203. Sayı: "Medine-i Medeniyet-i İnsaniye"Bu Sayıyı Satın Al
Konu resmiHakiki Medeniyet
Kültür ve Medeniyet

Medeniyet köken itibariyle medine kelimesi­ne dayanır. Medine ise lügatlerde, müdûn kö­künden türemekle yeryüzünün yerleşmeye uy­gun ve kale yapılan her yerine verilen isim ol­muştur. Bununla birlikte “şerefü’l-mekân bi’l-mekindir”. Yani mekânın şerefi orada yaşayanlardan gelir. Efendimiz (sav) hicrette, “zarar vermek, karış­tırmak, kötülemek, başa kakmak, bozmak” gi­bi anlamlara gelen serb kökünden türemiş Yes­rib’in ismini değiştirmiş ve hakiki medeniyete beşiklik edecek Medine ismini koymuş ve şöyle demişti: “Ben şehirleri yiyen (sakinlerinin eliyle pek çok yerin fethedildiği) bir şehre hicret etmekle emrolundum. Buna Yesrib diyorlar; burası Medine’dir. Medine, tıpkı körüğün cürufu ayırması gibi insanların kötülerini ayırıp defeder.”1 Medine Kur’an ile fethedilmiş, gönüllerin kapılarını Kur’an’a açmasıyla zorluktan kolaylığa, zarardan faydaya, bozmaktan imara yol açılmıştı. Medine artık Medine-i Münevvere olmuş, Allah (cc) Medine için “tabe (güzel, hoş)” demişti.2 Kur’an’ın getirdiği hükümlerle ifrat ve tefritten ayrılarak itidale ve dolayısıyla istikamete kavuşan insanlık, Muhammed Mustafa (sav)’in rehberliğinde kıyamete kadar sürecek yüksek medeniyetin ilk adımlarını atmıştı. Tarih boyunca ifrat ve tefritten uzak kalan ve hadd-i vasatı koruyan her kim olursa istikamette kalmış, gerek şeriatın koyduğu kurallar gerekse adatullah denilen kainatta cari kanunlara uymayan kim de varsa fasık olmakla hem kendi zarar görmüş hem de etrafına zarar vermiştir. On dokuzuncu yüzyıldan itibaren medeniyetin mim’i düşmüş Yesrib manasına savrularak deniyet kelimesiyle karşılanacak bir çerçeveye oturtulmuştu. Deniyet yani alçaklık, aşağılık… Bundan sonra mimsiz medeniyet kulakları rahatsız ederken, Akif de “tek dişi kalmış canavar” diyordu hazır medeniyet için. Zira Kur’an’la şereflenen medine-i medeniyetin temelinde hak, yardımlaşma, din ve vatan, ittifak ve tesanüd varken, hazır medeniyet bunların yerine kuvvet, çatışma, ırkçılık, nefsaniyet, bireysellik, haddi tecavüzü koymakla şirazeden çıkmış, dünyayı ifsad ve fesada vermiştir. Tarihe Asr-ı Saadet diye geçen ve insanlığı medine-i medeniyete taşıyan Kur’an ve Sünnet yeniden gündem ve güncelimiz olmazsa bu fesadın kalkması, istenen huzur ve saadetin gelmesi ihtimali yoktur. Çünkü hakiki medeniyet buradadır ve saadetin kaynağı bu iki mehazdır. Ben, İbn Haldun’un “Gayr-i memnunlar medeniyet kuramazlar” cümlesinden “şerefü’l-me­kân bi’l-mekindir” bağlamında şöyle anlamak istiyorum: Beden evinde mukim ve sakin olan ruh olmakla onun memnuniyeti şart! O da yukarıdaki iki mehaze tutunmak ve istikametle mümkün, ki sakin olduğumuz medinelerimiz medeniyetin şahikalarına uruc edebilsin… 1- Buhari, Fedailü’l-Medine 2; Müslim, Hacc 4882- Müslim, Hacc 491

Metin UÇAR 01 Ekim
Konu resmiTarihten Sayfalar
Tarih

İsmail Rumî Hazretleri (KS) ve Kadirîhane Şeyh İsmail Rumî Hazretleri, Kastamonu’nun Tosya İlçesine bağlı Bansa Köyünde dünyaya gelmiştir. İlk ciddî eğitimini Tosya’da aldı. Burada iken medrese tahsilinin yanı sıra Halvetî şeyhi Ahmed Efendi’nin tekkesinde manevî eğitimini alıyordu. Bu sıralarda bir rüya gördü. Rüyasında Gavs-ı Azam Abdülkadir Geylanî Hazretleri, Bağdat’a gitmesini istiyordu. Bunun üzerine yollara düştü ve Bağdat’ta Kadirî tarikatının merkezî tekkesine gitti. Tekkenin şeyhi Şerif Feyzullah Efendi ile görüştü. Kırk gün halvete çekilerek seyr-i sülûkunu tamamladı. Şerif Feyzullah Efendi’den izin alarak 300 dervişle birlikte Mısır’a gitti. Mısır’da Şeyh Ahmed bin Süleyman Rumî’den de icazet almıştır. İrşad faaliyetlerini İstanbul’da yapmayı düşünüyordu. Mısır’dan çıkması ve 1611’de İstanbul’a gelmesi arasındaki süreç müddetince Anadolu’nun ve Balkanlar’ın birçok yerinde Kadirî tekkelerinin kurulmasına vesile oldu. Bu şekilde kırk sekiz tekkenin kurulduğu ifade edilmektedir. Kadirîlik, İstanbul’a Şeyh İsmail Rumî tarafından getirilmiştir. Kurduğu tekke, Kadirî tekkelerinin merkezi konumundaydı. Yüzyıllar içinde İstanbul’da Kadirîhane dışında Kadirî tarikatının Rumiye koluna bağlı başka tekkeler de kurulmuştur. Şeyh İsmail Rumî’nin vefatından bir müddet sonra, Kadirîhane postuna oturan şeyhler Kadirîliğin Eşrefiye kolundan da icazet verme yetkisi almışladır. Bu sebeple tekkedeki şeyhler tarafından hem Rumiye hem de Eşrefiye kollarından icazet veriliyordu. 1 Ekim 692Hz. Abdullah bin Zübeyr bin Avvam (ra) şehid oldu Hz. Abdullah bin Zübeyr’in (ra) babası aşere-i mübeşşereden Hz. Zübeyr bin Avvâm (ra), annesi Hz. Ebû Bekir’in (ra) kızı Hz. Esmâ’dır (ra). Hicretin ikinci yılı zilkade ayında (Mayıs 624) Medine’de doğdu. Muhâcirînin Medine’de dünyaya gelen ilk çocuğu olması dolayısıyla doğumu büyük bir sevinç uyandırdı ve adı Peygamber Efendimiz (asm) tarafından konuldu. Birçok sefere katıldı. Hz. Osman (ra) tarafından Kur’ân-ı Kerîm’in çoğaltılması için oluşturulan heyette o da vardı. Kerbelâ faciasından sonra Yezîd’e karşı muhalefetin lideri haline geldi. İslâm dünyasının yarıya yakın kesiminde on yıl kadar halife olarak hüküm sürdü. Haccac-ı Zalim komutasındaki Emevî birlikleri tarafından 1 Ekim 692 tarihinde Mek­ke’de şehid edildi. Abâ­dile-i Seb’a’dan biriydi ve tefsirde söz sahibi olmasıyla öne çıkmıştı. Otuz üç Hadîs-i Şerîf rivayet etmiştir. 11 Ekim 1501İmam Suyûtî Hazretleri Câmiu’s-Sağîr adlı eserini  tamamladı Bedîüzzaman Hazretlerinin ifadesiyle yakaza halindeyken 70 defa Peygamber Efendimiz (asm) ile görüşen İmam Suyûtî Hazretleri, yetmiş bir hadis kitabını Cemʿu’l-Cevâmîʿ adıyla bir araya toplamaya başlamış, fakat buna ömrü yetmemiştir. El-Câmiu’s-Sağir, tamamlanamayan bu büyük eserin bir çeşit muhtasarıdır. Müellifin 11 Ekim 1501’de bitirdiği ve el- Câmiu’s-Sağir min Hadisi’l-Beşîri’n-Nezîr adını verdiği eser alfabetik olup hadisler genellikle kelimenin ilk iki harfine göre sıralanmış ve takip edilen metodun gereği olarak senedler alınmamıştır. Eserde kavlî hadisler bulunmakla beraber fiilî hadislere de küçük bir bölüm ayrılmıştır. Peygamber Efendimizin (asm) yasakladığı şeylere ayrılan bir bölümde ise “nehâ” fiiliyle başlayan hadisler nakledilmiştir. Umumiyetle bir veya birkaç cümlelik kısa hadislerden meydana gelen eser daha çok akaid, âdâb, tıp, tergib ve terhîb, ilim, dua ve zikir, tövbe ve istiğfar, şemâil ve fezâil konularına dairdir. 12 Ekim 1840Sultan II. Mahmud Türbesi açıldı Sultan II. Mahmud, 28 Haziran 1839’da vefat etmiş ve 1 Temmuz’da Divanyolu’ndaki Esmâ Sultan Sarayı’nın bahçesine defnedilerek üzerine bir çadır örtülmüştü. Sultan Abdülmecid’in iradesiyle 5 Temmuz 1839 tarihinde Abdülhalim Efendi tarafından Sultan II. Mahmud için Divanyolu’nda bir türbe inşasına başlanmıştır. Türbenin inşaatı 12 Ekim 1840’ta tamamlanmıştır. Caddeden avluya geçit veren kapısının üstündeki kitâbe, Yesârîzâde Mustafa İzzet tarafından yazılmıştır. Türbe sebil, odalar, çeşme ve hazîreden oluşan bir yapı manzumesi içinde düzenlenmiştir. Türbede toplam on sekiz sanduka mevcuttur. Burada gömülü olan bazı kişiler şunlardır: Sultan II. Mahmud, Sultan Abdülaziz, Sultan II. Abdülhamid, Bezmiâlem Vâlide Sultan (II. Mahmud’un eşi, Abdülmecid’in annesi), Esmâ Sultan, Atiye Sultan (II. Mahmud’un kızı), Hatice Sultan (II. Mahmud’un kızı), Sâliha Nâciye Hanım Sultan (II. Abdülhamid’in eşi), Dürrünev Kadın Sultan (Abdülaziz’in eşi), Yûsuf İzzeddin Efendi (Abdülaziz’in oğlu), Rebîa Eyüb Hanım (II. Abdülhamid’in torunu). Bahçesinde ise 140 kadar mezar vardır. 

Ahmed Said GÜNDÜZ 01 Ekim
Konu resmiMedeniyet Yüklü Nehirler
Kültür ve Medeniyet

Kültür, milletleri birbirinden ayırt eden ortak ürünler toplamıdır. Kültür bir nevi kimliktir ve insan elinden çıkma ne varsa onu ihtiva eder. Kuşaktan kuşağa aktarılarak binlerce yıl boyunca sahiplenilen ortak bir mirastır. Hayatı anlama ve anlamlandırma biçimi olarak da tanımlanabilir. Bir milletin kimliğidir, onu diğer milletlerden ayıran ve yüzyıllardır teraküm eden değerler bütünüdür.  Her milletin kendine has değerleri olmakla birlikte Batı’da teşekkül eden “kültür/medeniyet”, son yüzyıldan bu yana insanlığın ortak mirası olarak sunulmaktadır. Bu durum tüm insanlık için bir sorun olma­nın ötesinde milli bir beka sorunudur. Giyim, yeme-içme alış­kanlıkları, dil, edebiyat, şehir planlaması ve müzik gibi hayata dair daha birçok alanda Batı’nın imzasını taşıyan ürünler, “evrensel” adı altında kabul görmüş ve git gide yayılmıştır. Mesela bir köylünün başında gezdirmekte olduğu “kasket” Fransız kültürüne ait bir başlık olmaktan çoktan çıkmış ve Anadolu’nun, emekçi köylünün bir parçası oluvermiştir. “Fast food” ürünlerine bugün dün­yanın en otantik mekanlarında, kendine has geleneksel yemekleriyle meşhur olmuş mem­leketlerde bile rastlamak sı­ra­dan şeylerdendir artık. Medeniyet ve nehirler arasında ilginç bir münasebet vardır. Nice gümrah nehirler vardır ki yeryüzündeki medeniyetlere beşiklik yapmış, gürül gürül akan sularıyla türlü uygarlıkları besleyip büyütmüştür. Fırat ve Dicle Nehirleri arasında yeşeren Mezopotamya medeniyeti dünyanın ilk yerleşim yerlerindendir. Nil nehri Mısır’ı; Kızıl­ırmak, Yeşilırmak, Sakarya Anadolu’yu beslemiştir. Aras Nehri’nde su yerine binlerce yıllık Türk-İslam tarihi akar. Maveraünnehir, Türklerin İs­lam’la şereflenmesine şahit olmuş; bağ­­rında Buhari, Darimi, Ma­tu­­ri­­di, Ebu’l-leys Semerkandi gi­bi insanlığın yolunu aydınla­tan imamları yetiştirmiştir. Gümrah bir nehirdir medeni­yet, kıvrıla kıvrıla akan bir ırmaktır. İnsana ait maddi-manevi her şeyi sinesinde barındırır. Tıpkı bağrında balık, çakıl taşı ve yapraklarla var olan bir ırmak gibi... Irmağın var oluşun­daki en önemli şey ise hiç şüp­hesiz gökten rahmet olup inen “su”dur. Su, önüne çıkan her şeyi bünyesine katarak yol alır­ken büyür, zenginleşir ve güçlenir. Medeniyet/kültür ırmağının içinde yer alan malzemelerin neler olduğu sorusuna cevap olarak pek çok şey sayılabilir: din, dil, edebiyat, yeme-içme, giyim, müzik, davranışlar, gelenekler… Ancak bunlardan hangisinin “su” kadar değerli ve vazgeçilmez olduğu bakış açısına göre değişir. İngiliz şair Eliot, dinin kültürü besleyen bir kaynak olduğunu ifade eder. Ona göre “kültür, herhangi bir toplumun dininin vücut bulmuş şeklidir.”1 Din, sekülerleşme öncesi toplumlarda hayatın her alanına nüfuz eden bir müesseseydi. Hangi din olursa olsun sanat, hukuk, ge­lenek, müzik, yeme-içme, kı­yafet gibi pek çok alanda dinin kuralları toplumda cariydi ve kendini hissettiriyordu. Bu yüzden aynı dine mensup olan­ların ortak bir kültüre/me­deniyete sahip olduğu söyle­ne­bilir. Özellikle Orta Çağ’a baktığımızda milletlerin ayrı ayrı kültürlerinden değil “İslam medeniyeti” ve Hıristiyanlık ile bütünleşmiş, bugün “Batı medeniyeti” olarak adlandırılan “Roma medeniyeti”nden bahse­de­biliriz. Dolayısıyla Eliot’un ortaya koyduğu görüşten hareketle kültür/medeniyet ile din arasında hayati bir ilişkinin varlığı mümkün görünmektedir. Denilebilir ki her dinin bir medeniyeti olduğu gibi medeniyetlerin de dinleri vardır. Bu noktada “kültür” ve “mede­niyet” arasındaki kavramsal iliş­­ki de ele alınmalıdır. Üzerin­de henüz uzlaşılamayan bu iki kav­ram çoğu zaman birbirinin ye­ri­ne kullanılır. Cemil Meriç bu yüzden medeniyeti “muhte­vası, çağdan çağa, ülkeden ülkeye, yazardan yazara değişen kaypak ve karanlık kelime” olarak tanımlar. İngiliz ve Fransızların “civilisation” olarak adlandırdıkları kavram bizde “medeniyet” olarak karşılığını bulmuştur. Almanlar ise “civilisation” yerine “kultur” kelimesini tercih etmişlerdir. Aynı kavram alanında bulunan kültürün milli ve yerel, medeniyetin ise daha kapsayıcı ve evrensel olduğu söylenebilir. Bu iki kavram arasındaki fark şöyle de açıklanabilir: “Almanya’da kültür, halkın yaşadığı ve bildiği davranış tarzlarını dolayısı ile halkın sahip olduğu her şeyi ifade eder. Civilisation (medeniyet), Fransa ve İngiltere’de aristokratların sahip olduğu ne varsa onu ifade eder.”2 Medeniyet veya medenileşmek denildiğinde Ba­tı merkezli bir hayat tarzının an­la­şılmasının temelinde de kavramın Batı Avrupa aristokrasisi ile olan bağı yatmaktadır. Neyin medeni olup olmadığını belirleme yetkisini kendinde gören ve asla medeni olmayan Batı... Uygarlık, medeniyet, kültür, hars gibi terminolojik çeşitlilik içinde İbni Haldun’a ait olan “umran” kavramı taşıdığı anlam itibarı ile önemli bir yer işgal etmektedir. “Umran” yani ömürler… İnsan ömrüne sığan ve in­san ürünü olan her şey… Cemil Meriç, İbn Haldun’a göre ta­ri­hin iki anahtarı olduğunu ifa­de eder: “umran ve asabiyet. Umran bir kavmin yaptıklarının ve yarattıklarının bütünü, iç­ti­mâî ve dînî düzen, âdetler ve inançlar. Umran, târihi ve insanı bütün olarak ifâde eden bir kelime.”3 Bir başka açıdan bakıldığında medeniyet ırmağının suyu dildir. Dil, toplumsal bir antlaş­madır. Toplumu kuran bir bakıma dildir. Kültüre ait her ne var ise onu dilden ayrı düşünmek imkânsızdır. Kültür denilen ortak değerler sonraki kuşaklara dil aracılığı ile aktarılır. Tıpkı nehirlerin taşıdıkları malzemeleri yüzlerce kilometre uzağa götürmesi gibi dil de binlerce yıl öncesini günümüze taşır. Burada şu sorular akla gelmektedir: “Lisan”, bir ırmağın suyu kadar ehemmiyetliyse suyu temiz tutmak gerekmez mi? Su kirlenirse içindeki canlılar ve o sudan istifade edenler de bundan zarar görmez mi? Dil bilimciler tarafından canlı bir organizma olarak değerlendirilen dil üzerinde yersiz/yetkisiz müdahaleler elbette onu kirletmekte ve olumsuz sonuçları ortaya çıkarmaktadır. Özensizlik ve özenti de anne sütü kadar temiz olan dilimizin büyük iki düşmanıdır. Pek çok sahada olduğu gibi dilde de Batılılaşma özentisi Osmanlının son zamanlarından günümüze devam edip gidiyor. Pek çok kişi Türkçenin öz malı olan kelimelerin yerine kullanılan İngilizce kelimeleri artık kabullenmiş görünmekte. Kıyafetlerin üzerinde kimsenin anlamını bilmediği, merak da etmediği İngilizce yazıların yer alması gençler tarafından “havalı” bulunduğu için rağbet görüyor. İngilizce olan dükkân isimleri ve markaların müşteriler tarafından tercih edilmesi de bu kısır döngüyü devam ettiriyor. Özensizlik, özenti ve karışıp karıştıran eller sadece dili değil kültüre ait bütün unsurları tehdit ediyor. Batı; karakter olarak işgalci, zorba ve yıkıcı olduğundan dünya üzerinde tek dil ve tek medeniyet ütopyasına ulaşmak için herkesi zorla “medenileştirmek”(!) istiyor. Üstad’ın tabiriyle “mimsiz bir medeni­yet”… Onun bu arzusuna hizmet eden yani Batı’nın ilim ve fennini alırken topyekûn medeniyetine talip olanlar da kendi medeniyetleriyle kavgalı, aşağılık kompleksine kapılmış kimselerdir. Nuri Pakdil’in deyişiyle Batı’ya bakmaktan boy­nu tutulan kişiler… Bu nok­ta­­da son söz Bilge Kral Aliya İz­zet Begoviç’indir: “Bunu hiç unutma evlat. Batı hiçbir zaman medenî olmamıştır ve bugünkü refahı, devam edegelen sömürgeciliği; döktüğü kan, akıttığı gözyaşı ve çektir­diği acılar üzerine kuruludur.” 1- Kaplan, Mehmet. (2000). “Kültür ve Dil”. İstanbul: Dergâh Yayınları, s. 15.2- Görgün, Yahsin. (2020). “İslam-Batı İlişkileri Çerçevesinde Medeniyet Meselesi. İstanbul: Endülüs yay. S. 20.3- Meriç, Cemil. (2015). “Umrandan Uygarlığa”. İstanbul: İletişim Yayınları, s. 147.

Tarık ÇELİK 01 Ekim
Konu resmiKültür Senin Neyine…
Kültür ve Medeniyet

Kültür, batıdaki anlamlarıyla hayatın her tarafına yerleşmiş bir kelime. Çift sürüp ekip biçmek manasını içeren kelimeden başlayarak insanı zihni ve bedeni açıdan geliştirmek manasında her yerde yer bulmuştur kendisine. Kültür fizik hareketlerinden kültürlü genç olma ameliyesine kadar kapı aralamıştır. Sanayi devriminden sonra, batı insanının bakış açısıyla, toprağa, çeliğe, kâinata hükmetme üzerinden anlamlandırılmaya çalışılmıştır kültür kelimesi. Kültür, hakkında en çok konuşulan, nereye oturacağı tam anlaşılamayan, hakkında oldukça kafa yorulan, süreç ve çıktıları üzerinden en çok değerlendirilen/eleştirilen bir kelime/kavram olarak durmaktadır karşımızda. Özellikle gençler arasında ve onlar üzerinden çokça dillendirilen bir meseledir aynı zamanda... O vakit gelin, hep beraber bir yolculuğa çıkalım ve kültürün oturduğu yeri ve varması gereken noktayı beraberce tespite çalışalım. Nereden Gelir, Kimlerdendir Bu Kültür? Bu arayışta Cemil Meriç’in Kül­­türden İrfana kitabı elimi­zin altında olacak. Meriç bu ki­ta­bında şöyle bir değerlendirme­de bulunur: “Kültür kelimesi, bugünkü teknik ve antropolojik anlamıyla İngilizceye Tylor tarafından 1871’de yerleştirilmiştir. Bununla beraber İngiliz ve Amerikan sözlüklerine ancak elli yıl sonra girebilmiştir. Tylor ‘Medeniyet’ kelimesinden hoşlanmıyordu. Bazı tereddütlerden sonra Almancadan kültür kelimesini aldı. Almanya’da ke­lime, şimdi tartıştığımız mana­da kullanılıyordu. Fransa’da ise modern antropolojik manasıyla kültür, genel olarak yerleşmemiştir henüz. İlmî çevrelerde istenme­ye istenmeye kullanılmaktadır. Bu­nunla beraber “kültürel” sıfatı itibar görmektedir. Başka bir­çok batı dilleri, İspanyolcayla Rusça da dahil, kültür kelime­sini Almanca ve Amerikan İngilizcesinin kullandığı manada kullanırlar.” Ve şu ifadelerle bize bakar Meriç: “Demek ki kültür, Avrupa’nın uydurduğu bir mefhumdur. Bu uğursuz kelime, dilimize iki ayrı kaynaktan girmiş: Fransızca­dan, Amerikancadan. Fransızca kültürün Türkçe, aşağı yukarı, karşılığı, irfan: Amerikanca kültürün, medeniyet.” Peki, Nedir Bu Kültür? Amerikalı iki araştırmacı tarafından, o gün için, 161 manasının olduğu söylenen ve ağzımıza alır almaz kekremsi tat hissettiğimiz kültürün bir tanımı bakın şöyle yapılmış: “Dünyada kültürden daha kaypak mefhum tanımıyorum. Tah­lil edemezsiniz, çünkü unsurları sonsuz. Tasvir edemezsiniz, çünkü bir yerde durmaz. Manasını kelimelerle belirtmeye kalkıştınız mı, elinizle havayı tutmuş gibi olursunuz. Bakarsınız ki her yerde hava var, ama avuçlarınız bomboş…” Veya “Kültür, Batı’nın düşünce sefaletini belgeleyen kaypak, karanlık ve samimiyetsiz kelimelerden biridir. Tarımdan idmana, balıkçılıktan medeniyete kadar akla gelen ve gelmeyen düzinelerce mana. Kelime değil, bukalemun.”1 Şimdi de Pierre Emmanuel’in Fransa’da devrin Kültür Bakanı André Malraux’a yazdığı bir mektuptan bakalım kültüre: “Gerçek kültür, bir tutkudur. İnsana inanıştır, kendini insanlığın kaderinden sorumlu tutuştur. Bir sevgidir kültür. İnsanın kendi kendini fethidir. Dünya çapında bir hümanizmanın inşasıdır. Bugünü mazi ile zenginleştirmektir. Mazi ve istikbal ile. Toplum, kişinin bir ruhu olduğunu unutmuşa benziyor. Kişilere ferman dinleten, iktisadın şuursuz kanunları. İn­sanın tek değeri, ürettiği ve tükettiği; kendisi değil. Şehirde yaşamak bir işkence. Önünde iki kaçış var insanın. Biri televizyona kaçış, öteki gençlerin kaçışı: Terörizm. İnsanın kendi kendine soracağı geliyor: Kültürü kurtarmak için zengin ülkelerin yoksullaşması mı lâzım? Dileriz ki insanlar kültürü benimsesin ve insan tekrar ‘insanlaşsın’. Kültürden İrfana Kültür meselesine kitabında önemli bir alan ayıran ve tartışmaların neticesinde kendisine çıkarımlarda bulunan Cemil Meriç, bir parantez açar hayatına ve şöyle der: “Şimdiye kadar kültürün hizmetindeydim, şimdi eserlerimin ‘kültür’ cildi tamamlandı; bundan sonra ‘irfan’ cildi başlayacak ve kültürden çok irfanla uğraşmak istiyorum.” Bunun manasını da şu cümlelerinde buluruz: “Kültür irfana göre katı, fakir ve tek buudlu. İrfan, insanı insan yapan vasıfların bütünü. Yani hem ilim hem iman hem de edeb. Kültür, Homo Ekonomikus’un kanlı fetihlerini gizlemeye yarayan bir şal. İrfan dini ve dünyevi diye ikiye ayrılmaz. Yani her bütün gibi tecezzi kabul etmez. (...) İrfan Doğu’nun uzun zamandır aşinası olduğu bir idealdir. Batı kültürün vatanıdır; Doğu, irfanın.” Meriç’in yaptığı şu ikazı da hatırlayıp başta söylediğimiz konuya dönelim. “Emperyalizmler; tuzağa düşürmek istedikleri ülkeleri kendi kültürleriyle fethetmez; kültürsüzleştirerek, kültürsüzlüklerine inandırarak yok ederler.” Kültür Nereye Oturacak? Kültür, batıdaki anlamlarıyla hayatın her tarafına yerleşmiş bir kelime. Çift sürüp ekip biç­mek manasını içeren kelime­den başlayarak insanı zihni ve bedeni açıdan geliştirmek ma­nasında her yerde yer bulmuş­tur kendisine. Kültür fizik hareketlerinden kültürlü genç olma ameliyesine kadar kapı aralamıştır. Sanayi devriminden sonra, batı insanının bakış açı­sıyla, toprağa, çeliğe, kâinata hükmetme üzerinden anlamlandırılmaya çalışılmıştır kültür kelimesi. İnsanın tabiat üzerindeki ha­kimiyet değerlendirmelerinden insanın kendi kendini kontrol etmesiyle eş anlamlı olması arasında gidip gelmiştir. Kültürü yaşayış tarzı olarak görmekten, seçkinler zümresine has kılmaya kadar farklı fikirler ve bunlara bağlı olarak çalışmalar da devam edegelmiştir. İnsanlık için ilk dönem pasif ve alıcı olduğu, tabiattan aldıklarıyla hayatını devam ettirdiği, sonrasında ise yaşadığı çevreye etkin ve aktif bir güç olarak katıldığı söylenir. Bunun üzerinden de kültür oluşmaz, oluşturulur diye devam eder. İnsanın kendisine, her şeyi kendisinden bilerek bakmaya başladığı andan itibaren de iş çığırından çıkar. İnsanın kendisini tanımladığı bu anlayışla birlikte kültür ve diğer her şey de baskın olarak üretilecek ve dahi tüketimi planlanacaktır. Dolayısıyla kültür, bazılarının ürettiği, çoğunlukta olan bazılarının ise tükettiği bir malzeme görülmüştür. Tehlike de burada başlamıştır. Ki Cemil Meriç emperyalisteler için ne demişti, “Emperyalizmler; tuzağa düşürmek istedikleri ülkeleri kendi kültürleriyle fethetmez; kültürsüzleştirerek, kültürsüzlüklerine inandırarak yok ederler.” Dolayısıyla boşalttıkları yer, on­­larınki ile dolar... Kültür ve Biz Günümüzde kullanımda olan kültür kelimesinin hala oturduğu pek çok yer var, kültür mantarı dahil. Biz konuya irfan üzerinden bakarsak, öncelikle kendimize ulaşırız. Çünkü her şey manasını insanın kendisinde bulur. Bunun için de insanın kendisini bulması, bilmesi, tanıması gerekmektedir. Zira herkes dış alemi kendi gözlük rengiyle görmeye mahkumdur. İrfanın marifetle -nüanslar ol­sa da- yakın olduğunu söyler İslam Ansiklopedisi. Marifetin tamamlandığı yer, marife­tul­lah­­tır. Marifet-i Sani ise in­sa­nın kendisini bilmesiyle başlar. Ki bundan dolayı Ebû Saîd el-Har­râz cümleyi, “Nefsini bil­me­­yen Rabbini bilemez” şek­lin­de kurmuştur. Yani kâinatı tanıma ve anlama bilgisi de, Allah’ı tanıma da insana verilen sıfatları yani kendisini tanımasına bağlıdır. Dış tanımlamalara açık hale gelmek, kendini kaybetmek anlamına gelir. Bunu çok kültürlendim cümleleriyle falan da kurtaramayız. Önce Kendimiz Olmalıyız Dolayısıyla etrafımızda olup bi­­­tenlerden, dünyayı tanımaktan, geçmişten gelen bilginin üze­­rine koyarak daha ileriye git­­mekten elbette vaz geçmeye­ceğiz. Fakat bunları yaparken per­gelin ayağını kendimizden ve kendimize ait birikimden çekmeyeceğiz. Kültür tarihi dersleri okuyabiliriz, tarih kültürüne sahip olabiliriz ama Anadolu’ya ancak Anadolu irfanıyla bakabiliriz mesela. Doğu, irfanın memleketi diyordu Meriç. Anadolu irfanından istifade edemeyen Batı’nın kültürel emperyalizminden kurtulamaz. Zira yine Meriç’in ifade ettiği gibi, önce kendi irfanından sıyrılır, sonra bambaşka birisi oluverir. Sözleri Pierre Emmanuel’in şu cümlesiyle tamamlayalım: “Dileriz ki insanlar kültürü (irfanı) benimsesin ve insan tekrar insanlaşsın.” 1- Cemil Meriç, Kültürden İrfana, s. 31

Metin UÇAR 01 Ekim
Konu resmiİnsan, Kültür ve Medeniyet İlişkisi
Kültür ve Medeniyet

Kültür ve medeniyet kavramları kimi zaman aynı anlamda kullanılsa da aralarında bazı fark­­lılıklar vardır. Mesela, bir mil­letin ortaya koyduğu kültü­rel kazanımlara bilim, sanat ve teknoloji sahasındaki te­rak­ki­yâ­tı da eklenince medeniyet ha­lini almaktadır.  Kültür kelimesi, bir milletin inanç, fikir, sanat, âdet ve geleneklerinin, maddî ve manevi değerlerinin bütününü ifade ederken medeniyet ise, bir millet ve toplumun maddî, manevi varlığına âit üstün niteliklerden, değerlerden, fikir ve sanat hayatındaki çalışmalardan, ilim, teknik, sanayi, ticaret vb. sahalardaki nimetlerden yararlanarak ulaştığı bolluk, rahatlık ve güvenlik içindeki hayat tarzı ve yaşama biçimi olarak tanımlanmıştır.1 Kültür ve medeniyetin özünde, temelinde insan vardır. İnsan ihtiyacı nispetinde bir ara­yış içerisine girer ve terakki eder. Tarih boyunca insanoğlunun ihtiyaçları, medeniyeti, teknolojik gelişmeyi ve ilerlemeyi sağlamıştır. Bu noktada Rabbimiz, ihtiyaç hissi vasıtasıyla toplumlara ilerleme yolunu açmıştır. Hususen açlık ihtiyacını karşılamak üzere tarlada ekip biçmek, bağda, bahçede ürün yetiştirmek, sanat ve ticaret ile insanı şu dünya etrafında pervane yapmıştır. Ta ki insanlar, şu dünyayı  yakıp yıkmak yerine ihtiyaçlarını temin etmek için dünyayı imar ettikleri gibi ondan istifade etsinler. İnsanların ihtiyaçları, medeni­ye­tin gelişmesine adeta üstad­lık yapmıştır. Mesela, yaya olarak günlerce, haftalarca süren  yol­cu­luklardan kurtulmak için çok şiddetli ve umumi bir ihtiyaç vardı. Bu durum, insanları arayışla fili duaya sevk ederek önce at arabalarının, daha sonra otomobil ve trenlerin ih­san edilmesine sebep oldu. Fa­­kat yolculuk konusunda ihtiyaç sona ermemiş, arayış devam et­miş ve uçaklar keşfedilmiştir. Şu an bir gün geçmeden dünya­nın her tarafına uçaklarla ulaşmak mümkündür. Bunun gibi diğer bütün keşiflerin altında aynı şekilde ihtiyaçların bulunduğunu görebiliriz. Demek “kudret-i Fâtıra, ihtiyaç ile, hususan açlık ihtiyacıyla, başta insan, bütün hayvanâtı gemlendirip nizâma sokmuş. Hem âlemi herc ü mercden halâs edip, hem ihtiyacı medeniyete üstâd ederek terakkıyâtı te’mîn etmiştir.”2 Kültür ve medeniyeti inşa eden, etkileyen ve ondan etkilenen ana unsur insandır. İnsanların örf, adet ve gelenekleri yakın çev­reden uzak çevreye doğru bir et­kileşim sergiler. Ulaşım ve iletişim araçlarının hızlı gelişimiyle birlikte bu kültürel etkileşim de hız kazanmıştır. Bu anlamda güzelliklerin yayılmasına zemin hazır olduğu gibi kötülüklerin yayılmasına da -maalesef- mevcut zemin oldukça müsaittir. Kültür ve medeniyet kavramları kimi zaman aynı anlamda kullanılsa da aralarında bazı fark­­lılıklar vardır. Mesela, bir mil­letin ortaya koyduğu kültü­rel kazanımlara bilim, sanat ve teknoloji sahasındaki te­rak­ki­yâ­tı da eklenince medeniyet ha­lini almaktadır. İlim, teknik, sanayi ve ticaret sahalarındaki gelişmişlik ve üstünlük nispetinde de diğer milletlere numune olmaktadır. Ancak sanayi inkılabıyla yıldızı parlayan Avrupa, bâtıl inanç sistemi ve zâlim, sömürgeci anlayışı sebebiyle günümüzde özellikle Afrika ülkelerinden kovulmaktadır. Hâlbuki Avrupa’nın sefih medeniyetine kıyasla İslam Medeniyeti, kuvvete değil hakka dayanır, hedefi menfaat değil fazilettir, hayat prensibi rekabet değil muavenettir, ırkçılığı değil din kardeşliğini esas alır ve gayesi nefsin tatmini değil aksine nefsi dizginleyerek ruhu yüceltmektir. Böylece iki cihan saadetini temin etmektir. Her toplumun nesilden nesile aktardığı kendine ait değerleri vardır. Bu değerlerin tarihî arka planı ve günümüz dünyasındaki geçerliliği nispetinde etkisi ve sürekliliği söz konusudur. Örneğin, Türk kültürü ile Fars (İran) kültürü iki kadîm medeniyete ait tarihî derinliği olan kültürel değerleri ifade etmektedir. Türklerle Farisîlerin kültürel ilişkileri daha çok iki milletin İslâmiyet’i kabul etmeleriyle başlamıştır. Türkler bu dönemde Orta Asya’dan batıya doğru akın ederek Farisîlerle karşılaştılar. Bu karşılaşma her iki kültürü de derin bir şekilde etkilemiştir. Mesela, Abdest, namaz, oruç gibi dilimizde kullandığımız Farsça asıllı kelimeler ile bin yıl boyunca yazımızda kullandığımız pe, çe, je ve kâf-ı farisî gibi harfler bu etkileşime küçük bir örnektir. Dil ve yazıdan başka sanattan mimarîye varıncaya kadar bu örnekleri çoğaltmak mümkün­dür. Zira coğrafî yakınlığın et­­ki­­sinin yanı sıra tevhid di­ni İslam’ın birleştirici özelliği, farklı kültürlere sahip iki halkı sanat alanında da benzer estetik anlayışa sevk etmiştir. İki farklı kültür arasındaki değişmez müşterek payda İslam’ın getirdiği ölçüler olmuştur. Hâsılı kültür ve medeniyet, mer­­kezinde insan olan, birbiriyle etkileşim içerisinde, iç içe kav­ramlardır. İnsanoğlunun kar­­­şılaştığı ihtiyaçların sevkiyle medeniyette sürekli ilerleme kay­dedilmiştir. İnsan âciz bir var­lık olduğuna göre ve ihtiyaçları da son bulmayacağına göre bu terakkiyât devam edecektir. Her kışın ardından bir bahar gelmesi, her geceden sonra bir sabah olması gibi, âlem-i insaniyetin dahi bir sabahı, bir baharı olacak inşâallah. İslamiyet hakikatinin güneşi ile umumî bir barış içinde hakiki bir medeniyetin dünyaya adaletle hükmedeceğini rahmet-i İlahîyeden bekliyoruz. 1- Kubbealtı Lugatı, c. 2, s. 1824, 1975.2- Mektubât, s. 505.

Ali CİRİT 01 Ekim
Konu resmiİslam Medeniyeti Aksiyonerdir
Kültür ve Medeniyet

Medeniyet; insanlığın Âdem (as)’ın şahsında Allah (cc) tarafından ta’zim edilip yüceltilmesiyle başlayan imtihan sürecine karşılık, Âdem (as)’ın buna mukabil şükür ve minnettarlık ile karşılık vermesinin kurumsal veya örgütlü tezahürüdür.  İnsan, ulu bir iradeyi fark edip kulluk iradesini beyan için bu alemdedir. Bu beyan, bir ulunun kuluyum idraki ile anlam bulan ve kendisine o ulunun takdir ettiği mevkii ulvi bir şükür ve minnettarlıkla karşılamayı gaye-i hayatı bilen bir mahiyete râci’dir. Alemin vücut bulmasından tutun, onun netice-i kübrası olan insanın halk edilmesine kadarki tüm süreç, ilâhî bir eylemi, diğer bir ifade ile ilâhî bir aksiyonu ifade etmektedir. İnsanı alakadar eden ciheti ile bakacak olursak, insanın yaratılması ve onun meleklere olan rüçhaniyetinin Rab tarafından ilan edilmesi anlamına gelen ta’lim-i esma ve meleklerin oradaki üstünlüğü Rablerinin emri ile kabul etmeleri... İşte buraya kadarki tecelli tam bir ilâhî aksiyonu ifade etmekte iken, şeytanın bu ilâhî emre asi gelmesi ise kelimenin tam anlamı ile bir reaksiyondur. Buradaki aksiyon, tabiri caiz ise ilâhî bir doğayı diğer bir ifade ile mukaddes, müberra, mücellâ ve münezzeh bir sübhâniyeti ifade ederken, şeytanın isyanı ise, tepkiselliği yani reaksiyonu ifade eder. Aslında buradaki tepkiselliğin çirkinliğini anlamanın pratik bir yolu; yaratılmış olmak, vücudu, hayr-ı mahz (tam bir hayr, güzellik, hikmet) olan Allah’ın bir lütfu, ihsanı olduğu halde, bu mevcudiyeti kendi iradesi ile istihsal edip elde etmişçesine, yaratılmışlık hüviyetini yani fani ve münfail mevcudiyeti ile ilgili sorumsuz, bencilce ve asi bir tasarrufta bulunulduğunun fark edilmesidir. İnsanın yaratılışı münfail bir mahiyeti ifade eder. Yani insanın hem vücut bulması hem de o vücuttaki âlî hikmetlerle müşerref kılınması ve tüm bunların câmi’ bir hikmete müteveccih olması, tamamen insan dışında gelişmiş, insan yokken, aklı yokken, iradesi yokken, tüm bu kıymetler insana bahşedilmiştir. Kısacası insan, insani bir varlık ve proje değildir. Dolayısıyla insan, tabiri caizse en büyük ilâhî aksiyondur. Üstelik bu aksiyon, heybet, cesamet ve tüm azametiyle birlikte kâinatın anlam ve hikmetinin mütemmim bir cüzü yani onu tamamlayıp anlam ve hikmetle buluşturan parçasıdır. Zira, kâinat insan için, insan ise Rabbi için yaratıl­mıştır. Bu yazımızda, bu ilâhî aksiyonun beşeriyet tarihine nasıl yansıdığından ya da nasıl bir sergüzeşt-i beşere inkılab ettiğinden bahsedeceğiz. İnsan, Rabbinin kendisini irade etmesiyle birlikte, marziyyat-ı ilâhîyi talim etmeye başladı. Bu talim, beraberinde hayata dair idrakler, farkındalıklar, tanzim, tedbir, icat, ihya ve imar gibi hayırlı amelleri netice vermeye başladı. Yani insan, Rabbinin rızasını kazanmak için, yaratılmış olana hürmet ve hizmet ve onların hayatını kolaylaştırmak anlamında birçok faaliyetin içinde buldu kendisini. Adalet, paylaşım, temizlik, yardımlaşma vs. gibi o kadar çok alan gelişti ki, zaman içinde adına medeniyet denilen örgütlü bir sosyal yapı ortaya çıktı. Öyle ki bu yapı, asırlarca yaşayan, nefes alan, inkişaf eden ve bazen duraksayan ya da yara alan bir mahiyet ile tıpkı bir metabolizma görüntüsü arz etti. İşte bu medeniyetin temeli aslında Allah’ın (cc) Âdem (as)’ı yaratıp ona sırr-ı teklifi arz etmesiyle atıldı. “İnsanların En Hayırlısı, (Onların) İnsanlara En Faydalı Olanıdır!”1 Belki tuhaf bulunabilir ama şu yaklaşıma tercümanlık etmek zo­­runda hissediyorum kendi­mi. Medeniyet; insanlığın Âdem (as)’ın şahsında Allah (cc) tarafından ta’zim edilip yü­cel­tilmesiyle başlayan imti­han sürecine karşılık, Âdem (as)’ın buna mukabil şükür ve minnettarlık ile karşılık ver­mesinin kurumsal veya örgüt­lü tezahürüdür. Medeni­yet, bu anlayışın yani insana değer, saygınlık, şeref, huzur, emniyet ve saadet-i dareyn va’d eden anlayışın ikame edilmesi ve yaşatılmasıdır. Medeniyet, insanın bu şuuru edinmesi, insanın mevcudiyetindeki ilâhî rolü kavrayıp tüm hayatını buna mukabil gelecek minnettarlık katmanlarını keşfederek yaşaması ve bu yaşamı ta’mim edip genelleştirmesi ve bu genelleştirmenin sistematik bir işleyiş içinde asırlarca i’lâ-yı kelimetullah (Allah’ın (cc) adını yüceltmek) adına berdevam olmasıdır. Sevgili Peygamberimiz Hz. Muhammed (sav)’in eski adı Yesrib olan (manası; zarar vermek, karıştırmak, kötülemek, başa kakmak, bozmak)” ve kendileri yerleştikten sonra Medine-i Münevvere (manası; nurlanmış şehir) olarak değiştirdiği şehirde, sözünü ettiğimiz bu erdemli hayatın en güzel numuneleri yaşanmıştır. Aslı vahiy olan bu medeniyet, insan hayatının Hak katında muteber olması adına çok önemli esaslar ile tebeyyün etmiştir. Bu medeniyet, insanlara birbirinden önemli beş güvence va’d eder. Birincisi, can emniyeti, ikincisi, akıl emniyeti, üçüncüsü mal emniyeti, dördüncüsü nesil emniyeti ve son olarak beşincisi de din emniyetidir. Bu esasların ikame ve idamesi için çok güçlü ve âmir yaptırımlar konulmuştur. Bu medeniyette insanın canı aziz kılınmış ve bilinmiş, cina­yet büyük günahlardan sayılmış, bir insanı yaşatmanın bütün insanları yaşatmak ve onu öldürmenin bütün insanları öldürmek olduğu vurgulanmış ve öldürenin öldürülmesi emri ile de kısası emretmiştir. Yine bu medeniyet, insanın aklının korunmasını, şeref, onur ve haysiyetinin korunması­nın temel esaslarından saymış ve insanın aklına bir zeval, ziyan ve nakısa gelmemesi için sarhoşluk veren her şeyi yasak kılmıştır. (Buradan sadece sarhoşluk veren müskiratı anlamamak gerek; insanın idrakinde, zaman ve mekân algısında kaymaya yol açan her şey yasak kılınmıştır.) Bu medeniyet mal emniyetini de temel güvenceler arasında mütalaa etmiş, tıpkı bir Müslümanın canına kastedilmesi gibi malına da kastedilmesini şiddetle yasaklamıştır. Bunu yaşatan çok kıymetli manevi esaslardan bir tanesi de sevgili peygamberimiz Hz. Muhammed (as)’ın “İyi Müslüman elinden ve dilinden diğer Müslümanların emin ve güvende olduğu kimsedir”2 hadisidir. Hatta bu hadisteki “diğer Müslümanların” ifadesinin “diğer insanların” şeklinde olduğunu beyan eden hadislerin de olduğu rivayetler arasındadır. Dördüncü olarak bu medeniyetin üzerinde durduğu mühim bir husus da “nesil emniyetidir”. Dünyanın en ilkel toplumlarında bile bir çocuğun, babasının kim olduğunu bilmek ve öğrenmek gibi fıtrî bir arzusunun olması gösteriyor ki, insan ilişkilerinde soy sop, nesil, aile gibi kavramlar sadece ahlâkî değil aynı zamanda vicdani konulardır. Bundan dolayı, İslam medeniyetinin önemli yasaklarından biri de zinadır. İslam medeniyetinin çok önemli ve ontolojik değeri olan son güvencesi de “din emniyetidir”. İnsanın mahiyetindeki merak ve taleb-i hakikat cihetinden gelen tüm his ve meyiller ancak hak bir dinin mevcudiyeti ile tatmin olur. Aslında hayata anlam ve değer katabilen ve insanı güçlü bir motivasyon ve yaşama gayesi ile buluşturabilen en güçlü sâik, dindir. Zira, insanı hangi mükemmel ortamda yaşatırsanız yaşatın, hangi imkân ya da imkanlarla buluşturursanız buluşturun veya ona hangi gücü verirseniz verin, “anlamsızlıkla savaşa­maz”. İşte o anlamı insana, fıt­rî bir frekansta sunabilen tek ku­rum dindir. Bundan dolayı İs­lam medeniyeti, kişinin dinî pozisyonunu da koruma altına almış ve onu hak din ile buluşturacak tüm fırsat ve imkanları ona sunmuştur. Şimdi gelelim Allah’ın (cc) aksiyonu olarak tanımladığımız ve O’nun insana bir değer atfetmesi ile başlayan bu medeniyet sürecinde âsi bir pozisyonu tercih eden şeytanın, beşeriyet üzerinde kurmaya çalıştığı tahakkümün ve insana yaptığı telkinlerin uzantılarına: En basit ve küçük hırslarla insanların birbirini öldürmeleri, gerçeklerinden ya da sorunlarından kaçması amacıyla insanı teşvik ettiği sarhoşluk aparatları, kolayca ya da yorulmaksızın yaşamak için başkalarının mallarının çalınması ve zulümler yapılması, insanlar arasındaki ilişkilerin içinden çıkılmaz bir düğüme dönüşmesi, nesillerin karman çorman bir hale dönüşmesi gibi gayelerle bir anlık lezzetler için zinaya sevk etmesi ve dünyadaki mevcudiyetinin anlamından insanı mahrum ederek onu nankör bir hale giriftar etmek için türlü oyunlar oynayarak onu dinsiz bir surette yaşamak gibi elim ve azaplı bir sürece sokmaya çalışması… İşte bu da Rabbine isyan eden şeytanın reaksiyon olarak geliştirmeye çalıştığı medeniyet: Reaksiyon Medeniyeti. Yine buna muvafık derin bir mütalaayı Bediüzzaman hz.leri (ks) on ikinci sözde şöyle izah etmektedir. “Ammâ hikmet-i felsefe ise, hayat-ı içtimâiyede nokta-i is­tinâdı “kuvvet” kabul eder. Hedefi “menfaat” bilir. Düs­tur-u hayatı “cidâl” tanır. Ce­maatlerin râbıtasını “unsu­ri­­yet, menfî milliyeti” tutar. Se­merâtı ise, “hevesât-ı nef­sâ­niyeyi tatmin ve hâcât-ı beşeriyeyi tezyiddir.” Varlığı kendinden menkul olmayan ve bunu kendini yaratan Rabbine borçlu olan insanın varlık sahasına gelir gelmez şeytanın telkinlerine muhatap olmayı seçerek tıpkı onun gibi âsi ve gafil bir hayatı yaşaması ne büyük bir bahtsızlıktır. İlâhî bir menşei ve çıkış noktası olan, vahye dayanan ve peygamberler (as) vasıtasıyla bugüne kadar gelen bir aksiyon medeniyeti olan İslam Medeniyetinin mensupları olarak, en az dinimiz kadar aksiyoner olmaya fazlasıyla ihtiyacımız olan bir dönemde olduğumuz muhakkaktır. O hal­de umutsuzluk, tembellik, ce­halet ve ihtilaf gibi bireysel ve sosyal yaralarımızdan kurtulmak ve gayretin kemerini kuşanmak için İnşirah suresi 7. ayetten feyz alalım. “O hâlde boş kaldığın zaman, hemen (başka bir işe giriş) yorul!” Es’selam Men’ittebea’l Hüda 1- Taberânî, Mecmau’l-Evsât, VI, 582- Buhârî, Îmân 4-5, Rikâk 26; Müslim, Îmân 64-65

Ahmet EFENDİ 01 Ekim
Konu resmi“Medeniyet Dediğin, Tek Dişi Kalmış Canavar”
Kültür ve Medeniyet

İşte ey iki hayatın ruhu hükmünde olan İslâmiyeti bırakan iki ayaklı mezar-ı müteharrik bedbahtlar! Gelen neslin kapısında durmayınız, mezar sizi bekliyor, çekiliniz! Ta ki hakikat-ı İslâmiyeyi hakkıyla kainât üzerinde temevvücsâz edecek (dalgalandıracak) olan nesl-i cedit gelsin!” (Tarihçe-i Hayat) Örnek yaşantısı ve milli mücadeleye vermiş olduğu yüksek katkılarla da gönlümüzde taht kurmuş olan, İstiklal Marşımı­zın yazarı, Milli Şairimiz Mehmet Akif Ersoy, dile getirdiği “Medeniyet dediğin tek dişi kalmış canavar” ifadesiyle, el­bette ki Batı Medeniyetine men­­­­sup, o zamanki Avrupalı iş­­gal güç­lerini kastetmiştir. Peki, buradan tam olarak ne anlamalıyız? Kendi anladıklarımı izaha geçmeden, bu dizede geçen lügatlere bir göz atalım. Arapçada “medine” şehir, “me­denî” şehirli, şehre ait lügat ma­nasını taşır. Terim olarak “Me­deniyet” ise şehirleşmiş, belirli bir düzen ve intizamı olan, alt ve üst yapılaşması nerdeyse kusursuz, idari yapısı sayesinde sakinlerinin son derece rahat yaşadıkları, belki ziyaretçilerin işlerini kolayca gördükleri, insanların ticaret için de uğrakları olan, hatta çoğu zaman birer ticaret merkezi vazifesi de gören, kalabalık nüfusların içinde güvenle barındığı büyük ve bayındır yerleşim yerleri ve bu yerlerin hayat tarzlarıdır. Ayrıca, adalet sistemi olan ve sakinlerinin haklarının korundu­ğu, insanların eğitimli ve kaba­lıktan kurtulmuş olduğu, hemen her hususta düzenin yer­leş­miş olduğu kurumlardan mü­­teşekkil sistemdir, medeniyet. İşte bu özelliklerinden dolayı, insanların büyük çoğunluğu, şehrin ve medeniyetin nimetlerinden istifade etmek için çaba sarf etmişler; hatta göz dolduran meşhur şehirler, diğer devletler tarafından ele geçirilme tehlikesi yaşamış, belki defalarca el değiştirmiştir. Günümüzde de geçerli olarak, eğitim ve ticari imkanları baş­ta olmak üzere, saydığımız diğer özelliklerinden dolayı da şe­hirlerin çoğu sürekli kırsal alandan, hatta daha az gelişmiş ülkelerden göç alır olmuştur. Yani, birçok cihetten şehirler ve şehir hayatı, tarih boyunca bir cazibe merkezi haline gelmiştir. Hatta, bu “medeniyetleri” kurup geliştirenler, her türlü vasıf ve imkanıyla bir hayat tarzı, bir felsefe meydana getirmiş olmalarıyla övünmüş ve bunu diğer topluluklara da kabul ettirmeyi “medeniyet ihracı” olarak isimlendirmişlerdir. Öbür taraftan, bu işi severek kabullenenler olmakla beraber, birçok belde ise, güya medeniyet götürme bahanesiyle işgal edilmiş ve hatta edilmektedir. “Canavar” ifadesine gelince, akla korkunç görüntülü, tehlikeli, yırtıcı hayvanlar gelebilir. Aslan, kaplan, kurt, ayı gibi özellikle evcil hayvanlara ve insanlara zarar veren vahşi hayvanlar da halk arasında “canavar” olarak adlandırılmıştır. Bazan bu hayvanların bir tekinin verdiği zarar, akla gelmeyecek ölçülerde olabilmektedir. Belki de bundan dolayı, hemen her milletin anlatageldiği çokça abartılmış, enteresan efsaneler hep var olmuştur. Masallardaki canavarlar, bazen ağzından alevler saçan dinozora benzer mahluklar, bazen de yedi başlı kocaman yılanlar olarak tasvir edilmiştir. Uzak-Doğu kültüründe ise o kadar abartılmıştır ki, bazılarına kutsiyet atfedilmiş, hatta bayraklarında yer verenler olmuştur. Bu seviyede kabul görmesi, “aşırı korkunun saygıya dönüşmesi” olarak tarif edilebilir ve bu durum, ancak semavi mesajlardan uzak kalmış kültürlere mahsus olsa gerektir. Sadede gelelim ve 93 Harbi, Balkan Harpleri, Trablusgarp Savaşı, 1. Dünya Savaşı ile Çanakkale Savaşı ve Kurtuluş Savaşı sırasında neler yaşanmıştı, kısaca onlara bakalım. Kendilerini dünyanın en “medeni(!)” milletleri olarak ileri sürmekte olan Avrupa ülkeleri ve Rusya, Osmanlı Devleti bünyesinde bulunan milletlere değişik desiseler vererek teker teker koparmışlardı. Maksatları, nerdeyse beş asır boyunca karşısında hep pıstıkları, ezilmiş hissettikleri Osmanlı Devleti’ni yok etmek ve yeraltı zenginlikleri başta olmak üzere, birçok kaynağı ve stratejik bölgeleri ele geçirmekti. Böylece, İngiliz, Fransız, İtalyan ve Ruslar askeri güçlerini birleştirerek, “hasta adam” dedikleri Osmanlı Devleti’ne son darbeyi vurmak üzere hazırlandılar. Öyle ki, en gelişmiş ordu ve donanmalar, hatta ilk uçak gemileri onların ellerinde idi. Bu halleriyle, kendilerini yenilmez addetme gafletine kapılmışlardı. Ne gariptir ki, sahip oldukları sermayeyi ya -bir dönem- kendi insanlarını aşırı çalıştırarak yahut zayıf ülkeleri işgal ederek, asırlar öncesinden kurmuş oldukları zalim sömürge düzenleriyle elde etmişlerdi. Merhum M. Akif’in ifadesiyle “Medeniyet! size çoktan beridir diş biliyor; evvela parçalamak, sonra da yutmak diliyor”lardı. Birinci Dünya Savaşı esnasında özellikle Osmanlı topraklarında o kadar mezalime imza attılar ki; orası anlatmakla bitmez. O kısmı, hakiki tarih kaynaklarına havale etmek gerek. Cihan Harbi’nin canlı şahitlerinden Üstad Bediüzzaman, Van Kalesi’nin üzerinden harabe olmuş şehri seyrettiğini, “Gayr-i müslim mahalleler hariç, bütün Van yakılıp yıkılmış; harap edilmişti” diyerek göz yaşları içerisinde aktarır. Evet, altı asır boyunca varlıklarını ve kültürlerini muhafaza etmiş ve son derece rahatlık içinde yaşamış olan gayr-i müslim azınlığın büyük çoğunluğu, Osmanlı Devleti’nin en zayıf olduğu dönemde işgalcilerle beraber olup, zulümlerine ortaklık etmiştir. Ne de olsa, aynı “medeniyetin(!)” insanlarıydılar. Müslümanların içinde olmakla birazcık nasiplenmiş olanlar hariç! İşte, dünyanın dört bir yanında zayıf gördükleri milletlerin topraklarını işgal edip, asırlar boyu kanlarını emerek semirmiş olan Batı’yı, acımasızlığından dolayı bir canavara benzeten Mehmet Akif, sahip oldukları onca maddi üstünlüğe rağmen, pür imanlı Mehmetçik karşısında gerek Çanakkale Cephesinde ve Kutu’l-Emare’de, gerekse İstiklal Harbimizde almış oldukları mağlubiyetlerden dolayı, onları sanki -şimdiki tabirle- “kartondan bir kaplan” gibi görerek, diğer mazlum milletlere de yol gösterir gibi bu tabiri kullanmış olsa gerektir: “Ulusun, korkma! Nasıl böyle bir imanı boğar / Medeniyet dediğin tek dişi kalmış canavar!” Yani, zahiren mutantan, batınan kof bir medeniyet! Onun görüntüsü, kışırı var, fakat korkaktır; çünkü imanı yok. Hala da öyle. Mohaç Muharebesi’nde seksen bin zırhlı haçlı askeri, muharebe esnasında korkup kaçmasınlar diye, gruplar halinde birbirine zincirlerle bağlanmıştı. Ne gariptir ki, bu savaşın kaybedilmesine bu durum sebep olarak gösterilir. İnsanlığın elin­­den aldıkları imkanlarla, gü­­ya gittikleri yerlere medeniyet getireceklerini vadetmelerine rağmen, kan ve zulümden baş­ka getirebildikleri bir şey ol­ma­mıştır. Eski Osmanlı coğraf­yası, bir asır geçmiş olmasına rağmen, fitne, savaş, zulüm ve yokluk coğrafyası haline, onlar tarafından getirilmiştir. Irak, Suriye, Libya, Afrika ülke­lerinin son hali, yine onların eseridir. Üstad Bediüzzaman Hazretleri’ nin medeniyete bakışı dikkatimizi çeker ve der ki: “Medeniyet-i hâzıra-i garbiyye semâvî kânun-u esasilere muhalif olarak hareket ettiği için, seyyiâtı (kötülükleri), hasenatına (iyiliklerine), hataları, zararları, fâidelerine râcih geldi. Medeniyetteki maksûd-u hakiki olan istirahât-ı umûmiye ve saadet-i hayât-ı dünyeviye bozuldu. İktisad, kanaat yerine, israf ve sefâhet ve sa’y ve hizmet yerine; tenbellik ve istirahat meyli galebe çaldığından, biçare beşeri hem gayet fakir, hem gayet tembel eyledi.” “Bedevîlikte beşer, üç dört şeye muhtaçtı. Şimdiki Garb me­de­niyet-i zâlimesi su-i istimâlât ve isrâfât ve hevesâtı tehyîc ve havâic-i gayr-ı zaruriyeyi, ha­vâic-i zaruriye yaparak me­denî insanı yirmi şeye muhtaç etti.” (Emirdağ Lahikası). Ve şöyle devam eder: “Neden dünya herkese terakki dünyası olsun da yalnız bizim için tedenni dünyası olsun, öyle mi? İşte ben de sizinle konuşmayacağım, şu tarafa dönüyorum. Müstakbeldeki insanlarla konuşacağım. Ey üç yüz seneden sonraki (yani 1400’lü yıllar) yüksek asrın arkasında gizlenmiş, sâkitâne Nur’un sözünü dinleyen ve bir nazar-ı hafiyy-i gaybî bizi temâşa eden Saidler, Hamzalar, Ömerler, Osmanlar, Tahirler, Yusuflar, Ahmedler ve sâireler! Sizlere hitab ediyorum. Başlarınızı kaldırınız: “Sadakte!” deyiniz ve böyle demek sizlere borç olsun. Şu muâsırlarım varsın beni dinlemesinler. Tarih denen mâzi derelerinden sizin yüksek istikbalinize uzanan telsiz telgrafla sizin için konuşuyorum. Ne yapayım, acele ettim, kışta geldim. Sizler cennet-âsa bir baharda geleceksiniz. Şimdi ekilen Nûr tohumları zemininizde çiçek açacaktır. İşte ey iki hayatın ruhu hükmünde olan İslâmiyeti bırakan iki ayaklı mezar-ı müteharrik bedbahtlar! Gelen neslin kapı­sında durmayınız, mezar sizi bekliyor, çekiliniz! Ta ki hakikat-ı İslâmiyeyi hakkıyla kainât üzerinde temevvücsâz edecek (dalgalandıracak) olan nesl-i cedid gelsin!” (Tarihçe-i Hayat) Evet, biz medeniyete karşı deği­liz. Fakat haksızlığa, ahlaksızlı­ğa, medeniyet ismi verilerek üs­tü­müze gelinmesine karşıyız. Ay­rı­ca, “hak kuvvette değil, kuv­­vet haktadır”; bu bilinmelidir! İslamiyet, bir medeniyet dinidir ve bedevi hayat tarzında değil, şehir kültüründe daha iyi anlaşılacak ve yaşanabilecek bir dindir. İslamiyet’in ilk yıllarına kadar ismi Yesrib olan “Medine (Şehir)”nin bu yeni ismini veren de bizim Peygamberimiz (sav)’in bizzat kendileridir. İslamiyet’in ileriki zamanlarında Bağdat, Basra, Semerkand, Taşkent, Şam, Halep, Gırnata (Granada), İşbiliye (Sevilla), Kurtuba (Cordoba), Mürsiye (Murcia), Tuleytula (Toledo), Belensiye (Valencia), Konya, Edirne, İstanbul ve daha nice şehirler, İslam Medeniyetinin birer beşiği olarak bütün insanlığa ilim, eğitim, barış ve huzur merkezleri olmuştur. Hayır ve selametle kalın.

İsmail ERDOĞAN 01 Ekim
Konu resmiBigâne Kalınan Bu Medeniyet Kimin?
Kültür ve Medeniyet

“Bigâne kalınan bu medeniyet kimin???” Bu bir soru, cevabı her zaman ve mekânda malum olan “Bigâne kalınan bu medeniyet kimin!!!” Bu bir soru değil, ziyadesiyle bu bir feryat, bu bir sitem, bu bir eyvah, bu bir “Âh!” Orhan Şaik Gökyay’ın meşhur şiiridir. “Bu Vatan Kimin?” diye sorar ve cevaplar: “Bu vatan toprağın kara bağrında, / Sıradağlar gibi duranlarındır. / Bir tarih boyunca onun uğrunda,/ Kendini tarihe verenlerindir.” şeklinde başlar mısra mısra tarif, tavsif ederek, tarih diyerek devam eder: “İleri atılıp sellercesine / Göğsünden vurulup tam ercesine,/ Bir gül bahçesine girercesine, / Şu kara toprağa girenlerindir.” Bu mısraların altına imza atmayacak muhtemelen yoktur. Vatan tam da Gökyay’ın tarif ettiği gibidir ve bu vatan da tam da öyledir. Öyle de sahip çıkılmaktadır. Bu toprakların, bu vatanın kimin olduğu noktasında elbette bir şüphe yoktur. Bir tarih boyunca olduğu gibi halihazır zamanda da bir gül bahçesine girer gibi gidenler olmaktadır. Şehit ve gazilerimize rahmet ve minnetle… Tarih boyunca toprakları vatan yapan milletler ve o milletlerin mensupları o topraklarda medeniyetler de kurmaktadırlar. Bu medeniyetler, gül bahçesine girenlerin nesilden nesile, kuşaktan kuşağa bıraktıkları hem bir miras hem de bir emanettir. O vatanda yaşayanlara mahsus ve münhasır hususiyetlerle diğer millet ve topluluklardan ayırıcı vasıfları da içermektedir. Kendi dönemselliğinde kendine özgü çizgileri, işaretleri, adeta medeniyetin mührü mahiyetini taşır. Kimi medeniyet eserlerini havas -avam herkes bilir. Kimi eserlerin ise tarihte hangi dönem ve hangi medeniyete ait olduğunu ise ancak sadece o ilmin erbabı bilebilir. Kimi medeniyetlerin artık aidiyetini üstlenen, o medeniyetin canlı bir taşıyıcısı da artık kalmamış da olabilir. Bireyler ve nesiller ile intisapları kesilmiş medeniyetlerin de kaçınılmaz sonu bu olmuştur. O nedenledir ki milletler kendilerini bir medeniyete ait yapan hususiyetlerin muhafazasını kıymetli bulurlar. Medeniyetlerinin muhafazasın toplumsal, bireysel olarak sonraki nesillere taşırlar. Devlete de hukuksal olarak bunun muhafazası ve yaşatılması noktasında bir görev ve sorumluluk yüklerler. Devletler de bu sorumluluk ve görevleri üstlenirler. Bir medeniyet ve onun unsurları başka bir medeniyet mensupları için yabancılık hali ortaya çıkarır ve öğrenilmesi, tanınması noktasında bir gereklilik içerebilir. Bu bir yabancının bir başka yabancıyı tanıması faaliyetidir. Bunun için turizm amaçlı gezi ve ziyaretler ile de yabancı medeniyetlerin mekânlarını, faaliyetlerini yerinde müşahede etmek zaruret de arz edebilir. Bu yaşayan bir medeniyete de yabancılık olabilir. Ya da artık tarih içerisinde mensupları kalmadığından insanlığın tümüne artık yabancı olan medeniyetler de olabilir. Hasılı… Her medeniyetin kendisine gö­re yön veren, besleyen din, dil, kültür gibi ana damarlar vardır. Necip Fazıl’ın “Sakarya Türküsü” şiirinde “Hani Yunus Emre ki, kıyında geziyordu;/ Hani ardına çil çil kubbeler serpen ordu?” ifadelerinde belirttiği gibi, hem Türk dili hem de İslamiyet, Yunus Emre gibi bir medeniyet değerini netice verirken, yine İslamiyet’ten beslenen inşacı ve ihyacı bir fetih olgusu ardında çil çil kubbeler bırakabilmiştir. Anadolu’nun kapılarının Türklere açılmasından sonra bu topraklarda nehirlerin kıyısında gezilerek, ardında çil çil kubbeler serpilerek, bin yılı sâri ve özünde hala cari bir medeniyet inşa edilmiştir. Elbette ki bu medeniyetin büyüklüğü ve ihtişamı üzerine çok kelam edilmiş, çok kitap telif edilmiştir. Bu medeniyetin hayat ve memata ilişkin, yani insanın he­men her anını ihata eden, ken­di­sini hemen her yerde ihtar eden yapı taşları bulunmaktadır. O kadar ki bu medeniyetin unsurları ait olduğu medeniyetin unutulmasına imkân vermeyecek bir çeşitlilik ve yoğunluk içerdiği halde, bir medeniyete, gözler önünde olana, göz göre göre bir bigânelik yaşanmaktadır. “Bigâne kalınan bu medeniyet kimin???” Bu bir soru, cevabı her zaman ve mekânda malum olan “Bigâne kalınan bu medeniyet kimin!!!” Bu bir soru değil, ziyadesiyle bu bir feryat, bu bir sitem, bu bir eyvah, bu bir “Âh!” Bir sokak röportajı, gençlere uzatılan bir mikrofon ve bir soru “Salavat nasıl getirilir?” Ço­cuk­luğunda belki o çil çil kub­belerin altındaki camilere mut­laka bayramdan bayrama da olsa uğramış olması muhtemel, ya da ilk ve orta öğretimde din kültürü ve ahlak bilgisi ders tedrisatından geçmiş olan ve kendisini Müslüman olarak tanımlayan gençlerin verdikleri cevaplar feryad edilecek şekilde. “Salavat ney?” diyor birisi, diğeri “bilmiyorum, unuttum”, bir başkası “salavat hı hı hı ha ha ha getiremem” bir başkası “nasıl getiriliyor, ne olduğunu bilmiyorum. Ha ha ha ben de yok o” bu ve bu minvalde bir sürü cevaplar. Serpilen çil çil kubbelerin ardında hemen her gün 5 defa, hiç olmazsa bayramdan bayrama, hiç olmazsa cenazeden cenazeye, hiç olmazsa ilk ve orta tedrisatta duyulmuş ve bilinmiş olunması gerekirken; bigâne kalınan bu “Salavat medeniyeti” kimin! Bir başka sokak röportajında, bir başka mikrofon, bir başka muhataplar, bir başka soru: “Bismillah ne demek?” Bu soruya alınan cevaplar da salavata verilenlerden farklılık göstermemiştir. “Bilmiyorum”, “Hayda Hah Ha Ha”, “Allah bilir”, “Bir iki sene önce sorulsa bilirdik, unuttuk” gibi ifadelerle her hayrın başı olan bir kutsi ifadeye bigâne kalınan bu “Besmele medeniyeti” kimin? Anadolu’nun kapılarının açıldığı bir coğrafyada, binlerce km karelik bir alanda, Anadolu’yu vatan yapanlardan binlercesi­nin mezar şahidelerinden, İstanbul’ daki çil çil kubbelerin bah­çe­lerin­deki hazirelerde med­­fun Anadolu’yu vatan ya­pan­­ların şahidelerine kadar, Ana­do­lu’ nun hemen her köşesinde binlerce yıldır kim bilir kaç yüz bin Anadolu’yu vatan yapanların mezar taşlarına torunlarının bigâne kaldığı bu “YAZI medeniyeti” kimin!!! “Dedelerin mezar taşlarını okumak” medeniyeti üzerinden ta­rihi, medeni, dini, dedelerin den aldığı emaneti sonraki nesillere intikal ettirmek gibi bir mesuliyet hissiyatıyla bir gerekçe ve arayış ortaya koyanlarla, “Dedelerinin mezar taşını okuyamıyormuş” diyerek tahfif ve istihza eden bu “bigâne güruhun” medeniyeti kimin??? Dünya’nın kıymetini bildiği, meşhur eserini okumuş olarak dünyanın her tarafından akın akın ziyaretine geldiği, ait olduğu bu medeniyetin mensuplarınca ise okunmadan, anlaşılmadan, türbe ziyaretinden öteye geçilmediği, yakın döneme kadar Anadolu’nun pek çok yerinde Mevlevihanelerin bulunduğu, ancak daha düne kadar manevi huzuruna girmek üzere türbesinin ziyaretçilerinden ücret bile talep edildiği, hatta hızını alamayarak daha ileri gidenlerin kendisine muhtelif iddialarla itham ve iftira bile ettiği, hemen herkesin ismen bildiği ancak eserlerinden mahrum kalındığını her akşam şiddet ve cinnet dolu haber bültenlerinden anladığımız, kulak verilse hoşgörü ve insanlık üzere kalp ve ruhlara ziya olacak olana bigâne kalınan bu “Mevlana ve Mesnevi medeniyeti” kimin!!! Sivas gibi kadim bir şehir örneğinde olduğu gibi, şehrin tam merkezinde yani hayatın tam ortasında yüzlerce yıllık medreseler ve camilerin olduğu, günün hemen her saatinde göz göze gelinen ve emsalleri Anadolu’nun çok beldesinde olan ve kim tarafından, hangi tarihte yapıldığına ve tarihte ne fonksiyonlar icra ettiğine bigâne kalınan bu “ilim ve irfan medeniyeti” kimin!!! Akşemseddin’den, Şems-i Siva­si’ye, Şemsi Tebrizi’den, Şemseddin (Molla) Fenari’ye kadar Anadolu’nun nice irşad güneşlerine bigâne kalınan bu “Şems Medeniyeti” kimin!!! Estetik ve müreffeh kaygıların terk edilerek karma karışık, iğreti ve boğucu kentlerin ikame edildiği Safranbolu’dan Saraybosna’ya, Beypazarı’ndan Üsküp’e kadar uzanan Bursa’ nın Cumalıkızık köyünden girip Kastamonu’nun bir sokağından çıkabileceğiniz nezih ve yaşanabilir mekân kültürüne bigâne kalınan bu şiir gibi “şehir medeniyeti” kimin!!! Yunus Emre, Yusuf Has Hacip, Kınalızade, Farabi, Nizamül­mülk, Gazali gibi tarihe damgasını vurmuş veya akışını değiştirmiş isimlere bigâne kalınan bu “Türk-İslam düşünce medeniyeti” kimin!!! Hanlar, hamamlar, saraylar, ker­­­­­van­­saraylar, çeşmeler, camiler, çil çil kubbeler, mektepler, va­­kıf­­­lar, dergahlar, Mevleviha­ne­­ler, med­reseler, köprüler, sala­vat­­lar, bes­meleler, Kur’an-ı Kerim kı­raat­leri, namazlar, niyazlar, riyazetler, çilehaneler, şahideler, hazireler, türbeler, kümbetler, şifa­haneler, külliye­ler, şiirler, şair­­ler, siyasetname­ler, hakanlar, sultanlar, filozof­lar, âlimler, ve­li­ler, arifler, zahidler, şehitler, ga­zi­ler, ahiler, mürşidler, talebeler, hoşgörüler, nezaket, zarafet, mer­hamet… üzere yüzyıllardır süre gelen, Bigâne kalınan bu medeniyet kimin?!

Ahmet Hüsrev ÇELİK 01 Ekim
Konu resmiAkifçe “Değer”leşen Medeniyet Algısı
Kültür ve Medeniyet

Avrupa medeniyetiyle Asr-ı Saadetteki medenileşmenin mukayesesi münderiçtir. Aynalar var, aynalar var. Maddi-Manevi. Bu ayinelerden birisi de içinde yaşanılan zamandır. Zaman saydamında teressüm eden fiil, tavır ve hal; zamanla bulunduğu kayıttan alınarak iftirak cihetiyle emsallerine kıyas edilir. İşte farklı zaman diliminden müteşekkil ayinelere kıyas kabul etmez derecede faik olan asrı saadet; günümüz ayinesinde resmolan medeniyeti algılamamıza da vesile olacaktır. Zebûn-küş (zayıf  ları ezen) Avrupa bir hak tanır ki: Kuvvettir. Hem de her daim. Aksamaya uğramadan, günümüze kadar. Bunu gördü Akif. Zira iliklerine kadar menfi felsefeden beslendi garbi ilimler. Kuvveti aşıladı hak ve hukuk tanımaksızın. Cahiliye nefesli. Kur’ân medeniyeti “Hak” demeklikle bu medeniyete meydan okudu. Boylu boyunca. Yesrib’den Medine’ye doğdu bakmaklıklar. Sonraki her asır, her sefer hak ve hakikat nurundan aldı kuvvetini. İşte Akiflerce, Bediüzzamanlarca dellallar. Alınız ilmini Garb’ın alınız san’atini;Veriniz hem de mesâinize son sür’atini. Gezdi gördü Akifçe tavsiyede bulundu: “Alınız” dedi. Demek iyi bir tarafları da var. Fakat unuttuğumuz hakikatlerdi bunlar. Kalbimizi açabilsek kanatlar üzerinde Çin’e kadar uzanabilecektik. Sevgilinin sözünü rehber ederek. Sanat! Hangisi? Tabi ki ruha ferah, kalbe inşirah vereni. Göze ve gönle rahmet esintileri eseni. İlk bad-ı saba saadetli asırdan. Ardı sıra hat, tezhib, mimari ve dahi ve dahi. Hem yorulmak bilmezmiş aşkilen yola koyulan. Seherlerde başlayan gün, “saba nefesini” nereden alır ki? İşte sana sa’yin menbaı. Garb’ın eşyâsı, eğer kıymeti hâizse (varsa) yürür;Moda şeklinde gelen seyyie (günah) gümrükte çürür! “Mim”siz medeniyetin ikinci “mim”i ve getirdiği lüksle bedenlere ve hanelere musallat oluşunu iyi gördü ve sezdi Akif. En kutlu çağdaki bağlı iki taşı ve sert sediri iyi tanırdı gözleri ve gönlü. Onun için bir milimlik dünyaya kayışın seyyie olarak isimlendirildiği bir ayine-zaman vardı. Hangi şey… Allah aşkına! Bir sürü şey -eşya- değil. Kıtalara yayılan tebliğ şuuruyla hareket edilen bir asırdan bahsediyoruz. Kutlu çağ… Anadolu adım adım saadet asrının ashabını ağırlar. Yanlarında hangi şey. Tek bir şey kalblerinde “rıza-yı ilahi”. İşte sana yürek gümrüğü. Ah o yirminci asır yok mu, o mahlûk-i asîl,Ne kadar gözdesi mevcûd ise, hakkıyle sefîl,Kustu Mehmedciğin aylarca durup karşısına;Döktü karnındaki esrârı (sırları) hayâsızcasına.Maske yırtılmasa hâlâ bize âfetti o yüz...Medeniyet denilen kahbe, hakikat, yüzsüz. Görülen ehl-i küfre ziyadesiyle muhabbet. Afet-i devran. Muamele: Bütün varlığıyla ehl-i imana herzelerini kusması. Balkan’da, Çanakkale’de, Kafkas’ta, Anadolu’da kusan “mim”siz. Cepheden cepheye koşmakla, kanı dökülmekle, malı gitmekle affa mazhar oluş. Zamanın gözleri içine bakan Akif Bedir’e ve diğer gazvelere uzanır. Saadetli kapının eşiğine dayanır. Anne ve baba karşısında hakkı tercih eden ashap vardır orada. Geçmişine sünger çekenler… Cahiliye adetlerini terk edenler. Tek örneği, modeli Seyyid-i Âlem (asm) vardır. Mesele açıktır: Uzaklık. Saadet asrından yevmi değil hakiki bu’diyet. İşte, maskeyi yırtan, hak ve hakikatin gözleri, nebevi kucaklaşmadır. Garb’ın âfâkını sarmışsa çelik zırhlı duvar;Benim îman dolu göğsüm gibi serhaddim var.Ulusun, korkma! Nasıl böyle bir îmânı boğar,"Medeniyet!" dediğin tek dişi kalmış canavar? İmaaaan! Def’aten bir ölüp binlerce dirilen milleti Akif’in gözüne yerleştirdi. Gönlü bu kelimenin terennümüyle doldu. Öz suyu: Saadetli asırda çalım satan Kureyş müşriklerinin yere serilen bedenlerinde; “Allahü ekber” nidasıyla, ölürsem şehit kalırsam gaziyim nidasındaki neferde gizli idi. Öze değil söze dayanmış, maneviyata değil maddiyatın dişlilerinden meded uman medeniyet nerede? Zikredilen asırlarca deveran eden medeniyet nerede? İşte iman şelalesi! Hatt-ı Kur’ân ile hatt-ı imanda yol almaktır.Dar’da kalmak değil dar-ı ukbaya kanat açmaktır.Süveyş’i yardı herif... Akdeniz’le Şab DeniziBitişti. Öyle ya, bizler de kendi f ikrimiziÇıkarmış olsak eğer, şimdi, kuvveden (düşünceden) fi’le (davranışa),Kucaklaşır medeniyetle din tamamıyla. Ne demek kucaklaşma, billurdan bir sütun gördü Akif 14 asırlık mesafede. Hatt-ı saadet=Hatt-ı Kur’ân+Hatt-ı İman. Yani saadet asrımızdan günümüze yol alan medeniyetin itmamını netice veren hizmet anlayışı. Her medeniyet eserinin ruhu ve kalbi. Aman, üçüncü mim “mola” olmasın. İşte zaman ve mekân bizleri bekliyor. *** Gerçi envâ’ı lütf-ı Hakk çokdur Tûl-ı ‘ömrün velîk yok bedeli Fahr-i ‘âlem didi ki vir bana ‘ömr مَا عَلِمْتَ الْحَیٰوةَخَیْراًلٖي [Eğer hayat benim için hayırlıysa...] Âmin!

İbrahim SARITAŞ 01 Ekim
Konu resmiMedeniyetimiz Bağlamında Muhteşem Yüzyıl
Kültür ve Medeniyet

Başlıktaki “muhteşem yüzyıl” kelimeleriyle dikkat çekmek istediğim dizi değil, yakın zamanda açıklanan “Türkiye Yüzyılı” kavramına ışık tutacak bir dizi hadiseyi kısaca değerlendirmek ve bir fırsat olarak gördüğüm şu tarihi ve kaderi cümlenin altını ve olabilirliğini doldurmaktır. Sadece bir Kızılelma olmadığını, hatta ütopya asla olmayacağının altını tarihi ve konjonktürel verilerle çizmek, geçmişte mazhar olunanın sebeplerini tespitle bugüne ışık tutmaktır. İnsan İbnüzzamandır Tarihler 6 Kasım 1494’ü göste­riyordu. Trabzon Sarayı’nda san­cılı fakat sevince gebe bir bek­leyiş vardı. Müjdeli haberin kendisine getirildiği şehzade Yavuz Selim, kapının çalmasıyla kafasını okuduğu Kur’an’dan kaldırdı. Bir oğul ihsan edildi müjdesiydi getirilen. “İsmi ne olsun?” sualine cevap ise, okuduğu son ayet­te geçen “Şüphesiz ki o, Süleyman’dandır”1 cüm­lesinden ba­hisle “Süleyman” oldu. “İnsan ibnüzzamandır” denilmiştir. Süleyman, Yavuz Selim gibi tarihte eşi az rastlanır kud­retli, dindar, ilim erbabı, ida­reci, asker bir padişahın oğluydu. Kendisinden önce ülkenin sınırları altı milyon beş yüz elli yedi bin kilometre kareye ulaşmıştı. Hazine ağzına kadar doluydu. Öyle ki Yavuz Sultan Selim, “Benim altınla doldurduğum hazineyi, torunlarımdan her kim doldurabilirse kendi mührü ile mühürlesin, aksi halde Hazine-i Hümayûn benim mührümle mühürlensin.” demişti. Bu vasiyet tutuldu. O tarihten sonra gelen padişahların hiçbi­ri hazineyi dolduramadığından, ha­zinenin kapısı daima Ya­vuz’ un mührüyle mühürlendi. Doğuyu Batıya bağlayan ticaret ve kültür yolları yani İpek ve Baharat yolları Osmanlı kontrolü altına girmişti. Birlik ve beraberliğe zarar veren unsurlar ortadan kaldırılmıştı. Müslüman­ları bir arada tutacak Hilafet Osmanlıya geçmişti. Bununla birlikte Süleyman’a özen gösterilmiş, önce Kefe’ye, sonra Manisa sancağına gönderilmişti. Yeri gelmiş babasının uzun süreli seferlerinde Edir­ne’ den devleti o idare etmişti. İstanbul’un manevi sahiplerin­den Yahya Efendi ona süt kardeş olmuş, etrafında hem maddi hem de manevi gelişimini sağlayacak zamanlarını aşan in­sanlar bulunmuştu. Zenbilli Ali Efendi ve Ebussuud Efendi onun hemen yanında ona kol kanat germişlerdi. Belki de en başta babası Yavuz Sultan Selim ona rehberlik etmiş, daha küçük yaşta nizam yol bilsin diye Nizamülmülk‘ün Siyasetnamesi’ni okutturmuş, kendisine nispetle fazlaca süslendiğinde, “Annene giyecek bir şey bırakmamışsın!” diye ikaz etmiş, dünyanın bir süs ve eğlenceden ibaret olduğu ayetinden mülhem, aldanmaması gerektiğini söylemiştir. Türk Yüzyılı Kanuni Sultan Süleyman dönemini de kapsayan asra “Türk Yüzyılı” denilmişti. Zira 1453 senesinde İstanbul’un fethinden sonra belirleyici güç olan ve i’la-yı kelimetullahı dava edinen Devlet-i Aliyyenin sınırları on altıncı yüzyılın sonlarında Adriyatik’ten Yemen’e kadar uzanıyordu. Kırım Hanlığının Osmanlı’ya bağlanmasıyla Karadeniz bir Türk gölü haline dönmüş, Preveze Deniz Savaşından zaferle dönülmesiyle Akdeniz’in hâ­­ki­mi de Osmanlı olmuştu. Ge­li­nen noktada Kafkasya’dan İran içlerine, Kuzey Afrika’dan Hint Okyanusu kıyılarına kadar olan coğrafya Devlet-i Aliyyenin kontrolü altına girmişti. Sınırların genişlemesi köklü idari değişiklikleri ve çok unsurlu bu yapının adalet, hürriyet ve merhametle yönetilebilmesinin dinamiklerinin oturtulmasını da gerekli kılıyordu. Öyle de oldu. Herkesin örnek alıp uygulamak isteyeceği bir yapı oluşturuldu. İlim ve sanatta genişleyen sınırlarla paralel ilerlemeler gerçekleşti. Yukarıda da bahsettiğimiz üzere, ticaret yollarının kontrol altına alınmasıyla ekonomik anlamda da dönemin en büyük gücü haline geldi. Bütün bunlardan sebep bu asrın “Türk Asrı” olarak değerlendirilmesine sebep olmuştur. Şunu da unutmamak lazım elbette: Aynı dönemde, bugünkü İran ve Azerbaycan topraklarında Safevi Devleti, Kuzey Hindistan’ı kontrol altında tutan Babürlüler, Mısır’da Memlüklü Devleti, Batı Türkistan’da Buhara Hanlığı, Semerkand ve Horasan’a hâkim olan Timur İmparatorluğu göz önünde bulundurulduğunda, Türk devletleri o gün dünyanın neredeyse üçte ikisine hükmediyordu. İhtişam Kanuni Sultan Süleyman’a “muh­teşem” demişti, Avrupalılar. Hakları da var. Zira doğumu müjdelendiğinde, mezkûr te­va­fuka binaen, ihtişamıyla öne çıkan bir peygamberin ismi konulmuştu kendisine. “Bu dünya Sultan Süleyman’a bile kalmadı!” sözü her ne kadar evvel emirde Süleyman Peygamber için olsa da tahtta en uzun kalanlardan olarak Sultan Süleyman için de anlaşılmıştır. Genişleyen sınırlarla beraber bu taht süresi de onun ihtişamına ait unsurlardan birisi olmuştur. “Allah bir kula hayır dilediği zaman onun güzel işlerini ve iyiliklerini emanete ehil kimseler isabet ettirir.”2 hadisi muvacehesinde, Sultan Süleyman dönemi de dahil Türk Asrı diye bilinen yüzyılda, toplumu kuşatan, hayırda Sultanların yanına namları asırlarını aşan ehil, alim, fazıl kişiler nasip olmuştur. Mesela Mimar Sinan. Mesela Zenbilli Ali Efendi. Mesela Ebussuud Efendi. Mesela Yahya Efendi. Mesela Ali Kuşçu. Mesela Kâtip Çelebi. Mesela Piri Reis. Mesela Fuzuli, Baki, Hayali, Zati, Bağdatlı Ruhi, Pir Sultan Abdal, Köroğlu… Bu saydıklarımız gibi daha nice isimler var ki bu dönemin Türk Asrı olarak anılmasında esas kahramanlardır. Zira devlet, her bir ferdiyle devlettir. Devletin şahs-ı manevisine, bugünkü ifadeyle tüzel kişiliğine ve karakterine yön veren her alandan nice isimsiz kahramanlar vardır. Şahs-ı manevi ne derece güçlüyse, devlet de o derece güçlüdür. Muhteşemdir. Evrenseldir. Sözün Gücü, Yapının Gücünden Gelir Ahlaken güçlü bir millet, idare olarak kudretli bir devlet, bilim, kültür ve sanat konusunda yetkin ve etkili bir yapı oluşturmakta ve elbette bu yapının söylediği söz de yerini bulmaktadır. Zahirde zirve dönem olarak gözüken pencereden baktığımız­da, gördüğümüz Sultan Süleyman, Germenlere karşı durmuş, Macaristan’ı alıp kendi bün­yelerinde eritme planına kar­şı Belgrad ve Mohaç seferleriyle Macaristan’ı kendine bağlamak­la kalmamış, 1541’de Budin beyliğini kurdurmuştur. 1525 Pavia Savaşında Şarlken’e esir düşen ve Osmanlıdan yardım talep eden Fransuva’ya “Ben ki, Sultanlar sultanı, hakanlar hakanı hükümdarlara taç veren Allah’ın yeryüzündeki gölgesi, Akdeniz’in ve Karadeniz’in ve Rumeli’nin ve Anadolu’nun ve Karaman’ın ve Rum’un ve Dulkadir Vila­ye­tinin ve Diyarbakır’ın ve Azer­baycan’ın Acem’in ve Şam’ın ve Halep’in ve Mısır’ın ve Mek­ke’nin ve Medine’nin ve Ku­düs’ ün ve bütün Arap diyarının ve Yemen’in ve daha nice memleketlerin ki, yüce atalarımızın ezici kuvvetleriyle fethettikleri ve benim dâhi ateş saçan zafer kılıcımla feth eylediğim nice diyarın sultanı ve padişahı Sultan Bayezid Han’ın torunu, Sultan Selim Han’ın oğlu, Sultan Süleyman Han’ım…” diye başlayan mektubuyla cevap vermiş, “düşmanın topraklarınızı ele geçirdiğini, halihazırda tutsak olduğunuzu ve kurtulmak için benden yardım ve meded umduğunuzu söylemişsiniz. Her ne demişseniz benim yüksek katıma arz olunup, detaylarıyla tarafımdan öğrenilmiştir” di­ye­rek yardımı kabul etmiştir. Osmanlı ve Fransız devletleri arasında sıkışacağını anlayan Şarlken, Fransuva’yı serbest bırakmak zorunda kalmıştır. Manevi Dinamikler Yine bu dönem ve bu dönemin hazırlayıcısı dönemlerdeki manevi çalışmalar da son derece önemlidir. Padişahlar manen donanımlı olmakla birlikte, hemen her birisi manevi bir kaynaktan besleniyorlar, mana büyüklerinden ders alıyorlardı. Tasavvuf, devletin kuruluşunda maya vazifesi görmüştür. Osmanlı padişahları gerek talebelik boyutunda gerekse istişare makamında bu mana büyüklerinden her daim istifade etmişlerdir. Yani toplumun şekillenmesi ve i’la-yı kelimetullah davasında yer alıp destek olabilmesinde bu yapıların aldığı konum göz ardı edilemez. Emir Sultan, Molla Fenari, Ha­cı Bayram Veli, Akşemseddin, Yahya Efendi, Aziz Mahmud Hüdayi hazeratı bunlardan bazılarıdır. Türkiye Yüzyılı Mümkündür Sene 2023. Türkiye Yüzyılı hedef olarak konulmuştur. İdarenin iradesi önemlidir. Fakat dinamiklerin de harekete geçmesi ehemmiyet arz etmektedir. Potansiyel olarak bu mümkündür. Tarihi olarak ve bugüne yansıması cihetiyle olabilir gözükmektedir. Kültür coğrafyası -maddi sınırlar cihetiyle olmasa da gönül coğrafyası olarak- baki ve dipdiridir. Maddi olarak bakıldığında, Hızır (as)’ın tamir ettiği duvarın3 zenginliği kendisini gösterecek artık demek, ortaya çıkan ve çıkma eğiliminde olanlarca teyit edilmektedir. Ne var ki bu ne sadece devlet iradesiyle ne de sadece halk iradesiyle tam olamayacaktır. Fert fert buna inanmak gerekmektedir. Fitil ateşlenmiştir. Yaşanan duygusal tepkinin eylem boyutunda içselleştirilmesi, topyekûn farkındalığın faaliyete dönüşmesiyle ve kaderin de takdiriyle her şey olabilir durumdadır. Mesele şu ki bu fırsat kaçırılmamalıdır. 1- Neml Suresi, 302- Deylemi, 1/2423- Kehf Suresi, 82

Münib SAİD 01 Ekim
Konu resmiGüneş Tutulması
İnsan

Güneş, üzerinde yaşatıldığımız dünyayla beraber diğer on bir gezegeni ve peyklerini bir arada tutan, birleştirici güce sahip kılınmış önemli bir aktör. Bugün, her gün mesaisini aksatmadan, tam vaktinde işbaşı yapan güneş, şu saatlerde bizim ve dünyanın dikkatini bir kez daha kendine çekmeyi başardı. Neden böyle söylüyorum? Çünkü etrafımızda o kadar çok nimetler var ki biz çoğu zaman ancak üzerine gölge düştüğünde ya da menfaatimize zarar geldiğinde fark edebiliyoruz… Vesileyle haydi şöyle bakalım: Güneş, üzerinde yaşatıldığımız dünyayla beraber diğer on bir gezegeni ve peyklerini bir arada tutan, birleştirici güce sahip kılınmış önemli bir aktör. Güneş, ışık ve ısı başta olarak pek çok nimetin tevziat memuru olarak iş gören, bizlerin imdadına koşturulan musahhar bir memur. Güneş, varlığının yerleştirildiği ve korunduğu konumuyla -timsahın jilet gibi keskin dişleriyle yavrusunu tutup taşıdığı- dengede iş gören ve asla hududunu aşmayan dakik ve amik bir dellal. Güneş, sadece sayısal verilerle budur deyip geçiştirilemeyecek kadar kıymet ve ehemmiyeti haiz önemli bir mahluk. Lakin biz, senede ancak birkaç kez gözümüzü yukarıya dikip ona hayretle bakıyor, varlığına göstermediğimiz hayreti ayın ardına gizlendiğinde oluşan karanlığa duyuyoruz. Sizce de garip değil mi? Çıplak gözle dikkatimizi çekebilecek en önemli varlıktır, güneş. İbrahim (as) varlığı sorguladığı ve ümmetine ve sonradan gelenlere anlattığı o ibretlik ders ve vakıada, “Acaba benim Rabbim güneş mi?” diye sormuştu. İlk dikkati çeken oydu çünkü. Ne karanlığı delen yıldızlar ne de gecenin kandili güneşe yetişememişti. Evet, böyle bir meselede bile ilk ve en dikkat çeken şey güneşti! Ha bir de; duvara astığımız saati bile anlamıyla değerlendirip zamanı okuyan bizler, vakti saati geldiğinde kamer ile hicaplanan güneşin karanlığına bakıp hayret cümleleri kuruyoruz, acip! Yüz yıl öncesine kadar, hatta daha da beri getirebiliriz, güneşin perdelendiği bu zamanlarda teneke çalıp, tüfek atıyordu insanlar. Derdi, kameri korkutup güneşin önünden çekmek olanlar da vardır belki ama hayretlerini bu şekilde dile getirdikleri vakıa, bu başka acip! Şimdilerde de elimize gözlükler alıp, gözümüzü zararlarından korumaya yönelik aparatlarla yüksek yerleri işgal ederek hayret ifadeleri söyleyip, taaccüp hallerine giriyoruz. Ya bu ve neden? Çünkü güneş, dikkatleri üzerine çekmeyi başarıyor. Eyvallah ama hepimiz görüyoruz ki aslında güneş duvardaki saatten farksızdır. Saatte zamanı okuyan insan da semada asılı güneşin bu halinden, daha doğrusu varlığı ve bu haliyle dikkatleri üzerine çekmekten mana olan şeyi araması gerekmiyor mu? Yani bu saati bu duvara asanı bilmek, var olanın işaret ettiği şeye bakmak iktiza etmiyor mu? Ne demişti İbrahim (as), “Ben batıp gidenleri sevmem!” Kaç dakika sürdü tutulma, şu kadar. Sonra? Güneş aynı güneş ve orada duruyor. Varlığı o kadar zahir ki önündeki karanlık kaktığında unutup gidiveriyoruz. Sonra hiçbir şey yokmuş gibi gündelik/dünyalık koşuşturmalarımıza devam ediyoruz. Peki, az önce ne oldu? Güneşle bize ne anlatıldı? Asıl dikkatlerimizi çekmesi gereken şey neydi? Bu ve benzeri suallerden azade hayretle göğe kalkan gözlerimiz sıradanlıkla toprağa dönüyor, karanlığına hayretle baktığımız güneşin aydınlığından uzaklaşıp kendi karanlıklarımıza yüz çeviriyoruz… Bak, akşam oluyor. Birazdan güneş (tabir-i cazile) batacak. Yine bir şey olmamış gibi, garantisini almışız gibi ertesi gün doğacak güneşi beklemeksizin karanlığımızı aydınlattığını var saydığımız ekranlarımıza gömüleceğiz. Ardından yorganımızı çektiğimiz başımızın karanlıklarına yol alacağız. Belki bir yerlerde birileri, bu harikulade hadisenin işaret ettiği Rabbine dönecek ve hayretini küsufa dair namazıyla ifade edip, her şeye baş eğdiren Rabbine karşı secdeye gidip niyazda bulunacak. Gecenin en karanlığında bile, güneş ve aydınlatma vazifesini gören her şeyin yitip gittiği zamanlarda bile, kabirde nur ve ışık olacak namaza sığınacak, hayretten gayrete gelip muhabbetini ve kulluğunu izhar edecek, kim bilir… Onlardan olmak duasıyla, bugün yaşadıklarım böyle geldi dile…

Metin Said SERDENGEÇTİ 01 Ekim
Konu resmi“Allah’ın Dostu” Olmanın Sırrı
İtikad

 “Ve kendisi iyilik eden bir kimse olarak, nefsini Allah’a teslim eden ve Hanîf (hakka yönelmiş) olarak İbrahim’in dinine tâbi’ olan kimseden, din bakımından daha güzel kim olabilir? Zira Allah, İbrahim’i dost edinmiştir.”Nisa Suresi, 125 Ahzâb Suresi’nin 7, Ahkaf Su­re­si’nin 35 ve Şûra Suresi’nin 13. ayetlerinden yola çıkan İslam âlimleri, ulülazm peygamberle­rin ilgili ayetlerde ismi geçen Hz. Nuh, Hz. İbrahim, Hz. Mu­sa, Hz. İsa ve Hz. Muhammed (sav) olduğunu beyan etmiş­lerdir. Ulülazm, “azim sâhipleri, sabır­lı, gayretli ve kararlı kimseler” demektir. Karşılaştıkları büyük zorluklara rağmen peygamberlik görevlerini üstün bir azim ve kararlılıkla eksiksiz olarak yapmış bulunan peygamberlere denir.1 Bu peygamberler, hususi bir şeriat ile gönderilmiş ve şeriatlarını tebliğde diğer peygamberlere göre daha fazla sıkıntıya katlanmıştır. Gönderildikleri toplumun ileri gelenleriyle mücadele etmiştir. Hz. İbrahim (as) de vazifesini yerine getirmede olağanüstü azim, sabır ve metanet gösterdiği için beş ulülazm peygamberden biri olmuştur. Tarifi mümkün olmayan bir tarzda tevhid mücadelesi vermiştir. Allah katında büyük bir şeref kazanan Hz. İbrahim (as) ken­disine has başka bir unva­na daha sahip olmuştur: Halîlullah! “Allah’ın dostu” anlamında Hz. İbrahim (as) için kullanılan İla­hi bir övgü ifadesidir bu. Ce­nab-ı Hak (cc) açık bir şekilde O’nu dost edindiğini bize Kur’an-ı Kerim’de bildirir.2 Hayatı boyunca şirkin her türlü­sü ile mücadele eden, tevhid ve teslimiyet kahramanı olan Hz. İbrahim’i (as) Halîlullah ol­ma­ya götüren sır hep merak ko­nusu olmuştur. Bununla alakalı çok yazılar kaleme alınmıştır. Endonezyalı meşhur alim, şu anda Cennetü’l-Mualla’da med­­fun olan İmam Nawawi al-Ban­tani3 de (ra) Nashâih al-’Ibâd  isimli kitabında kendi oku­­ma­ları muvacehesinde Hz. İb­ra­him’in bu unvanı alması­nın sırrını açıklar. Üç şeyin O’nu Allah’ın dostu yaptığını söy­ler. İşte o üç şey: Allah’ın Emirlerini Her Şeyin Üstünde Tutması Hz. İbrahim her zaman ve zeminde Allah’ın emirlerini diğer emirlerden üstün tutmuştur. Gönlü Allah aşkı ile yanan Hz. İbrahim, O’nun rıza ve hoşnudiyetini her şeyin üstünde görmüştür. Buna en can alıcı numune, kendisine oğlu İsmail’i kurban etmesi emredildiğinde gösterdiği sadakat ve itaatidir. Zerre miskal tereddüt göstermemiştir. Tarihi kayıtlara göre, Hz. İsmail (as) doğmadan evvel İbrahim Peygamber gönülden bir çocuk ister. Ancak onlarca yıl geçmesine rağmen bir evlada sahip olamaz. Sonunda, Hz. Hacer’le evlenmek için eşi Sara’dan izin ister ve Hacer validemizle izdivaç eder. Bu izdivaçtan Hz. İsmail (as) dünyaya gelir. Allah (cc) Hz. İbrahim’e uzun bir hasretin ardından kavuştuğu ve çok sevdiği çocuğu kurban etmesini emreder. Hiç düşünmeden Allah’ın emrini yerine getirir; lakin Allah’ın kudreti ile Hz. İsmail kurtarılır ve yerine bir koyun hediye edilir. Bir rivayete göre, İbrahim Peygambere sünnet emri verildiğinde, baltayla hemen sünnet derisini kestiği söylenir. O sırada, sahip olduğu halde bıçak veya keskin bir alet kullanmaz. Bunun nedeni sorulduğunda şöyle söyler: “Emir geldiğinde yanımda olan tek şey baltaydı. O yüzden hemen emri yerine getirdim. Başka araçlar aradığımda, O’nun emirlerini geciktirmeyi seven insanlar arasında sınıflandırılmaktan endişelendim.” Sarsılmaz Tevekkül Hz. İbrahim (as) her hal ve şartta Allah’a (cc) güvenmiş, sarsılmaz bir şekilde O’na tevekkül etmiştir. On iki bin hayvanlık sürüye sahip olduğu halde, dünya zenginliği ona Allah’ı (cc) hiçbir zaman unutturmamıştır. Çok çalışan ama neticeyi hep Allah’tan bilen ve bekleyen bir şahsiyet olmuştur. Bir rivayete göre, bir zamanlar Cebrail’e (as) Allah tarafından İbrahim Peygamber’in itaatini sınaması emredilir. Cebrail (as), İbrahim Peygamber’in yanına gelen bir adam kılığına girer. Cibril-i Emin, “Ey efendim, ha­yatımı tamamlamak için gerçekten servete ihtiyacım var.” der. Hz. İbrahim (as), “Lütfen, sahip olduğum hayvanlardan bir veya iki tanesini al.” der. Akabinde, Cebrail (as) “Ama yine de yetmedi efendim” deyince İbrahim (as), “Benim ya­nımda olanın üçte birini al” diye cevap verir. Cibril (as) Hz. İbrahim’in iman ve taatini sınamaya devam eder, “O da yetmez efendim” der. İbrahim (as) gelişigüzel bir şekilde, “Sahip olduğum bütün hayvanları al.” diye cevap verir. İbrahim Peygamber’in ahlakına hayran kalan Cebrail (as), sonunda onun Allah’ın elçisi olduğunu açıklar. Yukarıdaki kıssa Hz. İbrahim’in Allah’a olan tevekkül ve güve­nini göstermektedir. Sahip olduğu tüm rızıkların yalnızca Allah’tan bir emanet olduğundan çok emindir. Ona göre, rızık aramada çok da endişe edilecek bir şey yoktur. Herkesin tüm ihtiyaçları Allah tarafından karşılandığına ve kişinin belirlenmiş rızkının değişmeyeceğine inandığı için tüm mal varlığını feda edebilmiştir. Tek Başına Yemek Yemezdi İbrahim Peygamber, yanında misafir olmadıkça asla yemek yemezdi. Kendisi ile yemek yiyecek bir misafir bulmak için yeri geldiğinde seve seve bir ila iki mil yürümeyi göze aldığı söylenir. Bu, ona “Ebu ad-Duyuf” yani misafirlerin babası lakabının takılmasına sebep olmuştur. Hz. İbrahim’in bir keresinde Ce­nab-ı Hakk’a, “Allah’ım, Hz. Muhammed’in kavmini kıyamete kadar kendime misafir etmeyi çok istiyorum.” diye yalvardığı hikâye edilir. Allah (cc), “Yapamazsın ey İbrahim.” diye nida buyurur. İbrahim Peygamber pes etmez ve “Allah’ım, sen benim halimi bilirsin ve sen her şeye kadirsin. O halde isteğimi kabul et ey Rabbim!” diye niyazda bulunur. Nihayet, Hz. İbrahim’in isteği kabul edilir. İbrahim Peygambere cennetten kireç alıp Kubeys Dağı’nın tepesine getirmesi emredilir. İbrahim Peygamber cennet ki­re­cini tepede mezkûr dağın üze­rine üfler. Kirecin düştüğü her yer tuz olur. Öyle ki, şimdiye kadar tükettiğimiz tuz, Hz. İbrahim’in Allah’a olan niyazının mahsulüdür. Evet, Hz. İbrahim’i Halîlullah yapan sırrı İmam Nawawi al-Bantani’den (ra) okumuş, öğrenmiş olduk. Bizler de Muhammed (sav) üm­meti olarak O’nu örnek alıp bu hususiyetlerini kendi hayatımızda tatbik etmeye çalışabiliriz. Umulur ki bizler de küçük birer Halîlullah oluruz. Allah’ım! Hz. Muhammed’e ve Hz. Mu­ham­med’in ümmetine rahmet eyle; şerefini yücelt. Hz. İbra­him’e ve Hz. İbrahim’in ümmetine rahmet ettiğin gibi. Şüphesiz övülmeye layık yalnız sensin, şan ve şeref sahibi de sensin. 1- Kubbealtı Lügati2- Nisa Suresi, 1253- Efendimizin (A.S.M) mübarek neslinden gelen İmam Nawawi al-Bantani (R.A) 1813’te En­do­nez­ya’da dünyaya gelmiştir. En­do­nez­ya’nın Banten şehrinde doğduğu için al-Bantani unvanı ile meşhur olmuştur. Endonezya’nın uluslararası standartlara sahip büyük alimlerinden biridir. Kitap yazmakta çok üretken bir âlim ve fikir adamıdır. fıkıh, tevhid, tasavvuf, tefsir ve hadis alanlarını kapsayan yüzü aşkın eser kaleme almıştır. 1897’de Hicaz’da vefat etmiştir.

Celal AKAR 01 Ekim
Konu resmiİyilik Problemi
İnsan

Ateizmin en çok kullandığı argümanlardan biri de “Kötülük Problemidir” Bu aynı zamanda felsefenin de konusudur. “Allah mutlak iyiyse niçin kötülüklere izin veriyor?” diyerek sorgulama yapılır. Ve bunun üzerinden inkâra gidilir. Biz bu yazımızda kötülük problemine değinmekle birlikte bir başka probleme daha değineceğiz: İyilik Problemine. Sorun ya da problem; çözülme­si gereken mesele, soru veya aşıl­­­ması gereken engel anlamına gelir. Kötü ise, sözlüklerde; ama­ca uygun olmayan, kusurlu ve ye­tersiz olan, korku ve endişe verici olan, zarar, acı ve rahatsızlık veren şey, zararlı etkide bulunan, ahlaki bakımdan iyinin karşısında yer alıp, yanlış ya da kabul edilemez olan şey, mutluluğa, ideallere, amaca ulaşmayı engelleyen durum veya oluşum için kullanılan niteleme olarak, ifade edilegelmiştir. Bu noktada şu soruyu sormak yerinde olur; bir şeyi problem ve kötü yapan nedir? Öyle ya çıkış noktanız nedir? Felsefe mi? Salt akıl mı? Moder­nizm mi? Nefis ve şeytanın fısıldamaları mı? Yoksa hükümlerini selim akıllara ispat ettiren Kur’an mı? Mevlana’nın pergel metaforuyla soracak olursak, “Pergelin yani bakış açışınızın, düşünce metodunuzun, inancınızın sabit ayağı nerede duruyor?” Bu çok önemlidir. Çünkü açısı ona göre şekil alıyor. Bu noktadan bakıldığında kötülük problemine ateizmin yak­- laşımı oldukça enteresandır. Ateizm kötülük problemine yak­­laşırken güya mazlumların avukatlığına soyunur, hem hâ­kim hem de savcı rolü oynayarak bir mahkeme kurup Allah’ı yar­gılamaya kalkmaya ça­lışır. Bu mahkemede Allah’a söz hakkı vermez. Sonra da “Madem dünyada kötülükler var, zulümler var; Allah ya acizdir (haşa) kötülüğü kaldırmaya gücü yetmiyor ya da adil ve şefkatli değil” diyerek inkârlarına gerekçe göstermeye çalışır. Bir çocuk size “Falan adam bana zulmetti. Benim parmaklarımdan birini kesti” derse elbette ona acır, onun parmağını kesen adama da öfkelenirsiniz. Fakat çocuğun parmağını kesen adam size “Ben doktorum. Bu çocuğun eli kangren olmuştu. Eğer parmağını kesmeseydim, bütün eli kesilmek zorunda kalacaktı.” dese o zaman adama kızar mısınız? Elbette kızmazsanız. Hatta o kişinin çok iyi bir şey yaptığını kabul edersiniz. Demek ki, nereden baktığınız ve ne kadar gördüğünüz çok önemli. İslam âlimleri kötülük problemi olarak adlandırılan hususta önemli tespitler yapmıştır. Bunları kısa başlıklarla özetleyecek olursak; Bir şeye bakış açınız onu değiştirir. Kırmızı gözlükle etrafa bakarsanız kırmızı renkte görürsünüz. Kuran ile, Hz. Muhammed (sav) ile bakılırsa hakikat net görülür. Allah bilir, siz bilmezsiniz. Allah ezeli ve ebedidir. İlmi sonsuzdur. Kayıtlı ve sınırlı olan ve sonradan yaratılan insanın kendini yaratanını, Allah’ı tenkit etmesi, yedi yaşındaki bir çocuğun tıp alanındaki uzman bir profesörü tenkit etmesinden öte bir haddini aşmaktır. Varlığın temel gayesi öncelikle onu yaratan Allah’a aittir. Yani biz, “insan imtihan için yaratılmıştır” deriz ama bu yerine göre eksiktir. O insanın varlığında, öncelikle Allah’ın kendine bakan nice hikmetleri, gayeleri vardır. Ve biz her şeyi bilmek durumunda değiliz. Evet, bu dünya bir imtihan dünyasıdır ve sonuçlar ahiret hayatı ile ortaya çıkacak, orada herkes hakkını alacaktır. Musibetlerin de hikmetleri var­­dır: Günahları affettirir, dere­celeri yükseltir, insanı Allah’a yöneltir… Allah’a ve dolayısıyla imtihan şartlarına şikâyet etmeye hakkımız yoktur. Hak, bir haktan doğar. Hak dava etmekle değil, edebimizle imtihanı vermekle mükellefiz. Her şey zıddı ile bilindiği için iyilik de kötülük ile bilinir. Allah kötülükten razı değildir. Kul­larının eliyle onlara mâni olun­masını ve cezai müeyyideler konulmasını ister. Fakat ne olur­sa olsun mutlaka ahiret ile tam adalet ortaya çıkar ve çıkacak. Hayır bildiğimiz şeylerde şer, şer bildiğimiz hususlarda hayırlar olabilir. İnsan kötülükleri gördüğü gi­bi iyilikleri de görmelidir. Ve iyi­nin tarafında ve amelinde olup, elinden geldiği kadar kötülüklere karşı çıkmalıdır. Allah dilese hiçbir kötülüğe şerre müsaade etmez, o zaman da imtihan olmazdı. Kötülüğün olmadığı bir âlem var: Cennet. Evet, kısaca özetlemeye çalıştığımız hususlar başlı başına yazı konusu olabilir. Burada önemli olun husus şudur. Eğer ahiret olmazsa ne kötülük ne iyilik bir anlam ifade etmeyecek ve aynı zamanda bir “iyilik problemi” ortaya çıkacaktır. Zira ölümlü dünyada iyi olmanın da bir anlamı olmayacaktır. Bu noktada Üstad Bediüzzaman’ın Haşir Risalesinde geçen şu sözlerine bakalım. “Daimî bir cemal, zâil müştaka razı olamaz. Zira dönmemek üzere zevale mahkûm olan bir seyirci, zevalin tasavvuruyla muhabbeti adavete döner, hayret ve hürmeti tahkire meyleder. Çünki insan, bilmediği ve yetişmediği şeye düşmandır. Halbuki şu mi­sa­firhanelerden herkes çabuk gi­dip, kayboluyor. O kemal ve o cemalin bir ışığını belki zayıf bir gölgesini, bir anda bakıp doymadan gidiyor. Demek bir seyrangâh-ı daimîye gidiliyor...” Evet, bu dünya misafirhanesine gelmişsiniz, elinizden geldiği kadar iyi bir insan iyi bir kul olmaya çalışıyorsunuz. Kul hakkına dikkat ediyorsunuz, kimseye haksızlık yapmamaya çalışıyorsunuz. Ailenize, vatanına, milletinize, insanlığa hizmet etmiş, güzel örnek olmuşsunuz. Helale, harama dikkat ediyorsunuz. Meşru dairede lezzetler tadıyorsunuz. Dostlar, ahbaplar ediniyorsunuz. Ama o da ne? Ölümle birlikte her şey bitiyor, son buluyor. Böyle bir durumda insanın Üstad Bediüzzaman’ın da ifade ettiği gibi, hayret ve hürmeti hakarete döner, madem bitecekti, niçin oldu bütün bunlar der, demek ister. Elbette sonsuz hikmet ve rahmet sahibi olan Allah kullarına bunu dedirtmeyeceğini bütün kitaplarıyla ve peygamberleriyle vaad etmiş, bildirmiştir. İyiliği, kötülüğü problem olmaktan çıkarıp fırsata çeviren “imandır” İmansız bir hayatın kendisi başlı başına bir problemdir ve sahibini çıkmazlara, buhranlara atar. Yazımızı yine Üstad Bediüzzaman şu veciz ifadesi ile sonlandıralım. “Hayatın lezzetini ve zevkini is­ter­seniz, hayatınızı iman ile ha­­yatlandırınız ve ferâizle zî­net­len­diriniz ve günahlardan çekinmekle muhafaza ediniz.”

Enes KARA 01 Ekim
Konu resmiRomana Dair
İnsan

Roman bir ömre benzer. Onun bebekliğine, çocukluğuna, genç­liğine ve ihtiyarlığına şahit olur­sunuz. Romanı billurlaştıran belki de yıllar boyunca kat et­tiği zamandır. Kemâl bulması için asırlara ihtiyaç duyulur. Romanın zihnimizde çok boyutlu bir görsele sahip oluşu, onu diğer edebi türlerden farklı kılan en önemli özelliklerden birisi. Edebi türlerin televizyonudur roman. Okuduğumuz bir metin zihnimizde hemencecik canlanıverir. Böylesi durumda herhangi bir roman karakterine bürünmeniz hiç de zor olmaz. Örneğin pişmanlıkla dolu bir hayattan ders çıkarmaya çalışan Jan Valjean olursunuz. Yahut onu bu bataklıktan kurtarmaya çalışan piskopos Mösyö Beinvenu, ya da yel değirmenlerine karşı kılıç kuşanan bir Don Kişot. Sevdiğinizin peşinde koşan Züleyha ya da hakikati bulmaya çalışan Simon olmak da geçer içinizden. Hayat, olmak istediklerimizin dışında olmak istemediklerimizle de doludur. Kuyucaklı Yusuf olmayı kim ister? Germinal’de Chaval tam bir baş belası. Yaptığı kabalığın haddi hesabı yok. Fakirliği hücrelerine kadar hisseden Maheu gibi yaşamak düşman başına. Nazi kampında sekiz yaşındaki Bruno’nun korkunç akıbetini düşündükçe çocuklarımız geçer gözlerimizin önünden. İnsan ırkının acımasız yüzünü bir kurt köpeği Buck’a reva görülen muameleden hemen anlayabilirsiniz. İyilerde vardır romanlarda, kötülerde; kötülerin iyiliği ve iyilerin kötülüklerine de rastladığınız olur. İnsanların farklı roman türlerine yönelişini ilgi ve istidatlarının bir tezahürü olarak görmemiz gerekir. Kimi polisiye romanlardan hoşlanır. Kimi tarihi ya da psikolojik romanlardan. Biyografik romanlara da bayılanlarımız vardır. Korku ve fantastik romanları -benim gibi- zaman israfı görenler de az değildir kuşkusuz. Romanların şiire ve nesre göre daha fazla ilgi görmesini salt zihin dünyamıza açtığı pencereye bağlamamız da doğru olmaz. Müphemlik romanın en cazip tarafı. İnsanoğlu merak aver bir kabiliyette yaratılmış. Afaki dairede gökteki uçsuz bucaksız yıldızlar, gezegenler, denizin dibindeki varlıklar, dünyanın başka yerlerinde yaşayanlar, görülmeye değer şehirler, ülkeler, ormanlar, denizler, göller hakeza her şey insanın çekim alanına girer. İnsanın enfüsi diye tabir ettiğimiz iç âlemle de alakası vardır. İlerideki hayatını, kiminle evleneceğini, nasıl bir işe sahip olacağını, başına nelerin geleceğini de merak eder. Bu nedenledir ki insanoğlu bir nebze de olsa istikbal endişesinin ateşini söndürecek havuzu romanın sayfalarında bulur. Fikri tekâmül açısından bazı romanlar insanı daha üst noktalara götürürken bazıları da insandan çoktan şeyler alıp götürebilir. Batılı tasvir etmek, çirkinlikleri ortaya dökmek farkında olmadan zihin dünyamızı tahrip eder, daha da ilerisi iyilik damarlarımızın tıkanmasına sebep olabilir. O yüzden roman konusunda seçici davranılmalı kanaati taşıyanlardanım. İnsana ve insanlığa değer katacak eserler tercih edilmelidir. Okuduğumuz eserin kalitesini “zaman” belirler.  Romanın sayfalarında gezinirken vaktin nasıl geçtiğinden habersizseniz iyi bir romanla baş başasınız demektir. Fakat roman hakkında analiz yapabilmek için tek kriter bu değildir. Örneğin olay örgüsü mantıklı olmasa bile okuyucuyu ikna edebilmişse, sonuç kısmı beklemeyeceğiniz bir finalle nihayete ermişse başyapıt bir roman okuduğunuzdan bahsedilebilir. Roman bir ömre benzer. Onun bebekliğine, çocukluğuna, genç­liğine ve ihtiyarlığına şahit olur­sunuz. Romanı billurlaştıran belki de yıllar boyunca kat et­tiği zamandır. Kemâl bulması için asırlara ihtiyaç duyulur. “Felsefenin kuşu alacakaranlıkta uçar.” der Hegel. Roman da ancak hazanı ve kışı görmekle kanatlanabilir. Bu edebi türü güçlü kılan, asırların biriktirdiği malzemenin üzerine kurulmasıdır. Murasaki Shibiku tarafından 11. yüzyılda kaleme alınan Genji’nin hikâyesi romanın bir emekle dönemi mahsulü. Adı geçen eserden sonra yaklaşık dört asır kadar birkaç önemli eserden başka hafızamızda yer tutan eser yok. 16. yüzyıla geldiğimizde Cervantes’in Don Kişot’u, 17. yüzyılda Daniel Defoe’nin Robenson Cruze’si öne çıkar. Roman zirve noktasını 18. ve 19. yüzyıllarda yakalar. Stendhal, Balzak, Flaubert, Dostoyeveski, Tolstoy, Zola ve daha başka önemli yazarlarla tanıştığımız bir dönemdir bu. 20. yüzyıl önceki asır gibi ışıltılı geçmese de zihinlerimiz John Steinbeck, Jean Paul Sartre, Albert Camus gibi önemli yazarların misafirliğine şahit olmuştur.  Batıda edebi türlerin inkişafı romana da bir ivme kazandırmıştır. Haddi zatında sanat ve edebiyatın gelişiminde kültür birikimi çok önemli bir yer tutar. Dünya da hiçbir medeniyet yoktur ki başka milletlerin maddi ve kültürel zenginliklerinden istifade etmiş olmasın. Doğu ve Batı medeniyetleri tahterevalli gibi biri yükselirken bir diğeri inişe geçer. İslam Medeniyeti Antik Yunan, Roma, Hint ve Çin medeniyetleriyle olan teması sayesinde belirli yüzyıllarda dünya medeniyetinin makinisti olabilmiştir. Tıp, matematik, felsefe, astronomi gibi alanlarda yazılan eserler Arapçaya tercüme edilmiştir. XII. yüzyıldan itibaren tahterevallinin diğer ucundaki Batı medeniyetinin yavaş yavaş yükselişine geçtiğine şahit oluruz. Bu yükselişin birdenbire olmadığı asırların birikimiyle olduğu muhakkak. Edip Akyol yayımlamış olduğu makalesinde bu geçişin üç aşamayla gerçekleştiğini ifade eder. “Bilimin Batı’ya nasıl geçtiğini ifade etmeye çalışacağız. İlk defa rahipler arasında Fransa’da ve özellikle Normandiya’da ilk ilim hareketleri gelişmeye başlamıştır; Birinci aşamada; İtalya, İspanya ve Güney Fransa’dan birçok kimsenin İslâm medreselerine tahsile geldikleri görülmektedir. Matematik, Felsefe, Tıp ve Astronomi tahsil edenler, üniversitelerde pro­fesör adayı oldular. İkinci aşa­­mada; Güney Avrupa’da İs­lâm medreselerini taklit ederek ilk üniversitelerin kurulduğu gö­rül­mektedir. Bunların mima­ri özelliği, ders programları, eği­tim usulleri tamamen İslâm medreselerinin taklidiydi. İlk de­fa Napoli Krallığında Salerno med­resesini kurdular. Üçüncü aşa­mada; Artık İslâm ilmi İtalya medreseleri aracılığıyla Fransa’ya ve diğer Batı ülkelerine sokulmaya başlamıştı. XIII. yüzyılın başlarında Bolonya ve Montpellier üniversiteleri kuruldu. Çok kısa bir süre sonra Paris Üniversitesi faaliyete başladı. Bu asır içinde aynı model üzerinde Oxford, Köln (Cologne) Üniversiteleri teşekkül ederek yeni ilimler İngiltere ve Almanya içlerine sokuldu.”   1 Batı, Doğunun özellikle de İslam medeniyetinin tellallığını yapmakla çok şey kazanmıştır. Ancak bununla yetinmemiş Rönesans, reform ve sanayi inkılabıyla da ilerleyişini devam ettirmeyi başarabilmiştir. Esasen bu önemli devrimlerin gerisinde de bir kültür hazinesi yatar. Edebi türlerin rağbet görmesi özellikle de romanın ufuk açıcı özelliği insanlarda bir toplum bilincinin oluşmasını sağlamıştır. Düşünceye saygı ilmin gelişmesini intaç eder. Roman gelişimini düşünce özgürlüğüne borçludur. Avrupada fikir özgürlüğü romanın dışına taşabilmiştir. Amerika’da ise sadece kendi ülkesi için vardır özgürlük. Rusya’da ise özgürlük, hak, hukuk, emek sadece romanlarda kalmıştır. Edebi türlerin kralında umumiyetle alışılmış düzene başkaldırının izlerini görürüz. Okuyucuya hayatını sorgulaması sa­lık verilirken hadiselere geniş pers­pektiften bakabilme imkân ve kabiliyeti de sunar. George Orwell, hayvanlar üzerinden alegorik tarzı ile ufkumuzu açmayı başarabilmiştir. Eseri okuduğunuzda gücü ele geçiren insanların zamanla nasıl bir güç zehirlenmesine yakalandıklarına şahit olursunuz. Dalkavuklu­ğun, itaatin ya da başkaldırının sonuçları başınızı döndürür hayvanlar çiftliğinde. Bir dünya kurmaya heveslenenlerin baş­vuru kitabıdır “Hayvanlar Çift­liği”. “1984” ro­manında ise toplum ve birey eleş­tirisi üze­rinden olmaması ge­re­ken bir dünyayı anlatır.  18 ve 19. yüzyılda Batıda kemâl noktasını bulan roman, o yüzyıllarda Osmanlıda henüz iptidaidir. Rus, İngiliz, Fransız, Alman ve son dönemde öne çıkan İspanyol ve Portekiz edebiyatına göre rüştünü ispat etmiş değildir. Romanın safi zihinleri idhal etme düşüncesi doğuda romana mesafeli durmayı intaç etmiştir. Avrupai tarzda 19. yüzyılın sonlarına doğru Namık Kemal, Şemsettin Sami ile başlayan ilk roman çalışmaları Recaizade Mahmut Ekrem’le gelişme göstermiştir. Halit Ziya Uşaklıgil’in Aşk-ı Memnu ile de zirveyi yakalamıştır. Dizilere konu olmuş bu eser Türk edebiyatında önemli bir çalışma olarak kabul edilir. Reşat Nuri Güntekin’in Çalıkuşu ve Yaprak Dökümü kitapları da edebiyatımızın nadide eserleri arasında yerini almıştır. Cumhuriyet döneminde pek bilinmeyen ya da bilinmesi istenmeyen bir Sabahattin Ali’miz var. “Kürk Mantolu Madonna” en çok satan kitaplar arasında. Lakin gözlerinin içi gülen bu genç yazarımızın sonu pek hazin olmuştur. Düşünen bir kafadan rahatsızlık duyan biri tarafından sopayla başı parçalanarak öldürülmüştür. Ölürken bile elinde kitapları vardı. Yaşasaydı kim bilir edebiyatımıza daha ne güzel eserler kazandıracaktı.  Ama olmadı. Her nedense konforumuzun bozulması, ezberlerimizin yıkılması rahatsızız eder bizleri. Yalnız üreten insanları yok etmenin kazananı olmaz. Kaybedeni ise insanımız ve insanlıktır. 20. yüzyıl Türkiye’sinde Yaşar Kemal en büyük romancılarımızın arasında gösterilir. “İnce Memet” bir başyapıttır. İçinde bulunduğumuz zamanda öne çıkan isim Orhan Pamuk olmuştur. Şöhretini sanatına mı yoksa siyasi görüşüne mi borçlu olduğu hep tartışılan bir mesele. Yazarın siyasi söylemleri, ülkemizi zora sokacak tarihi olaylar hakkındaki görüşleri yazdıklarının önüne geçmiştir. Hatta şöhretini Türkiye aleyhindeki demeçlerine borçlu olduğunu iddia edenler de vardır. Zira aldığı ödülden yaklaşık bir yıl önce verdiği Türkiye’yi zora sokacak demeçleri, bazı çevrelerce bu iddiaların doğruluğuna dayanak teşkil etmede kullanılmıştır. Orhan Pamuk’un birkaç romanını okudum. Ancak dünya klasikleri olan eserlerden aldığım tadı bulamadım. Dünya klasikleri bir yana Yakup Kadri, Ahmet Hamdi Tanpınar, Oğuz Atay yahut Peyami Safa’nın romanları beni daha çok heyecanlandırıyor. “Benim Adım Kırmızı” romanlarının içerisinde yine de keyifle okunabilecek bir eser. Gerçi Murat Bardakçı belgeleriyle bu eserin intihal olduğunu söylemekten çekinmez. Yazar, “Orhan Pamuk’un “Benim Adım Kırmızı” romanı, hikâyesi ve anlatım şekli ile Amerikalı yazar Norman Mailer’in “Ancient Evenings” adlı romanının bir kopyasıdır.” der. Ayrıca aynı yazar, Orhan Pamuk’un “Beyaz Kale” adlı romanı Mehmet Fuad Carim’in Kanuni Devrinde “İstanbul” başlıklı ese­rinden birebir pasajlar içerdi­ğini de ifade eder.”2 Bana göre 19. yüzyılın başya­pıtı Fransız yazar Alexandre Dumas’ın “Monte Kristo Kon­tu’dur.” Gençliğimin ilk yıllarını süsleyen bir eser. Bu kitabı ilk okuyan, yazarına bakmadan bir okuma yapmışsa şayet eseri içimizden birinin kaleme aldığını zannedebilir. Öylesine bizden bir kitap ki her yaptığı betimlemede kendinizden bir parça bulursunuz. Marsilyalı genç denizci Edmond Dantes’in bizim denizcilerden bir farkı yoktur. Dantes ve Mercedes’in aşkı ile bir Anadolu kasabasındaki iki gencin aşkı arasındaki benzerlik şaşırtır sizi. Yalnız sakın Dumas’ın hayatı ile kitapları arasında bir bağlantı kurmaya çalışmayın. Şatafatlı ve eğlenceye düşkünlüğü yüzünden tüm parasını kaybetmiştir. Ancak çağdaşı Watts Phillips onun dünyanın en cömert ve en büyük kalpli bir insan olduğu söylemekten çekinmez. Roman okurken eserle eser sahibi ara­sında olan uyuma çok fazla ta­kılmamak gerekir. Şiir ya da ro­man yazarlarında ölçümüz -bence- fikir kumaşı değil, sanat kumaşı olmalıdır.    Roman deyince aklımıza gelen ilk isimlerden biri de kuşkusuz Lev Nikolayeviç Tolstoy’dur. Bü­yük yazarı Rus halkının bir şö­valyesi olarak kabul edebiliriz. Romanlarında her türlü tehlikeyi göze alarak sistem eleştirisi yapabilmiştir. Kiliseyi sorgulamaktan çekinmez. “Tanrının Egemenliği İçinizdedir” kitabından dolayı kilise tarafından aforoz edilmiştir. Talihsizliğe bakın ki kilise tarafından aforoz edilen ve belki de çoğu din adamının yapamadığını yapan bu koca yürekli yazar, zengin bir ailenin çocuğu olduğu halde köylüler arasında fakir yaşamayı seçmiştir. Kendi elbisesini kendisi dikerdi. Pejmürde giyinirdi. Servetini köylülerle paylaşırdı. İlk eserini bu sıralarda yazmıştı. Şatafattan, lüksten, mevkiden kaçan birisiydi. Küçücük yaşta önce annesini, sonra babasını kaybetmişti. Çileli ve uzunca bir ömür yaşadı. On üç çocuğundan beşini kaybetti. Ruhi çalkantılarını ancak eserler ortaya koyarak dindirebiliyordu. Eserlerinin baş tacı kuşkusuz “Savaş ve Barış”. Ancak “İnsan Ne ile Yaşar” eseri de yabana atılacak bir eser değil. Tolstoy, hacimce incecik bu eserinde insanı ayakta tutan duygunun peşine düşer. İyiliğin er ya da geç galip geleceğinden bahseder ve satır aralarında mistik bir dünyanın insanın saadetine vesile olacağını söyler. “Erken gelmiş bir bahar günü, ormanda yalnızdım, ormanın seslerini dinliyordum. Son üç yıl­dır süregelen çırpınmalarımı, Tanrı’ yı arayışımı, sürekli bir biçimde sevinçten umutsuzluğa sıçrayışlarımı düşünüyordum... Birden, ancak Tanrı’ya inandığım sıralarda yaşadığımı anladım. Sırf onu düşünmekle bile, yaşamın sevinçli dalgaları kabarıyordu benliğimde. Çevrede her şey canlanıyor, her şey bir anlam kazanıyordu. Ama Tanrı’ya inanmamaya başladım mı yaşam duruveriyordu.” Ömrünün son döneminde ailesiyle arası kötü olan ünlü yazar ne yazık ki yollara düştüğü bir tren garında ölü bulunur. Cenazesinde soylular, zenginler yerine binlerce köylü vardı. 21. yüzyılın en çarpıcı romanlarından biri Jose Saramago’nun “Körlük” romanı. Körlüğün salgın bir hastalık gibi yayıldığı bir toplumda oluşan korku ve panik neticesinde ahlaki değerler dumura uğrar. Bu eseri okuduğunuzda saygın bir kişiliğe sahip insanların zorluklar karşında nasıl zıvanadan çıktığı, her türlü iğrençlikleri nasıl yapabildiğine şahit olursunuz. Romanında isimler, mekânlar yoktur sadece sıfatlar vardır. Oto hırsızı, göz doktoru, siyah bantlı yaşlı adam gibi… Sebebi evrensel bir yapı oluşturmaktır. Bu yüzyılda öne çıkanlardan biri de John Steinbeck. Aykırı bir yazar. 1962’de aldığı Nobel ödülü konuşmasındaki başlangıç tam bir meydan okuyuş: “Bir fare gibi ciyaklamak yerine bir aslan gibi kükremem gerek.” Yazar alışılmış düzene, haksızlığa öfkelidir. Jackson Benson, onun için “Dünyada onurunun satın alınmadığı ya da kazanılmadığı birkaç kişiden biri.” demiştir. Amerikalı Steinbeck eserlerinin birçoğunda ezilen insanların yanında durmuş, işçilerin haklarını savunmuştur. “Fareler ve İnsanlar”ı yazarken evcil faresinden mi ilham aldığını bilemem lakin bildiğim bir şey iki zıt karakterli arkadaştan birinin sonunun hüzünle bittiği. Böyle mi bitmesi gerekliydi? Dostundan ve hayalinden vazgeçilmemesi üzerine kurgu­lanan bu romanda ne yazık ki akıllı olan George, iri yarı, güçlü fakat saf olan arkadaşını arkadan vurmuştu. Curley tarafından vahşice öldürülmesini istememesi bir gerekçe olarak kabul edilebilir mi? İki arkadaş kaçıp kurtulamazlar mıydı? Kaçsalardı roman bu kadar ilgi görebilecek miydi? Bunların hepsi tartışılabilir ancak tek düze, mutluluk vaat eden bir romanı kimsenin okuyacağını sanmam. Çatışma, gerilim, zorluk ya da acıyla gelen başarı ve hayal kırıklığıdır romanları güçlü kılan. Steinbeck, alışılmışın dışında bir yola başvurarak romanı dünya klasikleri arasına sokmayı başarabilmiştir neticede. Cengiz Aytmatov’un “Beyaz Gemi”sinde de aynı metodu görebiliyoruz. Babasına kavuşmayı hayal eden küçük çocuğun sonu dramatik bitmiştir. Babasına ulaşması için çocuğun balık olması gerekiyordu ve balık olmak niyetiyle atladığı nehirde kaybolup gitti. John Boyne’nin çizgili pijamalısındaki çocuğun sonu hepsinden daha korkunç değil miydi? Hiçbir akademisyen, bilim adamı, tarihçi ya da siyasetçi savaşın gerçek yüzünü bu romandaki kadar kan, tank, top, silah, bomba gibi enstrümanları kullanmadan anlatamaz. 1- Edip Akyol, İslâm Medeniyetinin Batı’ya Etkileri İle İlgili Bazı Değerlendirmeler, s. 9-10/ H. Z. Ülken, Uyanış Devrinde Tercümenin Rolü, İstanbul 1935, s. 243–2442- 2. “Murat Bardakçı'nın 26 Mayıs 2002 tarihli yazısı” . 13 Nisan 2021 tarihinde kaynağından arşivlendi. Erişim tarihi: 13 Nisan 2021./ https://tr.wikipedia.org/wiki/Orhan_Pamuk

Necati İLMEN 01 Ekim
Konu resmiGünceli Kaçırma Korkusu
İnsan

“Küre-i arzı herc ü merce getiren ve İslâm mukadderatıyla alâkadar olan bu dehşetli Harb-i Umumîden elli gündür (şimdi yedi seneden geçti aynı hâl) hiç sormuyorsun ve merak etmiyorsun. Halbuki bir kısım mütedeyyin ve âlim insanlar, cemaati ve camii bırakıp radyo dinlemeye koşuyorlar. Acaba bundan daha büyük bir hâdise mi var? Veya onunla meşgul olmanın zararı mı var?”  Son yüzyıl içinde en hızlı gelişme gösteren alanlardan birisinin haberleşme araçları olduğunda şüphe yoktur sanırım. Önce gazeteler, ardından radyolar, daha sonra televizyonlar ve şimdi de internet vasıtasıyla dünyanın herhangi bir yerinde gerçekleşen bir hadise çok kısa zamanda tüm dünyaya yayılmaktadır. Gerçekleşen herhangi bir hadisenin internet üzerinden duyurulması bazen saniyeleri almaktadır. Canlı bağlantılarla herhangi bir yerdeki herhangi bir olayı aynı anda görebilmekte ve duyabilmekteyiz. Böyle olunca da hem ülke hem de dünya gündemini devamlı takip etme gibi bir alışkanlığa sahip olabiliyoruz zaman içinde. Canımız sıkıldıkça haber kanallarını, bilgisayarlar üzerinden haber sitelerini veya elimizdeki telefon aracılığıyla sosyal medyanın gündemini izleyebiliyoruz. Bu gündem takip etme işi bizi bazen saatlerce meşgul edebiliyor. Bazen de hakikaten gündemde savaş ve siyasî olaylar gibi, tüm dünyayı veya ülkemizi etkileyen büyük olaylar gibi önemli gördüğümüz hadiselerin mevcut durumunu takip etmek için iletişim araçlarımıza başvuruyoruz. Artık bazen birkaç saat gündeme bakmasak kendimizi güncelin gerisinde görebiliyoruz. Hatta birkaç gün haberleri ve sosyal medyayı takip etmesek, dünyadan izole olmuşuz hissine kapılabiliyoruz. Günceli kaçırmaktan korkabiliyoruz. Bedîüzzaman Hazretleri bu yaşadıklarımıza benzer bir ha­­diseden Asa-yı Musa Risa­le­sinde bahsediyor. Dünya ta­ri­hinin gördüğü en büyük savaş olan II. Dünya Savaşı hakkında yıllarca hiçbir haber okumayan ve savaş ile ilgili çevresine herhangi bir sual sormayan Bedîüzzaman Hazretlerine talebeleri şöyle bir sual yöneltiyor: “Küre-i arzı herc ü merce getiren ve İs­lâm mukadderatıyla alâ­kadar olan bu dehşetli Harb-i Umu­mîden elli gündür (şimdi yedi seneden geçti aynı hâl) hiç sormuyorsun ve merak etmiyorsun. Halbuki bir kısım mü­tedeyyin ve âlim insanlar, cemaati ve camii bırakıp rad­yo dinlemeye koşuyorlar. Aca­ba bundan daha büyük bir hâdise mi var? Veya onunla meşgul olmanın zararı mı var?” Üstad Hazretleri bu suale muhteşem bir cevap veriyor. Verdiği cevabın içindeki şu cümle meseleyi özetliyor: “Herkesin iman mukabilinde, bu zemin yüzü kadar bağlar ve kasırlarla müzeyyen bâkî ve daimî bir tarlayı ve mülkü, kazanmak veya kaybetmek davası başına açılmış.” II. Dünya Savaşı sırasında âlim, dindar insanlar bile camiyi ve cemaati bırakıp radyo başında son gelişmeleri dinliyorlardı. Halbuki onlar da biliyorlardı ki, ahiret var, cennet var, cehennem var. Ama meraklarından dolayı savaşın seyrini ve son dakika gelişmelerini takip ediyorlardı. Bedîüzzaman Hazretlerinin gündemi niye takip etmediğine dair verdiği cevapları okuyan herkes diyecek ki, başımızda bu kadar büyük bir mesele varken dünyadaki hiçbir hadise daha önemli ola­maz. Hayatımızın temelinde ima­nımızı kaybetmeme ve ahi­retimizi kazanma davası yer al­malıdır. Yaptığımız her işi bu en önemli meselemize göre ayarlamak zorundayız. Akrabalarımızla, arkadaşları­mız­la, ailemizle bir araya geldi­ği­­mizde gündemimiz ne olu­yor? Son siyasî gelişmeler, eko­nomik yatırımlar, spor, dedikodu veya dünyada olan ilginç olaylar mı? Şimdiye kadar anlattıklarımızdan “tamamen dünyadan kopmamız lazım” şeklinde bir sonuç çıkarmayalım ama önceliklerimizi çok iyi bilelim. Tümden hayattan kopmak gibi bir şey zaten bizden istenmi­yor. Bedîüzzaman Hazretlerinin gündemle ilgili hiç soru sormaması, dikkatlerimizi asıl büyük meseleye çekebilmek içindi. Eğitim hayatımız, maişetimizi kazandığımız işimiz ve akraba, dost ve arkadaşlarımızı ziyaret ve onların sıkıntılı hallerinde yanlarında olmak gibi hususları bırakalım diye de bir anlam çıkarmamak lazım. Tam tersine temelde ahireti kazanma, imanı muhafaza etme hedefi olup da diğer tüm işlerimizi bu hedeflere göre planlayıp yapınca, bu dünyevî helal işler de ibadet hükmüne geçebiliyor. Yakınlarımızla bir araya geldiğimizde tüm konuşmalarımız dünyalık olmamalı gibi bir sonuç da çıkarabiliriz buraya kadar anlattıklarımızdan. Özellikle ne bize ne de çevremize hiçbir faydası olmayan ama nefsimizin gayet hoşuna giden boş ve gereksiz konuşmalarla veya bu konuşmaları dinleyerek vaktimizi harcamayalım. Günceli takip edeceğim derken, asıl gündemimiz olan cenneti kazanma ya da kaybetme meselemizden uzak kalmayalım.

Arif Emre GÜNDÜZ 01 Ekim
Konu resmiİmani Meselelerin Münakaşası Caiz Değildir
Risale-i Nur

“Mesâil-i îmâniyenin münâkaşa sûretinde bahsi câiz değildir. ” Günümüzde pek çok imani mesele kişiler ehil olsun/olmasın her yerde uluorta çok rahat bir şekilde tartışma konusu yapılabiliyor. Tabii o tartışmalar bazen yüksek dozda münakaşaya dönüşebiliyor. Hizmet ehli insanlar arasında da imani meselelerin bahsinde dikkat edilmediği zaman münakaşa su­retinde tartışmalar yaşanabili­yor. Üstad Bediüzzaman Hazret­leri nur ta­lebeleri arasında müna­ka­şa­­ya dönüşen bir mesele hak­kın­­da şu tavsiyeyi yapıyor: “Re’fet mektubunda diyor: Bu mes’ele ihvânlar beyninde (ara­­sında) medâr-ı münâkaşa ol­muş­­tur. Kardeşlerime tavsi­ye ediyorum ki: “İnşikaka ve if­ti­râka (ayrılığa) sebebiyet ve­­ren münâkaşa etmesinler! Yal­­­nız müdâvele-i efkâr (fikir alış­­­verişleri) sûretinde nizâ‘sız (ça­­­tış­­­­madan) mübâhaseye (kar­­­- şı­­­­lık­lı konuşmaya) alışsınlar.”1 Sevgili üstadımız mesail-i ima­niyenin müzakeresi hakkında şu ölçüleri öne sürüyor: “Me­sâil-i îmâ­niyenin mü­nâ­ka­şa sûretinde bah­si câiz değildir.”2 “Dakîk (in­ce ve de­rin) me­­sâil-i îmâniyeyi, mî­­zân­sız (ölçüsüzce) mücâdele sû­re­tinde cemâat içinde bahsetmek câiz değildir.”3  Bu türden me­se­lelerin konuşulması için esas alınması gereken düsturu da şöyle açıklıyor: “Belki böyle mesâil-i îmâniyenin i‘tidâl-i demle, (soğukkanlılıkla) insaf­la, bir müdâvele-i efkâr sû­re­tinde bahsi câizdir.”4 Şimdi bu izahlar ışığında bazı hizmet ölçülerini tespite çalışalım. Ölçü: Risale-i Nur’daki Hakaik Derindir. Derinliği Olmayan Onları Tam Anla(ta)maz. Risale-i Nurlarda bahsedilen iman hakikatleri derin ilmi meseleler olması sebebiyle üzerinde ciddi tefekkür edilmesi gerekir. Hem konusu itiba­riyle Tefsir, Kelam, Hadis, Fıkıh, Siyer, Tarih, Edebiyat, Felsefe, Sosyoloji, Psikoloji, Astronomi, Tıp, Coğrafya vs. ilimler ile ilgili pek çok mesele ele alındığından bu ilimlerden malumat sahibi olmayı gerektirir. Bu ilmi, nazari hakikatlerden tam istifade etmek için yukarıda zikredilen ilimlerde ciddi birikime sahip olmak zarureti vardır. Yüzeysel bakış açısı ile derin hakikatler keşfedil(e)mez. Böyle sathi (yüzeysel) nazar sahipleri bir de bu hakikatleri münakaşa tarzında ele aldıklarında istenmeyen du­rumların ortaya çıkması kaçınılmaz olmaktadır. Ölçü: İmanî Meselelerin Müzakeresi Olur, Münakaşası Olmaz. İmanî meseleler müminlerin kalben tasdik, lisanen ikrar etmeleri gereken hakikatlerdir. Bu hakikatlerin münakaşa suretinde ele alınması her iki taraf için de tehlikeler barındırır. Çünkü sebebi ne olursa olsun o hakikatlerin inkâr edilmesi küfrü gerektirir. Tartışma esnasında sathi, hissi, nefsi hareket eden taraf, meseleyi anlamak yerine kendi fikrinin savunmasına geçip bariz hakikatlere muhalif şeyler söylemesi kuvvetli bir ihtimaldir. Bu durum da kendisi hakkında son derece tehlikelidir. İtikadî sapmalara sebep olabilir. Bunun yerine her iki taraf soğukkanlılıkla, insafla, karşı tarafın fikrinin doğru olma ihtimalini göz önünde bulundurarak, sadece meseleyi derinlemesine anlamak maksadıyla, karşı tarafın fikrini çürütmek ya da kendi fikrini karşı tarafa dikte ettirmek şeklinde değil tamamen meselenin hakikatini anlamak suretinde fikir alışverişi tarzında imani meseleler ele alınabilir. Bu şekilde hareket edildiğinde kimse kendi fikrinin savunuculuğuna ya da karşı tarafa görüşünü kabul ettirmeye çalışmaz. Hislerin tartışmaya yön vermesine izin verilmemiş olur. Böylece fikir/görüş ayrılıkları kişileri birbirinden uzaklaştırmaz. Belki sevgi, saygı ikliminde nitelikli, feyizli, istifadeli, ilmi müzakereler yapılmış olur. Ölçü: İmanî Meseleleri Cemaat İçinde Ölçüsüzce Tartışmak Herkese Zarar Verir. İmani hakikatlerin münakaşa suretinde cemaat içinde konuşulması herkes için zarardır.  Münakaşa yapanlar, zaten hislerin devreye girmesiyle artık boksörlerin birbirini devirmek için fırsat kolladıkları gibi bir halete bürünmüş olurlar. Bu meselelerde kazanan da kaybeden de zarar görür. Hele bir de bu tartışmaları dinleyen ve ilmi meselelerde yeterli bilgiye sahip olmayan insanlar en çok zarar görenlerdir. Çünkü zaten malumatları olmadıkları için meseleleri anlamayı bırakın belki tartışma sebebiyle dini hakikatlerden soğumaları ve uzaklaşmaları bile söz konusu olabilmektedir. İlim ehline karşı hürmet ve muhabbetleri de zedelenebilir. Münakaşa suretindeki tartışmalardan feyizlenmek şöyle dursun itikadi sarsıntılara maruz kalabilirler. Böyle münakaşaları dinleyen kişiler imanlarında şüp­heye, tereddüde, vesveselere kapılabilir. Allah muhafaza iman selametini kaybedebilirler. İşte bu gibi sebeplerden dolayı “mesail-i imaniyenin münakaşa suretinde bahsi câiz değildir” denil­miştir. 1- Lemalar, 108. Altınbaşak Neşriyat Osmanlıca Nüsha2- Mektubat, 30. Altınbaşak Neşriyat Osmanlıca Nüsha3- Mektubat, 34. Altınbaşak Neşriyat Osmanlıca Nüsha4- Mektubat, 34. Altınbaşak Neşriyat Osmanlıca Nüsha

Zafer ZENGİN 01 Ekim
Konu resmiTezhip Süslemede Sûre Başları
Kültür ve Medeniyet

Kitap bezeme (süsleme), geleneksel sanatlar arasından günümüze kadar ulaşan ve İslâm medeniyetinin ayrılmaz bir parçası sayılan sanatların en değerlilerinden biridir. Kitap bezeme sanatının en önemli ve en yaygın dallarından biri olan tezhip sanatı ise Kur’ân-ı Kerîm tezyinatları ile başlamıştır. İslâm'ın ilk dönemlerinde Mushaflarda vahyin dışında bir unsura yer verilmemesine özen gösterilmiş, vahyin tamamlanmasından ve kitap hâlini almasından sonra, önce güzel yazı daha sonra süsleme gayreti başlamıştır. Emevî ve Abbâsilerin ilk dönemlerinden itibaren sûre başlarına sûre adının yazılmasına, âyet sonlarına işâret konmasına, Mushaf’ın cüz, hizip ve aşırlara ayrılmasına başlanmış ve mushaflar, yazma kitap, levha ve murakkaa’ların bezenmesinde ezilmiş altın varak ve çeşitli renklerin kullanılmasıyla uygu­lanan tezhiple süslenmiştir. XIII. yüzyıldan itibaren gelişme­ye başlayan tezhip sanatı Timurlular, Safevîler ve Osmanlılar zamanında en güzel örneklerini vermiştir. Türklerin tarih sahnesine ilk çıktıkları dönemlerden itibaren tezhip ile bezemeyi kullandıklarını günümüze ulaşan eserlerde görüyoruz. Tezhip sanatı, Büyük Selçuklu, Anadolu Selçuklu, Beylikler ve Osmanlı Devleti’nin kuruluş devrinde motifler ve renkler açısından olağan gelişmesini ya­şamıştır. Yavuz Sultan Selim ta­rafından zaferle sonuçlanan Çaldıran Savaşı’ndan (1514) sonra Tebriz’den İstanbul'a getirtilen sanatçılarla birlikte bu sanatta önemli ilerlemeler ve yenilikler gözlenmeye başlanmıştır. Tezhip sanatı, Osmanlı döneminde sultanların himayesinde Topkapı Sarayı’nda ku­rulmuş olan Nakkaşhâne’de al­tın çağını yaşamış, sarayda birer ehl-i hiref olarak tanınan nak­kaşlar usta-çırak iliş­ki­si bağla­mında çok sayıdaki sanatkâr ye­tiştirmişlerdir. Özel­likle XV, XVI, XVII. yüzyılda zirveye ulaşmış, klasik dönem diye adlandırılan bu dönemde tezhip sanatının üstadları yetişmiştir. Dönemin sanatçıları, tezhibin sonraki dönemlerine ışık tutmuşlar, tezhip sanatı gelişerek değer kazanmış ve zirve noktasına ulaşmıştır. Osmanlı tezhip sanatının önemli isimleri arasın­da Baba Nakkaş, Şahkulu, Ka­ra Memi, Ali Üsküdâri gibi önemli sanatçılar bulunmaktadır. Mushaf tezyinatında tezhiplenerek süslenen zahriye sayfası, serlevha, hâtime sayfası, sure başlıkları, âyet aralarındaki du­raklar, metin kenarlarındaki gül­ler ile 114 surenin yer aldığı sure başları yer almaktadır. Sûre başları tezyinâtının ortasına çoğunlukla altın üzerine beyaz mürekkeple surenin adı, nerede indiği ve âyet sayısının yazıldığı kısımlar müzehheplerin hünerlerini göstermesine vesile olmuştur. Rûmi, münhani, hatâi, natüralist ve yarı stilize motifler, geometrik motifler, bulut, tığ, çintemani ve zencerek süslemeler, yapıldığı döneminin üslûbunu yansıtmakta; Klasik dönemle başlayıp batı sanatı etkisinin hissedilmeye başlamasıyla, barok ve rokoko kıvrımlarının tezhipte bir üslup zenginleşmesiyle Türk Rokokosu adı verilen yeni bir üslup doğmuş, III. Ahmed devrinde başlayıp gelişerek XIX. yüzyılın sonlarına kadar bu üslup devam etmiştir. Tarih boyunca Türkler ilme verdikleri önemi sanatla birleştirerek, kitap sanatları alanında nâdîde eserler vermişlerdir. Yazma eserlerin yanı sıra tez­yinâtına da büyük bir özen ve mahâret göstermişlerdir. Bugün müze, özel koleksiyon ve kütüphanelerde çok sayıda tezyini yazma eser, kültür varlığı olarak muhafaza edilmektedir. Emeği geçen tüm sanatkârların ruhları şâd mekânları cennet olsun.

Mustafa YILMAZ 01 Ekim