204. Sayı: "Yürüyelim Kudüs'e"Bu Sayıyı Satın Al
Konu resmiKudüs Giderse Medine’yi Koruyamayız
İnsan

Sesimizi değil sözümüzü yükselttiğimiz dönemlerden geçiyoruz. Güncel problemlerimize karşı tarihin şahitliği üzerinden yüzyılın hesabını birden görüyoruz. Zira biliyoruz ki, “Tarih hiçbir zaman sadece geçmişe ait bir şey değildir. Bugünü anlamak ve yarını inşa etmek için vardır.” Mesela Kudüs. Bugün Kudüs’ü konuşuyoruz. Çünkü Kudüs Ortadoğu’nun anahtarıdır. Hesaplar hep buranın üzerinden görüle gelmiştir. Farklı din ve dünyevi bakış açılarından kaynaklı değerlendirmeler, günün hatta devam edegelen yüzyılın temel problemini oluşturmaktadır. Kur’an-ı Kerimde beyan edildiği üzere etrafı mübarek kılınan Mescid-i Aksa ve Efendimizin (sav) buradan Miraca yolculuğu ve burayı ziyaret edilecek üç mekândan birisi olarak göstermesi ve tabii ilk kıblemiz olma gibi hususiyetlerinden bahisle, Müslümanların üzerine titrediği yerlerden birisi olmuştur Kudüs. Hz. Ömer (ra), Selahaddin Eyyubi, Yavuz Sultan Selim Han, Abdülhamid Han-ı Sani ve sair idareci ve komutanlar, ayet-i kerime ve hadis-i şeriflerin işaretiyle burası için hayatlarını ortaya koymaktan çekinmemişlerdir. Ve İslam’ın burada hüküm sürdüğü dönemlerde hep barış ve huzur hâkim olmuştur. Hususan bu son dönemde Siyonistlerin Kudüs üzerinden yürüttükleri siyasetin faturası hem orada yaşayanlar için hem de bütün dünya için ağır olmuştur. Amerika, İngiltere, Fransa, Almanya vb. tarihin şehadetini reddederek ortaya attığı safsatalar ise, tarihe derinlikli olarak bakmamıza sebep olmuştur. Biliyoruz ki geçmişimiz, geleceğimizdir. İşte bundan bahisle Türkiye Cumhurbaşkanının 2017’de ağzından dökülen ve sine-i millette olanın tercümanı olan şu cümleler tarihe geçecek ve tarihi gösterecek çok önemli beyanlardır ve bu minvalde söylenen ve söylenecek cümleler ileriyi kuşatan önemli referanslar olacaktır. “Şunu iyi biliyoruz: Kudüs giderse Medine’yi koruyamayız, Medine giderse Mekke’yi koruyamayız, Mekke giderse Kabe’yi de kaybederiz. Unutmayınız, Kudüs demek İstanbul demektir, İslamabat demektir, Cakarta demektir, Medine demek, Kahire demektir, Şam demek, Bağdat demektir. Kâbe demek, tüm Müslümanlar olarak hepimizin şerefi, namusu, onuru, haysiyeti, varlık gayesi demektir. Biz bunların hiçbirinden vazgeçemeyiz. Allah’ın emrine ve ecdadın emanetine sahip çıkmak için ne gerekiyorsa bunu yapacağız.” Şimdi yepyeni bir dünya bizi bekliyor.

Metin UÇAR 01 Kasım
Konu resmiTarihten Notlar
Kültür ve Medeniyet

Kudüs ve Hz. Davud (as) Kulesi Kudüs’ün Osmanlılar tarafından fethi Yavuz Sultan Selim zamanında Mercidabık Zaferi’nin ardından gerçekleşmiştir. Yavuz Sultan Selim 30 Aralık 1516’da Kudüs’e, 2 Ocak 1517’de Gaz­ze’ye girmiştir. Bu zamandan sonra Filistin’in Osmanlıların elinden çıktığı 1917 senesine kadar, Kudüs ve çevresinde barış ve huzur hâkim olmuştur. Bu barış ve huzur ortamından her din mensubu faydalanmıştır. Kudüs Kalesinin burçlarında dalgalanan Osmanlı bayrağı, her bir Kudüslü için huzurun ve emniyetin sembolü olmuştur. Kudüs’ün etrafı, eski şehirlerin neredeyse tamamında olduğu gibi, surlarla çevriliydi. Osmanlılar tarafından fethinin ardından Kudüs’te restorasyon ve imar çalışmaları başlamıştır. Kubbetü’s-sahra’nın restorasyonuyla başlayan çalışmalar günümüzde hâlâ ayakta olan surların inşasıyla devam etti. Yapımı beş yılda tamamlanan, uzunluğu 3 kilometreyi, yüksekliği 12 metreyi aşan surların otuz dört kulesi ve yedi kapısı vardır ve bunların altısının üzerlerinde yapım tarihlerini gösteren kitâbeleri bulunmaktadır. Bu kapılardan Yafa kapsının yakınında Hz. Davud’un (as) ismiyle anılan bir kule vardır. Bu kulenin geçmişi en az üç bin yıl geriye kadar götürülebilmektedir. Tarih boyunca birçok önemli hadiseye şahit olan kulenin üzerinde Osmanlı bayrağı dalgalanırken Sultan II. Abdülhamid zamanında çekilmiş fotoğrafı, Filistinlilerin huzurlu günlerini hatırlatmaktadır. Cenab-ı Hak’tan tekrar o huzurlu günlere dönebilmeyi nasip etmesini niyaz ediyoruz. 6 Kasım 1918 Kars İslam Şurası kuruldu Eleşkirt vadisiyle Beyazıt Kalesi haricindeki elviye-i selâse toprakları (Kars, Ardahan ve Batum), 93 Harbi sonunda Rusya’ya terk edilmiştir. Birinci Dünya Savaşı sonlarına doğru Rusya, savaştan çekilince 3 Mart 1918 tarihli Brest-Litovsk Antlaşması ile elviye-i selâseyi Osmanlı Devleti’ne bıraktı. Ancak Mondros Antlaşması ile bu vilayetler Gürcülere ve Ermenilere verilmesi istenince daha önce İslâm Cemiyeti adı altında birleşmiş olan Müslüman halk, 6 Kasım 1918 günü Kars’ta Kars İslâm Şûrası adıyla geçici bir hükümet kurdu. 17-18 Ocak 1919 kongresinde de Batum’dan Nahcıvan’a kadar uzanan yerlerdeki Müslüman halk, topraklarını Gürcülere ve Ermenilere karşı koruyan millî şûranın adını Cenûb-i Garbî Kafkas hükümeti şeklinde değiştirdi. İngilizler 12 Nisan 1919’da bu hükümetin merkezi olan Kars’ı basarak hükümeti dağıttılar ve üyelerini Malta’ya sürdüler. Ertesi günü de buraları Ermenilere verdiler. Kâzım Karabekir Paşa kumandasındaki 15. Kolordu, Ermeni kuvvetlerini bozguna uğratarak 30 Ekim 1920 günü Kars’ı geri aldı. 9 Kasım 1231 Abdüllatîf el-Bağdâdî vefat etti Abdüllatîf el-Bağdâdî, aslen Musullu olup, 1162 senesinde Bağdad’da dünyaya gelmiş­tir. Kur’ân-ı Kerîm’i ezberledikten sonra baş­­ta hadis ve fıkıh olmak üzere, dil ve ede­bi­yat alanlarında temel sayılan metinleri oku­­yarak icâzet aldı. İbn-i Sînâ, Behmenyâr ve Gazzâlî’nin eserlerini okudu. 1206’da Ku­düs’te Mescid-i Aksâ’da, 1207’de de Şam’ın Azîziyye Medresesi’nde müderrislik yaptı. Şam’da verdiği dersler daha çok tıp alanında idi. Nitekim onun tıp ilmi ile ilgili önemli eserlerini burada kaleme aldığı bilinmektedir. Tıp, felsefe ve mantık alanları başta olmak üzere 160’tan fazla eseri vardır. Bunların elli üçü tıp ve farmakoloji, dördü zooloji, dördü botanik, yirmisi mantık, on sekizi felsefe, on üçü nahiv, sekizi hadis, ikisi tefsir, ikisi fıkıh, ikisi kelâm, onu metodoloji ve tarih, dördü de ahlâk ve siyaset konularında kaleme alınmıştır. Müellifin, beş duyuyu tıp açısından inceleyen iki makalesi Makāletân fi’l-havâs ile şeker hastalığı hakkındaki eseri Risâle fi’l-maraz el-müsemmâ diyabitis adıyla neşredilmiştir. Şeker hastalığının karaciğere bağlı bir rahatsızlık olduğunu ilk olarak tesbit eden Abdüllatîf el-Bağdâdî’dir. Bağdad’da 9 Kasım 1231’de vefat etti. 22 Kasım 1951 Diyanet İşleri Başkanı Eyüp Sabri Hayırlıoğlu’nun mabed dışında ruhanî elbise giymesine Bakanlar Kurulu kararı ile izin verildi Konya’da 1884 senesinde dünyaya gelen Eyüp Sabri Hayırlıoğlu, ilk öğrenimini yaparken Kur’an’ı da hıfzetti. Ardından Konya Ziyâiye Medresesi’ne devam ederek Sivaslı Ali Kemâlî ve Yalvaçlı Ömer efendilerden ders görüp icâzet aldı. Daha sonra Konya’da yeni açılan Dârülfünûn-ı Osmânî’nin Hukuk Şubesi’ni birincilikle bitirdi. Müderrislik, avukatlık ve milletvekilliği yapmıştır. Ahmed Hamdi Akseki’nin vefatı üzerine, 17 Nisan 1951’de Diyanet İşleri Başkanı olarak atandı. 22 Kasım 1951 tarihli Bakanlar Kurulu kararı uyarınca mâbed dışında “ruhanî elbise” giymesine izin verilen ilk Diyanet İşleri başkanı oldu. Kur’ân-ı Kerîm’in latin harfleriyle yazılamayacağına dair 1958 senesinde verdiği fetva meşhur olmuştur.  

Ahmed Said GÜNDÜZ 01 Kasım
Konu resmiMüjdecinin Müjdecisi: İsa (as), Kudüs ve Mescid-i Aksâ
İtikad

Ya Rabbi! Resûl-i Ekrem (Aleyhissalatü Vesselam) Efendimizin miraçta bütün Enbiya-yı izam ve Rusül-i Kiram Hazarâtına imamlık yaptığı âlî makam ve İslâmiyet’in ilk kıblesi olan mübarek Mescid-i Aksâ’ya nihayetsiz (sonsuz) selam, ta’zim, hürmet ve muhabbetlerimizi takdim ediyoruz, kabul buyur. Miraç gecesinde nâzil olan iki ayetten birincisinde Rabbimiz şöyle buyuruyor: لَا نُفَرِّقُ بَيْنَ اَحَدٍ مِنْ رُسُلِهٖ “Biz Allah’ın peygamberleri ara­sında ayırım yapmayız.”1 Pey­gamberlerin ilki Hz. Âdem (as)’dan sonuncusu Hâtem’ül Enbiya (asm)’a kadar bütün peygamberleri Allah’ın birer elçisi olarak kabul ederiz. Son peygamber, Sevgili Peygamberimiz (asm), اِنَّٓا اَرْسَلْنَاكَ شَاهِدًا وَمُبَشِّرًا وَنَذٖيرً  اۙ “Şüphesiz ki biz seni, bir şâhid, bir müjdeleyici ve (aynı zamanda) bir korkutucu olarak gönderdik.”2 âyetinin beyanıyla Allah tarafından bir mübeşşir (tebşir edici) olarak gönderilmiştir. İman edip salih amel işleyenleri altlarından ırmaklar akan cennetle müjdeleyen Rahmet Peygamberi (asm)’ı tebşir eden ise İsa (as)’dır. Türkçe Yuhanna İncil’inin On Dördüncü Bâb ve otuzuncu ayeti şudur: “Artık sizinle çok söyleşmem. Zira bu âlemin reisi geliyor. Ve bende ânın nesnesi asla yoktur.” İşte âlemin reisi tabiri, Fahr-i Âlem demektir. Fahr-i Âlem unvanı ise Muhammed-i Arabî Aleyhissalatü Vesselam’ın en meşhur unvanıdır. Yine İncil-i Yuhanna, On Altıcı Bâb ve yedinci ayeti şudur: “Ama ben size hakkı söylüyorum. Benim gittiğim size faidelidir. Zira ben gitmeyince tesellici size gelmez.” İşte bakınız. Reis-i Âlem ve insanlara hakiki teselli veren Muhammed-i Arabî Aleyhisslatü Vesselamdan başka kimdir? Evet, Fahr-i Âlem odur ve fani insanları idam-ı ebedîden kurtarıp teselli veren odur.3 Sevgili Peygamberimiz (asm)’ın bir gece vakti Mekke’den, Mescid-i Haram’dan yola çıkarak vardığı, Rabbimizin etrafını mübarek kıldığı yerdir, Mescid-i Aksâ. Yine Resul-i Ekrem (asm)’ın di­ğer peygamberlere imam olup namaz kıldırdığı yerdir, Mes­cid-i Aksâ. Hem Peygamber Efendimiz (asm)’ın miraç gecesi mukaddes makamlara yükseldiği mübarek beldenin adıdır, Kudüs. Hem Fahr-i Âlem olan Efendi­mizi (asm) müjdeleyen Hz. İsa’ nın göğe yükseltildiği4 yerdir, Kudüs. Günümüzde savaşlar, işgaller ve türlü zulümlerle anılan Ku­­­düs, Mescid-i Aksâ; esasen bir­­­çok müjdenin, kurtuluşun mekânıdır. Nasıl Ayasofya nicedir süregelen esaretten kur­­­tulup zincirlerini kırdıysa Mes­­cid-i Aksânın da zâlimin elinden kurtulup hürriyetine kavuşması yakındır inşallah. Zira tarih bize göstermektedir ki, zulüm ebedi olamaz ve zulümle âbâd olunmaz. Masumların kanları üzerine kurulu hiçbir hükümranlık uzun süre ayakta kalamaz.  وَاللّٰهُ مُتِمُّ نُورِهٖ وَلَوْ كَرِهَ الْكَافِرُونَ “Kâfirler istemeseler de Allah nurunu tamamlayacaktır.”5 Filistinli kardeşlerimiz, Allah’ın izni ve yardımıyla kendi ülkelerinde özgürce yaşama imkânına mutlaka kavuşacaktır. Filistin sınırları içerisinde bulunan Mescid-i Aksa biz Müslümanlar için kutsaldır. Cenâb-ı Hak İsrâ suresinde; “Bir gece, kendisine bazı âyetlerimizi gös­terelim diye kulunu Mes­cid-i Harâm’dan çevresini mü­­­­­­­­barek kıldığımız Mescid-i Ak­­­­­sâ’ya götüren Allah, ek­sik­­lik­­­­lerden münezzeh­tir. O, ger­­­­­­­çekten her şeyi işitmekte ve görmektedir.”6 buyurarak Mes­­­­cid-i Aksâ’yı ve etrafını mü­­ba­rek kıldığını bizzat Kur’ ân’da ifade etmiştir. Şu husus açıkça bilinmelidir ki; Kudüs, herhangi bir toprak parçası değildir. Kudüs, İslam yurdudur, dârü’s-selâm’dır. Mescid-i Aksâ, sadece Filistinlilerin değil, bütün Müslümanların harîm-i ismetidir. Tarih boyunca zâlimin karşısında, mazlumun yanında yer alan aziz milletimiz, dün olduğu gibi bugün de, yarın da Mescid-i Aksâ’nın yanında olmaya devam edecektir inşallah. Çünkü burası, Mescid-i Harâm’dan sonra içinde insanların Allah’a ibadet etmeleri amacıyla yapılan en eski ikinci mâbeddir.  Ebû Zerr’den (ra) rivayet edilmiştir ki; “Ben: “Yâ Re­sû­lal­lah! Yeryüzünde ilk kurulan mescid hangisidir?” dedim. O: “Mes­cid-i Ha­ram’ dır” bu­yurdu­lar. “Sonra hangisidir?” dedim. O: “Mes­cid-i Aksâ’dır” buyurdular.”7 Mescid-i Aksa, Müslümanların ilk kıblesidir. Berâ İbn Âzib’den (ra) şöyle nakledilmiştir: “Hz. Pey­­­gamber sallallâhü aleyhi ve­­­sel­lem on altı veya on yedi ay kadar (Kudüs’teki) Beyt-ül Mak­­dis’e doğru namaz kıldı.”8 Sevgili Peygamberimiz (sav) “(Namaz kılıp daha fazla sevap kazanmak için) ancak şu üç mescide yolculuk yapılabilir: Benim bu mescidime, Mescid-i Haram’a ve Mescid-i Aksâ’ya.”9 buyurarak Mescid-i Aksâ’yı, Mescid-i Nebevî ve Mescid-i Haram’ın yanında zik­­­rederek onun kudsiyetine işa­ret etmiştir. Hz. Peygamber (sav) “Oraya gidin ve içinde namaz kılın. Eğer oraya gidemez ve içinde namaz kılamazsanız kandillerinde yakılmak üzere oraya zeytinyağı gönderin.” buyurmuştur.10 Demek o mukaddes mekânların tevhid dini İslam’a yakışır bir şekilde kimliğinin korunması için yapılan bütün faaliyetlere destek vermek gerekmektedir. Bizler de zulüm altında olan Müslüman kardeşlerimize maddi - manevi des­tek olmalı, en azından arka­la­rın­da bir dua ordusu gibi bulunma­lıyız. يَا اَرْحَمَ الْرَاحِمٖينَ، يَا اَكْرَمَ الْاَكْرَمٖينَ Her tarafı silahla kuşatılmış İs­lâ­miyet’in ilk kıblesi olan Mes­­cidi Aksâ’nın an-karîb’üz zamanda açılmasını, içerisinde hür ve serbest bir şekilde rükû, secde ve ibadet edilmesini ihsan eyle! Âmin. Ya Rabbi! Resûl-i Ekrem (Aleyhissalatü Vesselam) Efendimizin miraç­ta bütün Enbiya-yı izam ve Ru­sül-i Kiram Hazarâtına imam­­lık yaptığı âlî makam ve İs­lâ­mi­yet’in ilk kıblesi olan mü­ba­rek Mescid-i Aksâ’ya niha­yet­­siz (sonsuz) selam, ta’zim, hür­­met ve muhabbetlerimizi tak­dim ediyoruz, kabul buyur. Ya Rabbi! Filistin, Suriye, Irak, Myanmar, Doğu Türkistan, Yemen ve Sudan başta olmak üzere bütün bilâd-ı İslamîye’de zalimlerin zulmü altında dua bekleyen Müslüman kardeşlerimize lütfundan, fazlından ve kereminden en yakın zamanda yümünlü, bereketli fereçler, kurtuluşlar ihsan eyle. Âmin. 1- Bakara suresi, 285. âyet.2- Fetih suresi, 29. âyet.3- Zülfikar, s. 291.4- Nisâ suresi, 158. âyet: “Bilakis Allah, onu kendi (katı)na yükseltti.”5- Saff suresi, 8. âyet.6- İsrâ suresi, 1. âyet.7- Buhârî, “Enbiyâʾ”, 10-40; Müslim, “Mesâcid”, 1-2.8- Sahih-i Buharî Muhtasarı, s. 194.9- Müslim, Hac, 511.10- Ebu Davud, Kitâbu’s-Salât, 14.

Ali CİRİT 01 Kasım
Konu resmiÂlem-i İslamın Fedakâr ve Cesur Evladı ve Paratoneri Kahraman Filistine Atfen
İnsan

Bu yazı, evet 100 yıldır, Yahudi ırkının kahrınıtek başına, çile içerisinde, nefes bile alamadançeken mazlum Filistin halkına atfedilmiştir. İslam’ın fakir, mazlum fakat mağrur evladı Filistin, son 100 senesinde çok büyük zulümler gördü, soykırımlar yaşadı ve maalesef bu zulüm ve soykırım son günlerde zirveye çıkmış durumda. Bu yazı, evet 100 yıldır, Yahudi ırkının kahrını tek başına, çile içerisinde, nefes bile alamadan çeken mazlum Filistin halkına atfedilmiştir. Belki de onların yılmayan bu şanlı mücadelesi olmasa, düşmanı âdeta bir paratoner gibi kendi üzerine çekip bu denli oyalamasa, Arz-ı Mev’ud (güya- Yahudiler için vadedişmiş topraklar) dedikleri Müslüman top­rakları, çoktan Yahudi malı olup, çıkmıştı. Öyle ise, İslam Alemi, kahraman Filistin halkına çok şey borçludur. Kudüs, Beni İsrail, Peygamberlik ve Dinler Üzerine -Hiciv diliyle yazılmıştır, yanlış anlaşılmaya.- Pek çok peygambere ev sahipliği yaptığı ve İslam’ın ilk kıblesi olan Mescid-i Aksa’yı içinde barındırdığı için Filistin toprakları, bütün İslam Alemi nezdinde hep kıymetli ve gözde beldeler olmuştur. Efendim, üç semavi din için de çok mühimmiş Kudüs, geçin bunları! Gerek haçlılar gerekse son zamanlardaki Yahudi idareleri, zapt edebilmek için ora sakinlerini kıyım kıyım kıymaktan çekinmediler. Hak geldikten sonra batıl, hiçbir zaman “Biz de azıcık haktan yana olalım da rıza-yı Bari’den az biraz da biz nasiplenelim” hiç dememiş, sadece gurur meselesi yapıp hâkim olmak maksadı ile her şenaati işlemeyi meşru saymıştır. Şayet oraları mukaddes saymış olsalardı, sürekli kan akan bir yer haline gelmesine hiç müsaade ederler miydi? 1099’da Kudüs’ü Fatımilerden alan haçlılar, şehri kendilerine teslim etmeyi kabul eden Kudüs valisi ve maiyeti dışındakilerin tamamını, sivil halk dahil olmak üzere kılıçtan geçirmişlerdi. Öbür taraftan, Yahudi uleması ve din adamları, tarihleri boyunca, kendilerine ters(!) gelen mevzularda Peygamber dahi olsa eyvallah etmediler. Zekeriya (as), Yahya (as), İsa (as) onlardan çok çekti. İlk ikisini şehit ettiler. İsa (as)’ı da aynı akıbete uğratmak istediler, fakat Rabbi onu göğe çekti. Yerine başkasını çarmıha gerdiklerini sonradan anladılar. Bu hadiseler de Kudüs topraklarında vuku buldu. Ve bunlar, Kur’an’da ismi geçen peygamberler sadece. Kendilerine gönderilen yetmişten fazla peygamberi şehit ettiklerini tarihçiler aktarmaktadır. Damarlarında öyle bir haset vardı ki, Musa (as) haricinde Peygamber kabul etmeye yanaşmadılar. Öbür taraftan, kendilerini çok­­ça mucize ile Firavunun zul­­münden ve katlinden kurtar­mış olan ümmeti olduklarını ileri sürdükleri Musa (as)’a bile, kimsenin geçemediği Sina Çölünü geçme esnasında kendisinden on mucize gördükleri halde, on kere de isyan ettiler. Her zorlukta mızmızlandılar ve yine her musibetten onun duasıyla ve apaçık mucizeleriyle kurtuldular, fakat yine de tam itaat etmediler. Kur’an’da da bahsedilir: “Üzerinizi bulutlarla gölgelendirmiş ve size kudret helvası ile bıldırcın eti indirmiştik. ‘Size verdiğimiz rızıkların temiz ve helâl olanlarından yiyiniz’ demiştik. Onlar bu nimetleri hiçe sayarak bize bir zarar veremediler, fakat böylelikle sadece kendilerine zulmediyorlardı.” (Bakara ,57) Davud (as) ve Süleyman (as) İsrail oğullarına çok iyilik etmiş oldukları için onları büyük birer kral olarak kabul etmekle beraber, peygamber saymazlar. Peygamberlik -hâşâ- kendi ırklarının tekelindeymiş gibi, her gelen yeni peygambere savaş açmışlardır. Kendi alimleri, gelen peygamberleri alametlerinden tanıyorlardı aslında. Peygamber Efendimiz (sav) için de aynı mevzu geçerli olmuştu. Yani ta çocukluğunda, üzerinde taşıdığı alametlerden ilerde peygamber olacağını bilenler vardı. Fakat, bir taraftan da İsrail­oğullarından geleceğini düşünerek, boşa ümit(!) beslediler. Nasıl olur da kendi ırkları dışında bir peygamber gelirdi? Birisi, peygamberlik mekanizmasıyla mı oynamıştı? (Tövbe, hâşâ!) Bu Yahudiler, İsa (as)’ın zamanında Romalı idarecileri, Peygamber Efendimiz (sav) zamanında da Mekkeli müşrikleri şaşırtmışlardı. Çünkü, kendilerini semavi din savunucusu sayan, fakat her güçlü idareciye yalakalık yapmayı da maharet kabul eden Yahudi alimlerini/din adamlarını/milletini anlamakta zorlanmışlar, hatta anlayamamışlardı. Kendileri gibi tevhid inancını savunan peygamber ve taraftarlarına destek olmak varken, onları yok etmek için hep putperest idarecilerle iş birliği yapıyorlardı. Hem başka kavimden peygamberi kabul etmiyorlar, hem de kendi kavimlerinden gönderilen 70’ten fazla peygamberi katlettiklerini de unutuyorlardı. Yani, demek ki, bunların derdi, kendilerine doğru yolu gösterecek peygamber değil, bilakis kendilerine tabi olacak, ne diyorlarsa onaylayacak, istedikleri gibi mucize gösterecek, -hâşâ sümme hâşâ- kukla peygamberler! Hani doğu masallarında lamba cini tasviri vardır ya. Sihirli lambayı eline geçiren kişi lambayla uğraşınca içinden bir cin çıkar. -Hâşâ- nerdeyse gücü her şeye yeten bu cin, “Dile benden ne dilersen Sahip!” der ve lambanın sahibinin her istediğini, iyi mi kötü mü olduğuna bakmaksızın hemen yerine getiriverir. Yani aslında bir köledir o. Bozuk Yahudi anlayışı da peygamberlik kurumunu bu şekilde kabul ettikleri anlaşılıyor. Allah’ın gücünü arkasına alacak ve kendi ırkları için her şeyi -tereddütsüz ve severek- yapacak, âdeta kendi nev’-i şahıslarına soğuk havada kalorifer, sıcakta klima olacak bir kurum olarak görüyor olmalılar ki, istedikleri zaman lambanın kapağını açacakları, istedikleri zaman ise, “Haydi gir lambana!” diyecekleri köleler olarak görmek istiyorlar. Özetle, onlara göre gelecek peygamber -CV’sinde- şu vasıfları taşımalıydı(?): Kendilerini önce dünyada mutlu mesut yaşatacak, sonra de cennete uçuracak. Üstelik sadece kendilerinin tekelinde olacak. Diğer zavallılar(!) ise, hem dünyada sürünmeli veya yok edilmeli, sonra da cehennemin ta ortasına atılmalıydılar! Bu şekilde, o peygamberleri gönderen Cenab-ı Hakka da -hâşâ- akıl verme çabasında olduklarını fark ediyorlar mıydı acaba? Farkında değillerdi, çünkü kendi elleriyle bozdukları muharref Tevrat, kendilerine bu ayrıcalığı tanıyordu. Bu sebeple ki, Yahudi bir kadından doğmayanı da dinlerine kabul etmiyor, ikinci sınıf kabul edip, onları da kendilerine hizmetkar görüyorlardı. Yine aynı sebepten, bugün gerek Filistin Müslümanlarına yap­tıkları zulmü gerekse maddi güç­leriyle dünyanın diğer yerlerindeki insanlara karşı olan gayr-i insani davranışlarını normal karşılıyor, sadece insan olarak kendi ırklarını kabul ediyorlar. Bu açıdan bakıldığı zaman, “Din afyondur” diyen feylesof­la­ra da hak vermemek elde de­ğil. Yani İslamiyet gelmiş olmasa, muahrref ve batıl din mensuplarının, kendilerine nispeten madden zayıf ve fakir olan diğer inanç sahiplerine yaptıkları, bu söze destek verir: Karıncayı bile incitmekten çekinen Budist rahiplerin, Rohingya Müslümanlarını diri diri yakmaları, Hindu din adamlarının içlerindeki Müslümanlara uygulanan katliamlara göz yummaları, Hristiyan din adamalarının, iş­galci, sömürgeci ve katliamcı beyaz adamı asırlardır hep des­tekleyip, günah çıkarma(!) me­rasimleriyle düzenli olarak -hâşâ- affetmeleri, Ve kendilerine Yahudi ismini verenlerin Yahuda’sının yukarda bahsettiğimiz kendi yavrucuklarına torpil uygulamaları, bu düşünceye hak verir. Öyle ise, iyi ki İslamiyet var ve biz Müslümanız! Ne kadar şükretsek az. Fakat, bir âb-ı hayat olan İs­la­miyet’in bütün dünyaya yayılması için gayretimiz de az. Rabbim azim ve gayretimizi artırsın. Âmin! Bi-hürmeti seyyidil mür­­selin! Filistin için daha bir gayret ve eli taşın altına koyma zamanı.

İsmail ERDOĞAN 01 Kasım
Konu resmiBen Filistin’im
İnsan

Ben bu gece yıkılan evimde kalacağım ve hiçbir yere gitmeyeceğim. Hayatta kalan ve enkaz altında kalan ailemle birlikte… Annem, kardeşlerim, komşularım ve akrabalarımla… Arkadaşlarım, kadınlar, yaşlılar ve delikanlılarla… Babam mı? O ben doğmadan düşmüş zalimlerin eline, demir parmaklıkların ardına. Ben bu gece yıkılan evimde kalacağım ve hiçbir yere gitmeyeceğim. Hayatta kalan ve enkaz altında kalan ailemle birlikte… Annem, kardeşlerim, komşularım ve akrabalarımla… Arkadaşlarım, kadınlar, yaşlılar ve delikanlılarla… Babam mı? O ben doğmadan düşmüş zalimlerin eline, demir parmaklıkların ardına. Biz kalabalık bir aileyiz... Ame­rika’nın, Avrupa’nın, İsrail’in, “özgür dünya”nın öldürmekle bitiremeyeceği kadar kalabalığız. Kutluyorum “özgür dünya” seni, küçük çocuklara gücün yettiği için tebrikler... Anneleri yavrusuz, yavruları annesiz bıraktığın, daha anne sütünden kesilmeyen günahsızlara mermi, sahilde maç yapan çocuklara gülle yağdırdığın için… Ancak şunu unutma ki biz bunlarla ne aşağılanır ne de zayıf ve küçük de düşeriz. Siz İsrailoğulları, Filistin ile Mescid-i Aksa arasına duvarlar ördünüz. Ezanları susturdunuz, rükû ve secdelerimize engel oldunuz. Barikatların arasında ve arkasında namaz kılar hale getirdiniz. Kapısına kilit vurduğunuz bu evin kimin olduğunu keşke bilseydiniz. Keşke bilseydiniz onu koruyacak rabbin azamet ve kibriya sahibi olduğunu… Ve keşke bilseydiniz sizden öncekilerde olduğu gibi sizin de gönderilenleri inkâr ederek yeryüzünde fesat çıkarmanızın bedelini bir gün ödeyeceğinizi. Ben bu gece yıkılan evimde kalacağım ve hiçbir yere gitmeyeceğim. Üstümdeki gömlek enkazda parçalandı, üstüm başım toza bulandı. Yıllardır yokluk içinde imar etmeye çalıştığım yuvam, şehrim ve vatanım enkaz altında… Bir elimde taş, diğerinde hürriyet… İyi bak bana özgür dünya, iyi bak! Gönderdiğiniz uçaklarınız, füzeleriniz ve uçak gemileriniz beni öldürmeye yetmedi. Ben bugün ve doğan her yeni gün yıkılan evimde, enkaza dönen vatanımda kalacağım ve hiçbir yere gitmeyeceğim. Çünkü burası benim ve ben Gazzeliyim, Kudüslüyüm, el-Halil’denim, Filistinliyim. Yok yok ben Filistinli değilim, ben bizzat Filistin’im. Onu değil beni parçalayın dediğim vatanım…  Adı tüm meydanlara, duvarlara yazılan Filistin… Adı beni saran, ruhumun derinliklerine işleyen ve benliğimi kuşatan Filistin… Filistin ise İbrahim’dir (as), İshak’tır (as), Zekeriyya’dır (as), Yahya’dır (as), İsa’dır (as)... Filistin Allah’ın kerim kitabından bir ayettir. Filistin isradır ve miraçtır. Babamı hiç görmedim ve hiç öpmedim. Soframıza katık olan annemin yanaklarındaki gözyaşının sebebi de buydu aslında. Bayramlar bayramı, seneler seneleri kovaladı. Her sabah çocuklarını öpen babalar ve her sabah babalarını öpen çocuklar… Her sabah barış içinde çocuklarını okula gönderen anneler… Çok mu şey istiyorum? Ey aynı beyte yönelerek bir olan Allah’a kulluk ve secde ettiklerimiz! Acıyı görmek istiyorsanız yüzümüze bakın. Çok mu şey istiyoruz? Sahi, saatleriniz Kudüs’e ayarlı mı? Yüzlerce yıl önce Selahaddin Eyyubi’nin “Allah’ın evi esaret altındayken, Selahaddin nasıl kendi evinde yatar?” sözü akıllarınıza gelir mi hiç? İçinizde bir yerlerde Kudüs canlanır mı arada? Gazze sancısı tutar mı bazı akşamları. Ey ümmet şunu da asla unutmayın: Kudüs düşerse Mekke düşer, Medine düşer, İstanbul düşer ve insanlık düşer.

Tarık ÇELİK 01 Kasım
Konu resmiYürüyelim Kudüs’e
İnsan

Gelin Kudüs’ü düşünelim, gelin Kudüs’ü düşleyelim, gelin Kudüs için yola düşelim, gelin Kudüs’ün doğusu ve batısının tam da ortasına düşelim, gelin Kudüs’ü düşürmeyelim, gelin Kudüs’ten düşmeyelim. “Kudüs’ü düşünme saatinizde, İstanbul güneye doğru akar, Kudüs de biraz kuzeye çekilir, içinizde gizli gizli konuşurlar, bir evrensel acıyı paylaşırlar” der Kudüs şairi Nuri Pakdil. Gelin Kudüs’ü düşünelim, gelin Kudüs’ü düşleyelim, gelin Kudüs için yola düşelim, gelin Kudüs’ün doğusu ve batısının tam da ortasına düşelim, gelin Kudüs’ü düşürmeyelim, gelin Kudüs’ten düşmeyelim. Gelin Kudüs’ü düşünelim. Ku­düs’ün Gazze’sini, Kudüs’ün Ba­tı Şeria’sını, Kudüs’ün Ramallah’ını, Kudüs’ün El Halil’ ini, Kudüs’ün ilahi tasvir ile mübarek kılınmış çevresini düşünelim. Gelin Kudüs’ün çevresinin de çevresinden, Şam’dan, Ha­lep’ten, Bağdat’tan, Riyad’tan, Am­man’ dan, Kahire’den, An­ka­ra’dan, Tah­­ran’dan, Doha’dan, Abu Da­bi’den, Trablus’tan, Ra­bat’tan Kudüs’ü düşünelim, Ku­düs’ü düşürmeyelim. ……………………… Gelin, 2008 Aralık-2009 Ocak aylarında İsrail’in düzenlediği “Dökme Kurşun” adını verdiği saldırılarda şehit edilen 355’i çocuk, 100’ü kadın, bin 400 kişiyi, 5 bin 400 yaralıyı, bu saldırılarda F-16’lar ile evi bombalanarak 1 Ocak 2009’da şehit edilen 10 yaşındaki Maryam Nizar Rayan’ı, 4 Ocak 2009’da Helikopter ateşi ile şehid edilen 7 yaşındaki Zakariya Hamed Khamis’i, evinin merdivenlerinde topçu ateşi ile vurulan 3 yaşındaki Emin Ömer’i, 16 Ocak 2009’da şehit edilen 8 yaşındaki Mohanned Amer’i ve nicelerini düşünelim. Gelin, 28 Şubat 2008’de 8 yaşındaki Ali Munir Dardouna’yı, tank ateşi ile 7 Mayıs 2001’de şehit edilen 4 aylık Iman Hi­jo’ yu, 2002’de tank ateşi ile evleri vurulan 11 aylık Huda Şaluf’u düşünelim. Gelin, Yaser Arafat’ın 1995’te 5 Nisan’ı “Filistinli Çocuklar Günü” olarak ilan edişini düşünelim. Dünya üzerinde işgal edilmiş topraklarda dünyaya gelen, çocuklukları mücadele ile geçen, çocukluk nedir bilmeyen, hatta kendi gençlik ve ihtiyarlıklarını göremeyen, göremeyecek olan çocukların kendi acılarını anma gününü. Uluslararası hukuka göre korunma statüsüne sahip olması gereken çocukların, en çok bayram ve kutlamalara yakışan çocukların, ne yazık ki ve ne acı ki uluslararası hukukun da çöp edilerek yaşadıkları mevcut çocukluklarına ve yaşayamadıkları çocukluklarına bir tepki olarak ilan edilen “Filistinli Çocuklar Günü” diye bir günün neden ve nasıl var olduğunu düşünelim. Gelin, Birinci İntifada’nın elinde taş ve sapanlarla çelik zırhlı tankların karşısına dikilen ve yarıya yakınının neredeyse 10 yaş altı çocukların oluşturduğu Arafat’ın küçük generallerini ve yine 1980’li yıllarda taş atan çocukların kameralar önünde kollarının taşlarla nasıl kırıldığını düşünelim.  Gelin, 2014 yılında İsrail’in Gaz­ze sahiline yaptığı hava sal­dırısında, plajda top oynayan, yaşları 9-12 arasında değişen aynı aileden dört kuzeni nasıl vurduğunu, ilk bombada ço­cuk­ların birinin şehit olduğunu, diğer çocuklar kaçarken on­ların üzerine de nasıl bomba atıl­dığını düşünelim. Gelin, 9 Nisan 1948’de Deir Yasin köyünde Irgun terör örgütü tarafından gerçekleştiri­­len katliamda aralarında hamile ka­dınların ve çocukların da bu­­lunduğu 254 Filistinli sivilin nasıl katledildiğini, Evlerin ha­vaya uçuruluşunu, köyde ka­lan herkes kurşuna dizilişini ve cesetlerinin kuyulara atılışını düşünelim Gelin, unutulmuş 15 Mayıs 1948 Nakba (Büyük Felaket) gününü düşünelim. O yıl gasp edilen 500’den fazla Filistin köyünü, o yıl 800 bin kişinin yerini yurdunu terk ederek mülteci durumuna düşüşünü, artık günümüzde Filistin’den uzakta sayıları 6 milyona ulaşan Filistinli göçmenleri düşünelim Gelin Suriye, Lübnan, Ürdün, Batı Şeria, Gazze Şeridindeki onlarca mülteci kamplarında yaşayan milyonlarca Filistinlinin hayat ve hayallerini düşünelim. Gelin, 5 Haziran 1967 Naksa (gerileme) gününü düşünelim, 1948’de göç etmek durumunda kalan, 500 bin Filistinlinin bir defa daha yollara düşmek zorunda kalışlarını, 1967 sonrası yeni inşa edilen 250’den fazla yeni Yahudi yerleşim yerlerini ve bu yerlere iskân edilen 700 binden fazla Yahudi’nin gaspçılığını düşünelim Gelin, 21. yüzyıldaki utanç du­varını, duvar inşa edilecek di­ye toprakların gasp ve tahrip edilişini, evlerine ve tarlalarına el konulmasını, yıkılan evleri, köylerin ortasından geçen, aileleri, akrabaları ayıran kesintisiz şiddet aracı olan utanç duvarını düşünelim. Gelin, 14 Kasım 2012’de İsra­il’in Filistin’e başlattığı bulut sütunu adını verdiği saldırılarda şehit olan 162 Filistinliyi, yaralanan 1.300 kişiyi, yıkılan 200 evi, hasar gören 1.500 evi düşünelim. Gelin, 2014’te Gazze’ye yönelik 51 gün süren Koruyucu Hat adı­­nı verdiği saldırılarda 551’i ço­cuk 2158 Filistinlinin şehit edi­lişini, 11 binden fazla yaralıyı, 3329 tamamen yıkılan evi, 23.445 hasar gören evi, 65 bin evsiz kalan Filistinliyi düşünelim. Gelin, dönemin İsrail Başbakanı Ariel Şaron’un 28 Eylül 2000’de İsrail askerlerinin koruması altında Mescid-i Ak­sa’nın avlusunda dolaşması ve bunun üzerine başlayan İkinci İntifada’yı, 5 yıl süren bu intifadada hayatını kaybeden 4 bin 412, yaralanan 48 bin 322 Filistinliyi, bu intifada sürecinde babasının kucağında şehit edilen 11 yaşındaki Muhammed Durra’yı düşünelim. Gelin, her Ramazan ayında postallarla girerek tarumar ettikleri Mescid-i Aksa’yı, kaç defa hiçe saydıkları BM kararlarını, kaçıncı defadır Mescid-i Aksa’yı yakma girişimlerini, yıkma isteklerini düşünelim. Gelin, kim bilir kaçıncı defa toplanıp kaçıncı defa şiddetle kınayan İslam İşbirliği Teşkilatının neyin işbirliğini yaptığını, mevcut saldırılar 10 günü geçmiş olduğu halde neden İslam İşbirliği teşkilatının ancak toplanabildiğini, toplantı sonrası yayınlanan bildiride neden hala “üye devletlere İsrail'in insanlığa karşı işlediği suçları durdurmak için uygulanabilir ve etkili tüm diplomatik, yasal ve caydırıcı tedbirleri uygulaması yönünde çağrıda bulunuldu” “….destekliyoruz” “…teyid ediyoruz” gibi bir anlam ifade etmeyen, karşılığı bulunmayan, etkisi olmayan ifadeler kullandığını düşünelim. Gelin İİT’nin neden kendisini muhatap olarak görmeyerek hariçten birilerine çağrıda bulunuyormuş hallerine girdiğini, neden somut yaptırımlar ve adımlar at(a)madığını düşünelim. Gelin, dünya başkentlerinden yapılan saldırıların durması çağ­rılarının kaçıncı defadır yapıldığı ve kaçıncı defadır bir anlam ifade etmediğini düşünelim. Gelin, Dünyanın batı tarafının kaçıncı defadır İsrail lehine arsız ve yüzsüz çifte standardını düşünelim. Gelin, 1,5 milyar İslam aleminin, acziyetini, zaafiyetini, korkaklığını, ürkekliğini, pespayeliğini, kepazeliğini, rezilliğini, kimden ne çözüm beklediğini düşünelim. Gelin “Şu üç mescidden başkasına yolculuk edilmez Mescid-i haram, Mescid-i aksâ ve benim mescidim” Hadis-i Şerifini düşünelim Gelin, İsra Suresi 1. ayetini “Bir gece, kendisine bazı ayetlerimizi gösterelim diye kulunu Mescid-i Harâm’dan çevresini mübarek kıldığımız Mescid-i Aksâ’ya götüren Allah eksikliklerden münezzehtir. O, gerçekten her şeyi işitmekte ve görmektedir.” düşünelim. Gelin, iman ettiğimiz üzere “O’nun gerçekte her şeyi işitmekte ve görmekte” olduğunu, parçalanmış çocukları, bombalanan hastaneleri, vefat etmiş annesinin sedyesinden öfke ve üzüntüyle tutan çocuğu, çocuğunun parçalanmış bedenini tutan anneyi, elinde ekmek parçası ile yaralanmış bebeği, kardeşine kelime-i şehadet telkin eden çocuğu ve daha nicelerini gördüğünü işittiğini, huzur-ı ila­hide Alem-i İslam olarak her bir birimiz bunun hesabını nasıl veremeyeceğimizi saçlarımızı yo­lar­casına başımızı taşlara vurur­casına düşünelim. Gelin, bu meselenin varacağı nihai çözümü haber veren Hadis-i Şerifi Hz. Peygamber (sav) söylememiş olsaydı, eğer bu işin nihai olarak nereye varacağını bilemiyor ve bilemeyecek olsaydık, bunu bilememenin umutsuzluğunun getireceği kahredici ve yakıcı bir başka halet-i ruhiyemizin nasıl olacağını düşünelim. Gelin, son bir haftadır yaşananları ve artık yaşamayanları, bütün bunların arasında ekranlara yansına neredesin Mu’tasım diye feryad eden Gazzeli kadının çığlıklarını düşünelim. Gelin, yüzyılı aşkındır kim bilir kaçıncı yüz bine ulaşmış Kudüs ve çevresinin şehitlerini, kim bilir kaçıncı defa tekrar eden aynı barbarlıkları düşünelim. Bu satırların yazıldığı saatlerde son yüzyıldır defalarca her biri birbirinden korkunç şekilde yaşanmış olan, vahşette biri diğerinin emsali olmayan, her birinin kendi içerisinde emsali olmayan vahşet içerdiği saldırılardan bir örnek daha vuku bulmakta. Hastaneler vu­rulmakta, bebek ve çocuk ce­setlerinin yan yana sıralanmış görüntüleri an be an sosyal medya kanalları üzerinden tüm dünyaya anında ulaşmakta. On günü aşkındır gözler önünde, canlı yayınlar eşliğinde bir soykırım yaşanmakta. Uluslararası hukuk normlarının çöp olduğu bizzat müşahede edilmektedir. Gelin bu vahşet devranının nasıl sona ereceğini, neden sona erdirilemediğini, insanların nasıl tahammül edebildiğini düşünelim. Gelin, sosyal medyanın yaygın olmadığı zamanlarda da defalarca yaşanmış olan bu görüntüler eğer günümüzde de an be an ulaşamıyor ve olan her şeyi an be an tümüyle göremiyor, duyamıyor olsaydık. İsrail Filistinlilere saldırmıştan başka bir şey bilmiyor olsaydık tepkimiz ve öfkemizin aynı olup olmayacağını düşünelim. Gelin, bebek ve çocuk cesetleri daha toprağa bile verilmemişken, Araplar Yahudilere toprak satmış gibi tezvirata dönüşen bugün için hiçbir anlamı olmayan tartışmaların tedavüle kimler tarafından ne maksatla sokulduğunu düşünelim. Gelin avuç içi kadar bir yere gönderilen savaş gemilerini, uçak gemilerini dengeleyecek mua­dillerinin neden İslam Dün­yasında olmadığını düşünelim. Yine de gelin, Bakara Suresi 249. ayette geçen “Nice az topluluklar, Allah'ın izni ile nice çok topluluklara galip gelmiştir. Allah, sabredenlerle beraberdir.” ifadelerindeki sırra nasıl erilir; bu sırra ermek ve mazhar olmak için, buna müteveccih nasıl bir amele yönelmek gerektiğini, TV karşısında elimizde telefonlarla şehit edilen Filistinli çocuklara bakarak bu sırra mazhar olunup olunmayacağını düşünelim. Gelin başta ABD devlet başkanı olmak üzere İsrail’i muhtelif devlet başkanları ziyaret sırasına girerken, Filistin tarafı için kimsenin neden benzer bir adım at(a)madığını düşünelim. Gelin, Kudüs’ü düşürmemek için kaç canın, kaç bebek ve çocuğun, hayatını kaybetmesine seyirci kalabileceğimizi, kaç evin yıkılacağını, kaç hastanenin vurulacağını, Müslümanların işgal için nerelerin daha gözden çıkarıp göz yumabileceğini, tahammül ve müdahale sınırının, eşiğinin neresi olduğunu düşünelim. Bugün yaşananlar kırmızı çizgimiz değilse bugün yaşananların üzerinde artık daha ne olursa dayanamayıp harekete geçilebileceğini, dur denilebileceğini, daha ne olması gerektiğini, kırmızı çizgimizin nereden başladığını düşünelim. Gelin, bir sonraki adımda, hat­ta çok yakında, hiç de ihti­mal dışı olmayan şekilde Gazze’den, Batı Şeria’dan ve hatta Kudüs’ten Filistinlilerin, Müslümanların tamamen tasfiye edilme süreci, sınırların dışına çıkarılma, bölgeye tamamen el konulma süreci başlarsa… İslam alemi olarak ne yapacağımızı düşünelim. Gelin, hakiki anlamda İslam Dünyası diye bir şey var mı, Filistin ile aynı dünyada mıyız bunu düşünelim. Yüzyılı geçti. Ne çok şey söyledik. Ne çok şiirler yazdık. Ne çok ağıtlar yaktık. Ne çok sloganlar attık. Ne çok toplantılar yaptık. Ne çok ağladık. Ne çok izledik. Ne çok öfkelendik. Ne çok kahrettik. Ne çok nefret ettik. Ne çok kınadık. Ne çok seyrettik. Ne çok korktuk. Ne çok lanet ettik. Ne çok ağladık. Ne çok karalar bağladık. Ne çok dur denilmesini bekledik. Ne çok kendisinin durmasını bekledik. Ne çok çağrılarda bulunduk. Ne çok teyitler ettik. Ne çok vurguladık… Gelin artık Nuri Pakdil’in dediği gibi Kudüs’ü düşünelim, İstanbul’u biraz güneye akıtalım, Kudüs’ü biraz kuzeye çekelim. Gelin artık seyretmeyelim. Pakdil’in dediği gibi Kudüs ve İstanbul’u için için konuşturalım. Gelin, Nuri Pakdil’in dediği gibi Kudüs’ü kol saati gibi taşıyalım ve saatlerimizi Kudüs’e ayarlayalım. Gelin, Nuri Pakdil’in “Yürü kardeşim, ayaklarına Kudüs gücü gelsin” çağrısına kulak verelim. Gelin Kudüs’ü düşünelim, gelin Kudüs’ü düşleyelim, gelin Kudüs için yola düşelim, gelin Kudüs’ün doğusu ve batısının tam da ortasına düşelim, gelin Kudüs’ü düşürmeyelim, gelin Kudüs’ten düşmeyelim Artık söz bitti. Gelin, İslamabad’dan Saraybos­na’ya kadar bütün bir coğrafyadan yollara düşelim, sel gibi akalım. Açılsın kapılar, açılsın sınırlar Yürüyelim kardeşim, Ayaklarımıza Kudüs gücü gelsin.

Ahmet Hüsrev ÇELİK 01 Kasım
Konu resmiKudüs Bizimdir
İnsan

Kudüs Bizimdir.Kudüs tek tek her bir Türk’ündür, Kudüs tek tek her bir Türkiyeli’nindir.Kudüs tek tek her bir Müslüman ferdindir.Her bir Müslüman son nefesini verene kadar, ta ki kıyamete kadar, Kudüs Bizimdir. Biz de Kudüs’ün…Çünkü “Kalbimizin yarısı Mekke’dir, yarısı Medine’dir, üzerinde bir tül gibi Kudüs vardır.” KUDÜS BİZİMDİR… Kudüs Bizimdir… Çünkü “Bir gece, kendisine bazı ayetlerimizi gösterelim diye, kulunu Mescid-i Haram’dan, çevresini mübarek kıldığımız Mescid-i Aksâ’ya götüren Allah, eksikliklerden münezzehtir. O, gerçekten her şeyi işitmekte ve görmektedir.” (İsra/1) Kudüs Bizimdir… Çünkü “Yolculuk ancak şu üç Mescitten birisine ibadet için olur. Benim şu Mescidime, Mes­cid-i Haram’a ve Mescid-i Ak­sa’ya”1 demiştir, Efendimiz (sav). Kudüs Bizimdir… Çünkü “(Ey Habibim!) Yüzünün göğe çevrilip durduğunu muhakkak görüyoruz. Artık seni, hoşnûd olacağın bir kıbleye elbette döndüreceğiz; bundan sonra yüzünü Mescid-i Haram tarafına (Kâbe’ye) çevir! (Ey müminler!) O hâlde (siz de) nerede olsanız, artık (namazda) yüzünüzü onun tarafına çevirin! Hem doğrusu o kendilerine kitab verilenler, şübhesiz bunun Rablerinden (gelen) hak olduğunu gerçekten biliyorlar. Allah ise, (onların) yapmakta ol­duklarından gafil değildir.” (Ba­kara 144) Ayet-i Kerimesi nüzul edene ka­dar Müslümanların ilk kıble­sidir. Kudüs Bizimdir. Çünkü “Kalbimizin yarısı Mek­ke’dir, yarısı Me­dine’dir, üzerinde bir tül gibi Kudüs vardır.” Kudüs Bizimdir. ................................................. “Tarihler 638 yılını gösterdiğinde Hz. Ömer Ku­düs’e girmiş ve patrik Sophronios’un refaka­tinde şehri dolaşmış, kendisine namaz kılmak için yer gösterilmesini istemiş, kendisi Kutsal Mezarlık Kilisesi’ne götürülmüş, ancak Hz. Ömer, kilise­nin bahçesinde namaz kılmayı tercih etmiştir. Kudüs halkı bizzat Hz. Ömer’in imzalayacağı bir teminat talep etmişlerdir.2 Kudüs Bizimdir. Ve bizim Kudüs’ümüzde Hz. Ömer’in teminatı vardır: “Rahman ve Rahim olan Allah’ın adıyla! Allah’ın kulu, müminlerin emiri Ömer tarafından lliya (Kudüs) halkına verilen emandır: Halife bu emanı, onların canları, malları, kiliseleri, haçları, has­taları, sağlamları ve diğer dindaşları için vermiştir. 1- Kiliselerde oturulmayacaktır: Bu kiliseler ve müştemilatı ile onların haçları ve malları yıkılmayacak ve azaltılmayacaktır. 2- Dinlerinden dolayı rahatsız edilmeyecekler ve onlardan birisi zarar görmeyecektir…”   3 ................................................. Emeviler, Abbasiler, Tolunoğulları, Abbasiler, Akşitler, Fatimiler, Selçuklular, Fatımiler, 1099’a kadar Kudüs Bizimdir. ................................................. Tarihler 1095 yılını gösterdiğinde Papa II. Urben, Fransa’nın Klermon şehrinde toplanan konsilde bütün Hristiyanları Müslümanlarla savaşmaya çağırmış, savaşa katılanların günahlarının bağışlanacağını söylemiştir. Papaz Lermit elinde Haçla neredeyse bütün Avrupa’yı dolaşmış, 100 bin kişilik bir haçlı ordusu toplamayı başarmıştır. Haçlıların bu seferi Selçuklu Sultanı I. Kılıç Arslan’ın kardeşi Davud tarafından durdurulmuştur.4 Anadolu Kudüs’ün seddidir. Kudüs Bizimdir… ................................................. Tarihler 1096’yı gösterdiğinde Alman, İngiliz, Norman ve Belçikalılardan meydana gelen, 600 bin kişiden oluşan büyük bir Haçlı ordusu, İs­tanbul’da toplanarak harekete geçmiştir. Anadolu halkının, I. Kılıç Arslan’ın mukavemetine rağmen çok kalabalık oldukları için ilerleyebilmişlerdir. Ancak Kudüs önlerine geldiklerinde sayıları 50 bin kişi kalmıştır.5 …. ve 1099’da Antakya’dan sonra 15 Temmuz günü Kudüs’ü ele geçirmişlerdir. Anadolu düşmeden Kudüs düşmez… Kudüs Bizimdir… ................................................. Hz. Ömer’in teminatına, adaletine sığınan, Hz. Ömer’e itimat eden, kendilerine eman verilen, kiliselerine ve ibadethanelerine, canlarına, mallarına dokunulmayacağı beyan edilen Hristiyanlar, Kudüs’ü ele geçirdikten sonra Müslüman ve Yahudi herkese ilişmişlerdir. Bütün Müslümanları öldürmüş olsalar da, 70 bin insanı kadın çoluk, çocuk demeden öldürmüş olsalar da, yakaladıkları hiçbir kimseyi sağ bırakmamış olsalar da, Kudüs’te akan kan diz seviyesine yaklaşmış olsa da, Kudüs’te kesilmiş ve sokaklara bırakılmış kafalara, kollara, bacaklara takılmadan yürümek zor hale getirilmiş olsa da… Kudüs’ü düşürmek için Kudüs’teki herkesi öldürmüş olsalar da… Yeryüzündeki son Müslüman hayatta kalana kadar Kudüs Bizimdir… ................................................. Nitekim “Ya bu uğurda ölür ya da şehri Haçlılardan kurtarırım” diyerek yola düşen, şarkın en sevgili sultanı, Selahaddin-i Eyyubî 20 Eylül 1187’de Kudüs’ü kuşattığında, şehre şöyle bir çağrıda bulunmuştur. “Kudüs’ün, Allah’ın kutsal saydığı beldelerden biri olduğuna büyük bir inancım vardır. Sizin de kutsallığına inandığınız bu beldeye muhasara ve savaşın gerektirdiği yollarla hücum etmek ve girmek istemiyorum”6 demiş ve şehrin teslim olmasını sağlayarak şehre girmiştir. Mescid-i Aksa’yı tekrar ibadete hazır hale getirmiştir. Kudüs yine bizimdir… ................................................. Harezmliler, Memlükler 1517’ye kadar … Kudüs Bizimdir… ................................................. Tarihler 28 Aralık 1516 yılını gösterdiğinde Yavuz Sultan Selim’in Mısır seferi sürecinde, Sinan Paşa komutasında Osmanlılar Kudüs’e girdiler. 31 Aralık’ta Yavuz Sultan Selim Kudüs’e geldi. Şehrin ismini Kuds-ü Şerif olarak değiştirdi. Sultan, akşam namazını Mescid-i Aksa’da kılacağını ifade etti. Mescid 12.000 kandille aydınlatıldı. Sultan o gün akşam ve yatsı namazlarını Mescid-i Aksa’da kılmış, ertesi sabah binlerce deve ve koyun kurban edilmiş, halka ihsanlarda bulunmuş ve 1 Ocak 1517’de Sultan Kudüs’ten ayrılmıştır.7 Sonraki tam 400 sene… 1917’ye kadar Kudüs Bizimdir. ................................................. 28 Ağustos 1897’de İsviçre’nin Basel kentinde 1. Siyonist Kongresi toplanarak siyasi amacını, “Siyonizm, kamu hukuku güvencesi altında Yahudi halkı için Filistin’de bir yurt kurulmasını amaçlar” şeklinde yazılı olarak dünyaya deklare etti. Ancak coğrafya Osmanlı hâkimiyeti altındaydı.8 Thedor Herzl’in 1896’dan, vefat ettiği 1904 yılına kadar Osmanlı Devleti’nin borçlarını ödemek teklifini de içeren girişimleri olmuş, ancak Abdülhamid nezdinde arzu ettikleri şekilde bir karşılık bulamamıştır.9 Kudüs Bizimdir… ................................................. 1517’den tam 400 sene sonra “11 Aralık 1917 tarihinde Kudüs’e giren İngiliz Orduları Komutanı Orgeneral Edmund Henry Hynman Allenby, Selahaddin Eyyubi’nin mezarına vurarak; “Kalk Selahaddin biz yine geldik”10 demiş olsa da... Kudüs Bizimdir… ................................................. Nisan 1920’de San Remo Konferansı ile Ürdün ve Filistin İngiliz “manda” yönetimine bırakılmıştı. Bölgenin ilk İngiliz komiseri olan Sir Herbert Samuel, Balfour Deklarasyonu’nun uygulanmasını en önemli görev kabul etmiş, buna bağlı olarak 1920 yılı Eylül ayında 16.500 kişilik bir Yahudi grubun Filistin’e göç etmesinin kararlaştırılmasını sağlamıştır.11 Hemen akabinde bölgede yaşayan Arapların isyanları başlamıştır. 24 Temmuz 1922’de Milletler Cemiyeti, Fi­lis­tin’in Britanya manda yönetimi altına verilmesi kararını almış olsa da, bir Yahudi devletinin kurulması niyetini Britanya açıkça dile getirmiş olsa da, 1929’dan 1939’a kadar 250.000 Yahudi Filistin’e göç etmiş olsa da…12 Kudüs Bizimdir… ................................................. 14 Mayıs 1948 İsrail bağımsızlığını ilan etti. Bağımsızlığın ilanından tam 11 (on bir) daki­ka sonra ABD İsrail’i tanımış olsa da, 26 Temmuz’da İsrail Batı Kudüs’ü işgal etmiş olsa da, 1949’da Batı Kudüs’ü başkent ilan ederek, parlamentoyu (Knesset) Tel Aviv’den Kudüs’e taşımış ve ilk oturumu 14 Şubat 1949’da yapmış olsa da13 1949 yılına kadar 900 bin Filistinli yaşadıkları bölgelerden çıkmaya zorlanmış olsa da, Birleşmiş Milletler Kudüs’ü hiçbir devlete ait olmayan bölge14 olarak nitelendiriyor olsa da… Kudüs Bizimdir… ................................................. 21 Ağustos 1969’da Avustralyalı fanatik Michael Dennis Rohan tarafından Mescid-i Aksa yakılmış, Nisan 1980’de ünlü Siyonist terörist Meir Kahane, Mescid-i Aksa’nın bir yerine bol miktarda patlayıcı madde doldurarak bunu patlatmaya teşebbüs etmiş, 8 Nisan 1982’de Mescid-i Aksa’nın ana girişine bol miktarda patlayıcı madde yerleştirilerek patlatılmak istenmiş, 8 Ekim 1990 tarihinde 30 Müslümanın şehid edilmesine, 800 Müslümanın da yaralanmasına sebep olan saldırılar15 gibi çok defa saldırılara Mescid-i Aksa doğrudan muhatap olmuş olsa da… Kudüs Bizimdir… ................................................. Suudi Arabistan Kralı Faysal bin Abdülaziz, petrol ambargosunu “Biz ve atalarımız hurma ve deve sütüyle yaşadık; yine öyle yaşayacağız!” cümleleri ile başlatmıştır. Daha sonra Kralı ziyaret eden ABD Dışişleri Bakanı Henry Kissinger aralarında geçen görüşmeyi şöyle anlatmaktadır. “Kral Faysal oldukça sinirli görü­nü­yordu, aramızda bir diyalog başlayabilmesi ümidiyle esprili bir dille ona; ‘Uçağımın yakıtı bitti, uçağın deposunu doldurmak için emir verirseniz, uluslararası fiyatından üc­retini vermeye hazırız.’ Kral gülümsemedi, kafasını yukarıya kaldırarak sert bir şekilde bana şunları söyledi: ‘Ben yaşlı bir adamım, ölmeden önceki tek dileğim Mescid-i Aksa’da iki rekat namaz kılmaktır. Sen bu konuda bana yardımcı olabilir misin?”16 demiştir. Kral Faysal 25 Mart 1975 tarihinde sarayında suikasta uğrayarak öldürülmüş olsa da… Kudüs Bizimdir. ................................................. 8 Eylül 2000’de eski İsrail Başbakanı Ariel Şa­ron’un Mescid-i Aksa’ya baskın düzenlemesi, Mescid-i Aksa’nın avlusunda tur atması, “Burası hep bir İsrail bölgesi kalacak” demesi, o an mescidde bulunan Filistinlileri ayağa kaldırmış, o gün İsrail güvenlik güçleri ile çıkan çatışmalarda 7 Filistinli şehit olmuş, 250 kişi yaralanmıştır.17 Bu hadise İkinci İntifada’nın başlamasına sebep olmuştur. Çıkan olaylarda babasının arkasına sığınmış Muhammed Durra isminde 11 yaşında bir çocuğun öldürülmesi dünya kamuoyuna da yansımıştır. İkinci İntifada’da 4 bin 412 kişi şehit olmuş, 48 binden fazla Filistinli yaralanmış olsa da… Kudüs Bizimdir… ................................................. 30 Mayıs 2010 Saat 22.00’yi geçiyor. Uluslararası sularda Gazze’ye insani yardım götürürken kuşatılan sivil gemiler. Sabah 05.30 civarı zodyaklardan ve helikopterlerden ateş ederek sivil ve silahsız gemiye çıkan askerler. Mavi Marmara şehitleri kadar… Kudüs Bizimdir… ................................................. 8 Temmuz’dan 22 Temmuz 2014’e kadar İsrail’in Gazze’ye düzenlediği saldırılarda aralarında 8 aylık bebeğinde bulunduğu 154 çocuk, 58 kadın, 28 yaşlı şehit olmuş, aralarında hastanenin de bulunduğu 2800 hedef vurulmuştur.18 Saldırılırda fosfor bombaları kullanılmış olsa da… Kudüs Bizimdir… ................................................. 14.07.2017 Mescid-i Aksa’da 1969’dan bu yana ilk defa Cuma Namazı kılınamadı, Mescid-i Aksa’nın girişine barikatlar kurulmuş olsa da… Kudüs Bizimdir. ................................................. Türkiye Cumhuriyeti Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın yüksek tonda çağrılarına aynı tonda ses vermeyen diğer İslam ülkelerinin kayıtsız ve kaygısız liderlerine rağmen Kudüs Bizimdir… ................................................. Kudüs Bizimdir. Kudüs tek tek her bir Türk’ündür, Kudüs tek tek her bir Türkiyeli’nindir. Kudüs tek tek her bir Müslüman ferdindir. Her bir Müslüman son nefesini verene kadar, ta ki kıyamete kadar, Kudüs Bizimdir. Biz de Kudüs’ün… Çünkü “Kalbimizin yarısı Mekke’dir, yarısı Me­di­ne’dir, üzerinde bir tül gibi Kudüs vardır.”19 KUDÜS BİZİMDİR… 1- Müslim, Hac, 15/ 415,511.512. Buhari, Mescid-i Mekke,1. Savm 67, Ebu Davut, Menasik 94; Tirmizi, Salat 126; Nesai, Mesacit,10 http://bayburt.diyanet.gov.tr/Sayfalar/contentdetail.aspx?MenuCategory=Kurumsal&contentid=267 Erişim tarihi 01.08.20172- Muammer GÜL, Müslümanların Kudüs’ü Fethi, Harran Üniversitesi ilahiyat Fakültesi Dergisi, yıl: 2001, sayı: II, ss.50-513- A.g.m. ss.50-514- Haçlı seferleri ve Anadolu’da Haçlı devletleri, http://www.kulturportali.gov.tr/portal/hacli-seferleri-ve-anadolu-da-hacli-devletleri Erişim tarihi 01.08.20175- Haçlı seferleri ve Anadolu’da Haçlı devletleri, http://www.kulturportali.gov.tr/portal/hacli-seferleri-ve-anadolu-da-hacli-devletleri6- Ahmet AĞIRAKÇA, Selahaddin el-Eyyubi, http://ahmetagirakca.com.tr/uploads/default/articles/6-Salahaddin_el-Eyyubi.pdf Erişim tarihi 01.08.20177- Kudüs Tarihi, http://mirasimiz.org.tr/sayfa/Kudus-Tarihi/24 Erişim tarihi 01.08.20178- Sultan II. Abdülhamit ve Theodor Herzl, 03.05.2017, Şalom Gazetesi, http://www.salom.com.tr/haber-102963-sultan_ii_abdulhamit_ve__theodor_herzl.html Erişim tarihi 01.08.20179- Sultan II. Abdülhamit ve Theodor Herzl Tarihi gerçekler, http://arsiv.salom.com.tr/news/print/11894-Sultan-II-Abdulhamit- ve-Theodor-Herzl-Tarihi-gercekler.aspx Erişim tarihi 01.08.201710- Selahaddin Eyyubi Kudüs'ü 899 yıl önce fethetmişti, 02.10.2016 http://www.milligazete.com.tr/selahaddin_eyyubi_kudusu_899_yil_once_fethetmisti/427152 Erişim tarihi 01.08.201711- Ortadoğu’da Diriliş: Arap Milliyetçiliği, TASAM, 14.12.2006 http://www.tasam.org/tr-TR/Icerik/240/ortadoguda_dirilis_arap_milliyetciligi Erişim tarihi 01.08.201712- Kronoloji: 1915’ten günümüze Filistin, http://www.aljazeera.com.tr/kronoloji/kronoloji-1915ten-gunumuze-filistin Erişim tarihi 01.08.201713- İsrail'in Kudüs işgali, 22.01.2017, http://www.star.com.tr/dunya/misir-israili-ve-kudusteki-hakimiyetini-kabul-eden-ilk-arap-ulke-oldu-haber-1178857/ Erişim tarihi 01.08.201714- Trump Kudüs'ü İsrail'in başkenti ilan ederse ne olur?, 22 Ocak 2017 http://www.yeniakit.com.tr/haber/turkiye-balkanlara-elini-uzatti-264512.html Erişim tarihi 01.08.201715- Mescid-i Aksa 45 yıl önce bugün kundaklanmıştı, 21 Ağustos 2014, http://www.dunyabulteni.net/haber/306984/mescid-i-aksa-45-yil-once-bugun-kundaklanmisti16- Ömer Aymalı, Kral Faysal'ın Amerika'ya petrol resti, 04 Eylül 2012 http://www.dunyabulteni.net/tarih-dosyasi/225166/kral-faysalin-amerikaya-petrol-resti Erişim tarihi 01.08.201717- İSRAİL - FİLİSTİN SORUNU İkinci İntifada'nın 15. Yıldönümü 28 Eyl 2015 http://www.aljazeera.com.tr/haber/ikinci-intifadanin-15-yildonumu Erişim tarihi 01.08.201718- İsrail yine çocuk öldürdü 22 Tem 2014 http://www.aljazeera.com.tr/haber/israil-yine-cocuk-oldurdu Erişim tarihi 01.08.201719- Nuri Pakdil

İrfan MEKTEBİ 01 Kasım
Konu resmiKudüs Kırmızı Çizgimizdir
İtikad

Mescid-i Aksa, Kudüs, Gazze veya Filistin, çoğaltılacak isimler etrafında cereyan eden hadiseler veya her birine özel olarak atfedilen problemler birbirinden bağımsız değildir. Soruna Filistin sorunu da denilse aslında özünde Mescid-i Aksa sorunudur. Kudüs sorunu da denilse aslında Mescid-i Aksa sorunudur. Gazze’deki sorundan da bahsedilse problemin mahiyeti aynıdır. Sorun Mescid-i Aksa olarak da adlandırılsa, bu defa Filistin’in bütününden bağımsız değildir. Gazze’ye atılan fosfor bombaları da Kudüs için, Ramallah’da Filistinli gençlere sıkılan kurşunlar da Kudüs için, El- Halil’de çocukların taş atması da Kudüs için... Kudüs’ün Kudsiyeti Kudüs ve Mescid-i Aksa; tüm İslam Dünyası için mukaddes topraklardır. Burada iki hususa dikkat çekmek gerekmektedir. Öncelikle, “İslam Dünyası” ifadesi telaffuz edildiğinde, her bir birey fert fert bu kavramın kapsamına dâhildir. Bireylerin kendilerini soyutlayarak, soyut bir kavrama problemi havale etmeleri anlamına gelmemekte veya sadece dünya liderlerine problemi tevdi etmeleri gerekmemektedir. İkinci husus, “Mukaddesiyetidir.” İslam dünyasında Müslümanların saygı duyduğu, muhabbet beslediği muhtelif beldeler, mekânlar mevcuttur. Bunların bir kısmı zaman içerisinde tezahür etmiştir. Ancak Kudüs’ün kutsallığı doğrudan İlahi irade tarafından irade edilen ve bildirilen bir kutsallıktır. İsra Suresi birinci ayette, “Kendisine ayetlerimizden bir kısmını gösterelim diye, kulunu (Muhammed’i) bir gece Mescid-i Harâm’dan, etrafını mübarek kıldığımız Mescid-i Aksâ’ya (İsrâ -gece yürüyüşü- ile) götüren (Allah, her türlü noksanlıktan) münezzehtir. Şübhesiz ki Semî' (her şeyi işiten), Basîr (hakkıyla gören), ancak O’dur” denilmektedir. Bu Ayet-i Kerime’de mübarek kılındığı, bir kutsiyet atfedildiği açıkça belirtilmektedir. İkinci bir husus daha dikkat çekmektedir. Mübarek kılınan yer sadece Mescid- Aksa değildir. Ayet-i Kerime’de etrafından da bahsedilmektedir. Hem Mescid-i Aksa hem de çevresi mübarek kılınmıştır. Peygamber Efendimizin (sav) Hadis-i Şeriflerine de mazhar olmuştur Mescid-i Aksa. “Yolculuk ancak şu üç mescidden birine olur, benim şu Mescidime, Mescid-i Haram’a, Mescid-i Aksa’ya” (Müslim, Kitabü’l-Hac) Başka bir Hadis-i Şerifinde, Mescid-i Aksa’ya gidilip namaz kılınmasını buyurmuştur. “Eğer oraya gidemez ve içinde namaz kılamazsanız, kandillerine yakılmak üzere oraya zeytinyağı gönderin.” (Ebu Davud, Kitabu’s -Salat) Yine bir başka Hadis-i Şerifinde, “Ümmetimden bir grup sürekli hak üzere hareket edecek, düşmanlarına üstün geleceklerdir. Allah’ın emri gelinceye kadar (onların bu cihadları devam eder,) kendilerine muhalefet edenlerin muhalefetleri onlara bir zarar vermez.” “Onlar nerededir Ya Rasulallah?” diye sordular. O da “Beyt-i Makdis’te (Kudüs’te) ve çevresinde.” dedi. (Ahmed İbn Hanbel, Müsned) Bu Hadis-i Şerif’te de, sadece Mescid-i Aksa zikredilmemiş yine çevresiyle birlikte bir teveccühe mazhar olmuştur. Peygamber Efendimizin buradan Mirac’a yükselmesi, ilk kıble olması, Peygamberler diyarı olması ve daha çok gerekçeler ile Filistin, Kudüs ve Mescid-i Aksa bütün Müslümanlar için kutsaldır.1 Kudüs Kırmızı Çizgidir Bütün bu hususiyetler Kudüs’ü muhafaza edilmesi gereken bir mevkie taşımıştır. Mescid-i Aksa ve çevresi olan Kudüs için kırmızı çizgiler, Allah ve Resulü tarafından çizilmiştir. Bu çizgiler, Müslümanların zaman içerisinde kendilerinin çizdiği, kendilerinin atfettikleri, zaman içerisinde oluşmuş, oluşturulmuş değildir. Dolayısıyla hiçbir Müslüman bu çizgiler üzerinde değişiklik yapma yetkisine, imtiyazına da sahip değildir. Her bir Müslüman’a düşen, buna titizlikle riayet etmesi ve bir hassasiyet göstermesidir. Nitekim İslam tarihi boyunca da öyle olmuştur. Kudüs; Selahaddin-i Eyyubi’nin ve ordusunun kırmızı çizgisi olmuştur. Kudüs Haçlıların eline geçtiğinde Selahaddin, “Kudüs’ü fethedinceye kadar bir daha üzerimdeki kara giysileri çıkarmayacak ve hiç gülmeyeceğim!” diye yemin etmiş, nihayetinde siyah sarığıyla girmiştir Kudüs’e. Kudüs, Osmanlı idaresine 1516’da girmiştir. 1917’ye kadar tam 401 yıl Osmanlılar tarafından idare edilmiştir. Kudüs tüm İslam dünyasına ait olmuş, tüm İslam Dünyası da Kudüs’le birlikte durmuştur. Kudüs Osmanlı’nın ve İslam Dünyasının, Sultan Abdülhamid’in de kırmızı çizgisidir. Bu test edilmiştir. Theodor Herzl’in, “Eğer Sultan Hazretleri bize Filistin’i verseydi, biz Osmanlı’nın bütün maliyesini düzenleyebilirdik. Biz, Asya’dan gelebilecek bütün barbarlığa karşı bir ileri karakol olabilirdik”2 ifadelerini içeren teklif, Abdülhamid’in kırmızı çizgisini geçememiştir. Teklifle, tehditle geçilmesine izin verilmeyen kırmızı çizgi, can ve kan pahasına korunmaya çalışıldı: Gazze Savaşları 1917 Birinci Gazze Muharebesi içerisindeki taarruzlardan yine birisi, 27 Mart 1917’de, İngilizler tekrar taarruza kalkarak Ali Muntar tepesini zaptettiler, Osmanlı kuvvetleri öğleden önce tepeyi ve Gazze’yi tekrar geri aldılar. İngilizler 2700 asker kaybetti, Osmanlı kuvvetleri 2500 askeri şehit verdi. 1917 Eylül’ü İkinci Gazze Muharebesinde İngilizler 6000 asker kaybetti. Osmanlı 391 şehit verdi. Üçüncü Gazze Savaşı; İngilizler 7 piyade tümeni, 4 süvari atlı tümen, 1 zırhlı savaş gemisi, 2 topçeker, 2 torpido ile 2 Kasımda İngiliz Kara ve Deniz kuvvetleri tekrar taarruza geçtiler. Osmanlı 9 piyade tümeni ve bir süvari tümenine sahipti, ancak İngilizler kadar tüfek ve kılıç kuvvetine sahip değildi. 7 Kasım’a kadar üçte bir mevcutlarını kaybederek mevzilerini mü­dafaa ettiler.3 Kırmızı kanlar toprağa düştü, kan tükendi, can tükendi, kırmızı çizgi… 40 gün süren muharebeler sürecinde Osmanlı 25 bin kayıp verdi. 8 Aralık günü Osmanlılar şehirden çekildi. Osmanlı Mutasarrıfı, şehrin belediye başkanına İngilizlere verilmek üzere bir mektup bıraktı. Şehri teslim eden mutasarrıf, şehirdeki kutsal mekânların zarar görmemesi gerekçesiyle şehri teslim etmiştir. “İngiliz Kumandanlığı’na! Her milletçe kutsal sayılan Kudüs’teki yerleşim yerlerine iki günden beri obüsler düşmektedir. Osmanlı Hükümeti sırf dinî mekânların zarar görmemesi için kasabadan çekilmiş ve Kamame, Mescid-i Aksa gibi dinî mekânların korunmasına memurlar görevlendirmiştir. Tarafınızdan dahi bu yolda muamele edileceği ümidiyle bu belgeyi Belediye Reisi Vekili Hüseyinzâde Hüseyin Bey eliyle gönderiyorum efendim. Kudüs Müstakil Mutasarrıfı İzzet 8/9.12.33.” Kudüs’ü İngilizler teslim aldılar. Hristiyanlar 730 yıl sonra Kudüs’e döndü. Avrupa’da büyük kutlamalar yapıldı. General Allenby, 11 Aralık’ta törenle, kapısında Türk bayraklarının bulunduğu kapıdan Kudüs’e girdi.4 Aynı tarihlerde yine İngiltere’nin rol oynadığı bir başka önemli gelişme daha yaşanıyordu. İngiltere Dışişleri Bakanı Arthur James Balfour tarafından 2 Kasım 1917’de Rothschild’e yazılan ve tarihte Balfour Deklarasyonu olarak bilinen bir mektupla, Filistin Yahudilere bir vatan olarak vaad ediliyor ve buraya göç edebileceklerini belirtiyordu. Filistin’in, İngilizlerin idaresine geçmesine müteakiben hızla Yahudi göçü başlamıştır. Yahudi göçünün artması yerli Arapları endişelendirmiş ve karşılıklı çatışmalara dönüşmüştür. 1920, 1921 ve 1929’da Arap ayaklanmaları olmuş, 1936-39 arası ayaklanmalar iyice artmıştır. 1918’de %2,5 olan Yahudi toprakları 1948’de %6-7’lere çıkmıştır. 1922’de 83 bin Yahudi varken, 1942’de 484 bine ulaşmıştır.5 Bu göç ikinci dünya savaşından sonra daha da artmıştır. Bu süreçte İngilizlerin hem Araplar hem de Yahudilere karşı her iki tarafı da idare etmeye çalıştıkları, ikili bir politika yürüttükleri söylenebilir.6 1947’de BM bir taksim planı ile toprakların %56’sını Yahudilere verilmesi, Kudüs’te uluslararası bir rejim kurulması ve BM gözetiminde yönetilmesi öngörülüyordu. İngiltere’nin 14 Mayıs 1948’de çekilmesinden birkaç saat önce İsrail devletinin kurulduğu ilan edildi. Önce ABD, daha sonra da Rusya İsrail devletini tanıdı. İsrail devletinin kurulmasının açıklanmasıyla birlikte Mısır, Suriye, Ürdün, Lübnan, Irak askerleri Filistin’e girdiler. Ancak savaştan en kazançlı çıkan İsrail oldu. Topraklarını %80’e çıkardı ve dahası Kudüs’ün yarısını elde etti. Kudüs İsrail ve Ürdün arasında paylaşıldı. Gazze Mısır’a kaldı.7 1964 yılında Arap Birliği Zirvesinde Filistin Kurtuluş Örgütü (FKÖ) Kuruldu. Bütün bu süreç içerisinde Araplar ile İsrail arasında yer yer çatışmalar devam etti. 1967 yılı 5 Haziran’ında İsrail aniden saldırıya geçti. Mısır’ın 360 uçağından 300’ünü daha yerdeyken vurdu, aynı şekilde Ürdün ve Suriye de ağır kayıplar verdiler. Savaş sonucu 1947’ye göre topraklarını İsrail 4 kat büyüttü. Dahası, İsrail Doğu Kudüs’ü de ele geçirdi.8 General Allenby şehre girdiğinden ve Osmanlı askerlerinin çekildiğinden itibaren problem, Yahudiler ve Araplar veya Arap–İsrail problemine dönüşmüştü. Kudüs’ün İşgal edilmesiyle birlikte, Kudüs tekrar mevzubahis edilmeye başlandı. İsrail, Kudüs’te yeni yerleşim yerleri açmaya başladı. Pakistan konuyu BM’ye taşıdı. BM, İsrail’i kınadı ve Kudüs konusundaki politikalarından vazgeçmesini talep etti. Bu savaş Arapların direncinin kırılmasında önemli bir rol oynadı. Ağır yenilgi alan Araplar, İsrail ile külli şekilde uğraşma politikasından vazgeçip, kaybettikleri toprakları geri nasıl alabilecekleri zeminine kaydılar. Aynı yıllarda, Filistin, Kudüs ve Mescid-i Aksa etrafından şekillenen problemin yönünü değiştirecek bir başka gelişme daha ortaya çıktı. 1969 yılında Filistin Kurtuluş Örgütü’nün (FKÖ) başına geçmiş ve Filistin direnişini örgütlemeye başlamıştır. Hem gerilla saldırıları düzenlemiş hem de uluslar arası kamuoyunun önüne çıkmıştır. “Artık bir milyon Filistinli işgal altında yaşıyor. Onlar İsyan edecekler. İsyancı ateş üzerinde oturuyor” “Onurumuzla savaşacağız. Arap ulusu bizi izliyor. Bu yenilmez ordu mitine bir son vereceğiz”    9 ifadeleri ona aittir. 1968 yılında yapılan Filistin Ulusal Konseyi top­lantısında yönetime gelen genç kuşak her türlü barış girişimine soğuk durmuş ve bildirgeye, “Silah­lı mücadele Filistin’in kurtuluşu için tek yoldur” ifadesini ekletmişlerdir. “Filistin bir Arap vatanıdır” ifadesi de yerini, “Filistin, Filistinli Arap halkının vatanıdır.” cümlesine bırakmıştır. Filistin, Kudüs ve Mescid-i Aksa artık Arap-İsrail sorunundan Filistin-İsrail sorununa değişmeye başlamıştır. 21 Ağustos 1969 tarihinde, İsrail'in işgali altında bulunan Kudüs'teki, El-Aksa Mescidi'nin yakılması üzerine, 22–25 Eylül 1969 tarihlerinde Rabat’ta ilk kez İslam Zirve Konferansı düzenlenmiş, alınan bir kararla İslam Konferansı Örgütü kurulmuştur. Bu bir tepki olmakla birlikte, bir reflekstir. Planlanmayan, aniden yaşanan hadiseye apar topar verilen bir tepki. Aslında bu tepki bile, İslam dünyasını aniden harekete geçebilme potansiyeli olduğunu göstermektedir. Burada şu hususu belirtmek gerekir. İsrail hep planlı şekilde hareket etmiştir. Theodor Herzl tarafından yazılan Yahudi Devleti kitabında, İsrail devleti kurulmadan önce 1897’de devletin nasıl kurulacağı ince ince planlanmıştır. Planladığı, hedeflendiği gibi 51 yıl sonra devlet kurulmuştur. Aynı şekilde 1967 yılındaki 6 Gün Savaşlarına da İsrail’in ince ince hazırlandığı anlaşılmaktadır. Arafat önderliğinde yürütülen mücadele sonucunda, 15 Kasım 1988’de Filistin bağımsızlık bildirgesini yayınlayarak bağımsızlık ilanında bulunmuştur. 9 Aralık 1987'de bir İsrail askerî aracının Gaz­ze’de dört Filistinlinin ölümüne sebep olan bir trafik kazasına karışması ve bu olayı protesto eden Filistinlilere İsrail askerleri tarafından ateş açılması sonucunda bir Filistinlinin daha şehit olması üzerine halk ayaklanmış ve Birinci İntifada başlamıştır, artık silahlara karşı çocukların, gençlerin taşlarla mücadele etme dönemi başlamıştır. İntifada döneminde 1000’den fazla Filistinli şehid olmuştur. 28 Eylül 2000'de eski İsrail Başbakanı Ariel Şaron’un Mescid-i Aksa’yı basması ve “Burası hep bir İsrail bölgesi kalacak” sözlerini kullanması ile Kudüs’te İkinci İntifada başladı. İkinci İntifada’da 4 bin 412 Filistinli şehid oldu, 48 binden fazla kişi de yaralandı. Bu intifadanın sembolü 11 yaşındaki Muhammed Durra oldu. Muhammed Durra ve 48 binden fazla yaralının ve 4412 şehidin kırmızı çizgisidir Kudüs. Olabildiğince özetlemeye çalıştığımız bu süreç, aslında bir dönüşümün de özetidir. İslam Dünyasının kırmızı çizgisi iken Arap Dünyasının kırmızı çizgisi haline dönüşmüş, Arap Dünyasının kırmızı çizgisi iken Filistin’in kırmızı çizgisine dönüşmüştür. Aslında taş atan çocukların kırmızı çizgisine dönüşmüştür. Türkiye Bu Sürecin Neresinde Türkiye, kurulacak Yahudi devleti için BM’de yapılan oylamada red oyu vermiştir. Ancak daha sonra tanıyan ilk Müslüman ülke olmuştur. 28 Mart 1949’da tanımanın yapıldığı gün Türkiye’de çıkan gazetelerde “İsrail’in sulh unsuru olacağının ümit edildiği, her ne kadar Arapların düşüncesi bu yönde olmasa da bu devletin memnunluk ile karşılandığı, Ortada bir hakikatin olduğundan bahsediliyordu.10 Mescid-i Aksa’nın yakılması üzerine 1969’da Rabat’ta düzenlenen İslam Zirvesine, Türkiye de davet edildi. Türkiye kamuoyunda bu toplantıya katılmanın laiklik ilkesine aykırı olup olmayacağı tartışmaları başladı. Cumhurbaşkanı başta olmak üzere bu kaygıyı dile getirdi. Türkiye, Dışişleri Bakanı düzeyinde katıldı. Zirve esnasında Türkiye’nin de içinde bulunduğu ülkelerden İsrail ile olan ilişkilerini kesmeleri talep edilmiş, Türkiye bu talebi kabul etmemiştir. Konferans sonunda yayınlanan bildiriye, Türkiye’nin alınan kararlara BM’ce uygun görüldüğü ölçüde katılacağı ifade edilmiştir. Bu toplantılara Başbakan düzeyinde katılması 1980 yılını, Cumhurbaşkanı düzeyinde katılması ise 1984’ü bulmuştur. 1967 savaşında Araplara destek mesajını açıklayan Türkiye, 1973 Arap-İsrail Savaşında tarafsız kalmayı tercih etmiştir. FKÖ’yü 1975’de tanımıştır. Genel olarak Türkiye-İsrail ilişkileri inişli çıkışlı bir seyir izlemiştir. 90’lı yıllar, ilişkilerin iyi olduğu yıllar olmuştur. Kudüs Türkiye’nin Kırmızı Çizgisidir Zaman içerisinde Arap Dünyasının Kudüs’e, Filistin’e ve Mescid-i Aksa’ya ilgisi düşerken, Türkiye’nin ilgisi zaman içerisinde yavaş yavaş artan bir seyir izlemiştir. Tanıma, tarafsızlık, Araplara düşük düzeyde diplomatik destek ve İsrail’i sert olarak hedef almayan söylem düzeyi terk edilmiştir. Bu terk devlet, hükümet ve kamuoyunda eş zamanlı şekilde gelişmiş ve gelişmektedir. Gelinen noktada Türkiye, İslam Dünyasının diğer ülkelerinden daha fazla Filistin’e sahip çıkmaya başlamıştır. 2006 yılında Dışişleri Bakanı ve Başbakan Yardımcısı Abdullah Gül, Filistin’in tapularının Türkiye’de olduğunu belirtmiş, “Filistin ile Türkiye ilgilenmeyecek de kim ilgilenecek?” ifadesini kullanmıştır. Gerek Mavi Marmara ve gerekse Davosta’ki ‘One Minute’ olayları, Türkiye’nin ilgisinin somut tezahürleri olmuştur. ABD’nin 6 Aralık 2017 tarihinde Kudüs’ü İs­ra­il’in başkenti olarak tanıyan kararının ardından, Türkiye 13 Aralık 2017 tarihinde İstanbul’da İslam İşbirliği Zirvesi’ni olağanüstü toplanmaya çağırmış ve Doğu Kudüs’ün Filistin’in başkenti olduğu kararını aldırmıştır. Bu, uzun yıllar sonra kınama mesajlarından sonra belki de alınan en somut karardır. Türkiye artık konunun tarafı olduğunu, kendisinin kırmızı çizgisi olduğunu net olarak ifade etmektedir.  İsrail’e karşı söylemlerini de sertleştirmektedir. Türkiye’nin bu tutumu, İsrail karşısında ard arda yenilgiler yaşamış olan Arap Dünyasına da yeniden bir özgüven kazandıracaktır. Türkiye bu anlamda sahaya yeni inmiş, oyuna yeni dahil olmuştur. Türkiye’nin tepki ve reaksiyonunun oluşturacağı etki Arap Dünyasının reaksiyon ve tepkisinden daha farklı ve fazla bir etkisellik düzeyi oluşturacaktır. Türkiye, sorunun tekrar İslam Dünyası tarafından sahiplenilmesi, hadisenin “Filistin-İsrail” sorunundan çıkarılarak “İslam Dünyası-İsrail” eksenine kaydırılması, sorunun “Mescid-i Aksa ve Kudüs” sorunu olarak tanımlanması için önemli girişimler ve söylemler üretmektedir. 1- Bu konuda daha detaylı bilgi için bakınız. Ahmed VAROL, Filistin Davasının İslami Temelleri, Madve Yayınları, Eylül 19962- Theodor Herzl, Yahudi Devleti, Ataç Yayınları, s. 423- Mirliva Sedat, Filistin’e Veda, Yeditepe Yayınları, İstanbul 2009, s. 56-62, 1594- İsmet ÜZEN, İngilizlerin Kudusü ele geçirmesi ve General Edmund Allenby’nin Kudüs’e Törenle Girişi (9-11 Aralık 2017), Fırat Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi, c. 19, Sayı: 2, s. 329-3445- Tayyar Arı, Ortadoğu, Alfa Yayınları, s. 200-2106- Kadir Mısıroğlu, Filistin Dramının Düşündürdükleri, Sebil Yayınları7- Tayyar Arı, s. 2338- Tayyar Arı, s. 3199- Ammon Kapeliouk, Yenilmez Arafat, İmge yayınları, 105,11210- Dani Danış BARAN, Türkiye İsrail İlişkileri, İç Politik Etkilerin Dış Politikaya Yansımaları, Yayınlanmamış Yüksek Lisans Tezi, Beykent Üniversitesi

İrfan MEKTEBİ 01 Kasım
Konu resmiKudüs İttihad-ı İslamın Ruhudur
İnsan

Bir asrı aşkın zaman, bundan tam 103 yıl önce yine bir Aralık ayında, 40 gün süren savaşlar sonunda 9 Aralık 1917’de Kudüs düşmüştü. Yafa Kapısında; İngiliz, Fransız, İtalyan, İskoç, İrlanda, Galler, Avustralya, Yeni Zelanda onur kıtaları karşılaması eşliğinde İngiliz General Allenby 11 Aralık 1917’de Kudüs’e girmiştir. Efendimizin (asm) “Şu üç mescit için yolculuk yapılır…” olarak buyurduğu mescitlerden birisinin, El-Aksa’nın yer aldığı Kudüs’ün kaybı şüphesiz ki İslam Dünyasının ahvaline ilişkin çok anlamlar, çok sonuçlar içermektedir. Sonraki 103 yıl boyunca, İslam dünyasının sav­­ruluşu, kavruluşu, acısı, sancısı, Doğu Tür­kis­tan’dan Karabağ’a – Bosna Hersek’ten Çe­çe­nis­­tan’a – Irak’tan Kırım’a muhtelif zamanlarda me­kânlarda devam etti. İslam dünyasının her köşesi külli bir savruluşun bir parçası oldu. İslam Dünyası içerisinde her köşe kendi yerel mücadelesini, mücahedesini yaşadı. İslam Dünyası; ne doğu Türkistan, ne Karabağ, ne Kırım, ne Eritre, ne Çeçenistan, ne Arakan, ne Doğu Türkistan, ne Irak, ne Suriye, ne Kuzey Kıbrıs, ne Yemen ne de başka bir yerin yaşadığı sorunlarda bir araya gelme iradesini gösterememiştir. Parçalanma ve savruluşlar arasında, aynı İslam Dünyasının ittihad arayışları, birlik arzuları da bir mefkûreye dönüştü. Ancak idealize olan ittihad çağrılarının realize olabileceği bir zemin iradesi de ortaya konulamadı. ................................................. Tarihler 21 Ağustos 1969’u gösterdiğinde Mes­cid-i Aksa’nın yakılması girişimi, İslam Dünyasında, son yüzyıl içerisinde bir örneği daha görülmeyen bir reflekse neden oldu. Suudi Arabistan ve Fas’ın girişimleriyle bütün İslam ülkeleri toplantıya çağrıldı. Fas Kralı II. Hasan, bütün İslam ülkeleri liderlerine şu ifadelerin yer aldığı bir mektup gönderdi. “İnandığımız İslam birliği anlayışına ve bütün dünyadaki Müslümanların, özellikle el-Aksa Mescidi’ne karşı girişilen çirkin suikast üzerine, devlet veya hükümet başkanlarının toplanma yolundaki isteklerini dikkate alarak 8-9 Eylül 1969 tarihinde Rabat’ta bir araya gelen İran, Malezya, Nijer, Pakistan, Suudi Arabistan, Somali ve Fas temsilcilerinin oluşturduğu hazırlık komisyonunun raporu doğrultusunda, sizi 22-24 Eylül 1969 tarihlerinde, krallığımızın başkenti Rabat’ta, el-Aksa Mescidi’nin uğradığı felaketi görüşmek ve Kudüs şehri sorunundaki tutumlarımızı birleştirmek için yapılacak İslam zirvesi toplantısına katılmaya davet ediyorum. İslâm zirve toplantısına katılmanıza büyük bir önem veriyoruz. Toplantıya katılmanızın, konferansın hedeflerinin gerçekleştirilmesine katkıda bulunacağına eminiz.”   Bu ifadeler ve çağrılar, İslam Dünyasının yüzyılı aşkındır aradığı, arzuladığı birliğe dair her şeyi özetle içermektedir. Mektupta belirtilen tarihte Mektubun ulaştığı her ülkenin temsilcisi toplantıda yerini almıştır. …ve “İslam Konferansı Örgütü” kurulmuştur. Sonraki yıllar boyunca bağımsızlığını elde eden her İslam ülkesi İKÖ’nün çatısına dahil olmuştur. O günden bugüne İKÖ’nün hemen her toplantısında Kudüs ve Mescid-i Aksa’nın kutsallığı, önemi, Kudüs ve Mescid-i Aksa’nın özgürlüğü mücadelesinde yapılması gerekenler, yapılmaması gerekenler, çağrılar, arzular, tepkiler sürekli dile getirilmiştir. Son 103 senedir İslam dünyasını bir araya getirebilen yegâne faktör, Kudüs ve Mescid-i Aksa olmuştur. Kudüs meselesinden başka hiçbir mesele, İslam dünyasını -en azından toplanmak üzere dahi olsa- harekete geçmeye, İslam Birliğini dile getirmeye, sürekli kendi aralarında gündem etmeye başka hiçbir mesele vesile olamamıştır. İslam Dünyasının kendi içerisinde bütün mezhebi farklılıklar ve muhtelif sorunlar devam ederken, Mescid-i Aksa ve Kudüs mevzubahis olduğundan, en azından ortak bir açıklama yapabilmek mümkün olabilmiştir. 2017 yılında ABD’nin Kudüs’ün statüsü ile ilgili aldığı karar üzerine Birleşmiş Milletlerde yapılan oylamada da bütün İslam ülkeleri yine ortak bir irade gösterebilmişlerdir. ................................................. İslam Dünyasının oluşturduğu bu yegâne bir araya geliş zemininde ilk kayma, 1979’da Mısır’ın İsrail ile imzaladığı Camp David anlaşması ile olmuştur. Mısır’ın İsrail ile olan ilişkilerinin normalleşmesi olarak nitelendirilen sürecin başlaması olmuştur. Mısır bu anlaşma sonrasında hem Arap dünyasının hem İslam Dünyasından tepki ile karşılaşmıştır. Hatta Mısır Devlet Başkanı Enver Sedat ihanet ile suçlanmıştır. 17 ülke ve onlarca kuruluş Sedat’ın yargılanmasını talep etmiş, Irak’ın başkenti Bağdat’ta kurulan mahkemede gıyabında yargılanmıştır. İslam Dünyasının önemli ve büyük bir ülkesi Mısır’ın bu zeminden kopuşu önemli bir kayıp olmuştur. ................................................. 2020’de bir kere daha birden fazla ülke İsrail ile “normalleşme” olarak nitelendirilen anlaşmalar ve süreçler içerisine girmiştir. Birleşik Arap Emir­likleri ve Bahreyn, “normalleşme” olarak nite­lendirilen anlaşmalara imza atmışlardır. ABD eski Başkanı Trump’ın açıklamasına göre, “normalleşme” adımları atmak için sırada olan 5 ülke daha bulunmaktadır. Üstelik bu ülkeler bu anlaşmaları yaparken anlaşmalara tepki gösteren Filistin ve Filistin halkını da suçlayıcı açıklamalar yapmaktadırlar. Nuri Pakdil’in “Kalbimin yarısı Mekke'dir, geri kalanı da Medine'dir. Üstünde bir tül gibi Kudüs vardır” ifadeleriyle tasvir ettiği tabloda; Suudi Arabistan’ın “normalleşme” adımlarına yaklaşımı, desteği İslam Dünyasının kendisine izahta zorlandığı, anlam veremediği hususların başında gelmektedir. İKÖ’nün kurulması ve toplanması için 1969’da öncülük eden Suudi Arabistan’ın bugün attığı adımlar, İKÖ’nün kuruluş zeminini kaydırmaya, ruhunu almaya matuf adımlardır. ................................................. Bu “normalleşme” olarak nitelendirilen ve devamının geleceği iddia edilen anlaşmalar, 103 yıl içerisinde, İslam Dünyasını bir araya getiren yegâne unsurun da İslam Dünyasının zemininden çekilip alınması, İslam Dünyasının bir kere daha savrulması anlamına gelmektedir. İslam Dünyası kendisini bir araya getiren ve söylem düzeyinde dahi olsa üzerinde uzlaşabildiği Kudüs meselesi zeminini yitirdiğinde bir daha hangi zeminde, hangi meselede ve ne zaman bir araya gelebilme imkânı kazanabilecektir. Kudüs meselesinde mücadele azmini, iradesini ve idaresini kaybederse, İslam dünyasının başka hangi meselesinde kolektif bir muvaffakiyet elde edebilecektir. “En azından” Kudüs meselesini dahi artık dert etmeyen bir İslam Dünyası, bundan sonra hangi başka bir meseleyi dert edebilme hissiyatına sahip olabilecektir. Kudüs Meselesi ile İKÖ/İİT çatısı altında bir araya getirebildiği koskoca bir Alem-i İslam’ı bir daha hangi gerekçe ile hangi saik ile bir çatı altında toplayabilecektir. Akif İnan’ın dizelerinde dile getirdiği “Gözlerim yollarda bekler dururum / Nerde kardeşlerim diyordu bir ses/ İlk Kıblesi benim ulu Nebi’nin/ Unuttu mu bunu acaba herkes” sitemine ve sesine kulak tıkarsa, Mescid-i Aksa’nın bekleyişine kayıtsız kalırsa, bundan sonra Alem-i İslam’da herhangi bir zamanda, herhangi başka kimin bekleyişinin, herhangi kimin sesinin bir karşılığı olabilecektir. Efendimizin (asm) “Şu üç mescit için yolculuk yapılır…” olarak buyurduğu bir mescidin yolunda olmaktan yüz çevirirse bir daha hangi meselenin yolunda olabilecektir. Yüzyılı aşkındır ilmek ilmek, bin bir zahmetle örmeye çalıştığı İttihad-ı İslam mefkûresinin tek somut adımı olan Kudüs meselesinde geri adım atılırsa, Alem-i İslam geleceğe dair hangi umudu besleyebilecektir. Heeeyy Efendiler…. Kudüs İttihad-ı İslam’ın Ruhudur “Anormalleşmeyin”

İrfan MEKTEBİ 01 Kasım
Konu resmiÇünkü Kudüs “Biz”iz
Kültür ve Medeniyet

Yüzyıllardan bir yüzyıl, yıllardan bir yıl, aylardan bir ay, günlerden bir gün, uzak coğrafyalardan bir coğrafyada saraylardan bir saray, kürsülerden bir kürsü, mütekabir çehreler, mütezalim ifadeler, müstehzi mimikler, mütecaviz arzular, paçavra tavırlar ardında anlatılan, tarihin çöp sepetine gidecek kurgular… DİNLE BAYIM O İŞ SENİN BİLDİĞİN GİBİ DEĞİL, SİZİN BİLDİĞİNİZ GİBİ DEĞİL…! Ne Filistinlilere ve ne de Filistinlilerin şahsında tüm âlemimizin önüne sürdüğün ekonomik tehditler, ne vaat ettiğin milyarlarca dolarlar, ne de verin Kudüs’ü, alın verdiğimiz toprağı ve devletinizi kurun tekliflerinizin bir hükmü ve geleceği olmayacak. Neden mi bayım? Çünkü Kudüs Kalbimizdir… Bizleri Kudüs’ü düşünme saatine davet eden Nuri Pakdil’in “Yüreğimin yarısı Mekke’dir, geri kalanı da Medine’dir. Üstünde bir tül gibi Kudüs vardır” ifadeleri, yüreğinden kalemine dökülmemiş olsaydı, milyonlarca yürek Pakdil’in kalemine tutunmamış, hislerimize tercüman bulmamış olsaydık, Kudüs’ü düşünme saatinde Kudüs’ü ve yüreği­mizi birlikte, Kudüs’te yüreğimizi, yüreğimizde Kudüs’ü böyle düşünmüyor olsaydık, Kudüs’ün bizler için ne anlama geldiğini bilmeyebilir, yüz­lerce yıllık bir meseleyi, yüzyılın planı kadar bil­diğinizi sanabilir ve umutlanabilirdin(iz) bayım! Çünkü Kudüs İmanımızdır… Ama hayır! Dil ile ikrarın, kalb ile buluşmasının bir iman meselesi olduğunu, yüreğinin Nuri Pak­dil’ce; Mekke, Medine, Kudüs ile kuşatıl­dı­ğı­na inanan ve ikrar edenler için ise imanın “bir elime güneşi bir elime Ay’ı verseniz…” diye başladığını, Kudüs’ün bizim için “bir elime güneşi bir elime Ay’ı verseniz…” meselesi ol­du­ğunu, bilmen gerekir, sana söylemeleri gerekirdi, bilmeniz gerekirdi bayım! Çünkü Kudüs “Düş”ümüzdür… Düşlerimize Mescid-i Aksa’yı düşürürüz bayım, Mehmet Akif İnan’ın “Mescid-i Aksa’yı gördüm düşümde…” sözleriyle başlarız güne, “…Burak dolanırdı yörelerimde / Miraca yol veren hız üssü idim / Bellidir kutsallığım şehir ismimde / Göklere nur saçan bir kürsü idim…” sözleriyle seslenir Mescid-i Aksa düşlerimizde ve hepimizin düşlerini kalemine düşürür bir Akif İnan… Düşlerimizde Akif İnan’ın kalemine tutunma­mış olsaydık, Kudüs’ün fiyat biçilemeyen bir düş meselesi olduğunu bilmeyebilir, meselenin “verin Kudüs’ü alın devletinizi” şeklinde oldu­ğunu sanabilir ve umutlanabilirdin(iz) bayım! Ama hayır! Akif İnan’ın düşünde, Mescid-i Aksa’ nın “… kucaklasın beni İslam…” çağrısının za­man ve mekan kabına, kalıbına sığmadığını, ardında saf tutulacak, yola revan olunacak bir Hattab oğlu Ömer, ‘Selçuki’li bir Kılıçarslan, ‘Eyyubi’li bir Selahaddin veya Al-i Osmani’den bir Yavuz bulunduğunda, düşlerin peşine dü­şül­düğünü, düşüleceğini, bilmen gerekir, bilmeniz gerekirdi bayım! Çünkü Kudüs özlemimizdir… Biz en çok bazı şehirleri özleriz bayım, kalbimizin bir yarısı, kalbimizin diğer yarısı ve kalbimizin üzerini örten şehirleri…, özleyecek kadar bize ait olan beldeleri, Kudüs’ü mesela. Tarık Tufan’ın “Kalk Kudüs’e gidelim Sev­gi­lim...”  sözleriyle Kudüs özlemimizi anlatırız sevdik­lerimize… “Kudüs’ün bulutlarından tes­bih yapıp sübhanallah çekmeyi” hayal ederiz, korkutmaz bizi, korkutmaz sevdiklerimizi ve korkutmaz özlemimizi Kudüs sokaklarında ol­muşlar, olanlar ya da olacaklar. “Korkma” sözüyle sesleniriz birbirimize, şehrin sokakları ile kalbimizin derinliklerinde yankılanır Tarık Tufan’ın “…sokaklarına atalım kendimizi / adımızı söyleyelim kontrol noktalarında...” “…Mescide gidelim yıkılacaksa üzerimize yıkılsın...” sözleri pervasızca… Ama Hayır! Kudüs’e olan özlemimizden bah­set­memiş olsaydı Tarık Tufan veya bu özlemimize uzaktan uzağa yaşayacağımız romantik ve nos­taljik bir anlam yükleseydi, özlemimizin sona ermesinin bir “Kalk Kudüs’e gidelim….” çağ­rı­sıyla sona ereceğinden bahsetmemiş olsaydı, Ku­düs sokaklarında gezdirmeseydi özlemle, el­de­ki taş ile kalpteki aşkı bir tutmasaydı, “Kalk Kudüs’e gidelim…” demeseydi pervasızca, kal­kıp Kudüs’e gitmeye hazır olmasaydık, tek ki­şi­lik enfüsi, deruni, romantik özlemler inşa etseydik, birbirimize “kalk Kudüs’e gidelim…” diyebileceğimizi bilmeseydik, bilmeseydin, bil­meseydiniz Kudüs’ü bölünmez ve ebedi baş­kentiniz sanabilir ve umutlanabilirdin(iz) bayım! Çünkü Kudüs Bizim Alınyazısı Kutsalımızdır “Ve Kudüs Şehri”nin kutsal bir alınyazımız ol­du­ğunu biliriz. “... Gökte yapılıp yere in­di­ri­len...” bu şehri terk edersek “...Artık yer şeh­ri, toprak şehri. / Bakır yaprakların, çelik göv­de­le­rin, acımasız yüreklerin. / Demir kök­le­rin, tunçtan ve uranyumdan dalların. / Kur­şun­dan çiçeklerin şehri…”ne dönüştüğünü, dönüşeceğini dinleriz Sezai Karakoç’tan, irkiliriz, ürpeririz, zulme sessiz kalmak durumuna düş­mekten titreriz, bir ihtarı işitiriz iliklerimize kadar “…Ey insanlık, ey insanlar… Ey… Müs­lümanlar” diye başlayan Sezai Karakoç’un sesi yükselir ardımızdan, mısralarına ilahi bir ikazı da eklediğini duyarız, olduğumuz yerde kala kalırız “…Yeryüzünden fesat kalkıncaya kadar…” Ama Hayır! Bir Sezai Karakoç geçmemiş olsaydı bu dünyadan, “Kalbime bir ağırlık gibi çöküyor şimdi. /Ne diyor ne diyor Kudüs bana şimdi” diye kulak vermeseydi Kudüs’e ve biz de onunla birlikte kulak vermemiş olsaydık, ne dediğini işitmemiş olsaydı ve biz de onun işittiğini işit­memiş olsaydık, “Ey… Müslümanlar” ihta­rını not etmemiş olsaydık, mütecaviz arzularınızı, mütecaviz sözlerinizi hazmetmek için kısa bir zamana ihtiyacımız, ihtiyacınız olduğunuzu sanabilir ve umutlanabilirdin(iz) bayım! Çünkü Kudüs Gözümüzde Yaş, Elimizde ‘Taş’ımızdır Pek çok acımız olur bizim, pek çok zamanlarda acımız..., bir Doğu Türkistan için ağlarız, bir Ka­ra­bağ, kimi zaman Bosna, kimi mekan Çe­çe­nistan… ama her acımızın ramına, her göz ya­şı­mızın yanına Kudüs’ü ekletir bize Ca­hit Zarifoğlu “Beyrut’un gözyaşları şimdi / Kudüs’ün yanı başında / Müslümanlar uzakta” mısralarında uzaktaki Müslümanlara bir yükümlülük yükler ve der “Farz et körsün, olabilir / Elele tut / Taş al ve at / Kafiri bulur…” Bir taş almak ve atmak için vaktin daraldığını da biliriz Cahit Za­rif­oğlu’nun “daralan vakitler”inde “…Bir gün ister istemez / Karşısında olacaksın kaç­tık­larının / Dua et / O gün henüz mahşer ol­masın…” Ama Hayır! Mahşer gelmeden en azından bir yaş ve bir taş yükümlülüğümüz olduğunu bir kere daha dinlemeseydik Cahit Zarifoğlu’ndan, taşın ve yaşın hedefini bulacağına inanmasaydık, …ve eğer biz bir taşı gönderirken “vema rameyte iz rameyte…” sırrını yüklemiyor olsaydık üzerine, müstehzi mimiklerinizin bizi demoralize ede­ce­ği­ni ve o salonda sizi alkışlayan ellerin ga­lip geleceğini düşünebilir, zannedebilir ve umut­la­na­bilirdiniz. Çünkü Kudüs Bizim Şarkımızdır Kudüs bizim şarkımızdır her daim mırıldan­dı­ğı­mız, yalnızlığımızda yoldaş, yol arkadaşı tut­tu­ğumuzdur. Kalabalıkta coştuğumuz, coşkun­lu­ğumuzdur. Kız­dığımızda öfkemizdir diri tut­tuğumuz. “Kudüs Göklerinde kara bulutları” ve “gökleri sarsan anne feryatlarını” dağıtmak için Ömer Karaoğlu’nun şahs-ı manevisi ile birlikte bineriz Mavi Marmara’ya ve “Şahit ol Akdeniz” diye sesleniriz deryaya, “…ölümlerde ölebilir, bunu sakın ağıt sanma…” diye haykırırız fezaya. Eşref Ziya’da “Nazlı Çiçeğim”izdir Kudüs. “İn­cin­meyesin, üzülmeyesin”imizdir. İncindiğini, üzüldüğünü bildiğimiz, özlemle, duayla, sev­dayla, aşkla, karşı kıyıdan yumruklarımızı havaya kal­dırarak, umutla “Bekle beni bekle Kudüs bir sabah erken, sana gelirim gece yanarken…” diye yüksek sesle seslendiğimizdir. Umut Mürare’de sabrımızdır, sonunda zafer ümid ettiğimiz “Ey Kudüs sabret / zafer bizim olacak / …ve güneş bir gün senin için doğacak” deriz üstüne basa basa, sakin sakin, tane tane. Ammar Acarlıoğlu’nun notalarında sizin sureta kudretinize meydan okuduğumuzdur. “...Bizi mahzun bilme sakın / Şanımıza dokunur / Celal namımız vardır ki / Öfke bile boğulur / Ömer yanımız vardır ki / Korkular yok olur / Öyle suskun kaldık diye / Öldük mü sandın…” Ama Hayır! Her kelimesinde, her notasında “kavgamızın Kudüs” olduğunu haykıran nice şarkılarımız, nice ezgilerimiz, nice marşlarımız, nice notalarımız olmasaydı, olmadığını bilseydin, olmadığını bilseydiniz bayım, mütekebbir çehrelerinizin bir anlam ifade ettiğini, bir işe yarayacağını zannedebilir umutlanabilirdin, umut­lanabilirdiniz. Çünkü Kudüs Bizim Bilincimizdir Henüz Yitirmediğimiz Buraya kadar yazdıklarımızla ve yazamadıklarımızla, saydıklarımız ve sayamadıklarımızla, söylediklerimiz ve söyleyemediklerimizle Kudüs bizim bilincimizdir. Kudüs, bilincimiz olmasaydı, bilincimizde Kudüs olmasaydı, kimsenin sizin karşınızda durmayacağını, duramayacağını, yolunuza çıkamayacağını düşünebilir ve umutlanabilirdin, umutlanabilirdiniz. DİNLE BAYIM O İŞ SENİN DEDİĞİN GİBİ OLMAYACAK…! Neden mi? Çünkü Kudüs Bizim Direncimizdir. Siz Ebu Salah’ı hatırlarsınız bayım, hatırlamalısınız; hani tekerlekli sandalyesinde, kalbindeki aşk ile elindeki taşı buluşturmuş iken şehit etmiştiniz. Tam da işte Ebu Salah’ı şehit ettiğiniz meydanda, hemen az ötesinde, bir Filistinlinin kıyafetinin üstünde, göğsünde, Kayı’ların ruhu karşınıza çıkabiliyor olduğu için, kürsüye tutunarak kendinizden emin olarak söylediğinizi zannettiğiniz şeyler olmayacak. Aynı meydanda başınızı bir başka yöne çevirdiğinizde, atını şaha kaldırmış bir Filistinlinin elinde “Ay Yıldızlı Al Bayrak” karşılayacak paçavra arzularınızı, kendisini düşürseniz de o elindeki Al Bayrağı düşürmeyecek, Al Bayrağı düşüremeyeceğiniz için, Al Bayrak ayakta durdukça sizin dediğiniz olmayacak. Sonra öldüre öldüre tüketmek istediğiniz Gazzelilerin, “Şehit olursam üzerime Türk Bayrağı örtün” vasiyeti çıkacak karşınıza, Gazze sınırında İsrail tarafından vurularak şehit edilen 27 yaşındaki Muhammed Bedvan’da olduğu gibi, …ve Bedvan şehit olduğunda üzerine “Ay Yıldızlı Al Bayrak” örtüldüğü için istediğiniz olmayacak, olamayacak bayım! Bir Cuma namazı sonrası aniden bir Filistinli gencin Mescid-i Aksa’nın tam da kapısının üstüne, Dünyanın burcuna “Ay Yıldızlı Al Bayrağı” astığını göreceksiniz, bir başka vakitte Mescid’in avlusunda bir başka gencin dalgalandırdığını, herhangi bir gün Mescid’i Aksa’nın bahçesinde bir sütuna yapıştırılmış olarak aniden karşınıza çıkacak. Çok uzaklardaki coğrafyalardan gönderdiğiniz sözlerinizi “Ay Yıldızlı Al Bayrak” karşılayacak, kapıda, çatıda, bahçede ve “Ay Yıldızlı Al Bayrak” perde olacak sözlerinize ve sizin dediğiniz olmayacak. Yüzyıllardan bir yüzyıl, yıllardan bir yıl, aylardan bir ay, günlerden bir gün, uzak coğrafyalardan bir coğrafyada saraylardan bir saray, kürsülerden bir kürsü, mütekebbir çehreler, mütezalim ifadeler, müstehzi mimikler, mütecaviz arzular, paçavra tavırlar ardında anlatılan tarihin çöp sepetine gidecek kurgularınıza karşı, Yüzyıllardan aynı yüzyıl, zamanlardan aynı zamanlar, günlerden bir başka gün, Coğrafya’nın kalbinde, kürsülerden bir başka kürsüde bir Reis-i Cumhurdan tarihe geçecek ve sizin söylediklerinizi tarihe çöp edecek, bir başka cevap gelecek: “Bu hayalin gerçekleşmesine izin vermeyeceğiz. Filistin topraklarını ilhak anlamına gelen, Filistin’i tümüyle yok eden ve Kudüs’ü tamamen gasp eden bu planı tanımıyoruz.” diyecek. “One minute” iki kelimelik gür bir ses yükselecek salonlarınızda, koridorlarınızda yankılanacak ve sadece “bir dakika”nın yetecek olduğunu bileceğiz yüzyıllık bütün kurgularınızı alt üst etmek için… ve sizin dediğiniz olmayacak! Eğer yine de günlerden bir gün, ... ve tükenirsek, … her şeyimiz olan Kudüs kapılarına, her şeyinizle geldiğinizi bilirsek, Abdülmuttalib’in tevekkülü ile zamanın ve me­­­­kâ­nın sahibine havale edeceğiz. “Mescid-i Aksa’ nın sahibi Allah’tır. Onu koruyacak O’dur.” diyeceğiz ve ebabilleri bekleyeceğiz… Yine de sizin dediğiniz olmayacak… Olmayacak…

İrfan MEKTEBİ 01 Kasım
Konu resmiİman-Küfür Mücadelesinde Neden Müslümanlar Yenilgiye Uğruyorlar?
İtikad

Zamanında ehl-i küfrün fitneleriyle tembelleşen, ekonomik açıdan zayıflayan, ilimsiz bırakılan ve İslâmiyet’ten uzaklaştırılan geniş Müslüman kitlelerin, İslâm dünyasının uğradığı yenilgide payları varsa da, asıl sebep yine Batı’nın yalan dolu siyasetidir. Kavalalı Mehmed Ali Paşa ve Cemal Paşa gibi makam-mevki sevdalılarının ceplerine para, arkalarına koltuk ve etraflarına gayr-ı meşru zevkler doldurularak kandırılmışlardır. İslâm dünyasının gerilemesinde onlar gibilerin payı büyüktür. Bütün bu yenilgilerden ve yanılgılardan ders çıkararak, uzun yıllardır geri çekilen İslâm dünyasının artık ilerlemek ve ehl-i küfrün tahribini tamir vakti gelmiştir. Bu ilerleme de ancak İttihâd-ı İslâm ile mümkündür. Çünkü tamir zordur ve tek başına bir milletin ya da bir devletin yapacağı iş değildir. Aslanların itthâdında karşılarında duracak güç olamayacağı gibi, İslâm dünyasının ittihâdında da karşısında duracak zalim bulunamayacaktır. Tarih, ehl-i iman ve ehl-i küfrün mücadelesinden ibarettir; denilse yanlış olmaz sanırım. Bu mücadeleler sırasında kimi zaman ehl-i iman galip gelmiş, kimi zaman da ehl-i küfür galip gelmiştir. Ancak ehl-i küfrün galibiyeti, ehl-i imana nisbeten daha fazladır. Özellikle, Asr-ı Saâdet’ten sonra beş asırlık Abbasî ve beş asırlık Osmanlı idaresi zamanlarının dışında, ehl-i imanın yenilgileri çok daha fazladır. Hatta hususen bir asrı aşkın bir zamandır, ehl-i iman savaş meydanında kazan­dıklarını dahî masada kaybet­mektedirler. Peki Cenâb-ı Hakk’ın Müslümanlara gelen manevî yardımlarına, hususî ina­­yet­lerine ve merhametine rağ­­men neden Müslümanlar yenilgiye uğramaktadırlar? Bedîüzzaman Hazretleri, ehl-i küf­rün niye çoğunlukla galip gel­diğini şöyle izah etmektedir: “Da­lâ­lette ve küfürde hem adem ve terk vardır ki; pek kolaydır, ha­re­ket istemez. Hem tahrîb var ki, çok sehildir ve âsândır; az bir hareket yeter. Hem tecâvüz var ki; az bir amel ile çoklarına zarar verip, ihâfe noktasından ve firavuniyet cihetinden onlara bir makam kazandırır. Hem âkı­beti görmeyen ve hazır zevke müb­telâ olan insandaki nebâtî ve hayvânî kuvvelerin tatmîni ve telezzüzü hürriyeti vardır ki, akıl ve kalb gibi letâif-i insaniyeyi, insaniyetkârâne ve âkıbet-en­dî­şâne olan vazîfelerinden vaz­­ge­çi­riyorlar. (Sirâcünnûr, Sayfa 122)” Üstâd Hazretlerinin ifade ettiği gibi, küfür cephesinde hayrı terk etmek vardır. Yokluk vardır, bir hayır bina etmezler. Saldırırlar, yok ederler. Tamir etmezler, yardım etmezler. Haram-helal anlayışları yoktur. Bu sebeple kolay taraftar toplarlar. Taraftarlarını elde tutabilmek için haram lezzetleri kullanırlar. Ehl-i imandan bazılarını da bu şekilde kandırarak kendi amaçlarını gerçekleştirmek için kullanırlar. Nefis ve şeytan her zaman destekçileridir. Ehl-i küfrün bu tahripçi, bozguncu ve şahsî menfaat odaklı anlayışını meşhur İtalyan siyaset felsefecisi Machiavelli (1469-1527) Prens isimli kitabında şu şekilde anlatmaktadır: “Zamanımızdaki deneylerle de bellidir ki ancak verdikleri sözü hiçe saymış ve insanların beyinlerini kurnazca uyutmasını bilmiş prensler büyük işler yapmışlardır ve sonunda dürüstlüğü temel almış olanlara üstün gelmişlerdir.” İşte bu sebeplerden dolayı, Batı’ nın amacına ulaşmak için her türlü yalanı ve ahlaksızlığı kullanan anlayışına karşı, İslam dünyasının mazlumu koruyan, hak ve adalet temelli anlayışı ne yazık ki, çok defalar mağlup olmaktadır. Batı ve zalim ehl-i dalalet, ülkelerine sığınan mültecilere göz önünde göstermelik birkaç iyilik yapıp, arka planda onlara her türlü aşağılamayı yapmaktadırlar. İşin aslında da zaten bu insanların mülteci olmasına, yine ehl-i dalâletin sömürgeci ve istilacı zihniyeti sebep olmaktadır. Sözde iyiliksever, âdil ve insan haklarına saygılı gibi görünen Batılı ülkeler, aslında ise menfaatleri ve iktidarları için akla hayale gelmeyecek derecede zalim olabilmektedirler. Türkiye, hâlihazırda 3 milyondan fazla mülteciye ev sahipliği yaparken, Avrupa ülkeleri bu mültecileri kabul etmemek için onların denizlerde boğulmalarına göz yummakta, hatta bazen sebep olmaktadırlar. İnsan hakları isminde mahkemeleri vardır ama Filistin’de, Gazze’de, ya da Arakan’da bir Müslüman’ın yurdundan atılarak zulme uğramasını hiç görmezler. Yolda karşıdan karşıya geçen için anında trafiği durdururlar ama Afrika’da etrafını yüksek duvarlarla çevirdikleri madenlerden çıkardıklarını o ülkelerde bir gramını bırakmadan Avrupa’ya götürürler. İnsan hayatına saygı derler, katilleri bile idam etmezler ama Afrika’dan getirdikleri insanları insanat bahçelerine koyarak hayvan gibi sergilerler. Afrikalıları köle haline getirerek yaptıkları zulümler hala zihinlerdeki yerini koruyor. Demokrasi getireceğiz diyerek, bütün İslâm ülkelerini karıştırır, terörü önleyeceğiz deyip askerî operasyonlar yaparak, sivilleri öldürürler. Ticarette dürüstlük taslayıp, Müslümanları yolsuz­lukla suçlarken; Müslüman ül­kelerin ekonomilerini spekülasyonlarla batırmak için ellerinden geleni yaparlar. İşte bu açılardan bakıldığında, tarihte hadiselerin nasıl çarpıtıldığına da şâhid olmaktayız. İslâm âlemi, yüzyıllardır hep tek­nolojiyi takip etmemekle, yol­suzluklarla, adaletsizliklerle, iş bilmez kişilerin idarî makam­lara getirilmesiyle suçlanmış ve eleştirilmiştir. Halbuki Batı’daki ülkelerde ne kadar sorun çıkıyorsa, İslâm ülkelerinde de aynı sayıda sorunlar çıkmak­ta­dır. Çünkü insan olan her yer­de hatalar, yanlışlıklar olma­sı gayet doğaldır. İmtihanda olduğumuz şu dünyada her zaman nefsine yenik düşen insanlarla karşılaşabiliriz. Bu noktalardan İslâm dünyasının Batı’dan ge­ri­de kalmış görünümüne sebep olan birinci husus, tahribin ko­lay, tamirin zor olmasıdır. Batı çok kolay bir şekilde tahrip etmekte ve sömürmektedir. Osmanlı Devletinin beş asır adaletle idare ettiği birçok top­rak parçasını 40-50 sene gi­bi sürelerde sömürerek, bütün kay­nak­larını tüketmişlerdir. Günümüzde Avrupa ve Ame­ri­ka, zengin, gelişmiş ve medenî gibi görünüyor ise, bu mimsiz medeniyetin arkasında milyonlarca insanın kan ve gözyaşı vardır. Bunun karşılığında İslâm medeniyetini temsil eden devletler, hep tamirle uğraşmışlardır. Ancak İslâm dünyasının çok güçlü olduğu dönemlerde Batı’nın tahripçiliğine karşı dur diyebilmişlerdir. Onun dışında İslâm dünyasının tamiri, Batı’nın tah­ri­bine denk gelememiş ve dün­ya mevcut durumuna gelmiştir. Ehl-i dalâletin en gaddarâne faa­liyetleri ise, günümüzde Fi­lis­tin’de yaşanmaktadır. Nü­fû­su iki milyara yaklaşan İslâm dünyasının gözü önünde Kudüs yavaş yavaş bir Yahudî şehrine dönüştürülmektedir. Bu dönüşüm gerçekleştirilirken de Filis­tinli Müslümanlar en ağır işkence ve zulümlere maruz bırakılmaktadırlar. Zamanında bin bir hileyle mülkiyetleri Müslü­manların ellerinden alınan Fi­lis­tin topraklarının, mevcut Müslümanların ellerinde kalanları da yine farklı desiselerle Yahudileştirilmektedir. Kudüs’te Müslümanlara gayrimenkul mi­­ra­­sı bırakma yasağı getirilip, vefat eden Müslümanların gay­­ri­­menkullerine Yahudiler el koy­­maktadırlar. Gözaltına aldıkları Filistinlileri üç aya varan işkenceli sorgulardan geçirmektedirler. En son 22 İsrailli asker tarafından gözaltına alınan 16 yaşındaki Filistinli Muhammed Fevzi El-Junidi ise, Kudüs’ün kurtarılması için başlatılan 3. İntifada’nın sembolü oldu. Göz­altına alınırken çekilen fo­toğ­raf karesi, bir yandan bir çocu­ğa yapılan Yahudi zulmünün isbatı olurken, bir yandan da Yahudilerin ellerindeki modern silahlara rağmen Filistinlilerden ne kadar korktuklarının bir göstergesi olmaktadır. Zamanında ehl-i küfrün fitneleriyle tembelleşen, ekonomik açıdan zayıflayan, ilimsiz bırakılan ve İslâmiyet’ten uzaklaştırılan geniş Müslüman kitlelerin, İslâm dünyasının uğradığı yenilgide payları varsa da, asıl sebep yine Batı’nın yalan dolu siyasetidir. Kavalalı Mehmed Ali Paşa ve Cemal Paşa gibi makam-mevki sevdalılarının ceplerine para, arkalarına koltuk ve etraflarına gayr-ı meşru zevkler doldurularak kandırılmışlardır. İslâm dünyasının gerilemesinde onlar gibilerin payı büyüktür. Bütün bu yenilgilerden ve yanılgılardan ders çıkararak, uzun yıllardır geri çekilen İslâm dünyasının artık ilerlemek ve ehl-i küfrün tahribini tamir vakti gelmiştir. Bu ilerleme de ancak İttihâd-ı İslâm ile mümkündür. Çünkü tamir zordur ve tek başına bir milletin ya da bir devletin yapacağı iş değildir. Aslanların itthâdında karşılarında duracak güç olamayacağı gibi, İslâm dünyasının ittihâdında da karşısında duracak zalim bulunamayacaktır.

Arif Emre GÜNDÜZ 01 Kasım
Konu resmiDilin Esası; Hakikati Beyandır
Eğitim

Dil en başta onu bir araç olarak yaratan kudretin, marziyat, meram ve muradının, kendine muhatap ve halife kıldığı insan ile arasındaki muhaverenin (diyaloğun) inşası içindir. Zira dil, ilâhî olandan daha değerli bir şeyi taşımamıştır.  Kelimesi olmayan insanı görünür kılabilmenin bir yolu olabilir mi? Evet yanlış okumadınız, biz insanoğlunu görünür kılan en önemli özelliğimiz belki de dilimizdir. Dilin tekil bir şekilde algılanması elbette kolay değildir. Dil, beraberinde düşünme, konuşma ve yazma gibi diğer becerilerimizi de hatıra getirir. Şüphesiz ki, varlığı Rabbinin bir lütfu olan insana o varlığın çok seçkin niteliklerle lütfedilmesi de ayrıca bir vakıa ve bir realitedir. Yani insanın varlığı öylesine bir varlık olmadığı gibi ona lütfedilmiş olanın da öylesine olmadığı aşikârdır. Anlaşılacağı üzere bu yazımızda insan ile dil arasındaki ilişkinin yaratılışa ilişkin izdüşümü ve dil ile ifadesini bulan hakikatlerin ontolojik yansıması üzerinde durmaya çalışacağız. Resim sanatı başlangıçta nasıl göze hitap eden bir özelliğe sahip olsa da içeriğindeki mesajların duyguları, düşünceleri ve hatta ruhu harekete geçiren bir gücü olduğu muhakkaktır. Dil de boya, fırça ve tuval kullanmadan resim yapma imkânı veren bir olgudur. Tuvalı zaman, fırçası irade, boyası duygu ve düşünceler, ortaya konan imgeler de kelimeleri olan bir resim gibidir dil. Nasıl ki bir resme baktığında herkes bir şey anlayamıyor, görse bile ressamın muradını ve mesajını idrak edemiyor aynen öyle de dil de in­sanlar tarafından duyulsa, okunsa ve muhatap olunsa da ba­zen bir şeylerin anlaşılmasına vasıta olamıyor. İşte nasıl ki bazı ressamların resimlerindeki mesajlar çok basit ve nettir ve çoğunluğa hitap eder. Hem resim sanatı açısından hem de anlaşılabilirlik ve mesaj taşıyabilirliği açısından bir fonksiyon icra eden resimler gibi, dilin de bu vasatta kullanılabilmesi, dil ile istihsal edilmek (elde edilmek) istenen neticeye insanı ulaştırabilecektir. Gerek konuşma kabiliyetinin gerekse dillerin bizzat Rabbimiz tarafından yaratılmış olduğu dikkate alınacak olursa, bunun ile murad edilen tek şeyin insanlar arasındaki anlaşma olmadığı muhakkaktır. Dil en başta onu bir araç olarak yaratan kudretin, marziyat, meram ve muradının, kendine muhatap ve halife kıldığı insan ile arasındaki muhaverenin (diyaloğun) inşası içindir. Zira dil, ilâhî olandan daha değerli bir şeyi taşımamıştır. Bazen sadece bunu düşündüğümde gerçekten beynimin çeperleri zorlanıyor ve içinden çıkamıyorum. Dili yaratan ve onu mükemmelen kullanarak yarattığı insana mesajlarını yollayan bir Zât’ın varlığının yine dil marifeti ile idrak ve ifadesini bulması... İnsanın yine dil ile tekâmül etmesi. Tabi burada dili tüm istasyonları ile birlikte mütalaa etmek gerekmektedir. Okuma, düşünme, yazma ve konuşma hepsi dil ile bağlamları sayesinde vücut bulan eylemlerdir. Tüm bu muhteşem organizasyon içinde insanı ilgilendiren yönüyle dil ciddi bir emek gerektiren bir mahiyete sahiptir. Dilin zaman içinde bir gelişim gösterdiği bilinen bir gerçektir. İnsan bu dünyaya nasıl taallümle tekemmül etmek için gönderildi ise yani öğrenerek gelişmek için gönderildi ise aynı şeyin dil için de söylenmesi muhakkaktır. Zira insanın gelişimi, insanla alakalı her unsurun da gelişmesini netice vermiştir. İnsan da gelişmektedir kullandığı dil de. Buna bağlı olarak insanın gelişmek yerine bozulmak ve gerilemek gibi durumları söz konusu olduğunda bunun dile yansıması kaçınılmazdır. Kısaca şu önermeyi oluşturabiliriz. İnsan geliştikçe dil de gelişir, insan bozuldukça dil de bozulur. Kaliteli insan kaliteli dil demektir. Sadece bu açıdan bakılsa bile insanın durumu anlaşılabilir. Dilde bir yozlaşma ya da dejenerasyon mu var aynısını insan için söylemek zaruridir. Bu sürecin insanı ilgilendiren kısmı, insanın dili ile ilgili bir sorumluluk almasıdır. Dilini, ifade biçimini, hayal dünyasını, düşünmesini ve okumasını önemsemeyen bir insanın tabii olarak gelişimi sınırlı ya da çok az olacaktır. Doğru eserleri okumak, doğru insanları dinlemek, doğru insanlarla sohbet edip konuşmak ve yazacağın zaman sorumlu bir şekilde yazmak gibi önemli ayakları vardır dil ile aramızdaki ilişkinin. Mesela dilin hammaddesi ve sermayesi kelimedir. Gerek kelime haznemiz gerekse o birikimin kaliteli bir mahiyetinin olması çok mühimdir. Kelime mesuliyeti kadar mühim bir diğer mevzu da o kelimelerin cümlelere dönüştürüleceği zihin ve gönül mutfağımızın buna hazır olması yani sorumlu bir hayatı netice verecek bir dil kurgusunun bir dil zekasının o mutfağa egemen olmasıdır. Bu mutfağın en âli gayesi marziyat-ı ilâhîyi tahsil olmalıdır. Yani kelimeler bu mutfakta Hakk’ı terennüm etmeli, Hak ile boyalanmalı, Hak’la pişmeli ve Hakk’ı yüceltecek bir diziliş ile alemde temevvüç-sâz etmeli hakikati dalgalandırmalıdır. Dil, insanın kendisini ifade ve beyan babında da ciddi bir önem arz eder. Kullandığımız dil ile kendimiz hakkında o ka­­dar çok şeyi ortaya koyarız ki. Mesela kullandığımız dil, seç­­ti­ğimiz kelimeler, konuşma tar­­zı­mız (ses tonu, üslup, cümle ka­litemiz) ile oluşan algı çevre­mizdeki insanların bize karşı davranış düzey ve kalitesini de be­lirler. Aslında denebilir ki; in­san, konuşunca görünen bir varlıktır. Öyleyse insana ko­­nuş­­mayı öğreten Allah’ın (cc), in­sana hitaben konuşan Allah’ın (cc) kelimelerine kulak kesilmeden O’nun kelamı ile boyalanmadan, O’nun bir rah­met olarak insana yönelik zikrettiği hakikatlerin şuurunda olmadan konuşmak ile hiçbir menzile varılmaz. Zira dil, Allah (cc) işidir. Ayrıca Allah’ın (cc) yarattığı yüzlerce dil genel olarak bir kurgu ile tanzim edilmiştir. Zaman içerisinde dilin daha kompleks ve konfigüratif hale geldiği doğrudur ama dilin odak noktası gerçeğin ortaya çıkmasıdır. Dikkatlice bakın, biz dili kullanırken hep bilgi ve açıklama odaklı bir içerik kullanırız. Çünkü dilin esası hakikati beyandır. Kelimelerin gücünü anlamadan, onların nerelere ulaşabileceğini tam olarak kavrayamadan insanın gücünü anlamak mümkün değildir. Bugün tarih dediğimiz kronolojik süreçte en belirgin amil dil olmuştur, söz olmuştur, hitabet olmuştur kısacası beşeriyetin tarih sahnesindeki tüm icraatları dil iledir. Tarihi okumak da, tarihi yapmak gibi dil vasıtasıyla gerçekleşir. İslam’ı bir hayatın mana ve ru­hu olarak gören ve tüm yaşamını buna hasreden bir anlayışın bel­ki de ilk el atması gereken ko­nu dil olmalıdır. Çünkü hayat, tıpkı bir senfoni gibi kutsal ke­li­melerin titreşimi ile açığa çıkan enerjinin, aşkın ve şevkin üzerinde yükselir. Yükselme po­tansiyeli olan kelimelere tutu­nan her gönül o kelimelerle bir­likte yükselir. “Kim izzet (şan ve şeref) istiyor­sa, o hâlde (bilsin ki), izzet tamamıyla Allah’ındır. Güzel söz O’na yükselir; sâlih amel de onu (o güzel sözü) yükseltir.”  (Fâtır Suresi, 10) Dili sorumlu bir şekilde kullanma disiplini bir iman disiplinidir. Kalbi ilgilendirir. Kalbin duruşunu ve onun Hak için vuruşunu ilgilendirir. Nitekim Musa (as) Taha suresi 25-28. ayet­lerde “Rabbim göğsümü ge­niş­let” (içime ferahlık kalbi­me dinginlik ver) dedikten son­ra, “işimi bana kolaylaştır” ve “dilimdeki düğümü çöz” ki “sözümü anlasınlar” diye dua etmiştir. Burada dikkatinizi çek­­mek istediğim nokta, Musa (as)’ın dili ile ilgili beklentiden ev­­vel göğsümü genişlet, içime fe­rahlık ver, kalbimi güçlendir manasında dualar etmesidir. Zira içinde ferahlık, göğsünde inşirah ve kalbinde bir itmi’nan olmadan dil ile maksada varmak imkansızdır. İşte bundan dolayı bugün İslam dinine hizmet etmek için yola çıkacak olan neferlerin belki de en büyük ve mühim pusatı ve teçhizatı güçlü bir kalp ve doğru bir dildir. Dil bir çıktıdır. Kalpte olanın çıktısı. Eğer dil özensiz, niteliksiz ve hatta kalitesiz ise kalpte olanın bundan bir farkı olmayacaktır. Üzülerek gözlemliyor ve fark ediyorum ki, bugün Türkçesine bir ilkokul öğretmeninin geçerli bir not vermeyeceği nice zevat İslamiyet ve iman hakkında konuşmalar yapmaktadır. Şüphesiz ki onların da birçok cevheri, özelliği ve seciyesi vardır ama konuşmak ve millete -bir dili özenle kullanarak hitap etmek- başka bir kategorik pozisyondur. Hulasa dilin kullanımı ile ilgili iki kulvar vardır. Bunlardan birisi yazı diğeri konuşmaktır. Yazmayı bilen yazsın konuşmayı bilen konuşsun. Birileri bir şey biliyor hatta çok şey biliyor olabilir ama ne yazmaya ne de konuşmaya istidadı var. O ise sadece bildiklerini yaşasın ve temsil noktasında bulunmak için anlamsız ve beyhude çabalara girmesin. Hakikati, hakikatin heybet, azamet ve şanına muvafık bir şekilde ifade etmek o hakikat kadar mühim olduğu gibi bunun aksi ise hakikate karşı cinayettir. İki tür konuşma vardır. İlki, güzel konuşmadır. İkincisi ise iyi konuşma. Güzel konuşmada, kişinin konuşması dikkat çekerken, iyi konuşmada ise kişinin konuştukları dikkat çeker. Bir Müslümanda önce ikincisi sonra birincisi ve mümkünse ikisi de olmalıdır. İyi ve güzel konuşma kabiliyeti olmayanların susarak yapacakları hizmet konuşarak (konuşmaya çabala­ya­rak) yapacaklarından daha bü­yüktür. Çünkü bazen, gerçekten ve hakikatin hatırı için susanlar, konuşanlardan daha çok dinlenir! Es’selam Men’ittebea’l Hüda

İrfan MEKTEBİ 01 Kasım
Konu resmiDeğer Gözlüğüyle Ata Lisanında “Lisan”   Okuması
Kültür ve Medeniyet

Atalar sözünü tutmayanı yabana atarlar. Al Allah’ım kulunu, zabt et dilini. Teslimiyet… Dil mevzubahis olduğunda lisan zabıtası olamayız değil mi? Hakka emanet sonu selamet… Onun çizdiği sınırlarla yuvasından çıkabilen ve hava zerreciklerine yüklemeler yapabilen bir dil-cik ne kadar zararlı olabilir ki. “Dilden daha fazla hapsedilmeye ihtiyaç duyan bir şey yoktur.” Sahabenin temkinini hatırdan çıkarmayalım. Darb-ı diğer “Dilim yırtıcı bir hayvandır; eğer onu salıverirsem beni yer.” ihtarını kulağımıza küpe yapalım. İnsan; eti yenmez, derisi giyilmez, tatlı dilinden başka nesi var? Nimet... Dil tahattur edildiğinde halife-i arz makamı gelme­li akla ve kalbe. Zira yerde ve gökte olanların tercümanı olanın tahiyat-misal kelam incileri de Mi’racın envaından tatlar taşımalıdır.  Şükran kesira… El yarası onulur, dil yarası onulmaz. Temkinat… Fiilî sıcak yâreler bir merheme bakmaz mı? Ya yüreciğe işleyen kavlî soğuk yâreler? Onlar? Hangi maddi merhem yetişebilir ki. Söz sultanı der ki “Dilin söylediği bir söz, yaydan fırlayan oka benzer. Atılan ok geriye dönmez. İleriyi gören seli başından bağlar. O coşkun sel, baştan bağlanılmadıysa şüphesiz geçtiği yerleri harâb eyler. Ey dil, sen hem tükenmez bir hazine hem de devâsız bir derdsin.” Başka söze ne hacet! Ağır bas! Baş dille tartılır. İn’ikas... Maddi tartılmaklar mad­­di terazilerledir. Ya akıl? El­­bette birçok terazisinden bah­­sedilebilir. Hem de manevi olan­­larından. Yalnız bir tanesi var­dır ki baha-biçilmez... Lisan. Bi­raz gayret, hekime dilaltında yap­tırılan teşhis misali şahsi, içti­mai ahlaka ve itikada ait birçok teşhisler yaptıracaktır. Görene, elbette ki köre ne! Bir ağızdan çıkıp (çıkan) bin dile (ağza) yayılır. Sııır… Biraz gizlilik ve hassasiyet muhafazasına yeter. İnsafla bakılsa bütün fiskosların başlamadan sönücü balonlar olduğu görülecektir. Ah tehlikeli ve şaşaalı şeffafiyetleri kaldıran bir insaf. Güzel koku satıcısı ne güzel söylemiş: “Söylemediğin sözü söyleyebilirsin, fakat söylediğini gizleyemezsin.” Kulaktan kulağa ya­yı­lan sırrının kalbe yansıması­nı asırlar da geçse mesh ettik. Diline sağlık! Bülbülün (kişinin) çektiği dili belasıdır. Tehlike… Elbette helak eder. Eğer tedbirat olmazsa. Başka bir versiyonu şöyledir: “Dilim seni dilim dilim dileyim, her başıma geleni senden bileyim.” Zülfikar sahibi keskin lisanın ucuyla bu iki darb-ı mesele şöyle bir dokunuyor: “Dil vücudun direğidir. Doğru olursa, bütün vücut doğru olur. Dil doğru olmayıp sağa sola kayarsa hiçbir organdan fayda beklenmez.” Dileyen bela-yı dil­­- den beri gelsin! Dil adamı beyan eder. Hakikat... Nam-ı diğer: Üslub-ı beyan aynıyla insan. Hem hakikaten hem aslen öyle. O kutucuk açılmaya görsün içinde ne var ne yok dilden kulağa değil sadece, dilden dil’e de yayılıyor. Azıcık azıcık sadasıyla değil, kokusuyla da hemencecik. Hazret-i Pir demiyor mu, “Dil tencerenin kapağına benzer. Kıpırdadığında kokusu duyuldu mu ne pişiyor anlarsın.” A(n)lıyor muyuz? Dil ile düğümlenmiş şey, dişle çözülmez. Muhal... Tabi ki öyle. Hudey­bi­­ye’ye bakmak yetmez mi? Dil ile bağladılar hunharlar, dişleriy­le çözmeye çalışmadılar mı? Hem tabi ki öyle. Mü’min vasıfı ah­de vefa bu darbın terkib hali de­ğil midir? Netice berrak: Sözünde dur! Hem unutma ki “Dilin kemiği yok nereye çevirsen oraya döner.” Yüzünü muhale değil tevekküle dön! Sözünü “Ya hayır söyle ya sus!” fezlekesine bağla. Dilini tutan başını kurtarır. Muhafaza… Tarih tekerrürden ibarettir ve tekrarlar içerisinde giden başlara çokça şahit olunur. Aklın lüzumu tedbirdir. İşi tatlıya bağlayalım: “Tatlı dil yılanı delikten çıkarır.” ve “Tatlı ye, tatlı söyle.” Düsturlarını tatbik edelim ki ağzımızın tadı bozulmasın. Hafazanallah! Âlimin yanında dilini, zenginin yanında keseni tut. Adab-ı muaşeret... Hem mecliste dilini, sofrada elini kısa tut. Ne kadar hatırımıza Belkıs’ın bir kervancık hediye yükünün Süleyman Aleyhisselam’ın azametli mülkü karşısındaki durumunu misal olarak gelse de burada her iki sözde ilme ve alime verilen hürmete odaklanıyoruz. Kur’ân ve Sünnetin çatısı altında edebleşen ilim irfanında kelamın hükmü. Tutanlara ne mutlu! Nâdân ile ye, iç; sohbet etme. İhtar… Kendini bilmez, kaba, kara cahil kişiye lügatlerde verilen madde başıdır “nâdân”. İlk Türkçe lügatin müellifi meseleyi şöyle dillendirir: “Nâdân ile sohbet etmek güçtür bilene / Çünkü nâdân, ne gelirse söyler diline.” Tutanlara / bilenlere Yunusça selam olsun. *** Ya İlâhî! Ehadiyetinin sırrı hakkı için kalemlerimizi tevhi­din sırlarına nâşir, kalblerimizi imanın nurlarına mazhar eyle. Lisanlarımıza Kur’ân’ın hakikatlerini söylettir. Âmin!

İbrahim SARITAŞ 01 Kasım
Konu resmiKamus Namustur
Eğitim

“Kamûs (sözlük), bir milletin hafızası, yani kendisi; heyecanıyla, hassasiyetiyle, şuuruyla. Kamûsa uzanan el namusa uzanmıştır. Her mukaddesi yıkan Fransız İhtilali, tek mukaddese saygı göstermiş: kamûsa. Eski sözlüğe kızıl bir külah geçirdiğini söyleyen Hugo, tek kelime uydurmamış; sembolizm’in üç silâhşörü de öyle. Ama kullandıkları her kelime yeni. Heyhat! Batı’da cinnet bile terbiyeli.” Türkçe benim dilim. Kaşgar’dan gelen bir ses, Türkistan’dan bir nefes… Hikmet olup Ye­se­vi’nin dilinden dökülen, Ne­vai’nin sözlerinde billurlaşan… Bu dil hakanlar, sultanlar, gılmanlar dili. Kökü mazide, gözü atide olan kadim bir milletin medar-ı iftiharı… Bu dil Anadolu’yu İslam kılan Selçuklu dili. Semerkant’tan Kosova’ya, İstanbul’dan Buhara’ya uzanan mısralar dili. Gözünü asumana diken alimler, abidler, fakihler dili. Bir veliye bende olup yanan Yunuslar dili. Bu dil Ertuğrul’un ocağından namı yürüyen Alpler dili. Şeyh Edebali’nin çağlara vurduğu silinmez mühür... Bu dil şarka, garba sipahi çeken Muhibbi’nin; hadimü’l-ha­re­meyn olan Sultan Selim’in dili. Bu dil su olup kaside kasi­de akan Fuzuli’nin, sultanü’ş-şua­ra Baki’nin, peygamber aşığı Nabi’nin öz dili. Türkçe, benim dilim. Yahya Ke­mal’in ağzında anne sü­tü, Necip Fazıl’da Sakarya Tür­küsü… Bu dil Barla’dan, Emir­dağ’dan, Kastamonu’dan, De­niz­li’den yük­selen bir feryat; şa­hit olduğu bü­yük yangına nemli gözlerle ba­kan bir şefkat. Bir kelebek mi­­sali ömrünü bakileştirmek için çırpınan çaresizlere damla damla hakikat… Benim olan, binlerce yıldır benden olan bu mübarek dil, bugün öz evlatlarına yabancı kalmışsa sergüzeştindeki hazan rüzgârlarından sormalı. Yıl 1928… Harf inkılabı sonrasında başlayan ve harflerle sınırlı kalmayan büyük bir değişimin başladığı yıllar… Öyle bir değişim ki dil insanlar arasındaki iletişim ihtiyacına karşılık vermekten aciz kalmıştır. Ancak doğal süreç içinde gelişmediği için maya tutmamıştır. Süreç şöyle gelişir: 1929 yılında Arapça ve Farsça yasak listesine girmiş, 1932 Türk Dili Tetkik Cemiyetinin kurulmuş ve aynı tarihte yapılan I. Türk Dil Kongresinin toplanması ile dildeki bu suni değişimin ilk adımları atılmıştır. Cemiyet, 1934-1935 yıllarında yaptığı bir derleme çalışması ile 8000 kelimelik bir cep kılavuzu hazırlamış ve bunda yüzde yüz tasfiyeci bir tutum izleyerek “eski” kelimeleri tamamen tedavülden kaldırmayı amaçlamıştır. Kalem yerine “yazgaç, kâtip yerine “yazgan” veya “bitikçi”, kanun yerine “salım, cosuk, ülgü”, dava yerine “dilev”, zekâ yerine “anlak” gibi karşılıklar bulunmuş ve cep kılavuzunda yerini almıştır. Öyle ki bir edebiyatçı yazdığı şiir veya hikâyeyi yayınlatmak istediğinde bu kılavuz aracılığı ile “yeni dil”e çevirmek zorundaydı. Bu konuda tutucu bir davranış sergileniyordu. “Yeni dil” ile yazılmış metinleri anlamak için de bu kılavuza ihtiyaç olduğu bir gerçekti. O Arapça ve Farsçadan arınmış dil tam olarak şöyle bir şeydi: “Avrupa’nın iki bitim ucunda yerlerini berkiten uluslarımız, ataç özlüklerinin tüm ıssıları olarak baysak, önürme, uygunluk kıldacıları olmuş bulunuyorlar; onlar bugün en güzel utkuyu kazanmaya anıklanıyorlar; baysal utkusu.”1 Neyse ki bu hal uzun sürmedi ve bu “-sal/-sel”li dil arkasında izler bırakarak terk etti. Goethe diyor ki: “Bir millete yapılacak en büyük fenalık, onun diliyle oynamaktır.” Cemil Meriç’in muhteşem tespiti başka söze ihtiyaç bırakmıyor: “Kamûs (sözlük), bir milletin hafızası, yani kendisi; heyecanıyla, hassasiyetiyle, şuuruyla. Kamûsa uzanan el namusa uzanmıştır. Her mukaddesi yıkan Fransız İhtilali, tek mukaddese saygı göstermiş: kamûsa. Eski sözlüğe kızıl bir külah geçirdiğini söyleyen Hugo, tek kelime uydurmamış; sembolizm’in üç silâhşörü de öyle. Ama kullandıkları her kelime yeni. Heyhat! Batı’da cinnet bile terbiyeli.” Milliyetçi fikirleri ile tanınan Peyami SAFA da dilin tekâmülü içerisinde lisânımıza katılmayan yabancı kelimelere karşıdır. “Osmanlıca, Türkçe, Uydurmaca” adlı eserinde, uydurulan kelimeleri eleştirmektedir. Uydurukçanın temelinde uyduruk bir siyaset olduğuna olan inancını “Yunus Emre’nin dilini anlamayan Türk münevverlerinin kafasında, Voltaire’in Fransızcası hâlâ saltanat sürüyor.” diyerek dile getirir. Necip Fazıl ise ıstırabını şu dizelerle dile getirmekte: Ruhsal, parasal, soyut, boyut, yaşam, eğilim... Ya bunlar Türkçe değil yahut ben Türk değilim! Oysa halis Türk benim, bunlar işgalcilerim;Allah Türk’e acısın, yalnız bunu dilerim. Bugün kendisine yöneltilen bir soruya “ay­nen”den başka bir kelime bulamayan “plaza nesli”nin konuştuğu -aşina olmaktan bir hayli uzak olduğumuz- o dilin müsebbibi de dil üzerindeki metodsuz, ideolojik operasyonlardır. Yarı İngilizce, çok az Türkçe ihtiva eden bu gayrimeşru dil, bugün Türkçeyi tehdit etmeye devam ediyor. “Assignment’ları print ederken front desk ile meetingde olan” çalışanlar kimliklerine yabancılaştıklarının farkında olmadan mutlu, mesut hayatlarına devam etmektedirler. Anadolu’nun mütevazı bir şehrinin arka sokaklarında açtığı dükkânın camına “Hair Design Center” yazan esnaf da, Tahtakale’den aldığı ayakkabıları daha çok satmak için tabelasına “Star Shoes Center” yazan kunduracı da bu kültür sömürgesinin dümen suyuna çoktan girmiş de haberi bile yok. O halde çare nedir? Bu cinnetten bir an önce kurtulmak için özümüze dönmek, silkinerek kendimize gelmek zorundayız. Aksi takdirde üniversite sıralarında bir makale kaleme almayı geçiniz, hocasının yazdığı makaleyi anlamayan bir gençlik; onu da geçiniz, dedesinin anlattığı askerlik hatıralarını dahi anlayamayan bir nesil kapıda. 1- Ayın Tarihi Mecmuası 1934, No:II, s.22-23

Tarık ÇELİK 01 Kasım
Konu resmiMolla Câmî
Tarih

Molla Câmî, ismi Risâle-i Nûr’da da geçen ve yazdığı eserler medreselerde ders kitabı olarak okutulan büyük bir âlimdir. Bedîüzzaman Hazretleri, medrese tahsili sırasında Molla Câmî’nin eserlerini okumuştur. Siirt’e 1892 senesinde 15 yaşında iken gelen Üstad Hazretleri, Molla Fethullah Efendi’nin medresesine gider. Burada Molla Fethullah Efendi, Üstad Hazretlerine: “Geçen sene Suyutî okuyordunuz. Bu sene Molla Câmî’yi mi okuyorsunuz?” diye sorar. Üstad Hazretleri cevaben: “Evet, Câmî’yi bitirdim.” der. Medrese ehlinin okuması gereken ve Üstad Hazretlerinin de tahsili sırasında, yukarıdaki ifadelerden anladığımız kadarıyla, okuduğu bir Arapça gramer kitabı olan “el-Fevâ’idü’z-Ziyâ’iyye”, Molla Câmî’nin eseridir. Molla Câmî, bu eseri oğlu Ziyaeddin Yusuf için yazmıştır. Eser aslında, Cemaleddin ibnü’l-Hacib’in el-Kâfiye adlı kitabının şerhidir.  Bedîüzzaman Hazretleri, Sözler Mecmuasından 17. Söz’de; “Fıtratı aşkla yoğrulmuş gibi ser­mest-i câm-ı aşk olan Mevlânâ Câmî, kesretten vahdete yüzleri çevirmek için, bak, ne güzel söylemiş.” diyerek Molla Câmî’nin Farsça söylediği bir ifadeyi alın­tılamıştır. Molla Câmî’nin söylediği sözün Üstad’ın dilinden Türkçe tercümesi ise şu şekildedir: “Yalnız biri iste, başkaları istenmeye değmiyor. Biri çağır, başkaları imdâda gelmiyor. Biri taleb et, başkalar lâyık değiller. Biri gör, başkalar her vakit görünmüyorlar. Biri bil, marifetine yardım etmeyen başka bilmeklikler fâidesizdir. Biri söy­le, ona âit olmayan sözler ma­layani sayılabilir.” Molla Câ­mî’nin bu sözüne karşılık Üstad Hazretleri: “Evet, Câmî pek doğru söyledin. Hakîkî mahbûb, hakîkî matlûb, hakîkî maksûd, hakîkî ma‘bûd yalnız odur.” demiştir. Bedîüzzaman Hazretlerinin dilinden Molla Câmî, fıtratı Allah aşkıyla yoğrulmuş bir adamdır. Bu sebeple insanları çokluktan birliğe, bir olan Allah’a davet ediyor, çağırıyor. Molla Câmî’nin sözlerini; “Bir talebin, bir isteğin varsa Allah’tan iste. Birini yardıma çağıracaksan, Allah’ı çağır. Allah’ı taleb et, Allah’ı iste, Allah’ı bil. Allah’ın sözünü söyle.” şeklindeki ifadelerle de yorumlayabiliriz. Molla Câmî’nin asıl adı Abdur­rahman’dır. Horasan’ın Câm şeh­rinde 7 Kasım 1414 tarihinde dünyaya gelmiştir. Bu sebeple Câmî unvanıyla anılmaktadır. Birçok âlim gibi ilk hocası babasıdır. Babası 1420 senesinde Herat’daki Nizami­ye Medresesine müderris olunca tahsiline burada devam etti. Mevlânâ Cüneyd-i Usûlî, Ali es-Semerkandî ve Şehâbeddin Muhammed el-Câcermî gibi meşhur ulemaya talebelik et­ti. Daha sonra Semerkand’a gi­­de­rek, Kadızâde-i Rûmî’nin ya­nında riyaziyat okudu. Se­mer­kand’da iken Nakşibendî meşâyıhından Sadeddin-i Kaş­garî Hazretlerini rüyasında görür. Herat’a giderek ona intisap eder. Kaşgarî Hazretleri 1456 senesinde vefat edince, onun halifelerinden Hâce Ubeydullah Ahrar Hazretlerinin müridi olur. Molla Câmî, 1472 senesinde Hac için Herat’dan yola çıkar. Onun ününü, zekâsını ve ilmî derinliğini işiten Fatih Sultan Mehmed, Hac dönüşü İstanbul’a davet etmek için Atâullah Kirmanî’yi göndermiştir. Kirmanî, yanında beş bin altınla birlikte Şam’a geldiği zaman Molla Câmî’nin Halep’e gittiğini öğrenir. Molla Câmî, Fatih Sultan Mehmed’in kendisini İstanbul’a davet ettiğini işitmesine rağmen Tebriz’e gider. Uzun Hasan’ın Tebriz’de kalması yönündeki talebini de geri çevirir ve 8 Ocak 1474 tarihinde Herat’a döner. Sultan Hüseyin Baykara, Herat’da onun için bir medrese yaptırmıştır. Molla Câmî, 9 Kasım 1492 tarihinde vefat edene kadar bu medresede Tefsir, Hadis ve Arapça dersleri okutmuştur. Fatih Sultan Mehmed’in isteği üzerine Molla Câmî, tasavvuf ehlinin, kelamcıların ve filozofların fikirlerini karşılaştıran bir eser yazmaya başlamıştır. Ed-Dürretü’l-fâhire ismini verdiği eserin dili Arapça idi ve tevhid ile Allah’ın varlığı, ezeli olması, sıfatları, ilmi, iradesi gibi kelâm ilminin alanına giren konuları ihtiva etmekteydi. Molla Câmî, bu eserini bitirdiğinde Fatih Sultan Mehmed, vefat edeli birkaç ay olmuştu. Bunun dışında Molla Câmî, Ali Şir Nevâî’nin isteği üzerine, Şevâhidü’n-nü­büv­ve adında bir eser kaleme almıştır. Bu eserinde ise, Peygamber Efendimiz’den (asm), Asr-ı Saâdet’den ve peygamberlik delillerinden bahsetmiştir. Şeyh Sa’dî-i Şîrâzî’den örnek alarak Gülistan’a benzer Baharistan adlı ahlakî konuları içeren bir kitap yazmıştır. Kur’ân-ı Kerîm’in tamamının tefsirini yazmaya niyetlenmiş ancak tamamlayamamıştır. Fatiha ile Bakara Sûresi’nin 40. ayetine kadar olan kısmın tefsirini ya­pa­bilmiştir. Hazırladığı bu kısa tefsirin tercümesi Türkiye Yazma Eserler Kurumu tarafından Tefsiru Molla Câmî adıyla yayınlanmıştır. Muhyiddin-i Ara­bî Hazret­le­ri­­­nin Füsûs-ı Hi­kem’i ile Fah­red­dîn-i Irâkî’nin Lemaʿât adlı ese­rini şerh etmiştir. Mevlânâ Haz­retlerinin Mesnevîsi’nin ilk iki beytini izah eden bir risale de yazmıştır. Eserlerinin toplam sayısının 48 olduğu ifade edil­mektedir. Fatih Sultan Mehmed’in İstan­bul’a getirtmek için ikna etmeye çalıştığı Molla Câmî, Sultan II. Bayezid’in de dikkatinden kaçmamıştır. Feridun Bey’in Münşeat’ında Molla Câmî ile Sultan II. Bayezid arasındaki mektuplaşmalara yer verilmiştir. Molla Câmî, Herat’da Şeyh Sadeddin-i Kaşgarî’nin kabrinin yanına defnedilmiştir.

Arif Emre GÜNDÜZ 01 Kasım
Konu resmiAkifçe “Değer”leşen Medeniyet Algısı
Kültür ve Medeniyet

Avrupa medeniyetiyle Asr-ı Saadetteki medenileşmenin mukayesesi münderiçtir. Aynalar var, aynalar var. Maddi-Manevi. Bu ayinelerden birisi de içinde yaşanılan zamandır. Zaman saydamında teressüm eden fiil, tavır ve hal; zamanla bulunduğu kayıttan alınarak iftirak cihetiyle emsallerine kıyas edilir. İşte farklı zaman diliminden müteşekkil ayinelere kıyas kabul etmez derecede faik olan asrı saadet; günümüz ayinesinde resmolan medeniyeti algılamamıza da vesile olacaktır. Zebûn-küş (zayıfları ezen) Avrupa bir hak tanır ki: Kuvvettir. Hem de her daim. Aksamaya uğramadan, günümüze kadar. Bunu gördü Akif. Zira iliklerine kadar menfi felsefeden beslendi garbi ilimler. Kuvveti aşıladı hak ve hukuk tanımaksızın. Cahiliye nefesli. Kur’ân medeniyeti hak demeklikle bu medeniyete meydan okudu. Boylu boyunca. Yesrib’den Medine’ye doğdu bakmaklıklar. Sonraki her asır, her sefer hak ve hakikat nurundan aldı kuvvetini. İşte Akiflerce, Bediüzzamanlarca dellallar. Alınız ilmini Garb’ın alınız san’atini;Veriniz hem de mesâinize son sür’atini. Gezdi gördü Akif’çe tavsiyede bulundu: Alınız dedi. Demek iyi bir tarafları da var. Fakat unuttuğumuz hakikatlerdi bunlar. Kalbimizi açabilsek kanatlar üzerinde Çin’e kadar uzanabilecektik. Sevgilinin sözünü rehber ederek. Sanat! Hangisi? Tabii ki ruha ferah, kalbe inşirah vereni. Göze ve gönle rahmet esintileri eseni. İlk bad-ı saba saadetli asırdan. Ardı sıra hat, tezhib, mimari ve dahi ve dahi. Hem yorulmak bilmezmiş aşk ile yola koyulan. Seherlerde başlayan gün, “saba nefesini” nereden alır ki? İşte sana sa’yın menbaı. Garb’ın eşyâsı, eğer kıymeti hâizse (varsa) yürür;Moda şeklinde gelen seyyie (günah) gümrükte çürür! “Mim”siz medeniyetin ikinci “mim”i ve getirdiği lüksle bedenlere ve hanelere musallat oluşunu iyi gördü ve sezdi Akif. En kutlu çağdaki bağlı iki taşı ve sert sediri iyi tanırdı gözleri ve gönlü. Onun için bir milimlik dünyaya kayışın seyyie olarak isimlendirildiği bir ayine-zaman vardı. Hangi şey… Allah aşkına! Bir sürü şey -eşya- değil. Kıtalara yayılan tebliğ şuuruyla hareket edilen bir asırdan bahsediyoruz. Kutlu çağ… Anadolu adım adım saadet asrının ashabını ağırlar. Yanlarında hangi şey. Tek bir şey kalplerinde “rıza-yı ilahi”. İşte sana yürek gümrüğü. Ah o yirminci asır yok mu, o mahlûk-i asîl,Ne kadar gözdesi mevcûd ise, hakkıyle sefîl,Kustu Mehmedciğin aylarca durup karşısına;Döktü karnındaki esrârı (sırları) hayâsızcasına.Maske yırtılmasa hâlâ bize âfetti o yüz...Medeniyet denilen kahpe, hakîkat, yüzsüz. Görülen ehl-i küfre ziyadesiyle muhabbet. Afet-i devran. Muamele: Bütün varlığıyla ehl-i imana herzelerini kusması. Balkan’da, Çanakkale’de, Kafkas’ta, Anadolu’da kusan “mim”siz. Cepheden cepheye koşmakla, kanı dökülmekle, malı gitmekle affa mazhar oluş. Zamanın gözleri içine bakan Akif Bedir’e ve diğer gazvelere uzanır. Saadetli kapının eşiğine dayanır. Anne ve baba karşısında hakkı tercih eden ashap vardır orada. Geçmişine sünger çekenler… Cahiliye adetlerini terk edenler. Tek örneği, modeli Seyyid-i Âlem (asm) vardır. Mesele açıktır: Uzaklık. Saadet asrından yevmi değil hakiki bu’diyet. İşte, maskeyi yırtan, hak ve hakikatin gözleri, nebevi kucaklaşmadır. Garbın âfâkını sarmışsa çelik zırhlı duvar;Benim îman dolu göğsüm gibi serhaddim var.Ulusun, korkma! Nasıl böyle bir îmânı boğar,“Medeniyyet!” dediğin tek dişi kalmış canavar? İmaaaan! Def’aten bir ölüp binlerce dirilen milleti Akif’in gözüne yerleştirdi. Gönlü bu kelimenin terennümüyle doldu. Öz suyu: Saadetli asırda çalım satan Kureyş müşriklerinin yere serilen bedenlerinde; “Allahü Ekber” nidasıyla, ölürsem şehit kalırsam gaziyim nidasındaki neferde gizli idi. Öze değil söze dayanmış, maneviyata değil maddiyatın dişlilerinden meded uman medeniyet nerede? Zikredilen asırlarca deveran eden medeniyet nerede? İşte iman şelalesi! Hatt-ı Kur’ân ile hatt-ı imanda yol almaktır.Dar’da kalmak değil dar-ı ukbaya kanat açmaktır.Süveyş’i yardı herif... Akdeniz’le Şab DeniziBitişti. Öyle ya, bizler de kendi fikrimiziÇıkarmış olsak eğer, şimdi, kuvveden (düşünceden) f i’le (davranışa),Kucaklaşır medeniyetle din tamâmıyla. Ne demek kucaklaşma, billurdan bir sütun gör­dü Akif 14 asırlık mesafede. Hatt-ı saadet = Hatt-ı Kur’ân + Hatt-ı İman. Yani saadet asrımızdan günümüze yol alan medeniyetin itmamını netice veren hizmet anlayışı. Her medeniyet eserinin ruhu ve kalbi. Aman, üçüncü mim “mola” olmasın. İşte zaman ve mekân bizleri bekliyor. *** Gerçi envâ’ı lütf-ı Hakk çokdurTûl-ı ‘ömrün velîk yok bedeliFahr-i ‘âlem didi ki vir bana ‘ömr مَا عَلِمْتَ الْحَیَاةَ خَیْرًا لٖى [(Hayat) benim için hayırlıysa beni yaşat.] Âmin!

İbrahim SARITAŞ 01 Kasım
Konu resmiKubbetü’s   -    Sahrâ     '   da Osmanlı İzleri
Kültür ve Medeniyet

Kudüs, Mescid-i Aksâ ve eşsiz mimari özellikleri ile Kubbetü’s-Sahrâ’nın her bir karışı, Peygamber yâdigârı olması sebebiyle Müslümanlar için apayrı bir öneme sahiptir. Filistin’de Müslümanların yaşadığı insanlık dramının bir an önce son bulması, üç dinin kutsallarının bulunduğu şehirde tüm din mensuplarının Müslümanların hâkimiyetinde bulunduğu 4 asır boyunca yaşadıkları huzur ve barışın tekrar tesis edilmesi temennisiyle…  İslâm mimarisinin bilinen ilk kubbeli yapısı olan Kubbetü’s-Sahrâ, Kudüs’te bulunmaktadır. Emevî halifesi Abdülmelik b. Mervan tarafından 689-691 yılları arasında inşa ettirilen yapı, Kudüs’ün fethinden sonra Hz. Ömer tarafından yaptırılan mescidin yerine inşa edildiği için “Ömer Camii” olarak da bilinmektedir. Düzgün bir sekizgen üzerine inşa edilen esas cami, muallak taşının (Hacerü’l-Muallak) üzerindedir. Hz. Muhammed (sav), bu kaya üzerinden mirâca yükselmiştir. Resûl-i Ekrem’e (asm) kıble olarak Kâbe’ye yönelme­si hakkındaki âyetler gelinceye kadar namaz kılarken yöneldiği Kudüs’teki ilk kıbleden maksadın da burası olduğu söylenir.   Hacerü’l-Muallak üzerinde bulunan yapı, sekiz cephedeki kırk ve kubbe kasnağındaki on altı pencere ile aydınlatılmaktadır. Dış sekizgenin ana yönlere gelen duvarlarına, üstlerinde birer pencere bulunan 2,80 m. genişliğinde ve 4,30 m. yüksek­liğinde dört kapı açılmıştır. Bun­ların adları kuzeyden itiba­ren sırasıyla Bâbü’l-Cennet, Bâ­bü’s-Silsile, Bâbü’l-Kıble ve Bâ­bü’l-Garb’dır. Dış duvarlar alttan 4,44 m. yüksekliğe kadar farklı renk ve desenlerdeki mermer plâkalarla, daha yukarısı ise siperlik dahil çinilerle kaplanmıştır. Ayrıca kubbe kasnağı da çinilerle kaplıdır. Burada İsrâ sûresinden âyet­lerin yer aldığı sülüs bir yazı kuşağı bulunmaktadır. Üst pen­cerelerin kenarlarını süsleyen çiniler Kânûnî Sultan Süleyman dönemine aittir. Siperliğin üst kısmında sülüs hatla Yâsîn sûresinin yazıldığı bir yazı kuşağı bulunur. Yasin Sûresini yazan, II. Abdülhamid Han döneminin önemli hattatlarından Kazasker Mustafa İzzet Efendinin talebesi Hattat Mehmed Şefik Bey (1815- 1880)’dir. Hattat imzası ve ese­rin yapıldığı h. 1292/1876 ta­ri­hi, kuşak yazısının son kısmın­da yer almaktadır. Yâsîn Sûresi, çinilerin üzerine boyamayla değil, doğrudan çi­niyle beraber fırında pişirilme­si ve çininin içine işlenmesi üs­lûbu ile, sıraltı tekniğiyle çalışılmıştır. Bu sayede zorlu iklim koşulları ve dışarıdan gelmesi mümkün fiziksel etkilerden etkilenmemesi için bir nevi koruma altına alınmıştır. Çini üzerine nakşedilen 160 m. uzunluğundaki bu eser hat tarihindeki en uzun kuşak yazılarından biridir. Kubbetü’s-Sahra, tarihi boyunca bölgeye hâkim olan hemen her hükümdardan büyük ilgi ve saygı görmüş, özenle bakımı yapılmış gerektiğinde tamir ettirilmiştir. Bilhassa Osmanlı sultanları bu mübarek beldeye hizmet etmek için adeta yarışa girmişlerdir. Kânûnî Sultan Süleyman tarafından  kök­lü bir tadilattan geçirilmiş ve harap olan dış mozaik, çiniler­le kaplanmış, pencerelere alçı revzenler yerleştirilmiştir. İmar faaliyeti III. Murad, I. Abdülhamid, II. Mahmud, Sultan Abdülmecid, Sultan Abdülaziz ve II. Abdülhamid tarafından da devam ettirilmiş, yapının içi ve dışı değişik tekniklerle zengin bir biçimde tezyîn edilerek süslenmiştir. Kudüs, Mescid-i Aksâ ve eşsiz mimari özellikleri ile Kubbetü’s-Sahrâ’nın her bir karışı, Peygamber yâdigârı olması sebebiyle Müslümanlar için apayrı bir öneme sahiptir. Filistin’de Müslümanların yaşadığı insanlık dramının bir an önce son bulması, üç dinin kutsallarının bulunduğu şehirde tüm din mensuplarının Müslümanların hâkimiyetinde bulunduğu 4 asır boyunca yaşadıkları huzur ve barışın tekrar tesis edilmesi temennisiyle...

Mustafa YILMAZ 01 Kasım