralarını sarmış ayağa kalkmaya hazırlanıyor. En büyük sıkıntısı genç nüfusun ülkede durmayıp gitmesi. Halbuki el birliği ile ayağa kaldırılmaya ihtiyacı var. Başkent Priştine’den 6 km uzaklaştığınızda Sultan I. Murad Han’ın huzuruna varıyorsunuz. Meşhed-i Hüdavendigar. Kosova Meydan Muharebesi’nin yapıldığı ve Sultan I. Murad Han’ın bir Sırplı tarafından hileyle şehit edildiği yer… İç organlarını Kosova’da bırakarak Bursa’da istirahata çekilen Sultan Murad Han bu iki şehri böylece birbirine kardeş yapmış. Ruhu şad, mekânı cennet ola. Türbede sizi beli bükülmüş bir Osmanlı kadını karşılıyor: Saniye teyze. Sultan Murad Han Hakk’a yürüdükten ve başına bir türbe dikildikten sonra Saniye teyzenin ecdadı türbedarlık yapmış tam beş yüz yıl boyunca. Türbenin yanı başında mütevazı bir evde yalnız yaşıyor. Bükülmüş beline ve ilerlemiş yaşına rağmen türbeye gözü gibi bakıyor Saniye teyze. Gelen misafirlere bıkmadan usanmadan anlatıyor, gençlerin ziyareti onu ziyadesiyle memnun ediyor. Kendisinden sonra türbedarlık geleneğinin sona ereceğinden endişeli. Ama daha güzel günlerin geleceğinden de umutlu. “Türkiye buraları sahipsiz bırakmıyor, TİKA her yere yetişiyor elhamdülillah.” diyerek sevinicini paylaşıyor. Bir Kalkınma ve Dayanışma Köprüsü: TİKATürkiye’nin etkisini TİKA imzasıyla çok yerde görebilmeniz mümkün. Bu yerlerden birisi de Prizren. Priştine’nin güneyinde yer alan Prizren mimarisiyle tam bir Osmanlı şehri. Yine bir taş köprü üzerinden geçerek ulaştığınız şadırvan meydanı Nasrullah Meydanı kadar aşina geliyor. Sırpların tahrip ettiği Sinan Paşa Camisi TİKA tarafından restore edilerek ibadete açılmış. Üsküp’te yıkılmış/yıkılmaya yüz tutmuş camilerin ihyasında; tarihî tekkelerin, hamamların onarımında TİKA imzasına rastlıyorsunuz. Temizlik giderlerinden personel teminine kadar ne ihtiyaç varsa can suyu olmuş TİKA’mız. Resne’nin bir köyünden geçerken olmadık bir yerde küçük bir camide TİKA’ya rastlamanız mümkün. Görüldüğü kadarıyla sadece tarihi eserlerle sınırlı değil faaliyetler. Eğitim, sağlık, tarım, hayvancılık, kalkınma, altyapıların güçlendirilmesi gibi yüzlerce projede TİKA’yı görüyorsunuz. Okulların tamiratı, seracılığın geliştirilmesi, arıcılık kursları gibi saymakla bitmeyecek alanlarda faaliyetler yapılıyor. Bunlar yapılırken tıpkı ecdadımız gibi dil, din, ırk ayrımı yapılmaksızın hizmet şuuruyla hareket ediliyor.Elhasıl, gündelik tartışmalardan sıyrılıp “büyük resme” bakıldığında Türkiye’nin potansiyelini fark etmek mümkün. Bize düşen bunu ortaya çıkarmak. Başarmanın şahsi bir tercih veya eylem olmadığının farkına varmak. Böyle bir dünyada ve coğrafyada yaşarken, insanların gözü kulağı üzerimizdeyken, Türkiye hâlâ dünyanın farklı köşelerindeki Müslümanlar için umutken tembellik, tenperverlik ve rahata düşkünlüğe yer yoktur; olmamalıdır. Vesselam…

Tarık ÇELİK 01 Ekim
Konu resmiKudüs Bizimdir… Bizim Kudüs’ümüz Tüm İnsanlığındır
Tarih

Soykırımcı Netenyahu, 17 Eylül 2025 tarihinde yaptığı konuşmasında, Türkiye’den Siloam yazıtının istendiği ancak Türkiye’nin vermediğinden bahsetmiş, konuşmasının devamında da “Kudüs bizim şehrimiz. Sayın Erdoğan, bu sizin şehriniz değil. Her zaman bizim şehrimiz olacak” demiştir. Bu konuşması ve ifadesiyle; uyguladığı soykırım ve işgalin karşısında duranların ve durdurmaya çalışanların bir mümessili olarak Türkiye ve Cumhurbaşkanı Erdoğan’ı gördüğünü ve kabul ettiğini de izhar etmiş oldu. Bununla birlikte hem Türkiye’yi hem de Cumhurbaşkanı Erdoğan’ı hedef aldı. Bu sözleriyle aynı zamanda Kudüs’ü soykırımcılara ait olarak görmeyen kim varsa onlara da yine Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın şahsında meydan okudu. Kudüs’ün sadece kendilerine ait olduğunu ileri sürerek, Kudüs’ün hiç de hak etmediği şekilde, Kudüs’ün aidiyetini eli kanlı soykırımcılara indirgedi. Soykırım sürecinde kullandığı bu ifadelerle, soykırım yapılarak Kudüs’e sahip olunacağı zan ve yanılgısına kapıldığını da göstermiş oldu.Oysa ki….__________________________________Her bir Müslüman son nefesini verene kadar, ta ki kıyamete kadar, Kudüs Bizimdir... Biz de Kudüs’ün... Kudüs Bizimdir…Çünkü “Bir gece, kendisine bazı ayetlerimizi gösterelim diye, kulunu Mescid-i Haram’dan, çevresini mübarek kıldığımız Mescid-i Aksâ’ya götüren Allah, eksikliklerden münezzehtir. O, gerçekten her şeyi işitmekte ve görmektedir.” (İsra/1) Kudüs Bizimdir. Çünkü bu ayeti inzal eden, bu beldeyi ayetleriyle müşerref eden Allah’a (CC) iman ediyoruz.Kudüs Bizimdir…Çünkü “Yolculuk ancak şu üç Mescitten birisine ibadet için olur. Benim şu Mescidime, Mes-cid-i Haram’a ve Mescid-i Aksa’ya” demiştir, Efendimiz (sav).Kudüs Bizimdir. Çünkü, Kudüs’e yol veren Efendimiz’in ümmetiyiz. Kudüs Bizimdir…Çünkü “(Ey Habibim!) Yüzünün göğe çevrilip durduğunu muhakkak görüyoruz. Artık seni, hoşnûd olacağın bir kıbleye elbette döndüreceğiz; bundan sonra yüzünü Mescid-i Haram tarafına (Kâbe’ye) çevir! (Ey müminler!) O hâlde (siz de) nerede olsanız, artık (namazda) yüzünüzü onun tarafına çevirin! Hem doğrusu o kendilerine kitab verilenler, şübhesiz bunun Rablerinden (gelen) hak olduğunu gerçekten biliyorlar. Allah ise, (onların) yapmakta olduklarından gafil değildir.” (Bakara 144)Ayet-i Kerimesi nüzul edene kadar Müslümanların ilk kıblesidir. Kudüs Bizimdir. Çünkü kalbimizin bir yönü ilk kıblemize dönüktür.Kudüs Bizimdir. Çünkü Nuri Pakdil’in ifadeleriyle “Kalbimizin yarısı Mekke’dir, yarısı Medine’dir, üzerinde bir tül gibi Kudüs vardır.”Kudüs Bizimdir….__________________________________“Tarihler 638 yılını gösterdiğinde Hz. Ömer Kudüs’e girmiş ve patrik Sophronios’un refakatinde şehri dolaşmış, kendisine namaz kılmak için yer gösterilmesini istemiş, kendisi Kutsal Mezarlık Kilisesi’ne götürülmüş, ancak Hz. Ömer, kilisenin bahçesinde namaz kılmayı tercih etmiştir. Kudüs halkı bizzat Hz. Ömer’in imzalayacağı bir teminat talep etmişlerdir.Kudüs Bizimdir.Ve bizim Kudüs’ümüzde Hz. Ömer’in teminatı vardır: “Rahman ve Rahim olan Allah’ın adıyla! Allah’ın kulu, müminlerin emiri Ömer tarafından lliya (Kudüs) halkına verilen emandır: Halife bu emanı, onların canları, malları, kiliseleri, haçları, hastaları, sağlamları ve diğer dindaşları için vermiştir. 1- Kiliselerde oturulmayacaktır: Bu kiliseler ve müştemilatı ile onların haçları ve malları yıkılmayacak ve azaltılmayacaktır. 2- Dinlerinden dolayı rahatsız edilmeyecekler ve onlardan birisi zarar görmeyecektir…”Kudüs Bizimdir… Çünkü Bizim Kudüs’ümüz Hz. Ömer’in Kudüs’üdür. Hz. Ömer’in Kudüs’ü herkesin Kudüs’üdür. __________________________________Emeviler, Abbasiler, Tolunoğulları, Akşitler Fatimiler, Selçuklular, Fatımiler,1099’a kadar Kudüs Bizimdir…__________________________________Tarihler 1095 yılını gösterdiğinde Papa II. Urben, Fransa’nın Klermon şehrinde top­lanan konsilde bütün Hristiyanları Müs­­lü­­man­­larla savaşmaya çağırmış, savaşa ka­­­tı­­­lan­­­ların günahlarının bağışlanacağını söy­­­­­­le­­­­miş­tir. Papaz Lermit elinde Haçla ne­re­­dey­­se bü­tün Avrupa’yı dolaşmış, 100 bin ki­şi­lik bir haçlı ordusu toplamayı başarmıştır. Haçlı­ların bu seferi Selçuklu Sultanı I. Kı­lıç Arslan’ın kardeşi Davud tarafından durdurulmuştur. Anadolu Kudüs’ün seddidir.Kudüs Bizimdir…Çünkü; Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın ifadesiyle biz bu coğrafyada ev sahibiyiz. Dün olduğu gibi bugün de Anadolu’dayız. Ve Kudüs’ün seddiyiz__________________________________Tarihler 1096’yı gösterdiğinde Alman, İngiliz, Norman ve Belçikalılardan meydana gelen, 600 bin kişiden oluşan büyük bir Haçlı ordusu, İstanbul’da toplanarak harekete geçmiştir. Anadolu halkının, I. Kılıç Arslan’ın mukavemetine rağmen çok kalabalık oldukları için ilerleyebilmişlerdir. Ancak Kudüs önlerine geldiklerinde sayıları 50 bin kişi kalmıştır.... ve 1099’da Antakya’dan sonra 15 Temmuz günü Kudüs’ü ele geçirmişlerdir.Anadolu düşmeden Kudüs düşmez…Kudüs Bizimdir…Çünkü bu defa 15 Temmuz 2016’da Anado­lu düşmemiştir. Anadolu dimdik ayaktadır. Çanakkale’den 15 Temmuz’a kadar olan bütün süreçlerde Anadolu geçilememiştir.Son yüzyıldır, tüm saldırı ve kumpaslara karşın kendi bölgesinde işgal, yıkım, toprak kaybı yaşamayan, her türlü badireleri aşarak bu güne gelen yegâne ülke Türkiye’dir. Kudüs BizimdirÇünkü Anadolu Düşmedi. Kudüs de düşmeyecektir.__________________________________Hz. Ömer’in teminatına, adaletine sığınan, Hz. Ömer’e itimat eden, kendilerine eman verilen, kiliselerine ve ibadethanelerine, canlarına, mallarına dokunulmayacağı beyan edilen Hristiyanlar, Kudüs’ü ele geçirdikten sonra Müslüman ve Yahudi herkese ilişmişlerdir.Bütün Müslümanları öldürmüş olsalar da, 70 bin insanı kadın çoluk, çocuk demeden öldürmüş olsalar da, yakaladıkları hiçbir kimseyi sağ bırakmamış olsalar da, Kudüs’te akan kan diz seviyesine yaklaşmış olsa da, Kudüs’te kesilmiş ve sokaklara bırakılmış kafalara, kollara, bacaklara takılmadan yürümek zor hale getirilmiş olsa da…Kudüs’ü düşürmek için Kudüs’teki herkesi öldürmüş olsalar da…Yeryüzündeki son Müslüman hayatta kalana kadarKudüs Bizimdir…Kudüs BizimdirÇünkü nasıl ki 1000 yıl önce haçlıların yaptıkları katliam ve soykırım Kudüs’ün bizim olduğu gerçeğini değiştirmediyse, Bugün İsrail ve ortaklarının yaptıkları soykırım da Kudüs’ün bizim olduğu hakikatini engelleyemeyecek, Kudüs’ün bizim olduğu gerçeğini değiştiremeyecektir. Herkesi öldürerek Kudüs’e sahip olunacağı zannı derin bir yanılgıdır. __________________________________Nitekim“Ya bu uğurda ölür ya da şehri Haçlılardan kurtarırım” diyerek yola düşen, şarkın en sevgili sultanı, Selahaddin-i Eyyubî 20 Eylül 1187’de Kudüs’ü kuşattığında, şehre şöyle bir çağrıda bulunmuştur. “Kudüs’ün, Allah’ın kutsal saydığı beldelerden biri olduğuna büyük bir inancım vardır. Sizin de kutsallığına inandığınız bu beldeye muhasara ve savaşın gerektirdiği yollarla hücum etmek ve girmek istemiyorum” demiş ve şehrin teslim olmasını sağlayarak şehre girmiştir. Mescid-i Aksa’yı tekrar ibadete hazır hale getirmiştir.Kudüs yine bizimdir…Selahaddin’in Kudüs’ü Hz.Ömer’in Kudüs’üdür.Kudüs Bizimdir…Çünkü her asırda her bir ferdin gönlünde Selahaddin sevgisi, her bir ferdin kalbinde Selahaddin’in Kudüs’e duyduğu özlem, her bir ferdin niyetinde Selahaddin’in askerlerinin niyeti vardır.Kudüs BizimdirÇünkü şartlar hazır olduğunda öne düşecek bir Selahaddin çıkmakta ve ardına düşülecek bir Selahaddin beklenmektedir.__________________________________Harezmliler, Memlükler 1517’ye kadar… Kudüs Bizimdir…__________________________________Tarihler 28 Aralık 1516 yılını gösterdiğinde Yavuz Sultan Selim’in Mısır seferi sürecinde, Sinan Paşa komutasında Osmanlılar Kudüs’e girdiler. 31 Aralık’ta Yavuz Sultan Selim Kudüs’e geldi. Şehrin ismini Kuds-ü Şerif olarak değiştirdi. Sultan, akşam namazını Mescid-i Aksa’da kılacağını ifade etti. Mescid 12.000 kandille aydınlatıldı. Sultan o gün akşam ve yatsı namazlarını Mescid-i Aksa’da kılmış, ertesi sabah binlerce deve ve koyun kurban edilmiş, halka ihsanlarda bulunmuş ve 1 Ocak 1517’de Sultan Kudüs’ten ayrılmıştır.Sonraki tam 400 sene… 1917’ye kadarKudüs Bizimdir.Yavuz Sultan Selim’in Kudüs’ü Hz.Ömer’in Kudüs’üdür.__________________________________28 Ağustos 1897’de İsviçre’nin Basel kentinde 1. Siyonist Kongresi toplanarak siyasi amacını, “Siyonizm, kamu hukuku güvencesi altında Yahudi halkı için Filistin’de bir yurt kurulmasını amaçlar” şeklinde yazılı olarak dünyaya deklare etti. Ancak coğrafya Osmanlı hâkimiyeti altındaydı.Thedor Herzl’in 1896’dan, öldüğü 1904 yılına kadar Osmanlı Devleti’nin borçlarını ödemek teklifini de içeren girişimleri olmuş, ancak Abdülhamid nezdinde arzu ettikleri şekilde bir karşılık bulamamıştır.Kudüs Bizimdir…__________________________________1517’den tam 400 sene sonra “11 Aralık 1917 tarihinde Kudüs’e giren İngiliz Orduları Komutanı Orgeneral Edmund Henry Hynman Allenby, Selahaddin Eyyubi’nin mezarına vurarak; “Kalk Selahaddin biz yine geldik” demiş olsa da...Kudüs Bizimdir…Kudüs Bizimdir. Çünkü, bugün yaptıkları soykırım ile Alem-i İslam ve Alem-i insanlığa kalkın gelin demektedirler. Doğudan batıya, kuzeyden güneye vicdanı tefessüh etmemiş, insanlıktan iskat etmemiş olan her dinden insan artık ayaklanmakta, ayağa kalkmaktadır. Her yerde soykırımcılara tepki öfke nefret dalga dalga büyümektedir. Sokaklardan - stadyumlara, üniversitelerden – sanal platformlara her yerde insanlık ayaklanmaktadır. Bugün Sumud Filosuyla işaret fişeği yakan insanlığın, insanlık onurunu kurtarmak için yakında dört bir yoldan sel gibi akacağı günler yakındırKudüs Bizimdir ve Kudüs tüm İnsanlığındır.__________________________________Nisan 1920’de San Remo Konferansı ile Ürdün ve Filistin İngiliz “manda” yöneti­mi­ne bırakılmıştı. Bölgenin ilk İngiliz ko­mi­­seri olan Sir Herbert Samuel, Balfour Dek­la­ras­yonu’nun uygulanmasını en önemli görev kabul etmiş, buna bağlı olarak 1920 yılı Eylül ayında 16.500 kişilik bir Yahudi grubun Filistin’e göç etmesinin karar­laştırılmasını sağlamıştır. Hemen akabinde bölgede yaşayan Arapların isyanları başlamıştır.24 Temmuz 1922’de Milletler Cemiyeti, Filistin’in Britanya manda yönetimi altına verilmesi kararını almış olsa da, bir Yahudi devletinin kurulması niyetini Britanya açıkça dile getirmiş olsa da, 1929’dan 1939’a kadar 250.000 Yahudi Filistin’e göç etmiş olsa da…Kudüs Bizimdir…__________________________________14 Mayıs 1948 İsrail bağımsızlığını ilan etti.Bağımsızlığın ilanından tam 11 (on bir) dakika sonra ABD İsrail’i tanımış olsa da, 26 Temmuz’da İsrail Batı Kudüs’ü işgal etmiş olsa da, 1949’da Batı Kudüs’ü başkent ilan ederek, parlamentoyu (Knesset) Tel Aviv’den Kudüs’e taşımış ve ilk oturumu 14 Şubat 1949’da yapmış olsa da 1949 yılına kadar 900 bin Filistinli yaşadıkları bölgelerden çıkmaya zorlanmış olsa da, Birleşmiş Milletler Kudüs’ü hiçbir devlete ait olmayan bölge olarak nitelendiriyor olsa da…Kudüs Bizimdir…Kudüs BizimdirÇünkü 1948’de Kudüs’ü işgal eden İsrail, 40 yıl sonra 15 Kasım 1988’de Filistin Dev­le­ti’nin bağımsızlığının ilanını engelleyememiştir. Bugün 193 ülkeden 147’si Filistin’i devlet olarak tanımaktadır. Ülkeler peş peşe Filistin’i tanıyacaklarını açıklamaktadır.Kudüs Bizimdir. Kudüs Filistin’i tanıyan tüm ülkelerindir.__________________________________21 Ağustos 1969’da Avustralyalı fanatik Michael Dennis Rohan tarafından Mescid-i Aksa yakılmış, Nisan 1980’de ünlü Siyonist terörist Meir Kahane, Mescid-i Aksa’nın bir yerine bol miktarda patlayıcı madde doldurarak bunu patlatmaya teşebbüs etmiş, 8 Nisan 1982’de Mescid-i Aksa’nın ana girişine bol miktarda patlayıcı madde yerleştirilerek patlatılmak istenmiş, 8 Ekim 1990 tarihinde 30 Müslümanın şehid edilmesine, 800 Müslümanın da yaralanmasına sebep olan saldırılar gibi çok defa saldırılara Mescid-i Aksa doğrudan muhatap olmuş olsa da…Kudüs Bizimdir…__________________________________Suudi Arabistan Kralı Faysal bin Abdülaziz, petrol ambargosunu “Biz ve atalarımız hurma ve deve sütüyle yaşadık; yine öyle yaşayacağız!” cümleleri ile başlatmıştır. Daha sonra Kralı ziyaret eden ABD Dışişleri Bakanı Henry Kissinger aralarında geçen görüşmeyi şöyle anlatmaktadır. “Kral Faysal oldukça sinirli görünüyordu, aramızda bir diyalog başlayabilmesi ümidiyle esprili bir dille ona; ‘Uçağımın yakıtı bitti, uçağın deposunu doldurmak için emir verirseniz, uluslararası fiyatından ücretini vermeye hazırız.’ Kral gülümsemedi, kafasını yukarıya kaldırarak sert bir şekilde bana şunları söyledi: ‘Ben yaşlı bir adamım, ölmeden önceki tek dileğim Mescid-i Aksa’da iki rekat namaz kılmaktır. Sen bu konuda bana yardımcı olabilir misin? demiştir.Kral Faysal 25 Mart 1975 tarihinde suikasta uğrayarak öldürülmüş olsa da… İki rekât namaz kılmak için varlığını ortaya koyabilenler olduğu içinKudüs Bizimdir.__________________________________8 Eylül 2000’de eski İsrail Başbakanı Ariel Şaron’un Mescid-i Aksa’ya baskın düzenlemesi, Mescid-i Aksa’nın avlusunda tur atması, “Burası hep bir İsrail bölgesi kalacak” demesi, o an mescidde bulunan Filistinlileri ayağa kaldırmış, o gün İsrail güvenlik güçleri ile çıkan çatışmalarda 7 Filistinli şehit olmuş, 250 kişi yaralanmıştır.Bu hadise İkinci İntifada’nın başlamasına sebep olmuştur. Çıkan olaylarda babasının arkasına sığınmış Muhammed Durra isminde 11 yaşında bir çocuğun şehit edilmesi dünya kamuoyuna da yansımıştır.İkinci İntifada’da 4 bin 412 kişi şehit olmuş, 48 binden fazla Filistinli yaralanmış olsa da…Kudüs Bizimdir…__________________________________30 Mayıs 2010 Saat 22.00’yi geçiyor. Uluslararası sularda Gazze’ye insani yardım götürürken kuşatılan sivil gemiler.Sabah 05.30 civarı zodyaklardan ve helikopterlerden ateş ederek sivil ve silahsız gemiye çıkan askerler.Mavi Marmara şehitleri kadar…Kudüs Bizimdir…Kudüs Bizimdir Çünkü Mavi Marmara saldırısı Madleen ge­mi­sinin hareketini caydıramamış, Mad­leen’in durdurulması Sumud Filosunun te­şekkülünü engelleyememiştir. Sumud Filo­su velev ki Akdeniz sularında durdurulsa dahi yarın daha başka, daha kalabalık gemilerin yola çıkmasını engelleyemeyecektir.Kudüs BizimdirKudüs Tüm İnsanlığındır__________________________________8 Temmuz’dan 22 Temmuz 2014’e kadar İsrail’in Gazze’ye düzenlediği saldırılarda aralarında 8 aylık bebeğinde bulunduğu 154 çocuk, 58 kadın, 28 yaşlı şehit olmuş, aralarında hastanenin de bulunduğu 2800 hedef vurulmuştur.Saldırılırda fosfor bombaları kullanılmış olsa da…Kudüs Bizimdir…__________________________________14.07.2017 Mescid-i Aksa’da 1969’dan bu yana ilk defa Cuma Namazı kılınamadı,Mescid-i Aksa’nın girişine barikatlar kurulmuş olsa da…Kudüs Bizimdir.__________________________________Türkiye Cumhuriyeti Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın yüksek tonda çağrılarına aynı tonda ses vermeyen diğer İslam ülkelerinin kayıtsız ve kaygısız liderlerine rağmenKudüs Bizimdir…__________________________________Kudüs Bizimdir Çünkü; Cumhurbaşkanı Erdoğan tarafından yapılan açıklamalarda“İsrail’in gerçek bir orduyla karşı karşıya geldiğinde paramparça olacağı muhakkaktır (06.12.2023).“Biz nasıl Karabağ’a girdiysek, nasıl biz Lib­ya’ya girdiysek bunun benzerini aynen onlara da (İsrail) yaparız (28.07.2024).Gazze’de şükür namazı kılacağız (01.08.2025). Kudüs Müslümanlarla birlikte tüm insanlığın onurudur, izzettir, şerefidir. Kudüs’'ü savunmak, barışı ve insanlığın ortak değerlerini savunmaktır. Değil kitabe Kudüs’e ait tek bir çakıl taşını dahi vermeyiz (19.09.2025)” ifadelerine yer verildiği içinKudüs Bizimdir Çünkü; MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli tarafından açıklamalarda‘’Şam fethedildi, Kudüs’ün fethi yakındır. Şam’a gözünü diken Osmanlı şamarı yer, günü geldiğinde Kudüs de güvende olacak (22.12.2024)”İfadelerine yer verildiği içindir kiKudüs Bizimdir…__________________________________Kudüs Bizimdir.Çünkü Gazze demek Kudüs demektirBatı Şeria demek Kudüs demektir. Ekranlar karşısında Gazze’nin işgal ve yıkımından sonra sahil ve konut projeleri açıklamalarınıza insanlık âleminin hiç itibar etmemesi ve Gazze sahillerine ulaşabilmek için Filolar düzenlenmesi, dünyanın her tarafından protesto gösterilerinin yükselmesi göstermektedir ki Dünya İnsanlığı Gazze’yi size bırakmayacak, Kudüs BizimdirKudüs dünya üzerinde işgal ve soykırıma tepki gösteren tüm insanlarındır. …Ekranlar karşısında Batı Şeria ve Doğu Kudüs’ün egemenlik haklarının gasp, ilhak ve işgalinden bahsettikçe, henüz Filistin’i tanımayan devletlerin Filistin’in devlet olarak tanıyacağız açıklamaları peş peşe gelmektedir. Siz yok etmeye çalıştıkça varoluşu pekişmektedir. Batı Şeria demek Kudüs demektir.Kudüs Bizimdir.Kudüs Filistin’i devlet olarak tanıyan tüm devletlerindir __________________________________Kudüs BizimdirSezai Karakoç’un Alınyazısı Saati şiirinde ifade ettiği gibi“Ve Kudüs şehri. Gökte yapılıp yere indirilen şehir.Tanrı şehri ve bütün insanlığın şehri.”dir.Gökte yapılıp yere indirilen, tanrı şehri ve bütün insanlığın şehri olan bir şehir SOYKIRIMCILARIN şehri olamayacağı, SOYKIRIMCILARA bırakılamayacağı, SOYKIRIMCILAR “bütün insanlık” sınıfında yer almadıkları bütünüyle insanlıktan çıktıkları için Kudüs bizimdir.Kudüs BizimdirKudüs Alınyazımızdır.Kudüs bütün insanlığın alınyazısıdır.Kudüs Bizimdir.Kudüs tek tek her bir Türk’ündür,Kudüs tek tek her bir Müslüman ferdindir.Kudüs, vicdanı tefessüh etmemiş, insanlığını yitirmemiş, soykırımcılarla arasına çizgi çekmiş, doğudan – batıya, kuzeyden - güneye her bir insanındır.Kudüs Bizimdir.Biz de Kudüs’ün…

Ahmet Hüsrev ÇELİK 01 Ekim
Konu resmiGöz, Maneviyatı Göremez*
İnsan

İnsanın en büyük yanılgılarından biri, hakikati sadece gördüğü şeyle sınırlamasıdır. Gözünün gördüğünü var sayar, göremediğini yok sayar. Oysa göz, yaratılış gereği dünyaya açılmıştır; kalp ise hakikatin kapısıdır. Göz ne kadar keskin olursa olsun, maneviyatı göremez.Bugün bilim ve teknoloji çağında yaşıyoruz. Teleskoplar gökyüzünün derinliklerini açıyor, mikroskoplar hücrenin en ince sırlarını gösteriyor. Fakat bütün bu görme çabaları, insana sadece “dış” âlemi anlatıyor. İnsanın varoluşunu, kalbin yalnızlığını, ruhun ihtiyaçlarını açıklayamıyor. Akıl, göze indirgenince kalp felç oluyor; ruhun feryadı duyulmaz hale geliyor.Bir hasta düşünün: İlacı doktordan değil, bir mühendisten alıyor. O mühendis belki köprü yapmada mahir olabilir, ama şifanın yolunu bilmez. O hastanın hali, aslında maneviyatı maddiyatla çözmeye kalkışan insanın halinden farksızdır. Bilim bize bedenin işleyişini öğretebilir, ama ruhun açlığını doyuramaz. Mühendislik bilgisiyle ilaç almak hastayı mezara götürür; aynı şekilde, mânevî meselelerde yalnızca gözün ve maddî aklın hükümlerine güvenmek, insanı hakikatten uzaklaştırıp manevî bir ölüme sürükler.Kalp, ilâhî sırların hissedildiği ince bir lâtifedir; akıl ise gerçeği görmek için verilen nuranî bir araçtır. Bunlar gözle değil, imanla çalışır. Bu yüzden, materyalist akılların maneviyata dair sözleri çoğu zaman dinlemeye bile değmez. Çünkü onların akılları gözlerindedir, göz ise maneviyatı göremez.Bugünün dünyasında bunun izlerini her yerde görüyoruz. Bilim, insanı hayran bırakan bir hızla ilerliyor; yapay zekâ devrim yapıyor, genetik mühendisliği kalıtımı yeniden yazıyor, uzay teknolojileri başka gezegenlere kapı aralıyor. Ama aynı anda, insanlık bambaşka bir uçurumun kenarında: Yalnızlık küresel bir salgına dönüşüyor, depresyon çağımızın en yaygın hastalıklarından biri haline geliyor, intihar oranları korkutucu bir şekilde artıyor.Dünya Sağlık Örgütü verilerine göre, her yıl yaklaşık 700 bin insan intihar sebebiyle hayatını kaybediyor; bu, her 40 saniyede bir insan demek. Depresyon, şu an dünyada en çok iş gücü kaybına yol açan ruhsal rahatsızlık. Üstelik modern şehirlerde yalnızlık oranları hızla yükseliyor; İngiltere’de bu yüzden “Yalnızlık Bakanlığı” kuruldu, Japonya’da ise “hikikomori” denilen, yıllarca odasından çıkmadan yaşayan bir gençlik kitlesi var.Teknoloji zirveye çıkarken, kalpler boşluğa düşüyor. Bir yanda insan aklı göklere yükseliyor: Mars’a koloni hayalleri, genlerle oynanarak “hastalıksız nesiller” üretme projeleri… Diğer yanda ruh çöküyor: sosyal medya bağımlılığı, anlam krizleri, kimlik bunalımları. İnsan, her şeyin bilgisini elinde tutuyor ama kendini unutuyor.Çünkü göz, maddî âlemin sınırlarını aşamıyor; kalbin açlığını dindiremiyor. Laboratuvarlarda mikroskopla incelenen hücreler ruhun sancısını göstermiyor. Teleskoplar galaksileri açıyor ama insanın içindeki boşluğu dolduramıyor.Oysa yapılması gereken, gözü kalple çatıştırmak değil, her birini yaratılış gayesine uygun yerde kullanmaktır. Göz, dış âlemin kapısıdır; dağları, yıldızları, denizleri anlamak için vardır. Kalp ise iç âlemin anahtarıdır; iman, aşk, merhamet ve anlam arayışını kavramak için verilmiştir.Gözün elinde teleskop ve mikroskop vardır; galaksilerin derinliğini ve hücrelerin inceliğini açar. Kalbin elinde ise dua, zikir ve tefekkür vardır; ebediyet ihtiyacını, varoluş sırrını, hayatın manasını ortaya çıkarır.Birinde göz öncüdür, diğerinde kalp rehber. Gözle bakarsın, kalple görürsün. Gözle ölçersin, kalple tartarsın. Gözle bilgiye ulaşırsın, kalple hikmete. İkisi bir araya gelmediğinde insan tek kanatlı bir kuş gibi kalır; uçamaz, dengesini kaybeder, en küçük rüzgârda savrulur.Bugünün dünyasında göz tek başına hâkim kılındığı için, kalbin sesi kısılıyor. Teknolojide dev adımlar atıyoruz ama ruhu besleyecek bir damla bulamıyoruz. Oysa göz ve kalp birlikte çalıştığında insan hem dünyasını hem ahiretini inşa eder; hem maddeyi çözer hem de manayı bulur.Gerçekten de, göz aklın merceğidir, kalp ise ruhun penceresi. İnsanın bütünlüğü, bu iki kapıyı aynı anda açık tutabilmesindedir.Hakikat şudur: Gözün görmediği yerde kalp görür. Laboratuvarın çözemediği yerde iman konuşur. İnsan bu iki mirası birlikte yaşatırsa, hem dünyasını hem ahiretini aydınlatır.Belki de çağımızın en büyük meselesi buradadır: Gözün sınırlarını bilmek, kalbin hakkını vermek. Çünkü göz her şeyi görse de maneviyatı göremez; kalp ise gözün göremediğini sezerek insana asıl hakikati hatırlatır.

Ebru Ünal 01 Ekim
Konu resmiBirlikte Yaşama Mirasını “Değer”li Kılan Nedir?
İnsan

Birlikte yaşamak, yaşayabilmek bir değerdir. Bu, felsefenin telkin ettiği menfaat etrafında da şekillenebilir. Zahiren mutantan batınen kof, bir surette. Lakin, iman olmaksızın gerçek manada bu değer gerçekleşmez. Medine çarşısından başlayıp son durak Osmanlıya uğrayarak gelen, Nur’larla bugün de hissettiğimiz ve idrak ettiğimiz birlikte yaşama mirasının sırrı bundan öte olmasa gerek!Genç kız annesiyle birlikteydi. İlk bakışta, seneler sonra karşılaştığı hocasını tanıdı. Hocası da liseden iki kardeş olarak dersine giren talebesini. Kısa bir hatır sormanın ardından, günde yaşananlar mevzubahis oldu. Talebenin dilinden bu konuşma esnasında samimiyet dolu bir cümle döküldü: - Derste öğrettiklerinizi unutmadık.Bir muallim için bu, iki tırnak arasına sıkıştırılabilecek bir cümle değildi. O sene branşı olan Edebiyat derslerine girmekten feragat ederek, tüm ilk sınıflarda Osmanlıca dersine girmeyi kabul etmişti. Çok kısa sürede talebelerin tamamına yakını elif-bayı öğrenmişti. Ardından daha ilk haftalarda kelime ve cümle düzeyinde okumalar başlamıştı. Ara tatile girildiğinde ise birçok genç eline Osmanlıca kitaplar almıştı.   Asıl olanlar okulun yarıyıl tatili dönüşünde olmuştu. Manevi bünyeyi kuvvetlendiren metin okumaları ve tahlilleri peşi sıra geliyordu. Hususen imana temas eden pasajlara odaklanılmasıyla imani zevk ve şevki hisseden bazı talebelerin gözlerindeki ışıltı, sözlerindeki özgüven görülmeye değerdi.Ders ortamı zayıf bir manevi eğitim almış olan talebelerde ise adeta ameliyat-ı cerrahiye tesiri yapmaktaydı. Özbekistan’dan muhacir, Rus’un ezici tazyiki altında maneviyattan uzaklaşmış, en şiddetli darbeyi iman cephesinde almış talebenin derste tutunmaya çalışması ve manevi yaralarını ata yadigarı hatt-ı Kur’ân ile tedaviye çalışması görülmeye değerdi. Aygın baygın ilk başlarda kaçacak yer arasa da eni sonu bir şekilde tutunabilmişti.Yaz tatiline kadar iman mevzularını mihenk yapmış, kendi dersindeki iman iklimi tüm derslere sirayet etmişti. Kader gayrete aşık…Bazıları müsterih, bazıları müteellim. Talebelerin bünyesinde iman aşısı: Bazen anında bazen seneler sonra tesirini gösteren. Fırtınalı zamanların ilacı. İşte…Olup bitenler bundan ibaretti. Müşahede edilen aslında iman dersinin bir talebedeki aşı tesiriydi. Seneler sonra bir telefon konuşmasıyla benzer ifadelerde bulunan talebeleri de vardı. Üstelik okul ortamında elveda dahi etmeden, hayata atılan daha birçok aşılı genç. Onlar, bir yerlerde farkında olarak veya olmayarak nurani derslerin himayesinde… Kısa bir duraksadı…Üstüne alınmadı, nefsine pay çıkarmadı. Bir anda Nur deryasından derlediği bir hakikat imdadına yetişti. Talebesini seneler önceki sınıf ortamına götürürcesine son bir ders verdi:- Sonsuz âlemden bahsedilen hiçbir şey usan­dırmaz ve unutulmaz. Allah, ahiret, mu­cizeler… Daha neler anlattık. Anlattıkla­rı­mız öyle fani şeyler değil ki unutulsun. Üzerinde beka mührü var. Altında kalbe atılan nurlu imza var.Bu sözlerle bir müjde almışçasına sevinen genç kız, kardeşine gönderilen selamı emanet alarak kalabalıklar arasına karışıverdi.Duygulanmıştı…Hislerinin mecrası değişmeden yaşananları kısacık tefekkür etti:O kadar farklı ailelerden farklı terbiye almış olarak gelen çocuklar, gençler var. Maneviyat bazılarında çok zayıf. Bazılarında elle tutulur bir şeyler var, bazılarında ise hiçbir şey yok. Olmadığı gibi manaya düşman. Okul kıyafetlerinin göğsüne unvan ve isim etiketleri yerleştirecek olsan bir dolu -ist uzantısı.Tüm bu farklı talebelerin kalb rotasını sahil-i selamete ayarlamak, içinde bulundukları topluma muzır söz ve davranışlarını zapt etmek… İşte bu ancak iman nuru, iman kuvveti ile; iman dersi ile oluyor. Zulmetler dağılıyor, insan ve mekân huzur buluyor.Bu aslında, imanı merkeze alan anlayışın okul ortamında, eğitim vesilesiyle ortaya koyulan “minyatür tecrübesi”.Öyle ya!Medine’ye ilk gönderilen muallimde,Nebevi dersi bir saat de olsa talim ederek, farklı şehir ve ülkelere dağılan muallimlerin elinde ve yüreğinde,Harakani ve Ebu’l-Vefalarda,Daha nicelerde…İman harcı, fetih şuuruyla beraber farklı insanları ve milletleri bir kılmamış mıydı?Evet!Birlikte yaşamak, yaşayabilmek bir değerdir. Bu, felsefenin telkin ettiği menfaat etrafında da şekillenebilir. Zahiren mutantan batınen kof, bir surette. Lakin, iman olmaksızın gerçek manada bu değer gerçekleşmez. Medine çarşısından başlayıp son durak Osmanlıya uğrayarak gelen, Nur’larla bugün de hissettiğimiz ve idrak ettiğimiz birlikte yaşama mirasının sırrı bundan öte olmasa gerek!Rabbimiz,Milletçe bize, “Müminler ancak kardeştirler.” hakikatini idrak ederek bir ve beraber yaşamayı ihsan eylesin.

İbrahim SARITAŞ 01 Ekim
Konu resmiAlkış Diner, Rıza Kalır
İtikad

Gerçek prestij, gösterinin sonunda gelen alkış değil; ömrün sonunda Allah’ın “Kulum, razı oldum” hitabıdır. Çünkü alkış diner, isimler unutulur; fakat Allah’ın rızası hem dünyada hem ahirette bâkî kalır.Prestij filmi, yalnızca iki sihirbazın rekabetini değil, aslında insanın ne uğruna neleri feda edebileceğini de sorgulayan bir hikâyedir. Filmin derininde yatan soru şudur: “Kazanmak için ne kadar ileri gidebilirsin?” İki sihirbaz da bu sorunun peşinde öylesine hırslanır ki, sadece rakiplerini alt etmeye çalışmazlar; bu uğurda kendi çevrelerindeki insanların huzurunu bozar, sevdiklerinin hayatlarını altüst ederler. Hatta kendileri de hem ruhen hem bedenen yıpranır, yavaş yavaş hayatlarını mahvederler. Peki, bütün bunlar ne için? Aslında yalnızca alkış için. Yani gösterinin son kısmı olan prestiji elde edebilmek, seyircinin şaşkın bakışlarını ve övgüsünü kazanmak için.Bu durum, filmin sınırlarını aşan bize dair önemli bir meseleyi de gösterir. İnsan, kimi zaman uğruna çabaladığı hedefin aslında ne kadar boş olduğunu fark etmez. Makam için, unvan için, takdir veya teşekkür için öylesine gayret eder ki; bu uğurda hem kendi huzurunu hem de yakın çevresinin huzurunu feda edebilir. Tıpkı filmde olduğu gibi, hedefe kilitlenen zihin, yolun üzerindeki yıpratıcı izleri görmez. Çünkü gözünü diktiği şey, göz kamaştırıcı ama geçici bir parıltıdır: İnsanların alkışı.Oysa İslâm bize, asıl kazanç ve kaybın Allah katındaki ölçüyle belirlendiğini öğretir. Kur’ân-ı Kerîm’de “Kim dünya hayatını ve süsünü isterse, onlara dünyada yaptıklarının karşılığını eksiksiz veririz. Ama ahirette onlar için ateşten başka bir şey yoktur” (Hûd, 15-16) buyurulur. Yani bir insan bütün gayretini sadece dünyevî prestij için harcarsa, elde edeceği şey geçici bir alkıştan ibaret kalır. Asıl sermayesini, yani ömrünü, fani bir karşılık için tüketmiş olur.Bediüzzaman Said Nursî, İhlâs Risalesinde “Rıza-yı İlâhî kâfidir” derken tam da bu tuzağa dikkat çeker. İnsan, hedefini Allah’ın rızasına bağlarsa hem kendi iç huzurunu korur hem de başkalarına zarar vermeden ilerler. Çünkü bu yolda kıskançlığa, hırsa, başkalarının önünü kesmeye gerek yoktur. Ama hedef halkın beğenisi olursa, onun için başkalarını çiğnemek, ilişkileri bozmak, hatta kendi manevi huzurunu yok etmek bile göze alınabilir.Hayatın prestijleri çoktur: İş yerinde bir terfi, sosyal medyada bir beğeni patlaması, çevrede “başarılı insan” olarak anılmak… Bunların hiçbiri tek başına kötü değildir. Fakat bunlar uğruna aile huzuru, dostluklar, vicdanî değerler ve en önemlisi Allah’ın rızası feda edilmeye başlandığında, tıpkı filmdeki sihirbazlar gibi asıl kaybeden biz oluruz. Çünkü kazanılmış gibi görünen şey, aslında kaybedilmiş ömürden başka bir şey değildir.Oysa peygamberler ve büyük zatlar, ömürlerini ağır çileler içinde geçirmiş; bazen neticeyi dünya gözüyle göremeden ahirete gitmişlerdir. Hz. Nuh (as) asırlarca tebliğ etmiş, fakat inananların sayısı az olmuştur. Hz. Peygamber (sav), Mekke’de yıllarca ağır eziyetlere sabretmiş, pek çok hakikatin meyvesini vefatından sonra ümmeti tatmıştır. Onlar için mesele, insanların alkışlaması değil, Allah’ın rızasına ulaşmaktı.Bugün Çanakkale Savaşı’nda cephede canını ortaya koyan yüz binlerce kahramanın kaçının ismini biliyoruz? Biz sadece bir avuç komutanı tanıyoruz, ama zaferin yükünü omuzlayan adsız neferlerin adları hafızamızda yok. Savunma sanayiinde üretilen yüksek teknoloji ürünleriyle gururlanıyoruz; peki, bu işin arka planında, fabrikada yüksek sıcaklık altında ter döken, tezgâh başında gecesini gündüzüne katan işçilerin kaçını tanıyoruz?Hakikat şu ki, Allah katında değerli olan, isminin herkes tarafından bilinmesi değil; gayretin, emeğin ve sabrın O’nun rızası için yapılmış olmasıdır. Gerçek kazanç, başkalarını gölgede bırakmak değil; Allah katında değerli olmaktır. Gerçek prestij, gösterinin sonunda gelen alkış değil; ömrün sonunda Allah’ın “Kulum, razı oldum” hitabıdır. Çünkü alkış diner, isimler unutulur; fakat Allah’ın rızası hem dünyada hem ahirette bâkî kalır.

Münib SAİD 01 Ekim
Konu resmiHer Hücrede Bir Şükür Daveti
İnsan

“İki nimet vardır ki insanların çoğu onların kıymetini bilmez:Sağlık ve boş vakit.” Hayatın gündelik akışı bize çoğu zaman sıradan gelir. Oysa en küçük hücremizin içinde bile insanı hayrette bırakan bir mucize işler: Hücre zarının üzerinde milyonlarca iyon pompası, bir an bile durmadan çalışır. Görünmez bir ordu gibi vazife başındadırlar. Na⁺/K⁺ pompaları, üç sodyumu dışarı, iki potasyumu içeri taşır. Bu küçük hareket, aslında beynin düşünmesine, kalbin atmasına, kasın hareket etmesine zemin hazırlar. Yani insanın bütün hayatı, bir zarın üzerinde çalışan bu minik düzeneklere bağlıdır.Mide hücrelerindeki proton pompaları, yediğimiz lokmaları sindirecek asidi üretir. Onlar çalışmasa hiçbir gıda hazmedilmezdi. Kas hücrelerindeki kalsiyum pompaları, kasılmadan sonra gevşemeyi mümkün kılar. Onlar olmasa kaslarımız kilitlenip bir daha açılamazdı. Böbrek hücreleri ise asit-baz dengesini korumak için anında iyon değiş tokuşu yapar; hidrojen, sodyum, potasyum ve bikarbonat arasında kurdukları dengeyle kanın pH’ını sabit tutar.İnsanın kan pH’ı hafifçe düşse, yani asidoz oluşsa, bu hayati bir tehlikedir. Ama Rabbimiz hücrelere fazladan potasyum depolamıştır. Hidrojen iyonu hücre içine girerken potasyum dışarı çıkar; böylece kanın pH’ı yeniden dengelenir. İnsan farkında değildir, ama hayatını kurtaran bu ince ayar, her an milyonlarca kez tekrarlanır. Bu sistemin bir anlık durması, ölüm demektir.Kur’ân’da bu hakikat şöyle haber verilir: “Biz her şeyi bir ölçü ile yarattık.” (Kamer, 49). Gerçekten de hücredeki her pompa, hangi iyonu, hangi miktarda, hangi yönde taşıyacağını bilerek yapar görünür. Üç sodyum dışarı, iki potasyum içeri… Bir proton mideye, bir kalsiyum retikuluma… Bu işleyiş, tesadüfe veya kör sebeplere verilemez. Çünkü ortada mükemmel bir ölçü, ince bir ayar, kusursuz bir plan vardır. Bu ölçü, ancak ilim ve hikmet sahibi bir kudretin eseri olabilir.İnsan çoğu zaman sağlığını fark etmez, ancak hastalanınca anlar kıymetini. Hâlbuki sağlığın kendisi, zahirde hücrelerimizin için­deki bu düzenin eksiksiz işlemesinden baş­ka bir şey değildir. Peygamber Efendimizin (sav) buyurduğu gibi: “İki nimet vardır ki insanların çoğu onların kıymetini bilmez: Sağlık ve boş vakit.” (Buhârî, Rikâk, 1). Sağlık, tesadüf değildir; hücrelerin vazifelerini eksiksiz yerine getirmesiyle Rabbimizin bize sunduğu bir nimettir.Kaldı ki bu denge sadece biyolojik bir zorunluluk değil, aynı zamanda ilahi bir mesajdır. Bir hücredeki denge kaybolsa, hayat da kaybolur. İnsan bunun farkına varmalı ve anlamalıdır ki, hayatın özü Allah’a şükürdür. Çünkü her şey bize emanet olarak verilmiş, ince bir düzen üzerine kurulmuştur. Bizim vazifemiz ise o nimeti tanımak, kıymetini bilmek ve şükretmektir. Kur’ân’da Rabbimiz şöyle buyurur: “Şükrederseniz elbette size nimetimi artırırım.” (İbrahim, 7). Demek ki şükür, nimetin devamının ve bereketinin anahtarıdır.Her sabah uyanıp nefes alabilmek, görünürde milyarlarca pompanın çalışmasının sonucudur. Bir insanın göz açıp düşünebilmesi, hücre zarındaki iyon kanallarının işlemesiyle mümkündür. Dilimiz tat alır, kulaklarımız duyar, elimiz hareket eder; bütün bunların temelinde aynı düzen vardır. İnsan, bu hakikati tefekkür edince, sıradan gibi görünen hayatının aslında her an mucizelerle dolu olduğunu fark eder.Evet, hücrelerimizin en derininde işleyen bu görünmez düzen, bize Rabbimizin kudretini ve merhametini gösterir. İnsan bunun farkına vardığında, şükür kaçınılmaz olur. Çünkü şükür, sadece dilde söylenen bir söz değil; aynı zamanda idraktir, teslimiyettir, kulluktur. Dilimizle “Elhamdülillah” derken, kalbimizle de bunu hissetmeli ve hayatımızla da bu hakikati yaşamalıyız.O hâlde, her nefes bir mucize, her an bir şükür sebebidir. Ve insanın en büyük vazifesi, bu mucizeyi görüp Rabbine şükretmektir.

Betül Saide Yazıcı 01 Ekim
Konu resmiSabır ve Şükürle Mükellefiz
İnsan

Büyüklerimizin düsturu da şöyledir: “Elhamdülillah alâ külli hâl, sive’l-küfri ve’d-dalâl.”(Yani: küfür ve sapıklık dışında başıma ne gelirse Allah’a hamd olsun.) Zira dünyada zarar gibi görünen şeyler, sabredildiğinde âhiret hesabına büyük kazançların kapısı olur. Bu ise “az verip çok kazanmak” manasında kârlı bir ticarettir. Kârlı ticaret de elbette şükretmeyi gerektirir.Hayat Yolunda En Büyük Destekçimiz: Sabırİnsanın her zaman, her yerde en çok ihtiyaç duyduğu şey sabırdır. Sabır olmadan, hayır ve iyilik yolunda adım atmak oldukça zordur. Kötülüklerden sakınmak, Allah’a giden yolda engellere takılmadan ilerlemek hep sabırla olur. Nerede ve nasıl hareket etmesi gerektiğini bilen, sabır kuvvetini kuşanan ve bu şuuru hayatına taşıyan kimsenin —biiznillah— açamayacağı kapı, ulaşamayacağı hedef yoktur.Zira Ayet-i Kerîme’de: “Şüphesiz Allah sab­re­denlerle beraberdir.” (Bakara, 153) buy­ruluyor. Allah’ın yardımıyla yolda kalmak mümkün müdür? İşte bu yüzden sabır hasletini elde etmeye çalışmak, yollarını ara­mak ve onu hayatımıza tatbik etmek en önemli vazifelerimizden biridir. Sabır Yolunda Atılması Gereken Adımlar1. Sabır vermesi için Allah’a dua etmek. “(Resulüm) sabret! Zira senin sabretmende ancak Allah’ın yardımı iledir.” (Nahl, 127)2. Sabır yolunda gayret etmek. “Her kim sabır yolunda gayret ederse, Allah (cc) onu sabretmeye muvaffak eder.” (Buhârî, Zekât 50)3. Dünyanın imtihan yeri olduğunu unutmamak. “Bir imtihan olarak, iyi şeylerle de kötü şeylerle de deneneceksiniz, sınanacaksınız.” (Enbiya, 35) “Dünya âhiretin tarlasıdır.” (Buhârî, Rikâk, 3) “Dünya ücret yeri değil, hizmet yeridir.” (Lemalar Mecmuası, s. 301)4. Sabır ve sabretmenin mükâfatını düşün­mek. “Ancak sabredenlere mükâfatları hesapsız olarak verilecektir.” (Zümer, 10) “Hiç kimseye sabırdan daha hayırlı ve faydası daha geniş bir nimet verilmemiştir.” Müslim, Zekât, 124) “Bedende baş ne ise, imanda da sabır odur. Başsız beden olmadığı gibi, sabırsız iman da olmaz.” (Hz. Ali) “Sabır, kurtuluşun ve her nevi genişliğe ulaşmanın anahtarıdır.” (Hz. Mevlânâ) “Sabır, önceleri zehir gibi görünür; fakat huy edinilince bal gibi olur.” (Şeyh Sâdî) “Sabır ve zaman; işte benim en bahadır askerlerim.” (Tolstoy)5. Kendinden daha aşağıda olanlara bakmayı prensip edinmek. “Hayat şartları sizinkinden daha aşağı olanlara bakınız; sizden daha iyi olanlara bakmayınız. Bu, Allah’ın üzerinizdeki nimetini hor görmemenize daha uygun bir davranıştır.” (Müslim, Zühd 9) Güzel söz: “Kişi, başına gelen sıkıntıları daha büyükleriyle kıyaslasaydı, onları nimet olarak görür ve haline şükrederdi.” Ebû Süfyân (ra), Tâif muhasarası esnasında gözüne gelen bir okla sağ gözünü kaybetmişti. Şöyle dedi: “Sol gözümü bana bağışlayan Allah’a hamdolsun.” Büyük evliyadan Muhammed bin Vâsi’in ayağında yara çıkmıştı. Dostları acıyarak yanına geldiler. Hazret ise şöyle dedi: “Bana acımayın, bu yaranın ağzımda, midemde ya da daha hassas bir yerde çıkmadığı için Allah’a şükredin.”6. Olmayanı değil, olanı düşünmek. Hz. Âişe validemizin yeğeni Urve bin Zübeyr (ra)’in bir bacağı kesildi, aynı gün oğullarından biri vefat etti. O ise şöyle niyaz etti: “Ya Rabbi, bana birçok uzuv verdin; birini aldın, diğerlerini bıraktın. Birçok evlat verdin; birini aldın, diğerlerini bıraktın. Hamdolsun!”7. Sabırsızlığın acıyı artırdığını bilmek. “Kaderi tenkid eden başını örse vurur.” (Mektubat Mecmuası, s. 111) “Kırılmış el ile intikam almak için o eli isti‘mâl etmek, nasıl kırılmasını tezyîd ediyor, öyle de musi­be­te giriftâr olan adam, i‘tirâzkârâne şekvâ ve merak ile onu karşılasa, musibetini ikileş­ti­rir.” (Lemalar Mecmuası, s. 8) Yakup (as): “Ben gam ve kederimi ancak Allah’a şikâyet ediyorum.” (Yûsuf, 86) İbn Mes’ud (ra): “Bu neden böyle oldu demektense, ateş korunu yalamayı daha sevimli bulurum.”8. Namaz. “Sabır ve namazla birlikte Allah’ tan yardım isteyin. Şüphe yok ki Allah’ın yar­dı­mı sabredenlerle beraberdir.” (Bakara, 153) Elmalılı Hamdi Yazır: “Namazını dü­zen­­li kılmaya devam eden kimse mükemmel bir sabır egzersizi yapmış olur; bu da in­sa­na sabır hasleti kazandırır.”9. Her zorluğun arkasında bir kolaylık olduğunu bilmek. “Muhakkak zorlukla be­ra­ber bir kolaylık vardır.” (İnşirah, 5) Hz. İsa (as): “Hoşlanmadığın şeylere katlanmadık­ça, hoşlandığın şeylere kavuşamazsın.”10. Oruç. “Oruç sabrın yarısıdır.” (Hadis-i Şerif)Hak Teâlâ, okuyup dinleyip öğrendiklerimizi hayatımıza tatbik etmede yardımını yar ve yaver eylesin. Âmin.Nimetleri Kuşatan Küllî Bir Teşekkür: Şükür“Allahu Ekber” lafzının ifade ettiği azamet ve büyüklüğü düşünüp, bize bahşedilen nimetlerin nihayetsizliğini göz önüne getirdiğimizde, şu kısa ömürde yarım yamalak ibadet ve hayırlarımızla yaptığımız şükrün ne kadar yetersiz olduğu hemen anlaşılır. Bu durumda selîm akıl, kalp ve vicdan daralır; insan, şükür noktasında daha yükseklere kanatlanmanın çarelerini arar.Her müşkilin bir çözümü vardır. Bediüzzaman Hazretleri Sözler Mecmuasında bu müşkilin çaresini bir misalle şöyle açıklar.Şükürde Küllî Niyetin SırrıBir adam, değeri beş kuruş (bugün elli lira diyelim) olan bir hediyeyle padişahın huzuruna girer. Görür ki, milyonlar değerinde kıymetli hediyeler makbul adamlardan gelmiş, oraya dizilmiş. O anda “Benim hediyem bunların yanında hiçtir. Ne yapsam?” diye düşünür. Birden şöyle der: “Ey Efendim! Bütün şu kıymetli hediyeleri kendi namıma sana takdim ediyorum. Çünkü sen onlara fazlasıyla layıksın. Eğer gücüm yetseydi, bunların bir mislini sana hediye ederdim.” Padişah, o biçarenin bu külli niyetini ve yüksek itikadını en büyük bir hediye gibi kabul eder.Aynı şekilde aciz bir kul da namazında: “Ettehıyyatü lillahi” der. Yani: “Bütün mah­lû­katın hayatlarıyla sana takdim ettikleri ibadetlerin tamamını ben kendi hesabıma sana takdim ediyorum. Eğer elimden gelseydi onlar kadar ibadet eder, sana sunardım. Sen bunlara da daha fazlasına da layıksın.”İşte bu niyet ve itikat, geniş bir şükr-i kül­lî­dir. Yani şükür vazifesini en geniş bo­yut­larıyla yerine getirmeye vesile olur. Ta­hıyyatı okurken kalbimizde şu niyet ve münacatı canlı tutabiliriz: “Ya Rab­bi! Bütün mali ve bedeni ibadetler sana mah­sustur. Eğer imkânım olsaydı, bütün mev­cu­datın bütün zamanlar boyunca yap­­tığı iba­detlerin tamamını sana takdim eder­­dim. Sen buna da daha fazlasına da layıksın.”Şükrün Derin ManasıMarifet ehli büyüklerimiz şöyle demiştir: “Kişi, namazın hiç olmazsa bir yerinde onun manalarıyla kalbini buluşturursa, inşallah namazı huşû ile kılınmış olur.”Şükürle ilgili şu kıssa da ibretlidir: Dâvud (as) bir münacatında şöyle arz etti:“Ya Rabbi! Sana nasıl hakkıyla şükredebili­rim ki? Sana şükredebilmem bile senin ba­na ver­di­ğin nimetlerdendir.” Allah Teâlâ buyur­­du: “Ey Dâvud! İşte şimdi bana gerçek ma­nada şükretmiş oldun.”Demek ki hakiki şükür, Allah’a hiçbir zaman tam manasıyla şükredemeyeceğimizi bilmek ve bu idrakte olmaktır.Büyüklerimizin düsturu da şöyledir: “Elhamdülillah alâ külli hâl, sive’l-küfri ve’d-dalâl.” (Yani: küfür ve sapıklık dışında başıma ne gelirse Allah’a hamd olsun.) Zira dünyada zarar gibi görünen şeyler, sabredildiğinde âhiret hesabına büyük kazançların kapısı olur. Bu ise “az verip çok kazanmak” manasında kârlı bir ticarettir. Kârlı ticaret de elbette şükretmeyi gerektirir.

Osman AKTAŞ 01 Ekim
Konu resmiYaldızlı Yalanlar
İnsan

Akşam çok tedirgindi. Aklına takılan soru­larla hareketlenen merak hissi cevaplarla giderilmezse hiç rahat edemeyecek gibiydi. Yarını bekleyemeyecekti. Kısa bir süre düşündü. Muhatabı kendiydi. Tefekkür deryasından taze bir soru düştü kalbine: “Kur’ân’a benzer bir kitabın yazılmadığını nasıl biliyoruz? Bir baba yiğit çıkıp da işte ben de yazarım diyemedi mi? Hiç mi kimse kendine güvenemedi? Birbiriyle yardımlaşmak da mı akıllarına gelmedi?”Bu soru karşısında kalbi şu cevabı verdi:Eğer Kur’ân’ın bir benzerini yazmak mümkün olsaydı muhakkak buna teşebbüs edeceklerdi. Kur’ân’daki meydan okumayı kendilerine yediremiyorlardı. Kurdukları sis­temin çökmesi meseleydi. Tedbir almazlar­sa gidişat gösteriyordu ki can ve malları ellerinden gidecekti.Eğer Kur’ân’ın mislini getirmek mevzubahis olsaydı birçok taraftar edineceklerdi. Kur’ân’a muhalefet etmek için ellerine fırsat geçireceklerdi. En ufak bir sözde başarı dahi dillere destan olacaklardı. Hâlbuki tarihin şahitliği gösteriyor ki bu yönde en ufak bir iz bulunmamaktadır. Aksi olsaydı hem o zamanın hem de bu zamanın kâfirleri ve münafıkları bozuk plak gibi İslâmiyet aleyhinde en çirkin düşmanlıklarını, ihanetlerini göstereceklerdi. Kendilerini en yüksek perdeden dillendireceklerdi. Belki kıyamete kadar sürecek sahte bayram yaşayacaklardı.Tarih içinde Müseylime-i Kezzab’ın birkaç teşebbüsünden başka bir şey nakledilmemiştir: “Fil nedir? Filin ne olduğunu sana ne bildirdi? Onun hurma lifinden ip gibi kuyruğu ve uzun hortumu vardır. Bu, Rabbimizin yarattıklarından azıcığıdır!” “Ey kur­­bağa kızı kurbağa! Ne diye nak nak, vak vak edip duruyorsun! Üstün suda, altın balçık­ta! Sen, ne suyu bulandırabilirsin ne de içene mani olabilirsin! Yarasa, sana ölüm haberini getirinceye kadar yerde bekle!” Bunlar çocukları bile güldürecek derecede hezeyan/saçma sapan sözler olarak tarihe geçmiştir. Kendisinde her ne kadar belâgat, güzel söz söyleme ve edebiyat kabiliyeti olsa da Kur’ân’ın meydan okumasına karşı yapılan bu denemelerin niyeti dahi göle maya çalmaktan öteye gitmemiştir: “Ya tutarsa!”, havanda su döğme… Neticesi ise ağır: Rezillik rüsvalık… Eğer Müseylime-i Kezzab gerçekten Kur’ân’a karşı rekabet edebilseydi bile bile kandırılmak, kullanılmak ve enayi yerine konmak hisleriyle İslâm davası diye bir şey daha o zaman kalmayacaktı. Evli evine dönmek zorunda kalacaktı. Sahabelerin savaşması da bir mana ifade etmeyecekti. Zaten savaşamayacaklardı da! İslam dini, dünyanın yarısını, insanlığın beşte birisini tasarrufu altına alamayacaktı. Kâinatın manevi şeklini değiştiremeyecek, ışıklandıramayacaktı. Beşer terakki edemeyecekti.Tefekkür edinmeyi, adeta meslek edinmişti. Her hadiseden her varlıktan her konuşmadan hakikate yol bulabildiği gibi cevabını aldıkça sorular arasında da tefekkür bağı kurabiliyordu. Böylece kalbi daha bir tatmin oluyordu. Bu sır Hazret-i Ebubekir’in (ra.) kalbinden nüvelenen sıddıkiyet makamının menbaı olan İbrahimî teslimiyette gizliydi. Onun tefekkür kabiliyetini bu denli keşfettiren işte bu sahabe şuuruydu. Tevhid binasının uhuvvet burçlarıydı. O yıldızlar, on dört asır önce vefat etmiş olsalar da nurlarını aynı tazelikte kalplere yansıtan imani bakış açısıydı. Tefekkür bir başka sorunun kapısını aralamıştı: “Kur’ân medeniyetini Batı medeniyeti ile kıyaslarsak Müseylime’nin kizbinin hangi sahalarda İslam’a mağlup olarak sukut ettiğine şahit oluruz?” Konuşan hakikatlerdi…Kur’ân’ın kanunları, düsturları Evvel ve Ahir isimlerinin ve Kelam sıfatının tecellisiyle ezelden ebededir. Medeniyetin kanunları ve prensipleri gibi ihtiyarlayıp ölüme gitmeyecektir. Daima genç ve kuvvetli! Hatta zaman gençleştikçe gençleşen! Bundan dolayı, ne kadar engellenmeye çalışılırsa çalışılsın her zaman ve mekânda gönülleri fethetmeye bi-iznillah ber-davam olacaktır.Günümüz Batı medeniyeti kurduğu bütün hayır cemiyetleriyle ve şiddetli emniyet tedbirleriyle ve ahlâkî terbiye metot ve faaliyetleriyle, Kur’ân-ı Hakîmin -sadece iki meselenin hallini gören- iki ayetiyle inşa ettiği düsturlarına dahi karşı çıkamayıp mağlûp düşmektedir.O ayetler, şunlardır: “Namazı hakkıyla edâ edin ve zekâtı verin”1 “Allah, alış-verişi helâl, fâizi ise haram kıldı!”2 Bu ayetlerdeki hakikatler, “Ben tok olayım; başkası açlıktan ölse bana ne!” “Sen çalış, ben yiyeyim.” prensibini hal etmiştir. Bütün sosyal kargaşaların, anarşik faaliyetlerin, huzur mahrumiyetinin kaynağı olan -izm adı taktıkları Allah kelamı ve nübüvvet yerine ortak insan aklıyla kurmaya çalıştıkları dünya görüşlerini kafalarını meydana dahi uzatamadan çürütmüş, belini kırmıştır. Her aklı başında olan bilir ki zenginler ve fakirler arasında insanlar-arası sosyal denge kurulmasıyla rahat bir hayat yaşanabilir. Bu ise zenginden fakire merhamet ve şefkatle, fakirden de zengine hürmet ve itaatle sağlanır.Batı medeniyetinin çürütülen birinci düşüncesi, zenginleri zulmetmeye, ahlâksızlığa ve merhametsizliğe sevk etmiştir.3 İkincisi ise fakir halkları kin, hased ve isyana... Böylece insanların rahatını yaklaşık iki yüz yıldır elinden almıştır. Emek ve sermaye çarpışmasıyla asrın geniş çaplı ve karanlık Rönesans’ını meydana getirmiştir. Hiçbir şekilde de insanların iki tabakasını/yakasını barıştıramamış, sosyal hayatın iki müthiş yarasını tedavi edememiştir. Bu prensiplerin tahribatının giderilmesi, “zekâtın farz olması” ve “faizin haram olması” düsturlarıyla mümkündür. O vakit makyajlanmış “Ben tok olayım; başkası açlıktan ölse bana ne!” ve “Sen çalış, ben yiyeyim” prensiplerinin gerçek ve çirkin siması ortaya çıkacaktır. Evet, Kur’ân’ın ayetlerinden nizama yansıyan düsturlar, âlemin Hay isminin tecellisi olan şahıs ve topluma açılan kapılarında durup faize “Yasaktır!” der. “Kavga kapısını kapamak için faizle beslenme kapısını kapayınız.” der, insanlara ferman eder. Talebelerine, faiz haramına bulaşmış sözde binalara/kurumlara “Girmeyiniz!” emreder.Sonu -izm olan batıla bulaşmış manevi fikir nehirlerini zihninde canlandırdı. Zaman şeridinde Kur’ân’a biçare karşı kafa tutan/horozlanan insan eseri çırpınışlar aklına geldi. Tefekkürüne sessiz devam etti: Komünizm, Kapitalizm, bimem ne bilmem ne… Gaddar ekonomik uygulamalar ve kandırılan işçilerin hakkının gasp edilmesiyle Karl Marx ve Friedrich Engels gibi zalim menfaatçilerin propagandası revaç buldu. Zavallılar, cümlesi, anlayamadan har­­canıp gittiler “sınıf, para ve devlet yok” ha­­ki­katte ne manaya geliyor, göremediler. “Oh ne güzel! Artık biz de bütün mal varlığında paydaşız, eşitiz. Üretim araçlarının mülkiyeti, üretici güçler arasında ortaktır ve üretilen servet de ihtiyaca göre dağıtılacaktır.” dediler, aldandılar. Tevhidin burcunda dalgalanan “-el Adil” sancağının altında toplanıp kardeşliği tesis etmeyi, reddettiler. Adaleti vicdanlara yerleştiren “Kendi nefsi için istediğini kardeşi için istemeyen bizden değildir.” nebevi hakikatine sırt çevirdiler, umursamazlık ettiler. İnsanlık tarihinin en karanlık, en acımasız ve vahşi rejimlerine esir oldular. Yağmurdan/rahmetten kaçarken doluya/zulmün taşına tutuldular. Niha­yet: Dünya rıhtımında katledip cesetleri yığan ihtilaller, haşr limanından cehenneme sevk edilen odunlar…Aslında her iki -izm’in hatta bütün -izm’lerin birbirinden, hakikat nazarıyla, farkı yok. Akarsuyun debileri gibiler. Birinde her şey kamu’nundur, devletindir, diğerinde şahsın. Biri tek sınıf der: “Çalışsan da çalışmasan da maaşını al!” zırvasıyla tembellik döşeğine atarak kabiliyetlerini öldürdüğü insanı – ki arzın halifesi vasfına layıktır- maddi kılıflı manevi ihtilâllerle boğar, atar. Diğeri iki sınıf der: Ya patron ya işçi. Eğer patronsan dünyalık hedefine ulaşarak daha çok meta kazanırsın, sahte bir Cennet yaşarsın. İşçi isen daha ucuza çalıştırılır, alın terin vicdansızca sömürülür. Dünyada iken cehennemi halet yaşatılır. Şu asırda yaldızlı yalanlarla maddi ve manevi seması kirlenen dünyanın ve dimağın çehresi, Kur’ân’ın düsturları ile temizlenecektir. Faiz kapısını/deliğini kapayan İslamiyet’in zengin ve fakir arasında inşa ettiği zekât köprüsü kardeşlik/uhuvvet ahlakını netice verecektir. Hayır hasenat meyveleri toplattıran faaliyetlerle kabiliyetler inkişaf edecektir. Rahman isminin te­cel­lisi olan şefkat ve merhametle beslenen hissiyat, fakirlere “Dur!” diyecektir: Fesada atan haset illetinden uzak dur. Sana nimeti uzatan Hakkın eline nan-körlük etme, hürmet göster!”1- Bakara Suresi 110. Ayet.2- Bakara Suresi 275. Ayet.3- “Sene 1789… Fransız İhtilali tüm hızıyla ce­re­yan etmektedir. Paris’teki halk ayaklanır, çünkü yiyecek ekmekleri dahi yoktur. Bu esnada Kraliçe Marie Antoinette, katı yürekli bir umursamazlıkla komik olmaya çalışır ve aptalca/ahmakça şunu önerir: ‘Ekmek bulamayanlar, pasta yesin!’”

Mehmed Gökcan 01 Ekim
Konu resmiŞefâat Vesilesi, Su Kasidesi (2)
Kültür ve Medeniyet

Hazret-i Muhammed’in gül yüzüne ölüm vakti gelene kadar her ân salât ü selâm getirmek, bana farz-ı ayn olsun. Milyonlar salât ve milyonlar selâm sana olsun, ey Allah’ın vahyinin Emîni!Men lebün müştâkıyam zühhâd kevser tâlibiNitekim meste mey içmek hoş gelür hûş-yâra su(Ben -Kur’ân ve imanın hakikatlerini hadis-i şerif tesmiyesiyle dile getiren- dudaklarının müştakıyım, zahid ise -menfaat gözeten- kevser talibidir. Nitekim mest olana mey içmek, uyanık olana ise su içmek hoş gelir.) Fem-i mübarek… En mübarek ağız: İlmi tahsilin en güzide, en bereketli menbaı. Kananlar bu kaynaktan kandı. Sarhoşane yananlar ise kesrete dalarak yandıkça yandılar; ondan uzaklıkla teskini bulamadılar. Kesretin çıkmazlarındaki menfaat patikalarında yollarını kaybettiler. Vahdete kapılar aralayamadılar.  Sadece asrın değil asırların maarif arayışında, Muhammed Mustafa’ya (sav) kulak vermedikçe, akıllar sarhoş olmaya devam edecek! Bir saat sohbet-i nebevinin iksiri ve tesirinde muallimliğe terfi var. Muallimlik ve bu sırra muhtaç muallimler ve talebeler hasretle beklemedeler.Maarife reçete “Akılların Muallimi”nin fem-i muhsininden marifetullah imbiğinden süzülen ab-ı hayatı yudumlayarak uyanık olmakta.Ravza-i kûyuna her dem durmayub eyler güzârÂşık olmış galibâ ol serv-i hoş-reftâra su(Köyünün bahçesine, Ravza-yı Mutahhara’na her an, durmaksızın akar da durur şu su. Galiba bu akışta hoş yürüyüşlü servinin, o Sevgililer Sevgilisinin aşkı vardır.) Dicle!..Bahis senden. Delicesine çağıltın, kuzeyden güneye şevkle, coşkuyla koşuşun, âşık olarak mücerred kalbin okuna yerleştirdi seni. Temrendeki maşukta muhabbet-i Resulallah yazılı. Teşhiste saadet pâyesi, iştiyak dolu ashabı hatırlatan. Elbette, bir nehir sür’atle O’na (sav) akar da beşer akmaz mı? Maddeten ve manen… İkisi bir olsa evlâ, fakat manen yakınlık maddeten yakınlıktan kavi. Zira, mekân olarak uzaklık olsa da manada, sünnet-i seniyye hattında heyecanla atılıveren koca koca adımlar, rıza-yı İlahiyeye yönelen birer çağlayandır.Her fırsatta, nur yağan Ravza’ya berata ulaş­tıran. Hayatın ritmini itidal deminde kadem-i şerifin izi üzere tutan, ifrat ve tefrit­ten uzak istikamete ayarlayan.Sünnete bağlılığın neş’esiyle tertemiz hissiyatın pompalandığı beşerin manevi kalbleri, Ona olan bu yakınlık ile ferd ferd tenvir olmalı! Olmalı ki tüm beşeriyet nura gark olsun. 14 asır ötesinden hisse alsın.Kâinatın nuru Nur ismine ma’kes, hisseleri pay etmeklik “Zât-ı Nurande.Su yolın ol kûydan toprağ olup dutsam gerekÇün rakîbümdür dahı ol kûya koyman vara su(O köyün toprağı olup su yolunu tutmak…. Ona ulaşmak isteyen suyu rakib görmek…)Hani var ya!“En çok kimi seviyorsunuz ya Resulallah?” hitabı…Ya sual tersten işlediğinde: “Kim en çok sever Habibullah’ı?”Cevab, Ebu Katade (ra) çabukluğunda:Toprak gibi, senin huzurunda hiçbir varlığa-bilinene bakmaksızın anmaksızın, onları emercesine dahile zapt ederek; tam bir mahviyetle, “Bende-niz, ya Resulallah!”Muhabbet, heyula… O’dur, “Misâl-i Muhabbet”.Dest-bûsı ârzûsıyla ger ölürsem dostlarKûze eylen toprağum sunun anunla yâre su(Elini öpmek arzusuyla ölürsem eğer, -kabrimin- toprağını testi eyleyin ve onunla Yâr’in mübarek ellerine su sunun.)Vuslat…Üveys misali üveysî tarzda da olsa.Yârin kalbine yollar bulabilmeli. Unutmamalı ki ukbayı tasdikte Yâr’in tedrisinden geçmiş kalbe ölüm mâni olamaz. Firak itiraz edemez. Yeter ki salavatlarla çatılmış hayat çadırının gölgesinde “Buradayım!”, “Lebbeyk!” sadalarıyla huzurun mayası ruha çalınsın. Ölümüyle hizmet ederek Yâre vize almak: Mühim şey.Elbette ki hayat ve mevt, “Mahlukat İçinde En Mümtaz Şahsiyet” (sav) ile şekillenmeli.Serv ser-keşlük kılur kumrî niyâzından megerDâmenin duta ayağına düşe yalvara su(Servi kumrunun niyazından dik başlılık eder. Ta ki su -aracılık için- eteğini tutsun ve kendine yalvarsın.)Tevhid nübüvvetsiz olmaz!Olamaz…Vahdet suyuna kanmak kolay mı? Kul ne kadar yakarsa da Bir’e, o kapının makbulü olanla çıkmadıktan sonra dergâha nafile. Etrafında kenetlenmiş sahabelerce inşa olan İslam binasının mu’tedil iklimi asr-ı saadet şahit değil midir? Tevhid sancağı altında topladığı kürre-i arzın nısfı, nev-i beşerin beşte biri şahit değil midir? Hem biliriz ki dua dilekçemiz, elini sımsıkı tuttuğumuz “Sultan-ı Ezel ve Ebed’in En Büyük Yaveri”ne (sav) salavatlar ile mühürlü oldukça geri çevrilmez. İçmek ister bülbülün kanın meger bir reng ileGül budağınun mizâcına gire kurtara su(Şu gül budağı nasıl da -kendine sevdalı olan- bülbülün kanını bir hile ile içmek istiyor. Çare suyun gül budağının mizacına girmesinde…)Onsuz güzellik/hüsn olur mu?Rabbimizin cemali en külli biçimde o ayinede tecelli etmiyor mu?“Gül yüzü bin Yusuf’un hüsnünü hayran eder” mısrasının işaret ettiği gibi yanında başka güzellik söz konusu edilebilir mi? Hilyesindeki “Ne O’ndan önce ne de O’ndan sonra O’nun gibisini görmedim!” tesbiti güzelin ve güzelliğin şu âlemde nokta-i mih­ra­ki­yesini tespit etmez mi?O vakit?..Fena mührü taşıyan ayinelere mübtela olmak nedendir? Kalbe, Cemil-i Mutlak ile irtibatsız tasarrufta bulunmak nedendir? Suri güzellerin ve güzelliklerin hilesine kapılmak nedendir? Bakmaz mı ki şu insan; Gül-i Ra’na’ya (sav) bağlılıkla, kâinattaki hüsn hakiki kıymetini bulur; Hakka burhan olur. Aksi: hissî israf. Muhabbet rotasını şaşırmış kalblerin keşmekeşliklerden ve vartalardan kurtulması, “Mehasin-i San’at-ı Rabbaniyenin Vassafı” nın (asm) hüsnü taliminde giz’li.Tıynet-i pâkini rûşen kılmış ehl-i âlemeİktidâ kılmış tarîk-i Ahmed-i Muhtâr’a su(Temiz yaradılışı ile yaradılanların en parlağı, O seçilmiş Peygamberin yoluna öncesi ve sonrası ile su gibi temiz yaradılışlılar nasıl da tabi kılınmıştır.)Hani “Su gibi!” denir ya!Tertemiz, aziz…Öyle pâk bir yaradılış… Âlem âlem olalıdan beri akıp geleduran. Nebevî lisanda inci-misal lafızla mananın dizilişi: “Âdem’den ta anam beni doğuruncaya kadar, hep nikâha dayalı temiz ve meşru alâkalardan çıkarak geldim! Cahiliyenin o çirkin işlerinden nesebime hiç bulaşmamıştır.”Yol: Sünnet-i seniye…Temiz yaradılışlıların -öncesinde ve sonrasında- tabi oldukları… Yatağını bulan su misali.O bir “Bir Fihriste-i Nurani”dir (asm.) Berraklık ve berrak olanlar onunla münasebette aranmalıdır.Seyyid-i nev-i beşer deryâ-ı dürr-i ıstıfâKim sepübdür mu’cizâtı âteş-i eşrâra su(Nev-i beşerin Efendisi, seçilmiş inci deryası! Ki mucizeleri su serperek şerlerin ateşini söndürmedi mi?)Mucizeler Deryası, Efendimiz (asm.) …Âlemin kutlu misafiri insanın da bir Efendisi elbet olacak. Ona hürmetle tabi olanlar, izzetle hayır-akıbete yol bulacak. Küfrün karanlığında hakir bir biçimde hürmetsizlik edenler ise zıddına.Hem âlemdeki -hakarete sebep olan- şerlerin ateşini söndürecek, hararetini alacak mucizeler elinde bulunacak. Dilinde bulu­nacak. Ki âlemin Yaratıcısının kudretine, hikmetine ve ilmine sırtını dayamış bu hakikat incileri ile zulmetleri nura çevirsin. O deryadan zahir olan serinlik ve serpintiler bir o kutlu vakitlere münhasır kalmadı, tüm nebilerden farklı olarak istikbali de tenvire devam etti. Ahirzamanın da şu günkü yangınlarını söndüren Kur’ân-ı Mucizü’l-Beyân ortadadır, meydan okumaya devam etmektedir.“Mu’cizât-ı Bahire Sahibi”ni tanımak ve tasdik etmekle imanın nurunu kalbe yerleştirmek: Mahz-ı hayırKılmağ içün tâze gül-zâr-ı nübüvvet revnakınMu’cizinden eylemiş izhâr seng-i hâra su (Nübüvvetin gül bahçesinin parlaklığını taze kılmak için mucizesiyle sert taştan su çıkarmamış mıdır?)Öyle bir gül bahçesi ki…Ter ü taze!Her bir gülünde O’ndan koku var. Duruş var, renk var, akış var, yanış var. Ahlaklanış var. İbadet, niyaz var. İman var. Altında mu’cize adlı imza var. Taş sertliğinde katı kalblerden su misali ilim-irfan-iman akıtan tesir var. Cem olan, bahçe olan beşerin gönül iklimini, hem-hal olmaklıkla mesire yapan, ümmet yapan iksir var.Aynı tazelik her daim ber-devam.Kur’ân’a ayine: “Hulukuhul Kur’ân” (asm.)…Bir Salavât:فَرْضُ عَيْنَسْتْ مٖي بَگُویَمْ تَا وَقْتِ مَمَاتْدَمْ بَدَمْ بَرْ گُلِ رُخْسَارِ مُحَمَّدْ صَلَوَاتْاَلْفُ اَلْفِ صَلَاةٍ وَ اَلْفُ اَلْفِ سَلَامٍعَلَيْكَ یَٓا اَمٖينَ وَحْيِ  الّٰلهِHazret-i Muhammed’in gül yüzüne ölüm vakti gelene kadar her ân salât ü selâm getirmek, bana farz-ı ayn olsun. Milyonlar salât ve milyonlar selâm sana olsun, ey Allah’ın vahyinin Emîni!

İbrahim SARITAŞ 01 Ekim
Konu resmiİstanbul’da Bulunan Denizci Mezar Taşları
Kültür ve Medeniyet

Türk deniz tarihinin şanlı sayfalarını, isimleri meçhul olan binlerce kahraman denizcilere borçludur. İstanbul, Osmanlı İmparatorluğu döneminde denizciliğin merkezi konumunda olan bir şehir olmuştur. İmparatorluk, Karadeniz ve Akdeniz ticaret yollarını kontrol ediyordu ve donanmasının güçlü olması, denizciliğe büyük bir önem atfedildiğini gösteriyordu. İstanbul’da yaşayıp denizcilik mesleğini sürdüren pek çok kaptan, tayfa ve gemici hayatlarının büyük bir kısmını denizde geçirirdi. Gemicilerin denizde can vermeleri ya da zorlu bir hayattan sonra karada hayatlarını kaybetmeleri durumunda, denizciliğe duydukları bağlılık ve şükran, onların mezar taşlarına da yansımıştır. İstanbul’un tarih boyunca bir liman kenti olması denizciliği, şehrin kültürel kimliğinin ayrılmaz bir parçası hâline getirmiştir. Osmanlı İmparatorluğu döneminde İstanbul, donanmanın merkezi olarak önemli bir rol üstlenmiştir. Deniz ticareti ve deniz seferleri, imparatorluğun genişlemesinde ve gücünün korunmasında büyük rol oynamıştır. Denizcilerin hayatı, çoğunlukla tehlikelerle dolu olmuştur. Bu tehlikeli hayat, onların ölüm sonrası anıtları olan mezar taşlarına da yansımıştır. İstanbul’daki gemici mezarları, denizcilere duyulan saygıyı ve onların zor koşullarda verdikleri mücadeleyi simgeler. Denizcilerin mezar taşları, sadece birer anıt değil, aynı zamanda denizciliğin şehrin geçmişindeki yerini ve önemini anlatan kültürel eserlerdir. Denizcilerin mezarları genellikle İstanbul’un sahil bölgelerine yakın mezarlıklarda yer almaktadır. Bunlar arasında en dikkat çekenlerden bazıları Karacaahmet, Kuzguncuk, Beykoz, Kınalıada, Büyükada, Yahya Efendi Haziresi, Kulaksız, Büyük Piyale Paşa Camii Haziresi, II. Mahmud Türbesi Haziresi ve Eyüpsultan gibi tarihi mezarlıklardır. Bu mezarlıklarda yer alan denizci mezar taşları, sadece dînî ve kişisel bilgileri değil, aynı zamanda denizcilikle ilgili sembolleri de taşıyan birer anıt mezar olma özelliğini gösterir. Osmanlı denizcilerine ait yelkenli mezar taşları, fırtınada parçalanmış kırık bir gemi direği, yelken bezleri, makara ve halatlarla bir gemiyi andırır şekilde yapılmıştır. Yelkenin asılı olduğu direk şeklindeki mermer, kasten kırık yapılmış ve denizcinin artık dünya yolculuğunun sona erdiğini anlatır.İstanbul’un tarihî mezarlıklarını birer “hatıra bahçesi” olarak değerlendiren sayısız mezarın içinde, varlığı tespit edilen kırık gemi direkli dört denizci mezarı; Kaptan-ı Deryâ Ateş Mehmed Paşa (Ölümü 1281), Kaptan Tatarzâde İbrahim Paşa (Ölümü 1306), Miralay Giritli Hasan Bey (Ölümü 1315) ve Cihangirli Komodor Mehmed Paşa (Ölümü 1313) mezarlarıdır. Bunların dışında Kasımpaşa Zindanarkası Mezarlığı’nda bulunan Bahriye Silâhendaz ve İtfaiye Taburu Komutanı Ferik Mehmed Paşa’nın (Ölümü Rûmî 6 Şubat 1326) kırık gemi direkli mezarların sade bir örneği olarak bulunmaktadır. Bunların dışında, Çapa ve Gemi Figürleri gemici mezar taşlarında sıkça rastlanan sembollerdir. Bu semboller sadece estetik bir unsur olmayıp, aynı zamanda mezarda yatan kişinin inancını, yaşamını ve denizle olan ilişkisini anlatan güçlü ifadelerdir.İstanbul’daki denizci mezarları, denizcilik tarihinin sessiz tanıklarıdır. Bu mezarlar, denizcilerin hayatlarının zorluklarını ve denizle olan bağlarını simgeleyen özel sembollerle bezenmiştir. Çapa, gemi ve yelken gibi denizcilikle ilgili figürler denizcilerin İstanbul’un tarihindeki önemini gözler önüne sermektedir. Kırık gemi direkli denizci mezarları, denizcinin gemisi ile paylaştığı ortak kaderi, çarpıcı bir anlatımla ifade eden eserlerdir. Bu mezarlar, İstanbul’un denizcilik geçmişine duyulan saygıyı ve denizciliğin şehrin kültürel mirasındaki yerini anlamamıza yardımcı olmaktadır. Türk tarih ve kültüründe ayrı bir yeri olan tarihi mezar taşlarının büyük çoğunluğu, zamanın tahribatı ve başka sebeplerle pek çoğu maalesef günümüze kadar ulaşamamıştır. İstanbul me­zarlıklarına dağılan denizci mezarları, İs­tan­bul’un Türk denizcilik tarihindeki ye­ri­ni açıklayan önemli belge ve en büyük ha­zinelerden biridir. İstanbul’un 1453’teki fethinden, harf inkılabının yapıldığı 1928’e kadar olan mevcut tarihi mezar taşlarının birer kültürel miras olduğu bilinciyle mutlaka korunmalıdır. Ömrünü “Nizam-ı Alem, İlayi Kelimetullah” davasına adamış ve bu uğurda can vermiş tüm denizcilerimizin ruhları şad, mekanları cennet olsun.

Mustafa YILMAZ 01 Ekim