
Zaman üzerine konuşmak, hayatın tam da kalbine dokunmaktır. Çünkü zaman; yalnızca bir akış, bir ölçü değil, varoluşla birlikte anlam kazanan bir emanettir. Bu ay dosya konumuzda vakit şuurunu merkeze alıyoruz. Zira bir çağın yıkımı da yeniden dirilişi de vakti nasıl kullandığımızla doğrudan ilgilidir.Modern zamanlar bize zamanı yönetmeyi, programlamayı, verimlilik adına dakikaları sıkıştırmayı öğretti. Ama asıl kaybettiğimiz şeyin “vakit” olduğunu fark edemedik. Zira vakit, sadece saatlerle ölçülen bir şey değildir. O bir şuurdur, bir kulluk ahlâkıdır, bir insanlık ölçüsüdür. Namaz vakitleriyle şekillenen toplum düzeni; ezanla uyanan, güneşle duran, yatsıyla durulan bir hayat ritmi, aslında kaybettiğimiz iç ahengin ta kendisidir.“Zaman kılıç gibidir, sen onu kesmezsen o seni keser.” veciz ifadesi, yalnızca şahsi disiplin çağrısı değil; toplum için bir farkındalık ikazıdır. Ezanî vakitle yaşamak, vaktin ruhuna kulak vermek, günü verimli değil bereketli geçirmek… İşte bu dosyada arayacağımız temel damar budur.Bugün dijital vakitsizlik çağında yaşıyoruz. Bildirimlerle bölünen dikkatimiz, hızın yuttuğu huzurumuz var. Saat her yerde, ama vakit duygusu yok. “Zamanı yönetmek mi, zamanla uyum içinde yaşamak mı?” sorusu, artık bir kişisel gelişim klişesi değil, hayati bir karar meselesidir.Zamanın kutsal hâle geldiği medeniyetler, vakti ilâhî bir nizamla okumuşlardır. Ezanla anlam bulan saatler, vakitleri yalnızca anları işaretleyen değil; hayatı kuşatan, insanı terbiye eden işaretler olarak görmüştür. Hicrî takvim bu yüzden yalnızca bir tarih çizelgesi değil, kul ile Rabbi arasındaki manevi bağın zaman üzerindeki iz düşümüdür. Bu bağın kopması, sadece bir kültürün değil; bir hissediş biçiminin de kaybıdır.Namaz vakitleriyle şekillenen zaman anlayışı, sadece ferdi bir ibadet düzeni kurmaz; topluma da bir ritim, bir ölçü ve bir ahenk kazandırır Bu da başlı başına bir medeniyet ölçüsüdür. Gündelik hayatta “vakitlice davranmak” yalnızca dakiklik değil; güvenilirlik, öz disiplin ve edep demektir.Mekânlar da zamanla konuşur. Bir sabah odası, bir ikindi bahçesi, vaktiyle dolmuş bir sokak, insana sadece geçmişi değil, zamanı nasıl yaşadığını da hatırlatır. Oysa bugün her şey anlık, geçici, uçucu. Kalıcı olanı yeniden hatırlamanın yolu, vakti yeniden okumaktan geçiyor. Saatleri Ayarlama Enstitüsü’nün ironik göndermeleri, bir toplumun vakitsizliğe ve düzene duyduğu çelişik arayışı belki de bugünü anlamak için yeniden düşünülmeli.Dosyamızda vaktin hem fıkhî boyutuna, hem kültürel izdüşümlerine, hem de çağdaş insanın vakitle kurduğu kırılgan ilişkiye temas etmeye çalıştık. Hicrî takvimin ruhi yönünden, “ikindi bahçesi”nin edebî hatırasına; saatleri ayarlama zihniyetinden, ibadetle şekillenen vakit şuuruna kadar çok yönlü bir okumaya kapı aralıyoruz.Unutmayalım ki, vakit öldürülmez; ihmal edilirse insanı içten içe eksiltir. Geçip giden zaman değil, boşa düşen hayat olur.Bu dosya vesilesiyle soruyoruz: Gerçekten vaktimiz var mı? Yoksa sadece zamanı sayan birer saat miyiz?Haydi, “vakit geldi” diyelim ve birlikte düşünelim.

Bâb-ı Şef katBâb-ı Şefkat, Sultan 2. Abdülhamid tarafından yaptırılan Dârülaceze’nin giriş kapısına verilen isimdir. Dârülaceze’nin kuruluşu için ilk adım, Sultan’ın 30 Mart 1890 tarihli iradesidir. Böyle bir kurumun teşekkül ettirilmesinin sebebi, kimsesiz kalmış kadınları, erkekleri ve çocukları devlet himayesi altına alarak dilencilik zilletinden kurtarmaktı. Bundan dolayı inşa edilen binasının kapısına Bâb-ı Şefkat denilmiştir. Bu kapının ilk halinde, üst tarafta güzel bir Osmanlı arması ve onun altında inşa kitabesi vardı. Kitabe, dört satırlık ve celî ta‘lîk hattıyla yazılmıştı. Ancak muhtemelen alfabe değişikliğinden önce ve cumhuriyet döneminde bu arma ve kitabe yerinden sökülmüştür. Osmanlı armasının yerine konulan kitabede celî sülüs hattıyla Türkiye Cumhuriyeti ve Şehremâneti ibareleri bulunmaktadır. Bu iki ibare arasında celî nesih hattıyla İstanbul yazısı vardır. Bu yazıların hattatının Hamid Aytaç olduğunu kaynaklardan öğreniyoruz. Eski kitabenin yerinde ise celî sülüs hattıyla Dârülaceze yazılmıştır. Bu yazı, Hacı Nuri Korman tarafından yazılmıştır. Osmanlı vatandaşları hangi milletten ve dinden olurlarsa olsunlar, Bâb-ı Şefkat’tan girerek devletin şefkatli ellerine sığınıyorlardı. Sultan 2. Abdülhamid, Dârülaceze’nin iç kısmında caminin yanı sıra, kilise ve havra da inşa ettirmiştir. Böylece ayrım yapmadan tüm muhtaçlara hizmet veriliyordu. 8 Temmuz 1881Yıldız Mahkemesi kararları kesinleştiSultan Abdülaziz’in 30 Mayıs 1876 günü hain bir darbeyle tahttan indirilmesi ve 4 Haziran 1876 günü intihar süsü verilerek şehid edilmesi olayı yıllarca gündemden düşmedi. Sultan 2. Abdülhamid, Osmanlı Devleti’ne ve amcasına, bu ihaneti reva görenlerle hesaplaşacağı günü bekliyordu. Nihayet 27 Haziran 1881’de Yıldız Sarayı bahçesinde kurulan bir çadırda Sultan Abdülaziz’i şehid edenlerin ve azmettirenlerin yargılanmalarına başlandı. Yargılama sonucunda Pehlivan Mustafa, Hacı Mehmed ve Cezayirli Mustafa ile Mâbeyinci Fahri Bey bilfiil taammüden öldürme olayına katıldıklarından dolayı; Midhat, Mahmud, Nûri paşalarla Binbaşı Necib ve Binbaşı Nâmık Paşazâde Ali beyler de suç ortağı sayıldıklarından idama, diğerleri ise çeşitli cezalara çarptırıldılar. Temyiz mahkemesine yapılan itiraz, 8 Temmuz 1881’de reddedilince karar kesinleşmiş oldu.25 Temmuz 1570Osmanlı ordusu Lefkoşe önlerine geldiOsmanlılar, 1570 yılı Temmuz’unda Kıbrıs’ı almak için harekete geçtiklerinde fazla bir direnişle karşılaşmamışlardı. Kendilerini köle yerine koyan ve vergi oranlarını yükselten Venediklilerden kurtulmak isteyen yerli halk, Osmanlı Devleti’ne bağlanmaya taraftardı. Bunun için fiilî destekte bile buldular. Osmanlı ordusu, 25 Temmuz’da Lefkoşe önlerine geldi. Uzun süren şiddetli bir kuşatmadan sonra ancak 9 Eylül’de fetih gerçekleşmiştir. Fetihten sonra burası yeni oluşturulan Kıbrıs eyaletinin idare merkezi haline getirilmiştir. Osmanlılar, Venedikliler zamanında ihmale uğrayan ve önemini kaybeden Lefkoşe’nin gelişimini sağlamak için, her fethettikleri şehirde yaptıkları gibi, iskân ve ihya siyasetine ağırlık vermişlerdir. İdarî ve ekonomik tedbirler hemen yürürlüğe konulmuş ve öncelikle Anadolu’nun çeşitli yerlerinden ve Suriye’den nüfus nakledilmiştir.28 Temmuz 1165Muhyiddin İbnü’l-Arabî Hazretleri doğduİbnü’l-Arabî Hazretleri, 28 Temmuz 1165’te Endülüs’ün güneydoğusundaki Mürsiye’de dünyaya gelmiştir. Babası Ali bin Muhammed, Abbâsî Halifesi Müstencid-Billâh’ın kumandanı ve meşhur âlim İbn Rüşd’ün yakın arkadaşıydı. Büyük bir ilim ve kültür ortamında yetişti. Birçok âlimden ders aldı. Kadı İbn Zerkûn’un derslerine uzun bir süre devam edip icâzet aldı. Yirmi altı yaşında iken Tunus’a giden İbnü’l-Arabî Hazretleri, bir süre burada kalarak aralarında, daha sonra el-Fütûhâtü’l-Mekkiyye’yi kendisine ithaf edeceği Şeyh Abdülazîz el-Mehdevî’nin de bulunduğu sûfîlerle görüştü. İslâm dünyasının birçok yerine seyahatler gerçekleştirdi. Bu seyahatlerin sonunda 1218’de Malatya’ya yerleşti ve burada evlendi. Oğlu Sadeddin Muhammed, Malatya’da dünyaya gelmiştir. Daha sonra Şam’a taşınarak Fusûsü’l-Hikem’i yazdı. Şam’dayken 10 Kasım 1240’ta vefat etmiştir.

O gece bir sessizlik vardı. Ama bu sessizlik, fırtına öncesi bir suskunluk değil, içimizde büyüyen bir öfkenin, bir kararlılığın sessizliğiydi. Tankların şehir sokaklarına indiği, uçakların alçaktan geçip gökleri yardığı o karanlık gecede, aslında aydınlığın da ilk adımı atılıyordu. Çünkü o gece millet, sadece vatanı için değil, namusu, inancı, ezanı ve geleceği için ayağa kalktı.15 Temmuz 2016 gecesi, sadece bir darbe kalkışması değildi; bu milletin kalbine saplanmak istenen zehirli bir hançerdi. Devletin damarlarına sızmış, din kisvesi altında ihanet üretmiş, gözünü hırs bürümüş kökü dışarıda hain bir yapı; görünürde inandığını empoze ettiği değerlere ihanet etti. Ülkemizi bir uçuruma, karanlık bir esarete sürüklemek istediler. Ama unuttukları bir şey vardı: Bu milletin mayasında teslimiyet değil, direniş vardı. Bu milletin damarlarında korku değil, iman dolaşırdı.Sabaha doğru, sokaklarda canını ortaya koyanlar sayesinde tanklar geri çekildi. Minarelerden yükselen salâlar, halkın vicdanıyla birleşince o gece karanlık dağıldı. Biz, o gece yeniden millet olduk. Yeniden “bir” olduk.Olmaya da devam etmek mecburiyetindeyiz...Her büyük sarsıntının ardından bir toparlanma süreci gelir. Tıpkı ağır bir hastalığın ardından gelen nekahet dönemi gibi… Bünye, eski sağlığına kavuşmak için dinlenmeye, beslenmeye, direnç kazanmaya muhtaçtır. Fakat bu dönemde en büyük tehlike, hâlâ içerde kalmış ya da fark edilmemiş zararların bünyeyi yeniden zayıflatmasıdır.Millet olarak ileriye güvenle yürümek istiyorsak, bünyemizi korumalıyız. Bunu da ancak, ayrımcılığa değil ama ayıklığa yönelerek başarabiliriz. Çünkü sağlıklı bir beden, ancak kendi içinde uyumlu çalışan hücrelerle ayakta kalır. Devlet de adaletle ayakta kalır; ama hikmetle, basiretle yol alır. Millet sadakatle büyür; ama temiz kalmakla, dürüstlükle güçlenir. Bugün geldiğimiz nokta bir kapanış değil; bir dirilişin eşiğidir. Bu milletin yüreğindeki samimiyeti istismar eden her karanlık yapı şunu bilmelidir: Artık daha bilinçliyiz, daha dayanıklıyız. Ve bu bilinç, sadece geçmişe karşı değil, geleceğe karşı da teyakkuz hâlindedir.Devletin kılıcı artık kör değildir. Milletin iradesi artık rehavette değildir. Ve bu millet, affeder gibi görünse de ihaneti asla unutmaz. Çünkü biz, tanklara taşla direnen çocukları, namlusuna göğsünü dayayan babaları, o gece bayrağını kefen bilen anaları unutmadık. Unutmayacağız.15 Temmuz bize bir şey daha öğretti: Gelecek, sağlam temeller üzerine inşa edilir. Sadece şeklen değil, manen de yere sağlam basanlar, yani inancına, milletine, adalet ilkesine ve kendisine emanet edilen değerlere sahip çıkanlar, geleceği kurabilir. Biz de bu yolda, istismarcılara değil; Allah’a, milletin ortak iradesine, adil yönetime ve temiz bir toplumsal yapıya tutunarak yürüyeceğiz.Çünkü biz milletiz. Çünkü biz devletiz. Ve bu millet, düşmez ama düştüğünde de nasıl kalkacağını çok iyi bilir.

Küresel sistemin çöküşü ve dönüşümü içerisinde olduğumuz bir süreç içerisindeyiz. Şahit olduğumuz bu süreç şüphesiz ki tarihte benzerleri olan ama sık görülmeyen zaman dilimlerinden birisi. Uluslararası yapı büyük çöküşler, büyük ittifaklar, büyük dağılmalar, büyük kırılmalar, büyük savaşlar, büyük fetihler, büyük işgaller sonucunda dönüşümlere şahit olmuştur. Bu bağlamda Birinci ve İkinci Dünya Savaşları, Sovyetler Birliğinin çöküşü son yüzyıldaki önemli dönüm noktalarıdır.Bugün yaşadıklarımız, şahit olduklarımız bir sürpriz değil. Bir süredir gümbür gümbür ayak sesleri işitilerek yaklaşan, bu sesleri işitenlerin yüksek sesle bunu ilan ettikleri bir süreçti; geldi, çattı. Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın “Dünya Beşten Büyüktür” çıkışları bu yaklaşan fırtınaya bir tedbir alma arayışıydı. Nitekim Cumhurbaşkanı Erdoğan “Daha Adil Bir Dünya Mümkün” kitabında bu gidişat durdurulamazsa Dünya sistemi açısından trajik bir son ve trajik bir başlangıçtan bahsetmiştir.7 Ekim’den sonra bölgedeki her gelişmede, Dışişleri Bakanı Hakan Fidan’ın 25 Ekim 2023’teki şu sözlerini unutmamak gerekiyor: “Bölgemiz, tam manasıyla bir dönüm noktasındadır. İçinde bulunduğumuz konjonktürden ya daha büyük bir savaşa ya da daha büyük bir barışa gideceğiz.”13 Haziran’da başlayan İran – İsrail savaşına 22 Haziran gecesinde ABD de dahil olmuş ve İran’ı bombalamıştır. Bombalamanın 21-22 Haziran tarihlerinde İstanbul’da düzenleniyor olan İİT Dışişleri Bakanları toplantısının tam da ortasına denk getirilmesi önemli bir ayrıntıdır. İİT toplantısı için İstanbul’da bulunan İran Dışişleri Bakanı 22 Haziran’da yaptığı basın toplantısında, “Dün akşam BM şartı bombalandı uluslararası hukuk bombalandı. BM şartı zarar gördü. Bu düzen bombalandı. BMGK rol almalı aksi takdirde dünyanın güvenliği diye bir şeyden söz edilemez” ifadeleriyle adeta bir süredir gümbür gümbür gelen uluslararası sistem çöküşünü telaffuz etmiştir. Aynı gün içinde BM’den yapılan açıklamada, çatışmanın kontrolden çıkmak üzere olduğu belirtilmiştir. Bir süredir dile getirilen üçüncü dünya savaşı ihtimalleri tekrar ve daha güçlü şekilde gündeme gelmeye başlamıştır. Türkiye, mevzunun küresel soruna dönüşme riskinden söz ederken Rusya Devlet Başkanı 3. Dünya Savaşı için endişelerini ifade etmiştir. Bütün bu süreçte İslam Dünyası, İslam Dünyasının yegâne kurumsal çatısı ne yapıyor? Bundan önceki sistem çöküşlerinde ve sistem değişimlerinde İslam Dünyası yeterli yetkinliğe, sayıya, ekonomik büyüklüğe, coğrafi genişliğe, imkân ve kapasiteye sahip olmadığı için ne sistemin çöküşüne, ne değişimine, ne de kuruluşuna bir müdahalesi olamamış ve inisiyatif alamamıştır.Ancak günümüzde eski adıyla İslam Konferansı Örgütü (İKÖ) yeni adıyla İslam İşbirliği Teşkilatı (İİT) BM’den sonra en büyük uluslararası örgüt özelliği taşımaktadır. Dünyanın Enerji jeopolitiğinin çok büyük kısmı, ulaştırma ve lojistik jeopolitiğinin hemen hemen tamamı İİT üyesi ülkelerin kontrolündedir. İİT üyesi ülkelerinin bir kısmı petrol ve doğalgaz gelirlerine bağlı olarak dünyanın hatırı sayılır sermayesine, ekonomik büyüklüğüne sahip ülkelerden oluşmaktadır. Bununla birlikte bu ülkeler İİT gibi örgüt kurmakla örgütlenme ve işbirliği iradelerini de somut olarak ortaya koymuşlardır. İİT içerisinde kurulan onlarca kurum ve birim ile işbirliklerini hem genişletmiş hem derinleştirmişlerdir. İKÖ/İİT’nin kuruluş amacı ve varlık nedeni Mescid-i Aksa ve Kudüs’tür. 1969’da Mescid-i Aksa’nın yakılma girişimi üzerine kurulmuştur. Ancak 1969’dan bugüne Filistin, Kudüs ve Mescid-i Aksa konusunda İİT üzerinden bir mevzi kazanmak mümkün olmamıştır. Giderek konunun özünden kopan İİT odağını kendi diğer işbirliği alanlarına yoğunlaştırmıştır. 7 Ekim 2023’ten sonra Gazze’de yaşananlar, İsrail’in uyguladığı soykırım ve batılı devletlerin fütursuzca desteğiyle zaten çöküş sürecine girmiş olan sistemin sonunu hızlandırmıştır. Bu süreçte İİT yine etkisiz kalmıştır. Sistemin çöküşte olduğu bu süreç, İİT açısından da ontolojik bir problemdir. Kolektif olarak Dünyanın, sistemin ve içinde İİT’nin ontolojik bir sorun içerisine girdiği bu dönemde İİT üyesi mahalli pek çok devlet de yeniden kendi varoluş mücadelesini veriyor, verecektir. İİT’nin Beyin Ölümü Gerçekleşti mi?Bu soruyu bundan bir yıl önce 23 Ağustos 2024’te Türkiye Araştırmaları Vakfı’nın yayın platformu için kaleme aldığım “İslam İşbirliği Teşkilatı’nın Beyin Ölümü Gerçekleşti mi?” başlıklı bir yazı da kapsamlı şekilde sorgulamıştım.23 Ağustos 2024 itibariyle 7 Ekim’in üzerinden bir yıla yaklaşılıyordu. Bu sorgulamayı yapmak için yeterine zaman ve hadise söz konusu olmuştu. Bugün ise neredeyse iki seneye yaklaşıyoruz. İİT’nin beyin ölümünün gerçekleşip gerçekleşmediğini hala tartışabiliriz. İİT hala sisteme aktif olarak dâhil olma müdahalede bulunma imkân ve potansiyeline sahiptir. Bu satırların yazıldığı dakikalarda ABD Savunma Bakanı ve ABD Genelkurmay Başkanı ortak basın toplantısı düzenliyorlardı. Basın toplantısında ABD’nin caydırıcılığının geri döndüğünü, Başkan Trump’dan bahsederek “Bu başkan konuştuğunda dinlenmeli” ifadelerini kullanmaktadır. ABD Genelkurmay Başkanı da İran’a yönelik saldırılarında kullandıkları askeri imkân, kapasite ve kabiliyetlerini anlatırken “Dünyadaki başka hiç kimse bunu gerçekleştiremezdi” sözlerine yer vermiştir. Bu basın toplantısının yapıldığı saatlerde İslam İşbirliği Teşkilatı Dışişleri Bakanlarının İstanbul’daki toplantıları da devam etmektedir. İİT ilk etapta ve öncelikle elindeki tüm jeopolitik kartları açmalıdır. İİT bu potansiyele sahiptir. Bütün bu tablo karşısında hala geç değil, İslam dünyası sistem sorunu çözmek, ontolojik geri dönüşünü sağlamak için kınamanın ötesinde somut adımlar atmak zorundadır. İslam Dünyası gerek İslam ülkeleri arasındaki sorunlarda rol almak, gerekse kendisine karşı yönelebilecek saldırılara karşı caydırıcı olabilmek için acil olarak İSLAM İŞBİRLİĞİ TEŞKİLATI GÜVENLİK KONSEYİ kurulmalıdır. Bu konsey uhdesinde İslam Dünyasının kendi sorunları için “Barış Gücü”, dışarıdan gelmesi muhtemel saldırılara karşı “Savunma Gücü” oluşturulmalıdır. Bunlar bir ütopya değil, varoluşa dair bir zorunluluktur. İİT kurumsal olarak bunları oluşturabilecek yarım yüzyılı aşan zamansal yolculuğu geride bırakmıştır. BM sisteminde oluşan boşluğu İİT değerlendirmelidir. İslam Dünyası 20, 30, 40, 50 yıl önceki İslam Dünyası olmadığının farkına varmalıdır.İslam Dünyası, Müslüman kimliğinden dolayı Evanjelist ve Siyonist saldırısı altındadır. Siyonist saldırganlık, 7 Ekim’den sonraki söylemlerinde komplo teorisine ihtiyaç bırakmayacak derecede, saldırılarında ve varmak istedikleri nokta ve amaçlarında kendi din ve inançlarına referans vermekten kaçınmamışlardır. En yetkili siyasileri tarafından dini referanslardan bahsedilerek yapılan Siyonist saldırılara karşı İslam Dünyası da kendi ortak İslam kimliği üzerinden bir savunma mekanizması oluşturması en doğal bir ihtiyaçtır. Bu uluslararası ilişkiler disiplininin gerçek doğasına da uygun bir adım olacaktır.Almanya Başbakanı Friedrich Merz’in, İsrail’in İran’a düzenlediği saldırılar için, “Bu, İsrail’in hepimiz için yaptığı kirli iş” sözleri bölgeye yönelik sistemli saldırıların arkasındaki küresel ağın ifşası anlamında önemli bir ayrıntıdır.İsrail kamuoyunda ve televizyonlarında İsrailli gazeteciler; bir sonraki ülkenin neresi olacağını şimdiden konuşma şımarıklığını göstermekte, çeyrek finalin Gazze, yarı finalin İran, nihai hedefin Türkiye olduğu, finalin Türkiye ile gerçekleşeceği gibi fütursuz hezeyanlar savurmaktadırlar. Soykırımcı Netenyahu kameralar karşısından Türkiye’yi işaret ederek Osmanlının bir daha geri dönmesine izin vermeyecekleri gibi kendisinin ve ülkesinin hacminin ötesinde beyanlarda bulunabilmektedir.Ola ki İİT’nin inisiyatif ve tedbir almazsa, her aktör kendi beka mücadelesini kendisi vermek durumunda kalırsa (ki şu an öyle)… Küresel aktörler basın toplantılarında kendi imkân ve kapasitelerinin dökümünü sunarak, racon keserek, sopa göstererek, İsrail’i himaye ederek, bölgeyi dizayn edebileceklerini ve bölgeye nizam! verebilecekleri zanlarını hakikat zannederlerse; 1964 yılında ABD’nin Türkiye’yi tehdidi sonrasında söylenmiş Türk siyasal hayatında çok meşhur olan şu sözü tekrar hatırlatmak, hatırlamak gerekmektedir.“Yeni Bir Dünya Kurulur ve Türkiye bu dünyada yerini alır.”

Son asırda iş hayatına ayrılan vakit, tam bir cinayettir desek, yanlış olmaz. Başta emeğiyle geçinen kesim olmak üzere, en az 8 saat, bazı vilayetlerimizde yola ayrılan süreyle beraber günde 10-11 saat... Hakikaten ömür törpüsü ve tam bir cinayettir. Üstelik cumartesi günleri tam veya yarım gün çalışan bir kesim bile hâlâ varlığını sürdürmekte. Ve bununla da sınırlı kalmayıp, bir de işin yorgunluğunu hesap ettiğimizde, ömrün en verimli saatleri sadece geçim için harcanmış oluyor.Peki, yapılması gereken ne?Bize her cihetle rehber olan sahabî efendilerimizin çoğu, Resûl-i Ekrem (sav)’in tavsiyelerine uyarak ticaretle meşgul idiler. Belki birkaç önemli ticari alışveriş, bir-iki defa kervan veya panayırlara katılmak yahut günde 2-3 saatlik pazarlarda bulunmakla, senenin geri kalanında ailesine yetecek, hatta tasadduk edebilecek kazancı elde etmiş oluyorlardı. Geri kalan vakitlerinde ise ailesiyle ilgilenir, dinini öğrenir, cihada hazır olacak şekilde kendilerini yetiştirirlerdi.Günümüzde ise memur ve işçikesimi, haftanın en az 5 gününün en verimli saatlerini iş hayatına ayırmak mecburiyetindeymiş gibi bir anlayış sürmekte; aksi takdirde ihtiyaçlarını karşılayamayacağını düşünmektedir. Çünkü ücretli çalışma, çoğu kimsenin kolayına gelen bir düzendir. Halbuki “ecirlik”, zamanımızın adeta ücretli köleliği olarak insanları bağladığını Üstad Bediüzzaman Hazretleri de ifade eder.Eskiden kölelerin emeği karşılığında ihtiyaçları karşılanırdı; şimdi ise eline verilen ücret yine ancak ihtiyaçlarına yetiyor. Yani kölelik sistemi, pek de değişmiş değil.En fazla yapabilen, dişinden tırnağından arttırarak bir ev ve araba sahibi olunabiliyor ki, bunların borcunu ödediğinde ise ömür sermayesi neredeyse tükenmiş oluyor. Tükenmese bile, yaşlanmış ve yıpranmış olmaktan gelen tükenmişlik ve hastalıklar, bunların bile tadını aldırtmıyor.Öte taraftan, mecburî ihtiyaç kalemleri 3-4’ten 20’ye çıkmış. Bu vaziyette ise, çoğu ailede anne de iş hayatına girmiş durumda, ki çocuklar çoğu zaman başkaları tarafından yetiştirilmekte veya ana-baba çok fazla yıpranmakta ve manevî hayatla ilgili eğitim noktasında zayıf kalmaktadır. Çocukları önceden televizyon yetiştirirken(!), şimdi daha sinsi bir kaynak olabilen internet yoldan çıkarmaktadır. Ve birkaç nesil adeta manen kayıp vaziyettedir. Yapılan bazı sokak röportajlarında, insanımızdan “Ezan ne için okunur, salavat-ı şerife nasıl getirilir?” gibi en basit sorulara bile cevap veremeyenlerin olduğunu müşahede ediyoruz, maalesef.İşte bütün bunlarda, vaktinin çoğunu “işe” ayırıp, kendini ve yeni nesilleri manevî eğitimden mahrum bırakan, “hiç vakti olmayan” ebeveynler başta olmak üzere, dünyadan başka gözü bir şey görmeyen seküler sistemin sorumluluğu vardır.Çalışmak (sa‘y)1 dinimizde çok övülmüş, başkalarına el açmak ise kınanmıştır. Fakat günde verilen, altın kıymetindeki 24 saatin tamamını fâni ve zail işlerde sarf etmek, daha şiddetli bir şekilde zemmedilmiştir. Öyleyse, bu kıymetli sermayenin her iki tarafa ve kıymetleri nispetinde pay edilmesi, akıllı Müslümanın kârıdır.Mekke-i Mükerreme’den selam ve dualarla.1- Hac ve Umre ibadetlerinin ayrılmaz birer parçası olan sa‘y de, Hacer validemizden bize kalmıştır. Kendisi, daha bebek olan Hz. İsmail’in yanında “otururken ve ağlarken” değil de, Safa ve Merve tepeleri arasında birilerini görebilmek gayesiyle koşarken (sa‘y ederken), Hz. İsmail’in topukları altından Zemzem suyunun fışkırması; sanki o çalışmasına (koşmasına) mükâfat olarak ihsan edilmiştir ki, hâlâ biz hacılar o sudan istifade etmekteyiz, elhamdülillah.

Nasreddin Hoca, suya gönderdiği çocuğun eline testiyi vermiş, bir de tokat patlatmış. Yanındakiler şaşırmış: “Hocam, çocuk testiyi kırmadı ki! Neden tokat attın?” Hoca istifini bozmadan cevap vermiş: “Testi kırıldıktan sonra atılacak tokadın ne faydası olur?”Bu kıssa, sadece bir fıkra değildir. Gülümsetirken içimizi acıtan bir hakikati anlatır: Bazı şeylerin telafisi yoktur; en başta da zamanın. Çünkü zaman, geri alınamayan, iadesi mümkün olmayan bir nimettir. Ve “zaman bir testidir; içinde sen varsın, dökersen kırılırsın.”Her sabah, elimize görünmeyen bir testi verilir. İçinde saatler, dakikalar, fırsatlar, secdeler, gözyaşları, kelimeler ve hatta susmalar vardır. Kimi o testiyi dikkatle taşır, kimi hiç önemsemeden savura savura yürür. Bazısı elindekinin su değil rahmet olduğunu fark eder, bazılarıysa içindekini oyun sanır, ciddiye almaz. Ve testi sızdırmaya başladığında anlamazsın. Ufak ihmallerle, basit ertelemelerle, küçük ihmalkârlıklarla boşalmaya başlar. Bir “sonra yaparım” dersin, bir “bugün de böyle geçsin”… Oysa her “sonra”, biraz daha eksiltir içindekini.Ne zaman ki bakarsın testin boş, işte o an pişmanlığın derin tokadını yersin. Giden vakit ses çıkarmaz, ama ardından hiç susmayan bir “keşke” bırakır.Vakit öldürmenin cezası işte budur: Telafisi olmayan kayıp.Ömrün en kıymetli anlarını, içi dolu yaşanabilecek zaman dilimlerini hiç uğramamış gibi geçip gitmektir. Kazanılacak dostluklar, söylenecek sözler, tutulacak eller, Allah’a yöneltilecek bir baş, edilen bir dua, belki bir anne duası, bir yetim tebessümü... Hepsi, kırdığımız testiyle birlikte sızar toprağa, biz anlamadan.Zaman, insanın sermayesidir. Boşa harcanan her an, aslında insanın kendisinden eksilen bir parçadır. Peygamber Efendimiz (sav) şöyle buyurur: “İki nimet vardır ki insanların çoğu kıymetini bilmez: Sağlık ve boş vakit.” (Buhârî)İnsan, sağlığını kaybettiğinde doktora gider; ama vaktini kaybettiğinde gidecek bir eczane yoktur. Bir ömür boyu ertelersin: “Daha erken”, “İleride yaparım”, “Bir gün başlarım”...Oysa vakit durmaz.Ne başını çevirir ne geriye döner.Ve ne zaman elindeki testiye baktığında içinin bomboş olduğunu fark edersin, o gün geçen için çok geçtir.Tokat o zaman gelse de acıtmaz artık.Yalnızca içini dağlar.Kırılan testi için ne yapılabilir? Kimi yapıştırmaya çalışır, kimi artık taşımaktan vazgeçer. Ama ne kadar uğraşırsan uğraş, o testi bir daha eskisi gibi dolmaz. Çünkü içinden sızan şey zaman değil sadece, hayatın kendisidir.Nasreddin Hoca’nın tokadı işte bu yüzden kıymetlidir. O temsili tokat çocuğa değil, hepimizedir. Zaman kırılmadan, vakit bitmeden, içimizdeki o ses kısılmadan önce hatırlamamız içindir.Vakit öldürmenin cezası, belki de bu sesi duymaktır: “Ne çok zamanım vardı… ama gereği gibi yaşamadım.” Cümlelerim yarım, dualarım eksik, yollarım ertelenmiş, niyetlerim unutulmuş…Ve en sonunda Allah soracak: “O testiyi sana vermiştim. Ne taşıdın onunla?” Elinde boş bir testi… Cevap yok. Susarsın. Ve suskunluk, en büyük cezaya dönüşür.O hâlde henüz elindeyken, testi doluyken, zaman seninleyken… Uyan. Diril. Taşı. Ve dökmeden yürümeyi öğren.Çünkü o testi, bir daha verilmeyecek.

Rabbimiz, kemâl-i merhametinden kendisine ibadet edebilmemiz için belirli vakitler tayin etmiştir. Dünyanın kendi etrafında bir Mevlevî gibi dönmesi sırasında, güneşe endeksli olarak beş vakit namaz kılmamız ve Kamerî (Hicrî) takvim ayları içerisinde mübarek Ramazan’da oruç tutmamız buna güzel bir örnektir. Namaz, oruç gibi farz ibadetleri yerine getirmekle beraber, bir kul olarak bizim de her vakit fırsat kollayıp Allah’a yönelmemiz gerekmez mi?Evet, bir kul olarak yüzümüzü bizi yaratan ve yaşatan Rabbimize dönmeli ve vakti geçirmeden O’na ibadet etmeliyiz. Hem ibadetlerimizi ihlaslı yapmak için, sırf Allah emrettiği için, O’nun rızasını gözeterek ibadet etmeliyiz. Ayrıca Rabbimiz ibadete lâyık yegâne mâbud olduğu için, hem Allah’ın Habîbi, Sevgili Peygamberimiz (sav) imandan sonra en çok ibadete önem verdiği için, hem takvâ mertebesine erişmek için,1 hem dünya ve âhiret saadetine sebep olduğu için ibadete dört elle sarılmalı değil miyiz?Mukaddes kitabımız Kur’ân-ı Kerîm’de, imandan sonra çokça zikredilen salih amel, Allah’ın emirlerine uyarak ibadet etmektir. İslam’ın şartlarından olan namaz, oruç gibi Kur’ân’da emredilen ibadetlerin birçok hikmeti vardır. Örneğin beş vakit namaz, şu geçici dünya hayatımızı tanzim eder; planlı, programlı hâle getirir. “Namaz, müminler üzerine vakitleri belirlenmiş bir farzdır.”2 ayeti bu konuya temas etmektedir.“Hem dua bir ubûdiyettir. Ubûdiyet ise semerâtı uhreviyedir. Dünyevî maksadlar ise o nevi dua ve ibadetin vakitleridir. O maksadlar, gayeleri değil. Meselâ, yağmur namazı ve duası bir ibadettir. Yağmursuzluk, o ibadetin vaktidir. Yoksa o ibadet ve o dua, yağmuru getirmek için değildir. Eğer sırf o niyet ile olsa, o dua, o ibadet hâlis olmadığından kabule lâyık olmaz. Nasıl ki güneşin gurûbu, akşam namazının vaktidir; hem güneşin ve ayın tutulmaları, küsûf ve husûf namazları denilen iki ibadet-i mahsûsanın vakitleridir. (…) Cenâb-ı Hak, ibâdını o vakitte bir nevi ibadete davet eder; yoksa o namaz, (…) ay ve güneşin husûf ve küsûflarının inkişâfları için değildir. Aynı onun gibi, yağmursuzluk dahi yağmur namazının vaktidir. Ve beliyyelerin istilâsı ve muzır şeylerin tasallutu, bazı duaların evkat-ı mahsûsalarıdır ki insan o vakitlerde aczini anlar; dua ile, niyâz ile Kadîr-i Mutlak’ın dergâhına iltica eder.”3İbadet ve dua, Allah emrettiği için yapılır. Sonucunda da Allah’ın rızası beklenir. “(Ben) cinleri ve insanları, ancak bana ibadet etsinler diye yarattım!”4 ayetinin sırrıyla, insanın yaratılmasının en önemli gayesi Allah’ı tanımak ve O’na ibadet etmektir. İhlâsa ve kulluğa yakışan, sadece Allah için ibadet etmektir. Bu hususta Kur’ân-ı Kerîm’de, “Şüphesiz ki biz, sana bu Kitâb’ı hak ile indirdik; öyle ise (sen de) dinde O’na (karşı) ihlaslı (samîmî) bir kimse olarak Allah’a kulluk et!”5 “De ki: (Ben,) Allah’a dinimde O’na (karşı) ihlaslı (samîmî) bir kimse olarak ibadet ederim.”6 gibi ayetler, bize nasıl ibadet edeceğimizi öğretmektedir.Bir vakit tevhid inancına sahip gençler, putperest Romalı idarecilerin zulmünden kaçarak bir mağarada sıkışıp kaldıklarında, sadece Allah’a yönelip O’ndan yardım istemişlerdi:“Hani o gençler, Kehf’e (mağaraya) sığınmıştı da: ‘Rabbimiz! Bize, tarafından bir rahmet ver ve bize şu işimizden bir kurtuluş yolu hazırla!’ demişlerdi.”7Günümüzde ise dünyaya kan ve gözyaşından başka bir şey getirmeyen zalimlere karşı en güçlü silahımız, yine âlemlerin Rabbi olan Allah’a samimane dua ile ilticadır. “Dua müminin silahıdır” şiarıyla hem insan hem Müslüman olarak vazifemiz, gönül coğrafyamızda yaşayan kardeşlerimizin haklı davalarında yanlarında olduğumuzu göstermektir.Ya Rabbi! Başta Filistin (Gazze), Doğu Türkistan olmak üzere, yeryüzünde bildiğimiz bilmediğimiz, zalimlerin zulmü altında bulunan mazlum ve mağdur Müslüman kardeşlerimize yardım eyle! Onları düşmanlar karşısında mansûr ve muzaffer eyle! Âmin.1- Bakara, 2/21: Ey İnsanlar! Sizi ve sizden öncekileri yaratan Rabbinize ibadet edin ki takvaya eresiniz.2- Nisâ, 1033- Sözler, s. 1094- Zâriyat, 565- Zümer, 26- Zümer, 14 7- Kehf, 10

“Kişiyi, Allah’ı (cc) anmaktan alıkoyan her şeyin şeytanla bir ilgisi vardır.”Dijital Vakitsizlik Çağı: Bildirimlerle Bölünen Dikkat ve Hızın Yuttuğu HuzurGünümüzde dijital teknolojilerin sunduğu imkân ve kolaylıklar, hayatlarımızı hızlandırırken dikkat ve huzurumuzu da ciddi ölçüde tehdit ediyor. Sürekli gelen bildirimler, ardı arkası kesilmeyen e-postalar ve sosyal medya uyarıları, odaklanma kabiliyetimizi zayıflatıyor. Araştırmalar, dijital bir bildirimin böldüğü dikkatimizin yeniden toparlanmasının ortalama 23 dakika sürdüğünü gösteriyor. Bu kesintiler, doğal olarak derin düşünmeyi ve üretkenliği engelliyor.Dikkat Ekonomisi ve Bildirimlerin EtkisiDijital platformlar, gerek kendi rekabet alanlarındaki varlıklarını korumak ve gerekse kullanıcıların dikkatini çekmek için sürekli bildirimler gönderiyor. Bu bildirimler, beynin ödül sistemini tetikleyerek dopamin salgılanmasına sebep oluyor. Bu durum, kullanıcıların cihazlarına çok ciddi bir seviyede bağımlı hâle gelmesine yol açıyor (öyle ki buradaki iptila, benzetmede kusur olmasın, madde bağımlılığı gibi patolojik görüntülere yol açabilecek seviyeye ulaşabiliyor). Sürekli uyarılma, mesaj ve bildirim sesleri, dikkat süresinin kısalmasına ve zihinsel yorgunluğa neden oluyor. Dramatik olan durum da şu ki: Kullanıcılar böylesine sinsi ve derin bir yıpranma ve çöküşe doğru gitmekte olduklarının farkında bile değiller.Hızla Gelen YüzeysellikDijitalleşmenin bilgiye hızlı erişimi mümkün hâle getirdiği doğru; lakin derinlemesine düşünmeyi zorlaştırıyor. Bilgiye bu kadar büyük bir hızla ulaşılan ve bu kadar cahil kalınmış başka bir zamana tanıklık edilmemiştir. Hızlı içerik tüketimi, kişiyi bilgi obezi yapmakta ve bireylerin sathi bilgiyle yetinmesine ve analitik düşünme becerilerinin zayıflamasına neden olmaktadır. Bu durum, özellikle genç nesillerde dikkat eksikliği, konsantrasyon kaybı ve öğrenme güçlüklerine yol açabilmektedir.Dijital Huzur İçin TavsiyelerÖncelikle, gerçekten böylesine ciddi ve vahim bir durumda olduğumuzu kabul edip fark edin. Sonra bu vahim durumun sizi ve ailenizi bozmaması için hayati tedbirler alınması gerektiği kanaatini oluşturun. Ondan sonra da aşağıdaki tedbir adımlarını atarak korunma/arınma sürecini başlatın:Bildirimlere Sınırlama Getirin: Gereksiz bildirimleri kapatmak suretiyle dikkatinizi koruyun. (Lütfen kendinize sorun: Gelen bildirimlerin yüzde kaçı çok önemli ya da hayati bir değer taşıyor? Bu farkındalık ile bile yaşam kalitenizin arttığını fark edeceksiniz.)Zaman Bloklama Yöntemi: Tayin ettiğiniz zaman dilimlerinde sadece tek bir işe odaklanın.Dijital Detoks: Belirli periyotlarla dijital cihazlardan uzaklaşarak zihninizi dinlendirin. (Ramazan ayında yemekten ve içmekten uzaklaşmanın biyolojik ve ruhsal sağlığımıza olan faydalarını hatırlayın.)Derin Çalışma Alanları Oluşturun: Sessiz ve dikkat dağıtıcı unsurların olmadığı, diğer bir ifadeyle arındırılmış çalışma ortamları hazırlayın.Dijital çağın getirdiği hız ve sürekli uyarılmanın dikkat ve huzurumuzu tehdit ettiği bilinen bir gerçektir; lakin bilinçli kullanım ve stratejilerle bu etkileri azaltmak elbette ki mümkündür. Bu konuda göstereceğimiz özen ve oluşturacağımız dikkat sayesinde hayati farkındalığımızın artmasının yanı sıra kendi gerçekliğimize yönelik ontolojik bir yolculuk fırsatı da bulabileceğiz.Zaman İsrafı En Büyük İsraftırİnsan hayatında telafisi olmayan tek kaynağın zaman olması gerçeği, bu kaynağa özen göstermemizi ve onu dikkatli harcamamız gerektiğine ilişkin bir inancın oluşmasına vesile olmalıdır. Para kaybedebilirsiniz, eşyalarınızı yitirebilirsiniz; ama bunların hepsi yeniden alınabilir. Hatta itibar bile onarılabilir. Ancak geçen tek bir saniye geri getirilemez. Bu nedenle zaman israfı, diğer tüm israf türlerinden daha vahim ve daha yıkıcıdır. Ne yazık ki modern dünyada, teknolojik konforlar ve hızlı yaşam biçimleri içerisinde savrulan insanlar en çok zamanı harcamakta, aslında kendileri harcanmakta ama farkına bile varamamaktadırlar.Zaman israfı çoğu zaman fark edilmeden vuku bulur. Sosyal medyada amaçsızca geçirilen dakikalar, ertelemeler, tembellik, plansızlık, boş sohbetler, malayaniyat veya sürekli ertelenen hayaller… Bunların her biri, ömrümüzün sessiz sedasız tükenişine sebep olur. İnsan, harcadığı zamanın karşılığını para veya ürün olarak görseydi, şüphesiz ki neyi kaybettiğini daha iyi anlayabilirdi. Ne yazık ki, en muhtaç olduğumuz bir zamanda bir dakikası için tüm servetimizi verebileceğimiz zaman nimetini hiç umursamadan günler, aylar ve yıllar seviyesinde israf etmekteyiz.Zamanı israf etmenin en yaygın nedeni, anı yaşayamamak ve plansızlıktır. Bugün yapılabilecek bir işi erteleyerek yarına bırakmak, potansiyel fırsatları kaçırmak anlamına gelir. Bu, aynı zamanda insanın kendi gelişimini ve iç huzurunu da ertelemesidir. Huzuru ertelemek! Kulağa ürkütücü gelmiyor mu? Vakit, sadece işler için gerekli değil; sevdiklerimizle birlikte geçireceğimiz anlar, kendimize ayıracağımız dinginlik ve farkındalık için de gereklidir.Oysa zamanı verimli kullanan şahıslar, hayattan daha fazla tat alır, hedeflerine ulaşır ve çevresine de fayda sağlar. Aslında bir insanın kalitesinin önemli bir ölçüsü, zamanla arasındaki ilişkinin disiplin seviyesidir. Zaman yönetimi becerisi sadece verimliliği değil, aynı zamanda ruh dinginliğini de beraberinde getirir. Bilinçli geçirilen bir saat, boşa harcanmış günlerden daha değerlidir.Sonuç olarak, zaman israfı görünmeyen ama geri dönüşü olmayan en büyük kayıptır, ziyandır. Bu yüzden hayatın kıymetini bilen herkesin atması gereken ilk adım, zamanını değerli görmek ve onu bilinçli kullanmak olmalıdır. Çünkü ömür, saniye saniye eksilen bir sermayedir. Onu nasıl harcadığımız, kim olduğumuzu belirler.Rabbimiz, ömür sermayemizi gaye-i hayatımız yönünde değerlemeyi ve değerlendirmeyi nasip eylesin. Âmin.Es’selâmü alâ menittebea’l-Hüdâ.

Yusuf Nabi, en öz ifadesiyle “tefekkür şairi”dir. Onun imzasını taşıyan mısralar, beyitler ve kıt’alar kendi tefekküründen izler taşıdığı gibi okuyanı da kendi âleminde tefekküre sevk eder. Baş başa, kalb kalbe şöyle bir seyahat ettirir. Bu sebeple onun şiiri bambaşka değere sahiptir. Zira öyle bir üslupla karşı karşıya bulunmaktayız ki fikir ve his/hayal zamanın müruruyla akıllarda ve kalblerde bambaşka bir hüviyete bürünür ve tazelenir. Urfa’nın muhterem bir ailesine mensub olan Şair’in eş’ârı, tertemiz olanı akıllara ve kalblere ulaştırır. Elbette bunda erken yaşlarda hayatına ikame edilen manevi dinamiklerin izi ve tesiri vardır. Bu dinamiklerin bariz olarak hissedildiği iki mühim eseri Divanı ve ümmetin çocuklarına atfen kendi çocuğuna vermiş olduğu nasihatlerden oluşan Hayriye’sidir. Bunların, günümüzün ihtiyaçları göz önünde bulundurulduğunda, imani perspektife sahip tefekküri okumalara açık olduğu görülecektir. Ne âlâ! Akıl ve kalbde birliğe medar bir Şair mirası…Yeter ki onun hatt-ı Kur’ân ile yazılı sahifelerini okurken Nur’dan bir merceğe sahip gözlük kullanalım. Bu zamandan o zamana iman gözüyle gidelim.Yoksa, ezberden sıkça terennüm ettiğimiz, “Sakın terk-i edebden kûy-ı mahbûb-ı Hudâ’dır bu” mısrasının manasını isme aid olmaktan nasıl çıkarabiliriz? Elbette ki bu mısrayı sünnet-i seniyye ve nübüvvet akidesi ile sıkıca bağlayan, fikri ve hissi/hayali hakikat potasında eriten hakikat nazarına çok ihtiyacımız var! Ne latif! İstanbul’un toprak altındaki sakinlerinden Miskinler Tekkesi sofasında medfun Nabi Efendi’nin 17. asırdaki Ayasofya tefekkürünü taşıyan 13 beyit halen aynı zindeliğinde. Ayasofya-i Kebir Camii ile yeniden kucaklaşmanın yaşandığı şu demlerde bizi belki de hiçbir maddi rehberin taşıyamayacağı tefekkür ufuklarında “Ayâsufiyye’de” gezdirmeye namzed. Haydi bakalım: وَ مِنَ اللّٰهِ التَّوْفٖيقُ Birinci Beyit: Rûz-ı rûze cem olur rindân Ayâsufiyye’deHalka-bend-i üns olur yârân Ayâsufiyye’de(Mübarek Ramazan günlerinde rindler Ayasofya’da bir araya gelir. Yine bugünlerde dostlar Ayasofya’da ünsiyet halkası kurarlar.) Bak, kimler var bu mübarek Cami’-i Kebir’de! Ramazan eyyamının ruhları serinletici demlerini mekân ile bütünleştirmek isteyen gönül ehli hepten orada. Onlar birbirine gönülden bağlılar. Ve adeta birlikleriyle maddi menfaat dağlarını eritiyorlar, bu güzide mekânda. Manevi fetihler, fetihler: Ramazan saatlerince. Namaz vakitlerince. Zikir halkalarınca. Mukabelelerce… Ya şurada oturan temeli manaya bağlı dostluğu üs kurmuş yârân! Nasıl da mabedin tuğlaları misali oluşturdukları nurlu halkada kenetlenmiştir. Hangi bir fikr-i infiradi bu uçsuz mefkureye bedel olabilir ki?Ayasofya, sen sadece bir C-A-M-İ olmaktan çok ötesin! Sende كُونُوا عِبَادَ الٰلّهِ اِ خْوَ انًا fehvasınca koca bir ittihad şuuru var. Efendimizin (asm.) Medine-i Münevvere’de tesis ettiği musafaha saatlerinden izler var. Mekânın suskunluğu ümmetin suskunluğudur. Dün saflarına yansıyan: kalblerdeki rabıtaların, zincirin halkalarının saçılması gibi dünyanın meta’ları karşısında tutunamamasıdır. Şimdi, bir olmaklıkla safların ma’mur oldu. Tevhide açılan Ayasofya’da ümmetin ittihadını kuvvetlendirecek -senelerce divitlerle karılmış- iman harcını nebevi bir usulle isti’mal etme vaktidir. Rûz: (fa.) GünRûze: (fa.) Oruç Rûz-ı rûze: (fa.) Ramazan-ı Şerif Rindân: (fa.) Gönül ehli kimseler Üns: Sadece Hak ile huzurda bulunma hali, kalbin sevgili ile neşelenmesi, yakınlıkİkinci Beyit: Olmadın dest-i du’â-cünbân Ayâsufiyye’deMüşkilât-ı halk olur âsân Ayâsufiyye’de(Ayasofya’da daha duaya kıpırdamadan eller, halkın zorlukları kolaylığa dönüşür.)Bak, duaya nasıl da kalkmış eller Koca Kubbeli Mescid’de! Semaya renk renk arzuların her birinden aminler yükseliyor. Bir dua cümbüşü… İçtimaiyyattaki koşturmacadan, fenaya bakan işlerinden dargın ruhlar dingin. “Ver Allah’ım, bize de ver!” nidalarıyla gönüllerden, hayrın koridorlarına dünya-değer menfezler açılıyor. Sermayesi; ihtiyat olarak sadece vakit araları değil, günler, aylar yetecek… Saf aralarındaki masum çocukların ve nurani saftaki meleklerin iştiraki ile yakarışlar çevrilmez oluyor. Mazideki derununa kaydedilmiş “Aminler” ziyadesi, takviyesi.Ayasofya… Sen uzağı yakın edensin. Asr-ı saadete hasret dolu gönülleri Anadolu’da ağırlayansın. Duaların geri çevrilmediği, makbul olduğu mukaddes mekânların Haremeynin ve Kudüs’ün Fetih şehrinde mümessilisin. Dün öksüz kubbende aminler yankılanmıyordu, şimdi dualarımız avluna, civar muhitlere taştı. Kırılan zincirlerin, kalblerdeki zincirlerin kırılmasının bir müjdecisidir. Kalbler, اَسْتَجِبْ fermanının sekinesini; duaya açılmış eller, göğsünde ismi vurulmuş Şefaat Sahibinin (asm) şefaatini gözlemekte… Cünbân: (fa.) KımıldananÜçüncü Beyit: İtmek içün fikr-i ekl ü şürbi hatırdan be-derAkd-ı cem’iyyet ider ihvân Ayâsufiyye’de(Yemek ve içmek endişesini hatırdan çıkarmak için ihvan Ayasofya’da toplu sözleşme yaparlar.) Bak, dünya kaygısını ne güzel unutturur sakinlerine bu Lâhuti Mescid! Her cihet mana ve hakikat. Asırlara şahitlik etmiş duvarlarında, milyonlar gönüllere hakikatleri sessizce haykıran Kur’ân hattı yazılı levhalar. Dil-birliğiyle ses yükseltmekte: Hayat yeme ve içmeden ibaret değil. Fani dünyevi zevklere münhasır değil. Ulvi gayen var. Mıknatıs misali birbirini çeken müşterek hislerle gönüller arasında uhuvvet bağı kurulur. Ukbaya münhasır. Yürüyüş elbette omuz omuza, kalb kalbe. Sessiz mukavele.Ayasofya, bir kardeşlik meclisisin! Ammar’ın (ra.) evinden, İslambol’a yadigâr, dava şuurusun. Bu müjdeli şehrin sokaklarına çalınan göç davulu, hiçbir yerde senin minarelerinden duyulduğu kadar gür duyulmadı ve yayılmadı. Dahilindeki his, haricine ezan sesi olarak yansıdı.Şimdi, maddi kesafet kırıldı. Zaten muvakkat bir puslu tüldü. اَلدُّنْیَامَزْرَعَةُالْاٰخِرَةِ hakikatini gönül kulaklarıyla sende daha bir gür işitenler, kardeşlik hisleriyle dolup coşarak kapılarından şehrin meydanlarına dağılmaktadır.Be-der: (fa.) Dışarı, hariçAkd-ı cem’iyyet: Toplu sözleşme Dördüncü Beyit: Mevce-i a’mâl ider enfâsla çerhe su’ûdLücce-i tâ’ât ider tufân Ayâsufiyye’de(Amellerin dalgaları nefeslerle semaya yükselir. İbadet denizi Ayasofya’da tufana dönüşür.)Bak, başını kaldırıp şu koca kubbeye! Gök kubbeyi temsilen orada asılı. Sadece namaz değil ki altındaki ibadet; dalga dalga, nefes nefes halen, kalben, kavlen rıza-yı İlahiye her ne ma’tuf ise. وَمَا خَلَقْتُ الْجِنَّ وَالْاِنْسَ اِلَّا لِيَعْبُدُونِ ayet-i celilesi baş tacı. Şu vatan topraklarının sahip olduğu hiçbir kubbe-altında olmadığı kadar.Ayasofya, sen ibadetin sel olduğu yataksın. Akışını sende bulan rahmet katreleri bir an Rabbimizin rızasına müyesser olsa zerresi cihan-değer. Fırsat, fırsat, fırsat… Sendeki geceler, gündüzler boyunca. An’lar miktarınca.Yasaklı zamanlar sessiz bir köşende, ta’dilince fakat saklı kıyama duran neferlerinin gözleri aydın. Şimdi, arz misali zeminin yine en pâk kıyafetini giydi. Kubbene ibadet güzergâhı oldu. Ma’bed vasfınla alnın yine parladı. Âbidlerin, ubudiyet seyahatinde: mübarek Cuma’n şükür ister.… Mevce: DalgaMevce: DalgaÇerh: (fa.) SemaSu’ûd etmek: Yukarı çıkmakLücce: Umman, kalabalıkTufân: Mübalaga ile yağan yağmura ve mübalaga ile gelen sele derler bir haysiyyetle ki her nesneyi örte.Beşinci Beyit: Her ne denlü gayrı câmî’de ibâdet olsa daOlur efzûn yine sad-çendân Ayâsufiyye’de(Her ne kadar diğer camilerde ibadet yapılsa da yine yüzler kat Ayasofya’da fazlası yapılır.) Bir gravürden bugüne akar gibi bak, müdakkik nazarınla bu Büyük Cami’ye! En ücra köşelerden, en kalabalık meydanlara kadar İstanbul ve Anadolu sathına nurdan çisilti gibi serpilmiş mescidlerin bulunduğu coğrafyayı hayalen dolaş. Keyfiyete bakan bir nurani kesret: Ehad bürhanı. Ziyadesiyle ibadet Fetih yadigârında… Kubbesinde yankılanan Bizans’tan kalan amen’leri sustururcasına… Göğsüne nakşedilmiş tasvirleri kazırcasına… Hatemü’l-Enbiya’ya (asm.) getirilen salavatlar ve yükselen tekbirleriyle Medine ve Mekke’ye manevi biatını tazelercesine. Tevhidde kıyama durmuş ubudiyeti, lisan-ı haliyle adeta, وَاَنَّ الْمَسَاجِدَ لِلّٰهِ فَلَا تَدْعُوا مَعَ اللّٰهِ اَحَداً ayetini sağır olmuş köhne kulaklara, şevke gelmiş pâk ruhlara haykırır: Şübhesiz ki mescidler Allah’ındır; o hâlde (oralarda) Allah ile berâber hiç kimseye ibâdet etmeyin!Ayasofyaaa! “İki ayak, iki diz, iki el ve yüzden ibaret olan yedi uzuv ile secdesini yaparak” adeta küçük ve şuurlu bir mescid olan misafirlerin bu topraklarda ubudiyetteki zirveyi sende gördü. Taştan cismine adeta taatten bir ruh aşıladı. İlk namaz, ilk secdeden itibaren.Susturulmuş minarelerin şimdi kol kola vermiş, ezanlarını civar minarelerle beraber ahenkle okumaktadır. Sabahları bir kıtadan diğerine senin ezanların yankılanmaktadır. Batının en uç köşelerine kadar uzanan mescidlerin dili, kulluğun sedası olurcasına… Yaşanacak yeni maddi ve manevi fetihleri müjdelercesine. Efzûn: (fa.) Fazla, çokSad-çendân: (fa.) Yüz dereceAltıncı Beyit: Düşmen-i dîrîn-i nefsile cihâd-ı ekbereLeşker-i tâ’at bulur meydân Ayâsufiyye’de(Âbidler, nefis isimli kadim düşman ile büyük cihada meydan Ayasofya’da bulur.)Bak, işte koca bir meydan Ayasofya’nın derunu! Hep “Meydanlar bizim olsun!” isterdin ya, al sana meydan! Elbette ki mekânın insan ruhu üzerinde tesiri vardır. Ağırlık veren de kuş gibi hafif yapan da mekândır. Ve bu mekân fethin nefesindeki sekineyi her daim insanın latifelerine verir de verir. Sıkleti ruha değil nefise yaşatır. Daha avlusuna girildiği andan itibaren nefse binmeye başlanır. Artık beklenen, huşuda olan bir kalbin riyasetindeki huzur atmosferidir. Dilediğin kadar nefis atını gemleyebilirsin. كُنْ فَيَكُونُ sırrınca, Allah lafızlarıyla halk olunan Melaike ile ihsana uzanan kollarına ve uhuvveti yüklenen omuzlarına kuvvet verebilirsin.Seni taşıyan Ayasofya, farklı iklimlerden gelen envai kolonların değildir. Ehl-i imanın manevi cihadda Abd-i Kerim (asm.) yüzü suyu hürmetine elde ettiği zaferlerdir. Asırlardır kubbeni ayakta tutan sır…İbadetten uzak sessizliğe bürünmüş iklimin şimdi yeni baştan yerini büyük cihadın coşkusuna bıraktı. Uzaktan yakından gelenlerinin birkaç vakitlik olsa da nefse sadmeleri, elde ettikleri zafer ganimetinden hisse. Kutlu 29 Mayıs’tan nişane kaparcasına.Dîrîn: (fa.) Eski, kadimLeşker: (fa.) AskerMeydân: Açıklık, saha

Vakit kılıç gibidir, sen onu kesmezsen o seni keser. (İmam Şafi)Zaman kavramı Hazret-i Yusuf Aleyhisselamın saati icad etmesi mucizesiyle tecessüm etti. Hissedilebildi, artık görünür oldu. Başlangıçta güneş ve sudan istifade ile astronomi ilmiyle başlayan saatin yolculuğunda beşeriyet, bu icadı kendi ihtiyaçlarını nazara alarak günümüzdeki akıllı saat ve atom saatine kadar ilerletti. Her devirde vakti 24 eş parçaya ayıran saat, yeri geldi kaba vakit hesabı yapan kum saatlerine dönüştü. Bazen ceplerde, bazen kollarda ve parmaklarda yer bulan saat; kulelerde ve duvarlarda yer alarak ferdin yanı sıra sosyal hayatta da tanzimi sağladı. Dijital versiyonlarla ev hayatının -diğer teknolojik aletlerin- uzaktan ve zamanlı yönetimine tesir etti.Gün geldi…Madde kalınlaştı, mana inceldi. Vaktin ruhundan uzaklaşınca saatin maddesi değer bulur oldu. Medeniyetlerin terakkiyatıyla beraber yol semizleşti, müzayedelerde bugünün şartlarında bin ev değerine yakın bedellerle kendisine müşteriler buldu. Akıl gözde, göz maddede. Madde, madde, madde!Pırlanta kaplı, süslü saat: Zahiren mutantan...Oysa…Batını dolu olmalı, berekete sürüklemeli beşeri.Dönüp bakılmalı, aranmalı…Lakin saatin ruhu nerede aranmalı?Evet. Saatin ruhu altın devrini, saadet vaktini göstermesiyle Ferîd-i Kevn ü Zaman (sav) Efendimizin huzurunda yaşadı. Daha mekanik saatin arz-ı endam etmesine 700 sene varken yelkovan akrebin işaret ettiği tevhide yol aldı. Yelkovan simge, nübüvvete adım adım rıza-yı İlahi güzergahında. Saniye, semerat-ı ömrü biriktiren “secde” şuuruyla huzurda tıkırdandı, bir an bile zayi edilmedi.O an’lar ki kadranda zahir değildi. Saniyenin ardında rabian saklı idi: Define-misal… Hangisinde “rıza” makamının taltifi geleceği belli değil. An için saat perdeydi, sadece nabzın atışlarına eşlik eden sessiz bir “kelime-i şehadet” vardı. Hem öyle bir an ki ucu ucuna bağlı hazırlık şeridi, ölmeden evvel ölünüz emrine itaatin boyasıyla boyanmış. Vakit ceplerde, kollarda, duvarlarda değildi; kalblerde atıyordu. Dünya mezrasından ahirete tedarik taşınarak, “Yuhyi” isminin tecellisi unutulmadan. Her nefes son nefes bilinerek, “Mumit” isminin tecellisi göz ardı edilmeden. “Hay” ismiyle muktesid kalb için bir an’ın israfı düşünülebilir mi? Şimdilerde ise,Öldürülen vakitler var. Şükürsüzlükle... O asude bahar asrından uzak kışların kesafetli yükü altında, nimeti umursamazlıkla. Yaralı vakitler var. Sabırdan ırak... Başların kesrette sarhoşlaştığı, geçen zamana şikâyetlerle öndeki fırsatların kaçırıldığı. Of’larla gam bulutlarının insanın tepesine yükseldiği.Dar vakitler var. Acelecilikle basamaklardan düşülen… Dağılan miller, yaylar, zemberek misali her latife ayrı yerde. Ne kadar uzun çalsa da alarmlar, ne kadar yüksek çıksa da ses bekleyen dağılmayan bir gaflet uykusu. Peşi sıra koşulan çarklar dünyaya hizmetkâr.Sebep…Öldürmeye de yaralamaya da daraltmaya sebep:Saatlerimiz ahirete kurulu değil. Tik taklarla atan nabızdan “Hak!” inleyişi duyulmuyor. Gözler, dünyalıklarla maddeleşen, pahalılaşan maddi saat kalıbında takıl; akan zaman seline manalı hissiyat nüfuz edemiyor. Vakitlerimizden silinip kaybolan, yeşilin en güzel tonu… Saatin, saatten (isimden) ibaret kalışı…Hani…“İnsan düştüğü yerden kalkar.” denir ya. Aynı hakikat saadet asrının peşindeki bir yerlerde duraklayan ve çark eden vakit için de geçerlidir. Güzel hisler eczasından vakte merhem eylemeli. Her birisi diken gibi olan kötü huylar, vaktin bağrından kulluk ve iyi işlerle sökülmelidir. Sünnet-i seniyye denilen gül fidanı ile saatlerimize misk kokulu değerler aşılanmalıdır.An be an teyakkuzda seslenmelidir:“Ey nefis! Bil ki, dünkü gün senin elinden çıktı. Yarın ise, senin elinde sened yok ki, ona mâliksin (sahipsin). Öyle ise, hakiki ömrünü bulunduğun gün bil.”Allah’ım! Senin iznin ve yardımınla sabahladık ve akşamladık. Yine senin izin ve yardımınla yaşar ve ölürüz. Sonunda dönüş yalnız sanadır.

Hadîs-i Şerîf’lerde “boş vakit” tabirinden çokça bahsedildiği görülmektedir. Peki insanların genelde aldandığı bu “boş vakit” tabiriyle anlatılmak istenen nedir? Üzerinde biraz düşünüldüğünde anlaşılacaktır ki, uyku, yemek yeme, maişeti kazanma ve asıl önemlisi de farzları yerine getirme dışında kalan vakitlerimiz, boş vakit tabiriyle nitelendirilebilirler. Emekli olup çalışmayan birisi için maişeti kazanma kısmı çıkarılabilir. Ya da fazladan yapmak zorunda olduğu görevler bulunan kişiler için bu maddelere eklemeler yapılabilir. Ama sonuçta süresi kişiden kişiye değişse de herkesin az ya da çok belirli bir miktarda boş vakti bulunmaktadır. Bazen de mecburî olarak yapılan işler sırasında kişi, sadece belirli bir yerde beklemektedir. Aslında bu da bir anlamda boş vakit sayılabilir. İşte ahirette en çok hayıflanacağımız şeylerden birisi, bu arta kalan vakitlerimizi nasıl değerlendirdiğimiz olacaktır. Vakit geçirdik mi, yoksa vaktimizi değerlendirdik mi?İmam Gazali’nin İhya’sında şöyle bir kıssa vardır. Bir gün Hz. Cebrail (as), Hz. Nuh’a (as) gelerek: “Ey en uzun ömürlü peygamber, dünyayı nasıl buldun?” diye sormuş. Hz. Nuh (as): “İki kapısı olan bir ev gibi! Birinden girdim, diğerinden çıktım.” cevabını vermiştir. Hz. Nuh’un (as) yaşı için 950 veya 1300 gibi rakamlar verilmektedir. Bu kadar uzun bir ömrü yaşayan bir insanın bile hayatın nasıl geçtiğini anlamadan, sanki bir kapıdan girip, diğer kapıdan çıkmış gibi hissettirdiğini ifade etmesi, ömrün ortalama 70-80 yıl olduğu ahir zaman devri insanlarının durumlarını iyi analiz etmeleri gerektiğini anlamak için yeterlidir. Her ne kadar iletişim, haberleşme ve ulaşım imkânları, tarihteki en üst seviyesine çıkmış olsa da 70-80 yıllık bir ömür, aslında kısadır. Çünkü hayatın ilk yılları ve son yılları çoğu insan için verimsiz geçer. Geride gençlik ve orta yaşlılık döneminde en fazla 60 yıllık bir dönem kalır. Bu sürenin tamamının sağlıklı ve sorunsuz geçmesi de mümkün değildir. Tüm bunları çıkarınca geriye çok fazla bir zaman kalmıyor. Elimizde kalan bu az zamanı boşa geçirmek değil, değerlendirmek üzerine planlarımızı yapmamız gerektiği sonucuna varıyoruz. Vakit geçirelim derken, çok kıymetli zamanlarımızı heba ediyoruz. Ahiretin tarlası olan dünyada geçirdiğimiz süre, ebedî ve dünya büyüklüğünde bir toprağa sahip bir alanı kazanmak için bize verilmiştir. O sebeple o kadar değerli, o kadar önemlidir ki; dünyadaki hiçbir yatırım, iş, eğlence ve faaliyet için feda edilemez. “Zaten bir kere dünyaya geliyoruz. Onu da dolu dolu yaşayalım.” diyen birisinin zamanını daha çok dünyevî zevk ve eğlenceler peşinde değil, ahiretini kazanma faaliyetleri için kullanması daha akıllı bir davranıştır. İfadede geçtiği gibi ancak bir defa dünyaya geliyoruz. Bize tanınan bu hakkı doğru yolda kullanalım. Çünkü elimize başka bir fırsat geçmeyecek. Bilgisayar oyunlarında olduğu gibi tekrar tekrar bize hak verilmeyecek. Hayırlı yönde dolu dolu yaşamak gerekiyor. Bu anlatılanlardan hiç helal dairesindeki keyfi de yaşamayalım, anlamı çıkarılmamalıdır. Elbette o da lazımdır. Sonuçta robot değiliz. Ancak biz bu dünyaya rahat etmek için gelmedik. İ’lâ-yı kelîmetullah yolunda çalışmak için geldik. Tüm İslâm âlemi olarak her cihette ilerlemek, gelişmek ve bunları yaparken dünya-ahiret dengesini kurmak zorundayız. İslâm dünyasının inkişâfı, ehl-i küfrün, ehl-i dalâletin ve siyonistlerin karşısında ezilmemesi için çalışmak, mücadele etmek, hayatını buna göre programlamak, her Müslümanın temel görevlerindendir. Tarih gösteriyor ki; bu gayret içinde olanlar, dünyevî olarak da başarı sağlamışlardır. Ne zaman Müslümanlar kendi nefislerinin, kendi rahatlarının ve şahsî ikballerinin derdine düşmüşlerse, başarısız olmuşlardır. Buna karşılık İslâm’ın, Müslümanların derdine düşenler hem ahiretlerini hem de dünyalarını kazanmışlardır. Asr-ı Saâdet, Abbasîler, Endülüslüler, Gazneliler, Selçuklular, Babürlüler ve Osmanlılar dönemlerinde yaşananlar bu hakikate en güzel örnekleri oluştururlar.Asr-ı Saâdet’te önce Resûlullah Efendimizin (asm) döneminde, daha sonra Hulefâ-yı Râşidîn zamanında, Müslümanlar hiç durmadan ilerlediler. Öyle ki; Hz. Ömer (ra) zamanında o sıralarda dünyanın en büyük iki devletinden biri olan İran fethedildi. Daha sonra Kudüs ve Mısır da İslâm topraklarına dahil oldu. Bu hız, sonraki dönemlerde de devam etti. Tarık bin Ziyad 711’de İspanya’ya çıkıp, mücahidlerin fetih gerçekleştirmeden geri dönme ümitlerini kırmak için gemileri yaktırdı. Üç yıl gibi kısa bir sürede Fransa içlerine akınlar düzenleyebilecek hale gelindi ve tüm İspanya fethedildi. Bu başarılar, gelişmeler ve İslâmiyet’in bu kadar hızlı yayılması, boşa vakit geçirerek olmadı. O zaman fethettiğimiz bazı yerleri daha sonra kaybettiysek, vaktimizi olması gereken şekilde değerlendirmediğimiz içindir. Sultan 1. Murad, Kosova Meydanında şehid olurken; “Attan inmeyesüz!” dediğinde, ne zaman gayreti, cihadı, çalışmayı bırakırsak o zaman biteriz, geri çekiliriz, yeniliriz demek istemişti aslında. Gazze’deki çocuklara yardım edemiyorsak, İslâm toprakları siyonistler tarafından bombalanırken sesimizi çıkaramıyorsak, genç nesillerimizi birer dava adamı gibi yetiştiremiyorsak, tembelliğimizden, vaktimizin kıymetini bilmemekten ve asıl dertlerimizi umursamamamızdan ileri geliyor. Son olarak klasik bir söylem olsa da tekraren ifade etmek gerekir ki; vakit en değerli hazinedir. Bu dünyaya gelişimizin asıl amacını gerçekleştirebilmek için bize her gün verilen 24 altın kıymetindeki 24 saatimizi değerlendirip, 1000 altın kıymetine getirebilecek kıymetli işlerle uğraşmalıyız.

Zaman, insan hayatının en değerli varlığıdır. Ömür, bir avuç vakitten ibarettir. Her an ya bir hayra ya da boşluğa akar. İşte böylesine kıymetli bir akışa, akıl baliğ olduğumuz andan vefat edene kadar Rabbimiz, kulluğun mühürlerini vurmuştur: Neyle? Beş vakit namazla.Kur’ân-ı Kerîm’de bu hakikat şöyle bildirilir: “Muhakkak ki namaz, müminler üzerine vakitleri belirlenmiş bir farzdır.” (Nisâ, 103) Yani namaz, sadece farz oluşuyla değil, belirlenmiş vakitlerde kılınmasıyla da kulluk düzenini öğreten bir ibadettir. Her bir namaz vakti, bir yöneliş, bir duruş, bir arınma zamanıdır.Bediüzzaman Said Nursî, 9. Söz’de beş vakit namazı, günün farklı zamanlarına dağılan beş ayrı hâl ve beş ayrı düşünme fırsatı olarak değerlendirir. Ona göre her vakit, insanın hem iç dünyasında hem de dış âlemde farklı manzaralarla karşılaştığı bir andır:Sabah namazı, gece karanlığından aydınlığa geçişi simgeler. Hem kâinatta hem de insanın içinde bir dirilişi fısıldar. Öğle, dünyanın en hareketli, insanın en yoğun olduğu zamandır. Bu koşuşturma içinde Allah’ı hatırlamak, insanı gafletten korur. İkindi, günün eğilmeye başladığı, ömrün sonbaharını hatırlatan bir andır. Akşam, ışığın yerini tekrar karanlığa bırakmaya başladığı bir eşiği gösterir. Yatsı, geceyle gelen sessizlikte kulun Rabbine sığınmasıdır. Bediüzzaman, bu vakitlere karşılık olarak insan hayatındaki dönemlere de işaret eder. Sabah vakti, çocukluğu ve gençliği; öğle, hayatın ortasını; ikindi ve akşam ihtiyarlığı; yatsı ise ölümü ve kabir gecesini hatırlatır. Böylece namaz, insanı sadece Allah’a değil, aynı zamanda kendi faniliğine karşı da uyarır. Bu yönüyle namaz, hem bir ibadet hem de varoluşun idraki hâline gelir. Bediüzzaman’ın ifadesiyle, “Beş vakit namaz, beş mertebe-i tefekkürdür ki, insanı gafletten kurtarır.”İşte namazın bu vakitleri bize şunu öğretir: İbadet, insanın keyfine değil, zamanı yaratan Rabbe göre şekillenir. Namaz, zamanın akışı içinde Allah’la bağını koparmayan bir hayat tarzıdır. O yüzden namazı hayatının merkezine yerleştiren bir insan için zaman boşa geçmez; dünya bütün cazibesiyle de yüklense aldatamaz. Çünkü “Ben cinleri ve insanları, ancak bana ibadet etsinler diye yarattım.” (Zâriyât, 56) ayetiyle bilir ki vazifesi ibadettir. Ve bilir ki vakit geçmeden vakti değerlendirip, asıl hayatı kazanmak gerekir.Namaz, insanın zamanla bağını ibadetle şekillendirmesidir. Modern çağda insan zamanı yönetemez, zamanın peşinden sürüklenir. Oysa mümin namazla zamanı kontrol altına alır. Çünkü her vakit namaz, hayatın akışına dur deyip kalbi ebediyete çeviren bir çağrıdır. Nefsi terbiye eder, kalbi arındırır, aklı secdeye yani itaate davet eder. Bediüzzaman bu durumu şöyle anlatır: “Namazda ruhun, kalbin, aklın büyük bir rahatı vardır. Çünkü insanın yaratılışı, yüce makamlara, sonsuz gerçeklere, ebedî mutluluğa yöneliktir.” Namaz, bu yönelişi her gün beş defa tazeleyen bir eğitimdir.Namaz, cemiyet hayatına da vakit şuuru ve birlikte hareket etme şuuru kazandırır. Camilerde okunan ezanla şehirler aynı anda Allah’a yönelir. Bu sadece bir ibadet çağrısı değil, bir ümmetin diri kalma işaretidir. Hz. Peygamber (sav) şöyle buyurur: “Şu üç şey varken, bir kavme Allah azap etmez: Biri namaz kılmak, biri istiğfar etmek, biri de sabah akşam Allah’ı zikretmek.” Namaz; ferdi, aileyi ve toplumu ahlak, bilinç ve merhamet üzere inşa eden bir temel taşı gibidir. Vakitli oluşu ise bu taşın etrafına düzen ve denge getirir.Beş vakit namaz, sadece bir ibadet değil; insan için nefsi terbiye eden bir eğitim, toplum için birlik sağlayan bir zamanlama, kalp için huzur, hayat için anlamdır. Bu kadar kıymetli bir ibadeti küçümseyen, vakti de, kendini de, Rabbini de ıskalamış olur.Onun için vakit geçirmekle zaman kaybetmeyelim, vakti değerlendirelim.

Ömür, saniye saniye eksilen bir sermayedir. Onu nasıl harcadığımız, kim olduğumuzu belirler. İnsan bu sermayeyi neye yatırırsa, sonunda da onun meyvesini toplar. Kimi kalıcı bir hayra yönelir, kimi ise farkında olmadan ebedi bir zarara doğru sürüklenir.Bugün insanların çoğu, zamanlarını Allah için nasıl değerlendirecekleri konusunda ya cahildir – yani bu yolda ne yapacağını bilmez hâlde kalmıştır; ya gafildir – bilse de umursamazlık perdesine bürünmüştür; ya da nefsin tuzaklarına düşmüş, anlık hazların peşinde tükenmektedir. Oysa zaman ne boşluk kabul eder ne de erteleme. Nitekim Kur’an’da “Asra yemin olsun ki insan, ziyandadır” (Asr Suresi) buyrularak, zamanın ne büyük bir hakikat olduğu vurgulanmış ve onunla yüzleşmeyenlerin zarar içinde olduğu bildirilmiştir.Bu sebepledir ki mezhep imamları, müçtehitler ve manevî önderler, sadece ibadetlerin nasıl yapılacağı konusunda değil, bu ibadetlerin zamanla ilişkisi noktasında da bizi yönlendirmiştir. Onlar, Kur’an ve Hadislerden hareketle vakit disiplini kazandırmaya çalışmış, zamanın fıkhını öğretmişlerdir. Zira ibadet, vakitle sınırlıdır; namazın vakti, orucun zamanı, hac mevsimi, Kur’an okumanın, zikrin ve tefekkürün vakitleri vardır. Bu vakitleri değerlendiremeyen, aslında hayatı da değerlendiremiyor demektir.Her günün sabahında, kalbi Allah’a döndürmek için zikir; akşamında, hesaba çekilmeden önce kendini muhasebe için tefekkür; gün içinde, dilin boş şeylerle oyalanmaması adına tesbihat ve salavat… Bunların her biri hem birer ruh terbiyesi hem de zamanın bereketle dolması için bir reçetedir. Vird, okuma, dua, ilimle meşguliyet... Tüm bu fiiller, zamanı Allah için harcamanın yollarıdır.Ama insan çoğu zaman bu hakikati ihmal eder. İşte bu tuzağa düşmüş insanın hâlini anlatan ve Risale-i Nur’da Yedinci Söz’de geçen temsilî fakat hakikî bir kıssa vardır:Zaman Tuzağına Düşen Askerin TemsiliBir zaman bir asker, harbin ortasında, iki yandan derin yaralarla yaralanmış, arkasında saldırmak için bekleyen bir aslan, önünde ise sevdiklerini tek tek yutan bir darağacıyla baş başa kalmış. Üstelik bu hâliyle, sürgün gibi uzun bir yolculuğa çıkmak zorunda. İşte tam o çaresizlik içinde, sağ tarafından bir hayırhâh, Hızır gibi bir zât yaklaşır ve der ki:“Ümitsizliğe düşme! Sana iki tılsım, iki ilaç, bir bilet vereceğim. Onlarla bu aslan bineğin olur, darağacı salıncağa döner, yaraların güle döner, yolculuğun kolaylaşır.”Fakat bu nebevî çarelerin karşısına, solundan çıkan ayartıcı bir figür dikilir. Renkli sözler, cazip görüntüler, nefsanî çağrılarla onu ikna etmeye çalışır:“Bırak tılsımı, at o ilaçları. Gel, keyfimize bakalım. Bu bahar mevsiminde yol mu tutulurmuş?”İnsan aldanır. Tıpkı bu asker gibi. Fakat o anda ilahi ikaz gibi bir ses gelir:“Eğer elinde önümdeki bu felâketleri giderecek bir gücün varsa, yap göster. Yoksa sus, defol, git!”İşte bu temsilî hikâye, çağımız insanının da durumudur. Herkes bu asker gibidir. Yaralıyız: Günahlarla, yanlış tercihlerle... Peşimizde ölüm var, önümüzde ahiret. Şükür ki hâlâ vakit varken bize uzatılmış tılsımlar, ilaçlar ve biletler de var: Zikir, tefekkür, tesbihat, ibadet, dua ve Kur’an… Bunlar insanı hem dünyevî bunalımlardan hem de ebedî felâketlerden kurtaracak reçetelerdir.Fakat şeytan ve nefis boş durmaz. Her an dijital gösteriler, anlık hazlar, sonsuz erteleme hissi, aldatıcı meşguliyetler ile bizi bu hakikatten uzaklaştırır. Zamanı harcarken, aslında kendi ömrümüzü tükettiğimizi unuturuz.Bu yüzden vakit, sadece iş ve dünya için değil, kurtuluş için, tefekkür için, kendimizi Allah’a yaklaştırmak için vardır. Unutmayalım ki:Zaman, Allah’ın bize emanet ettiği en kıymetli sermayedir. Onu nasıl harcadığımız, sadece kim olduğumuzu değil; nerede öleceğimizi ve nerede dirileceğimizi de belirler.

Ahmet Haşim’in “Müslüman Saati” yazısı, zaman kavramına yalnızca edebî bir nazarla değil, insanın ruhî ve hayatî bütünlüğünü etkileyen derin bir bakışla yaklaşır. Bugün modern psikoloji, “anda kalmak”, “zaman farkındalığı” ve “tükenmişlik” gibi kavramlarla bu meseleyi bilimsel düzlemde ele alırken, İslam dini ise yüzyıllardır insanı zamanla ilişkisinde dengeye ve hikmete çağırır. Haşim’in yazısı, bu iki dünyanın kesiştiği yerden yükselen bir ses gibidir adeta.Zamanla kurulan ilişki, insanın varoluş biçimini belirler. Batılı modern saat anlayışı, zamanı küçültür, parçalara böler, mekanikleştirir. Oysa Müslüman saati, güneşin hareketiyle şekillenen, ezanla anlam kazanan ve beş vakit namazla ruhî bir ritme kavuşan bir zaman idrakidir. Kur’an-ı Kerim, zamanı sadece bir akış olarak değil, bir yemin konusu yaparak bize onun ne kadar kıymetli olduğunu bildirir: “Asra andolsun ki insan gerçekten ziyan içindedir.” (Asr Suresi, 1-2) Bu ayet, zamanın boşa geçirildiğinde sadece bir kayıp değil, bir ziyan ve hüsran vesilesi olduğunu vurgular.Haşim’in Müslüman saati anlayışı, tam da bu idrakin edebî bir ifadesidir. Onun nazarında vakit, dakikaların değil duyguların, anlamların ve ibretlerin ölçüsüyle kıymet kazanır. Modern psikoloji ise bu yaklaşımı bugün “bilinçli farkındalık” (mindfulness) olarak tanımlar. Anda kalamayan, geçmişin yüküyle ve geleceğin kaygısıyla sıkışmış kişi, ruh sağlığını da zamanla kaybeder. Oysa vakti ezanın ritmiyle yaşayan bir insan, günün her bölümünü manevi bir farkındalıkla yaşar.Peygamber Efendimiz (sav), zaman nimetinin farkında olunmadığında insanın ne kadar büyük bir kayıpta olduğunu şöyle bildirir: “İki nimet vardır ki insanların çoğu onların kıymetini bilmez: Sağlık ve boş vakit.” (Buhârî, Rikak 1) Bu hadis-i şerif, günümüz insanının en çok şikâyet ettiği tükenmişlik hâline de ışık tutar. Zira zamanın kıymeti bilinmediğinde, boş vakit ya anlamsız bir tüketim alanına ya da derin bir iç boşluğa dönüşür. İnsan, yapacak çok şeyi olduğu halde bir türlü “yaşamış” gibi hissedemez. Çünkü hayat, sadece dolu bir takvimle değil; dolu bir kalple anlam kazanır.Kur’an’da geçen “O hâlde boş kaldığında hemen (başka bir işe) koyul ve yalnız Rabbine yönel” (İnşirah, 7-8) ayeti, boşluk ve meşguliyet arasındaki manevi dengeyi gösterir. Yani vakti boşlukla değil, ibadetle, tefekkürle, hizmetle değerlendirmek gerekir. Müslüman saati de tam olarak bunu teklif eder: Gün doğduğunda kalbin de uyanması, öğlen geldiğinde zihnin berraklaşması, ikindide muhasebe yapılması, akşamda içe dönülmesi, yatsıda teslimiyetle günün kapanması… Beş vakit namazın sadece bir ibadet değil, aynı zamanda insan psikolojisine uygun şekilde günün akışını düzenleyen bir şifa çizelgesi oluşu da burada anlam kazanır.Günümüz yaşantısı, insanı sürekli daha hızlı olmaya zorlar. Zaman artık bir nimet değil, bir rakip gibidir. Her saniye verim beklentisiyle ölçülür. Ancak bu hız, insanı manevi olarak yavaşlatır, köreltir. İşte bu nedenle modern psikoloji, “slow living” yani yavaş ve bilinçli yaşam felsefesini teklif etmeye başladı. Tıpkı Ahmet Haşim’in bir asır önce savunduğu gibi… Müslüman saati, zamanla yarışmayı değil, zamanla ahenk kurmayı teklif eder. Bu ahenk, aynı zamanda Kur’an’ın ve Sünnet’in öğrettiği hayat ritmidir.Zamanın sahibi olduğumuzu sanmak, bizi kibirli ve kontrol saplantılı şahıslara dönüştürür. Oysa Kur’an şöyle der: “Şüphesiz ki biz, sizi boşuna yarattığımızı ve bize dönmeyeceğinizi mi sandınız?” (Mü’minûn, 115) Bu ayet, hayatın anlamını kaybeden -modern- insana, yaşamanın sırf üretmek, koşmak, tüketmek olmadığını; ancak bir gaye, bir yöneliş ve kulluk çizgisiyle gerçek anlamına kavuşacağını hatırlatır. Zaman, bize ait değil; bize verilen bir emanettir. Bu şuurda yaşanan bir gün, mekanik takvimlerle bölünmüş yüzlerce günden daha değerlidir.Bugün dijitalleşme, insanın zamanla ilişkisini daha da yapaylaştırdı. Saat artık sadece kolumuzda değil; cebimizde, bileğimizde, ekranlarımızda, her yerde… Ama ironik bir şekilde, bu kadar saatle kuşatılmış çağın insanı, zamanın ruhunu en çok yitiren varlık hâline geldi. Ezanın vakti hatırlatan sesi yerini bildirim seslerine bıraktı. Gölgenin uzamasından vakit anlamayı unuttuk. Güneşin batışı artık sadece bir filtreli fotoğraf anlamına geliyor. Oysa gölgeyle, ışıkla, rüzgarla, ezanla ve tefekkürle hissedilen zaman; insanı yalnızca yaşatmaz, inşa da eder.Nihayetinde Ahmet Haşim’in Müslüman Saati yazısı, geçmişi özleyen bir nostalji değil; bugünü sorgulayan ve geleceğe yön çizen bir vakit manifestosudur. Bu yazı, zamanı yalnızca ölçmeye değil, yaşamaya çağırır. Modern psikoloji, ruh sağlığı için insana bilinçli farkındalık öneriyor; İslam ise asırlardır ezanla, namazla, sabırla, şükürle zaman farkındalığını zaten yaşatıyor. Ve en nihayetinde Haşim’in bize fısıldadığı şey şu: Zamanın tik takına değil, kalbin ritmine kulak ver.Çünkü vakit, sadece birimlerle değil; anlamla ölçülür.

Zamanın akışıyla insan hayatı arasında güçlü bir bağ vardır. Her gün doğar, gün biter; mevsimler değişir, hayat ilerler. Bu ritim, sadece tabiatın değil, insan ruhunun da ahengidir. İşte namaz vakitleri, bu ahengi koruyan ve düzenleyen ilahi bir zaman cetvelidir. Her biri bir dönüşüme işaret eder, her biri insanı yerle gök arasında yeniden konumlandırır.Günümüzde insanlar zamana karşı yarışır hale gelmiş, sabah uyanmak bir stres, akşam uyuyamamak ise ayrı bir buhran olmuştur. İşte bu zaman bunalımının ortasında namaz, insana hem iç dengeyi sağlayan hem de topluma düzen sunan bir rahmet kapısıdır. Sabah, öğle, ikindi, akşam ve yatsı… Bu beş vakitlik duraklar, insanın yavaşlamasını, düşünmesini, nefes almasını ve yeniden toparlanmasını sağlar.Zaman yönetimi derslerinde anlatılan meşhur bir hikâye vardır: Bir eğitimci büyük bir kavanoza önce büyük taşları yerleştirir, sonra küçük çakıl taşlarını, ardından kum ve en sonunda suyu... Dersin sonunda öğrencilere şu soruyu sorar: “Hayatınızın büyük taşları neler? Kavanoza önce onları mı koyuyorsunuz, yoksa önemsiz ayrıntılarla dolu bir günün sonunda, asıl önemli olanları dışarıda mı bırakıyorsunuz?”Namaz da hayatın büyük taşlarıdır. Eğer onu günün başına, ortasına, sonuna yerleştirmezseniz; e-postalar, toplantılar, sosyal medya, haberler, koşturmacalar kum ve su gibi doldurur hayatınızı ve ne zihninizde ne kalbinizde o büyük taşa yer kalır. Oysa Bediüzzaman Said Nursî’nin ifadesiyle “Namaz, insanın en yüksek gayesi olan ubudiyetin özü; en büyük neticesi olan ebedî saadetin anahtarıdır.”Bediüzzaman Hazretleri Dokuzuncu Sözde günün beş vakte ayrılmasının hikmetini ve insan ve topluma faydasını şu şekilde anlatmaktadır.Fecir Vakti: Hayata Hazırlık ve Zihin Temizliği. Sabah namazı, yeni bir günün kapısını açarken ruhu da arındırır. Günün ilk saatlerinde insanın zihni en berrak hâlindedir. Modern psikoloji, sabah saatlerinin öğrenme ve üretkenlik için en verimli zaman olduğunu söyler. Namazla başlayan bir sabah, zihni organize eder, bedeni disipline sokar, kalbi rahmete bağlar. Bu yönüyle sabah namazı sadece bir ibadet değil, ruhun ve bedenin güne hazırlanmasıdır.Öğle Vakti: Gün Ortasında Durmak ve Nefes Almak. İş, okul, telaş ve koşuşturma… Öğle saatleri genelde hayatın hızlandığı bir zaman dilimidir. İşte bu hızın ortasında namaz, bir mola, bir duruş, bir kendine dönüş olur. Psikolojik olarak gün ortasında yapılan kısa molalar, verimliliği artırır, stres düzeyini düşürür. Namaz, sadece Allah’a yönelme değil, aynı zamanda insanın koşuşturma içerisinde kaybolmaktan kurtulup kendine dönme vaktidir.İkindi Vakti: Günü Değerlendirme ve Şükür Zamanı. Gün yavaş yavaş sona yaklaşırken, insan da sabahki enerjisini tüketmiş olur. İkindi vakti, hem fizikî ve hem de zihnî olarak bir yorgunluğun başladığı andır. Bu vakitte kılınan namaz, günü değerlendirme ve kendini toparlama imkânı sunar. Günün muhasebesi yapılır, kalan zaman için niyet yenilenir. Psikolojik olarak da bu vakit, kişinin kendine dönüp akıl, kalp ve ruh ritmini yeniden ayarlayabileceği bir fırsattır.Akşam Vakti: Vefaya ve Geçiciliğe Dair Farkındalık. Güneşin batışı, insan için vedadır. Sevdiklerimizle geçirdiğimiz anların da, kazançların da, zamanın da geçici olduğunu hatırlatır. Akşam namazı bu geçiciliğe karşı, kalıcı olana yönelmenin adıdır. İnsan, faniliği fark ettikçe sonsuz olanı arar. Bu da hem psikolojik bir olgunluk hem de manevî bir derinlik getirir. Aileyle birlikte eda edilen akşam namazları, ailevi bağları da güçlendirir.Yatsı Vakti: Gecenin Huzuru ve Uykuya Hazırlık. Yatsı namazı, günün kapanışıdır. Günün son uğraşı, son kelimesi, son duruşudur. Modern psikolojide sağlıklı bir uyku öncesi yapılan ritüellerin, zihni ve bedeni rahatlattığı bilinir. Yatsı namazı, bu yönüyle insanı günün yorgunluğundan arındırır, uykuya hem huzurla hem de dua ile geçmesini sağlar. Bu sadece şahsi değil, aile huzuru için de önemli bir katkıdır.Toplumsal Açıdan Namaz Vakitlerinin Faydaları Beş vakit namaz, toplumu ritmik bir düzene sokar. Herkesin belirli zamanlarda aynı hareketi yapması, aynı yöne yönelmesi, ortak bir bilinç oluşturur. Camiler etrafında şekillenen bu düzen, mahalle kültürünü diri tutar, insanları bir araya getirir, selamlaşmayı, dayanışmayı artırır. Sabah namazı buluşmaları, cuma öncesi öğle namazı sohbetleri, bayram sabahlarının neşesi… Bunların hepsi bir toplumun dokusunu besler.Ayrıca, namaz vakitlerine göre ayarlanmış bir hayat, zamanı öldürmekten kurtarır. Zamanın kıymetini bilir, saatlerle değil, değerlerle yaşar insan. Ve en önemlisi: Zamanın Rabbi ile randevusunu unutmayan bir toplum, kaybolmaz, dağılmaz, savrulmaz.Namaz vakitleriyle şekillenen bir toplum düzeni, saatlerle değil, hakikatlerle yaşayan bir toplumun adıdır. Ve bu toplumda insan, zamanın kölesi değil; zamanın anlamını bilen bir kul olur.

Bu satırları yazarken hâlâ o günkü sahne gözümün önünden gitmiyor. Mahallemizin köşe başındaki o eski büfe… İçinde, gözlerimin içine utangaçlıkla bakan Sinan Abi… Bir doktor olarak nice hastalık gördüm ama o gün gördüğüm şey, sadece bedeni değil, kalbi de yoran bir yaraydı. O yaraya merhem olmak için aczimi şefaatçi yapıp Risale-i Nur’dan medet aradım. Tek silahım zihnimdeki Kur’an hakikatleri idi.Bu yazıda anlatacaklarım bir kurgu değil; bizzat yaşadığım, tanık olduğum, hatta bir parçası olduğum bir dönüşüm hikâyesi…O gün, eve geçerken ekmek almak için mahalledeki o eski büfeye uğramıştım. Büfenin önünde toplanmış birkaç genç dikkatimi çekti. Ellerinde büfeden satın aldıkları açık sigaralar… Tanıdık bir görüntü. Ama asıl tanıdık olan, içeride tezgâhın arkasında duran Sinan Abi’ydi.Göz göze geldiğimizde her şey çözüldü aslında. Utangaç bir bakış… Sanki gözleriyle “Anladın değil mi?” diyordu. Anlamıştım. Çok şey söylüyordu o bakış.İçeri girdim. Konu derin, söz ağırdı ama ses tonumu yumuşak tutmalıydım. Dostça başladım:“Selamünaleyküm Sinan Abi. Hayırdır, gençler böyle sıraya girmiş!”Sinan Abi savunmaya geçmişti bile:“Ne yapayım Celal Hocam… Bir biz değil herkes satıyor. Öyle ya da böyle bir yerden satın alırlar. Genç bunlar… Tutamazsın…”O an, hep duyduğum ama her seferinde içimi acıtan bir cümle daha duymuş oldum: “Zaten herkes yapıyor.”“Evet, gençlik öyle işte. Acelecidir, kolay etkilenir. Fakat Sinan Abi, ‘herkes yapıyor’ diye yapılan yanlış şey doğru olmaz ki. Haksızlık, genel alışkanlık haline gelirse hak mı olur?” “Diyelim ki şu karşı mağazada bir yağma başladı. Herkes içeri dalıp ne bulduysa alıyor. Sana da ‘Gel, herkes giriyor zaten’ diyorlar. Gider misin?”“Estağfirullah! Bize yakışır mı hiç, olur mu öyle şey!”“Peki, senin büfen yağmalansa ve tanıdık birisi çıksa ‘Ne yapayım abi, herkes alıyordu’ dese… Ne hissedersin?” Bir anda gözleri yere indi. İçini burkan bir sessizlik çöktü büfeye.O an anladım ki vicdanı hâlâ diri. O zaman kelimeler tesir ederdi.Dedim ki:“Sinan Abi, şu an bu gençlerin bedenleri, ruhları sessizce yağmalanıyor. Görünmüyor belki ama çok daha derin bir yıkım bu. Onlara birer sigara değil, birer alışkanlık, birer zayıflık, birer tehlike satıyorsun. Bu vebalin yükü ağır. Toplumda yaygın olan her şey doğru değildir. Ne kadar çok yaygın ama yanlış fikir ve davranışlar var bu asırda. Akabinde Kur’an’dan bir ayetin mealini okudum ona:”‘Onlar bir kötülük yaptıkları zaman: “Babalarımızı bu yolda bulduk, Allah da bize bunu emretti.” derler. De ki: Allah kötülüğü emretmez.’ (A’râf, 7/28)Şimdi sana soruyorum Sinan Abi:Bu satışla o gençlerin bedenine zarar, ruhuna leke bulaşsa, vicdanın razı olur mu? Hem dünyevi olarak da kaç kuruş kâr olacak ki? Ekmek gibi su gibi temiz şeyler satsan ya…”Sinan abi mahcup bir eda ile:“Hocam… Vallahi hiç böyle düşünmemiştim. Haklısın. Ben onlara kıyamam. Benim de çocuğum var…”Sinan’ın gözleri doldu.İşte o an, kelimelerin silaha değil şefkate dönüşebildiği o kıymetli anlardan biriydi. Raftaki açık sigaraları elleriyle topladı, çöpe attı. Ve sadece sigaraları değil; belki de onlarca gencin geleceğini de kurtardı o gün.“Bitti. Bu iş burada bitti. Allah razı olsun. Bundan sonra asla bu illeti satmayacağım hocam.”Gülümsedim. Onun bu cümlesi, bana bir doktor olarak bin reçeteye bedeldi.Sevinçle dedim ki:“Bazı dönüşümler sessizdir Sinan Abi… Ama yankısı nesiller sürer…Allah senden razı olsun.”Bu yazıyı okuyan genç kardeşim, bil ki senin de mahallende bir “Sinan Abi” olabilir. Belki bir büfede, belki başka bir dükkânda… Belki de bir okul kantininde. Toplumu düzeltmek için kürsülere, afişlere, büyük unvanlara ihtiyaç yok. Bazen bir tebessüm, bazen bir cümle, bazen de sadece vicdanla yapılan bir konuşma yeter.Unutmamalı ki bir yanlışın önünü almak, büyük değişim ve dönüşüme kapı açar. Allah hak ve hakikat yolunda yar ve yardımcımız olsun.

Şartları yerine getirilmiş makbul bir tövbe, her mümin için vaciptir. Yani mutlaka yerine getirilmesi gereken dinî bir vazifedir. Eğer bir kimse günahlarının bir kısmından tövbe ederse, ehl-i sünnete göre kişinin bu kısmî tövbesi makbuldür; yani tövbe ettiği günahlar affedilir, diğerleri ise ayrıca tövbe edinceye kadar zimmetinde kalmaya devam eder.(İmam Nevevî, Riyâzü’s-Sâlihîn Terc., Bâb-ı Tevbe)Tövbe, vacip niteliğinde bir dinî vazife olduğuna göre, Allah katında geçerli olacak bir tövbenin nasıl olması gerektiğini öğrenip uygulamaya koymak da mühim bir vazife olarak karşımıza çıkıyor. Resûl-i Ekrem Efendimiz (sav) bir hadis-i şeriflerinde, “Pişmanlık tövbedir.” buyurmuşlardır.Sahih bir tövbenin üç şartı vardır ki bunlar:1. İslâm şeriatına aykırı işler yapmış olmaktan dolayı pişmanlık duymak,2. Bahusus, tövbe ettiği günahı veya günahları derhal terk etmek,3. Tövbe ettiği günahların yanında, bu günahların benzerlerini dahi yapmamaya azmetmek.Eskiden işlediği bir günahı daha sonra işlemeye gücü yetmeyen bir kimsenin, o günaha benzer olup her zaman işleyebileceği fenalıklardan da sakınması, tövbesindeki samimiyetin bir göstergesi olacaktır. Örneğin, gençliğinde zinaya bulaşmış bir kimsenin yaşlandığında bu günahtan dolayı pişmanlık duymasındaki samimiyeti ancak; nefsin şehvetleri arasında olup, ölünceye kadar insanın peşini bırakmayan müstehcen konuşmak, yalan söylemek, gıybet etmek, namahreme bakmak ve benzeri günahlardan uzak durması ve pişmanlık göstermesiyle tamamlanmış olur.Makbul bir tövbe için bu şartların muhakkak yerine getirilmesi elzemdir. Âlimlere göre hadis-i şerifte geçen “Nedamet tövbedir” ifadesi, “Tövbenin büyük ve önemli bir kısmını pişmanlık teşkil eder.” manasına gelir. Nitekim Resûlullah Efendimiz (sav), “Hac, Arafat’ta vakfeye durmaktır.” buyurmuşlardır ki “Haccın en büyük rüknü Arafat’ta vakfeye durmaktır” anlamına gelir. Yoksa haccın Arafat’ta vakfeye durmaktan başka rüknü yoktur demek değildir.Aynı şekilde, “Nedamet tövbedir.” hadis-i şerifi de “Tövbenin en büyük rüknü nedamettir.” manasına gelir. Ehl-i hakikat, hakiki tövbenin gerçekleşmesinde nedameti kâfi görmüşlerdir. Çünkü diğer iki rükün nedametin peşinden gelir, ona tâbidir. Şu muhakkak ki pişmanlığın olduğu yerde diğer şartların da bulunması zorunludur; başka türlü olamaz, demişlerdir. (Kuşeyrî Risalesi Terc., s. 227-228)Buraya kadarki açıklamalardan anlaşılıyor ki gerçek tövbe yolculuğuna açılan ilk ve en önemli kapı, pişmanlıktır. Binaenaleyh, kalpte günahlara ve isyankârlığa karşı bir nefret ve pişmanlık duygusunun oluşturulması, gerçek tövbe yolculuğunda atılacak ilk ve en önemli adım olacaktır. Önce bunu gerçekleştirmenin çaresine bakmak gerekiyor. Peki, bunun için ne yapmalı?Öncelikle, tövbe yoluyla zimmetten düşürülmeyen ve kişiyle birlikte kabre giren günahların sebep olduğu dünyevî-uhrevî felaketleri gözünün önüne getirmelidir. Düşünmeli ki, aklı başında olan kimse için günahların dünyada verdikleri zarar ve sıkıntılar bile onlardan sakınıp korunmak ve temizlenmek için yeterli sebeptir. Çünkü günahlar, zehirli bal gibidir. Geçici tadına aldanarak onu yemeyi akıl nasıl kabul etmiyorsa, günah ve isyanları da aynı şekilde kabul etmemek gerekir.Sefahat yolunda giden insanların yaşadıkları gizli-açık pişmanlık ve perişanlıkları her zaman görmek ve duymak mümkündür. Günahların dünyada verdiği acılar, ölüm acılarıyla ve kabir azabıyla artarak devam eder. Ahirette ise en korkunç boyutlarıyla insanın karşısına çıkar. Ayet-i kerimelerde mealen şöyle buyurulur:“Şüphesiz Zakkum ağacı, günahkârların yiyeceğidir. Tıpkı erimiş madenler ve kaynar su gibi karınlarında kaynar. (Allah zebanilere emreder:) Onu yakalayın da cehennemin ortasına sürükleyin. Sonra başına azap olarak kaynar su dökün ve deyin ki: ‘Tat bakalım! Çünkü sen kendince üstündün, şerefliydin!’ İşte bu azap, şüphelenip durduğunuz şeydir.” (Duhân Sûresi, 43-50)Hadis-i şerifte de şöyle buyurulur:“Cehennemliklerin azapça en hafif olanı o kimsedir ki, ayak oyuklarına bir kor konulur da onun etkisiyle beyni kaynar. Hiç kimse, kendisi kadar şiddetli azap içinde olduğunu hatırına getirmez. Hâlbuki o, azap görenlerin en hafifidir.” (Riyâzü’s-Sâlihîn Terc., cilt: 1, s. 434)Yine düşünmeli ki insan, dünyadayken takriben 150 milyon kilometre uzaklıktaki güneşin hararetine bile bazen zor dayanır. İşbu güneş, Mikdat (ra)’dan rivayet olunan bir hadis-i şerife göre, kıyamet gününde halka bir mil kalıncaya kadar yaklaştırılır. İnsanlar amellerine göre ter içinde kalırlar. Ter, bazılarının topuklarına, bazılarının kuşak yerlerine, bazılarının da ağızlarına ve kulaklarına kadar çıkar. İnsanlar adeta ter denizine daldırılır. (Riyâzü’s-Sâlihîn Terc., c. 1, s. 437)Şimdi düşünelim: 35-40 derecelik bir sıcaklık karşısında bunalan aciz insan, mahşerde güneşin bir mil kalıncaya kadar yaklaşmasına nasıl dayanacak? Bir sineğin üzerinde dolaşmasından rahatsız olan naçiz insan, ateşten yaratılmış deve boynu kalınlığındaki yılanların saldırısına nasıl katlanacak? Bir karıncanın ısırmasından eza duyan nazik Âdemoğlu, katır büyüklüğündeki akreplerin sokmasına nasıl dayanacak? (Minhâcü’l-Âbidîn Terc., s. 185)Bunun yanı sıra:“Canların isteyeceği ve gözlerin hoşlanacağı ne varsa hepsi orada (Cennet’te) mevcuttur. Siz de orada devamlı olarak kalacaksınız.” (Zuhruf Sûresi, 71. âyet) mealindeki ayet-i kerimede en veciz şekilde tasvir edilen, Efendimiz (sav)’in ifadesiyle gözlerin görmediği, kulakların işitmediği, akılların hayal bile edemediği muazzam nimetlerle dopdolu olan ve Bediüzzaman Hazretlerinin, ehl-i keşfin tespitine bağlı olarak tanımladığı üzere “dünyanın bin sene mes’ûdâne hayatı, Cennet’in bir saatine mukabil gelmeyen” o Cennet’ten ve onun sonsuz nimetlerinden mahrumiyet de söz konusudur.İmam-ı Gazali’nin dediği gibi, cehenneme mahkûm olan kişi, birbirinden ağır iki dehşetli musibete maruz kalmaktadır:1. Cehennemin pek acı ve şiddetli azaplarına mahkûmiyet,2. Cennet’ten ve ebedî nimetlerden mahrumiyet.İşte bütün bu musibet ve felaketlerin günahlar sebebiyle olduğunu düşünmek, kalpte günahlara karşı ciddi bir nefret hissi uyandıracaktır. Bu nefret, geçmiş günahlar hakkında pişmanlığa; gelecekteki muhtemel günahlara karşı da sakınma ve uzak durma azmine dönüşecektir.Bu azim ve kararlılıkla birlikte, bir günaha düşüldüğünde kalpte pişmanlık ateşi tutuşacak; bu pişmanlık, tövbenin diğer şartlarını da beraberinde getirerek kişiyi nihai hedefle buluşturacaktır ki bu hedef, Allah’ın sevgisini de beraberinde getiren gerçek tövbekârlıktır.

Bazı insanlar vardır ki, zamanın akışını sadece saatle değil, kalbin ritmiyle ölçer. Onlar için bir gün, kaç saat sürdüğüyle değil; kaç satır yazıldığı, kaç gönül aydınlatıldığı, ne kadar hizmet edildiğiyle anlam kazanır. İşte Hüsrev Efendi böyle bir insandı.Üstadı Bediüzzaman Hazretlerinin mektubunda yorgunluğundan bahsetmesi üzerine verdiği cevap, onun vakte ve hizmete bakışını en net şekilde gösterir:“Evet, bazen yoruluyorum. Fakat yorgunluktan istirahati arzu eden nefsimi, ruhum vazifeye davet ediyor. Ve belki bugünkü çalışmam günahlarıma kefaret olur, diyorum. Bu düşünceyle şevk ve sevinçle ilerliyorum. Yazılarımın Üstadımı memnun etmesi ise bu halimi kat kat artırıyor.”Bu cümle, yalnızca bir fedakârlık ifadesi değil, aynı zamanda imanla beslenen bir zaman felsefesidir. Hüsrev Efendi için yorgunluk, nefsin bir talebi; vazife ise ruhun çağrısıdır. Bu çağrıyı duyan insan, dinlenmeyi hizmetin içinde bulur.Onun için kalemi hiç susmazdı. Çünkü o biliyordu ki:“İhlasla yazılan her satır, sadece mürekkep değil; bir dua, bir sadaka, bir kurtuluş vesilesidir.”Zamanı böyle kullanan biri için yorgunluk, bir engel değil; şevke dönüşen bir duraktır. Yazdıkça yorulmaz, yoruldukça yazmak isterdi. Çünkü hizmetin arkasında rahmet olduğunu görmüştü. Bu yüzden vazifesini sadece bir görev değil, bir kefaret, bir teşekkür ve bir duruş olarak görüyordu.Üstadı onun için şöyle demişti:“Ben Hüsrev’imi bir şehre değişmem.” Çünkü bu azimli talebe, zamanı ilmek ilmek işleyerek, iman hakikatlerini satırlardan kalplere nakşetmişti.Ve bugün bize düşen, onun bu vakit anlayışını sadece anlatmak değil, yaşamaya niyet etmek. Çünkü her çağın Hüsrev’leri, zamanı kalbiyle duyanlardan çıkar.

Evlenmek mi önemli, evlilik mi? Gösterişli bir düğün mü değerli, yoksa huzurlu bir başlangıç mı?Bugün memleketin dört bir yanında gençler evlenmek istiyor; ama karşılarına “düğün” adı altında dev bir duvar örülüyor. Bu duvar, sadece maddî yüklerden değil, toplumun dayattığı ezberler ve psikolojik baskılarla da örülmüş durumda.Çoğu zaman nişanlı bir genç şöyle sesleniyor:“Evlilik kolay, ama düğün imkânsız.”Çünkü evliliğin önüne geçmesi gereken merasim, yerini bir şov ve rekabet alanına bırakmış. Bu alanı besleyen ise çok tanıdık bazı cümleler:“Millet ne der?”“Benim oğlumun/kızımın düğünü geri kalmasın.”“Ömürde bir kere oluyor, gösterişli olsun.”“Kardeşiminkinden aşağı olmaz.”Oysa bütün bu sözler, sadece birer ifade değil; binlerce genci daha hayatın başında borca, kıyas stresine ve hayal kırıklığına iten toplumsal baskı biçimidir.Bu Uyarı Yeni Değil: 100 Yıl Önceden Ses VarBu mesele ne bugüne ne bugünkü nesle ait. 1921 yılında Beyanü’l-Hak dergisinde yayımlanan bir belgede, köy köy gezen bir müfettişin gözlemleri aktarılır: Savaşın yorgun bıraktığı Anadolu’da evlilik çağındaki gençler, evlenememektedir. Sebep: Köylere kadar yayılan zararlı düğün âdetleri. Masraf yapılmadan, gösteriş olmadan düğün yapılamamaktadır.O gün bu israfa “âdet” deniyordu, bugün “konsept”. Ama sonuç değişmedi: Evlilik yine zor, yuva yine geç kuruluyor ya da kurulamıyor.Aynı dönemde Sırat-ı Müstakim dergisinde yayımlanan bir başka yazıda, daha da derin bir tespit var: Toplum, düğünlerdeki gösterişe ve kadının aile içindeki yerinden uzaklaştırılmasına göz yumarak, hem ahlaki hem iktisadi bir çöküşe doğru sürüklenmektedir. Yazıda geçen şu cümle dün olduğu gibi bu gün de caridir:“Zevcine nim-merbut (yarı bağlı) olan kadın, artık aileden çok dışarının estetiğiyle meşguldür. Güzellik pudrasıyla, manto markasıyla ilgilenirken, altı aylık bebeğini unutmaktadır.”Yani mesele sadece düğünle de sınırlı değildir; mesele, hayatın yönünü değiştiren eğilimlerin başladığı andır.Peygamberimizin Düğünü: Sadeliğin Taçlandığı GünOysa bize bir örnek bırakıldı. Hem de en sade, en samimi, en sadeleştirici haliyle… Hz. Fâtıma’nın düğününde çeyiz birkaç eşyadan ibaretti. Yastık, kadife, su tulumu… Ama bu düğün, sahabelerin diliyle şöyle övüldü: “Fâtıma’nın düğününden daha güzeline rastlamadık.”Çünkü mesele gösteriş değil, gönül idi. Çünkü mesele fotoğraf değil, dua idi. Çünkü mesele “kim ne giymiş” değil, kim nasıl niyet etmişti.Bugün de sorulması gereken soru budur: Evlenmek mi önemli, evlilik mi? Gösterişli bir düğün mü değerli, yoksa huzurlu bir başlangıç mı? Eğer cevabımız hâlâ “millet ne der” ekseninde kalıyorsa, milletin bakışı için yapılan bir düğün; evliliğin ömrünü kısaltabilir.Bu Kültürel ve Kapitalist Ezberden Nasıl Çıkılır?Çözüm basittir ama cesaret ister: Ezberleri kırmak. Bunun için:“Bir daha mı evleneceğiz?” yerine “İnşallah bir ömür sürecek evlilik kuruyoruz” denilmeli.“Millet ne der?” yerine “Allah ne der?” ölçüsü öne alınmalı.Aileler, çocuklarının ömür başlangıcını lüksle değil; dua, tevazu ve sadelikle taçlandırmalı.Belediyeler, vakıflar ve medya, sade düğün modellerini teşvik etmeli.Din adamları ve kanaat önderleri, israf ve gösterişin dinî ve ahlaki boyutlarını hatırlatmalı.Çünkü bu sadece şahsi bir tercih değil; toplum için bir istikamet meselesidir. Evliliği zorlaştırmak; yalnızlığı, zinayı, boşanmayı ve güvensizliği artırmak demektir.Evliliği Kolaylaştırmak, Toplumu SağlamlaştırmaktırBugün sade düğün yapan aileler hâlâ toplumda “yoksulluk işareti” gibi algılanıyor. Oysa gerçek yoksulluk;İsrafla borçlanan,Gösterişle birbirini ezen,Aileyi gösteri salonuna çeviren anlayıştadır.Toplumlar düğünle değil, evlilikle ayakta kalır. İsrafla değil, irade ile büyür. Gösteriyle değil, şükürle sağlamlaşır. Bugün bu şuuru kuşanmak, sadece bir tasarruf meselesi değil; bir milletin istikbalini yeniden inşa etme iradesidir.

“Hayrı da şerri de yaratan Allah’tır. Biz neyi istersek Allah onu yaratır, dedin. Allah’ın iyi şeyleri yaratmasını anlıyorum. Fakat kötülükleri, şerleri, çirkinlikleri yaratmasını anlayamadım! Biraz izah edebilir misin?”Arkadaşlarını çok iyi dinliyordu. Dinledikçe sorularına cevap bulmanın rahatlığını yaşıyordu. Satır aralarında dikkatini çeken ifadelerin göz ardı edilmesini de istemiyordu. Konuşma sırasında bir ara, “Hayrı da şerri de yaratan Allah’tır. Biz neyi istersek Allah onu yaratır, dedin. Allah’ın iyi şeyleri yaratmasını anlıyorum. Fakat kötülükleri, şerleri, çirkinlikleri yaratmasını anlayamadım! Biraz izah edebilir misin?” dedi. Peki. Sana bir öğrencinin hayatından bahsedeceğim. Bu öğrenci, bağımlı olduğu iletişim araçlarından dolayı ders çalışmayı hiç sevmiyor. Sadece dersi mi? Çalışmayı, bir iş yapmayı da sevmiyor. Annesinden babasından aldığı harçlıkla geçinip gideceğini zannediyor. Ailesi de her isteğini yerine getiriyor. Böylece narsist ve hedonist bir kişi oluyor. Artık o eleştirilemez, eşi bulunmaz, merhamet yoksunu, herkesi ve her şeyi kendisi için kullanmaktan çekinmez biridir. Herkesi ve her şeyi hor ve hakir görürken herkesten saygı beklemektedir. Derken, zaman su gibi akıp gider. Harçlıklar isteklerine yetmez olur. Üstelik çevresindeki arkadaşları artık iş güç sahibi olmuşlardır. Evlenmişler, çoluk çocuğa karışmışlardır. Birçoğunun evi ve arabası bile vardır. Bu genç onları gördükçe gıpta etmekte, tembellik günahının cezasını çok ağır ödemektedir. Hani ayette vardır ya, “Şüphesiz insan için, (kendi) çalıştığından başkası yoktur!”, işte onun da çalışmadığından dolayı elinde bir şey yoktur.Lakin onun dilinde bir “kader utansın!” sözüdür dillenip gitmekte, durmadan kaderden yakınmaktadır. Yakınmaya yakınmaktadır, fakat elinde fırsatlar varken işlediği tembellik günahını da düşünmeden edememektedir. Cüz-i iradesini, meylini ve enerjisini ah bir doğru kullanmış olsaydı. İradesini, sineklerin ısırması gibi zahmet veren ders çalışma zorluğundan kurtulmak için harcamasaydı. Belki de bugün kendisini yılanların içine düşmüş gibi hissetmeyecekti. Ah şu tembellik! Bu davranış yüzünden gururu nasıl da ayaklar altına alınıyordu. İş yok, aş yok, eş yok. İçinde bir kor, ateş gibi yakmakta, vicdanı gür bir seda ile haykırmakta, “Bunu sen istedin, hep haz odaklı yaşadın. Mesulsün, sorumlusun.”Şimdi dönelim meseleye. Öncelikle şunu belirteyim ki irademizi kullanmak, tıpkı asansör düğmesine basmak gibidir. Önümüzdeki onlarca düğmeden sadece birine basmak gibi... Sadece bir tercihte bulunarak isteğimizi belirtiriz, o kadar. Asansörü aşağıya veya yukarıya taşımak irademizin işi değildir. Asıl işi yapacak kudrettir. Kapısını çaldığımız kudretle isteğimiz gerçekleşir. İşte, bize verdiği cüz-i iradeyle, Rabbimizin külli iradesine yani her şeyi yaratacak kudretine müracaat ediyoruz. Elimizdeki sadece cüz-i irademizle gerçekleştirdiğimiz bir tercih hakkı, karar verme ve isteme hakkı… O kadar. Rabbimiz de bize, “Ey kulum, iradenle/ihtiyarınla hangi yolu istersen, seni o yolda götürürüm. Öyle ise mesuliyet sana aittir.” diyor.Teşbihte hata olmasın! Siz gücü hiçbir şeye yetmez bir çocuğu omuzunuza aldınız ve ona “Nereye gitmek istersen seni oraya götüreceğiz.” dediniz. O çocuk da yüksek bir dağa çıkmak istedi ve siz de götürdünüz. Çocuk üşüdü yahut düştü. Elbette “Sen istedin!” diyerek suçlayacaksınız. Üstüne belki bir de bir tokat vuracaksınız. İşte Cenab-ı Hak, hâkimlerin hâkimi olduğu için külli iradesiyle insanla alakalı bir şeyi yaratacağında kulun istemesini/iradesini şart yapmıştır. İmtihan dünyasında olduğumuz için de ne istersek yaratmaktadır. Kötülükleri, çirkinlikleri isteyenler için, iradesini o yönde kullananlar için de şerleri yaratmaktadır.Akıllı telefonlar sayesinde hem konuşma yapabilir hem de internete girebiliriz. Numarayı çevirmeden arkadaşımızla konuşabilir miyiz? Veya internete girmek için mutlaka arama motorundan bir sayfayı tıklamamız gerekmiyor mu? Bizim ekrana ufak bir dokunuşumuz koskoca uyduyu harekete geçirir. Eğer yanlış bir tık, tercih yapmışsak sorumluluk bize aittir. Mesela içkiye, kumara, zinaya özendiren sitelere girmek gibi... Eğer iyi bir tercihte bulunmuşsak iyilik bize yazılır. Mesela Kur’ân-ı Kerim dinlemek, ders çalışmak, küfür ve isyan içermeyen ilahi gibi müzikleri dinlemek, faydalı tartışma ve sohbet programları dinlemek gibi… Tercihimizle birlikte saliseler içinde istediğimiz sayfaya ulaşırız. Hatta evdeki ışığı söndürebilir, internet üzerinden akıllı fabrikanı görebilirsin. Bilmem anlatabildim mi? Lakin bütün bu olanlar, ekrana dokunduğumuz için olmaz. Dokunduğumuz ekranın ardındaki sistemin arkasında muazzam bir ilim, irade ve güç vardır. Eğer bu işleri kendi gücümüzle yapmaya kalksak o zaman bir devlet kadar zengin ve bütün bu teknolojik sistemleri yapacak kadar ilim, irade ve gücümüz olması gerekir. Ancak o zaman akıllı telefonun ekranına dokunarak iş yapabiliriz. Bu teknolojik sistemin ve yaptığı işlerin gerçekleşmesi külli iradeyi gösterir. Bizim ekrana dokunmamız ise cüz-i irademizi gösterir. Kâinat açısından bu olaya bakarsak Allah’ın her şeyi yaratması külli iradeyi, bizim isteklerimiz ise cüz-i iradeyi gösteriyor.

“Her şeyin arkasında Allah vardır. Görmesini bilirsen, her şeyde O’nun imzasını görürsün.” Bir damla suda, bir nefeste, bir gülün kokusunda, bir bebeğin gülüşünde... Hepsi sana “Bak!” der. “Beni değil, beni Yaratan’ı gör.”Etrafımızda, gözle görülmeyen, ağırlığı neredeyse yok hükmünde olan çoklukla hava zerreleri var… Gariptir ki, bu küçücük zerreler milyonlarca sesi aynı anda taşır. Hem de karıştırmadan, bozmadan, şive şive, kelime kelime… Bir mevlid okunurken İstanbul’da, aynı anda bir çocuğun kahkahası yankılanabilir Kahire’de. Aynı hava zerresi, ikisini de ve dahi ne kadar ses varsa hepsini birden taşır. Ne birini ötekine bulaştırır ne de birini diğerine unutturur. Fakat modern insan, bunu neredeyse hiç düşünmez. Sanki mesela radyoyu bir insan yapmış da mesele bitmiştir. Oysa radyonun içindeki küçük bir cihazın, milyarlarca ses dalgasını ayırt edip seçmesi, bir mucizenin dışa yansıması değil midir? Radyo sadece bir aracıdır; sesi alan, işleyen ve taşıyan asıl güç, her şeyi kuşatan bir ilim, bir irade ve bir kudrettir. Ve o kudret, Allah’a aittir.Felsefi bakış açısı, ne yazık ki çoğu zaman bu gerçeği görmezden gelir. Her şeyi, üstüne “sıradan” adlı kalın bir perde çekerek “alışılmışlık” sisinde kaybeder. Güneş doğar—sıradan der. Ağaçlar meyve verir—doğa kanunu der. Çocuk doğar, yürür, konuşur—biyolojik gelişim der. Olana bir isim takmakla her şeyi çözdüğünü zanneder. Oysa bunların her biri, başlı başına birer mucizedir. Düşünelim: Bir annenin sütü yavrusunun ihtiyacına göre şekillenir. Süt sadece gıda değildir; bazen ilaçtır, bazen bağışıklık koruyucusudur. Bu nasıl olur? Sütün içindeki kimyevi formülü bebek mi bilir, anne mi hesap eder? Hayır! Bu, ancak Allah’ın rahmetinin bir tecellisidir.Bir yaprak, güneşi görür ve fotosentez yapar; güneş ışığını şekere çevirir. Bunu hangi fabrika yapabilir? Bir damla su, toprakla birleşip bir çiçeği nasıl doğurur? Bir çekirdek, nasıl olur da bir ağaca dönüşür? Bütün bunlar, sonsuz ilim, kudret ve iradenin şahidi değil de nedir?Ama ne yazık ki felsefenin durduğu yerden bakan, bir çiçeğin yapraklarını sayar da o yaprağı bütün özellikleri ve güzellikleriyle yaratanı unutur. İki başlı bir hayvan doğsa şaşkınlıkla manşet yapar ama her gün milyarlarca kusursuz canlı doğar da kimse dönüp bakmaz.Kur’an’ın hikmeti ise işte bu perdenin arkasını gösterir. Der ki: “Her şeyin arkasında Allah vardır. Görmesini bilirsen, her şeyde O’nun imzasını görürsün.” Bir damla suda, bir nefeste, bir gülün kokusunda, bir bebeğin gülüşünde... Hepsi sana “Bak!” der. “Beni değil, beni Yaratan’ı gör.”Ve evet, insan konuşur ama sesi var eden, havayı sese uygun bir yol yapan, sesi kulakta duyulur hâle getiren kimdir? İnsan sadece ağzını açar, hepsi bu. Gerisi ona ait değildir. Sadece ‘istemekle’ yetinir. Yani cüz‘î bir kesb ile Rabbinden talepte bulunur. Allah ise o isteği kabul eder ve hikmeti iktiza ederse yaratır. Çünkü O, Semi’dir; duyar. O, Mucîb’dir; karşılık verir.Bugün radyoyu ve benzer iletişim araçlarını “icad ettik” sanıyoruz. Oysa sadece Allah’ın kurduğu düzenin küçük bir penceresini araladık. Gerçekten icat eden, her şeyi yaratan O’dur. Bize düşense hayretle bakmak, şükürle secde etmektir. Fiili dualarımızın neticesinde ihsan edilmiş olan şeyleri kendimizden bilerek benlik davasına girmek değil…

Geçmişten günümüze pek çok kültüre, sanata, topluluğa ev sahipliği yapmış olan Türk coğrafyası kendi sanatsal ve kültürel zenginliğini oluşturmuştur. Geçmişle günümüz arasında köprü kuran, eşsiz bir kültür mirası olan; dualı gömlek, tılsımlı gömlek adıyla da anılan şifalı gömlekler, 15. yüzyıldan 20. yüzyıl başlarına kadar sultanlar, hanedan ve diğer saray mensubu kişiler için yapılmış, genel olarak savaşa giderken kıyafetlerinin altına giyilen, kişileri kem göz ve nazardan, kaza, bela, keder gibi her türlü kötülükten koruduğuna, hastalara şifa verdiğine inanılan bir nevi cevşen veya muskadır. Şifalı gömlekler göz alıcı renk ve desenlere sahiptir. Belirlenen zamanlarda üzerine İslam alimlerinin uygun gördükleri sure ve dualar hattatlar tarafından yazılır, nakkaşlar tarafından da motif ve desenlerle süslenerek bezenirdi. Gömlekler üzerinde yazılar genellikle geometrik şekiller içine yazılır, bununla beraber bazen hiçbir geometrik bölünme olmadan düz satırlar halinde zemine yazıldığı da olurdu. Buna göre gömlek yüzeyine kare, dikdörtgen, baklava, daire, yarım daire, üçgen şekiller çiziliyor, içleri ayrıca kaidelere bölünerek içine vefk (rakamlar) ve cifir (harfler) yazılırdı. Ebced hesabına göre Arap alfabesindeki her harfin sayısal olarak bir değeri vardır. Harflerin dizilişine göre hesap edilerek Kur’ân’ın istenilen ayeti gizemli bir şekilde ifade edilmektedir. Gömlekler üzerinde vefk ve cifir’in dışında; Kur’ân ayetleri yer almaktır. Tılsımlı yazılımlarda; Fatiha suresi, ilk sure olması ve açıcı-açılış vasfı taşımasıyla en çok kullanılandır. Yasin suresi, okunmasının fazileti hakkında bazı hadisler bulunmasından ötürü, hastalara ve ölüm yatağındakilere okunmakla birlikte gömlekler üzerinde yer alır. Fetih suresi savaşa giderken, giyeni muzaffer kılması için, Ayet-el Kürsi türlü belalardan korunmak için, Felak suresi ruhsal, Nas suresi bedensel hastalıklar için kullanılır. Bu surelerin yazıldığı gömleklerin, giyeni evhamdan, kararsızlıktan koruduğuna da inanılır. Kehf suresi de kullanılan surelerdendir ve diğerleriyle beraber Kur’ân ayetlerinin yaklaşık 55 tanesinin gömleklere yazıldığı tespit edilmiştir. Bu gömleklerde Kur’ân surelerinden başka Esma-yı Hüsna, dört meleğin adı (Mikail, Cebrail, Azrail, İsrafil), Hz. Muhammed’in (s.a.v) hilye-i şerifi, nübüvvet mührü, Kaside-i Bürde, dualar ve yakarışlar yer alır. Kaside-i Bürde, Berberi asıllı Muhammed b. Said Büsiri’nin (M.1212-1296) felçli olduğu sırada Hz. Muhammed (s.a.v) için yazdığı 160 beyitlik bir kasidedir. Rivayete göre şair kasideyi yazdıktan sonra iyileşmiştir. Bu sebeple kasidenin iyi geldiğine inanılır. Gömlek üzerinde birden fazla yazı çeşidi kullanılmış ve yazının dekoratif özelliğinden yararlanılmıştır. Gömleklerde en çok kullanılan renkler başta siyah mürekkep olmak üzere mavi, kırmızı, yeşil, altın ve gümüş yaldızdır. Yüzey genellikle siyah veya kırmızı renkle cetvellenir, içleri kırmızı, mavi, yeşil renkli mürekkeple vefk ve cifirle doldurulurdu. Gömleklerin hazırlanmasında yazılar kadar bunları tamamlayıcı ve destekleyici unsur olan semboller, amblemler de önemlidir. Sembollerden en önemlileri başta Hz. Muhammed’in (s.a.v) ayak izi (Kadem-i Saadet) ve ayak giyimi (Nalın-ı Saadet) olmak üzere, kalp şeklindeki nübüvvet mührü, ok ve yayı sayılabilir. Şifalı gömleklerin halk arasında nüfuzlu ailelerde de yaygın bir kullanımı olduğu biliniyor. Bu yüzden eski ailelerde, dergâhlarda tılsımlı gömlekler bulunmaktaydı. Bunların bir kısmı yurt dışına dağılmış olup; müzelerde, özel koleksiyonlarda ve antikacılarda karşımıza çıkıyor. Eşsiz bir kültür mirası olan ve maalesef çok az sayıda kalan bu şifalı gömleklerin korunarak geçmişle geleceğimiz arasında köprü kurabilmesi niyazıyla...