05. Sayı: "Dahîlek Ya Resulallah!"Bu Sayıyı Satın Al
Konu resmiMehmet Emin Ay İle Mülakât: Anne-baba, çocuğunu sevmelidir ki Allah'ı da sevdirebilsin!
Aile ve Çocuk

Mülakat: Mehmet Emin AYMülakat Yapan: Ömer TAHAFotoğraf: Ahmet GÜNEŞ Mehmet Emin Ay, 1963 yılında Van'da doğdu. Öğrencilik yıllarında babasından Kur'ân-ı Kerîm'in tilâveti ve kırâati ile ilgili dersler aldı. Van İmam-Hatip Lisesi'ni bitirdi. Uludağ Üniversitesi İlâhiyat Fakültesi'nden mezun oldu. Akademik çalışmaları yanında, müzikle de ilgilenen ve gerek Türk, gerekse Arap makamlarını aynı başarıyla icrâ edebilen Mehmet Emin Ay'ın, Tasavvuf Musikîsi ve Klasik Türk Musikîsi alanlarında otuzu aşkın özgün beste çalışmaları mevcuttur. Halen Uludağ Üniversitesi İlâhiyat fakültesinde öğretim üyesi olarak görev yapan, Din ve çocuk Eğitimi alanında yayınlanmış pek çok eseri bulunan Prof. Dr. Mehmet Emin Ay, Arapça ve İngilizce biliyor. Çocuklarımıza Allah'ı Nasıl Anlatalım ve Ailede ve Okulda İdeal Din Eğitimi gibi çocuk ve din eğitimiyle ilgili eserleri yazmış olduğu eserler arasındadır. Her insanda birtakım özellikllerle beraber Rabbânî dediğimiz bir yön vardır. Rabbânî yönü aynen insanın Melekî yönü gibi Rabbanî yönü, ilâhî yönü, onun terbiye edilebilir özelliğine işaret etmektedir. Rab kelimesi Arapça’da “büyüten, terbiye eden” anlamına gelir. Rabbimiz aynı zamanda bizim terbiye edicimiz anlamına da gelir. Demmek ki insan terbiye edilebilir, eğitilebilir bir varlıktır. Çocuk eğitimi son zamanlarda oldukça önem kazanmaya başladı. Ama hâlâ halkımızda, çocuk eğitimi hakkında tam bir bilinçlenme yok. Yani Çocuk eğitimi dendiğinde ne anlamalıyız. Çocuk eğitimini nasıl tanımlamalıyız? Bu ilgiyi kimler keşfetti diye sorarsanız bunu cevaplamak daha kolay. Eğitimciler ve bu eğitimcilerin yönlendirdiği yayıncılar. Şu anda ülkemizde çocuk eğitimi konusunda ciddi manada bir yayın trafiği yaşanmakta. Gerçekten bazı yayın evlerinin bu işi profesyonelce yaptığını da söyleyebiliriz. Editörleri eğitimcilerden seçiliyor, bizâtihî eğitimcilerin yaptığı çalışmalar yayımlanıyor ve dolayısıyla sizin de işaret ettiğiniz gibi zaman zaman bilimsel toplantılarda da, bizim gündeme gelen konular arasında gördüğümüz gibi, son yıllarda ülkemizde çocuk eğitimine yönelik ciddi bir yayın fazlalığı var. Artışı var diyelim. Tabi ki bu, yılların getirdiği bir boşluk. Hâlâ yeterince doldurulabilmiş değil. Hâlâ gerektiği şekilde, doyurucu bir şekilde doldurulabilmiş değil, diyebiliriz. Halkımız ise, doğrusunu söylemek gerekirse, bu konuda boşluğunu gidermek için yani çok bilinçli bir tercih yaparak seçimlerde bulunuyor, diyemeyiz. Kitapların kapağına bakarak, yazarına bakarak pek çok kitabın satıldığını söyleyebiliriz. Doğru dürüst hazmetmeden okunduğunu söyleyebiliriz. Veyahut 'bir gün okurum' diyerek alınıp da doğrusu henüz daha o vaktin gelmediğini de söyleyebiliriz. Âilelerde görüyoruz biz. Dolayısıyla halkın anladığı anlamda, Çocuk eğitimi nedir? diye soru sorarsanız buna cevap vermekte zorlanırım. Ama, bu soruyu eğitimcilerin ortaya koyduğu görüşler çerçevesinde cevaplandırmaya çalışabilirim. O da şu: İnsanoğlu eğitilebilir bir varlıktır. Bu onun fıtratından gelmektedir. Her insanda birtakım özelliklerle beraber Rabbânî dediğimiz bir yön vardır. Rabbânî yönü aynen insanın Melekî yönü gibi Rabbanî yönü, ilâhî yönü onun terbiye edilebilir özelliğine işaret etmektedir. Rab kelimesi Arapça'da büyüten, terbiye eden anlamına gelir. Rabbimiz aynı zamanda bizim terbiye edicimiz anlamına da gelir. Demek ki insan terbiye edilebilir, eğitilebilir bir varlıktır. Ve küçük yaştan itibaren bu özelliği ortaya çıktığı için insan hiçbir şey bilmezken konuşmaya başlıyor, anlamaya başlıyor, okumaya, yazmaya, fikir üretmeye başlıyor. Ve bu özelliği onun hayatının her safhasına yön veriyor. Düşünebilir misiniz, bir ünlü bilim adamı, buluşlar yapan bir bilim adamı kendisini bu seviyeye çıkaran bu özelliğinin neler olduğunu sordukları zaman, küçükken buzdolabından bir süt şişesini çıkarırken düşürüp kırması sebebiyle annesinin kendisine kızmaması ve sütleri yerden, birlikte süngerle temizlemeleri annesinin bu davranışından hataların pişmanlık duyma değil de ders çıkarma özelliğine sahip olduğu için bu seviyede buluşlar yapan bir kişi haline geldiğini söylüyor. Çok ilginç ve çok güzel bir örnektir. Çünkü orada onun eğitimi için annesi en güzel tedbiri sunmuş ve öyle bir evlat yetiştirmiştir. Yani insan eğitilebilir bir varlık olduğu için çocuk eğitimi de önemlidir. Çünkü karakterin üçte ikilik bölümü 2 ila 6 yaşlarında teşekkül ediyor. Bu kadar önemli bir oran hayatın bir başka döneminde yoktur. O sebeple siz iyi karakterli insanlar yetiştirmek istiyorsanız çocukluk dönemini de önemsemeniz gerekiyor. İnsan karakterinin üçte ikisinin 2-6 yaşları arasında oluştuğunu söylediniz, fakat tarihte okuduğumuz bazı olaylarda büyük zâtların büyük şahsiyetlerin anne ve babalarının daha onlar doğmadan bazı şeylere dikkat etmeyi önemsediklerini görüyoruz. Çocuk eğitimi nerede başlar, yani ilk safhası nedir ve nereye kadar devam eder? Şimdi ideal olanı çocuğun anne karnında geçirdiği dönemden itibaren kontrol altına alınmasıdır. Nasıl tıbbî açıdan bebeğin kalp atış sesleri ve diğer hayâtî fonksiyonları izleniyor ve bu manada annenin sağlığı tehlikeye atılmadan doğum hadisesi gerçekleştiriliyorsa; manevî açıdan da annenin ruhsal durumu çocuğa yansıdığını bu günün tıbbı söylüyor. Manevîyatın yansıdığı bugünün pozitif bilimince ifade ediliyorsa eğer, işte büyük zâtların daha hamilelik döneminde annenin yediğine içtiğine dikkat etmesi, efendim, tefekkürle, tezekkürle, ibâdetle meşguliyetinin çocuğa pozitif yönden yansıdığı da kesindir. Dolayısıyla böyle bir durum söz konusu olunca menfî durumların, bir stres hâlinin farklı olumsuzluk meydana getiren menfî ortamlarında anne karnındaki cenine olumsuz yönde yansıdığını söylüyor bugünkü bilim. O bakımdan bu ideal anlamda anne karnında iken eğitimin başlatılması yönünde iyi bir tespittir. Fakat eğitim adına asıl belirleyici zaman dilimini Sevgili Peygamberimizin (sav) bir hadîsinden yola çıkarak belirleyebileceğimizi düşünüyorum. Buyuruyor ki Efendimiz: Doğan her çocuk İslâm fıtratı üzre dünyaya gelir. Onun bu hali konuşma çağına kadar devam eder. Sonra ebeveynleri onu Yahudi, Hıristiyan veya Mecusi yapar. Eğer anne ve babası Müslüman iseler, çocuk da Müslüman olur. Dolayısıyla dikkat ederseniz bir çocuğun bu değişime uğradığı çağı Peygamberimiz konuşma çağı ile başlatıyor. O sebeple her hâlükârda bu konuşma çağını önemsememiz gerekiyor. Onun için bizim eğitimin başladığı çağı konuşma çağı olarak belirlememizin pedagojik açıdan da bir takım gerekçeleri var. Konuşma çağı, kişinin din adına adımını attığı, pozisyonunu belirlediği çağdır ve önemsenmelidir. Neden diyecekseniz; Seni kim yarattı kuzum, söyle bakalım! dediğimiz zaman Müslüman bir âilede Allah diyor, Yahudi bir âilede Yahova öğretiliyor. Bu kadar basit. Avrupa'da yapılan bir araştırmada 9-10 yaşlarındaki çocukların gözünde bir numaralı adam kimdir? diye sorulduğunda çocukların ezici bir çoğunluğu anne ve babasını söylemiştir. Bu bağlamda âilenin, ebeveynlerin çocuk eğitimindeki rolü nedir? Âileler çocuğun dînini belirleyebilecek kadar önemli bir pozisyonda bulunuyorlar. Çünkü hadîs-i şerifte: Ve anne-babası onun Yahudi, Hıristiyan, Mecusî olmasına sebep olur. diyor. Dolayısıyla din gibi yaratılıştan getirilen bir boşluğu anne-baba dolduruyorsa eğer bunun dışında kalan ahlâki özellikler, bir takım tutum ve davranışlar, bir takım alışkanlıklar noktasında da çevresi adına birinci anlamda annesi ve babasıdır. Çünkü en çok onlarla beraber olmaktadır. Dolayısıyla örnek olarak da annesini ve babasını almaktadır. Bizim toplumumuzda sert baba tiplemesi ön plandadır. Saygı dediğimiz zaman baba ile çocuk arasında bir ciddilik, resmiyet anlaşılıyor. Bu doğru bir tutum mudur? Ve böyle bir davranışın çocuk eğitimine etkisi nasıl olur? Sevgili Peygamberimizin bir tavsiyesi var: Çocuğu olan onunla çocuklaşsın. Bu bizim kültürümüzde pek alışık olmadığımız bir tavsiye ve bizim kültürümüzde babalar çocuklarını beşikte severmiş. Neden? Uyurken severmiş. Şimdi uyurken çocuğu seven bir babanın bu sevgisinden çocuğunun haberi olmaz ki. Hâlbuki çocuk babasının gözünde sevgiyi görmek ister, kollarında ona olan güvenini yaşamak ister, bir korku ânında koşup babasının göğsüne atılmak ister. Yani babası dağ gibi durmalı ve ona kollarını açan, onu kucaklayan bir kişi olarak pozisyon belirlemelidir. Yoksa resmîlik ile eğitim adına, terbiye adına disiplin koymayı birbirine karıştırmamak gerektir. Günlük hayatımızda, meselâ, çok iyi yöneticiler, mesafe koyan, işlerin yürütülmesinde tâviz vermeyen ve fakat insânî ilişkileri noktasında sıcak olan kimselerdir. Yani bir müessesede bir idareci hizmetliden kendisine çay getirilmesini nâzik bir şekilde de isteyebilir, kaba bir şekilde de isteyebilir. Gelen hizmetlinin hatırını sorarak da çay alabilir, bu konuda hiçbir hatır sormayabilir de. Sert mizaçlıdır, fakat sert mizacıyla beraber hiç hoşgörü sahibi de değildir. Ama hoşgörülüdür fakat işlerin yürütülmesi hususunda tavizsizdir, hatayı tespit eder, atlamaz. Böyle idareciler vardır ve her zaman için başarılı olanlar sevecen, hoş görülü, işini önemseyen, disiplini elden bırakmayan ve insânî özelliklerini yitirmemiş kişilerdir. Böyle insanların işleri konusundaki hassasiyetleri ve tavizsiz tutumları başkaları tarafından saygı olarak algılanır. Fakat kişiliğinde problem varsa bu işlerine olan tutkuları başkaları tarafından hiçbir zaman anlayışla karşılanmaz ve yardımcı olunmaz. O sebeple bu âile hayatında da böyledir. Babalar çok şefkatli olmalı, şefkatini göstermeli ve fakat eğitim noktasında olmamalıdır. Anneden çok daha önemli kısmı budur. Çünkü anneler duygularına mağlup olarak tavizler vermelidirler. Bunu biliyoruz. Asrımızın en büyük yaralarından biri çocuklarımızın gayr-ı İslâmi bir ortamda büyüyüp manevîyattan uzak yetişmeleri. Yani çocuklarımızın İslâm ahlâkı üzerine ve Sünnet-i Seniyye üzerine değil de daha çok Avrupaî tarzda yetişmeleri, internet kafe kültürünün çok yaygın olması, arkadaş çevrelerinin çok bozuk olması, çocuklarımızı muhakkak olumsuz yönde etkiliyor. İşte bu dönemde aileler çocuklarına nasıl bir eğitim sunmalı, bu kötü ortamdan nasıl uzaklaştırmaya çalışmalılar? Ülkemiz batılılaşma sürecinde maalesef çok büyük yaralar alıyor. Yani internet kafelerden bahsettiniz, zaman zaman Avrupa'ya gidip geliyoruz. Türkiye'deki gibi internet kafe kültürü diye bir hadise yok. Türkiye'deki kıraathane gibi vaktin boşa harcandığı birtakım basit kumarların oynandığı bir ülke bulamazsınız. Ama Türkiye'de böyle. Maalesef orada kütüphaneler dolup taşarken bizim kafelerimiz dolup taşıyor. Problemimiz burada. Yani onların zaman konusundaki hassasiyetleri, randevularına sadâkatleri, şuurlu bir şekilde mesleklerini benimsemeleri bizde olmayan şeyler olarak karşımıza çıkıyor. Sadece tâkip ettiğimiz modaları, dizileri, sinema kültürleri bizi olumsuz yönde etkiliyor. Yani karşılarına sunabileceğimiz bir alternatifimiz de olmadığı için; bir film üretiyor Harry Potter isminde, kasıp kavuruyor bizim çocuklarımız ve gençlerimizi. Yani bunun karşılığında sunabileceğiniz bir masal dünyasıyla zenginleştirilmiş senaryonuz yok. Filminiz de yok tabiî ki. Bu süreç içinde benim şahsî kanaatim şudur ki: Kontrolsüz güç, güç değildir diye bir reklâm sloganı var. Gerçekten kontrolünüzden çıkıyorsa eğer bilgisayar, televizyon vs. her zaman için size zararla dönebilir. O bakımdan anne-babaların her şeyden önce çocuklarına verilmesi gereken din eğitimi, çağından itibaren sağlıklı, yeterli, doyurucu bir inanç, bir îman eğitimini, öğretimini vermesi gerekiyor; bu bir. Hiçbir îman eğitimi ibâdetsiz bir şekilde ayakta duramaz, ibâdetlerle çocuğun dinî tecrübesi yaşamaya imkân verilmelidir; bu da iki. Beraber elinden tutarak gittiğiniz bir park gezisinden sonra çocuğunuzla camiye gitmelisiniz. Ezanın sesini, müezzinin kaametini, imamın tekbirini, cemaatteki o ruhânî havayı, o caminin içindeki derunî havayı çocuğunuz sizinle birlikte yaşamalıdır. Bu dini tecrübe adına çok önemlidir. Yani çocukluktan itibaren camiyi tanıyamamışsa bir çocuk, belli bir yaştan sonra camide olanı göremez ve anlamsız gelir, camiye de giremez. Bu sebeple îman, ibâdet ve güzel örnek olunarak bir ahlâk gelişimi, bunun yanında dördüncü olarak büyük İslâm âlimlerinin, mütefekkirlerin hayatlarından biyografiler, hatıralar, anekdotlar okuyarak onların bu mânâdaki ihtiyaçları bu şekilde güzel örneklerle doldurulursa, çocuk küçük yaştan dürüstlüğü Abdülkadir-i Geylani Hazretleri'nin bir hikayesinden öğrenirse, inanır ki çok belirleyici şeyler oluyor. Fakat bununla beraber medyanın, kitle iletişim araçlarının ciddi olarak çocukların ruhunda, eğitiminde kirlenme oluşturduğunu görüyoruz. Ve şöyle düşünmek gerekiyor; meselâ işi olan insanlar televizyon seyredecek zamanlarının olamadığını söylüyorlar. Neden? İşi vardır da ondan. Aslında çocuklarımızın da işi var. Fakat onlar bunun farkında değiller. Yani sadece okul eğitimi yeterli değildir. Okumasının, anlamasının güçlenmesi gerekiyor. Farklı kitaplar önermeliyiz. Birlikte bazı konuları müzakere etmeliyiz. Bunlar için akşam biz âilece toplandığımız bir eğitim saati oluşturabiliyorsak eğer, çocuğumuzu televizyonun bir saatlik, iki saatlik zararından koruyoruz demektir. Bu sebeple işi önemsememiz gerekiyor. Gayretle bu işi ehemmiyetli bularak tedbirlerini almamız gerekiyor. İnternete çocuğumuz küçük yaşta girsin, ama internet onun için bir bilgi toplama aracı olsun. Yoksa vakit kaybedeceği bir zaman öldüren makine haline gelmesin bilgisayar. Çocuğuyla gayet ciddî anlamda ilgilenen âileler görüyoruz. Ama zihinleri kurcalayan bir soru var: Çocuğumuza anlatmak zorunda olduğumuz konular soyut mevzular. Çocuğumuza Allah'ı, Melekleri nasıl izah etmeliyiz? Soyut bir konu... Çocukların yaratılıştan getirdiği inanç boşluğunu biz konuşmaya başladıktan itibaren içinde bulunduğumuz çevre şartlarıyla dolduruyoruz. Allah diyoruz, Müslüman ise. Bu fıtrat boşluğunu âilenin inancına göre dolduruyoruz. Aslında çocuk, Yavrum, seni yaratan kim? dediğimiz zaman, cevabını da ona Allah olarak öğrettiğimiz, bu Allah kavramının içini de dolduracak ne bilgiye ne beceriye ne de algılamaya sahiptir. Sadece slogan olarak Allah öğreniyor, Lâilâheillallah öğreniyor. Fakat buna da çok ihtiyacı var. Nedenini soracak olursanız, ne kadar konuşuyorsa Allah kavramıyla o kadar rahat ediyor. O sebeple Peygamberimizin çocukların kulağına ezan ve kâmet okunması sünnetini de önemsemek lazım. Bu kulağa okunan ezan ve kâmetler bir ses dosyası olarak hafızanın bir noktasında kayıt ediliyor. Çocuk etrafındaki sesleri algılamaya başlayınca bir minareden ezan sesi duyduğunda Allâhu Ekber ile kendi zihnindeki, hâfızasındaki Allâhu Ekber i çakıştırıyor ve rahatlıyor. Yine çevre ile münasebetleri artınca bir güzel çiçek gördüğünde, bir güzel kuş gördüğünde, Bu böyle nasıl olmuş? diye sorduğunda bizim ona verdiğimiz Allah cevabı, çocuk için yeterli bir ilgi oluyor. Bu bir değişmeyen gerçek, bizim her hâlükârda soyut bir takım kavramlar olan melekler ve Cenâb-ı Hakk zor konular olmasına rağmen çocuk buna hazır hâlde dünyaya geldiği için her hâlükârda çocukların çok rahatlıkla bu kavramları öğrenebilecekleri bir yapıya sahip olduklarını söyleyebiliyoruz. Şöyle bir geçiş süreci yaşıyor: Birçok çocukta Allah, bulutların üzerinde, melekleriyle birlikte oturan, dünyanın işini düzenleyen, insanlara iyiliklerde bulunan, aksakallı bir dededir. Bunu yadırgamamamız gerekiyor. İslâm kültürü açısından meselâ bir kızcağıza Peygamber Efendimiz soruyor: -Allah nerdedir? diye, o da: -Göktedir. diye cevap veriyor. Peygamberimiz onun bu ifadesini îmanına işaret olarak kabul ediyor. Hâlbuki biz deriz ya, Allah ne göktedir ne yerde. Neden çünkü gökler yücelik, ulviyet ifade ederler ve bu Peygamber Efendimiz tarafından tashih edilmemiştir. Çünkü onun kavrama kapasitesi budur. Biz biliyoruz ki şu anda içinde bulunduğumuz galaksi binlerce, yüz binlerce galaksiden sadece birisi. Dolayısıyla çocuk bu geçiş sürecini de bu şekilde yaşayabilir. Bizim İslâm toplumları olarak bir avantajımız var. Hıristiyan toplumlarında tanrı ile baba özdeşleştirilir ve babası iyi bir örnek değilse çocuk ikilem yaşar. Bir Hıristiyan çocuk yemekten önce,Ey babamız verdiğin nimetler için sana teşekkür ederiz anlamındaki duâyı yapmak istemiyormuş. Kökenine inildiğinde babasının ayyaş bir insan olduğu ve babasından yana mutsuzluk yaşadığı görülüyor. Hâlbuki bizde Allah, hiçbir varlıkla özdeşleştirilmediği için onun yüceliği geçiş anlamında bir kolaylık sağlıyor bize. Az önce anlattığınız hadisede o küçük kızın Allah göktedir dediği gibi çocuklarımız da sorulan sorulara buna benzer cevaplar verebiliyorlar. Bu cevaplara anne-babalar bazen kızarak veya Çok günah bir daha böyle konuşma! diye karşılık veriyorlar. Veya bir daha böyle sorular sorma diye çıkışıyorlar. Çocuklarımızın söylediği bize mantıksız gelen cümlelere veya cevaplara karşılık bizim tutumumuz ne olmalıdır? Çocuklarımızın bu tür konuşmalarına, Sen nasıl konuşuyorsun? dememeliyiz. Çünkü çocuk o konuşmasından dolayı bir günaha girmiş değildir. Hatalı olabilir fakat ona bir sorumluluk yükleyen bir davranış değildir. Üç kişiden kalem kaldırılmıştır buyuruyor sevgili Peygamberimiz: Birincisi, uyuyan insandan: Gördüğü rüya ne kadar günah olursa olsun, kişiye rüyasından dolayı günah yazılmaz. İkincisi aklını kaybeden kişi: Aklî yeterliliği kalkınca ortadan cezai ehliyet de kalkar, malumunuz. Üçüncüsü de ergenlik çağına gelmemiş çocuklar. Bu safhada dinîaçıdan bir sorumluluk yoktur. Bunun örnekleri bizde var; çocuk soruyor: Allah ne renk? Allah nerede, gökte mi? Gözleri çok mu büyük ki bizi hep görüyor? Bunlar çocukça sorulardır. Hepsine bir muafiyeti vardır çocuklarımızın. Bunlara bir takım somut örnekler vererek anlatabiliriz. Faraza diyebiliriz ki bir televizyon stüdyosunda haber müdürünün önünde elli tane monitör var. Ve her birisi farklı yerlerde, farklı ülkelerde duruyor. Oradan muhabirler haber veriyorlar. Hepsinden nasıl haberdar oluyorsa, Allah'ın da böyle melekleriyle birlikte bir karargâhı var. Dünyaya âit olan bütün kameralar vasıtasıyla nerde ne oluyor görüyor. Dolayısıyla seni de görüyor beni de görüyor çünkü her yerde kameraları var. Yani o somut örnek bu soyut örneği kendisine anlaşılmayı kolay kılan örnek olabilir. Şunu söyleyebiliriz netice olarak, soyut şeyleri çocukların kavraması zordur. Fakat çocuk Allah'a inanmaya hazır halde dünyaya gönderildiği için Allah'ı kavramakta çocuk zorluk yaşamaz. İçinde o boşluğu dolduracak bir kavram arar, çevrenin telkiniyle adı belirlenir ve çocuk inanmakla kendini güçlü hisseder. İnsanın fıtratında birini veya birilerini kendine örnek olarak alma meyli vardır. Günümüzde buna 'idol' diyorlar. Müslümanlar için bu örnek kişi Peygamber Efendimiz oluyor. Biz çocuklarımıza Peygamber Efendimiz'i nasıl örnek olarak anlatabilir ve çocuklarımızın kalbine peygamber sevgisini yerleştirebiliriz? Şunu söyleyebiliriz ki, geçmiş ve gelecek bütün insanlık içinde hayatı en ince detaylarına kadar bilinen tek kişidir Sevgili Peygamberimiz. Onun çocukluk hayatı, gençlik dönemi, evliliği, bir baba olarak, bir dede olarak, bir akraba olarak, bir eş olarak ve bir evlat olarak en ince detaylarına kadar bildiğimiz hususlardır. Çocuklara olan ilgisi, şefkati ve münâsebeti bir müstakil kitap yazılacak kadar çoktur. Çocuk ve Peygamber isimli eserimiz, malumunuz, çocuklara yönelik olarak yazdığımız asr-ı saadet hatıralarından oluşuyor. Sadece bir kitap çocuklarla hatıralarına hasr edeceğimiz kadar bilgi içeriyor. Dolayısıyla Peygamberimizi anlatmak, Peygamberimizi sevdirmek çok kolaydır. Yeter ki onu küçük yaştan itibaren her akşam uyumadan önce çocuğumuza okuyabileceğimiz bir âdet haline getirelim. İçinde peygamberimizi rahatlıkla tanıtabileceğimiz pek çok örnek var. Çocuğun hemen sevebileceği sıcaklıkta hikâyelerdir bunlar, yaşanmış hatıralardır. Peygamberimizi kitap okuyarak, onunla ilgili şiirleri öğreterek, ilâhileri seslendirerek anlatabiliriz. Asrımızda, Risâle-i Nur Külliyatı, İslâm âleminde hatta tüm dünyada önemli bir yer tutuyor. Îmanî meseleler, kader meselesi, haşir meselesi gibi konularda akla, mantığa uygun izahlar getiriyor. Risâle-i Nur'un âile ve cemiyet hayatını ayakta tutması konusunda ne gibi etkileri olmuştur? Meseleye âile eğitimi açısından bakarsak daha rahat cevap veririz kanaatindeyim; o da şu: İnsanların davranışlarını, tavırlarını belirlemede birinci faktör inançlarıdır. Gerçekten inanç olmadan, îman olmadan bir insanın hayatından zevk alması, hayatına yön vermesi son derece zor bir hadisedir. İnsanın îman ihtiyacı derin bir konu, üzerinde konuşabileceğimiz bir konudur. Şimdi Risâle-i Nur Külliyatı'nın en bâriz özelliği, gerçekten günümüzde dîne karşı çok büyük bir yöneliş var. Bununla beraber insanları bir takım din dışı unsurlarla meşgul edip oyalamak ve sahte bir mutluluk sunmak için de kitle iletişim araçları bu manada büyük vurgunlarla, ekonomik bir takım menfaatlerle sektör haline gelmiştir. İnançsızlık, ateizm de aynı zamanda ciddi manâda faal bir durumdadır. İnsanların dîne yönelişleri, din çağı, din asrı olacak denilmesine rağmen durmuyor. Bir âile ortamında eğer inançlı fertler o ortamı paylaşıyorsa tabiî olarak burası bir huzur ve mutluluk mekânı haline gelecektir. Yani yuva sizi sadece çatısıyla, duvarlarıyla koruyan değil, bir şeyin paylaşıldığı mekândır. Neden resmi daireler yuva değildir. Çünkü orda işler görülür, kırtasiye, bürokrasi vesaire. Yuva olabilmesi için herkesin birbirini çok sevip sayması gerekir ki bu mümkün olmaz. Âilede genellikle sağlanır bu. Âilede bunu sağlayan da inanç birliğidir. Gerçekten insanımızın muhtaç olduğu îman hakîkatlerini bütün insanlığa, sadece âile fertlerine değil, anlatma bakımından Risale-i Nur Külliyatı'nın çok büyük bir faydası olmuştur. Âile eğitiminde, yani îman noktasında, kadere teslimiyet, Cenâb-ı Hakk'ın insana verdiğine râzı olmak, elindekiyle yetinmek, mutlu olmak, kanaatkâr olmak noktasında çok önemli katkıları vardır. Bunu tespit edip ifade etmeliyiz. Ben meseleye böyle bakıyorum. Genç anne ve babalara çocuk eğitimi ile ilgili ne gibi anekdotlar verebiliriz? Şöyle söyleyeyim. Bu konuda bir şeye hazır olurlarsa çok şey elde ederler. Profesyonel anne-baba olmalıyım demeli her genç anne-baba. Sevgili Peygamber Efendimiz'in bir hadîsi ve yönlendirmesi var. Buyuruyor ki Efendimiz: Allah işini en güzel şekilde yapan kulunu sever. Bizim bu konuda anne-babalar olarak, işini güzel yapan kul olarak Allah'ın sevgisine ulaşma gibi güzel bir müjdemiz var. Bir marangoz işleyeceği ahşabın cinsini iyi tanımak zorundadır. Çünkü kavak ağacından iyi mobilya olmaz. Bir taş ustası gene öyle, çiftçi gene öyle. Anne baba da çocuğunu, bu malzemeyi iyi tanımalıdır. Bunun için birkaç kitap okuması, çocuğun ruhsal, bedensel gelişimi adına bilgi sahibi olması onu çok rahat cevaplar verme imkânına kavuşturacaktır ki okuyan ve bu işi önemseyen anne-babaların şahsen çok başarılı olduklarını görüyorum. En azından bu konudaki uzman kişilere sorduğu soruların anlamlı ve gerçekten soruya değer bir şeyler olabilmesi için bir şeyler bilmesi gerekiyor. Birkaç kitap çocuk eğitimiyle ilgili okumaları çocuklarını yetiştirirken onlara faydalı olabilir. Çocuk eğitiminde, yapıldığında sıkıntılar doğurabilir diyeceğimiz neler olabilir? Bu konuda kültürlere göre farklılıklar olabilir. Biz bir hususta hata ediyoruz. Çocuğu küçük, anlamaz varlık olarak görüyoruz. Hâlbuki Allah, ona öylesine bir idrak kapasitesi vermiştir ki her şeyi kaydediyor. Anlamıyor değil. Fakat içinden çıkarımlarda bulanabilecek tecrübeye sahip değil. Görüyor, kaydediyor size sunamıyor seçenekleri. Ben bir çocuğun en büyük ihtiyacının anne-babası tarafından sevilmek olduğuna inanıyorum. Anne baba sevmelidir ki Allah'ı da sevdirebilsin, peygamberi de sevdirebilsin. Belki enteresandır ama çocuk annesini babasını severse onların hatırına ibâdet ediyor önce. Ve normal bir geçiştir bu. Çünkü Allah'a ibâdetin henüz daha sırrına ve şuuruna vâkıf değildir. Babası hoşlansın, memnun olsun diye namaz kılıyordur. Ama işte o babasının sevgisidir o namazı kıldıran. O yüzden çocuğa en çok muhtaç olduğu şeyin sevgi ve ilgi olduğunu söylemeliyiz. Buna dair yeterince almalıdır. Tabiî bunu hiçbir zaman şımarıklığa götürecek, seviyesiz, sınırsız bir sevgi olarak sevgide boğulmamalıdır da. Uzun süre çocuğu olmayan anne babaların düştükleri hatadır bu. Dedelerin torunları hakkında düştüğü hatadır bu. Sınır koymamak çocuk açısından bir zulümdür. Sınırsızlık gerçekten çok kötü bir şeydir. Son olarak Asrı Saadetten aklınızda kalan birkaç hadise dinlemek isteriz. Tabiî, Sevgili Peygamberimiz (asm) çok sevdiği torunu Hazret-i Hasan ile birlikte bir gün bir davete gidiyorlarmış. Yolları zekât olarak ayrılmış hurmaların yığın hâlinde bulunduğu bir yere düşmüş. Onun kenarından geçerken Hz. Hasan küçük bir çocuk saflığıyla o hurmalardan bir tane almış ve ağzına atmış. Hemen Peygamber Efendimiz müdahale etmiş. Ağzından çıkarmış, tükürtmüş. Ve izin vermemiş bir tek hurma yemesine. Yanındakiler demişler ki: Çocuk bu, bir hurma yeseydi ne olurdu yâ Resulallah? Peygamber Efendimiz buyurmuştur ki: Hayır! Benim âileme sadaka olarak ayrılmış herhangi bir şey yemek helal değildir. Hz. Hasan kendisini çok seven dedesinin bu konudaki tavrını hiçbir zaman unutmamıştır. Çünkü Peygamberimizin âilesine ait fertler zekât, sadaka almazlar kabul etmezler. Böyle istemiştir Cenab-ı Hakk, Peygamber Efendimiz de bunu uygulamıştır. Neden? Hiç kimsenin minneti altında kalmamak için. Bu çok güzel bir anekdot, eğitici bir anekdot. Bir başka hadisede şu: Rafi Bin Amr isminde bir çocuk ağaçları taşlarken bahçe sahibi yakalayıp Peygamber Efendimiz'in huzuruna götürüyor. Tabiî çok mahcup oluyor Rafi. Niye ağaçları taşlıyorsun? diye soruyor Peygamber Efendimiz. Açtım! diye cevap veriyor. Peygamberimiz onun bir taraftan başını okşarken bir taraftan da şöyle buyuruyor. Bir daha ağaçları taşlama yavrum. Ama istersen eğer, altına düşenleri alıp yiyebilirsin. Bir taraftan kapıyı kapatırken diğer taraftan alternatif sunuyor. Çünkü altına düşen haddizatında artık zâyî olmaya yüz tutmuştur. Ama ağaçları taşlamak yanlış bir davranıştır. Karnını doyurmayı engellememiş oluyor. Alternatif sunuyor Peygamber Efendimiz. Hiçbir îman eğitimi ibâdetsiz bir şekilde ayakta duramaz, ibâdetlerle çocuğun dinî tecrübe yaşamasına imkân verilmelidir; bu da iki. Beraber elinden tutarak gittiğiniz bir park gezisinden sonra çocuğunuzla camiye gitmelisiniz. Ezanın sesini, müezzinin kaametini, imamın tekbirini, cemaatteki o ruhânî havayı, o caminin içindeki derunî havayı çocuğunuz sizinle birlikte yaşamalıdır. Bu dinî tecrübe adına çok önemlidir. Çocuğu olan onunla çocuklaşsın. (Hadîs-i Şerîf) Bir Hıristiyan çocuk yemekten önce, Ey babamız verdiğin nimetler için sana teşekkür ederiz anlamındaki duâyı yapmak istemiyormuş. Kökenine inildiğinde babasının ayyaş bir insan olduğu ve babasından yana mutsuzluk yaşadığı görülüyor. Hâlbuki bizde Allah, hiçbir varlıkla özdeşleştirilmediği için onun yüceliği geçiş anlamında bir kolaylık sağlıyor bize. Peygamberimizin çocukların kulağına ezan ve kâmet okunması sünnetini de önemsemek lazım. Bu kulağa okunan ezan ve kâmetler bir ses dosyası olarak hafızanın bir noktasında kayıt ediliyor. Çocuk etrafındaki sesleri algılamaya başlayınca bir minareden ezan sesi duyduğunda Allâhu Ekber ile kendi zihnindeki, hâfızasındaki Allâhu Ekber i çakıştırıyor ve rahatlıyor. Gerçekten insanımızın muhtaç olduğu îman hakîkatlerini bütün insanlığa, sadece âile fertlerine değil, anlatma bakımından Risâle-i Nur Külliyâtı'nın çok büyük bir faydası olmuştur. Ben bir çocuğun en büyük ihtiyacının anne-babası tarafından sevilmek olduğuna inanıyorum. Anne baba sevmelidir ki Allah'ı da sevdirebilsin, peygamberi de sevdirebilsin. Yani yuva sizi sadece çatısıyla, duvarlarıyla koruyan değil, bir şeyin paylaşıldığı mekândır. Çocuğu küçük, anlamaz varlık olarak görüyoruz. Hâlbuki Allah, ona öylesine bir idrak kapasitesi vermiştir ki her şeyi kaydediyor.

Mülakatlar * 01 Nisan
Konu resmiPeygamber Mucizelerinden İlmî Keşiflere
Kültür ve Medeniyet

Cenâb-ı Hakk manevî kemâlât gibi maddeten terakkîyi de en evvel peygamberler vasıtası ile insanlığa hediye etmiştir. Mesela, insanoğlu gemiyi Hz. Nuh (as)'dan, saati Hz. Yusuf (as)'dan, terziliği Hz. İdris (as)'dan ve demiri yumuşatıp tel ve benzeri şekillerde kullanmayı Hz. Davut (as)'dan öğrenmiştir. Onun için her san'atın peygamberlerden birer pîri vardır: Gemicilerin Hz. Nuh (as), terzilerin Hz. İdris (as), saatçilerin Hz. Yusuf (as), demircilerin Hz. Davut (as) gibi. Beyânı mucize olan Kur'ân, Rabbimizi bize bildiren bir nurdur ki biz o nur ile başta Rabbimizi bütün sıfat ve isimleriyle tanıyor, endişe ile merak ettiğimiz istikbalimizi O'nun nuru ile görüyoruz. Üzülerek ayrıldığımızı zan ettiğimiz dost ve yakınlarımızın aslında yok olmadıklarını O'nun nuru ile öğreniyoruz. Bu koca âleme ne için ve nereden geldiğimizi ve nereye gideceğimizi O'nun Habîbi'nden öğreniyoruz... Evet, Kur'ân öyle bir nurdur ki kâinatı aydınlatıyor. Âhireti aydınlatıyor. Her bir suresi, âyetleri, kelimeleri hatta harfleri ve hatta nokta ve sükunları dahi birer mucize olarak zikredilen hakîkatleri bize bildiriyor. Bu yazıda Kur'ân'ın mucizeliğinden bir numune olarak Kur'ân'da zikredilen peygamber kıssa ve mucizelerinden birkaç numune göstererek Kur'ânımız'ın asrımıza bakan bir i'câzını tahlil etmeye çalışacağız. HERŞEY KUR'ÂN'DA VARDIR Bir âyet-i kerîmede meâlen Cenâb-ı Hakk; Yaş ve kuru ne varsa Kitâb-ı Mübîn'de vardır (En'am, 59) buyurmuştur. Bu âyet hakkında müfessirler, Kitâb-ı Mübîn'den maksat Kur'ân'dır. Kur'ân her şeyden bahs eder demişlerdir. Bu münâsebetle bir suâl akla gelmektedir: Madem Kelâm-ı ezelî olan kitabımız her şeyden bahs ediyor. Acaba şu içinde yaşadığımız asrımızdan da bahisler mevcut mudur? Veya özellikle bu asırda insanoğlunun geldiği noktada medeniyetin harikaları olan teknolojik gelişmelerden de bahisler, acaba Kur'ân'da bulunmakta mıdır? Mesela elektrik, gemi, ulaşım vasıtaları iletişim araçları Kur'ân'da var mıdır? Evet böyle bir suâle karşı yukarıda zikrettiğimiz âyet-i kerîme Yaş ve kuru ne varsa Kur'ân'da vardır demekle asrımızın harikalarının da Kur'ân'da mevcut olduğunu ilân etmektedir. Fakat, Kur'ân'ınasıl maksadı, insanoğluna Rabbini tanıtmak, kendi mâhiyetini bildirmek ve ebed yolculuğuna insanı hazırlamaktır. Kur'ân, âhiret yurduna namzet olan insana bu dünyadaki ulvî vazîfelerini bildiren bir rehber, mürşit ve terbiye edici olduğu için bu dünya hayatı ile ilgili her şey bu ulvî maksatlar ölçüsünde yer alabilirler. PEYGAMBERLER MEDENİYETİN ÖNDERLERİDİR Kur'ân'ın medeniyet ve teknolojik icatlar ile ilgili haberlerini Kur'ân'ın bu maksadına yaraşır bir surette 'mucizât-ı enbiyâ' (peygamber mucizeleri) âyetlerinde görmekteyiz. Cenâb-ı Hakk, Peygamberleri, insanoğlunun manevî kemâlâtı için bir rehber ve imam olarak gönderdiği gibi aynı zamanda maddeten ilerleme ve terakkileri içinde her bir peygambere bazı hârikalar verip onların seviyesine teşvik ile insanlık için birer ustabaşı ve model yapmıştır. Yani Cenâb-ı Hakk, Kur'ân'da, insanoğluna mânen şöyle demektedir: Mânen ve maddeten yükselmek istiyorsanız gönderdiğim elçilerime itaat ediniz! Evet, Kur'ân'da Cenâb-ı Hakk, peygamberlerin manevî kemâlâtından bahsederek onlardan istifadeye bizi teşvik ettiği gibi, onların mucizelerinden de bahsederek o mucizelerin benzerlerine ulaşmaya insanoğlunu teşvik etmektedir. Hatta şöyle bir ifade yanlış olmayacaktır: Cenâb-ı Hakk manevî kemâlât gibi maddeten terakkîyi de en evvel peygamberler vasıtası ile insanlığa hediye etmiştir. Mesela, insanoğlu gemiyi Hz. Nuh (as)'dan, saati Hz. Yusuf (as)'dan, terziliği Hz. İdris (as)'dan ve demiri yumuşatıp tel ve benzeri şekillerde kullanmayı Hz. Davut (as)'dan öğrenmiştir. Onun için her san'atın peygamberlerden birer pîri vardır: Gemicilerin Hz. Nuh (as), terzilerin Hz. İdris (as), saatçilerin Hz. Yusuf (as), demircilerin Hz. Davut (as) gibi. Bu misalleri çoğaltmak mümkün. Biz şimdi 'mucizât-ı enbiyâ' âyetlerinden beş misal vererek Kur'ân-ı Azîmüşşân'ın i'câzından bir katre, bahsimiz münasebetiyle nazarlarınıza arz edeceğiz. 1. HZ. SÜLEYMAN (AS)'IN HAVADA UÇMASI   Mesela Kur'ân-ı Kerîm'de Sebe Suresi 12. âyette şöyle buyrulmakta Meâlen, Hazret-i Süleyman, bir günde havada uçmak ile iki aylık bir mesafeyi kat etmiştir, diyor. İşte bu âyet ile Cenâb-ı Hakk bize, size yol açıktır bir kulumu nefsinin heveslerini terk ettiği için havaya bindirdim, siz nefsinizin tembelliğini bıraksanız kâinattaki cârî kanunlarıma uysanız sizi de havaya bindiririm, demekle ulaşım noktasında insanoğlunun ulaşabileceği nihaî hedefe işaret edip insanoğlunu buna teşvik ediyor. Bu teşvikle Kur'ân'ı Azîmüşşân sadece uçağa değil belki daha ilerilerine de parmak basıyor. 2. HZ. MÛS (AS)'IN ASÂSI Bakara Suresi 60. Âyette şöyle buyrulmuştur:Meâlen, Biz O'na asânı taşa vur dedik. O vurunca ondan on iki çeşme fışkırdı. buyrulmaktadır. Bu âyet, Musa (as)'ın bir mucizesinden bahsederken, işarî olarak da zemin altında gizli halde bulunan rahmet hazineleri diyebileceğimiz, su kaynakları, petrol, doğalgaz gibi nîmetlerden basit âletlerle istifade edebileceğimizi haber vermektedir. Evet, günümüzde insanoğlu bu nîmetlerden istifade yolunu sondaj denen bir âleti geliştirerek bulmuştur. 3. HZ. ÎS (AS)'IN ÖLÜLERİ DİRİLTMESİ Âl-i İmran suresi 49. âyette geçen bir ibarede şöyle buyrulmuştur:Meâlen: îsâ (as) hakkında, Ben Allah'ınizniyle körü ve alacalıyı iyileştirir, kurtarır ve ölüleri diriltirim zikredilmesiyle, îsâ (as)'ın yüksek ahlâkı yanında elindeki tıp ilmine dahi işaret edilerek en devasız zan edilen hastalıkların dahi tedavilerinin bulunabileceğini âyetin ifadesinden anlamaktayız. Hatta yine dikkat edersek ölümün bile geçici olarak durdurulabileceği yukarıdaki âyette îmâ edilmektedir. İşte Cenâb-ı Hakk bize tıp ilminde insanoğlunun ne kadar ileri gidebileceğinin nihaî hududunu çizerek işaret ediyor.4. HZ. SÜLEYMAN (AS)'IN BELKIS'IN TAHTINI GETİRMESİ Neml suresi 40. âyette şöyle buyrulmaktadır:Meâlen, Hz. Süleyman (as)'ın bir vezirinin Belkıs'ın tahtı hakkında Gözünüzü açıp kapayıncaya kadar sizin yanınızda o tahtı hazır ederim ifadesi geçmektedir. Bu âyetten bize uzak mesafelerden maddenin aynen veya sureten naklinin mümkün olduğu hakîkati Kur'ân tarafından işaret edilmektedir. Bugün insanoğlu ses ve görüntü naklini gerçekleştirmiş ve madde nakli için ise çalışmaktadır. 5. HZ. İBRÂHÎM (AS)'IN ATEŞTE YANMAMASI Hz. İbrahim (as)'ın bir mucizesini bahs eden Enbiya suresi 69. âyette şöyle buyrulmuştur:Meâlen, Ey ateş! İbrâhîm'e karşı soğuk ve selâmetli ol zikredilmektedir. Bu âyet bize işârî olarak, nasıl ki ateş Allah'ınemriyle Hz. İbrâhîm (as)'ı ve elbisesini yakmadı eğer siz de ey insanoğlu, Allah'ın kâinatta cârî olan kanunlarına riâyet edip çalışırsanız yüksek sıcaklıklara dayanan elbiseler yapabilirsiniz, demektedir. Evet bugün insanlık, Hz. İbrâhîm (as)'a ihsan edilen bu mucizeye yakın elbiseleri geliştirmiş ve kullanmaktadır. Fakat burada en mühim olan husus kanaatimizce şudur ki; asıl mahâret, dünyevî ateşten ziyade uhrevî ateşten korunmak ve korunma yollarını bulmaktır. Bunun ise ruhumuza îman elbisesini tam giydirmekle olabileceğini sanki âyet-i kerime bize ihtar ediyor gibidir. Cenâb-ı Hakk Hz. İbrâhîm (as)'ı ateşten muhafaza buyurduğu gibi bizleri de Cehennemin alevlerinden muhafaza edecek sâlih amelleri cümlemize ihsan eder niyâzındayız. Zikrettiğimiz peygamberlerin mucizelerinden bahs eden âyetlerden anlaşılıyor ki, Kur'ân, her asra hitab eden bir mucize olmakla beraber 'mucizât-ı enbiyâ' âyetleri özellikle asrımıza bakıyor ve işaret ediyor. Peygamberleri hem mânen hem maddeten rehber almayı bize emrediyor. Cenâb-ı Hakk başta Resul-i Ekrem Efendimiz (asm) olmak üzere cümle peygamberlerin şefaatlerine mazhar eylesin. Cenâb-ı Hakk bize, size yol açıktır bir kulumu nefsinin heveslerini terk ettiği için havaya bindirdim, siz nefsinizin tembelliğini bıraksanız kâinattaki cârî kanunlarıma uysanız sizi de havaya bindiririm, demekle ulaşım noktasında insanoğlunun ulaşabileceği nihaî hedefe işaret edip insanoğlunu buna teşvik ediyor. Gözünüzü açıp kapayıncaya kadar sizin yanınızda o tahtı hazır ederimNeml, 40

M. Said YÜKSEL 01 Nisan
Konu resmiŞeytan niçin yaratıldı?
İnsan

Şeytanların yaratılarak insanlığa musallat edilmeleri ve binlerce insanın bu sebeple doğru yoldan saparak cehenneme gitmeleri zâhiren çok çirkin görünüyor. Hakîkatte ise Cenâb-ı Hakk'ın yarattığı her şey güzeldir, hayırdır, rahmettir. Çünkü yaratılan her şey, her hadise ya bizzat güzeldir; çiçekler ve masum hayvanlar gibi... Veya neticeleri cihetiyle güzeldir. Meselâ, atmaca kuşunun serçelere musallat edilmeleri zâhiren çok çirkin görünür. Fakat serçe kuşlarındaki uçma kabiliyeti ancak böyle bir vesîle ile ortaya çıkabilir. Hem meselâ, hastalıklar, musîbetler insanlığa musallat edilmeseydi insanoğlu bugünkü teknoloji nîmetine hiçbir zaman ulaşamayacaktı. İşte bu misaller gibi şeytanın yaratılarak insanlığa musallat edilmesi insandaki binlerle kabiliyetin ortaya çıkmasına sebep olmuştur. Bazı kimseler şeytana aldanarak cehenneme gitmesinler diye şeytanlar yaratılmasaydı insanlığın yıldızları, rehberleri hükmündeki cevherler ortaya çıkmayacaktı. Bediüzzaman Hazretleri'nin dediği gibi, Ara sıra vücuda gelen cüz'î şerler yüzünden küllî hayırlar terk edilmez. Eğer terk edilse daha büyük bir şer olur. Hem 'adet çokluğu' demek olan 'kemmiyyet', 'keyfiyet'e yani kıymete nispeten ehemmiyetsizdir. Mesela bir tavus kuşunun altına 100 yumurta konulup kuluçkaya yatırılır. İhtimâl ki yumurtaların 90'ı bozulsa 10'u tavus kuşu olsa, bu 10 kuş bozulan 90 yumurtanın zararını hiçe indirir. Hem mesela ekilen bin tohumdan 10 tanesi ağaç olsa, bozulan dokuz yüz doksan tohumunun zararını hiçe indirir. Aynı zamanda bir sınıfta imtihan edilmeksizin herkese iyi puan verilse o sınıftaki öğrencilerin kabiliyetleri gelişemeyecekti. İşte şeytanların vesveseleri ile insanlara musallat edilmeleri; başta Resulullah (asm), yüz yirmi dört bin peygamberin ve yüz yirmi dört milyon evliyanın doğmasına vesile olmuştur. Bu öyle bir kârdır ki tembellikleri ve isyanlarıyla cehenneme giden yüz milyonların zararını hiçe indirir. Tohum içinde saklı olan kabiliyetlerin ortaya çıkabilmesi nasıl bir mücâhede ile (toprak altına girip zahmetlerle kabuğunu terk etmek ile ) oluyor. Öyle de insandaki binlerle kabiliyetler şeytanla mücahede ve sabır ile ancak ortaya çıkabilir. Eğer şeytanlarla mücâhede olmasaydı hiçbir zaman insandaki binlerle kabiliyet inkişaf edemeyecekti. İnsanlık on binlerle peygamber, milyonlarla evliya, had ve hesaba gelmez âlimler gibi meyveler veremeyecekti. Hz. Ebu Bekirler ile Ebu Cehiller bir seviyede kalacaktı.

İsmail ALINMAZ 01 Nisan
Konu resmiEn Mühim Tehlike!
İnsan

Avrupa felsefecilerinin 'sihir' gibi, aldatan ve hakîkati perdeleyen hakîkatsiz ve bâtıl 'bilim süsü' verilmiş felsefe ve fikirleriyle mücadelede, elbette Musâ Aleyhisselâm'ın asâsı gibi, bütün o sihirleri yutacak ve imha edecek bir 'hakîkat', bir 'nur' lâzımdır. İmam-ı Âzam Hazretleri 'âlim'i tarif ederken, Kur'ân ve sünnet eczahanesinden yazdığı reçetelerle, kendi zamanının manevi hastalıklarını tedavi edebilen insandır. ifadesini kullanır. Asrımız Müslümanının manevî hastalıklarının tedavisini, Kur'ânî ve nebevî reçetelerle yapmaya cehd eden Bediüzzaman Hazretleri, On Altıncı Lem'a'da şöyle der: Bu zamanda müslümanların en mühim tehlikesi, fen ve felsefeden gelen bir dalâletle (sapık inançlarla) kalplerin bozulması ve imanların zedelenmesidir. Musâ Aleyhisselâm ile Firavun'un mücadelesini hatırlayalım: Firavun, Musâ Aleyhisselâm'ın karşısına sihirbazlarını çıkarmıştı. Sihirbazlar da ortaya, sadece 'göz boyamak'tan ibaret olan sihirlerini atarak, güya Musa Aleyhisselâm'a galip gelmeye çalışıyorlardı. Hazret-i Musâ Aleyhisselâm elindeki asâsını yere attığında, asâ birden dev gibi bir ejderha olup, bütün sihirleri yutmuştu. Bunun bir sihir olmadığını, hakiki bir mucize olduğunu sihirbazlar yakînen anlamış ve secdeye kapanmışlardı. Beyânı mucize olan Kur'ân'da, bu kıssa böylece bize anlatıldığına göre ve Kur'ân, her asırdaki bütün insan tabakalarına hitab eden bir kelâm-ı ezelî olduğuna göre, demek ki her asrın 'iman cephesi'nin Musaları'na (as) karşı, 'küfür cephesi'nde de Firavunlar, sihirbazlar ve onların sihirleri olacak, ve bu sihirlere karşı da, hepsini iptal edip yutacak 'Asâ-yı Musa'lar (as) olacaktır. Aldığı küçücük bir ikaz ve emirden veya vehmî bir emelden ümidinin kesilmesinden veya ehemmiyetsiz bir işten hayal kırıklığına uğramasından dolayı, tatlı rüyalar insana acılaşıyor, şirin vaziyetler insana azap veriyor, dünya insana dar geliyor, zindan oluyor. İnsanın bu kadar nazik ve hassas 'manevî denge'leri var. Bazen kâinata bile sığamayan insan, zaman oluyor ki bir damla suya bütün hissiyatıyla giriyor ve orada boğuluyor. Bazen bir bakış, bir kelâm, bir mimik insanın bütün manevî dengelerini tar u mar edebiliyor. İşte, lisân-ı nebevîde 'âhirzaman' diye isimlendirilen şu dehşetli asırda, Avrupa filozoflarının 'sihir' gibi hakîkatsiz ve bâtıl fikir ve felsefeleriyle, akıl ve kalpleri âdeta sihirlenen beşer, kalbinin ve ruhunun en derin köşelerinde ve en esaslı yerlerinde küfür (inkâr) ve dalâlet (sapık itikatlar) darbesini yemiş ve bütün elemleri, dalâletleri (sapıklıkları), ahlâksızlıkları, fenalıkları bundan dolayı ortaya çıkmıştır. Beşer, bu dehşetli 'küfür ve dalâlet darbesi'nin tam bir neticesi olarak, kalbinden ve ruhundan hürmet, muhabbet, merhamet, insaf gibi bütün mukaddes değerlerini kaybetmiş, bu mahrumiyetler ile, akıl ve zekânın da sevkiyle, bütün bütün canavarlaşmış ve insanlık tarihinin en büyük zulümlerini, katliamlarını ve fenalıklarını işleyerek, geçmiş asırların bütün 'varlık', 'değer' ve 'birikim'lerini mahv ü perişan etmiştir. Avrupa felsefecilerinin 'sihir' gibi, aldatan ve hakîkati perdeleyen hakîkatsiz ve bâtıl, 'bilim süsü' verilmiş felsefe ve fikirleriyle mücadelede, elbette Musâ Aleyhisselâm'ın asâsı gibi, bütün o sihirleri yutacak ve imha edecek bir 'hakîkat', bir 'nur' lâzımdır. Hem öyle bir hakîkat ve nur ki, küfrün temel taşını zîr ü zeber etsin, sapık inançları ve felsefeleri bir daha dirilemeyecek bir surette öldürsün, bozulan, zedelenen, ve şüphelere gark olan kalpleri ve akılları yeniden ihyâ etsin, hem de mucizeye şahid olan sihirbazların secde edip îman etmeleri gibi, o filozofların günümüzdeki talebeleri dahi, o 'hakîkat'e ve o 'nur'a karşı teslîm-i silah etsin veya sükut etsin. İşte, Kur'ân'ın sönmez ve söndürülmez manevî bir güneş hükmünde olduğunu, ben dünyaya ispat edeceğim ve göstereceğim! diyerek yola çıkan, ve bu sihir gibi felsefelerin ve bâtıl efkârın hücumuna karşı, İslâm cemiyetinin, ancak bütün hükümlerini akla ve mantığa tasdik ettiren 'ter ü taze îman esaslarıyla mukabele edebileceğini söyleyen, ve hayatının şehâdetiyle bütün mesaisini îman üzerine teksif etmiş olan, ve îman ve Kur'ân hakîkatlerini iki kere iki dört eder kat'iyetinde aklı gözüne inmişlere aklî ve mantıkî delillerle ispat eden ve müstesnâ bir Kur'ân talebesi olan Risale-i Nur müellifi Bediüzzaman Hazretleri, o Kur'ânî hakîkat ve nuru şu zamanda insafla bakanlara, ihtiyacını hissedenlere ve yaralı kalplere neşrediyor kanaatindeyim. Kur'ân'ın sönmez ve söndürülmez manevî bir güneş hükmünde olduğunu, ben dünyaya ispat edeceğim ve göstereceğim!

Mustafa EMEK 01 Nisan
Konu resmiRisâle-i Nur'un İrşad Usulü
Risale-i Nur

Demek îman mü'mine cenneti kazandırdığı için bir Tuba-i cennet çekirdeğini taşıyor. Belki cennetin bir çekirdeği hükmüne geçiyor. Mü'minin kalbinde bir cennet olarak bulunuyor ve cennetin lezzetini, saâdetini ona tattırıyor. Küfür ise bir zakkum-ı cehennem tohumu olarak cehennemi netice vereceği gibi içinde bir cehennemi bulunduruyor. Ve kâfirin aklında ve kalbinde dünyada dahi o cehennemi ona yaşattırıyor. Selef-i Salihîn döneminde İslâm'ı yaşamak umumî olduğundan, bir kısmının taklîdî de olsa, herkesin îmanı vardı. Onun için o günkü insanlara Allah'ın varlığını, birliğini anlatmak, cennetin varlığını ve cennet nîmetlerinin lezzetlerini ve mesudâne olan hayatı ile insanları ibâdete teşvik etmek, cehennem ve cehennem azabı ile de insanları günahlardan vazgeçirmek dersi onlara yetiyordu. Nefis, hevâ ve hissiyât haramlarla, günahlarla kuvvet bulup akıl ve kalbi tahakkümü altına alamıyorlardı. Onun için bu gibi bir ders onlara faydalı olabiliyordu. Şimdi ise dinsizlik ve fenden gelen sapkınlık, sefahat ve ahlaksızlık alışkanlığından ortaya çıkan inada karşı böyle bir dersten, insanların onda belki de yirmide biri ancak istifâde edebilir. İstifâde ettikten sonra da; Allah, Gafur-ı Rahîm'dir. Günahları afv eder. Cehennem ise daha uzaktadır der. Yine haramlara günahlara devam eder. Evet, insan hâzıra mübtelâdır. Birisine Hâzır bir kaşık balı mı kabul edersin yoksa beş sene sonra bir kavanoz balı mı tercih edersin? denilse, hissiyatın fetvasıyla hâzır bir kaşık balı tercih eder. Hem insan hâzır bir tokat eleminden ve bir gecelik nezaretten kaçarak ilerideki bir sene fenâ hapis elemini tercih eder. Demek insan, hâzır lezzeti tercih ettiği gibi hâzır elemden de kaçar. Başta zikredilen selef-i salihîn dönemindeki ölçüler ile hizmet, îman ve ibâdetin içinde cennet ve cennetin lezzetlerinin dünyada dahi yaşandığı, küfür ve günahların içinde de cehennem ve cehennemin elemlerinin dünyada dahi bulunduğu tam gösterilmiyordu. Risâle-i Nur ise îmanın içinde cennet ve ibâdetlerin içinde cennet lezzetleri var olduğunu mü'mine dünyada dahi ispat edip tattırıyor. Hem küfrün içinde cehennem ve günahların içinde cehennem azapları bulunduğunu kâfirin hayatında dahi bunları bizzat yaşadığını aklen, makul bir şekilde ispat ediyor. ÎMAN İNSANI İNSAN EDER Mesela Îmân insanı insan eder, belki insanı sultan eder. Öyle ise insanın vazife-i asliyesi imân ve duâdır. Küfür ise insanı gayet âciz bir canavar hayvan eder. Şimdi bu cümlenin ifade ettiği mânâyı ve aynı zamanda bir âyet-i kerimenin de çok hakikatlerinden bir hakîkatine Risâle-i Nur'un penceresinden bakalım: Allah, îman edenlerin dostudur. Onlar zulumâttan (küfür karanlıklarından) nura (îmâna) çıkarır. İnkâr edenlerin dostları tâğuttur (Allah'ın yerine tuttukları şeylerdir). Onları nurdan zulmete çıkarırlar. İşte onlar ateş ehlidirler. Onlar orada ebedî olarak kalcıdırlar. (Bakara, 257) Evet küfür ve inkâr, kâfirler için ölümün bir idâm kararı olduğunu gösteriyor. Çünkü kâfir olan, âhiretin geleceğine öldükten sonra dirilmenin olacağına inanmıyor. Onlar bilhassa zararlı olan felsefenin insanlar bitkiler gibi dünyaya geliyorlar, yaşıyorlar, ölüp gidiyorlar fikrine inanmakla bu ölüp gitmenin idam olduğunu, yokluk olduğunu kabul ediyorlar.Hâlbuki herkesçe mâlumdur ki, bir adama beş sene sonra kurtulmak çaresi olmaksızın idam edileceğine dair verilen bir karar, o adam için beş sene müddetince idam hatırına geldikçe o idam kadar elem ve ızdırap çeker. Belki her gün bin defa idam ediliyor ızdırabını yaşar. Dünyanın zevkleri, lezzetleri, ziynetleri, zenginliği o elemleri önleyip saadetine vesile olamaz. Risâle-i Nur'da ifade edildiği gibi Ölüm ve idam nazarında bulunan bir adam sehpanın tezyininden ve süslendirmesinden zevk ve lezzet alamaz. Aynen öyle de inkâr, ölümün kâfir hakkında bir idam kararı olduğunun belki bütün sevdikleri ve akrabası belki bütün insanlık, belki bütün varlıklar, belki bütün âlem için bir yokluk olduğunu gösterir. Malumdur ki insan sevdiklerinin saadetiyle mes'ud ve lezzetleriyle mütelezziz olduğu gibi, elemleriyle müteellim olur. Kâfir, kendi ölümüyle yokluğun elemini her an yaşadığı gibi bütün sevdiklerinin ve bütün insanların ve bütün varlıkların ve bütün âlemin yokluk elemlerini ve ızdırablarını da yaşar. ÎMAN, İKİ DÜNYADA DA CENNETİ KAZANDIRIR Sanki küfür, âlemi bütün varlıkların yokluk elemleriyle doldurur; kâfirin beynine, kalbine boşaltır. Daha cehenneme gitmeden dünyada yaşadığı müddetçe o küfrü sebebiyle cehennem azabının elemlerini tattırır. Küfrün böyle bir neticesi olduğu aklen ve mantıken inkâr edilemeyecek durumdadır. İşte Risâle-i Nur, küfürde bizzat ve hâl-i hazırda böyle bir cehennem ve elemin bulunduğunu aklı başında olan herkese gösterir. Ve daha aklını kaybetmeyenlerin o küfürden vazgeçmeleri için Kur'ân'dan tereşşuh eden bir hidayet vesilesi olur. İşte küfrün bu dehşetinden ve eleminden kurtulmak için kâfir ekseriyetle ya sarhoşluğa veya eğlenceye kaçar. Veyahut aklını uyutmaya çalışır. Hatta kâfirler için ölümü hatırlatmak, saydığımız bütün yoklukları hatırlarına getirtecek olduğundan onlar bu hatırlatmayı kendilerine en büyük hakaret kabul ediyorlar. Îman ise mü'min için ölümün, idamdan bir beraat kararı olduğunu gösterir. Hem o mü'minin, dost, ahbap ve sevdiklerinin, hem bütün insanların, hem bütün mahlukatın ve umum kâinatın ölümle yok olmaktan kurtulmalarına vesîle olduğunu delil ve burhanlarla ispat ederek gösterir. Ve bütün bunların yokluk zulumatından ve eleminden kurtulup ebedî var olma nurunun saadet ve lezzetlerine kavuşacaklarına binaen mü'min hem kendisi ebedî var olmanın lezzetlerinden mütelezziz olduğu gibi bütün sevdikleri olan bu saydıklarımızın da ebediyen varlıkta kalmalarının saadetleriyle mes'ud olur. İman o mü'min için âhirette cenneti kazanmasına vesîle olduğu gibi dünyada da yaşadığı müddetçe cennet lezzetlerini o mü'mine tattırır. Demek îman mü'mine cenneti kazandırdığı için bir Tuba-i cennet çekirdeğini taşıyor. Belki cennetin bir çekirdeği hükmüne geçiyor. Mü'minin kalbinde bir cennet olarak bulunuyor ve cennetin lezzetini, saadetini ona tattırıyor. Küfür ise bir zakkum-ı cehennem tohumu olarak cehennemi netice vereceği gibi içinde bir cehennemi bulunduruyor. Ve kâfirin aklında ve kalbinde dünyada dahi o cehennemi ona yaşattırıyor. Netice olarak bu izah tarzı ile Risâle-i Nur'a baktığımızda bütün muvazenelerin, karşılaştırmaların bu usul ile gittiğini basit bir tefekkür ile fark edebiliriz. Bu, o denizi gösteren bir katre nev'indendir. Ârif olana bir tek işaret kifayet eder. Yâ Rabb! Bize îmanı sevdir ve onu kalplerimizin ziyneti yap! Küfür, günah ve isyanlara karşı bize güç ver. Bizleri onlardan uzaklaştır. Âmin. Bihürmeti seyyidil mürselîn. Hâzır bir kaşık balı mı kabul edersin yoksa beş sene sonra bir kavanoz balı mı tercih edersin? İman o mü'min için âhirette cenneti kazanmasına vesîle olduğu gibi dünyada da yaşadığı müddetçe cennet lezzetlerini o mü'mine tattırır.

Muhammed Said ÇETİN 01 Nisan
Konu resmiBen diyenler
İnsan

Bizden öncekilerin başlarından geçen hâller bizler için birer ibret vesikasıdır. Bizler bu ibretlik manzaraları tarih ilmi vasıtasıyla öğrenmekteyiz. Tarihte Ben! diyenlerin ilki İblis-i lâindir. Cenâb-ı Mevlâ, Adem (as)'ı topraktan yaratıp meleklerine de Adem (as)'a secde etmelerini emrettiği vakit, Hamele-i arş meleklerinden sonra beşinci olacak kadar makam ve mevkii yükselen İblis'i benlik ve kibir sardı ve dedi ki: Ben ateşten O ise topraktan yaratıldık. Dolayasıyla ben O'ndan üstün iken nasıl olur da O'na secde ederim. İşte kişiyi benlik ve gurur sardımı hakîkat gözü yani basîreti kapanır. Ve öyle oldu. Halbuki Adem (as) orada bir kıblegâhtı. Yani Kâbe vazifesi görüyordu. Nasılki biz ehl-i îman, Kâbe-i muazzama istikametine dönüp Ma'bud-ı Ezelîye secde ediyoruz. Öyle de o hengâmede dahi Adem (as) bir kıble vazifesi gördü. Gerçekte ise secde ancak Allah'a (cc) idi. Tarih sayfalarına ve zaman nehrine dönüp şöyle bir baktığımızda görürüz ki Ben! diye diye âciz bir kul olduğunu unutup hâşâ yüz binler hâşâ Ben sizin en yüce Rabbiniz değil miyim? diye soracak kadar şaşırmış kişilerin geldiğini lâkin hepsininde bihakkın yerle bir olduklarını ve dehşet verici kötü âkıbetlere uğradıklarını görürüz. Bunlardan Firavun, Cenâb-ı Hakk'ın Peygamberi ve taraftarları için selâmetli bir yol yaptığı denizde dehşetli bir helâkete uğradı. Yine Nemrut yani o ilahlık taslayan, dilediğimi öldürür dilediğimi yaşatırım diyen Nemrut'la Cenâb-ı Hakk âdeta alay ederek hadsiz askerlerinden sadece bir küçük topal sineği musallat edip hakkından geldi. Yine dünyada eşi benzeri görülmemiş derecede mala sahip olan ve hazinelerinin sadece anahtarlarını kervan dolusu develerin taşıdığı Kârun, ne zamanki Hakk'tan yüz çevirdi ve Bu mal ve hazineleri ben kendi ilmimle kazandım! dedi. O dahi gadab-ı İlâhiye uğrayıp o çok güvenip övündüğü hazineleriyle beraber yerin dibine batırıldı. Ey nefsim! Gözünle görüyorsun ki Ben! diyen batıyor. Sen de Allah'tan kork ve benlik davasından vazgeç! Ben deme de Allah de!

Kürşat İMANLI 01 Nisan
Konu resmiEline sağlık Ali Usta!
İnsan

Günün bazı saatlerinde, dükkânı çırağına bırakır; yakınlarındaki bir kursun Kur'ân talebelerinin yemeğini yapardı. Kur'ân talebelerine hizmet etmek, Kur'ân'a hizmet etmekti onun için. Selamünaleyküm Ali Usta! - Ooo aleykümselam Celal Bey kardeşim. Yâ Hu! Nerelerdesin? Yüzünü gören cennetlik. - Bu aralar imtihanlarım vardı. Pek bir yere çıkamadım. Bugün biraz nefes alayım dedim. - Hay Allah razı olsun. Benim de bugün bir yardımcıya ihtiyacım vardı. - Hayırdır bugün ne pişireceksin? - Yooo! Pişireceksin? değil; beraber pişireceğiz. - Dur tahmin edeyim: Türkistan pilavı. - Doğru bildin ama vaktimiz az. Hadi ellerini yıka da yardıma gel bana. Ali Usta, uzun boyu, iri vücudu, kalın parmakları, gür saçları, ve kalın kaşlarının altında simsiyah gözleriyle tam bir Malatyalı idi. Hoş, annesi vefat ettikten sonra Malatya ile hiçbir ilgisi kalmamıştı. Otuz yıl geçirmişti İstanbul'da. Neredeyse yarım ömür. Küçük bir nalburiye dükkânından elde ettiği geliriyle orta halli bir hayatı vardı. Günün bazı saatlerinde, dükkânı çırağına bırakır; yakınlarındaki bir kursun Kur'ân talebelerinin yemeğini yapardı. Kur'ân talebelerine hizmet etmek, Kur'ân'a hizmet etmekti onun için. İstanbul'a geldiği yıllarda çalıştığı bir lokantada öğrendiği yemekleri yapar, yaparken kendinden geçer, bambaşka dünyalara dalardı. Özellikle evlerinden uzakta olan talebelerin özlediği yemekleri seçer, sonra da yemeklerini gençlerin beğenilerine sunardı. Bu işi keyifle yaptığı için ona hiç ağır gelmediği gibi, yanına onu izlemeye gelenler bile olurdu. Mutfakta çok disiplinli çalışılır, pirinç tanelerine varıncaya kadar hiçbir şey israf edilmezdi. Önceki günden kalan yemekler ısıtılıp evvelce yenir sonra yeni yemeğe başlanırdı. - Evet ustacığım ben hazırım. - Poşetin içinde havuçlar var. Onları soy da doğramaya başla! Aman iyice yıkamayı ihmal etme! - Amma yaptın be Ali Usta! Sanki ilk kez yapıyorum. - Hadi hadi sallanma bak et kavruldu bile. - Şu pilavı bu sefer bana da öğretsen. Duymayan kalmadı bunun lezzetini. - Yemek yapmak kolaydır Celal'im. Amma sevmek lazım yaptığın işi. Öncelikle nîmeti incitmeyeceksin. Nîmeti incitmek yani israf, Yaradan'a hürmetsizlik olur. Sen işine Besmele ile başla, duâyı da unutma ki bereketli olsun. Bizim pilava gelince... Eti kavur, soğanı ve havucu ekle. Suyunu salsın. Suda beklettiğin pirinci üstüne yay. Tuzunu, suyunu ver. Kısık ateşte bir saat pişsin. Al sana Türkistan Pilavı. Bazıları sarımsak, ayva falan da koyar ama bizim gençler sevmiyor. - Oldu olacak miktarlarını da söyle ki; târifin tam olsun. - Hepsinden karârı kadar. Bir kilo et ama kuzu eti, bir kilo pirinç, bir kilo havuç, bir baş da soğan. Bu malzemeden on kişiye pilav çıkar.- Sen kaç kişilik yapıyorsun.- Otuz. - Beni de sayıyorsun değil mi? Bu akşam ben de buralıyım artık. El birliğiyle işe koyuldular. Bir taraftan birbirlerine takılıyorlar, diğer taraftan işlerini yapıyorlardı. Etin suyu havucun lezzetine karışıp, buharıyla pirinçler kabarırken müthiş bir koku bütün mahalleyi dolduruyordu. İşler yolunda gittiği zamanlar değmeyin Ali Usta'nın keyfine. Yanık sesiyle bir de ilâhî söylerdi ki; dinleyenlerin ruhları, karınlarından önce doyardı. Gül yüzünü rüyamızda görelim Yâ Resulallah,Gül bahçene dünyâmızda girelim Yâ Resulallah. Akşam ezanıyla birlikte Ali Usta kurstan ayrılıp dükkânına doğru yola koyuldu. Celal'i de sıkı sıkı tembihledi. Kardeşler bu fakiri de duâda unutmasınlar. Servisi talebeler kendileri yapıyorlardı. Tencerenin üzerine büyükçe bir tepsi koyup ters çevirdiler. Mâşâallah... Eline sağlık Ali Usta. Altta pirinç, üstünde havuç, onun üstünde de ilik gibi pişmiş et parçaları. Eh hadi afiyet olsun! Önceki günden kalan yemekler ısıtılıp evvelce yenir sonra yeni yemeğe başlanırdı.

Kerem GÜNDOĞAR 01 Nisan
Konu resmiEl amân Yâ Resulallah!
Kültür ve Medeniyet

Rabbimizin emriyle Sur'a üfürülünce,Mavi gökler dürülüp dağlar yürütülünce,Altta Gayya kor alev, üstte Sırat zor ince,O dehşet an çatınca elimden tutar mısın? Beşer Haşr-i Ekber'e bölük bölük akarken,Ana kızdan, babalar oğullardan kaçarken,Kimisi sürünürken kimileri uçarken,Mübarek kanadını üstüme açar mısın? Cehennem homurtusu yürekler hoplatırken,Harareti, heybeti kürreyi çatlatırken,Güneş bir karış üstte beyinler patlatırken,Havz-ı Kevser'in ile bizleri sular mısın? Amel defterlerimiz dört yandan üşüşünce,Başımız öne düşer, herkeste bir düşünce,Hak terazi kurulmuş ayarı kıldan ince,Sevap tarafımıza birazcık basar mısın? O en büyük harmanda savrulurken insanlar,Derileri soyulup kavrulurken insanlar,Şefaat dilenirken milyarderler, sultanlarBîçâre kıtmirinin halini anlar mısın? Alevden tabutlarla Gayya'ya sevk başlarken,Cehennem-i zümerâ affetmeden haşlarken,Herkes kendi nefsini şeytan diye taşlarken,Livaü'l-Hamd altında bizleri saklar mısın?

Mithat DOĞRUYOL 01 Nisan
Konu resmiNübüvvet Makamının Varisleri: "Alimler"
İtikad

Herkesin kabul edeceği bir gerçek vardır ki, ictimaî hayatın muktezasınca herkes ilim sahasında faaliyet gösterememektedir. İlim sahasında yer almaya çalışanlar da sınırlı bir dalda çaba gösterebilmektedir. Günümüzde birçok insan, içinde yaşadığı hayatın şartlarını öne sürerek ilim öğrenmeye zaman ayıramadığından yakınmakta ve bilmesi gerekli olan malumattan mahrum kalmaktadır. Bu sebeple bu mahrumiyet, ancak ilim sahasında gayret gösteren ilim adamları sayesinde giderilmeye çalışılmaktadır. Şu da bir vakıadır ki, toplumlar her konuda kendilerine güzel örnek olacak, doğruyu öğretecek ve aydınlatma vazifesini yerine getirecek hakîkî ilim adamlarına muhtaçtır. İlim adamı, topluma her alanda rehberlik eden kişidir. Allah Resulü (am)'ın, Âlimler, peygamberlerin varisleridir (Buhârî, İlim, 10) şeklinde ifade ettiği üzere ilim adamları, nübüvvet makamının aziz temsilcileri olup o kutlu elçilerin yaptıkları vazifeleri kıyamete kadar îfâ edecek muhterem şahsiyetlerdir. İlim adamı, araştırmaları sonucu elde ettiği bilgileri, İlmiyle amel etmenin gerekliliği ilkesiyle toplumla birlikte paylaşıp, onları ictimaî hayatında tatbik eden bir aksiyon adamıdır. İlim adamı, Âlimin bir insana üstünlüğü benim sizden birine olan üstünlüğüm gibidir (Tirmizî, İlim, 9) beyanından anlaşıldığı üzere insanlar içerisinde hem bu dünyada hem de âhirette herkesin elde etmeyi arzuladığı şerefli makama sahip olan yüce şahsiyettir. İlim adamı, İnsanların efendisi, onlara hizmet edendir ve İnsanların en hayırlısı, onlara en çok yardımcı olandır anlayışında olarak aynı dünyayı paylaştığı bütün insanlara dil, din, ırk ve cinsiyet ayrımı gözetmeksizin hizmet etme yolunda hayatını vakfetmiş bir hizmet eridir. İlim adamı, elde ettiği hakîkatları her zaman ve zeminde -karşısında zâlim bir sultan da olsa- insanlara duyurmayı nebevî bir emir telakkî eden cesur bir mübelliğdir. İlim adamı, mesaisini makam, mevki, para ve şöhret gibi dünyevi arzular için harcayan değil, Hakk'ın hatırı âlîdir düşüncesiyle hakîkatın yolunda sarf eden hakîkat sevdalısı ve fedâisi bir kahramandır. Toplumların kalkınmasını sağlayan sahip oldukları ilmî birikim ve ilim adamlarıdır. Nitekim, insanlık tarihine bakıldığında toplumlar ne zaman ki yukarıda işaret edilen ulvî vasıflara sahip hakîkî ilim adamlarını yetiştirmişler, işte o zaman felâha ermişler ve huzurlu bir hayat süregelmişlerdir. Bu bağlamda Abbasî, Endülüs Emevî ve Osmanlı Devletleri döneminde ortaya çıkarak yaptıkları ilmî çalışmalarla hem kendi dönemlerine hem de günümüz dünyasına ışık olmuş nice münevver ilim adamlarını hatırlayabiliriz. O değerli şahsiyetler, fikirleriyle ve amelleriyle insanlara rehberlik ederek vazifelerini yapmışlardır. Çünkü insanoğlu her zaman uyarılmaya ve eğitilmeye muhtaç durumdadır. Yoksa Allah u Teala tarafından Hz.Adem (as)'la başlayan ve Hz.Muhammed (sav)'le nihayete eren peygamber silsilesinin tavzif edilmesini ne ile izah edebiliriz. İşte Cenâb-ı Hakk'ın peygamberlerinden yerine getirmelerini istediği o kutlu vazifeyi o ilim aşıkları yapagelmişlerdir.

Ali KARACELİL 01 Nisan
Konu resmi"Örnek Şahıs", "Örnek Toplum" Sünnete Uymak!
Kültür ve Medeniyet

Günümüzde sahâbeleri örnek alan ve bütün dünya milletlerine örnek olan, Kur'ân ve sünnete göre şekillenmiş ideal bir İslâm toplumu yoktur. İslâm hukukunu tatbik etmeye çalışan ve İslâmî eğitim yapan bazı toplumlar/milletler varsa da, onları da bütün yönleriyle dünya milletlerine, 'İslâm'ın örnek toplumu' olarak göstermemize engel pek çok unsur var. SÜNNETİ BİR BÜTÜN OLARAK ANLAMAK Sünnet, Peygamberimiz (asm)'ın yeme içme âdâbından, devlet yönetimine varıncaya kadar, hayatın her alanıyla ilgili söz, fiil ve takrirleridir. Sünnet; fert, âile ve toplum hayatının her alanını kuşatır. Hayatın her alanını kuşatan sünneti daha iyi anlayabilmek için, 'ibâdet', 'güzel ahlâk ve ahkâmı tebliğ' ve 'tatbik etmek' olarak üç kısma ayırabiliriz. Kur'ân'ın pek çok âyetinde Peygamberimiz (asm)'dan Kul, Beşer ve Resul olarak bahsedilir. Peygamberimiz (asm) Allah'a yaptığı ibâdetlerle onun kulu; insanlar arasındaki münâsebetleri, güzel ahlâkı cihetiyle bir beşer; Allah'ın kendisine indirdiği vahyi tebliğ, tâlim ve toplumda tatbik yönüyle de Resuldür. Ümmetinden olmakla şereflenmiş olan bizlerin, Peygamberimizin sünneti deyince, onun bu üç yönünü aklımıza getirmemiz ve bu üç yönüyle onu kendimize örnek almamız gerekir. Elimizden geldiği kadar onun yaptığı ibâdetleri yapmalıyız, Cenâb-ı Hakk'ın, Sen büyük bir ahlâk üzerindesin diyerek övdüğü güzel ahlâkını kendimize yerleştirmeliyiz. Ve onun tebliğ ettiği ahkâmı elimizden geldiğince öğrenip, tebliğ ve tâlim etmeliyiz. Yoksa yalnızca âdab ve nâfile ibâdetleri yapmakla sünnete tam mânâsıyla uyduğumuzu söyleyemeyiz. Günümüzde sünnet deyince ekseriyetle halkımızın zihnine yeme, içme âdabı türünden sünnetler gelmektedir. (Misvak kullanmak, sarık sarmak, yemeğe başlarken besmele çekmek gibi sünnetler de hayatımızın küçük bir bölümünü oluşturur). Elbette yeme, içme türünden sünnetler de sünnettir ve uyulması gerekir, fakat teferruata dikkat ederken aslı unutmamak gerekir. Diyelim ki, âdab nevinden sünnetlere uyduk, fakat yukarıda zikrettiğimiz ahlâk, tebliğ ve tâlimle ilgili sünnetlere uymadık, o takdirde sünnete tam mânâsıyla uymuş olur muyuz? Örneğin öfkelendiğimiz zaman kendimize hâkim olabiliyor muyuz? Müslüman kardeşlerimizin hatalarını affedebiliyor muyuz? Öfkelendiğimiz zaman kendimize hâkim olmamız, insanları affetmemiz bir sünnettir. Unutmayalım ki, Peygamberimiz (asm), Mekke fethedildiği zaman, yirmi yıl kendisine düşmanlık eden müşrik insanları affetmişti. Onun müşriklere gösterdiği affı, biz Müslüman kardeşlerimize gösterebiliyor muyuz? Peygamberimiz (asm)'a, Falanca kadın geceleri namaz kılar ve gündüzleri de oruç tutar, ama diliyle komşularına eziyet ediyor denildi. Peygamberimiz (asm) Onda hayır yok, o ateştedir (cehennemliktir) buyurdu. Yine başka bir kadından bahsettiler ve Falanca kadın yalnızca farz namazları kılar, ramazan orucunu tutar, peynirden bir parça sadaka verir, fakat diliyle kimseye eziyet etmez denildi. Peygamberimiz (asm) onun için O cennetliktir buyurdu. (Ahmed, c.2.s.440, Hâkim, c.4.s.183) Bu rivâyete dikkat edersek, bir insan çokça ibâdet etse bile, ahlâkı güzel olmayınca makbul bir kul olamıyor. Günümüzde yalnızca ibâdetini yapıp, emri bil-maruf yapmayanlar da yukarda bahsettiğimiz, sünneti eksik anlayanlar kısmına girerler. İmam Gazali, İhyâ'sında şöyle bir hadîsi nakleder: İçlerinde peygamberler gibi ibâdet eden 80 bin kişinin de olduğu bir memleket ahâlisine azab olundu. Ya Resulallah! bu nasıl oldu? diyenlere, şöyle dedi: (Onlar yapılan münkerata) Allah rızası için kızmıyorlardı, iyiliği emredip, kötülükten de nehyetmiyorlardı. Toplumumuzda sünneti bütünüyle kavrayamayan, bir yönden (yani ibâdet ve âdab yönünden) sünnete uyup, başka yönlerden (güzel ahlâk ve tebliğ yönünden) sünnete muhalefet eden, insanlara rastlarız. Onlar kendilerinin sünnete uygun yaşadıklarını ve dindar olduklarını zannederler. (Bizler de farklı düşünmeyiz). Hâlbuki onlar sünnetten tatbik ettikleri yönleriyle sevap kazanırlar ama, muhalefet ettikleri yönler yüzünden de mes'ul olur, günaha girerler. Üstelik onlar toplumda yanlış bir dindarlık (veya yanlış bir sünnete uyma) anlayışının yaygınlaşmasına da sebep olurlar. Peygamberimiz (asm), Ümmetimin bozulduğu bir zamanda, sünnetime yapışanlar yüz şehid sevabını kazanır (Beyhaki) buyurmuştur. Bu hadîs, Allah'ın rızasını kazanmanın, en kısa ve en kolay yolunu bize gösteriyor. Fakat bu sevabı kazanmak için, sünneti yarım olarak değil, 'ibâdetler', 'güzel ahlâk' ve 'tebliğ' yönleriyle, bir bütün olarak algılamak ve yaşamak şarttır. İNSANLIK ALEMİNE ÖNCÜ VE ÖRNEK OLABİLMEK İslâm dîninde örnek alınacak 'model şahıs' peygamberimiz (asm), 'model toplum' ise peygamberimizi modelleyen sahâbe cemaatidir. Peygamberimiz (asm)'ın ümmeti için model şahıs olduğu şu âyetle belirtilir: Yemin olsun ki, sizin için, Allah'a ve âhiret gününe kavuşmayı umanlar ve Allah'ı çok zikredenler için Allah'ın Resulünde güzel bir örnek vardır. (Ahzab Suresi, 21) Sahâbelerin Müslüman toplum için model olduğu da şu âyetle belirtilir: Sizler insanlar için çıkarılmış en hayırlı ümmetsiniz. İyiliği emreder, kötülükten de nehyedersiniz. Allah'a da iman edersiniz. (Âl-i İmrân, 110) Bu âyet sahâbeleri İslâm toplumu için örnek gösterirken, Müslüman ümmetin de bütün insanlığa örnek ve öncü olmasını îmâ eder. Bu iki âyetten yola çıkarak şöyle diyebiliriz: Peygamberimiz (asm) sahâbelerine; sahâbe toplumu ise, ümmete; ümmet ise bütün insanlığa örnektir. Medîne'de ilk İslâm toplumu oluşurken, bu toplumun örnek aldığı 'model şahıs' yalnızca peygamberimiz (asm)'dı. Onu model alan Medîne toplumu -sahâbe- ise, kendi zamanlarındaki ve sonraki bütün İslâm toplumlarının örneği oldu. Onların İslâm toplumlarına örnek oluşları yalnızca uhrevî cihetten de değildi. Onlar hayatın her alanında -îtikat ve ibâdette olduğu kadar sosyal alanda da- örnek olmuşlardı. İslâm'ın sosyal alandaki mükemmel yapısı sayesinde, onlar ve onları örnek alanlar dünyanın büyük bir kısmına hükmettiler. Sahâbeleri örnek alan İslâm toplumları, kısa bir zamanda bütün dünya milletlerini etkilediler, onlara öncü ve örnek oldular. (Peygamberimizin vefâtından yüz yıl sonra, halîfeler zamanın Roma İmparatorluğu'ndan daha büyük bir devlet kurmuşlardı. İslâm halifeliği Kuzey Afrika'dan, Hindistan'a kadar genişlemişti. Osmanlı'nın hükmettiği topraklar ise, 20 milyon km2 yi buluyordu.) Müslüman ümmet, Peygamberimiz ve sahâbelerden aldığı ruhla, insanlık âlemine örnek ve öncü olma özelliğini yüz yıllar boyunca îfâ etti. Fakat Batı medeniyetinin tesirine girdiğimiz 200 yıl boyunca, İslâm ümmeti 'örnek olma' mevkiinden, 'örnek alma' mevkiine düştü. (Osmanlı, İslâm milletlerinin başkanlığını yapmıştı, batılı milletler de diplomaside Osmanlının üstünlüğünü tartışmasız onaylıyordu. Şimdi onun torunları 'Avrupa Birliği'ne girmek için can atıyor.) Günümüzde sahâbeleri örnek alan ve bütün dünya milletlerine örnek olan, Kur'ân ve sünnete göre şekillenmiş ideal bir İslâm toplumu yoktur. İslâm hukukunu tatbik etmeye çalışan ve İslâmî eğitim yapan bazı toplumlar/milletler varsa da, onları da bütün yönleriyle dünya milletlerine, 'İslâm'ın örnek toplumu' olarak göstermemize engel pek çok unsur var. İslâmiyet her yönüyle mükemmel, güzel ve iyidir. Fakat, bu mükemmellik, güzellik ve iyiliğin, Kur'ân ve sünnette teorik olarak kalması, günümüz insanlarını ikna etmeye yetmeyecektir. Bu güzelliğin pratiğe yansıması ve insanların gözüne gösterilmesi gerekir. Müslümanlar, Kur'ân ve sünnet etrafında öyle bir toplum oluşturmalıdırlar ki, diğer milletler Bizim toplumumuz da böyle olmalı diyerek, o topluma gıpta etmeli ve örnek almalıdırlar. Üstad Bediüzzaman şöyle der: Eğer biz ahlâk-ı İslâmiyenin ve hakaik-i îmaniyenin kemâlâtını ef'âlimizle izhar etsek, sâir dinlerin tâbileri, elbette cemaatlerle İslâmiyete girecekler; belki küre-i arzın bazı kıt'aları ve devletleri de İslâmiyet'e dehâlet edecekler. (Hutbe-i Şâmiye) Bütün dünyaya örnek bir İslâm toplumunu oluşturmanın büyük zorlukları olduğu/olacağı bir gerçektir. Bu günkü İslâm toplumları örnek olmanın ötesinde, iç kargaşaları olan, problemli toplumlardır. Bütün dünyaya örnek olmadan önce, Müslüman toplumlar kendi iç bünyelerinde toplumsal bir mütabakata varmaları ve problemlerini çözmeleri gerekir.Bu gün İslâm toplumları kadar, batı toplumlarının da sorunları vardır. Batı toplumlarının ahlâki problemlerinin,İslâm toplumlarının probleminden daha büyük olduğunu söylemek mübalağa sayılmaz. Sorunu olmayan insan olmadığı gibi, sorunu olmayan toplum da yoktur. Fakat bu sorunlar az veya çokluğuna göre değişiklik arz eder. En sağlıklı toplum, sorunlarını en aza indirebilen toplumdur. Kur'ân ve sünnetin ehemmiyeti işte burada karşımıza çıkıyor. Kur'ân ve sünnet hem fert hayatında, hem de toplum hayatında sorunları çözebilecek bir potansiyeli bünyelerinde barındırmaktadır. Bizim, İslâm'ın yaşandığı zamanların özlemi, hasreti ve tesellisiyle avunmak yerine, günümüz problemlerine Kur'ân ve sünnetten çözümler üreterek, bütün insanlık âlemine örnek ve öncü dinamik bir toplum ortaya çıkarmaya çalışmamız gerekir. Kısaca ümmet, yeniden insanlık âlemine öncü ve örnek olma özelliğini kazanmalıdır. Bunu gerçekleştirmede her Müslümana bir iş düşüyor. Ümmetin ferdi olarak her birimiz bunu gerçekleştirmeye hazır mıyız? SÜNNETİN MENŞEİ VAHİYDİR Mikdam b. Ma'dikerb (ra) Peygamberimizin şöyle dediğini rivâyet etmiştir: Dikkat edin! Bana (Allah tarafından) kitap verildi ve onunla beraber bir misli (sünnet) de verildi. Çok geçmez, koltuğu üzerinde, karnı tok birisi Sizin için bu Kur'ân yeter. Onda neyi helâl bulduysanız, helâl kabul edin. Neyi de haram bulduysanız, onu da haram kabul edin. diyecek (ve hadislerimi inkâr edecek). (Tirmizî, Ebu Dâvud)Bir rivâyette (Benim haram kıldığım da, Allah'ın haram kıldığı gibidir) denilmiştir. Hadis âlimleri arasında Erike hadîsi olarak meşhur olan bu hadis peygamberimizin gaybdan haber veren bir mucizesidir. Günümüzde karnı tok, ensesi kalın bazı kimselerden böyle iddiaları duymak mümkündür. Peygamberimizin ifadelerini teyid eden şu âyetlere bakalım: O (nefsinin) arzusuna göre konuşmaz. (O'nun) söyledikleri (kendisine) bildirilen vahiyden başka bir şey değildir. (Necm Suresi, 3-4) Allah sana Kitâp'ı ve hikmeti indirmiş ve sana bilmediklerini öğretmiştir. Allah'ın senin üzerindeki lütfu çok büyüktür. (Nisâ Suresi, 113) Bu âyete dikkat edilirse Peygamberimize hem kitabın, hem de hikmetinAllah tarafından indirildiği anlatılmaktadır. Kitaptan kasıt Kur'ân'dır. Bunda bir ihtilaf yoktur. Hikmetin de onun sünneti olduğu aşikârdır. Âlimler bu ve benzeri âyetlerden yola çıkarak, sünnetin menşeinin de vahiy olduğunu kabul etmişlerdir. Bu hususta Bediüzzaman Hazretleri şöyle der: Vahiy iki kısımdır: Biri vahy-i sarihîdir ki, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm onda sırf bir tercümandır, mübelliğdir, müdahalesi yoktur: Kur'ân ve bazı ehâdis-i kudsiye gibi. İkinci kısım, vahy-i zımnîdir. Şu kısmın mücmel ve hulâsası, vahye ve ilhâma istinad eder; fakat tafsilâtı ve tasvirâtı Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâma âittir. O vahiyden gelen mücmel hadiseyi tafsil ve tasvirde, zât-ı AhmediyeAleyhissalâtü Vesselâm, bazen yine ilhâma, ya vahye istinad edip beyan eder, veyahut kendi ferâsetiyle beyan eder. AHİR ZAMANDA SÜNNETE UYMANIN EHEMMİYETİ Abdullah b. Amr (ra)'den Peygamberimiz (asm)'ın şöyle dediği rivâyet edilmiştir: İsrailoğullarının başına ne geldi ise, hepsi karış karış ümmetimin de başına gelecek. Hatta onlardan biri alenî olarak annesiyle zinâ etse ümmetimden de bunu yapan olacak. İsrailoğulları 72 millete ayrıldı. Ümmetim ise 73 millete (fırkaya) ayrılacak. Onlardan bir millet (cemaat) hariç hepsi cehennemliktir. Ey Allah'ın Resulü o (kurtulacak olan fırka) hangisidir? diye sordular. O da Benim ve ashâbımın yolunda olanlar buyurdu. (Tirmizî , Ebu Dâvud, Taberânî) Size iki şey bıraktım ki, onlara sarıldığınız müddetçe sapıtmazsınız. Onlardan biri Allah'ın Kitâp'ı, diğeri de onun Resulü'nün sünnetidir. (Muvatta)Amr b. Avf el-Müzenî (ra) Peygamberimiz (asm)'ın şöyle buyurduğunu rivâyet etmiştir: Kim sünnet(ler)imden öldürülen bir sünneti ihyâ eder, canlandırırsa ve insanlar onunla amel ederse, o şahsa, o sünnetle amel edenlerin sevabı kadar sevap vardır. Onunla amel edenlerin sevaplarından da eksiltilmez. (Tirmizî, İbn Mâce) Rezin, hadîsi şu şekilde rivâyet etmiştir: Kim benden sonra öldürülmüş sünnetimden bir sünneti ihyâ eder, canlandırırsa o beni seviyor demektir. Kim de beni severse o (cennette) benimle beraberdir.İbn Abbas (ra) Peygamberimiz (asm)'ınşöyle dediğini rivâyet etmiştir: Kim ümmetimin fesâda uğradığı, bozulduğu bir zamanda, benim sünnetime yapışırsa onun için yüz şehid sevabı vardır. (Beyhakî) Câbir b. Abdullah (ra)'den rivâyet edildiğine göre Peygamberimiz şöyle buyurdu: İslâm (dîni) garip olarak başladı, başladığı gibi sonunda da garibliğe döner. Ne mutlu gariplere. Yâ Resulallah! Garipler kimlerdir dediler. Peygamberimiz de İnsanlar bozuldukları zaman onları ıslah edenlerdir dedi. (Taberânî, Müslim hadîsin ilk kısmını rivâyet etmiştir)Taberânî ve Ahmed'in bir rivâyetinde; Garipler itaat edenlerin az, isyan edenlerin çok olduğu, kötü insanların içinde (bir kısım) salih insanlardır denilmiştir. Tirmizi'nin rivâyetinde Benden sonra insanların bozdukları sünnetimi ıslah edenlerdir denilmiştir. Müsnedi Şihab'da ise Onlar sünnetimi ihyâ eden ve Allah'ın kullarına öğretenlerdir denilmiştir. Üstte: Tarihi camilerimizden Süleymaniye Camii... Yapımı 1302 tarihi olup banisi Şeyh Mustafa Efendi'dir. Allah ebeden razı olsun... PEYGAMBERE İTAAT ALLAH'A İTAATTİR Ebu Hureyre (ra)'den rivâyet edilmiştir. Peygamberimiz şöyle buyurdu:Kim bana itaat ederse, o hakikatte Allah'a itaat etmiş olur. Kim benim emîrime (tayin ettiğim görevliye) itaat ederse, bana itaat etmiş olur. Bana isyan eden, Allah'a isyan etmiş olur. Kim emirime isyan ederse bana isyan etmiş olur. (İbn Ebi Şeybe, Buhârî, Müslim) Bu hadis şu âyete mutabıktır: Kim peygambere itaat ederse, Allah'a itaat etmiş olur. Kim de yüz çevirirse, bilsin ki, biz seni onlara muhâfız olarak göndermedik. (Nisâ Suresi, 80) Kur'ân'ın pek çok yerinde Allah'a ve Resulüne itaattan bahseden âyetler vardır. Âlimler Allah'a itaatten kastın Kur'ân'a, Resulüne itaatten kastın da sünnete tâbi olma olduğunu söylemişlerdir. Kim Allah'a ve Resul'e itaat ederse işte onlar, Allah'ın kendilerine nîmet verdiği peygamberler, sıddîkler, şehidler ve sâlih kimselerle beraberdirler. İşte onlar ne güzel arkadaştırlar. (Nisâ Suresi, 69) ALLAH'IN RIZASI, MUHABBETİ ANCAK SÜNNETE TÂBİ OLMAKLA KAZANILIR Kur'ân'da şöyle buyrulur: Onlara de ki; Allah'ı seviyorsanız bana tabi olun, uyun. Allah da sizi sevsin ve günahlarınızı bağışlasın. Allah (Resulünün sünnetine uyanların günahlarını) bağışlayıcıdır, (ve onlara karşı) merhametlidir. (Âl-i İmrân, 31) Bu âyet açıkça Allah'ın rızasını kazanmanın tek yolunun sünnete tabi olmak olduğunu ortaya koyuyor. Üstad Bediüzzaman'ın, sünnetin ehemmiyetini anlattığı 11. lem'a, Mirkat-üsSünne risâlesinde bilhassa bu âyet üzerinde uzun uzadıya izahlar yapar. Enes b. Malik (ra) şöyle demiştir:Resulallah (asm) bana şöyle buyurdu: Ey çocuğum! Hiç kimseye kalbinde bir kin beslemeden, sabahlamaya ve akşamlamaya gücün yeterse öyle yap! Sonra bana, Ey çocuğum! Bu benim sünnetimdendir. Kim benim sünnetimi ihyâ ederse o beni seviyor demektir. Kim de beni severse o cennette benimle beraber olur dedi. (Tirmizî) SÜNNET, İTİDALDİR Peygamberimiz (asm) Amellerin hayırlısı orta (mutedil) olanlarıdır buyurarak ümmetini ifrat ve tefritten sakındırmıştır.Bir kısım sahâbeler kendi aralarında çeşitli ibâdetler hakkında konuştular. Onlardan biri Ben ömrüm boyunca bütün geceyi ibâdetle geçireceğim dedi. Bir diğeri Ben ömrüm boyunca oruç tutup, hiçbir günü oruçsuz geçirmeyeceğim dedi. Bir diğeri de Ben de kadınlardan uzaklaşacağım, ömrüm boyunca hiç evlenmeyeceğim dedi. Peygamber (asm) onların yanına geldi ve şöyle dedi: Şöyle, şöyle diyenler siz misiniz? Allaha yemin olsun ki, sizin Allaha en huşulu olanınız ve ondan en çok korkanınız (takvâlı olanınız) benim. Fakat ben, oruç tutarım, tutmadığım da olur. Gece namaz kılarım, (aynı zamanda) uyurum. Kadınlarla evlenirim de. Kim sünnetimden yüz çevirir, uzaklaşırsa o benden değildir. (Buhârî, Müslim) Eğer biz ahlâk-ı İslâmiyenin ve hakaik-i îmaniyenin kemâlâtını ef'âlimizle izhar etsek, sâir dinlerin tâbileri, elbette cemaatlerle İslâmiyete girecekler...» SÜNNETİ ÖĞRENMEK VE ÖĞRETMEK İbn Abbas (ra)'den Peygamberimizin şöyle dediği rivâyet edilmiştir: Peygamberimiz (asm), Allah'ın rahmeti benim halîfelerimin üzerine olsun! dedi. Biz de Ya Resulallah! Senin halîfelerin kimlerdir? diye sorduk.Peygamberimiz (asm) cevaben, Onlar benden sonra gelip, hadislerimi rivâyet edenler ve onu insanlara öğretenlerdir buyurdu. (Taberânî) Bir başka rivâyette rivâyet edenler yerine sünnetimi ihyâ edenler ifadesi vardır. Bu hadisten dolayı bazı (Buhârî, Ahmed b. Hanbel gibi) hadis âlimleri için Emirül mü'minin denilmiştir. Ebu Derdâ (ra)'den Peygamberimizin şöyle dediği rivâyet edilmiştir:Kim dînî mevzularla ilgili kırk hadisi ümmetime öğretmek için öğrenirse, Allah onu kıyamet günü âlim olarak haşreder, ben de ona şâhid ve şefaatçi olurum. (Beyhakî, Şuabu'l-Îman) O (nefsinin) arzusuna göre konuşmaz. (O'nun) söyledikleri (kendisine) bildirilen vahiyden başka bir şey değildir. (Necm Suresi,3-4) Size iki şey bıraktım ki, onlara sarıldığınız müddetçe sapıtmazsınız. Onlardan biri Allah'ın Kitâp'ı, diğeri de onun Resulünün sünnetidir.Hadîs-i Şerîf

İdris FERİD 01 Nisan
Konu resmiYaratılmışların En Meşhuru!
Kültür ve Medeniyet

ResÛl-i Ekrem (asm), tarihin kaydettiği şöhret sahibi insanların en meşhurudur. O'nun şöhreti, kendisinden başka hiç kimseye nasip olmayacak bir şöhrettir. Şimdi, bu erişilmez şöhretin niçin ve nasıl olduğuna bir bakalım. Evvela; tarihin kaydettiği meşhurların hiç birisinin tarihçe-i hayatı, onunki kadar geniş ve teferruatlı olarak bilinmiyor. Pek çoğunun hayatının şöhret öncesi kısmı, gizli kalmıştır. Mesela Hazret-i Îsâ (as)'ın, dünyada kaldığı otuz üç yıllık ömrünün sadece son üç yılı biliniyor. Otuz yıllık hayatının macerası hakkında çok az şey biliniyor. Kezâ Hazret-i Musâ (as)'ın hayatı hakkındaki tüm bilgiler, vefatından üç yüz yıl sonra ele geçen Tevrat'taki bilgilerdir. Onlar da Hazret-i Musâ (as)'ın hayatının bir kısmı hakkında, çok kısıtlı malumat veriyor. Hâlbuki Hazret-i Muhammed (asm)'ın hayatının, doğduğu günden vefatına kadarki bütün safahatı, an be an, sağlam senetlerle kaydedilmiştir. Gerek Müslüman gerekse gayr-i müslim tarihçiler, bu hususta müttefiktirler. Bu noktada Hazret-i Muhammed (asm)'a yetişecek ikinci bir şahsiyeti, tarih daha kaydedememiş ve kaydedemeyecektir. İkinci olarak, tarihçe meşhur olan insanların şöhreti; çoğunlukla vefatlarından sonraki döneme rastlar. Çok az bir kısmı dünyada iken şöhret olmuştur. Sonraki dönemlerde tanınıp kendi devirlerinde kâle alınmayan nice meşhurlar vardır. Hâlbuki Hazret-i Muhammed (asm), daha dünyaya gelmeden önce şöhreti şark ve garbı tutmuştu. Tevrat ve İncil'de, O'nun hakkında yüzlerce âyet vardı. Bu vadide o kadar çok hadise var ki yazmaya kalksak, ciltler dolusu kitabı dolduracak mahiyettedir. Yalnızca bir misal vererek geçeceğiz. İbn-i İshak nakleder ki: Ebu Tâlib, Şam'a ticaret için gideceği sırada Resul-i Ekrem (asm) ona çok tutkunluk göstermiş. Ebu Tâlib de dayanamayarak, Vallahi O'nu da beraberimde Şam'a götüreceğim. Ne ben ondan ayrılabilirim, ne de o benden ayrılabilir. demiş. Kafile, seyahatin ilk durağı olan Busra şehrinde mola vermişti. Bu sırada Busra'da, Bahira isminde bir rahip vardı. Kendisi, râhip olarak görevlendirildiğinden beri manastırdan ayrılmamış, Hıristiyanlık hakkında pek çok bilgiye sahip bir kişi idi. Kureyş kervanı daha önce de Busra' dan geçtiği halde, Rahip Bahira onların karşısına çıkmamış, onlarla konuşmamıştı. Ama Resulullah'ı beraberlerine aldıkları o yılda, Rahip Bahira, kervan manastırın yakınında konakladığında onları karşılamış ve onlara büyük bir ziyafet hazırlamıştı. Büyük, küçük, hür, köle; herkesin gelmesini özellikle istemişti. Misafirler sofranın başında toplandıklarında, Efendimiz (asm)' ı göremeyen Bahira, geride kalan kimse olup olmadığını sorar. Onlar da, geride kervanı gözetmek için bir çocuğun kaldığını söylerler. Bahira O'nun da gelmesini ister. O geldikten sonra, büyük bir ilgiyle O'nu takip eder. Misafirler dağıldıktan sonra Bahira, Peygamberimiz (asm)'a, Lat ve Uzza adına yemin ettirmek istemiş, fakat Resulullah (asm), onlardan nefret ettiğini söylemiş. Daha sonra Allah adına deyince, sorduğu sorulara cevap vermişti. Rahip Bahira, en son sırtına bakmış. İki omuzu arasındaki peygamberlik mührünü de gördükten sonra, Ebu Talib'e: Bu çocuk senin neyin olur? diye sorar. O da:Oğlumdur. der. Bahira: Olamaz, bu senin oğlun değildir. O'nun babası, hayatta olmamalıdır. deyince; Ebu Talib: Kardeşimin oğludur. der. Bahira: İşte şimdi doğru söyledin. Kardeşinin oğlunu hemen memleketine geri götür. Allah'a yemin olsun ki, Yahudiler onu görüp de benim onda bulduğum vasıflardan haberdar olurlarsa, onu öldürürler. Doğrusu kardeşinin oğlu büyük bir adam olacaktır. Hemen onu al, memleketine çabucak götür. diye tembihler. Bunun üzerine Ebu Talip, Mekke'ye geri döner. İşte şu cüz'î hadise, bütün siyer kitaplarında nakledilen bir vakıadır. Resulullah (asm), daha dünyaya gelmeden önce vasıfları hakkındaki pek çok şey, biliniyordu. Hatta Hazret-i Hatice'nin amcasının oğlu Varaka bin Nevfel, O'na: Cebrâîl (as), ilk göründüğü sıralarda sen Allah'ın va'd ettiği son peygambersin. Keşke senin yurdundan kovulacağın zaman, hayatta olsam ve sana yardım edebilsem. demişti. Resulullah (asm): Kavmim beni sürgün mü edecek? deyince, Varaka: Evet, sen kavmin tarafından sürgün edileceksin demiştir. Çok geçmeden Varaka, vefat eder. Bu iki hâdise, bu meyanda rivâyet edilen hâdiselerden sadece birkaçıdır. Buradan anlaşılacağı üzere O zât (asm), daha dünyaya gelmeden tanınıyordu. Bu vaziyete haiz başka bir şahsiyet gösterilebilir mi? Üçüncü olarak; Fahr-i Kâinat (asm)' ın şöhreti sadece insanlarla sınırlı kalmamış, sâir mevcudât da onun şöhretini tasdiketmiştir.İnsanların dışında; hayvanlar, ağaçlar, dağlar, taşlar, ay ve güneş, hâsılı bütün mevcudat onu tanıyor ve biliyor. Hayvanların onunla konuşması, kurdun onun peygamberliğini haber vermesi, kuru kütüğün onun ayrılığına dayanamayıp inlemesi, ağaçların yeri yara yara yanına gelip O'nun peygamberliğini ilan etmesi, dağların taşların O'na selam vermesi, ayın bir işaretiyle ikiye ayrılması, güneşin, onun verdiği haberin yalan çıkmaması için bir saat geç doğması hâdiseleri gösteriyor ki, onun şöhreti yalnızca insanlar arasında yayılmamıştır. O'nu bütün âlem, bütün mükevvenât tanıyor. Dördüncü olarak; Habîb-i Zîşân (asm)'ın şöhreti, geçmişle ve kendi zamanıyla sınırlı kalmamıştır. Kendisinden sonraki asırlara da intikal etmiştir. O her asırda yaratılmışların en meşhuru olma özelliğini korumuştur. Tarihin hiçbir devrinde şöhreti kaybolmamıştır. Her asırda, insanlığın en az beşte biri O'nu tanımış ve tanımaktadır. Tarihçe meşhur addedilen insanların çok az bir kısmı (peygamberler), bu özelliğe sahiptir. Pek çoğunun şöhreti, sadece kendi meslek ve meşrebinden olan insanların arasında bilinmekte ve yayılmaktadır. Hâlbuki Resulü's-Sakaleyn (asm) (İnsanların ve cinlerin peygamberi) olan Sevgili Efendimiz'in nâmı, insanlığın bütün sınıflarını kuşatır. Hatta dünyanın bütün kıtalarına ulaşmış durumdadır. O'nun (asm) nuru, sadece insanlar arasında değil, cinler ve sair mahlukat arasında da her devirde parlamış ve parlamaya devam ediyor. Şimdi söyleyiniz! Beşeriyet tarihinde nâmı onun kadar bütün mahlukata yayılmış kim var? Kim onun kadar tanınıyor? Kim onun kadar seviliyor? Vefatından sonra adı bir an bile dillerden düşmeyen, kalplerden çıkmayan başka bir şahsiyet gösterebilir misiniz? Her vakit ümmetinden olan insanların salât-ü selamlarıyla bir an bile ismi dillerden düşmeyen O yüce şan sahibi Zât'a kim rakip olabilir? Acaba şimdi dünyaya yeniden teşrif edecek olsa, yine dağlar taşlar, O'nu selamlamaz mı? Mübarek parmaklarıyla işaret edecek olsa, ay yarılmaz mı? Ağaçlar yerlerinden koparak gelse, O'nu tanıyıp yine tasdik etmez mi? Elbette! Elbette! Elbette tanıyacak ve yine tasdik edecek ve hep bir ağızdan arz ve sema, cuş u huruşa gelip: Muhammedü'r-Resulullah diyecektir. Yâ Rabb! Bizi dünyada, o Zât-ı Âl-i Kadr'in (asm) sünnetinden ayırma! Ukbâda da, o Zât-ı Zîşân'ın (asm) şefâatinden mahrum bırakma! Âmin! Ya Resulallah, seni anlatmaya kifâyet etmez kelimelerim. Âcizim, seni methetmeye; lâkin yine de durmaz kalemim. Habîb-i kibriyâsın, sultân-ı cihansın, bense kapında köleyim. Âb-ı kevserinden bir damla lütfet, feyzinden bülbül gibi öteyim. Allah'a yemin olsun ki, Yahudiler onu görüp de benim onda bulduğum vasıflardan haberdar olurlarsa, onu öldürürler. Şimdi söyleyiniz! Beşeriyet tarihinde nâmı onun kadar bütün mahlukata yayılmış kim var?

Zafer ENGİNSOY 01 Nisan
Konu resmiNur Muhammed (asm)
Kültür ve Medeniyet

Âmine ve Abdullah ne bahtiyâr idi ki:En güzel hediyeyi, Allah onlara verdi.Kim mi? Merak ettin mi? Söyleyeyim mi?Nur Muhammed Mustafa'yı, Emin'i Nur, beş yüz yetmiş birde, Mekke'de doğdu.Nur, Kadir Gecesi'nde peygamber oldu.Dün, bugün ve de yârın, tüm âlemlere,Nur Muhammed Mustafa hep rahmet oldu. Dünya, zulmetgâh idi, Nur Muhammed olmadan,Putlar bile devrildi, Nur Muhammed doğmadan.Dünyada ve âhirette çekmemek için zahmet,Nur Muhammed Emin'e ümmet olalım ümmet. Nur! Seni tanımamak, ne büyük bir cehâlet.Sünnetine uymamak, ne büyük bir hasâret.Sana salat etmeyen, yoktur onda hacâlet,Nur Muhammed Mustafa! şefkatini ihsan et. Ab-ı hayat fışkırdı, mübarek ellerinden,Ay ikiye bölündü, nurunun celâlinden,Güneş de bir an durdu, nuruna hürmetinden,Hayvan, taş dile geldi. Nur!sana sevgisinden. Evvelin Nur, âhirin Nur, zâhirin Nur, bâtının NurCanım feda, o ağzından söylediğin her sözün NurO nuruna sarılan nardan kurtulur.Bu sözüme şâhidim, Risâleten Nur. Muhammed, Muhammed, Muhammed,Ne kadar yazarsa bıkmaz kalemler.Muhammed, Muhammed, Muhammed,Ne kadar söylerse usanmaz diller.Muhammed, Muhammed, Muhammed,Ne kadar severse doymaz gönüller.Muhammed, Muhammed, Muhammed,Şefkatini bekler bütün müminler.

Osman Nuri REYHAN 01 Nisan
Konu resmiMucizeler Harmanı
İtikad

Hem -nakl-i sahih-i kat'î ile- لَتُـفْتَحَنَّ  الْقُسْطَنْطِينِيَّةُ .  فَـلَنِعْمَ  الْأَمِيرُ  أَمِيرُهَا،  وَ لَنِعْمَ الْجَيْشُ  ذَلِكَ  الْجَيْشُ deyip, İstanbul'un İslâm eliyle fetholunacağını ve Hazret-i Sultan Mehmed Fâtih'in yüksek bir mertebe sahibi olduğunu haber vermiş. Haber verdiği gibi zuhur etmiş. Meşhur Yevmü'l-Hendek'te, Hazret-i Câbirü'l-Ensarî kasem ile ilân ediyor: O günde, dört avuç olan bir sa' arpa ekmeğinden, bir senelik bir keçi oğlağından bin âdem yediler ve öylece kaldı. Hazret-i Câbir der ki: O gün yemek, hanemde pişirildi; bütün bin âdem o sa'dan, o oğlaktan yediler, gittiler. Daha tenceremiz dolu kaynıyor, daha hamurumuz ekmek yapılıyor. Hazret-i Enes diyor: Zevra nâm mahalde, üçyüz kişi kadar, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm ile beraberdik. İkindi namazı için abdest almayı emretti. Su bulunmadı. Yalnız bir parça su emretti, getirdik. Mübarek ellerini içine batırdı. Gördüm ki, parmaklarından çeşme gibi su akıyor. Sonra bütün maiyetindeki üçyüz âdem geldiler, umumu abdest alıp içtiler. Gazve-i Taif'te, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm gece at üstünde giderken uykusu geliyordu. O hâlde iken, bir sidre ağacına rastgeldi. Ağaç ona yol verip, atını incitmemek için, iki şık oldu. Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm, hayvan ile içinden geçti. Tâ zamanımıza kadar o ağaç, iki ayak üstünde, muhterem bir vaziyette kaldı. Mescid-i Şerifte hurma ağacından olan kuru direk, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm hutbe okurken ona dayanıyordu. Sonra minber-i şerif yapıldığı vakit, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm minbere çıkıp hutbeye başladı. Okurken, direk deve gibi enîn edip ağladı; bütün cemaat işitti. Tâ Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm yanına geldi, elini üstüne koydu. Onunla konuştu, teselli verdi; sonra durdu. Hazret-i Ali ve Hazret-i Câbir ve Hazret-i Âişe-i Sıddîka'dan nakl-i sahih ile sabittir ki: Dağ, taş, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm'a Esselâmü aleyke yâ Resulallah diyorlardı. Bedir'de, Ukkaşe İbni'l-Mihsani'l-Esedî'nin müşriklerle döğüşürken kılıncı kırıldı. Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm ona kılınca mukabil kalınca bir değnek verdi. Dedi: Bununla harbet! Birden değnek, biiznillah uzun, beyaz bir kılınç oldu. Onunla harbetti. Hayatı miktarınca, tâ Yemame Harbi' nde şehit oluncaya kadar boynunda taşıdı. Gazve-i Uhud'da… Katâde İbn-i Nu'man'ın gözüne bir ok isabet etmiş, gözünü çıkarıp, gözünün hadekası (gözbebeği) yüzünün üstüne indi. Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm mübarek, şifalı eliyle onun gözünü alıp, eski yuvasına yerleştirip, iki gözünden en güzeli olarak, hiçbir şey olmamış gibi şifa buldu. Gazve-i Hayber'de, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm Aliyy-i Haydarî'yi bayraktar tayin ettiği halde, Ali'nin gözleri hastalıktan çok ağrıyordu. Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm tiryak gibi tükürüğünü gözüne sürdüğü dakikada, şifa bularak hiçbir şey kalmadı. Sabahleyin Hayber Kal'asının pek ağır demir kapısını çekip, elinde kalkan gibi tutup, Kal'a-i Hayber'i fethetti. Mütevâtir ve kat'î bir mu'cize-i kübrâsı, Şakk-ı Kamer'dir. Evet şu inşikak-ı Kamer (ayın yarılması); çok tarîklerle mütevâtir bir surette, İbn-i Mes'ud, İbn-i Abbas, İbn-i Ömer, İmam-ı Ali, Enes, Huzeyfe gibi pek çok eazım-ı sahâbeden müteaddid tarîklerle haber verilmekle beraber, nass-ı Kur'ânla اقْتَرَبَتِ السَّاعَةُ وَانْشَقَّ الْقَمَرُ Kıyâmet yaklaştı ve kamer (ay) yarıldı. âyeti, o mu'cize-i kübrayı âleme ilân etmiştir. Hem İmam-ı Buharî ve Müslim haber veriyorlar ki: Yağmur için duâ taleb edildi. Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm duâ etti. Yağmur öyle geldi ki, mecbur oldular: Aman duâ et, kesilsin. Duâ etti, birden kesildi. Aşere-i Mübeşşere'den Abdurrahman bin Avf'a, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm kesret-i mal ve bereketle duâ etmiş. O duânın bereketiyle o kadar servet kazanmış ki, bir defasında yedi yüz deveyi yükleriyle beraber fîsebilillah tasadduk etmiş. Abdurrahman İbn-i Zeyd İbn-il Hattab hem küçük, hem çirkin idi. Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm eli ile başını meshedip duâ etmiş. O duânın bereketiyle; kaametçe en bâlâ kaamet (en uzun boy) ve suretçe en güzel bir surete girmiş. Hazret-i Ömer'den haber veriyorlar ki, demiş: Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm'ın yanına bir bedevi geldi. Arapça ‘dabb' denilen bir susmar, yani ‘keler' elinde idi. Dedi: Eğer bu hayvan sana şehadet etse, ben sana îman getiririm; yoksa îman getirmem. Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm, o hayvandan sordu; o susmar fasih bir dille, risâletine şehâdet etti. Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm'ın Adbâ ismindeki devesi, vefat-ı Nebevîden sonra kederinden ne yedi, ne içti, tâ öldü. Hem o deve, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm ile mühim bir kıssayı konuştuğunu, Ebu İshak-ı İsferanî gibi bazı mühim imamlar haber vermişler. Hem nakl-i sahih ile; Câbir İbn-i Abdullah'ın bir seferde devesi çok yorulmuştu, daha yürüyemiyordu. Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm o deveye ufak bir dürtmek ile dürttü. O deve, o iltifat-ı Ahmedîden o kadar bir çeviklik, bir sevinçlik peyda etti ki; daha sür'atinden dizgini zabtedilmiyor, yolda yetişilmiyordu. Hazret-i Câbir haber veriyor. Enes demiş: Bir ihtiyar kadının birtek oğlu vardı, birden vefat etti. O sâliha kadın çok müteessir oldu, dedi: Yâ Rab! Senin rızan için, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm biatı ve hizmeti için hicret edip buraya geldim. Benim hayatımda istirahatımı temin edecek tek evlâtcığımı, o Resulün hürmetine bağışla. Enes der: O ölmüş âdem kalktı, bizimle yemek yedi. Sa'd İbn-i Ebî Vakkas haber veriyor ki: Gazve-i Uhud'da, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm'ın iki tarafında, iki beyaz libaslı, ona nöbetdâr gibi muhafız suretinde gördük. İkisi de anlaşıldı ki, meleklerdir. Ve Hazret-i Cebrâîl ile Mikâîl olduğunu anladık. Hazret-i Ömer'den meşhur bir haberdir ki, demiş: Biz Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm'ın yanında iken, ihtiyar şeklinde, elinde bir asâ, ‘Hâme' isminde bir cinnî geldi, îman etti. Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm ona kısa surelerden birkaç sureyi ders verdi. Dersini aldı, gitti. Ebu Cehil yemin etmiş ki: Ben secdede Muhammed'i görsem, bu taşla onu vuracağım. Büyük bir taş alıp gitmiş. Secdede gördüğü vakit kaldırıp vurmakta iken, elleri yukarıda kalmış. Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm namazı bitirdikten sonra kalkmış, Ebu Cehil'in eli çözülmüş. Tevrat'ın âyeti: Hazret-i İsmâil'in vâlidesi olan Hacer, evlâd sahibesi olacak ve onun evlâdından öyle birisi çıkacak ki, o veledin eli, umumun fevkinde olacak ve umumun eli huşu' ve itaatle ona açılacak. Kütüb-i Enbiya'da, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm'ın Muhammed, Ahmed, Muhtar mânâsında Süryanî ve İbranî isimleri var. İşte Hazret-i Şuayb'ın suhufunda ismi, Muhammed manasında Müşeffahtır. Hem Tevrat'ta yine Muhammed manasında Münhamenna, hem Nebiyy-ül Haram manasında Hımyata. Zebur'da El-Muhtar ismiyle müsemmadır. Yine Tevrat'ta [El-Hâtem-ül Hâtem]. Hem Tevrat'ta ve Zebur'da [Mukîm-üs Sünne]. Hem Suhuf-ı İbrahim ve Tevrat'ta [Mazmaz]dır. Hem Tevrat'ta Ahyeddir.

İrfan MEKTEBİ 01 Nisan
Konu resmiPeygamberlik Delilleri
İtikad

Mucize, peygamberlik dâvâsına delil olmak üzere Allah tarafından, peygamberlerin ellerinde yaratılan hârikulade hâllere denir. Onlar Biz Rabbinizin size gönderdiği elçileriz diye dâvâ ettiklerinde, Cenâb-ı Hakk onlar elinde bazı hârikulade şeyler meydana getirmekle âdetâ, Evet doğru söylüyorlar. Onlar benim elçilerimdir demektedir. Âhirzaman nebîsi olan peygamberimiz (asm) da peygamberlik dâvâ ettiğinde pek çok defa kendisinden mucizeler istenilmiş ve bin kadar mucize de onun eliyle gösterilmiştir. Peygamber Efendimiz (asm)'ın Allah Resulü olduğunun delili yalnız mucizelerinden ibaret değildir. Pek çok cihetlerden onun dâvâsındaki hakkaniyeti anlaşılabilir. Hatta Üstad Bediüzzaman Hazretleri, onun her bir hâlinin dahi doğruluğuna delil olabileceğini söyler. Meselâ hicret esnasında düşmanları, gizlendikleri mağaranın önüne geldiklerinde, Hz. Ebu Bekir (ra) telaşlanınca Korkma ve hüzünlenme Allah bizimle beraberdir demesi gibi her hâli onun doğruluğuna şehâdet eder. Şimdi onun hakkaniyetini ve nihâyet derecede sâdık olduğunu güneş gibi gösteren bir kısım delilleri sıralamaya çalışacağız. 1. KUR'ÂN EN BÜYÜK MÛCİZE Resul-i Ekrem (asm)'ın en büyük delili, Allah'tan bizlere getirdiği beyanı mucize olan Kur'ân'dır. Aslında o bir mucizeler deryası gibidir. İki yüz kadar mucizelik yönleri olduğu gibi her bir suresi, âyeti, hatta kelime ve harfleri dahi birer mucize sayılır. Kur'ân, pek çok âyetleriyle insanları onun benzeri gibi bir söz getirmeye davet etmiş ve aslâ getiremeyeceklerini de vurgulamıştır. En kısa bir suresine asılsız bir kıssayla bile olsa bir benzerini getirmeye kadar davetini tekrarlamıştır. Fakat ne o günkü müşrikler, ne de sonra gelen inkârcılar bir kısa suresinin dahi mislini getirememişlerdir. İşte Kur'ân gerek belâğat ve edebiyatında, gerek hadsiz ilimleri taşıyan manalarında ve gerekse dinlemesindeki halâvet ve tatlılığında bulunduğu seviye itibarıyla taklit edilemez yüksek bir mertebededir. Çünkü Allah'a ait bir kelâmın değil bir beşer, bütün beşeriyet toplansa elbette benzerini getiremezler. Netice olarak Kur' ân, bütün hakîkatleriyle ve mucizeleriyle onun en büyük ve ebedî bir mucizesidir. Ve Allah'ın elçisi olduğunun en büyük delilidir. 2. MAHLÛKATIN EN ŞEREFLİSİ Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm' ın Kur'ân'dan sonra en büyük mu' cizesi, kendi zâtıdır. Yani sahip olduğu pek yüce ahlâkıdır ki; bütün güzel huyların ve hasletlerin tamamı onda vardır. İman, ibâdet, doğruluk, güvenilirlik, tevazu, sevgi, şefkat, cömertlik, iktisat, vakar, cesâret akıl ve zekâ hattâ sîmaca güzellik gibi bütün güzel sıfatlarda insanların en üstünü idi. Hatta herbir haslette en yüksek tabakada olduğuna, dost ve düşman ittifak ediyorlar. Hattâ şecaat kahramanı Hazret-i Ali (kv), tekraren diyordu: Harbin dehşetlendiği vakit, biz Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm'ın arkasına ilticâ edip sığınıyorduk. Bunun gibi bütün güzel ahlâklarda en yüksek ve yetişilmeyecek bir derecede bulunuyordu. Elbette böyle bir zât ahlâksızların işi olan yalana ve hîleye tenezzül etmez. 3. BİN KADAR MÛCİZE Onun elinde pek çoğu tevâtürle ve sahih rivâyetlerle bildirilen bine yakın mucize zâhir olmuştur. Kamer Suresi'nin ilk âyetlerinde bildirildiği gibi gökteki ay bir parmak işaretiyle ortadan ikiye yarılmış. Attığın zaman sen atmadın. belki Allah attı (Enfal, 17) âyetinin işaretiyle attığı bir avuç toprak Bedir ve Huneyn harplerinde her bir düşman askerinin gözüne birer avuç olarak gitmiş ve onları bozguna uğratmıştır. Ordusunun susuz kaldığı üç farklı seferde parmaklarından çeşme gibi akıttığı sularla bütün askerlerin susuzluğunu gidermiştir. Hutbe okurken dayandığı kuru bir hurma direği, onun ayrılığından yüksek sesle ağladığını Mescid-i Nebevî'de bulunan herkes işitmiş ve bu hâdise pek çok münafıkların hâlisâne iman etmelerine sebep olmuştur. Duâlarının çok defalar anında kabulü, az bir yemekle yüzlerce kimseyi doyurması, dağların, ağaçların, taşların, hayvanların hatta cenâzelerin dile gelip peygamberliğine şehâdet etmeleri, gelecekten verdiği haberlerin doğru çıkması, hasta ve yaralıların mübârek elinin ve nefesinin temasıyla şifa bulması, çok defa suikaste maruz kaldığı hâlde her defasında olağanüstü bir tarz ile muhafaza edilmesi gibi pek çok mucizeler göstermiştir. O kadar ki tarihçe bu zâtın (asm) yaşadığı ne kadar kat'î ise mucizeler gösterdiği de o kadar kat'îdir. 4. İRHÂSÂT İrhâsât denilen ve peygamber olmadan önce onda görülen harikulade haller de onun delillerindendir. Doğduğu gece vuku' bulan, kâbedeki putların devrilmesi ve ateşperestlerin bin senedir yanan ateşlerinin o gece sönmesi gibi hâdiseler, küçüklüğünde başında bir bulutun ona gölgelik etmesi, bulunduğu yerlere bolluk ve bereket sebebi olması, altına oturmuş olduğu kuru bir ağacın yeşermesi gibi hârika haller tarihen sağlam bir surette nakledilmiştir. Hatta amcası Ebu Talib'le Şam'a yaptıkları seferde râhip Bahira onu, başında gölgelik eden buluttan ve sırtındaki peygamberlik mühründen tanımış âhir zaman peygamberi olacağını müjdelemiştir. 5. GEÇMİŞ PEYGAMBERLER VE KİTABLAR Önceki semâvî kitap ve suhuflar ve peygamberler, ondan en ince ayrıntılarına varıncaya kadar haber vermişlerdir. İsimlerini, vasıflarını nasıl bir ahlâka sahip olacağını, hatta vücut özelliklerini mübarek gözlerindeki kırmızılığa varıncaya kadar bildirmişlerdir. Bakara Suresi'nin 146. Âyeti'nde, Kendilerine kitap verdiğimiz kimseler (Hıristiyanlar ve Yahudiler) onu kendi oğullarını tanımakta oldukları gibi tanırlar buyurulmaktadır. Bu âyetin mânâsı hakkında, Yahudi âlimlerinden iken sadece peygamber efendimizin emsalsiz güzelliğini görmekle Bu yüzde yalan olamaz diyerek İslâm'la ve sahâbe olmakla şereflenen Abdullah İbn-i Selâm (ra) şu îzahı yapmaktadır: Ben Hz. Peygamber (asm)'ı gördüğüm zaman oğlumu tanıdığımdan ziyade tanımıştım. Çünkü oğlum hakkında belki anası hıyanet etmiştir diye şübhelenebilirim. Ama Resulullah (asm) hakkında zerre kadar bile şüphem olamaz. Çünkü onun vasıfları Tevrat'ta yazılı olanların aynısı ve tamamıdır. (İbn-i Kesîr cilt 1 sh.140) Bin sekiz yüzlü yıllarda Filistin'de yaşayan ve Üstad Bediüzzaman'ın kendisi hakkında mesleken birâderim dediği büyük İslam âlimi Hüseyin Cisrî Hazretleri, eski semâvî kitaplardan Peygamber Efendimiz (asm)'a bakan yüz on dört işareti, o kadar tahrif edilmelerine rağmen çıkarmıştır. Demek ki daha evvel çok daha fazla ve açıkça beyanlar varmış. 6. ÂRİFLER, KÂHİNLER VE HÂTİFLER Kendisinden evvel onun dünyayı şereflendireceğini haber verenler yalnız kitaplar ve peygamberlerden ibaret değildir. Ârif-i billâh denilen ve putlara tapmayan bir kısım kâmil insanlar da geleceğine yakın onu müjdeleyen haberler vermişlerdir. Şık ve Satıh gibi bir kısım meşhur kâhinler de onun geleceğini ihbar edenler arasındadır. Hatta yalnız sesi duyulup kendileri görülmeyen ‘hâtif' denilen cinnîlerin bağırarak verdiği haberler de tarihlere geçmiştir. Ayrıca eski dönemlerden kalma bazı taşlarda onun isim ve sıfatlarının yazılı olduğu görülmüştür. Demek ki o Zât (asm) tarih boyunca yolu gözlenmiş mübarek, yüce bir zâttır. 7. İNSANLARDA YAPTIĞI BENZERSİZ İNKILÂP Peygamber Efendimiz'in, peygamberlik vazifesini îfâ etmek ve İslâm dînini te'sis etmek ve Hakk'ı tebliğ etmek için gösterdiği olağanüstü gayret ve dirâyeti, metâneti ve asla yılmaması, sabır ve kahramanlığı, ancak arkasında Allah'ın kudret ve inâyeti bulunan bir zâtta görülebilecek fevkalade bir mertebededir. Çünkü meydana çıktığında bütün kavim ve kabilesi hatta amcası dahi ona düşman iken yirmi üç sene gibi kısa bir zamanda cahiliye devrinin bütün kirlerini temizlemiş bütün Arap yarımadasını iman ve Kur'ân'ın nurları ile doldurarak o asır hakikaten bir asr-ı saadet olmuştur. O devrin, kendi kızlarını diri diri toprağa gömecek kadar vahşîleşmiş, câhil, kaba ve âdetlerine son derece mutaassıp insanlarından bütün o vahşî, kötü âdet ve ahlâklarını temizlemiş ve yerlerine en güzel ahlâkları, damarlarına işleyecek bir şekilde sâbit olarak yerleştirmiştir. Çok kısa bir zamanda o câhiliye toplumunu öyle bir terbiyeden geçirmiştir ki daha yüz sene geçmeden batıda Fransa içlerine, doğuda Çin'e kadar ilerleyerek gittikleri yerlere îman ve Kur'ân nurlarını neşretmişler ve o zamanın medenî milletlerine hocalık ve idârecilik yapmışlar, onlara gerçek insanlık ve medeniyeti öğretmişlerdir. Bu küllî ve muhteşem inkılâbın tarihte başka bir emsaline rastlamak mümkün değildir. 8. FEVKALÂDE İBÂDET VE TAKVASI Peygamber Efendimiz (asm)'ın geçmiş ve gelecek günahları bağışlanmış olduğu hâlde şahsî takvâ ve ibâdetlerinde gösterdiği gayret de hârikuladedir. Dîninde bulunan bütün ibâdetlerin bütün çeşitlerinde en ileride idi. Neden kendinizi bu kadar yoruyorsunuz denildiğinde, Ben Rabbim'e çokça şükreden bir kul olmayayım mı? buyurmuştu. Allah'ın yasak ettiği şeylerden herkesten ziyade ictinâb etmiş ve İçinizde Allah'tan en çok korkanınız benim demiştir. Üstelik fevkalâde daimî harbler ve mücâdeleler içinde, tam tamına ibâdetlerin en ince sırlarına kadar riâyet etmesi, hatta harb devam ederken dahi namazı cemaatle kılması, elbette dâvâsına herkesten çok kendisinin iman ettiğini gâyet açık bir şekilde gösterir.

Cemaleddin ŞENER 01 Nisan
Konu resmiDerdmendim Yâ Resulullah!
İnsan

Hayatın dağdağalı seyr ü seferine pusulasız gemi ile revân olacağım diye yeltenince ya alabora olmanın, ya da ıssız bir adaya çıkmanın, yahut korsanların şefkatâlud ellerine geçmenin kaçınılmaz olduğunu bile bile böyle karanlık bir dehlize hangi akıl sahibi huzur-ı kalp ile dalabilir? Dalsa da hangi bir zamana kadar sağ sâlim kalabilir? Hayatın her safhasındaki pek çok ihtimallerden 'en doğru' ihtimali hem de 'her zaman' seçebilmek mümkündür diyebilme imkânına sahib olsaydık şayet, hayattaki dağlar gibi dalgalara meydan okuyabilecek ve uçsuz bucaksız okyanuslarda kaybolmadan, evimizin odalarını dolaştığımız gibi dolaşacak bir cesareti kendimizde bulabilirdik. Ama ne çâre, imkânsızın peşinden koşup muhâli mümkün kılmaya çalışmaya ahmaklık dendiğini adımız gibi biliyoruz. Yanlış olduğunu adımız gibi bile bile o kadar çok şey yapıyoruz ki; illetli olduğumuza şüphe yok artık. Hiç şüphesiz, kılavuzsuz sahra-yı kebiri geçmeye teşebbüs etmek gibi bir divanelikle; ömür sermayesini nübüvvet ziyasından istifade etmeden israf etmek, bu yanlışlarımızın en mühimi. Yüce Yaratıcının yirmi dört saatlik ömürde hangi hâllerden memnun olduğu meçhul değil; Resulü'nün (asm) hayatının en ince ayrıntıları dahi herkesin elinin ulaşabileceği yakınlıkta. Bütün zamanlara ve zeminlere şâmil tek hayat tarzı olan sünnet, isteyen için gidilebilecek en selametli yol. Bu yolun emniyetli ve selâmetli oluşu şu hakikate mebnî: 'Sarih vahiy' ile âyetler, 'zımnî vahiy' ile de kudsî hadisler ve diğer sünnetler Rabbü'l Âlemîn tarafından tespît edilmiş. Yani Rızâ-yı İlâhi'ye uygun hayat tarzı incelikleri ile birlikte ortada. Hayat seferine hayatı verenin kılavuzu ile çıkmak isteyenler için tüm ekipman hazır... Ekipman hazır ama -hâşâ huzurdan- hınzırlıklar da gün görmemiş şeytanlıklarla süslü!.. Yok efendim, Asır değişti, şartlar farklı, teknik gelişti... Sonra ne derler?.. Şimdi sırası mı bunların?.. Şekilcilik efendim şekilcilik!... türü bildik hezeyanlara kapılıp da sünnete ve nebevî hayat tarzına burun kıvırmak, her ne sebeble olursa olsun 'dalâlet'in ta kendisi değildir de nedir? Kıyamete kadar üsvetün hasne sıfatına bihakkın hâiz tek şahıs olan Sevgili Efendimizin (asm) yerini kim doldurabilir? Edebin her cihetini ve her çeşidini kendinde toplayan, dostunun ve düşmanının ittifakıyla en güzel hasletlerin en güzel şekilleri onda olan, Hakk konuşan, Hakk'a dayanan, Hakk' ı arzulayan, Hakk' a davet eden Fahr-ı Âlem'den başka kim var âlemde? Bizim hayat boyu hatırımızdan çıkarmamamız icap eden hakikat şu: Biz sünnet-i seniyeye uyunca sünnete bir şey kazandırmayız, lâkin o kutlu nebînin (asm) sünnetine uymak bizim hayatımızı güzelleştirir. Elbette her nefis kötülüğü emreder, bazı sünnetler nefsimize hoş gelmeyecektir; ama madem Rabbimiz'in rızâsını tahsil etmek Habîbi'ne ittiba etmekten geçiyor, hem madem dünya hayatının saadeti için dahi nebevî hayat tarzı en mükemmel düsturları ihtiva ediyor. Öyle ise buyurun aşk ile biâtımızı bir kez daha tekrarlayıp tazeleyelim: Kederde ve neş'ede, sıhhatte ve hastalıkta, varlıkta ve darlıkta, hiçbir kınayıcının kınamasına aldırış etmeden bilâ kayd ü şart, Resulullah (asm)'ın sünnetine ittiba edeceğim, can bedende oldukça onun yolunun toprağıyım!

H. Sabri COŞKUN 01 Nisan
Konu resmiEy ehl-i irfan! Muhabbetiniz Muhammed (asm) olsun!
İnsan

Bernard Shaw, Dünyada hangi 'güzel' taşı kaldırırsak kaldıralım, altından mutlaka Muhammed (asm) çıkar derken çok haklı. City Youngest'ın şu hakperest tespiti ise, îmansız ve emansız zulmet tâcirlerine hiç nasip olmadı: Carlyle, 'Kur'ân'ın ulviyeti, onun cihanşümul hakikatindedir' dediği zaman, şüphesiz doğru söylemişti. Muhammed'in (asm) doğruluğu, faaliyeti, hakikatı, taharrîde samimiyeti, sarsılmayan azmi, imânı, kendisini dinlemek istemeyenlere ezelî hakikati dinletmek yolundaki sebâtı; bana kalırsa onun, o cesur ve azimkâr peygamberin hâtem-i risâlet olduğunun en kat'î ve en emin delilleridir. Yüce Yaratan, meâlen, And olsun ki sizin için, Allah'a ve âhiret gününe kavuşmayı uman ve Allah'ı çok zikreden kimseler için, Allah'ın Resulü'nde güzel bir örnek vardır. (33/21) diyerek 'bedbahtlık'tan kurtuluşun çaresini ve 'bahtiyarlık'ın hakiki adresini de göstermiş olmuyor mu? Elmalılı merhum, âyette geçen 'üsvetün hasene' (en güzel örnek) tabirindeki 'üsve' kelimesini şöyle açıklamış: Üsve, 'teessi' edilecek, yani uyulacak, arkasından gidilecek örnek, meşk, nümune-i imtisâl demektir. Kur'ân öyle bir Peygamber sesidir ki, onu bütün dünya dinleyebilir. Bu sesin aksi saraylarda, çöllerde, şehirlerde, devletlerde çınlar!.. diyen Dr. Jhonson bile, bir ecnebî olduğu hâlde, O 'Şefkat Sultanı' (asm)'ın sesindeki 'lâhutî sırrı' anlamış. Benim fikir ve kanaatime göre Kur'an serâpâ samimiyet ve hakkâniyetle doludur. Hazret-i Muhammed'in cihana tebliğ ettiği davet hak ve hakikattir diyen Carlyle bile o sesteki hakîkati keşfetmiş. Biz neden o sese lâkayd kalalım ki! Biz o sesle varız, o sesle varolabileceğiz ancak... Gelin, Rebîülevvel'i mîlad yapıp o Şefkat Sultanı'nın (asm) sesine biraz daha kulaklarımızı yakınlaştıralım! Haydin dostlar, bir kez daha Yaman Dede gibi aşkımızı ve hasretimizi ilan edelim Habîbullah'a (asm)! Gönül hun oldu şevkinden boyandım yâ Resulallah Nasıl bilmem bu hicrâna dayandım yâ Resulallah Ezel bezminde bir dinmez figandım yâ Resulallah Cemâlinle ferah-nâk et ki yandım yâ Resulallah! İrfan Mektebi, beşinci sayısında binlerce talebesi ile Efendimiz (asm)'a olan muhabbetini bir kez daha ilân edip tecdîd ediyor...Dergimiz, O'nun (asm) adıyla ve vasıflarıyla şerefyâb olup güzelleşti bu ay. Rabbü'l-Âlemîn'den Fahr-ı Âlem'in şefaatini bizlere ihsan etmesi niyâzıyla sizleri İrfan Mektebi'nin gül kokan sayfalarında seyahate davet ediyorum efendim. Muhabbetiniz Muhammed (asm) olsun! İRFAN MEKTEBİ'NDEN HABERLER * İrfan Mektebi'ni 'sesli' olarak artık internet adresimizden dinleyebileceksiniz. * Âile ekimiz bu aydan itibaren 24 sayfa. Çocuklara yönelik daha fazla çalışma göreceksiniz. İrfan Mektebi'nin küçük talebelerinden de mektuplar bekliyoruz. * Derginizi her ayın ilk günlerinde okuyabileceksiniz. Dağıtımdaki problemlerimizi hızla gideriyoruz çok şükür. Nisan ayından itibaren Avrupa'daki abonelerimize de düzenli olarak ulaşmaya başlıyoruz.

A. Cihangir İŞBİLİR 01 Nisan
Konu resmiO'nun Ahlâkı Kur'ân Ahlâkıydı!
İnsan

Peygamberimize soruldu: -Amellerin hangisi daha faziletlidir ? Buyurdular ki: -Güzel ahlâk! Ahlâk kelimesi Arapça 'hulk' (huy-yaratılış) kelimesinin çoğuludur. İnsanın iyi veya kötü tavır ve hareketleri, insanın doğuştan getirdiği veya daha sonra çevreden kazandığı zihnî ve ruhî hâllerini ifade eder. İslâm'da hedef, îmânın insanı güzel ahlâka yönlendirmesidir. Peygamberimiz: Kıyâmet günü, amellerin tartıldığı teraziye konacak şeylerin en ağırı Allah korkusu ve güzel ahlâktır. buyurdular. Cenâb-ı Hakk, insanı en mükemmel ve en mükerrrem bir surette yaratmıştır. Bir başka deyişle diğer canlılardan çok üstün özelliklerle donatmıştır. Maddî ve manevî yönden en seçkin varlık insandır. Bu seçkinlikle beraber vazife yönünden de en üstün ve en sorumlu olan varlık yine insandır. Allah'ın verdiği güzellikleri, huy ve ahlâkını güzelleştirerek kendini tamamlamak insana verilmiş bir görevdir. Bütün din ve peygamberlerin ortak gayesi insanların güzel ahlâk sahibi olmalarıdır. Peygamberler, başta kendilerinde güzel ahlâkı yaşayıp, göstermekle bu gayelerine ulaşmaya çalışmışlardır. Peygamberimiz de ahlâkın en güzeline erişmiştir. Bu gerçeği Peygamberimiz; Ben, ancak güzel ahlâkı tamamlamak için gönderildim. hadîsinde dile getirmişlerdir. O (ASM), RAHMET PEYGAMBERİDİR Peygamberimiz (asm) insanların en yumuşak huylusu ve en bilgilisi, insanların en cömerdi, fakir ve kimsesizlerin koruyucusudur. Peygamberimiz, kesinlikle dünya malı biriktirmez, Allah'ın verdiğinin bir günlüğünden fazlasını yanında durdurmaz fakirlere dağıtırdı. Bir peygamber olmasına rağmen çok mütevazı idi. Mekke'nin fethinde yanına gelen ve korkusundan titreyen bir bedeviye karşı: Korkma, ben de güneşte kurutulmuş et yiyen bir kadının oğluyum. diyecek kadar alçak gönüllüydü. Ebu Hureyre (ra) anlatıyor: Bir savaşta, kâfirlerin yok olmaları için duâ buyurmasını söyledik. Buyurdu ki: Ben lânet etmek için, insanların azap çekmesi için gönderilmedim. Ben rahmet için gönderildim. Peygamberimizin rahmet ve merhamet peygamberi olması Kur'ân'da meâlen şöyle zikredilmiştir:Biz seni, ancak âlemlere rahmet (iyilik) için gönderdik.1 Andolsun size kendinizden öyle bir peygamber gelmiştir ki, sizin sıkıntıya uğramanız ona çok ağır gelir. Çünkü O, size çok düşkün mü'minlere karşı çok şefkatli ve merhametlidir.2 Peygamberimizin şefkat ve merhametine bir örnek de Taif seferinde maruz kaldığı kötü muamele ve çirkin saldırılara karşı takındığı tavırdır. Taifliler, iki cihan saadetine kavuşmaları için Peygamberimiz (asm)'ın yaptığı çağrıya olumsuz cevap verdiler. Bununla da kalmayıp, beldelerinde misafir olarak bulunan İki Cihan Güneşi (asm)'a ve Hz. Zeyd (ra)'a karşı ayak takımını, sokak gençlerini ve köleleri kışkırtarak taşa tutturdular. Resulullah (asm)'ın mübarek ayakları kana bulandı. Taşların açtığı yaraların acısı yürümesine engel olur hale geldi. Hz. Zeyd'in bütün çabalarına rağmen peygamberimizi kan revan içinde bıraktılar. Bu olay üzerine Rabbimiz, Habîbinin yanına Cebrail (as)'ı gönderdi. Cebrail (as), bir bulutun içindenPeygamberimize seslendi: Şüphesiz Allah, kavminin sana neler söylediğini işitti. Sana şu dağlar meleğini gönderdi. Kavmin hakkında dilediğini yapmak üzere ona emredebilirsin. Fakat, şefkat ve rahmet kaynağı, Kur'ân'ın ifadesiyle Âlemlere rahmet olarak gönderilen O mübarek Resul'ün arzusu başka idi. Emrine âmâde olduğunu bildiren dağlar meleğine Peygamberimiz şöyle karşılık verdi: Hayır, ben böyle bir şey istemem, istediğim tek şey, Hakk Tealâ'nın bu müşriklerin neslinden, Allah'a hiçbir şeyi ortak koşmaksızın ibâdet edecek bir nesil ortaya çıkarmasıdır. Peygamberimizin engin hoşgörüsü ve okyanuslar gibi çağlayan merhametine bütün hayatı şahittir. Burada bahsettiğimiz olaylar, aktardığımız hadîs ve âyetler birer numunedir. Kur'ân ahlâkına sahip olan Peygamberimiz, elbette ki merhametlilerin en merhametlisi olan yüce Rabb'imizin Rahmân ve Rahîm, Gaffâr ve Settâr gibi iyiliği gerektiren isimlerine en fazla mazhar olan kişidir. Bu mazhariyetini hayatının bütün safhalarında göstermiştir. Rahmet Peygamberi sıfatına zıt en küçük bir hareketi olmamıştır. Çünkü hareketlerini ve bu hareket ve davranışlarındaki ölçüyü Rahmân ve Rahîm olan Rabbimiz belirlemiştir. DİN GÜZEL AHLÂKTIR İnsana verilen nimetlerin en üstünü îmandan sonra, mizanda en ağır geleni güzel ahlâktır. İnsanların en hayırlıları iyi ahlâka sahip olanlarıdır. Ahlâk itibarıyla insanların en üstünü olan ve Rabbimiz tarafından terbiye edilen ve devamlı duâlarında kötü ahlâktan Allah'a sığınan Sevgili Peygamberimiz, güzel ahlâka sahip olanları sever ve insanlara güzel ahlâkla muamele edilmesini isterdi. Peygamberimiz bir hadîslerinde: Din güzel ahlâktır. Diğer bir hadîslerinde: Ben güzel ahlâkı tamamlamak için gönderildim buyurmuşlardır. Evet, din güzel ahlâktır. En güzel ahlâka sahip olan zât da, insanlara her yönüyle en mükemmel örnek, en büyük rehber olan Hz. Muhammed'dir. Yüce Rabbimiz buyuruyor ki: Muhakkak ki sen yüce bir ahlâka sahipsin.3 Evet bütün ümmet, hatta düşmanları da dahil bütün insanlar peygamberimiz Hz. Muhammed'in güzel ahlâkı üzerinde aynı görüştedirler. Peygamberimiz hem suret hem de sîret itibarıyla en güzel, en mümtaz bir şekilde yaratılmıştır. Ahlâkının güzelliği yüzüne aksediyordu. Siması, davranışları, sözleri birbirine paralellik arz ediyordu. Mübarek yüzünü görenler, tatlı sözünü işitenler, güzel davranışına maruz kalanlar, hemen peygamberimize karşı bir sevgi, bir muhabbet beslemeye başlıyorlardı. Hatta güzel ahlâkı yüzünde o derece aksediyordu ki, Medine Yahudilerinin ünlü âlimi Abdullah bin Selam, Medine'ye yeni gelen Peygamberimizin yüzünü gördüğünde: Bu sîmada yalan olamaz. Gerçekten bu bir peygamberdir. diyerek Müslüman olmuştur. Peygamberimizin ahlâkı Kur'ân ahlâkı idi. Hz. Âişe ve sahâbeler Hz. Peygamber'i tarif ettikleri zaman: O'nun ahlâkı Kur'ân ahlâkı idi. derlerdi. Yani Kur'ân'ın beyan ettiği güzel ahlâkın en güzel örneği Hz.Muhammed'dir. Kur'ân'ın emrettiği güzel ahlâkı en önce yaşayan, hayatına geçiren, ondan sonra insanlara ders veren ve güzel ahlâk üzerine yaratılan O'dur. Peygamberimiz, kendisini Allah'ın en güzel bir edep ile edeplendirdiğini beyan etmiştir. Peygamberimizin her hâl ve hareketi vahye göre şekillenmekte idi. PEYGAMBERİMİZİN ÖRNEK AHLÂKINA MİSALLER Adâlet konusunda 'örnek şahsiyet' peygamberimiz, 'örnek toplum' sahâbeler, 'örnek asır' asr-ı saadettir. O zaman bu konuda sözü Hz. Peygamber'e asr-ı saadete ve sahabelere bırakmamız, bizim yapacağımız açıklamalardan daha doğru ve etkili olur kanaatindeyiz. Dünyayı nurlandıran, İslâm âleminin güneşi Hz. Muhammed (asm) ve arkadaşlarının 'adâlet' konusundaki güzel davranışlarından iki misâl verelim: 1- Abdullah b. Ebî el-Eslemî şöyle anlatıyor: Bir Yahudiye dört dirhem borcum vardı. Beni Hz. Peygamber'e şikayet ederek: Ey Muhammmed! Bu adamda dört dirhem alacağım var; fakat vermiyor. dedi. Hz. Peygamber de bana Bu adamın hakkını ver! diye emretti. Bunun üzerine ben: Seni hak ile gönderen Allah'a yemin ederim ki ona verebilecek hiçbir şeyim yoktur. dedim. Hz. Peygamber yine: Onun hakkını ver! buyurdular. Ben de tekrar: Nefsimi kudret elinde tutana yemin ederim ki verecek gücüm yoktur. dedim. Ve şöyle ekledim: Duyduğuma göre Hayber'e gidilecekmiş müsaade edin de oradan ganimet alıp dönünceye kadar bu borcu erteleyelim dedim. Ancak Hz. Peygamber bu kez de: Onun hakkını ver! dediler. Hz. Peygamber üç kere emrettiler mi artık o konuda ısrar edilemezdi. Böylece dışarı çıktım ve doğruca pazara gittim. Sırtımda bir hırka ve başımda da bir sarık vardı. Sarığımı çözüp peştamal gibi belime bağlayarak kürkümü çıkardım. Peşimden gelmekte olan Yahudiye, Borcum olan dört dirhem yerine bu hırkayı alır mısın? dedim. O da kabul etti ve böylece hırkamı ona verdim. O sırada oradan ihtiyar bir kadın geçiyordu. Bizi gördü ve yanımıza gelerek bana: Ey Allah Resulü'nün arkadaşı! Bu hâlin ne? Diye sordu. Olan biteni ona anlattım. O zaman kadın, üzerindeki hırkayı çıkararak benim sırtıma attı ve: Al bu hırka da senin olsun! dedi.4 2- Bir zaman bir göçebe (bedevi) Arap, Hz. Peygamber'e gelerek ondan alacağını istedi. Hz. Peygamber'i çok sıkıştırdı ve hatta Alacağımı ödeyinceye kadar yakanı bırakmayacağım dedi. Orada bulunan sahâbeler onu bu yaptığından vazgeçirmek amacıyla Azap olunasıca! Sen kiminle konuştuğunu biliyor musun? dedilerse de bedevi Ben hakkımı istiyorum! dedi. Hz. Peygamberse ashâbına: Hak sahibinin yanında yer almanız gerekmez miydi? buyurdular. Hz. Peygamber daha sonra Havle binti Kays'a haber göndererek Eğer elinde hurma varsa bize biraz borç versin. Hurmalarımız geldiğinde borcunu öderiz. dedi. O da Anam babam sana feda olsun ey Allah'ın Resulü! dedi ve Hz. Peygamber'in istediği kadar hurma gönderdi. Böylece Hz. Peygamber bedevinin borcunu fazlasıyla ödedi. Bunun üzerine adam Sen nasıl borcunu hakkıyla ödediysen, Allah da sana hakkıyla mükâfat versin! dedi. Hz. Peygamber de şöyle buyurdular: İnsanların en hayırlısı onlara hakkını verendir. Hak sahiplerinin haklarını zahmetsizce almadığı bir millette hayır yoktur ve o millet iflah olmaz.5 Enbiya, 107Tevbe, 128Kalem , 4Kenz, c.3. ,s.181, İbn-i AsâkirTergıb, c.3. , s.271, İbn-i Mâce

Murat İNCEİMAMOĞLU 01 Nisan
Konu resmiFasl-ı Gül
İnsan

'Zaman o Gül gibi gül görmedi zaman olalıGül'ün güzelliği dillerde dâsitân olalı' Güllerden bir Gül düştü kâinâtın bahtına. Kalbe sürur, eflâka nur ve insanın bahtına bekâ düştü. Âlemler ve ruhlar yokluk karanlıklarına doğru hızla giderken Elestü bi rabbiküm suâlinden şaşkın, O Gül'ün 'Belâ' nefesiyle nefeslendi her şey ve ademden vücuda çıkarıldı eflâk. Dedi Hakk Teâlâ o vakit: Levlâke levlâke lemâ halak-tül eflâk. Gelmeden dahi ademden Âdem Âna derlerdi Nebiy-yül akdem (Daha âdem aleyhisselâm var edilmeden, O'na nebîlerin öncüsü derlerdi.) Bir Gülün râyihası ile sermest oldu on sekiz bin âlem, nuru ile ihyâ oldu her mevcud ve aşk düştü bülbüllerin kalbine. Bizse devr-i âhirde gurbetine düştük Gül'ün. Hani bir hikâye nakledilir gül-i hamrâ adına. Bülbül öter, bülbül uçar, bülbül yakar yüreğini de, kavuşamaz bir türlü mâşukuna. Nasıl olursa ama bir gün bülbül nezdine varır onun. Varır varmasına da sebkat kâbil olmaz gül sarayının surlarını. Öyle bir batar ki bağrına diken bülbülün, yine de son sözü olur Aah Gül'üm! Andelib çırpınarak düşer Ah min-el aşk deyu toprağa... Vuslata erer artık. Sana Gül diyor âlem Efendim. Gül, şâh-ı ezhârdır (çiçeklerin şâhı) çünki, Sense iki cihânın, seyyidi ve şâhısın. Bizler, ne bülbülün olduğumuzu iddia edebiliriz, ne de şu sönük lisânımızla Sana yakışır, Zâtına lâyık nağmât dizebiliriz. Sen bizi nuruna müştâk pervâneler say. Ne kadar özlesek Seni, ne kadar varmak istesek menzîline, hicrân dikenleri yaralar hep kalbimizi. Yoksa şu dünya zindanından geçip, ecel kapısını açmadan yok mu kavuşmak bize, Gül Efendim? Gül sultan, vuslat ne zaman?Senden uzaklaşan her adımımızda biraz daha tattık, yalnızlık ve kimsesizlik elemini. Şeb-i yeldâyı müneccimle muvakkit ne bilir Gam sahiplerine sor kim geceler kaç saat (1) Sana Gül diyor diller Efendim! Yeryüzünde vasıflarına âyine olabilecek en latîf, en nahîf bir cemâl aynası olarak onu görmüş çünki gözler. Onu her gördüğünde Zâtını hatırlamış yaralı gönüller. 'İlâhi ihtişâmın tezâhürüdür' dediğin gül çiçeği ki, latîf bir aşk âyinesi. Aşka onun rengi verilmiş, ona aşkın ismi konulmuş. Lâl gülgun olduğu için sevilmiş bir zaman. Asırlarca hep güzeller onda nâm bulmuş. Gül gibi... denmiş adlarının başında. Ama o güzelliğin aslına varmış sana âyine olmakla. Ne bahtiyâr sana misâl olmakla, adı adınla yâd edilmekle... Görmedik böyle gül-i ruyu güzel Ten-i gül-i buyu güzel, boyu güzel (Yüzünün gülü böylesine güzel açmış olanı hiç görmedik. Teni böyle gül kokulu olanı da, boyu böyle güzel olanı da.)Râyihası şerefyâb olmuş mübârek terinle, rengi ise renk bulmuş gözlerinde; mâh-i cemâlinde. O ki bir bahar geldiğinde çâk-i giriban eylemiş, bir de mütebessim gül cemâlini gördüğünde. Sevinçle pârelemiş yakasını. Sen ki ey Gül-i râna bostân-ı cinân ve dünyanın hem gülü, hem bülbülüsün. Dua eyle hep yaptığın gibi bize, o femm-i mübârekinle. Rabbim Seni bize gül-dân eylesin. Sende bitelim, Sende neşv-ü nemâ bulsun tüm hallerimiz.. Gül-i handâna dönüp açsa dehân Feyz-i nur eyler idi ol dendân (O gülen bir gül gibi davranıp mübârek ağzını açacak olsa, o dişlerinden bir nur feyzi saçılırdı.) Nasıl anlatalım Seni ey Gül-i rânâ! Hangi kelimelerle söyleyelim evsâfını, nasıl dizelim medhiyeleri Zâtına. 'Eğer Gül'ün vasıflarının şerhini devamlı, durmadan söylesem, yüzlerce kez kıyamet geçer de o yine bitmez' deriz biz de Mevlâna gibi. Yine de yüreğimiz yanar, ne dilimiz susmak ister Gül adın anılınca, ne kalem kalemliğini bilir nâmın için yazmayınca. Gül yüzlüm... Rumeysâ kadar yakın olmak vardı Sana. Ayn-ı hüsn olan o gül yüzündeki birkaç damla şebnemi toplayıp ıtır diye saklamak. Sonra onu ömür boyu koklamak ve en son kefeninde o gül ıtrî terinle huzuruna vâsıl olmak. Ötelere gül kokunla varmak. Bir Gumeysâ (Rumeysâ) olamadık rüyanda cennette gördüğün... Gül-zârındaki andeliblerin...Bize de gül beyitlerinle avunmak düşüyor artık. Süleyman çelebi gibi : Terlese güller olurdu her teri Hoş dererlerdi terinden gülleri demek bile gül kokunu duyuruyor bize bu cîfe kokan asırda. Berg-i gül gibi o ruy-ı nîgu Terlediğince olurdu hoş bu (Güzellik yaymakta olan o yüz, bir gül yaprağı gibi terlediği zaman çok hoş kokardı) O gül yüzün ki yere bakardı hep. Toprak doya doya seyreyledi seni semâya nisbeten. Kibir yanına yanaşamadı hiç. Hâlık-ı kâinâtın, adını adının yanına yazması, kâinâta efendi oluşun kaldırmadı mübârek başını hiç semâya. Güzelliğin kemâline varmış, yüz yaprak açmış, ağırlığından yüzü yere bakan bir gül benzeyebilirdi ancak bu latîf hâline. Bâğ-ı hüsn içre o ruy-ı rengîn Bir açılmış güle benzerdi hemîn (O ışıldayan yüz, güzellik bahçesinde hemen açılıvermiş bir güle benzerdi.) Bir küffâra kalkan o aziz baş, yeterdi kaskatı kalplere korku salmaya. Aziz başındaki gül kırmızısı o damar kâfiydi onları ölmeden öldürmeye. Yalan yanlış, şu dünyada senden hariç güzellik, doğruluk, erdem adına ne söylenmişse! Beyhude bir iş, lezzetsiz bir aş. Gül bağında dikenle uğraş... Suya versin bağbân gülzârı zahmet çekmesin Bir gül açılmaz yüzün tek verse bin gülzâra su (2) Sensiz olmuyor efendim, ne saadet, ne rahmet. En büyük nasipsizlik değil mi, hazine-i rahmetin en kıymettâr cevheri dururken, cam şişelere müşteri olmak? Güneş varken mumlarla nursuz kalmak ve ısınamamak, en acı kayıp değil mi? Sen ki, leyli nehâra çeviren, en zulümatlı geceleri aydınlatan misbâh-ı zücâcesin. Mübârek bir ağaçtan, Hz. İbrâhim'in neslinden tutuşturulup yakılan misbâh-ı zücâce. (3) Nasıl anlatalım seni ey rahmet denizinin incisi. Kelâmın nutku tutuluyor bahis senden olunca. Söylemesek, yakar bizi aşkınla boyanmış sözcüklerin ateşi. Küçük medihlerimiz deryâdan damlalar gibi olsa da bir Niyâzi Mısrî gibi deriz: Bülbüllere sorma yürü hâlet-i aşkı Pervâneden al gizlice tenhâ haberin sen Adını anmadığımız andır bahçeden uzak düştüğümüz an. Yine Mısrî'nin: Ey garip bülbül diyârun kandedir Bir haber vir gül-i zârun kandedir (Ey garip bülbül hangi diyardansın? Haber ver gül bahçen nerde kaldı, hangi yerdedir?) beyiti bu hâli çok güzel anlatmaz mı? Efendim, Gülü târife ne hâcet, ne çiçektir biliriz sözü meşhur oldu bizde ama bir gül tebessümünü ümit eyleriz sâdece naatlarımızla. Şu küçük gül naatının, şefaatine vesile olmasını bir de... SâbitFuzuli.Şifâ-i Şerif / Kadi IyâzDiğer beyitler: Hakânî Mehmed Bey/Hilye-i Saadet

Bera GÜNDOĞAR 01 Nisan
Konu resmiEfendimiz'e Salât-ü Selâm Getirmek
İbadet

Câbir (ra)'dan rivâyet edilmiştir. "Beni hayvana binen kimsenin (arkasına astığı) su kabı gibi kılmayın. Çünkü, hayvana binen, su kabını doldurur, yükünü hayvana yükler, sonra su kabını semerin arkasına bağlar. Susadığı zaman, sudan içer. Veya abdest almak icab ettiğinde, abdest alır. Su içmeye, abdest almaya, ihtiyaç hissetmediğinde ise, suyu döker (beni böyle mütâlaa etmeyiniz). Fakat, duânın evvelinde, ortasında ve sonunda bana salât ü selâm getirmek suretiyle beni yâdediniz." Allah u Teâla Hazretleri buyuruyor ki: Gerçekten Allah ve melekleri, peygambere salât ederler. Ey iman edenler! Siz de ona salât edin. Ve gönülden teslim olun.1 Bize, bizden daha düşkün olan Peygamber (Aleyhisselâtü vesselam) Hazretlerinin ümmetine karşı olan şefkatinin ne derece fazla olduğunu herkes bilir. Dünyayı teşriflerinde, Ümmetim! Ümmetim! dediğine vâlidesi ve yanında bulunan hanımlar şâhid olmuşlardır. Ahirette herkes cehennemi görmekten gelen bir korkuyla Nefsim! Nefsim! derken o Ümmetim! Ümmetim! diyeceğini bize bildirmektedir. Rabbi'nin cemâliyle perdesiz müşerref olduğu Mirâç'ta da ümmetinin saadetini istemiştir. Kemâlâta erişen zâtlar, salât ü selâmı çok okumakla hakikete erişilebileceğini söylemişlerdir. Salât ü selâmın dünyada çok bereketlerini gördüklerini, güzel neticeler aldıklarını ifâde etmişlerdir. Hatta bir kısmı talebelerine, salât ü selâm okumalarını vasiyet etmiştir. Her şeyiyle âlemlere rahmet olan Hazret-i Peygamber (Aleyhisselâtü vesselam)'a Allah' u Teâla Hazretleri salât etmiş. Yani Peygamberin işini tebrik eder. Onu esirger. Ona rahmet eder. Şerefini yükseltilir. Daha fazla ikram eder. Peygamberini, meleklerin nezdinde över. Melekleri de salât etmiştir. Yani peygamberin şanının yücelmesi ve işinin kolaylaşması için duâ eder. Peygemberin huzurunda boyun eğerler. Onun için istiğfar yani Allah'tan rahmet isterler. Hz. Muhammed (Aleyhisselatü vesselam) bir yönüyle kul, bir yönüyle peygamberdir. Kulluk yönüyle Allah'tan rahmet ister. Bu rahmet, ümmetinin ebedî âlemdeki ebedî ihtiyaçlarına bakmaktadır. Hem ümmetinin saadetleriyle olduğu gibi dertleriyle de alâkadardır. Özellikle ebedî âlemde ümmetinin maruz kalacağı sıkıntılarla alâkadardır. Kendileri nihayetsiz rahmete mazhar olmuştur. Fakat ümmetinin nihayetsiz ihtiyaçlarından dolayı ümmetinden, çokça salât ü selâm istemiştir. Salavat-ı şerîfeler Makâm-ı Mahmud sofrasına yapılan birer davetiyedir. Peygaberlik yönüyle bizlerden, biatımızı tecdid etmek, memuriyetine teslim olmak, dâvâsını tasdik etmek, bizlerden davasına gelecek her türlü kötülüklerden sâlim olmak mânâlarına gelen selâmı ister. SALÂT Ü SELÂM GETİRİLECEK YERLER Bu yerler, teşehhüdden sonra, duâdan önce ve sonra, sıkıntılı hallerde ve zamanlarda, peygamberin ismi anıldığında, mescidlere girildiğinde, ezan ve kamet anında, cenaze namazlarında diye sıralanabilir. Nitekim:Sizden biriniz namaz kıldığı vakit, Allah'a hamd ü senâ ve ta'zîm ile başlasın. Sonra peygambere salât ü selâm getirsin. Sonra dilediği duâyı okusun2 Hz. Ömer (ra) diyor ki: Resulullah (Aleyhisselâtü vesselam)'a salât ü selâm getirilmeden yapılan duâ, kılınan namaz, yerle gök arasında kalıp Allah'a yükselmez.3 Câbir (ra)'dan rivâyet edilmiştir. Beni hayvana binen kimsenin (arkasına astığı) su kabı gibi kılmayın. Çünkü, hayvana binen, su kabını doldurur, yükünü hayvana yükler, sonra su kabını semerin arkasına bağlar. Susadığı zaman, sudan içer. Veya abdest almak icab ettiğinde, abdest alır. Su içmeye, abdest almaya, ihtiyaç hissetmediğinde ise, suyu döker (beni böyle mütâlaa etmeyiniz). Fakat, duânın evvelinde, ortasında ve sonunda bana salât ü selâm getirmek suretiyle beni yâd ediniz.4 Bir başka hadîs-i şerifte: Bana getirilen iki salât ü selâm arasında duâ yapanın duâsı red olunmaz.5 SALÂT Ü SELÂM GETİRMENİN FAZÎLETİ Resulullah (Aleyhisselâtü vesselam) buyuruyor: Kim bana bir kere salât ederse, Allah ona on kere salât (rahmet) eder ve onun on günahını bağışlar. Derecesini de on kat yükseltir. Kıyâmet günü bana en yakın olan, benim şefâatime en layık olan, bana en çok salât ü selâm getiren kimsedir.Kim ki, bana salât ü selâm getirirse, o kimse bir köle azat etmiş gibi sevap alır. Bana öyle kavimler gelirler ki, ben onları ancak bana getirdikleri salât ü selâmın çokluğu sebebiyle bilirim.Sizden, kıyamet gününün korkusundan ve duraklarından ilk önce kurtulanınız bana çok salavat getireninizdir.6 SALÂT Ü SELÂM GETİRMEMENİN KÖTÜLÜĞÜ Resulullah (Aleyhisselâtü vesselam) buyuruyor: Yanında anıldığımda bana salât ü selâm getirmeyen adamın burnu yere sürtsün. Yanında ismim anılıp, bana salât-ü selâm getirmeyen kimse cimrilerin en cimrisidir. Herhangibi bir kavim, bir yerde toplanarak oturup, sonra bana salât-ü selâm getirmeden, Allah'ı zikretmeden, dağılırsa, Allah onlara noksanlık verir. Allah dilerse onlara azâb eder, dilerse bağışlar.7 SALÂT-Ü SELÂMLARIN RESÛLULLAH (ALEYHİSSELÂTÜ VESSELAM)'A ULAŞMASI İbn-i Mesud (ra)'dan rivayet edilmiştir: Allah'ın yeryüzünde seyahat eden öyle melekleri vardır ki, onlar, bana ümmetimin selâmlarını tebliğ ederler. İbn-i Ömer (ra)'den rivayet edilir ki: Siz peygamberinize, her Cuma günü çok salât ü selâm getiriniz. Zira her Cuma günü sizin salât ü selâmınız O'na tebliğ edilir. Bir hadîs-i şerifte şöyle buyurulur: Cuma gecesi ve Cuma günü bana çok salât ü selâm getiriniz. Çünkü gece ile gündüz sizin salât ü selâmınızı bana ulaştırırlar. Yer peygamberlerin cesetlerini çürütmez. Hiçbir Müslüman yoktur ki, bana salât ü selâm getirsin de onu bir melek yüklenip bana ulaştırmasın ve o kimsenin ismini bana söylemesin. Hatta melek, 'falan şöyle şöyle diyor' der.8 İçi nur, dışı nur olan bir zât dünyanın her yerinden ümmeti tarafından okunan salât ü selâmların hepsini bir anda işitir ve karşılık verir. Bir soru ile son vermek istiyorum: Hayatının ve memâtının her ânında bize hep hayrı dokunan ve hayrımızı isteyen bir zâta ne kadar salât-ü selâm okumalıyız? Ahzap, 56Mektubât-ı Rabbanî, II.Cilt, 212Şifâ-i Şerîf, 445a.g.ea.g.ea.g.ea.g.ea.g.e

Muhlis AYDINLI 01 Nisan
Konu resmiSultan-ı Levlâk, Fahr-ı Âlem
İnsan

İnsanlar için kullandığımız ifadeler hislerimizi açığa vuran ciddi ipuçları içerirler. Bizler insanları ne kadar tanırsak ve hayatımızda onlara ne kadar yer verirsek onları andığımızda da kullandığımız ifadeler o derece nezih, hoş ve dikkatli ifadeler olur. Seçtiğimiz ifadeler, hakkında konuştuğumuz ve andığımız insanın bizim için neler ifade ettiğini onu hayatımızda nereye koyduğumuzu açıkça ortaya koyar. Hele bahsettiğiniz şahsiyet bütün insanlık için bir değer, bir kıymet ifade ediyorsa durum başkadır. Özellikle de insanların en üstünü, en kıymetlisi ve Cenâb-ı Hakk'ın en sevgilisi ise o insan için artık sıradanlık söz konusu olamaz. Ondan bahsediliyorken sıradan bir beşer gibi bahsedilemez. Öyle ki Fahr-ı Âlem, Habîb-i Zîşan, Resul-i Ekrem, Resul-i Kibriyâ, Fahr-ı Kâinat, Sultan-ı Resûl Hazret-i Muhammed Mustafa Aleyhissalâtü Vesselam Efendimiz'in ismini anarken mutlaka bu alâmet-i farikalardan biri konulmalıdır. Zira Resulullah Efendimiz, Rabbimiz katında öyle büyük bir mânâ ifade eder ki âlemler hürmetine yaratılır, onunla anlam bulur, kıymet kazanır, bilinir. Âlemleri yaratan Halık-ı Zülcelâl, yarattıklarına O'nunla anlatılır. O'nunla hakkıyla hamd ve senâ edilir. Bunun aksi olan hafife almak, hürmetsizlik etmek, gerekli saygıyı göstermemek aynen şu âyette olduğu gibi bizler için tehlikeli neticelere sebebiyet verebilir: Ey îman edenler! Seslerinizi Peygamber'in sesinden fazla yükseltmeyin. Birbirinize bağırdığınız gibi, Peygamber'e yüksek sesle bağırmayın. Öyle yaparsanız, siz farkına varmadan amelleriniz boşa gider. (Hucurat, 2) Öyle ki bu emsalsiz kıymette olan bir şahsiyet asla hafife alınmaya gelemez ve izzet-i İlâhî bunu kaldırmaz ve affetmez. Cenâb-ı Hakk, Resulullah Efendimiz (asm)'in kalplerimizi, gönüllerimizi ve ruhlarımızı şereflendirmeden önce dünyayı şereflendirdiği zaman da, etrafındaki meseleleri İncil ve Tevrat'ta bahsedilmiş ve Kur'ân'da övülmüş sahâbelerin ona karşı seslerini yükseltmelerine dahi izin vermiyor. Hatta sahâbe-i Kiram gibi âli bir nesli " kendilerinin farkına varmadan amellerinin boşa gideceği"  emriyle ciddi şekilde ikaz ediyor. O'nun (asm) yanında ses dahi yükseltilmezse Peygamber-i Zişan Efendimizin (asm) hakkında konuşulurken daima saygı ile hürmetle ve en önemlisi, Âlemlerin Rabbi için sıradan olmayan, eşsiz olup çok özel bir yere sahip olan Peygamber Efendimizin, bizim için asla sıradan olamayacağını düşünerek konuşulmalıdır. Cenâb-ı Hakk'a hudutsuz hamd ve senâ ile kendisinden binler yıl sonra hayattaki en kıymetli varlığımız, gönüllerimizin sultanı olan Peygamber Efendimize (asm) Rabbimiz katında gösterilecek en yüksek saygı, sevgi ve hürmetle binler selam ve salât ederiz.

Yusuf Bahadır DEREN 01 Nisan
Konu resmiKisrâ'nın Bilezikleri
Kültür ve Medeniyet

Resul-i Ekrem (asm), nübüvvet dâvâ ettiği vakit, O'nun bu dâvâsı yalnız bir taifeye, bir kavme, bir kısım siyaset ehline veya bir dine değil, bütün padişahlara, krallara ve bütün dinlere meydan okuyordu.  Hâlbuki kendi kabilesi, en yakınları, hatta amcası en büyük düşman iken bu dâvâda ne kadar zorlanacağı baştan görünen bir gerçekti. Ancak, yirmi üç sene zarfında nöbetçisiz, tekellüfsüz, muhafazasız, ve pek çok defa suikaste maruz kaldığı halde, O (asm), kemâl-i saadetle, dâvâsını gerçekleştirmiş, hedefine ulaşmış ve vazifesini tamamlamış olarak Mele-i A'lâ'ya çıkmıştır. Bütün bu seyir neticesinde şu neticeye varıyoruz ki; O (asm), çok büyük bir muhafaza altında idi. Kureyş, bu meydan okuyuşu en evvel hazmedemeyenlerdendi. Bunu bitirmenin tek ve kesin yolunun, O şanlı Nebî'nin mübarek bedenini kaldırmak olduğu kararına varan Kureyş reisleri, kabileler arası kan davası çıkmaması için, her kabileden en az bir kişinin katılımıyla ikiyüze yakın kişi, Ebu Cehil ve Ebu Leheb'in komutasında Resul-i Ekrem (asm)'ın hane-i saadetini bastılar. Resul-i Ekrem (asm) dışarı çıktı, bir parça toprak başlarına attı. Hiçbirisi, O'nu görmedi ve içlerinden çıkıp gitti. O'nu ellerinden kaçırdıklarını anlayan Kureyş reisleri, dört bir yana adamlar yolladılar, ta ki yakalasınlar. Bunlar içinde çok iyi iz süren ve çok cesur bir adam olan Süraka da vardı. Süraka'yı mühim bir mal karşılığında kiralayıp, Resul-i Ekrem (asm)'ı öldürmesi için gönderdiler. Resul-i Ekrem (asm) ve sadık arkadaşı Ebu Bekr-i Sıddık (ra) beraber mağaradan çıktıklarında Süraka onlara yolda yetişir. Ebu Bekir-i Sıddık (ra), misline rastlanılmaz bir fedakarlık ve sadakat örneği sergileyerek, yolculuk boyunca Resul-i Ekrem (asm)'in etrafında bir pervane gibi dört dönüyor ve tedbirler alıyordu. Süraka'yı gördüğünde çok telaşlandı. Resul-i Ekrem (asm), mağarada dediği gibi Üzülme, Allah bizimle beraberdir. buyurdu. Onu teskin ederek Süraka'ya bir baktı, Süraka'nın atının ayakları yere saplandı kaldı. Tekrar kurtuldu, yine takib etti. Tekrar atının ayakları yere saplandı ve yerden duman gibi bir şey çıkıyordu. Süraka o zaman anladı ki; ne o ne de bir başkası O'na bir zarar veremezler. El Aman! dedi, Resul-i Ekrem (asm) da ona yazılı aman verdi. Süraka'ya dedi ki, Git öyle yap ki, başkası gelmesin! Süraka dönüp gideceği vakit, "Ey Sürâka! Sen Kisrâ'nın bileziklerini koluna takınacağın, kemerini kuşanacağın ve tacını giyeceğin zaman nasılsın?! dedi. Sürâka: Krallar kralı Kisrâ b. Hürmüz´ün mü?!" diye hayretle sorunca, Peygamberimiz (asm): Evet! buyurdu ve Fars beldelerinin fetholunup ve Kisrâ'nın servetinin ashabına ganimet kılınacağını Yüce Allah´ın kendisine müjdelediğini Sürâkaya haber verdi. Acaba Sürâka dönerken ne düşünüyordu? Ben kim Kisrâ'nın bileziklerini giymek kim mi diyordu? Çünkü Kisrâ o devirde dünyanın en güçlü devletlerinden birisinin kralı idi. Araplara hiç kıymet vermezler ve her vesile ile hakir görürlerdi. Hâlbuki biraz önce kendi kabilesine bile galib gelememiş ve onların zülüm ve baskılarından dolayı hicret etmek zorunda kalan Resul-i Ekrem (asm), çok veciz bir ifade ile Kisrâ'nın devletinin ümmeti tarafından fethedileceğini ve bu fetihte Sürâka'nın da olacağını ve Kisrâ'nınhazineleri içinde bileziklerinin ona verileceğini haber vermişti. Yıllar sonra Hz. Ömer (ra)'ın hilafeti zamanında, Sa'd b. Ebi Vakkas (ra) komutasında İran cephesine ordular gönderdi. Bir defasında İslâm ordusunun İran ordusu ile karşılaştığı mevkide karşılarına Dicle nehri çıktı. Sa'd b. Ebi Vakkas (ra), orduya hitap ettikten sonra karşıya geçmek için atlarıyla birlikte nehre girmelerini ve Allah'tan yardım diliyorum, bize Allah yeter, O ne güzel vekildir… diye yakarmalarını emretti. Ordu çifter çifter ve peş peşe kendilerini nehrin engin sularına bıraktılar. Dicle simsiyah olmuş, köpük saçıyordu. Askerler karada yürüyorlarmış gibi nehri geçerken, birbirleriyle sohbet ediyorlardı. Hiçbir zaiyat vermeden karşıya geçtiler. İran askerleri Müslümanları karşılarında görünce müthiş bir korku ve şaşkınlık yaşadılar. Çünkü nehri geçmelerine ihtimal vermiyorlardı. Ani bir baskınla hezimete uğradılar. Yine Sa'd b. Ebi Vakkas (ra), İran cephesinde İran başkomutanı Rüstem'in elçi istemesi üzerine, onlara sıra ile üç elçi gönderdi. İranlılar elçileri karşılamak için çok gösterişli bir çadır hazırladılar. Mücevherlerini çıkarıp taktılar, yerlere kıymetli halılar serdiler, minderler döşediler. Rüstem için altından bir taht kurdular, tahta altın sırmalı yastıklar koydular. Bu suretle Müslümanları etkilemeyi ve aşağılamayı düşündüler. İlk elçi Rib'i b. Amir (ra) gayet mütevazi giysilerle ve cüssesiz bir ata binmiş olarak geldi. Atından inmesini söylediler. Rib'i (ra) inmedi. Atıyla halıların üstüne çıktıktan sonra iki yastığı deldi, atını bu yastıklara bağladı. Mızrağını vura vura yürümeye başladı. Mızrağın temreni keskin olduğundan yastıkları ve yaygıları delik deşik etti. Dünya saltanatına, kuvvetine ve debdebesine güvenerek hakir gördükleri müslümanlardan böyle bir muamele ile karşılaşmaları, onları harb meydanından önce mağlup etmişti. Bu akınların neticesinde İran fethedildi. Allah, Kisrânın bütün hazinelerini ve İran'ın bütün topraklarını Müslümanlara ihsan etti. Hz. Ömer, Kisrâ'nın bileziklerini getirterek Sürâka'ya giydirmiş, Resul-i Ekrem (asm)'ın verdiği gaybi haberi tasdik etmiştir. Daha hicret sırasında çepe çevre sarılıp, imha edilmek istenen bir dava ve o davanın reisi olan Resul-i Ekrem (asm), kendine tabi olanlara hem dünyanın mülkünü ve saltanatlarını, hem de âhiret mülkü ve saltanatını müjde vermiş. O müjdelerin hepsi birer birer gerçekleşmiş, kısa bir zaman içinde dünyanın dört bir yanında O'nun açtığı bayrak dalgalanmaya başlamıştır. Ondan feyz alan ve manevî terbiyesiyle yetişen ruhlar, Kur'ân'ın nurunu âleme neşretme yolunda hiçbir engele ehemmiyet ve kıymet vermemişler. Allah, dünyanın tüm devletlerine ve krallarına karşı onları aziz kılmış. Bu asrın Müslümanları olarak, Allah'tan, bizlere sahâbe izzetini, şerefini, gayretini vesahâbe ruhunu vermesini yalvarıyoruz. Mızrağın temreni keskin olduğundan yastıkları ve yaygıları delik deşik etti.

Ali CERRAHOĞLU 01 Nisan
Konu resmiVe Geldin
İnsan

VE GELDİN EY NEBÎGeldin de âleme verdin teselli.Zira âlem-i bekasız nasıl teskin olunur ki,Saplanırken kalb-i hazinimize fena hançeri;Her dem çekerken elvedasız gidişlerin firak elemini. Geldin de:Kainatın dizginlerini aldın emin ellerine,Bahr-ı zamandaki seyahat-i meçhule-i beşeriyyeVe inkıraza mâruz olan sefine-i hayatiyyeVasıl oldu sahil-i selamete. Geldin de kâinata ebediyeti hediye ettin.Nasıl şecere-i kâinatın çekirdeğidir ubudiyetin.Öyle de çekirdeği sanii olan hakikatin,Ukde-i hayatiyyesidir alem-i ahretin. VE GELDİNVahşet-abad çöllerde yılanlar, çıyanlar içinde geldin,O vahşeti rahmete o zehirlileri bal menbaı arıya çevirdin.Kapkara zulmette öyle bir doğdun ki,Şems-i sermedi mîsal, o zulmeti yok ettin. İnsanlıktan mustefa kavimlere öyle bir mürebbi oldun ki,Onları bütün tabaka-yı beşeriyeye üstad eyledin.Ey Nebî! Bizleri yine vahşetli çöller aldı,Yine yılanlar, çıyanlar sardı. Açmaz mısın şefkatli sineni, rahmetli kucağını,Ey Nebî ruhumuzu yine zulmet boğdu;Şems-i sermedi olup etmez misin bizlere tulu'.Ey Nebî kaybettik yine insaniyetimizi,Olmaz mısın? Bizlere yine mürebbi. VE GELDİN EY NEBİ!Sanmayın ki ALLAH(c.c) Onu cebren eyledi Resul,Haşa, kesb-i liyakat olmayınca kim eder kabul.Olmasaydı terakkiyat-ı hayat-ı şahsiyyesi,Olur muydu miraca vusul. Nedir? Ona Hira'yı mesken tutturan söyle ey ukul.Zira sorsak Hira'ya yaşlı gözlerle ne söyler, dinle:O benimleyken ederdi daim tefekkürHem de tılsım-ı kainat-ı acîbe, edene kadar tenevvür.Beşeriyetin deniyetinden ederdi teessür, Lisanındaki esrarlı duayı daim ederdi tezekkürO'dur! hadsiz sahib-i tevekkül,Umum kâinat, eder O'nda temessül,Durmak bilmeden etmişti tekemmül. EY HİRA!Şefkatli bağrına basmıştın Gül-i zârı,Açmıştın ona sonuna kadar kapılarınıVe demeliydin her halde lisan-ı hâlinle beşeriyete,Taşlar bile kucak açarken sevgiliyeYazıklar olsun onu taşlayan o taştan kalplere. EY NEBÎHer Cemâl ve Kemâl sahibi:İster harika-yı san'atlarının teşhirini,Elbet mükemmel bir Sani'İster kendine layık ma'kesi.Seçmiş olsa gerek CENAB-I HAKK seni,Kendine en cami' endam ayinesi. EY NEBİ!Seni hakkıyla idrake kabil değil şu kasvetli dünyam;Ne kadîrdir seni tasvire yazılsa binler kelâm,Rahmettir sana kâinatta nâm, hem de hasmına bile âmm.Etmez misin Ey Nebi! Şu perişan vaziyetimizleBizi şefaatine râm. Heyhat, ALLAH ve MELEKLER sana ederkenhadsiz salât ü selâm.Seni anmayan, sana yanmayan olmaz mı misal-i esnamHiç layık mıdır ki ona cennet olan dar-üs selam;Bulur mu hiç o gönüller ebediyen emn-ü emân. EY NEBİ!Yakışmasa da şu mülevves lisana ism-i muallânHer dem muhtacız cümle alem,Göndermeye sana binler salat-ü selam. Elfü elfi salâtin ve elfü elfi selâmin aleyke ya RESÛLALLAH.Elfü elfi salâtin ve elfü elfi selâmin aleyke ya HABÎBALLAH.Elfü elfi salâtin ve elfü elfi selâmin aleyke ya EMÎNE VAHYİLLÂH.

Fatih KIRAR 01 Nisan
Konu resmiKâinatın Çekirdeği ve Meyvesi
İtikad

Nasıl ki hayat bu kâinattan süzülmüş bir özü, hulâsadır. Şuur ve his dahi hayattan süzülmüş, hayatın bir hulâsasıdır. Akıl dahi şuurdan ve histen süzülmüş, şuurun bir hulâsasıdır. Ve ruh dahi hayatın hâlis ve sâfî bir cevheri ve sâbit ve müstakil zâtıdır. Bunun gibi Fahr-i Kâinat (asm)'ın hayatı dahi kâinatın hayatından süzülmüş hulasatü'l hulâsa (özünün özü) dür. O'nun hayatı kâinatın hayatıdır. Peygamber Efendimiz (asm) kâinatın çekirdeğidir, kâinat onun nurundan yaratılmıştır, O, kâinatın en son ve en münevver meyvesidir. Bu ifadeyi anlamak, Peygamber Efendimiz (asm)'ı daha iyi anlamamıza vesile olacaktır. Kâinata hikmet nazarıyla bakılırsa büyük bir ağaç mânâsında görülür. Âlem-i şehâdet bu ağacın bir şıkkını oluşturur. Unsurlar (toprak, hava, su, ateş) bu ağacın dallarını teşkîl eder. Bitkiler ve ağaçlar, kâinat ağacının yapraklarını teşkîl eder; hayvanat ise kâinat ağacının çiçeklerini oluşturur; insan ise o ağacın meyvesi hükmündedir. Çekirdek, ağacın plan ve programını içinde saklar. Nasıl ki bir bina çizilen plana göre yapılır. Bunun gibi ağaç da çekirdeğin içindeki plana göre şekillenir. Cenâb-ı Hakk'ın ağaçlar için câri olan kanunu, büyük kâinat ağacı için de geçerlidir; zira bu Hakîm isminin muktezasıdır. Öyle ise nasıl ki ağaçlar bir çekirdekten yapılıyorsa; kâinat ağacının da bir çekirdeği vardır. İşte o çekirdek Peygamber Efendimiz (asm)'ın nurudur. Büyük bir kâinat, küçük bir insanın cüz'î mâhiyetinden nasıl yaratılır? diye düşünüp bu muhteşem hakîkati akıldan uzak görmek yanlıştır; zira koca bir çam ağacını buğday tanesi gibi küçük bir çekirdekten yaratan Kadîr-i Zülcelâl, şu kâinatı Peygamber Efendimiz (asm)'ın nurundan niçin yaratmasın veya yaratamasın? Peygamber Efendimiz (asm) kâinatın çekirdeği olduğuna göre; o çekirdekte hem kâinat ağacının cismânî özellikleri hem de âlemlerin manevî özellikleri ve binlerce âlemin numuneleri vardır. Kâinat ağacının çekirdeği olduğu gibi meyvesi de olması yine Hakîm isminin gereğidir. Çünkü çekirdek meyvede bulunur, daima çıplak olamaz. İşte o meyve insandır. İnsan meyvesi içinde en seçkini de Zât-ı Muhammediyye (asm)'dır. Kâinat ağacı tıpkı Tubâ ağacı gibi gövdesi ve kökü yukarıda, dalları aşağıda olduğu için meyveden çekirdeğe kadar nuranî bir bağ vardır. Kâinatın teşekkülüne çekirdek olan nur; Efendimiz (asm)'ın zâtında cismini giyerek kâinatın en son meyvesi suretinde tezâhür etmiştir. Zât-ı Ahmediye (asm), en mükemmel meyvedir ve bütün meyveler onunla kıymet kazanır. Bütün maksatların yerine gelmesi onun vesilesi ile olacağı için en evvel Resul-i Ekrem Efendimiz'in nuru yaratılmıştır. Bir şeyin neticesi ve meyvesi önceden düşünülür. Sözgelimi bir fabrika kurulmadan önce o fabrikadan elde edilecek ürün önceden hesap edilip düşünülür. Ürün fabrikanın meyvesi ve neticesidir. Kâinat fabrikasının neticesi de Peygamber Efendimiz (asm)'dir. Demek ki Peygamber Efendimiz (asm) vücut itibariyle en son, manen de en evvel yaratılmıştır. Nasıl ki hayat bu kâinattan süzülmüş bir özü, hulâsadır. Şuur ve his dahi hayattan süzülmüş, hayatın bir hulâsasıdır. Akıl dahi şuurdan ve histen süzülmüş, şuurun bir hulâsasıdır. Ve ruh dahi hayatın hâlis ve sâfî bir cevheri ve sâbit ve müstakil zâtıdır. Bunun gibi Fahr-i Kâinat (asm)'ın hayatı dahi kâinatın hayatından süzülmüş hulasatü'l hulâsa (özünün özü) dür. O'nun hayatı kâinatın hayatıdır. Peygamber Efendimiz (asm) kâinatın yaratılış sebebidir. Öyle ise her şeyimizi O'na borçluyuz. Akif merhumun diliyle: Medyun ona cemiyeti, medyun ona ferdiMedyundur o masuma bütün bir beşeriyetYâ Rab! Mahşerde bizi bu ikrar ile haşret. Cenâb-ı Hak bizleri, iki cihanın reisi, iki âlemin iftihar vesîlesi, dünya ve âhiret saadetinin vesîlesi olan Habîb-i Ekrem'ine cennette komşu eylesin, şefaatine mazhar kılsın. Amîn. Kâinatın zerreleri ve o zerrelerden oluşan cisimler adedince, onların tesbihât ve tahmidâtlarınca Efendimize salât ve selâm olsun. Demek ki Peygamber Efendimiz (asm) vücut itibariyle en son, manen de en evvel yaratılmıştır.

Mustafa YANKIN 01 Nisan
Konu resmiİmânî İlimle Bütünleşen Hayat
İnsan

İnsan, hayatı boyunca dünyasını daha güzel hale getirmek için uğraşmakta. Fakat ne gariptir ki peşine düşerek hayatını tükettiği o lezzetleri, asla tam olarak elde edemiyor ve arzusuna kavuşamıyor. Oysa insan, ebed için yaratılmıştır. İnsanın hakîki lezzetleri ancak Allah'ı tanımak ve sevmektedir. İlk insan ve ilk peygamber olan Adem (as)'a Allah, yeryüzündeki, bütün ilimlerin fihristini yani kendi isim ve sıfatlarını öğretti ve sonra dünyaya gönderdi. Allah, insanı ilimle, marifetle bütünleştirmişti. Artık insan ilimsiz yarımdı. Çünkü insanoğlu zamanla olgunlaşacak, bu da ilimle ve terbiye ile gerçekleşecekti. Efendimiz (asm), İlmi arayıp öğrenmek bütün Müslümanlara farzdır buyuruyor. Bu cümleye muhatap alınan bizler, farz olan ve mükemmelleşmesi adına hayatımıza anlam ve değer kazandıran ilme ne kadar önem veriyoruz acaba? Ve ilme, ömrümüzde ne kadar yer ayırıyoruz? Şöyle bir düşünsek, hayatımızda fuzulî şeylerin ne denli büyük bir yer teşkil ettiğini görürüz. Televizyon ve filmler, boş konuşmalar, zihnimize doldurduğumuz ıvır-zıvır malumât bunlardan sadece birkaçı. Boş şeylerle günlerimizi senelerimizi tüketmişizdir acımadan! Zaman tüketiminde bu kadar cömert olan bizler, faydalı bir şeyler öğrenmek söz konusu olduğunda ise birden düşünmeden tüketmekte olduğumuz zamanımızın kıymetini anlar ve cimrileşiveririz. Vaktim yok, yetiştiremiyorum! cümlelerini sıralayarak çok yoğun insanlar oluveririz birden! İlim önemli. Çünkü ilim insanın olmasına, pişmesine anahtardır ve beşeri mükemmele yaklaştırır. Peki beşer hangi mükemmele hangi ilimle ulaşacak? Îmânî ilimler özellikle günümüzde her fert için bütün ilimlerden önde gelmektedir. En başta yaratılış gayesi olan kulluğunu îfâ edebilmek, sonra toplumda huzuru yayan bir fert olabilmek ve daha dünyadayken kalpteki tubâ ağacının çekirdeği olan îman ile cennet lezzetlerini yaşayabilmek îmânî ilimler ile mümkündür. 'Îman' ilmiyle meşgul olanlar Dünya hayatındaki sıkıntılar, ilimle meşgul olduğumuz sürece âdeta bize dokunmuyor derler. Bu ifade, yaşamın getirdiği sıkıntı ve acıları en aza indiren belki de zamanla ortadan kalkmasına sebep olan yegâne ilmin, Allah'ı tanıttıran ve sevdiren ilimler olduğunu idrak tecrübesiyle söylenen cümlelerdir. İnsan, hayatı boyunca dünyasını daha güzel hale getirmek için uğraşmakta. Fakat ne gariptir ki peşine düşerek hayatını tükettiği o lezzetleri, asla tam olarak elde edemiyor ve arzusuna kavuşamıyor. Oysa insan, ebed için yaratılmıştır. İnsanın hakîki lezzetleri ancak Allah'ı tanımak ve sevmektedir. Asrımızda toplumsal ve ruhsal hastalıkların fazlalığı gösteriyor ki hakîkat ilimlerinin eksikliği başka ilimlerle hiçbir şekilde doldurulamamaktadır. Hastalığı hayâtî bir risk taşıyan kişi her gün titizlikle ilacını aksatmadan almalıdır. Günümüzde de îman ilminin eksikliğinden ruhî hastalıkları artmış ve son anında ise îmânını kaybetme riski taşıyan bizler için ilâç hükmündeki 'Allah'ı bilmek ve tanımak ilmi' ne ciddi zaman ayırmamız gerekiyor. Bu ömür tükenmeden uygulanacak en güzel karar, hayat içerisindeki fuzulî şeylerin yerlerini faydalı şeylerle değiştirmektir. En önemlisi de O'nu tanımak ve sevmek olan îmânî ilimlerle hayatımızı bütünleştirerek bunu bir yaşam tarzı haline getirebilmektir.

Haticenur EDEBALİ 01 Nisan
Konu resmiFahr-i Alem Hz Muhammed (asm) Efendimiz
İnsan

Hilkatçe ve ahlâkça nev-i beşerin en mükemmeli idi. Mübârek vücudunun her âzâsı çok mütenâsip idi. Alnı ve göğsü, iki omuzunun arası ve avuçları geniş, bilekleri uzun, parmakları uzunca, elleri ve parmakları kalınca idi. Uzuna yakın orta boylu, iri kemikli, iri gövdeli, güçlü, kuvvetli idi. Ne zayıf ne şişman, ikisi ortası, göğsü ile karnı aynı seviyede idi. Kemâl-i i'tidâl üzere büyük başlı, hilâl kaşlı, çekme burunlu, az değirmi çehreli idi. Gözleri kara, güzel ve büyücek, akında ise az kırmızılık var idi. Kirpikleri uzun idi. İki kaşının arası açık idi. Mübârek teninin rengi gül gibi kırmızıya mâil beyaz idi. Yüzünde daima nur parlar idi. Dişleri inci gibi latîf ve parlak idi. Pek uzaktan işitir ve kimsenin göremeyeceği mesafeden görür idi. İki omuzu arasında nübüvvet mührü var idi. İnsanların en temiz kalplisi, en doğru sözlüsü, en yumuşak huylusu ve en cömerti idi. En mâhir kumandan ve en büyük inkılapçı idi. O'nu gören ürperir ve O'nunla beraber olan O'nu sever idi. Kalplere mahbub, akıllara muallim, nefislere mürebbî, ruhlara sultan idi. O'nu vasfeden, O'nun (asm) bir benzerini ne önce ne de sonra hiç görmedim, der idi.

İrfan MEKTEBİ 01 Nisan
Konu resmiBüyüklerin Kaleminden Resulullah (asm)
İnsan

Fahreddin Râzi (r.a.), Tefsir-i Kebir' de şöyle buyuruyor: O'nun (Hz. Peygamber'in) şöhreti semâvatı, arzı ihâta etmiş; ismi, arş-ı âlânın üzerine yazılmış; ‘Kelime-i Şehadet'te Hakk'ın ismiyle zikredilmiş; O'nu her müezzin ezanda, her hatip hutbede ve her müellif eserinin başında zikreder. Dua eden dahi, duasının başında ve sonunda O'nu anar ve ancak bu suretle lutfa nâil olur. Abdülkerim Ciylî (ra), İnsan-ı Kâmil isimli eserinde şöyle buyuruyor: Nerede olursa olsun, insan-ı kâmil kelimesinden gayem Seyyidül Vücud (sav) Efendimiz'dir. Zira hiçbir güzel vasıfta, O'nun gibisi gelmemiştir. İmam-ı Gazâlî (ra) İhyâ isimli eserinde şöyle buyurmuştur: Resul-i Ekrem (sav), insanların en halîmi ve en ârifi idi. Hayatında nikahlısı olmayan hiçbir kadının eline eli katiyen değmemiştir. İnsanların en cömertiydi. Elinde para katiyen sabahlamaz, fakirlere infâk ederdi. Allah'ın verdiğinden ancak bir günlüğünü alırdı. Hayâda insanların en üstünü idi. Çok mütevâzı idi, fark gözetmeksizin her insanın davetine giderdi. İmam-ı Gazâlî (ra) Kimya-yı Saâdet isimli kitabında şöyle buyuruyor: Ebu Said El Hudrî (ra) buyuruyor ki Resulullah (sav) hizmetçisi ile birlikte yemek yerdi, hizmetçisi yorulunca yardım ederdi... Fakir-zengin, büyük-küçük kiminle karşılaşırsa önce selam verir; musafaha yapmak için mübarek elini önce uzatırdı. Köleyi-efendiyi, zengini-fakiri, siyahı-beyazı bir tutardı. Herkesle iyi geçinir, iyilik etmesini severdi. Güler yüzlü, tatlı sözlüydü. Söylerken gülmezdi, üzüntülü görünürdü. Nazikti, cömertti, israf etmezdi. Herkese acırdı, kimseden bir şey beklemezdi.Hakim Tirmizi (ra) Şemâl-i Kübrâ isimli eserinde buyuruyor ki: Fahr-ı Âlem (sav) gayet ağır, tane tane konuşur, lüzumsuz yere konuşmazdı. Nimete saygı gösterir, kimseyi zemm etmez, dünyevî şeyler için kimseye kızmazdı. Bir kimseye döndüğünde mübarek vücuduyla döner, işareti mübarek eliyle yapardı. Tebessümlü bulunur, kahkaha ile gülmezdi. M. Mesâbih isimli kitapla, Enes b. Malik (ra) buyuruyor ki: Resulullah'a on sene hizmetçilik ettim. Bana bir kere bile ‘üff' demedi. İnsanların en güzel huylusuydu. Hastayı ziyaret eder, cenaze arkasından yürürdü. Bir hadîs-i şeriflerinde şöyle buyuruyor: Açı doyurunuz, hastayı ziyaret ediniz, esiri hürriyetine kavuşturunuz. (250 Hadîs, H. No: 47 D.İ. Bşk. Yay.) Ebu Hureyre (ra) buyuruyor ki: Bir harpte, kafirlerin yok olması için dua buyurmasını söyledik. Buyurdu ki: Ben lanet etmek için, insanların azap çekmesi için gönderilmedim. Ben rahmet için (herkese iyilik için, insanların huzuru ve kurtulması için) gönderildim. Enbiyâ suresi, âyet: 107'de, Yüce Mevlâmız meâlen şöyle buyurur: (Habîbim) biz seni alemlere rahmet (iyilik) için gönderdik. Enes (ra) buyuruyor ki; Resulullah (sav)'den bir şey istenip de, yok dediği işitilmedi. İmam-ı Rabbanî (rah), Mektubât'ında şöyle buyuruyor: Hakîkat-i Muhammediye, diğer bütün hakîkatlerin çekirdeği ve esasıdır. Kasîde-i Bürde'de Ka'b b. Zübeyr (ra) diyor ki; Allah'ın şerre çektiği kılıçtır O, pırıltısıyla dünya nur olur yalazında. Bu beyti okuyan Ka'b'a, Hz.Peygamber (sav) bir hediye vermek istedi. Yanında bir şey yoktu, üzerindeki hırkayı verdi. Bahâed-din Nakşîbend (rah) buyuruyor ki: Bütün hallerinde ayağını emir ve nehiy seccadesine koyasın. Sünnete bağlanıp, mucibince amel edesin, taviz ve bid'atlerden uzaklaşıp , her an Resullullah (sav)'in hadîs-i şeriflerini rehber kabul edesin. Zünnun-i Mısrî (rah) şöyle buyuruyor: Ahlâkında fiil ve hareketlerinde Allah'ın Habîbi (sav)'in sünnetine uyan kimse, Allah'a olan sevgisini ispat etmiş olur. Mevlânâ (rah) şöyle diyor: Ben hayatım boyunca Kur'an'ın kölesiyim. Muhammed-ül Muhtar (sav)'in ayağının tozuyum Bediüzzaman Hazretleri (rah) Nur-u Muhammedî (sav) için şöyle diyor: İ'lem Eyyühel-Aziz! Şu gördüğün büyük âleme büyük bir kitap nazarıyla bakılırsa, Nur-u Muhammedî (asm) o kitabın kâtibinin kaleminin mürekkebidir. Eğer o âlem-i kebir, bir şecere tahayyül edilirse, Nur-u Muhammedî hem çekirdeği, hem semeresi olur. Eğer dünya mücessem bir zîhayat farzedilirse, o nur onun ruhu olur. Eğer büyük bir insan tasavvur edilirse, o nur onun aklı olur. Eğer pek güzel şâşaalı bir cennet bahçesi tahayyül edilirse, Nur-u Muhammedî onun andelibi olur. Eğer pek büyük bir saray farzedilirse, Nur-u Muhammedî o Sultân-ı Ezelî'nin makarr-ı saltanat ve haşmeti ve tecelliyât-ı cemâliyesiyle âsâr-ı san' atını hâvi olan o yüksek saraya nâzır ve münadî ve teşrifatçı olur. Bütün insanları davet ediyor. O sarayda bulunan bütün antika san'atları, hârikaları ve mu'cizeleri tarif ediyor. Halkı, o saray sahibine, sâniine iman etmek üzere cazibedar, hayret-efza davet ediyor.

İrfan MEKTEBİ 01 Nisan
Konu resmiİki hakikî kardeş millet inşâallah yakın bir âtide ittihad edecek
Kültür ve Medeniyet

Âlem-i İslâm merkezlerindeki mübârek Müslüman kardeşlere, Sizleri, bütün ruh u cânımızla tebrik ediyoruz. Eserleriyle fuhul-i ulemânın ve fuhul-i müfessirînin en yükseği olan Bediüzzaman Hazretleri'ne, kıymettar ve mübârek bir mücahit âlim tarafından yazılmış olan bir tebriki takdim etmiştik. Bediüzzaman Hazretlerinin bizlere yazdığı cevabî mektublarında, o kıymettar, bînazîr Üstad Bediüzzaman Hazretleri, sizleri binlerle tebrik etmiş ve Anadolu'da Kur'ân ve îman kahramanlarının halefleri olan Nurcularla, Arabistan'daki hakîkat-ı Kur'âniyeye müteveccih İslâmları, iki kardeş olarak hizbül Kur'ânın dairesi içinde çok saflardan iki mütevafık ve müterafık saf teşkil ettiklerini müjdelemiş. Ve o mü'min kardeşlerimizin Risâle-i Nur'la ciddî alâkalariyle beraber, bir kısmını Arapçaya tercüme edip neşretmek niyetlerinizden fevkalâde memnun olduklarını ve mübârek İslâm cemaatlerinin Urfa'daki Nur şâkirdleriyle ve Nur eczalariyle himâyetkârâne alâkadar olmasını yazmaklığımızı bizlere emretmiş bulunuyorlar. Ey aziz ve necip kavm-i Arabın nuranî âzaları! Tarihin a'makına gömülen ve mâziden istikbâle atlayan ecdatlarımıza, bu millet-i İslâm'ı parçalamak için bin dörtyüz senedenberi hücum eden küffar orduları, en nihâyet Birinci Harb-i Umumî'de emellerine muvaffak oldular. Türk ve Arap iki hakikî Müslüman kardeşin bin senelik sarsılmayan muhabbetlerini pek çok desiselerle, yalanlarla söndürdüler. Ehl-i İslâmın ve nev-i beşerin medar-ı fahri ve bütün mevcudatın sebeb-i hılkati ve bütün Füyuzât-ı İlâhiye'nin mazharı o âlî Peygamber'in Ravza-i Mutahhara'sına yüzler sürmek için pek büyük bir iştiyakı kalblerinde yaşattıklarına tahammül edemediler. O âlî Peygamber-i Zîşan'ın küçücük bir iltifatına mazhar olmak için, ruhlarına varıncaya kadar her şeylerini fedâ ettiklerini hazmedemediler. Bin dörtyüz seneden beri zeminin yüzünde, zamanın sahifeleri üzerinde ve şehitlerin ve gazilerin beyaz kılınç kalemleriyle kırmızı mürekkepleriyle yazıp tarihe emanet bıraktıkları medar-ı iftiharları muhteşem yazılarını Müslümanlara unutturmak istediler. Bu azimle yürüyen o amansız düşmanlar, pek acı işkenceler altında ezdikleri Türk ve Arap bu iki kardeşi, bir daha ittihad etmemek için en müthiş muahedelerin zincirleriyle bağladılar. Çelik zincirler altında senelerle inlettirdiler. Her türlü şenaati Müslümanlığa icra ettiler. Heyhât! İnâyet-i İlâhiyenin tekrar yar olacağını, Risâle-i Nur gibi pek büyük ve pek hârika bir tefsir-i Kur'ânla ve onun âlî müellifi Bediüzzaman'la, Müslümanlığın büyük zaferini bilemediler ve göremediler. O eserler ki, vahdaniyet-i İlâhiye ile Risâlet-i Muhammediye'yi (Aleyhisselâtü Vesselâm) ve hakîkat-ı haşriyeyi o kadar kuvvetli ve hakîkatli bürhanlarla o kadar parlak bir surette ispat ediyor ki; şimdiye kadar hiçbir feylesof, hiçbir âlim karşısına çıkıp itiraz edememiş. Biz Türkler, seyyidleri kesretle içinde bulunan ve necip kavm-i Arap olan sizlere ve sizin ecdatlarınız olan Sahâbe-i Güzîn'e, Allah nâmına, Peygamber-i zîşan hesabına sonsuz bir sevgiyi ve nihâyetsiz bir hürmeti daima kalbimizde, ruhumuzda besliyoruz ve yaşatıyoruz. O âlî Peygamber-i zîşan için ve Onun âlî dîni için, başta ruhumuz ve her şeyimizi fedâya hazırız. Cenâb-ı Hakk'ın lutf u kereminden büyük bir ümit ile yalvarıp istiyoruz ki; sevgili Üstâdımız Bediüzzaman Hazretlerinin verdikleri haber-i beşaretle, Türk ve Arap iki hakikî kardeş millet inşâallah yakın bir âtide ittihad edecek. Ve o ittihad sayesinde, o müthiş düşmanların Müslümanlar içine saçtıkları fesat tohumları kendi yüzlerine atılacak. Ve zincirler altında inleyen dörtyüz milyon Müslümanlık, yeniden hayat-ı kudsiye-i İslâmiye ile, nev-i beşerin başına geçip, sulh ve müsâlemet-i umumiyeyi temin edecek, inşâallah. Risâle-i Nur'un âciz bir şâkirdi Husrev (Târihçe-i Hayat, s. 309)

İrfan MEKTEBİ 01 Nisan