
Kurban mevsimi geldi. Kalplerin imtihanla yandığı, ellerin Rabbe yöneldiği, tekbirlerin göğe yükseldiği günlerdeyiz. Yere düşen her damla kan, göğe yükselen her dua bir anlam taşıyor şimdi. Kulluğun çıplak, makyajsız hâli bu. Biz de bu sayıda, kurbanın gölgesine düşen en derin kelimeyi konuştuk: Teslimiyet.Çoğu zaman bir susuş bu; bazen bir damla yaş, bazen içe işleyen bir vazgeçiş. Ama ne hareketsiz bir kabulleniş, ne de korkuyla sinmiş bir geri duruş. Teslimiyet; İbrahimce duruş, göğe açılan bir secde, yere çakılı bir tevekküldür. Oğlunu kurban etmeye yürüyen bir babanın adımlarında, göklerin aralandığı yerdedir asıl sır. Teslimiyet, emre “tamam” diyen yüreğin tereddütsüz yürüyüşüdür. O yürüyüşün yankısı, hâlâ İsmail’in sessizliğinde duyulur.Zaman değişti, çağ başka ama mesele aynı: Teslimiyet. Modern insanın yanılgısı şu: Kontrol ettiğini sanıyor. Her şeyi planlıyor, her şeyi yönetmeye çalışıyor. Ama hayat, onun planlarına gülüyor çoğu zaman. İşte bu yüzden yeniden hatırlatmak istedik. Bazen bırakmak, tutmaktan daha güçlüdür. Bazen bir adım geri çekilmek, aslında hakikate daha yakındır. Cesaret, bazen “tamam” diyebilmektir. Teslimiyetin merkezinde yatan işte budur.“İslamiyet, teslimiyettir” sözü, sadece bir tanım değil; bir özdür. Kurban, sadece koçun boynuna inen bıçak değil; nefsimize, tutkularımıza, arzularımıza indirilen bir teslimiyet çağrısıdır. Pazarlıksız bir kabuldür. Sonucu bilmeden, sonucu Allah’a bırakarak yaşanan bir tevekkül hâlidir. Asıl razılık, Allah’ın bizim için seçtiğine gönülden “amenna” diyebilmektir.Bu sayıda yer alan yazılar, bu büyük hakikatin farklı veçhelerini anlatıyor: İbrahimce bir cesaret, İsmailce bir sükûnet, Hacerce bir tevekkül… Her biri çağımıza, karışıklığımıza, unutuşumuza bir hatırlatma.Sayfaları çevirdikçe göreceksiniz: Kurban sadece bir ritüel değil. Bir bakış, bir bırakış, bir yeniden başlama. Çünkü teslimiyet, geçmişin hikâyesi değil; bugünün acil ihtiyacı.Şimdi kendimize soralım: Sıkı sıkı tuttuklarımız neler? Hangi korkular, hangi planlar, hangi bencil istekler Allah’a “bırakılmayı” bekliyor?Belki de hayat, neyi bırakabildiğimizle ölçülür.Kurban Bayramı’nın bu ruh ikliminde, gönüllerinizin teslimiyetle genişlemesini, sofralarınızın bereketle dolmasını, sevdiklerinizle beraber huzur içinde bir bayram geçirmenizi dileriz. İydiniz saîd, ömrünüz medid olsun.

Telkîhhane-i Şâhâne(Aşı Üretim Merkezi)Batı aşıyı ve aşılamayı, Osmanlılardan öğrenmiştir. “Türk Usulü Aşılama” olarak bilinen bir yöntemle Osmanlı Devleti’nde yüzyıllarca hastalıklara karşı bağışıklık sağlanmaya çalışılıyordu. İstanbul’da 1700’lü yıllarda yaşamış olan İngiliz büyükelçilerinden birinin eşi bu yöntemi öğrenmiş ve Avrupa’ya taşımıştır. Böylece Avrupalılar, aşının varlığından haberdar olmuşlardır. İngiliz Edward Jenner, Türklerden öğrendikleri insandan insana aşı usulünden yola çıkarak, hayvandan insana aşı yöntemini geliştirmiştir. Bu yöntem, zaman içinde yaygınlaşmıştır. Osmanlı Devleti’nde önceleri, özellikle çiçek hastalığının aşısı için hammadde Avrupa’dan getirtiliyordu. Sultan 2. Abdülhamid döneminde kurulan Telkîhhane-i Şâhâne ile aşıların hammaddeleri de yerli imkânlarla elde edilmiştir. Böylece ilk yerli ve modern aşılarımız 1892’de üretilmeye başlanmıştır. Miralay Doktor Hüseyin Remzi Bey’in girişimleriyle ilk aşı üretim merkezi, 1892’de geçici olarak Tufeyliyat-ı Hayvaniye Ameliyathanesinde kuruldu. Daha sonra Telkîhhane-i Şâhâne adı verilerek inşa edilen kendi binasına taşındı. Bu ilk aşı üretim merkezinin üzerine Osmanlı Devleti’nin büyük şehirlerinde de birer Telkîhhane-i Şâhâne açılmıştır. İstanbul’daki Telkîhhanede 1919’a kadar 28 milyona yakın çiçek aşısı üretilmiştir. Sultan 2. Abdülhamid, sadece yerli aşı üretim merkezleri açmakla yetinmemiş, Avrupa’daki aşı üretimini de desteklemiştir. Kuduz aşısını bulan Pasteur’e enstitü kurması için 10 bin altın vermiştir.7 Haziran 1792Melek Mehmed Paşa sadrazamlığa getirildiKaptanıderya Hoca Süleyman Paşa’nın oğlu olan Melek Mehmed Paşa, 1718’de dünyaya gelmiştir. İlk olarak babasının kumanda ettiği donanmada göreve başlamıştır. Genç bir yaşta iken, 1752’de kaptanıderya olarak atandı. Çıktığı bir Akdeniz seferinde başarılı olunca Sultan 1. Mahmud ona, 27 Nisan 1753’te vezirlik rütbesi verdi. Sultan 3. Mustafa döneminde nişancı olarak atandı. Padişahın kız kardeşi Zeyneb Sultan ile evlendi. Akdeniz’deki korsan faaliyetlerini önlemek üzere 1767’de ikinci defa kaptanıderyalığa getirildi. Son olarak sadrazamlığa atandı ve 7 Haziran 1792’de İstanbul’a gelerek görevine başladı. İlerleyen yaşından dolayı 19 Ekim 1794’te görevine son verildi. Ve kalan ömrünü Ortaköy’deki yalısında geçirdi. Siyasî mahfillerde genel kabul gören ve halk tarafından sevilen Melek Mehmed Paşa, 19 Şubat 1802’de vefat etti. Zeyneb Sultan’ın Eminönü Soğukçeşme’de bulunan türbesinde medfundur.10 Haziran 1831Asâkir-i Mansûre-i Bahriye teşkilatı kurulduNavarin Yenilgisinin ardından dünyadaki teknolojik gelişmelere uygun olarak Osmanlı donanması yeni baştan tanzim edildi. Gedikli ve tâlimli kalyoncu tüfekçiliğine öncelik verildi. Sultan 2. Mahmud, bahriyedeki en köklü ıslahatını ise 10 Haziran 1831 tarihli bir kanunla yapmıştır. Kara ordusuna benzer şekilde Asâkir-i Mansûre-i Bahriye teşkilâtı kuruldu. Ardından bahriye neferi alınırken kura sistemi uygulandı. Bahriye askerlerinin daimî olarak Kalyoncu Kışlası’nda kalmalarına karar verildi. Ayrıca kalyoncu bedelleri de yeni askerî sınıfın masraflarına tahsis edilmiştir. 1849’da çıkarılan Bahriye Nizamnamesinde kalyonculuğa dair hiçbir ibareye yer verilmediği görülmektedir. Bir döneme damgasını vuran kalyoncular, Barbaros Hayreddin Paşa ile donanmada zirve noktasına ulaşan Akdeniz korsanlığı geleneğinin son temsilcileri olmuşlardır.15 Haziran 1935Mülkiye Mektebi, Ankara’ya taşındıMülkiye Mektebi, ilk olarak Sultan Abdülmecid’in 9 Mayıs 1858 tarihli iradesi üzerine Mekteb-i Fünûn-ı Mülkiye adıyla kurulmuştur. Ticârethane-i Âmire binasında 50 öğrenci ile 12 Şubat 1859’da eğitime başlandı. Mekteb-i Mülkiye, esas gelişimini Sultan 2. Abdülhamid döneminde gösterdi. Muhtelif binalarda eğitim faaliyetine devam eden mektep, 1921’de Gülhane’deki Askerî Rüşdiye binasına taşındı. 1925’ten itibaren ise Yıldız Sarayı Yaverler Dairesi’nde eğitime devam edildi. 4 Aralık 1934’te mektebin adı Siyasal Bilgiler Okulu’na çevrildi. Hükümet tarafından 15 Haziran 1935 tarihli Siyasal Bilgiler Okulu Hakkındaki Kanun ile mektebin Ankara’ya taşınmasına ve tamamen parasız yatılı olmasına karar verildi. Öğrenciler, okul süresinin iki katı kadar bir müddet devlette zorunlu hizmette bulunacaklardı.

Bir kere o mukaddes topraklara adım atmayagörsün insan, devasız bir derde müptela olur. Derdi deva bilir de başkaca şifa istemez. Sevdasından olsa gerek hicazdan başka makam dinlemez.“Yüreğimin yarısı Mekke’dir, geri kalanı da Medine’dir. Üstünde bir tül gibi Kudüs vardır.” Merhum Nuri Pakdil kalbi ile mukaddes şehirler arasındaki rabıtayı böyle ifade ediyordu, bizlerin de hislerine tercüman olarak. “Haremeyn-i Şerîfeyn” sevdasıyla yanan yüreği her mümin gibi Kudüs için de sızlıyordu. Bu dünyadan bir Nuri Pakdil geçti; antiemperyalist, antikapitalist, antinasyonalist, antisiyonist, antifaşist bakış açısıyla yoğrulan devrimci ruhlu bir dava adamı: Nuri Pakdil… Bizlere de onun hatırasını ve davasını bir sonraki nesle aktarma vazifesi düştü.Yeryüzü bir mescittir ve bütün mescitler de şüphesiz Allah’a aittir. Ancak Efendimizin (sav) “Ancak şu üç mescide (ibadet ve ziyaret amacıyla) yolculuk yapılır. Bunlar: Mescid-i Haram, Mescid-i Nebî ve Mescid-i Aksâ’dır.” ifadesiyle dikkat buyurduğu peygamberlerin eliyle yapılan üç mescidi ziyaret etmenin manası, fazileti ve kıymeti bambaşkadır. Her hac mevsimi geldiğinde yürekler depreşir. Bu sene de nasip olmadı diye hüzünlenir hacıları uğurlamaya giden âşıkların yürekleri. “Bizden de selam götürün Efendimize (asm), dua buyurun ümmet-i Muhammed’e (sav)” niyazları aminlerin peşine eklenir. Sürre niyetiyle orada dağıtılmak üzere sadakalar sıkıştırılır ceplere. Oraya gitmek için bir yol bulanlar ise bahtiyarların en bahtiyarıdır. Gözler yaşlı ancak gönüller handan düşülür yollara. Gidenlerin tekrar vasıl olmak için duyduğu iştiyak hiç gitmeyenlerden daha şiddetlidir şüphesiz. Bir kere o mukaddes topraklara adım atmayagörsün insan, devasız bir derde müptela olur. Derdi deva bilir de başkaca şifa istemez. Sevdasından olsa gerek hicazdan başka makam dinlemez. Aşık Yunus gibi bir mübarek sefer gözler Kâbe yollarında kumlara batmak için, “ol resul-i kibriya”nın ayağının izine yüz sürmek için.Gitmek lazım. Hem de şairin dediği gibi genç yaşta gitmek lazım. Henüz dünya ayaklarımıza takılmadan… Takıldıysa da tüm prangalardan kurtularak düşmek lazım yollara. Ötelemeden, ertelemeden, bahane bulmadan… Zira hayırlı işlerin çok muzır manileri olur. Bismillah deyip bir adım atan kişi, Rahman’ın misafiri mertebesine yükseliverir birden. Hac için olmazsa umre niyetiyle gitmek, tekrar gitmek ve yine gitmek. Eskilerin tabiriyle “yalın ayak, başı kabak” düşmeli yollara. Yolun sonu Medine-i Münevvere’ye çıkmalı. Edeple girmeli lütufla çıkmak için. Nazargah-ı ilahî, makam-ı Mustafa’dır zira orası. Tüm bâtıl işlerden ve malayanilikten hicret niyetiyle girmeli o bereketli şehre. Efendimizin (sav) “Ya Rabbi, Mekke’yi bize bereketli kıldığın gibi Medîne’yi de bize iki kat bereketli kıl. Mekke’yi bize sevdirdiğin gibi, Medine’yi de bize sevdir.” duasının bereketine mazhar olan şehrin sokaklarında edeple dolaşmalı. Ravza’ya giren kişi, dünyadayken cennet bahçesine girdim dese yalan olmaz. Efendimiz öyle buyurdu çünkü: “Evimle minberimin arası cennet bahçelerinden bir bahçedir ve minberim de cennet bahçelerinin üzerindedir.” Burada kılınan iki rekâtlık bir namaz sonrasında yüzünü muvâcehe-i saadet duvarına karşı, arkasını kıbleye dönerek Resûlullah’ın (sav) kendisini gördüğünü, selamını işittiğini düşünmesi ve samimâne “Esselâmü aleyke yâ Seyyidî, Yâ Resûlallah” diyerek huzurdan edeple ayrılması belki de bir insanın hayatında yaşayabileceği en özel andır. Sokaklarında Efendimizin hatırasının bulunduğu bu mübarek şehrin her bir köşesi yad edilmeye, konuşulmaya değer. Allah ecdadımızdan razı olsun ki bu hatıraların yaşandığı yerlere mescitler dikerek, onları ihya ederek bugünlere kadar gelmesine vesile olmuşlar. Büyük incelik ve feraset…Ömer bin Abdülaziz, Efendimizin (sav) bayram namazlarını kıldığı ve yağmur duasına çıktığı, bir mucize eseri olarak da bulutun onun nazik tenini gölgelediği yere Mescid-i Gamame’yi (musalla) inşa etmiş. Sonrasında Sultan Abdülmecid ve Sultan Abdülhamid de tamir ve yeniden inşası için hizmetlerde bulunmuş. Bir gün Resul-i Ekrem (sav) ashabıyla iki rekât namaz kılıp dua buyurmuş. Sonra orada kendisiyle olan ashabına şöyle demiş: “Rabbimden üç şey istedim, bana ikisini verdi birini vermedi. Ondan ümmetimi kıtlıkla helak etmemesini istedim, onu bana verdi. Ondan ümmetimi suda boğarak helak etmemesini istedim, onu da verdi. Yine ümmetimin tefrikaya düşmemesini istedim ama bunu vermedi (Müslim, Fiten, 20).” Mescid-i İcabe olarak adlandırılan yer Efendimizin (asm) bu hatırasını bugün hala yaşatıyor.Mescid-i Fadih, Benî Nadir kuşatmasında karargâhın kurulduğu yere yakın bir mescid… İslamiyet’in tedrici olarak yasakladığı menhiyattan olan içkiyle ilgili emir burada geldi. Ashab, sorgulamadan ellerindeki içkileri dökerek kaplarını imha etti. Ne büyük sadakat…Mescid-i Kıbleteyn, Mescid-i Kuba, Mescid-i Seb’a, Mescid-i Zulhuleyfe, Mescid-i Arîş ve diğerleri… Çoğu Ömer bin Abdülaziz zamanında inşa edilen ve Osmanlı döneminde ihya edilen mübarek mekanlar… Ayrılıklar her zaman için zordur. Veda vakti geldiğinde Fahreddin Paşa’nın askerlerinden İdris Sabih Bey’in kararlılığı ile veda etmeli: “Yapamaz Ertuğrul Evladı sensiz / Can verir cananın veremez Türkler / Ebedi hadimü’l-Harameyniniz / Ölsek de ravzanı ruhumuz bekler.”Ve kalplerimizin diğer yarısı Mekke-i Mükerreme… Şehirlerin anası, yeryüzünün merkezi, vahyin mazharı… Mekke, mücadelenin şehri. Hac ve umre için orada bulunanlara sabrı iliklerine kadar hissettiren belde. Küçük hesaplar yapmadan ve ne için orada olduğunu unutmadan karıncayı incitmeme hassasiyetiyle kazanmak yahut kayıpların en acıklısını yaşamak…“Her kime Kâbe nasip olsa Huda rahmet eder, sevdiği kişiyi Hak hanesine davet eder.” sırrınca davetlilere her daim kucak açar Beytullah. Metaf alanında tavaf ederken “sıratı geçmiş de adeta cennetteki yerini almış” hissiyatı tebessüm ettirip şevke getirir imanlı yürekleri. Ne gam ne kasvet ne dünya ne evlad ü iyal… Gözler sadece Beytullah’ta. Dokunamasa da Hacerü’l-Esved’i uzaktan selamlamanın bahtiyarlığı… Ümmet-i Muhammed (sav) için dudaklardan dökülen dualar ve tekrar tekrar gelmek için en kalbî hislerle yapılan niyazlar…En zoru da ayrılmaktır şüphesiz. Ayaklar direnebildiği kadar direnir. Beş dakika daha kalmak ve bir beş dakika daha… Dünya gözüyle görmek doyamayacağını bile bile... Sütunların arkasında kaybolan kara sevda ve gözyaşları. Efendimizin Mekke’den çıkarken Kâbe’nin yanına gelerek ona veda etmesi gelir akla: “Allah’ın yarattığı şeyler içinde en çok sevdiğim yer sensin. Eğer buranın halkı beni (zorla) çıkarmasaydı ben kendiliğimden çıkmazdım.”Orada hayatının sonuna kadar yaşama fikri ne kadar kıymetli olsa da nefes aldığın müddetçe o mukaddes beldelerin hasretini çekmek de bir o kadar kıymetli. Vesselam…

Dokuzuncu senenin sonunda biz de davet edildik; hamdolsun. Nasip olursa, vazifemizi ifa etmeye gidiyoruz. Rabbim, tüm hacı adaylarının haccını mebrûr ve mübarek eylesin. Amin!Şunu ifade etmek isterim: Rabbimiz, bazen biz istemeden de verir. Fakat bazı şeyler vardır ki, onları elde etmek için istemek, yeniden istemek, müracaat etmek ve gerekli adımları atmak şarttır. Sabır da, işte bu demektir aslında: oturup beklemek değil; üzerine düşeni hakkıyla yapmak ve ardından sonucu takdire bırakmak...Bütün hacı adaylarında büyük bir heyecan var. Kimi tarlasını, kimi arabasını satmış; bazı teyzeler bileziklerini bozdurmuş… Hele bir de belli bir yaşa gelinmişse, artık dünyadan beklediği kalmamış, muradına ermiş gibi bir hâl hâkim oluyor nice mümin ve mümineye.Oysa hac, ömrün sonundaki bir görev olarak değil, arınmak ve yepyeni bir hayata başlamak niyetiyle yapılması gereken bir ibadettir. Fakat bizde yerleşmiş olan anlayış genellikle şöyle:“Çocuklarımı okuttum, evlendirdim. Emekli de oldum. Artık mukaddes beldeleri ziyaret etme zamanı.”Elbette bu düşünceler güzel ve samimi. Ancak bir Müslüman olarak önce şunu idrak etmemiz gerekir: Farz nedir? Çocukları iş sahibi yapmak ya da evlendirmek farz mı? Hâlbuki hac, İslâm’ın beş temel şartından biridir. Bu yüzden, bu anlayış yaygınlaştıkça bizde hac yaş ortalaması da altmışları geçmiş oluyor.“Temizlenip yeniden başlamak” dedik ya… Fakat bu yaştan sonra gerçekten yeni bir şeye başlamak pek mümkün olmuyor. Daha çok “ununu eleyip eleğini asmış” bir havaya bürünüyoruz. Buna rağmen hâlâ kaydolmuş ve sırasını bekleyen 1 milyon 850 bin kişinin olması umut verici. Bu rakam, kura çekilmeden önce açıklanmıştı.Fakat bir başka mesele daha var: İbadetlerin gelenek hâline getirilmesi. Bu, farkında olunmadan yapılan büyük bir hatadır. “Farz” kavramı, din adamları ve bu işin idrakinde olanlar tarafından toplumda sürekli vurgulanmalı. Hatta “ef‘âl-i mükellefîn” dediğimiz; farz, vacip, sünnet, müstehap, mübah, mekruh ve haram gibi kavramlar, her Müslüman tarafından iyi anlaşılmalı ve ayırt edilmelidir. İmam-ı Âzam’ın dediği gibi: “Kişinin lehine ve aleyhine olan şeyleri bilmesi vaciptir.” İşte bu bilgiye de “fıkıh” denir.Ne var ki bugün, farzın ne olduğunu bilmeyenlerle birlikte, sünnet olan bir şeyi farzmış gibi olmazsa olmaz görenler de var. Hâlbuki mesela, zaman darlığında ya da su bulunmadığında abdestin yalnızca farzlarını alıp sünnetlerini terk etmek daha uygundur. Ama bunun için gerekli bilgi altyapısına sahip olmak gerekir.Madem konu açıldı, doğru bildiğimiz bazı yanlışlara daha temas edelim. Mesela “zaruret” ve “ihtiyaç” meseleleri…Başkaları nasıl düşünürse düşünsün, Müslümanlar olarak referansımız her daim dinimiz olmalı. Öyleyse “zaruret”, yani mecbur kalmak meselesine dikkatle bakalım. Dinde “Zaruretler haramları mübah kılar” denmiştir. Ancak bu hüküm, ölçüsüzce kullanılınca suistimallere kapı aralanır.Mesela, açlıktan dolayı haram olan bir şeyi yemek caiz midir? Evet, ama ancak ölüm tehlikesi varsa… Deprem olmuş, evden kendimizi zar zor atmışız ya da enkazdan çıkarılmışız; etrafta yardım da yok. Bu durumda yakındaki bir dükkânın camını kırıp içeri girmek caiz olur mu? Midemizin guruldaması yeterli midir? 24 saat geçmiş olması? Çocuğun “çok açım” demesi mi? Hayır! Ölçü; açlıktan ölme tehlikesi seviyesine ulaşmaktır. O zaman, Hanefî mezhebine göre haram olan bir yiyecekten üç lokma, içecekten üç yudum alınabilir. İmam Şafiî’ye göre ise bir lokma, bir yudum. Doyuncaya kadar yemekse asla caiz değildir. Yurt dışına çıkan bazı arkadaşlarla şöyle diyaloglara da sık rastlıyorum:– Ne yiyip içtiniz, yanınızda bir şey götürdünüz mü?– Hayır, girdiğimiz lokantaya sorduk. “Bu ne eti?” dedik. “Koyun” ya da “ördek” dediler. Biz de yedik. Allah’tan eti haram hayvandan başka şeyler de çıkıyor!– Peki, kim kesti, nasıl kesti, emin misiniz?Buradan sonrası genelde sessizlik... Çünkü hiç düşünülmemiş. Hatta Allah’ın adı anılmadan kesilen hayvanların yenemeyeceğini bilmeyenler bile var. Söylediğinizde şaşırıyorlar.Yıllar önce çalıştığım kurumda, şükür niyetiyle bir büyükbaş hayvan kesilmişti. Etler çalışanlara dağıtıldı. Ben kendi payımı almak istemedim, “İhtiyacı olan varsa, benimkini de alabilir” dedim. Temizlik görevlisi bir hanımefendi hemen atıldı: “Benim ihtiyacım var!” o gün en az on kilo eti aldı. Sonradan öğrendim ki, eşi de çalışıyormuş. O zaman merak etmiştim, ihtiyaçtan neyi anlamıştı acaba? Derin dondurucudaki boşluğu mu, yoksa her öğünde iki kilo et tüketmeyi mi?Kısacası, “ihtiyaç” kavramı da pek bir tuhaf anlaşılıyor.Zekâta muhtaç olduğunu beyan edip evindeki televizyonu yenileyenleri de gördük; yardım parasıyla arabasının modelini yükseltenleri de. Üstad Bediüzzaman’ın şu tespiti bu durumu çok güzel özetliyor: “Sû’-i istimâlât ile hacât-ı gayr-ı zarûriye, hacât-ı zarûriye hükmüne geçip, görenek belasıyla tiryaki olup terk edemiyor.” (19. Lem’a – İktisat Risalesi) Yani “Elhamdülillah, Müslümanım” demek yetmiyor; altını doldurmak da gerekiyor.Hac yolculuğuyla yola çıktık, buralara geldik. Tekrar vurgulamak isterim: Diğer bütün işlerde olduğu gibi, ibadetlerde de asıl mesele niyettir.Nasıl ki kurban ortaklığında bir kişinin bile sadece “et” niyetiyle ortak olması, tüm ibadeti ifsad ediyorsa; hac da dâhil olmak üzere, ibadetlerin gelenek gibi görülüp şuuruna varmadan “çevreye karşı yapılması” büyük bir tehlikedir. Allah korusun, bu hâl ibadeti geçersiz kılabilir; hatta kişiyi şirke kadar götürebilir.Farz, vacip, haram, zaruret, ihtiyaç gibi temel kavramları yeniden hatırlamak ve bunları etrafımıza da anlatmak, hepimizin üzerine düşen bir vazifedir.Rabbim, bütün ibadetlerimizde ihlâs ve samimiyet nasip eylesin. Âmin.

Şeyh Seyyid Mustafa Selami en-Nakşibendi. Şeyh babanın şeyh evladı…17. asırda İzmir’de doğmuş, Buhara’ya kadar bir miktar gezmiş, sonrasında İstanbul’da Eyübsultan’ı mesken tutmuştur. Bestelediği ilahilerinin ve tasavvufu işlemiş olduğu şiirinin yanı sıra kendisine tahsis edilen hoş görünümlü dergâhı hoş sada olarak bırakmıştır. Alt katında medfun bulunduğu kendi ismiyle müsemma, bu görülesi ve teneffüs edilesi mekânda -Eyübsultan, Baba Haydar Mahallesi- ziyaretçileri ser-levha olarak Yûnus suresinin 25. ayetindeki hakikat karşılamaktadır: وَاللّٰهُ يَدْعُٓوا اِلٰى دَارِ السَّلَامِۜ [Ve Allah, (sizleri) selâm yurduna (Cennete) da’vet eder.](Güzîn zümre-i ashâb ya’ni Hazreti Sıddîk / Ol idi vahdet-i Hakkı eden bî-mu’cize tasdik) Hazret-i Ebubekir Radıyallahü Anh Rabbimizin birliğini mucizesiz tasdik etti elbette… Ne latif bir nükte! Aşağıdaki yek-ahenk gazelde ise “Sıddîk” vasfı redif formuna oturtulmuş, adeta her beyitte farklı nüktelerin farkına varılması istenmiştir. Haydi bismillah!...Muhammed Mustafânın hâs-ı yâr-ı gârıdır SıddîkEnîs ü hem-dem ü hem mûnis ü hem yâridir Sıddîk “Muhammed Mustafa’ya (sav) Sevr mağarasında has bir arkadaşlık yapmak, ona enis olmak, hem-dem olmak, munis ve yâr olmak kolay bir şey mi? Tabi ki bu dostlukta latif bir tasdik sırrı saklı…”“Her Peygamberin halili vardır. Benim halilim Ebubekir’dir.” buyuran Âlemlerin Efendisinin (asm) her halükârda dostu olmak: Büyük bahtiyarlık.Eniiis… Öyle bir ünsiyet var ki, bir düşünelim: En Sevgili Yâr her gün mutlaka bir kez hanenize uğruyor. Öyle bir hem-dem olunuş ki bu, sadece dünya sohbeti değil Cennet sohbetine der-kenar. “Sen, Cennet’teki Kevser Havuzunun başında ve mağarada benim arkadaşımsın!” müjdesiyle müşerref. Hele o yâr-i gâr olma şerefi. Hazret-i Ömer’in dilinde kıymeti ne güzel ifade ediliyor: Vallahi, Ebubekir’in o gecesi, Ömer’in bütün ailesinden daha hayırlıdır!Onda Allah’ın rızası ibadetlere münhasır kalmadı. Her bir an-ı seyyale aynı tonda aynı hızda devam etti. Dostluk ülkesinin ter ü taze bağına da İlahi feyiz bulutlarıyla nefes nefes rahmet serpintileri yağdırıldı. Veee rıza-i İlahi için olan dostlukların hepsi, bu örnek dostluktan hissedar oldu. Şu asırda bulanıklaşmış, hakiki dosta hasret gönül semasını; asr-ı saadet çarşısından renkler taşıyan Cennet-asa samimiyetle ve sadakatla tezyin etmenin vakti gelmedi mi?* * *Gülistân-ı risâletde cemâli verdine hâlâRiyâz-ı ravzasında bülbül-i gülzârıdır Sıddîk “Peygamberliğin gül bahçesinde güzellik tecellisi olan Gül-i Rana’ya (asm), Ravzasının Cennet bahçelerinde (hâlâ eşlik eden) bir bülbüldür O. Sıddîk makamında sebat: Hazret-i Ebubekir (ra)”يَابَاقٖٓي اَنْتَ الْبَاقٖي sırrını dünyada idrak eden kalbin, Cennet durağı kabirde en ziyadar cemal ayinesinden cemal seyrine devamı. Ne söylenebilir ki…Müjde daha hayatta iken verilmemiş miydi? Mescid-i Nebevi’ye ellerini tutarak girdiği Ebubekir ve Ömer Radıyallahü Anhümaya atfen Habib-i Zişan, “Kıyamet günü biz böyle diriltileceğiz.” buyurmamış mıydı?Onun (ra) tasdiki dünyaya münhasır kalmadı, ahirete müteveccih oldu. Bu kenetlenmeden anladık ki şu dünyamızın güneşi, peygamberler hariç Ebû Bekir’den daha faziletli bir insan üzerine doğup batmamıştır.* * *Zuhûr ile ziyâ-ver eyledi iklim-i imânıVelâyet evcinin bir hâver-i envârıdır Sıddîk(Evc: Zirve / Haver: Güneşin doğduğu yön)“İman iklimini ortaya çıkışıyla, şehadetiyle, ışıklı eyleyen; velayet zirvesinden görülen (imani) nurların doğduğu yerdir O: Veliler serdarı…”“Ey Ebubekir! Sen Sıddîk’sin.” buyuran Miracın Sahibi Efendimizin, omuzlarına koyduğu sadakat payesini kalblerden kalblere aktarandır, O…Rabbe hasıl olan yakınlık: Hem herkesin imanları toplamı ile tartılsa hepsinden ağır gelecek olan sadakat kervanının Reisinde (ra) hem de bu kervanın her bir ferdinde. Ondaki imani tasdik histen ibaret kalmadı, kuvveden fiile dönüştü. Sair hislere mistar oldu. İstikamet belirledi. Şu fedakârlığa bakar mısınız, tasdikten aldığı hızla maddi ve manevi sahada nasıl da boy gösteriyor. Ve şimdi anlıyoruz ki sadakat, “Ben de malım da hepsi size ait değil mi ya Resulallah?” seslenişiyle tekmil oluyor.Ahir zamanın ruhlara sıklet veren günah pusları arasında, kalbimizde cevelan eden tüm hissiyatımızı Sıddîkiyet tartısında tartmaya ne dersiniz?Öyle ya, hasıl olacak olan Hakka yakınlık, velilik bu hislerin sıdk üzere ikamesiyle…* * *Sarây-ı sırr-ı tevhidin nedîm ü mahrem-i râzıHafiyyât-ı Hudânın vâkıf-ı esrârıdır Sıddîk(Nedim: Bir mecliste sohbet arkadaşlığı yapan kimse / Râz: Sır / Hafiyyât: Sırlar)“O (ra); tevhid sırrının sarayında gizli sırların açıldığı dost, Rabbimizin sırlarının sahibidir. İnsana giden sırları açan miftah: Tasdik)”Nas ile sabittir ki, “ikinin ikincisi” Hazret-i Sıddîk’tir. Bilinse ne sırlar gizlidir. İşte muhabbeti imana rabt ettiren, buğzu küfre meylettiren hakikat. Ve hadisle sabittir ki, Allah Resulü “göğsündeki marifetlerin hepsini” ona akıtmıştır. Ne mutlu sadakat yolunun yolcularına, hissemend olmak mevzubahis.Nebevi sohbette elbette iksir vardır. Bir dakikada nebevi sohbete mazhar olan zatın senelerle seyr ü sülûke mukabil hakikatin envarına mazhar oluşuna dikkat edelim. Sırlar açıldı. O güzide sahabedeki sır şuura inkılab etti. Seyyid-i Beşer’den (asm) aldığı esrarlı feyz ile insan manasını buldu, Hazret-i İnsan oldu. Tasdik, kemalata kapı açtı. İnsanın kıymetten sükût ettiği şu demlerde kâmil insan aranırken, latifelerdeki niyet pusulasının tasdik ibresine sabitlenmesi ruhlarımız için büyük ihtiyaçtır. Bu ihtiyacı giderecek olan sadıkların sıdkı daha ne zamana kadar göz ardı edilecektir?Model: Hazret-i Ali’nin (ra) ifadesiyle, “şiddetli kasırgaların hareket ettiremediği ve şiddetli sarsıntıların yerinden oynatamadığı ulu bir dağ” olan Sıddîk Ebubekir (ra).* * *Selâmî ‘ârif ma’nâ-yı sırr sümme vechullâhHudânın her nazarda nâzır-ı dîdârıdır Sıddîk (Semme vechullâh: Ayetten iktibastır. “Doğu da, batı da (her yer) Allah’ındır; o hâlde nerede (yüzünüzü kıbleye) dönerseniz, artık orada Allah’ın râzı olduğu cihet vardır. …” / Didâr: Cenab-ı Hakkın görünüşü, tecellisi)“Ey Selami! Ârif isen sümme vechullah sırrının manasını Sıddîk de bulursun. Zira onun her nazarında Hudâ’nın isim ve sıfatlarının tecellisini gözetmek vardır: Sıddîkîn nazarı… Tasdike asılı.” Hazret-i Ebubekir (ra) “Hiçbir şey görmedim ki, onda Allah’ı görmemiş olayım.” buyurur. Aslında asr-ı saadet çarşısında nazarların bütün kuvvetiyle yöneldiği Cenab-ı Hakkın marziyyatının, nazari dayanağıdır bu söz. Baktığı her şeyde Rabbinin isim ve sıfatlarının tecellisini görmek ve onun marifetiyle huzur-u daimiyi elde etmek…“Sıddîk / Sâdık” tesmiyesi ile zihinleri, kalbleri, ruhları, bütün kuvvetleriyle yerler ve gökler Rabbi’nin rızasını aramaya ve anlamaya müştak nesillere o kadar çok ihtiyacımız var ki… Sıdk üzere bir dünyanın imar ve inşası için!* * *Bir Hadis:Bir gün O, Seyyidimiz Efendimize (asm) şöyle buyurmuştu: “Ya Resulallah! Bana bir dua öğretiniz de onu namazımda okuyayım!” Fem-i Mübarekten inci misal şu sözler parlamıştı: “Allah’ım! Ben kendime çok zulmettim. Günahları bağışlayacak ise yalnız sensin. Öyleyse tükenmez lütfunla beni bağışla, bana merhamet et. Çünkü affı sonsuz, merhameti nihayetsiz olan, yalnız sensin!”

Bayram, dilde de ruhta da fedakârlığın yankısıdır. Ve bazen bir “harf” kadar ince, bir “sükût” kadar derindir. Harfler bile bayram eder, eğer yerini bilir ve gerektiğinde feda olmayı göze alırsa...Rivayet odur ki…1922 yılının Kurban Bayramı arifesi… İşgal altındaki İstanbul’da mücadele vermiş, ilmin ve cesaretin siperine çekilmiş bir mücahid âlim: Bediüzzaman Said Nursî. Ankara’dan gelen ısrarlı davetleri sonunda kabul etmiş, Kurban Bayramından birkaç gün önce trenle Anadolu’nun ortasına doğru yola çıkmıştır.Ankara Garı’nda onu karşılayanlar arasında, Siverek Milletvekili Yüzbaşı Abdülgani Ensari de vardır. Kurban Bayramı arifesinde geçen şu latife, hem zekânın inceliğini hem de dilin sırlarla örülü derinliğini gösterir:Bediüzzaman Hazretleri, tebessümle Ensari’ye döner ve der ki: “Ensari! Yarın Said’in başı kesilecek…”Ensari, bu söz karşısında şaşırır. Dahası telâşa kapılır: “Aman efendim, ne demek bu? Nasıl olur?”Bediüzzaman mahzun bir tebessümle harfleri konuşturur: “Evladım… ‘Said’ kelimesinden baştaki ‘sin’ harfini kesersen, geriye ne kalır?”“İyd...”“İşte o, bayram demektir. Yani yarın Kurban Bayramı’dır!”Bu latife sadece bir söz oyunu değildir; aynı zamanda kelimeye, harfe, manaya dokunan zarif bir tefekkürün tezahürüdür. Kurban Bayramı’nın özünde yatan fedakârlık, burada dilin yapısına da yansımış, harf düzeyinde sembolleşmiştir. Bediüzzaman Hazretleri, yalnızca bir kelimenin başındaki harfi “keserek” bayramı haber vermekle kalmamış; aynı zamanda bu mecazî kesişle, hakiki bir anlam kapısını aralamaktadır.Dilbilim açısından bakıldığında bu hadise, morfolojik bir müdahalenin ötesinde, bir dil felsefesidir. Bir kelimenin varlığını belirleyen harflerin, anlam dönüşümündeki rolünü gözler önüne serer. “Said (سعيد)” kelimesindeki “sin(س) ” harf i kurban edilince geriye “iyd(عيد) ” kalır ve bu da Arapçada “bayram” demektir. Böylece bir harfin fedasıyla yeni bir mana doğar.Bu da bize şunu gösterir: Kurban, sadece boğazlanan bir hayvan değildir; bazen bir benliği, bir harfi, bir gururu terk etmektir. Bazen kelimelerde baş harf olmaktan vazgeçmek, hakikatin sonuna eklenmektir.Bayram, dilde de ruhta da fedakârlığın yankısıdır. Ve bazen bir “harf” kadar ince, bir “sükût” kadar derindir. Harfler bile bayram eder, eğer yerini bilir ve gerektiğinde feda olmayı göze alırsa...

Bir bakış gibi başlar teslimiyet.Gök kubbenin çatladığı o ince çizgide, rüzgârın bir yaprağa dokunuşu kadar sessiz, yıldızların gecenin alnına düştüğü kadar derin...Teslimiyet, aşk gibi yakar ama yakarken güzelleştirir.Zira o, iradenin aşk hâlidir.Ah! Teslimiyet, bir düşüş değil, bir yükseliştir.Kaldıramadığımızı yere bırakmak değil; kalbimizi göğe salmak, ilahî huzura özlemle el açmaktır.Boyun eğmek değil, alnı secdeye koymak; diz çöküp yılmak değil, diz çöküp yeniden doğmaktır.Biz zannediyoruz ki güç hep elimizde tutmakla olur.Oysa bazen bırakmak da bir kudrettir.Dağın zirvesi, gölgesine teslim olmasaydı, bulutları ağırlayamazdı.Bir nehir, yatağına razı olmasaydı denize kavuşamazdı.Hayat, bir çölde ilerlemek gibidir.Göz alabildiğine kum, kulak duyamayacak kadar sessizlik…Ve orada birden, bir vaha gibi doğar teslimiyet.İşte o vakit, insan anlar ki, susuzluğu giderecek olan kendi küpü değil, gökten gelen rahmettir.Kavga ederek değil, dua ederek var olur insan.Teslim olan, galip gelmiştir zaten.Zira nefsini yenen, dünyayı da yener.Sultanlık, ferman yazmakla değil; fermanı yazana râm olmakladır.Mevlâna’nın dediği gibi: “Farklı bir şey dene: Teslim ol!”Zira irade aklın, teslimiyet kalbin dilidir.Ve kalp, bütün lisanların mukaddimesidir.Ey insan!Sen her şeyin efendisi olmaya çalışırken, her şeyin esiri oldun.Şimdi, kendine dön ve hatırla:Sana şah damarından yakın bir Kudret var.O’na sığın, O’na dayan, O’na bırak kendini...Zira teslime giden yol, emniyete çıkar.Ve emin olan, ne kaybeder?Hayatın çıplak taşlarıyla kanayan ayakların, sabırla yürümeyi öğrenince,o taşlar birer birer inciye döner.Yeter ki yolun sahibiyle yol arkadaşlığına razı ol.Yeter ki, ben’i yere bırak, O’na var.Teslimiyet, gidenin ardına ağlamak değil, kalanın hikmetini anlamaktır.Kaybedilenin ardından hüzün değil, kalanla yola devam etmektir.Çünkü her kayıp, yeni bir zuhurun eşiğidir.Her bitiş, başka bir doğuşun kıyısı...Teslim ol ki çoğal.Teslim ol ki diril.Teslim ol ki kendi kendinin mahpusu olmaktan kurtul.Ah, teslimiyet!Sen sadece tekkenin duvarında asılı duran bir yazı değil,kalpte yakılan bir kandilsin.Ey Allah’a boyun eğişin en güzel hâli!Ey huzur kapısının anahtarı!Ey hakikatin sükûneti!Gönül ki Çalab’ın tahtıysa,teslimiyet de o tahtın süsüdür.Ve bir gün, dünyadan göçüp giderken,arkamızda bıraktığımız tek şey,teslimiyetle yazılmış bir kader olur.

İslamiyet’in mantık ve sebeplerini açıkça bildirdiği konular vardır, bildirmediği fakat itaat beklediği konular vardır. İslamiyet, Allah’a teslim olmak demektir. Bu cihetle Müslümandan beklenen, sebeplerini bilmediği konularda da teslimiyetle itaat etmektir. Esasen nasıl ki İbrahim (as), oğlu İsmail’i kurban etmesini Allah emrettiği anda hiç tereddüd etmeyip bunun mantığını sorgulamadığı gibi bizler de öyle olmalıyız.Bediüzzaman Hazretleri, ibadete dair meselelerin iki kısım olduğunu, bir kısmına makulü’l-mana, diğer kısmına taabbudî denildiğini; birinci kısmın hikmetlerinin bilinebildiğini, taabbudî olanların hikmetleri bilinmese de sırf emredildiği için yapılması gerektiğini şöyle anlatır:“Mesâil-i şerîattan bir kısmına ‘taabbüdî’ denilir. Aklın muhâkemesine bağlı değildir. Emrolduğu için yapılır. İlleti, emirdir. Bir kısmına ‘ma’kûlü’l-ma’nâ’ ta’bîr edilir. Yani bir hikmet ve bir maslahatı var ki, o hükmün teşrîîne müreccih (şer’i bir hüküm olmasında tercih ettirici) olmuş. Fakat sebeb ve illet değil. Çünki hakîkî illet, emir ve nehy-i İlâhîdir.”1Mesela, namaz kılmanın hikmetini biliyoruz, ama secdenin neden 1 ya da 3 kez değil de 2 kez yapıldığını bildirilmediği için bilmiyoruz. Fakat hiç tereddütsüz 2 kere secde yapıyoruz.İslam’ın akıl ve mantık dini olması, ilk başta inandığımız değerlerin ve dinin temel meselelerinin bir mantığa dayalı olması ve akılla ispat ve izah edilebilmesi yönünden açıklanır. Yoksa İslam’ın mantık dini oluşunu bütün ayrıntıların herkes tarafından bilinmesi ile ispat edilebileceği şeklinde anlamak yanlıştır.İslamiyet temelde akıl ve mantığa istinad etse de, pek çok meseleleri için teslimiyet şarttır. Ama şu konu çok önemlidir ki, teslim olunan meselelerin de mantığa aykırı denebilecek hiçbir meselesi yoktur. Sebebini bilmemek veya anlayamamak mantığa aykırı olmakla aynı manaya gelmez. Biz bilmiyorsak başkası biliyordur. Ya da bu dünyada hikmeti bilinemezse ahirette mutlaka meydana çıkacaktır.Teslimiyetin öne çıkan bazı faydaları şunlardır:Birincisi: Teslimiyet bir Müslümanın kendi inanç dünyasında tevhidi sağlar. Çünkü akıl ve mantığına uyan meseleleri kabul ettiği gibi, o an için hikmetini bilemediği konularda da Allah’ın hükmüne rıza gösterir, teslim olur. Mesela dinen zengin sayılan bir Müslüman’ın zekât vermesi gerekir. Bu zekât sayesinde zenginlerden fakirlere merhametli, şefkatli yardım eli uzanırken; fakirlerden zenginlere karşı bir hürmet hissi uyanır. Böylelikle zenginlerin malı koruma altına alınmış olur. Diğer taraftan miras konusunda “erkeğe iki kadın hissesi vardır”2 hükmünü kendi dünyasında eşitlik ilkesiyle bağdaştıramayan bir Müslüman ya doğrudan doğruya veya hikmetini öğrenmek suretiyle yine teslimiyet göstermelidir. Kaldı ki miras konusunda bir kadın bir hisse alarak kocasının evine eli boş gitmediği gibi babası ve erkek kardeşleri nazarında bizim malımızı başkasının evine taşıyor izlenimi vermez; önceki şefkat, merhamet ve muhabbetlerinin devamını sağlar. Nafakasını temin etmek kocasının vazifesi olmakla beraber, kendi bir hissesiyle kocasının iki hissesi birleşince üç hisse olur, böylece yekûnda adalet tahakkuk etmiş olur.İkincisi: Teslimiyet, Müslümanların ittihadını, birlik ve beraberliğini netice verir. Teslimiyet, “O hâlde hep birlikte Allah’ın ipine (Kur’ân’a) sımsıkı sarılın ve parçalanmayın!”3 emrine uygun hareket etmektir. “Müminler ancak kardeştirler; öyle ise o iki kardeşinizin arasını düzeltin ve Allah’tan sakının ki merhamet olunasınız!”4 düsturunu yerine getirmektir. Böylece Kur’an etrafında halka halka kümelenen tüm Müslümanlar kardeşlik ilkesiyle safları sıklaştırarak tevhid dininin mensupları olarak kendine yakışanı yapmış olacaktır.Rabbimizden niyazımız şudur ki, âlem-i İslam’a birlik ve beraberlik ihsan eylesin. Bu vesileyle İslam coğrafyasında akan kan ve gözyaşı dinsin. Zâlimler ise hem bu dünyada hem ahirette zulümlerinin bedelini ödesin. Âmin.1- Said Nursî, Hayrat Neşriyat, Isparta 2021, Mektubât, s. 281.2- Nisâ, 4/11.3- Âl-i İmrân, 3/103.4- Hucurât, 49/10.

“Fakat hayır! Rabbine yemin olsun ki, (onlar) aralarında çıkan karışık işler hususunda seni hakem yapıp, sonra da verdiğin hükümden dolayı kendi (gönül)lerinde hiçbir sıkıntı duymadan tam bir teslimiyetle teslim olmadıkça iman etmiş olmazlar!” (Nisâ Suresi, 65)Teslimiyet. Her ne kadar heyecan verici bir kelime olsa da, günümüzün aşındırılmış kelimelerinden biri olarak düşünce dünyamızdaki yerini aldı. Teslim olma durumunun bir zorunluluk olarak anlaşılabileceği birçok sahneye şahitlik etmiş olabiliriz. Ancak biz bugün onu bir erdem, bir fazilet ve bir seciye olarak inancımız ışığında ele almaya çalışacağız.Kur’ân-ı Kerîm teslimiyeti inanç ve itikada yapışık olarak mütalaa eder. Yani teslimiyet, inancın vücudunu dışa yansıtan bir semptom, bir referans ve bir alâmettir. Teslimiyet, Kur’ân-ı Kerîm’de sadece pasif bir kabullenme değil, aktif ve bilinçli bir imanî duruştur. İslâm kelimesinin “barış” ve “teslimiyet” kökünden türediğini hesaba katarsak, teslimiyet ile İslâm arasındaki ilişkinin ya da iç içeliğin mertebesi daha kolay anlaşılır. Bu yönüyle teslimiyet, sadece dinî bir davranışı değil, aynı zamanda itikadî pozisyonumuzu belirliyor.Teslimiyet, Kur’ân’da sadece boyun eğmeyi değil; inancın içten bir ifadesi olarak gönüllü kulluğu işaret eder. İslâm kelimesi, kök olarak teslim olmak anlamına gelir. Bu açıdan bakıldığında, teslimiyet bir davranıştan daha çok inancın kendisiyle ilgilidir.Kur’ân, inancı olan kişiyi sadece “inanan” değil, aynı zamanda doğru yolda “ısrar eden”, “sebat eden” biri olarak tanımlar: “Gerçekten, ‘Rabbimiz Allah’tır!’ deyip, sonra da dosdoğru olan kimseler var ya, onlara artık korku yoktur ve onlar mahzun (da) olmayacaklardır.” (Ahkaf, 13)Yani sadece inanmanın yetmediğini, bu inancı hayata yansıtmak gerektiğini bilmemiz gerekmektedir. Gerçek teslimiyetin başladığı yer tam da burasıdır. Teslimiyete bakabileceğimiz zaviyelerden bazıları şunlardır:1. Teslimiyet: Kalpte başlayan bir imanî tutumKur’ân, gerçek müminleri şöyle tanımlar: “Gerçekten, ‘Rabbimiz Allah’tır!’ deyip, sonra da dosdoğru olan kimseler var ya, onlara artık korku yoktur ve onlar mahzun (da) olmayacaklardır.” (Ahkaf, 13)Bu ayet, teslimiyetin Allah’a sadece inanmakla sınırlı olmadığını, bu inancı hayata dönüştürmeyi zorunlu kıldığını gösterir. Kalpteki teslimiyet, davranışlara yansımadıkça gerçek bir anlamla buluşamayacaktır.2. Teslimiyet, zorlukta ve kolaylıkta geçerlidirTeslimiyet, sadece nimetler karşısında ve rahat içindeyken değil; zorlukta, musibette, ilâhî emirlere anlam veremediğimiz zamanda da geçerlidir. “De ki: ‘Allah’ın bizim için yazdığından başkası bize aslâ isâbet etmez. O bizim Mevla’mızdır. Öyleyse müminler ancak Allah’a tevekkül etsin!’” (Tevbe, 51)Bu ayet, teslimiyetin sadece bir tevekkül değil, aktif bir inanma durumu olduğunu gösterir. Mümin, şartlar ne olursa olsun Allah’ın hükmünü üstün tutar. Her olanın, Allah’ın (cc) ya iradesiyle ya da müsaadesiyle olduğunu bilerek ve buna itikad ederek davranır. Hatta bazen söz konusu tecellî ve tasarruftaki hikmeti anlayamasa da.3. Teslimiyet, itikadın taşlarıyla inşa edilirKur’ân’a göre teslimiyet, şunları içerir:Allah’ın her hükmünü doğru ve adil kabul etmek (Nisâ, 65)Emirlere samimi ve pazarlıksız bir kabul ve uygulama ile yaklaşmakPeygamber’in (asm) sünnetine karşı tam bir itimat duymak (Ahzâb, 36)Teslimiyet; şüphe, endişe, pazarlık ya da seçme hakkı değil, bilakis takdir ve tecellînin idrakinde olarak tam bir kabul hâlidir ki, buna içimizdeki söylenmelerimiz de dahildir. Aslında teslimiyete şöyle de bakabiliriz: Teslimiyet, “Bu benim başıma neden geldi?” bile dememe hâlidir. Çünkü âlemdeki tek fâil-i muhtar Cenab-ı Hak’tır. Bu kabil tutumlara muhteşem örneklerden bazılarını dikkatinize sunuyorum:1. Hz. İbrahim (as) – Teslimiyetin göz kamaştırıcı bayrağıOğlunu kurban etme konusunda tam bir teslimiyet ile iradesini Hak’tan yana beyan etti.“Âlemlerin Rabbine teslim oldum.” (Bakara, 131) diyerek tüm benliğiyle itaat etti.2. Hz. Musa (as)Mısır’da Firavun’un karşısında, Allah’ın mesajını büyük bir cesaretle tebliğ etti.Kızıldeniz’in yarılarak ikiye ayrılma anında bile halkının tereddüdüne karşı, “Rabbim benimle, O bana yol gösterecek.” diyerek tevekkül ve teslimiyetini sürdürdü. (Şuarâ, 62)3. Ashâb-ı KehfZâlim bir yönetim karşısında inançlarını muhafaza etmek için bir mağaraya sığındılar.Dünya nimetlerinden vazgeçip sadece Allah’a yönelerek örnek bir teslimiyet sergilediler. (Kehf Suresi)4. İmam Hüseyin (ra)Kerbela’da ölümü göze alarak hayatından vazgeçme pahasına Yezid’in zulmüne biat etmedi.Ailesiyle birlikte şehit olmayı göze alarak teslimiyetin en ağır imtihanını bir Peygamber torunu olarak geçti.5. Hallâc-ı Mansûr“Enel-Hakk” (Ben Hakk’ım) sözünü, mutlak teslimiyetin ve fenâ fi’llah hâlinin bir simgesi olarak söyledi.İnancı uğruna ağır işkenceler gördü ve bu uğurda can verdi.Hulâsa, teslimiyet önce kalbin sonra da kalıbın yani bedenin boyun eğmesidir. Hem de pazarlıksız bir şekilde. Kur’ân’a göre teslimiyet, kuru bir itaat değil; akılla, kalple ve iradeyle yoğrulmuş bir sadakat ve güven hâlidir. İtikadî olarak, teslimiyet imanın bir uzantısı değil, kendisidir. Çünkü Allah’a teslim olmayan bir kalp, O’na gerçekten iman etmiş sayılmaz.Teslimiyet, özellikle zor zamanlarda anlam kazanırKolaylık anında teslim olmak gerçek bir marifet değildir. Asıl imtihan, zorlukla karşılaşınca başlar. Çünkü zorluk bir ateş gibidir ve yüzümüzde ve inancımızda ne kadar maske varsa hepsini yakar ve bizim gerçeğimizi ortaya çıkarır.Allah’ın (cc), izin veya iradesi olmadan hiçbir şeyin başımıza gelmeyeceğinden emin olmak o kadar pahalı bir duygudur ki, ancak gerçek bir iman ehli o duyguyu üretebilir. “De ki: Bize Allah’ın yazdığı dışında hiçbir şey isabet etmez.” (Tevbe, 51)İnanan kişi, her şeyin bir sebep ve hikmetle olduğunu bilerek sabreder, direnç göstermez, güven duyar. Allah’ın (cc) yardımını formatlamaz. İlâhî yardımın biçimine ve zamanına biz karar veremeyiz. Çünkü Rabbimiz bazen vererek, bazen de vermeyerek yardım eder. Bazen bir şeyi esirgeyerek bizde büyük bir farkındalık kapısı açar ve başka türlü yardım etmiş olur. Teslimiyet; tecellî edenin Hakk’ın muradı olduğundan emin olduktan sonra gücümüz yeterse oradaki hikmete tâlip olmayı gerektirir. Oradaki hikmete vâkıf olamasak da yine teslim olmaktır.Teslimiyet, imanla bütünleşmiş bir tavırdır. Teslimiyet, inancın sadece bir parçası değil, tamamlayıcısıdır. Kur’ân bunu açıkça ifade eder: “Fakat hayır! Rabbine yemin olsun ki, (onlar) aralarında çıkan karışık işler hususunda seni hakem yapıp, sonra da verdiğin hükümden dolayı kendi (gönül)lerinde hiçbir sıkıntı duymadan tam bir teslimiyetle teslim olmadıkça iman etmiş olmazlar!” (Nisâ, 65)Bu ise, teslimiyetin bir tercih değil, imanın önemli bir şartı olduğunu gösterir. Rabbimiz, teslimiyetin sırrıyla sırlanmayı ve o sır ile hayatımızı süslemeyi nasip eylesin. Âmin.Es’selâmü alâ menittebea’l-hüdâ

“Sen de Halil gibi aklı başında er isen, bil ki ateş sana sudur. Sen de o ateşin pervanesi.”(Mevlânâ)Belki rastlanmıştır. Çinlilerin bir bedduası olduğu söylenir: “İlginç zamanlarda gelesin.” Hatıra hemen ahir zamandan haber veren ve sakındıran hadis-i şerifleri getirdi. “Öyle bir zaman gelecek ki…” tabiriyle maruf olanları.Ahir zamanda gelenlerdeniz. En sıkıntılı hallerden birisi de hislerin kullanımı… Zira hislerin aksi cevelanında kalbler ölürken, bedenlerin yaşadığına şahitler oluyoruz. Bu hislerden birisi de elbette ki teslimiyet. Neye karşı teslim olunduğu kesin olarak belirlenmezse kalbe şifa sunacağı yerde zehir de olabiliyor. Her histe olduğu gibi bu hissin de yüzünü hayırlı şeylere çevirmek, mecrasını ahiret yönüne değiştirmek elzem.Teslim ve teslimiyet kelimelerini Kamus-ı Türki satırlarında mercek altına aldığımızda teslim’e “Kendini Allah’ın iradesine terk etme, rıza, tevekkül” manası yüklendiğini, teslimiyetin de aynı manada kullanıldığını, fakat şöyle şerh düşüldüğünü görürüz: “Böyle bir ta’bir Arabi’de dahi asla memnu’ olduğundan galat ise de lisanımızın tasarrufatı sırasında girmiştir.” Bu kelimenin manası başka bir lügat müellifinin zihninde ise şöyle tasavvur olunur: “Vukuat-ı hadiseye razı olub i’tiraz ve iştikâdan hâlî olmak” Ne âlâ: “Of” değil “Oh” makamı… Kulun Rabbine olan teslimiyetinin hissiyat üzerindeki en mühim işareti.Bu hissin en mükemmel numuneleri eminiz ki -başta Mukteda ismine tevcihen Aleyhissalatü Vesselam Efendimiz olmak üzere- tüm peygamberlerde en güzel biçimde parlamıştır. Zira nübüvvet semasında karşılaşılan imtihanlarda tevhidi hayata hâkim kılmak için en evvel bu haslet güzel ahlak ufuklarından göz kırpmıştır.O vakit, haydi en mukaddes kaynağa…Biliriz ki Kur’ân kıssaları sırf tarihî bir tespit ve hikâyeden ibaret değildir. Bu kıssaların anlatılmasının bir hikmeti, peygamberliğin ağır mesuliyeti altında teselli ve takviyeye muhtaç Sevgili Peygamberimizin (asm) kalbini kuvvetlendirmektir. Nitekim, “(Ey Resûlüm!) Peygamberlerin haberlerinden, kendisi ile senin kalbini takviye edeceğimiz her şeyi sana anlatıyoruz. …” (Hûd, 120) ayeti bu hakikati ifade etmiyor mu?Boykot akabi, hicret arifesi… Nazil olan Sâffât suresinde ardı sıra peygamber kıssaları. Ve, İbrahim Peygamberin kıssasının hulasası. En mükemmel manada Sevgili Peygamberimizde (asm) görülen teslimiyeti. Ümid ve muştu habercisi bu kıssayı bir kez de bugünün ikliminde hissederekten okuyor ve kalbimize aktarıyoruz:[Şübhesiz İbrahim de onun yolunda olanlardandır. Çünki Rabbisine selîm bir kalb ile gelmişti. Hani, babasına ve kavmine şöyle demişti: “(Siz) nelere tapıyorsunuz?” “İftirâ etmek için mi Allah’tan başka ilâhlar istiyorsunuz?” “Peki âlemlerin Rabbi hakkındaki zannınız nedir?” Derken yıldızlara bir bakış baktı da: “Ben gerçekten hastayım” dedi. Bunun üzerine (kavmi kendilerine de bulaşır korkusuyla) arkalarını dönen kimseler olarak ondan kaçtılar. Sonra (o da) gizlice onların ilâhlarına varıp dedi ki: “(Önünüze konmuş bu yiyeceklerden) yemiyor musunuz? Size ne oldu da konuşmuyorsunuz?” Derken sağ eliyle (kuvvetli) bir darbe indirmek üzere gizlice üzerlerine vardı (da onları kırdı). Bunun üzerine (kavmi) koşarak ona yöneldiler. (İbrahim) dedi ki: “(Siz ellerinizle) yontmakta olduğunuz şeylere mi tapıyorsunuz? Hâlbuki sizi de yapmakta olduklarınızı da Allah yaratmıştır.” (Onlar ise:) “Onun için bir bina yapın da onu ateşe atın!” dediler. Böylece ona tuzak kurmak istediler, fakat onları en alçak kimseler kıldık. Nihâyet (biz kendisini ateşten kurtardıktan sonra İbrahim) dedi ki: “Gerçekten ben Rabbime gidiciyim; (O) bana doğru yolu gösterecektir.” “Rabbim! Bana sâlihlerden (olacak bir çocuk) ihsan eyle!” Bunun üzerine (biz de) onu halîm bir oğul (olan İsmail) ile müjdeledik. Nihâyet (çocuğu) onunla beraber çalışacak çağa erişince (İbrahim): “Ey oğulcuğum! Doğrusu ben uykuda (rüyâmda) görüyorum ki, gerçekten ben seni boğazlıyorum (kurbân ediyorum); artık bak, (bu rüyam hakkında) sen ne görürsün (fikrin nedir)?” dedi. (Çocuğu İsmail:) “Ey babacığım! Sana emredileni yap! İnşâallah beni sabredenlerden bulacaksın!” dedi. Böylece (ikisi de) teslîm olup (İbrahim) onu alnının bir tarafı (yere gelecek şekilde, yanı) üzerine yere yatırınca, artık ona: “Ey İbrahim! Hakikaten rüyaya sadâkat gösterdin! İşte biz iyilik edenleri böyle mükâfatlandırırız. Şübhesiz ki bu, gerçekten apaçık bir imtihandır!” diye seslendik. Ve (oğluna bedel) ona büyük bir kurbanlık fidye verdik. Hem sonraki (ümmet)ler içinde ona (iyi bir nâm) bıraktık. İbrahim’e selâm olsun! İyilik edenleri böyle mükâfâtlandırırız. Çünki o, bizim mümin kullarımızdandır. Bir de onu sâlihlerden bir peygamber olarak İshâk ile müjdeledik. Ona da İshâk’a da bereket verdik. Her ikisinin neslinden iyilik eden de nefsine apaçık zulmeden de bulunur.] (83-113)Evet…Her ikisinde büyük bir teslimiyet vuku bulan hadiseler:Birincisi tevhidi tebliğ etmenin neticesinde Nemrud’un ateşine atılma, diğeri Rabbimize verilen ahdin gereği olan İsmail’in kurban edilmesi… İlk geldiği günkü tazeliğini, gençliğini ve hayret uyandıran üslubunu daima muhafaza eden Kur’ân’ın bu kıssası her okunduğunda biz ahir zamanın Müslümanlarına hikmet dersini yeniliyor. Adeta diyor ki: Farklı asırlarda da olsa yaşayan herkes, Rabbine karşı teslimiyetini nübüvvet dairesinden ders alsın ve uyansın. Aklını ve kalbini Allah’a çevirsin. Teslimiyetini, putlaştırılan dünyevi meta’lara karşı değil de Yaradanına karşı yapsın. Teslimiyette farklı tavır…Lügatler biraz daha gözden geçirildiğinde teslimiyet hissine ait mana çerçevesinde karşılaşılan tavırlardan birisinin de “kabul ve itiraf etme, muhalefet etmeyip tasdik etme” olduğu görülecektir. Bunu, sağlam bir itikaddan ve Müslümanca bir bağlılıktan ayrı düşünmek hemen hemen imkânsızdır. Zira Hazret-i İbrahim’in Rabbine olan bu cihetteki teslimiyetini gösteren diğer bir Kur’ân kıssası şöyledir:[Bir zaman da İbrahim, babası Âzer’e şöyle demişti: “Birtakım putları ilâhlar mı ediniyorsun? Şübhesiz ki ben, seni ve kavmini apaçık bir dalâlet içinde görüyorum.” İşte (birliğimize delil getirsin) ve kat‘î olarak iman edenlerden olsun diye İbrahim’e, göklerin ve yerin melekûtunu (İlâhî tasarrufâtın açıkça göründüğü cihetini) böyle gösteriyorduk. Derken (İbrahim,) üzerini gece (karanlığı) kaplayınca bir yıldız gördü (ve kavmine): “Bu rabbimdir (öyle mi?)” dedi. Fakat (bir süre sonra o yıldız) batınca: “Ben batanları sevmem!” dedi. Daha sonra (gecenin bir vaktinde,) doğmakta olan ay’ı görünce: “Bu rabbimdir (öyle mi?)” dedi. Sonra (o da) batınca: “Yemîn olsun ki, eğer Rabbim beni hidâyete erdirmezse, mutlaka dalâlete düşen kimseler topluluğundan olurum!” dedi. Nihâyet doğmakta olan güneşi görünce: “Bu rabbimdir; (öyle mi?) bu daha büyüktür!” dedi. Fakat (o da) batınca: “Ey kavmim! (Bilin ki) doğrusu ben, (sizin Allah’a) ortak koşmakta olduğunuz şeylerden uzağım!” dedi. “Şübhesiz ki ben, Hanîf (hakka yönelmiş) olarak yüzümü, gökleri ve yeri yoktan var edene çevirdim ve ben (sizin gibi) müşriklerden değilim!”] (En’âm, 74-79)İbrahim Aleyhisselam’ın teslimiyetinin temelinde olan bu itikadi sır elbette sadece yaşandığı dönemi alakadar etmiyor. Geleceğe ışık tutuyor. Sonraki her devrin insanına ve milletlerine yön veriyor. Her devrin İbrahimlerini yetiştirmede geçerli olan genel kaide ve düsturların uçlarını gösteriyor. Bu yönüyle tarihin derinliklerinde kalmış bu kıssa, sadece yaşandığı dönemin değil bütün zamanların ihtiyaçlarına cevap veren bir özellik kazanıyor. Bütün zamanları ve mekânları kuşatan ilmiyle Rabbimiz ne kadar büyük, değil mi? Biliyoruz ki…Fen bilimlerindeki formüllerle, binlerce problemler çözülmektedir. Aynen öyle de Hazret-i İbrahim başta olmak üzere teslimiyet timsali peygamberlerin kıssaları ile günümüzün ferdi ve sosyal problemlerini çözmeye ne dersiniz? Teslimiyet ve diğer hislerin mecraları hayra yöneltilip kalblerin imani devridaimi sağlanabilir.Zira başta Sevgili Peygamberimiz (asm) olmak üzere bütün Müminlerin kalbini takviye edip teselli veren bu kıssalar definesinde Hatemü’l-Enbiyanın nice nübüvvet delilleri gizlidir. Hem de teslim olmuş Müslüman yürekleri yetiştirecek ve yeşertecek deliller…Rabbimiz! Bizi, sana teslîm olan kimseler eyle ve neslimizden sana teslîm olan bir ümmet (çıkar)! Bize, (razı olacağın hac, kurban gibi) kulluk usûllerimizi göster ve tevbelerimizi kabul buyur! Şübhesiz ki Tevvâb (tevbeleri çok kabûl eden), Rahîm (merhameti bol olan) ancak sensin!Âmin!

Bazı kelimeler vardır, insan onları hayatın yalnızca bir döneminde anlamaya başlar. Teslimiyet, işte öyle bir kelimedir. Gençliğin hızında, aklın keskinliğinde kolayca barınamaz. Güç istemez çünkü, razı olmayı ister. İtaat değil, anlayış ister. Teslimiyet; kaderin elini tutmaktır, ne yapacağını bilmediğin yerde, bilenin hükmüne razı olmaktır.Hayat bize çok şeyi öğretiyor. Ama galiba en çok şunu: Her şeyi kontrol edemezsin. Her yere yetişemezsin. Her şeyi bilemezsin. Ve bu kötü bir şey değildir; aksine bir huzur kapısıdır bu. O kapıdan girince anlıyorsun: Bazen bırakmak, tutmaktan daha güçlüdür.Bir noktadan sonra yaşamak; oluruna bırakmaktır. Bu cümleyi pasiflik sanan çok olur. Ama bazen akıntıya karşı yüzmek değil, suya teslim olmak taşır seni asıl sahile. Dalgayla kavga etmeyi bıraktığında, su seni hiç ummadığın yerlere ulaştırabilir. Kırılmadan, dökülmeden… belki biraz ıslanarak.Teslimiyet, bir vazgeçiş değil. Aksine en derin seçiştir. Mücadeleden kaçmak değil; hangi cephede savaşacağını bilmektir. Çünkü insan her savaşı kazanamaz, ama bazı savaşlardan uzak durarak kendini kurtarır. Her şeyi değiştirmeye çalışmak, bazen hiçbir şeyi değiştirememektir. Mücerreptir: Hayatı olduğu gibi kabul edince, hayat da seni olduğu gibi kabul etmeye başlıyor.Geçmişe dönüp bakınca görüyorsunuz, meğer ne çok şey için ne çok yorulmuşuz. Oysa hepsi bir noktadan sonra kendiliğinden yerine oturdu. Kayıplarımızın ardından doğan seherleri, yıkımların içinden yükselen o derin sessizliği… şimdi daha iyi anlıyoruz. Meğerse bazı acılar, kendi içinde rahmet saklıyormuş. İşte teslimiyet, bunu fark etmeye başladığın anda başlıyor. Güveniyorsun. Önünü tam göremesen de yürüyorsun. Teslimiyet, sadece zor zamanların dayanağı değil. Aynı zamanda neşenin de teminatı. Sürekli kaygı duyan biri mutlu olamaz. Her ihtimali kontrol etmeye çalışmak, insanı hayattan uzaklaştırır. Oysa güvenmek… bir rahatlıktır. Omuzlarından yük iner. İçin ferahlar. Ve artık yaşamaya başlarsın; sadece hayatta kalmaya değil, gerçekten yaşamaya…Tekkelerin duvarında “Âh, Teslimiyet!” yazarmış eskiden. Bu yazıyı şimdi belki duvarlara değil ama yüreğimizin bir köşesine asmalıyız. Çünkü modern insan, en çok orada yitiriyor teslimiyeti. Her şeyin hesabını yapmak istiyor. Oysa bazı hesaplar gökte tutuluyor. Ve o defterdeki matematiği biz çözmeyeceğiz.Hayat bazen içimize “yetmez” duygusunu fısıldıyor. Her şey eksik, her şey yetersiz gibi… Oysa her şey yerli yerinde, belki de sadece biz fazla müdahiliz. Belki de sorun fazlalıkta değil, fazlaca karışmakta. Teslimiyet, bunu fark ettiğin yerdir. Geri çekilmek değil, yerini bilmektir. Dolu dolu ama haddini aşmadan yaşamak.İşte tam da burada bir dua düşer insanın diline: “Rabbim, kaderini güzelce yaşamakta bana yardımcı ol.” Çünkü teslimiyet, güzelce yaşamaktır: Savaşarak değil, anlayarak. Hep konuşarak değil, bazen susarak. Hep tutarak değil, bazen salarak…Teslim olanlar düşmez. Onlar emanet eder. Kim emanet eder de zayi edilir ki?...

Yusuf Sûresinde “kıssaların en güzeli” tabirinin niçin kullanıldığını hiç düşündünüz mü? Hz. Yusuf (as), hayatında ne gibi sıkıntılar yaşadı? Bu sıkıntılarla nasıl baş etti? Aslında onun başından geçenlerin en güzel kıssa olarak anılması, belki de yaşadığı sıkıntılar ve başına gelen musibetler karşısındaki tavrıydı. Haksız yere hapse düşüp, tutulduğu yerde ilmî faaliyetlere devam ederek; “Medrese-i Yusufiye” tabirinin ortaya çıkmasını sağladı. Ondan sonra, tarih boyunca, haksız yere tutulan ilim ehli, bulundukları yerlerde isyan etmediler. Hz. Yusuf (as) gibi, hapishane hücrelerini birer medrese hücresine çevirdiler. Hz. Yusuf (as), muhtemelen 14 yıl hapis yattıktan sonra çıkıp, hakkıyla devletin en üst seviye yöneticiliğine atandı. Kardeşleri tarafından kuyuya atılan Yusuf’tan, Mısır azizi Yusuf’a dönüşmesi kolay olmadı. Temelinde Cenâb-ı Hakk’a teslimiyet vardı. Mevcut haline razı oldu, memnuniyetsizlik göstermedi.Hz. Yusuf’un (as) güzel kıssasının Yusuf Sûresinde anlatılması gibi, bir başka sûrede, yine güzel ve Allah’a teslimiyetin zirvesinin yaşandığı bir Peygamber kıssası anlatılmaktadır. Hz. İbrahim’in (as) bu ibretlik kıssasının anlatıldığı Saffât Sûresi 102. ve 103. âyetlerde Cenâb-ı Hak şöyle buyurmuştur: “Nihâyet (çocuğu) onunla berâber çalışacak çağa erişince (İbrâhîm): ‘Ey oğulcuğum! Doğrusu ben uykuda (rüyâmda) görüyorum ki, gerçekten ben seni boğazlıyorum (kurbân ediyorum); artık bak, (bu rüyâm hakkında) sen ne görürsün (fikrin nedir)?’ dedi. (Çocuğu İsmâîl:) ‘Ey babacığım! Sana emredileni yap! İnşâallah beni sabredenlerden bulacaksın!’ dedi. Böylece (ikisi de) teslîm olup (İbrâhîm) onu alnının bir tarafı (yere gelecek şekilde, yanı) üzerine yere yatırınca, artık ona: ‘Ey İbrâhîm! Hakîkaten rüyâya sadâkat gösterdin! İşte biz iyilik edenleri böyle mükâfâtlandırırız. Şübhesiz ki bu, gerçekten apaçık bir imtihandır!’ diye seslendik.”Bahsi geçen âyet-i kerîmelerde açık bir şekilde belirtildiği üzere Hz. İbrahim (as), Cenâb-ı Hakk’a olan sadakati ve teslimiyeti ile sınanmıştır. Rüyasında oğlu Hz. İsmail’i (as) kurban ettiğini gördü. Peygamberlerin rüyası perdesizdir. Yani hakikati olduğu gibi ve aynı şekilde görürler. O yüzden bu rüyadan oğlunu kurban etmesi gerektiğini anladı. Mecburen meseleyi Hz. İsmail’e (as) açtı. Karşılığında kendi teslimiyetini de perçinleyen bir cevap aldı. Emredilen ne ise, babasından onu yapmasını istiyordu. Babadaki teslimiyet, oğulda da vardı. Rablerine tam anlamıyla teslim olmuş baba ve oğulun bu ibretlik hikâyesini her sene yeniden ve fiilen yaşıyoruz. Kurban Bayramı’nda, kurbanlarımızı keserken o günleri hatırlıyoruz. Sadece rıza-yı İlâhî’yi ümit ederek yerine getirmemiz gereken kurban ibadetiyle, Rabbimize aynen Hz. İbrahim (as) gibi teslim olmamız gerektiği şuuruna varıyoruz. Hz. İbrahim (as), Rabbine teslim olup en değerli varlığını kurban edeceği sırada; “Ben Ulü’l-Azm Peygamberim. Benim başıma nasıl böyle bir şey gelebilir?” dememişti. Çağları aşan bir teslimiyet örneği ortaya koymuştu. Günümüzde biz, - Rabbimiz tarafından imtihan edildiğimizde nasıl bir tavır takınıyoruz? - Devamlı şikâyet halinde miyiz? - Yoksa Hz. İbrahim (as), Hz. Yusuf (as) veya Hz. Eyyub (as) gibi güzel birer sabır ile teslim mi oluyoruz? Bu imtihan-teslimiyet ilişkisini farklı bir boyuta taşıyalım ve düşünelim. Elinde yetki, makam, ünvan varken her şey güllük gülistanlık, her şey olumlu, herkes iyi, hayat çok güzel. Ancak bunlar elinden alınınca, herkes kötü oluyorsa, Hz. İbrahim’in (as) teslimiyetini anlamamışız demektir. Dünyayı sadece kendimiz ile kaim, manevî hizmetleri sadece bizimle var zannederek, maddî manevî rütbelere sımsıkı sarıldığımızda Hz. İsmail’in (as) daha çocukluğunda sahip olduğu şuuru elde edememişiz demektir. Hz. Ebû Eyyûb el-Ensarî’nin (ra) huzurunda, dünyaya hükmeden padişahlar kılıç kuşandılarsa, bu onun bir ordu komutanı ya da devlet başkanı olmasından dolayı değildi. Hayatının sonuna kadar her sene bir savaşa er olarak katılmasındandı. Doksan yaşına yaklaştığı halde yine savaşmaktan vazgeçmeyip binlerce kilometre aşarak İstanbul Surlarının önüne kadar gelmesindendi. Elindeki maddî ya da manevî varlığı, makamı veya rütbesi alınınca feryad eden, teslim olmayan, daha dava şuurunu elde edememiştir. Dava şuuru demek, her şeyiyle teslim olmaktır. Son nefesine kadar Bedîüzzaman Hazretleri gibi: “Davam!” demektir. Dava adamı, davasına teslim olur. Çocuklarını da birer dava adamı olarak yetiştirir. Onların da İslâm, Kur’ân, iman davasının birer neferi olarak, övgü, ödül, makam, rütbe beklemeyen fertler olmalarını sağlar. Bunlar zor değil ama kolay da değil. Yani imkânsız değil, çalışıp mücadele edince Allah nasib eder. İbrahim’ce teslimiyetin en güzel örneklerinden birisi Barla’nın kahramanlarından Sıddık Süleyman Ağabey’de görülmüştür. Bedîüzzaman Hazretleri, sadakati sebebiyle ona “Sıddık” ünvanını vermiştir. Onun bu halini şu şekilde anlatmıştır: “Süleyman, benim her hususî işimi ve kitabetimi kemal-i şevk ile minnet etmeyerek, mukabilinde bir şey kabul etmeyerek, kemal-i sadakatle yapmış. Hatta o derece safi ve hâlis, lillah için yapıyordu; belki yüz defadan ziyade arzu ettiğim dakikada, ümit edilmediği bir tarzda geliyor; fesübhanallah diyordum. ‘Benim arzu-yu kalbimi, bu işitiyor mu?’ Anladım ki, o istihdam olunuyor, sadakatinin kerametidir.” Sıddık Süleyman Ağabey’in bahçesi günümüzde hâlâ iman hizmetinde kullanılıyorsa, bu da teslimiyeti ve sadakati sayesindedir.

Hayatın içinde eğlence ve dinlenme elbette yer almalıdır. İnsan ruhu, bazen bir güzel sözle, bazen bir yürüyüşle, bazen dostlarla edilen samimi bir muhabbetle canlanır. Ancak bu dinlenme hâlleri insanı esas yolundan alıkoymamalı, onu asaletiyle ve sorumluluğuyla yeniden buluşturmalıdır. Aksi takdirde eğlence, bir nefes alma vasıtası olmaktan çıkıp bir sarhoşluk hâline gelir. Bugün sosyal medyada geçirilen saatler, ekranlar karşısında kaybolan ömürler, bunun acı bir göstergesidir.İnsanın ruhu, yalnızca hakikate, bilgiye ve sorumluluğa değil; aynı zamanda keyifli anlara, nefes alacak molalara da muhtaçtır. Bediüzzaman Said Nursî Hazretleri bu hakikati veciz bir şekilde dile getirir: Beşer hakikate muhtaç olduğu gibi bazı keyifli hevesâta da ihtiyaç duyar, fakat bu hevesâtın ölçüsü vaktin ancak beşte biri kadar olmalıdır. Aksi hâlde, hayatın dengesi bozulur; hem insanın gayreti zayıflar hem de zamanın bereketi kaçar.1Bugün pedagojik bilgiler de bu hakikati destekler niteliktedir. Çocuğun ya da gencin sağlıklı bir şekilde yetişebilmesi için yalnızca bilgi yüklememeli, aynı zamanda oyun, sanat ve nefes alma alanları da açılmalıdır. Fakat bu alanlar amacını aşıp hayatın merkezine yerleştiğinde, kişi hakikatle bağ kurmakta zorlanır. Modern psikoloji, sürekli çalışmanın kişiyi tükenmişliğe sürüklediğini; sürekli eğlencenin ise kişiyi amaçsızlığa ve boşluğa düşürdüğünü göstermektedir. Ne sürekli sorumluluk altında ezilmek ne de sürekli haz peşinde koşmak insanı hakikate götürür. Gerçek olgunluk, bu ikisi arasında hassas bir denge kurabilmektir.Bediüzzaman’ın “beşte bir” ölçüsü, insanın bu dengeyi kaybetmemesi için koyduğu son derece hikmetli bir çerçevedir. Vaktin %80’inin hakikate, ilme, çalışmaya, kulluğa; %20’sinin ise ruhu dinlendirecek, insana huzur verecek faaliyetlere ayrılması gerektiğini ifade eder. Ne var ki günümüz dünyasında bu denge büyük ölçüde bozulmuştur. Özellikle sosyal medya, video platformları, dijital oyunlar ve hızlı tüketilen eğlence içerikleri, insanı sürekli anlık hazlar peşinde sürüklüyor. Saatler süren ekran bağımlılığı, artık sadece boş vakit geçirmek değil; insanın ruhunu tüketen, sabrını azaltan, dikkat süresini kısaltan bir felaket hâline gelmiştir.Bediüzzaman’ın “havanın sırr-ı hikmetine münafî olur” ifadesi, bugün adeta dijital çağın insanı için söylenmiş gibidir. Hava gibi sürekli soluduğumuz içerikler, eğer yapıcı ve faydalı değilse; ruhu zehirlemekte, hakikatten uzaklaştırmaktadır. Eğlence, doğru bir çerçevede kalmadığında, insanı görevlerinden, asli vazifelerinden koparır. Bu kopuş da kişiyi daha tembel, daha kararsız, daha boş bir hayat algısına sürükler. Sa’yin yani çalışmanın şevki kırıldığında, hem fert hem toplum yavaş yavaş çözülmeye başlar.İslam’ın her konuda tavsiye ettiği itidal, bu meselede de kendisini gösterir. Allah Resulü (sav) bile ibadet ve dünya işlerinde aşırılığı menetmiş, hayatın bütün alanlarında bir denge kurulmasını istemiştir. Oruç, namaz, ilim, tefekkür kadar; yeme, uyuma ve neşelenme de hayatın lüzumlu parçalarıdır. Ancak bu parçalar asli görevlerin önüne geçtiği an, insan için nimet olmaktan çıkar, nıkmete yani cezaya dönüşür.Hayatın içinde eğlence ve dinlenme elbette yer almalıdır. İnsan ruhu, bazen bir güzel sözle, bazen bir yürüyüşle, bazen dostlarla edilen samimi bir muhabbetle canlanır. Ancak bu dinlenme hâlleri insanı esas yolundan alıkoymamalı, onu asaletiyle ve sorumluluğuyla yeniden buluşturmalıdır. Aksi takdirde eğlence, bir nefes alma vasıtası olmaktan çıkıp bir sarhoşluk hâline gelir. Bugün sosyal medyada geçirilen saatler, ekranlar karşısında kaybolan ömürler, bunun acı bir göstergesidir.İşte tam da bu sebeple, beşer bu hatasını tamir etmeye mecburdur. Vaktin çoğunu hakikate, faydalı işlere, çalışmaya ayırmalı; ancak yorgunluğunu giderecek kadar, ruhu ferahlatacak ölçüde eğlenceye izin vermelidir. Çünkü insan, çalıştığı zaman kendisini bulur; dinlendiği zaman da çalışmaya yeniden doğar. Ne sürekli yorulmak ne de sürekli oyalanmak insanı insana yaraşır kılar. Asıl meziyet, hem çalışmayı hem dinlenmeyi hikmetle örmeye muvaffak olabilmektir.Evet, Bediüzzaman’ın bu hatırlatması, çağlar üstü bir ölçü olarak bugün daha da büyük bir anlam taşımaktadır. Eğlenceyi hayatın efendisi değil, hizmetkârı yapmak; hakikati merkeze alıp hayatı ona göre düzenlemek, insanı gerçek anlamda insan kılacak yegâne yoldur.Eğlencenin Mahiyeti: Bediüzzaman’ın Ölçüsünden BakmakYukarıda bahsedildiği üzere, insanın ruhu yalnızca hakikate, ilme ve kulluğa değil; aynı zamanda dinlenmeye, huzur ve neşe veren anlara da muhtaçtır. Bediüzzaman Said Nursî, bu hakikati veciz bir şekilde “beşte bir” ölçüsüyle ifade eder: Vaktin %80’i hakikate, çalışmaya ve kulluğa; %20’ si ise ruhu dinlendiren faaliyetlere ayrılmalıdır. Ancak burada önemli bir soru karşımıza çıkar: Bu %20’lik dinlenme ve eğlenme payı nasıl bir mahiyette olmalıdır? Bediüzzaman Hazretleri, bu meseleye müzik (savtlar) üzerinden getirdiği ölçü ile çok net bir ölçü koyar: “Şeriatça bazı savtlar helâl, bazıları da haram kılınmıştır. Evet, ulvî hüzünleri, Rabbani aşkları îrâs eden sesler helâldir. Yetîmâne hüzünleri, nefsani şehevâtı tahrik eden sesler haramdır. Şeriatın tayin etmediği kısım ise, senin ruhuna, vicdanına yaptığı tesire göre hüküm alır.”2Bu ölçü sadece müziğe değil, bütün eğlence türlerine uygulanabilir. Yani: Eğer bir eğlence türü, insanın ruhunu ulvî duygulara, derin bir şükre, ince bir muhabbet ve hakikate götürüyorsa, o meşrudur. Fakat insanı gaflete düşüren, nefsani arzuları kamçılayan, insanı sorumluluk duygusundan, ciddiyetten ve kulluk şuurundan uzaklaştıran her türlü eğlence, Bediüzzaman Hazretlerinin bu ölçüsüne göre haram veya en azından zararlı olur. Şeriatın doğrudan bir hüküm koymadığı eğlence biçimlerinde ise belirleyici olan şey, eğlencenin ruhta ve vicdanda bıraktığı etkidir. Bir etkinlik, kişiyi içten içe Allah’a yaklaştırıyor, ahlâkını güzelleştiriyor, kalbini ferahlatıyor, aklını berraklaştırıyorsa helâldir. Ama bir etkinlik insanı zayıflatıyor, gaflete sürüklüyor, şehveti ve boş hevesleri kamçılıyorsa, ondan uzak durulmalıdır. Dolayısıyla Bediüzzaman’ın sesler üzerinden yaptığı bu değerlendirme, aslında eğlence kültürünün tamamı için bir mihenk taşıdır. Eğlence, insanın hem ruhunu hem aklını beslemeli, onu insanî ve ilâhî değerlere yaklaştırmalıdır. Eğlencenin kendisi amaç haline geldiğinde, insanı sorumluluklarından kopardığında ve dünyayı tek hedef gibi gösterdiğinde, o artık bir nefis tuzağı olur. Bugünün insanı için bu ölçü, özellikle çok kıymetlidir. Zira modern zamanlarda eğlence, yalnızca dinlenmek ve nefes almak için değil, çoğu zaman boşluk üretmek, sorumluluktan kaçmak ve hayatı unutmak için bir kaçış aracı haline gelmiştir. Oysa hakiki eğlence, insanı hayatın gerçeğinden koparan değil; onu daha derin bir şükre, daha berrak bir idrake hazırlayan bir nefes almadır. Bediüzzaman’ın bu ölçüsüyle bakıldığında, her türlü müzik, oyun, spor, sanat, gezi ve sosyal etkinlik, ruh ve vicdan terazisinde tartılmalı; insanı yücelten meşru eğlence ile insanı aşağıya çeken gayrimeşru eğlence birbirinden ayırt edilmelidir.1- Emirdağ Lahikası 4, 2832- İşaratü’l-İcaz, 64

Ey zamane insanı! Sen beni sadece yazın serinleten, dilimini eline alıp içindeki çekirdekleri kenara attığın bir meyve sanırsın. Oysa ben, toprağın bağrından gelen bir hikâyeyim. Sessizliğimi sabırla taşırım, ama bakışların biraz daha dikkatli olsaydı sana daha çok şey anlatabilirdim. Ben sade, gösterişsiz bir kabukla sarılıyım. Ne süslüüyüm ne cilalıyım. Ama içimde tatlılık, içimde serinlik, içimde hayat var. Dışımı beğenmediğin olduysa da, içime bakınca gülümsedin. İşte sen de öyle ol. Dışını cilalamaya değil, içini güzelleştirmeye bak. Ben, susuzlukla yanmış bir yaz günü taze bir umut gibi çıkarım sofrana. Birliğin simgesiyim; tek kabuğun içinde yüzlerce çekirdek taşırım ama bölmem, kavga etmem, her çekirdeğe yer var içimde. Sen ise en küçük farklılığa bile tahammül edemez olmuşsun. Ben sabrı bilirim; aylarca toprakta beklerim. Güneşi görürüm, yağmura maruz kalırım, rüzgârla savrulurum ama bir tek laf etmem. Çünkü bilirim ki zaman gelince olgunluk, vakti gelince tatlılık doğar. Sen ise her şeyin anında olmasını istiyorsun. Unutma, olgunluk zamana taliptir. Ben fıtri halimden utanmam. Beni genleştirirsen çatlarım, şeklimi zorla değiştirirsen ruhumu kaybederim. Fıtratıma müdahale edenin elinde meyve değil, sadece kabuk kalır. Ey insan, sen de kendi fıtratına dön. Ne oldu sana böyle, niçin kendinden kaçıyorsun? Ben sessizce büyürüm, ama bereketimle konuşurum. Benim adım mevsimle gelir, yazın bir hatırasıyım. Ama sen, hangi mevsimde yaşıyorsun? Kalbin hep kışta mı kaldı? Biraz güneş girsin içine. Biraz sevgi. Biraz sadelik. Ey insan! En azından bir karpuz kadar vefalı ol; dışın gösterişsiz olsa da, içinden tatlılık dökülsün. Kalbin dolu, ruhun sade olsun. Ve en mühimi: Vakit gelip de yarıldığında, içinden kin değil, rahmet ve iyilik çıksın.

“Mini tefekkür denizim!” ismini verdiği seyyar akvaryumunun başında gözlerini ve fikrini gezdirdi. Dalgıç kıyafeti giyerek derinlere dalmayı ve oraları seyretmeyi çok isterdi. Lakin kanaatsiz de değildi hani! Maksat marifetullah değil miydi? İşte okyanustan bir katre ve içerisinde rengarenk semekler… Yatsı namazını odasında kıldı. Hareketli bir gün olmuştu. Risale-i Nur ile meşgul olduğu günlerde kendini zihnen ve kalben çok zinde hissediyordu. Bunun sebebini çok iyi biliyordu. Kâinattan kalbine yansıyan her bir hadise ve manzara, iman hakikatlerinin sağladığı nazar sayesinde gerçek manasını buluyordu. Hiçbir şey kapalı kalmıyor, Alîm ve Hakîm olan Rabbinin izni ile ilim ve hikmete dönüşüyordu. Bu hafta sonu olduğu gibi yayla evinde arkadaşlarından uzak kaldığı vakitler ise kendisi için inziva mektebi oluyordu. Yunus Emre’nin “Sarı Çiçek” ilahisine sığıştırmış olduğu irfan meclisini, Üstad’larının himmetiyle tefekkür-haneye çevirdiği şu yayla köyüne, şu küçücük odasına sığdırıyordu. Her şey kendisiyle bu gece yarıları zikir arkadaşı oluyordu.“Mini tefekkür denizim!” ismini verdiği seyyar akvaryumunun başında gözlerini ve fikrini gezdirdi. Dalgıç kıyafeti giyerek derinlere dalmayı ve oraları seyretmeyi çok isterdi. Lakin kanaatsiz de değildi hani! Maksat marifetullah değil miydi? İşte okyanustan bir katre ve içerisinde rengarenk semekler… Dilinden “Madem O var her şey var.” hakikati dökülüverdi. Ardından ikindi vaktindeki güzel iman sohbeti ve annesi geldi aklına. İman hakikatlerini kendilerine nasip eden Rabbine teşekkürünü unutmadı: “Anneme, ilk şehid hanım sahabe olan isimdaşı Hazret-i Sümeyye’nin imanı gibi kuvvetli bir iman nasib ettiğin için ve kendisinden de istifade ettirdiğin için sana şükürler olsun Allah’ım.” dedi.Annesiyle yaptığı sohbeti en ince ayrıntısına kadar zihninden geçirdi. Açık nokta kalsın istemiyordu. Tefekkürden inşa ettiği iman bahislerini Cennet köşklerine benzetiyordu. Bir sütunu şöyle dursun, bir taşı dahi eksik olmamalıydı. Hafif bir sesle soruyu kendine yöneltti: “Allah’ı kendi keyfine göre konuşturanlar Tevrat ve İncil’i bozmuşlar. Dindar bir insan olarak biz Kur’ân’a nasıl bakmalıyız?” Din muhabbeti için “Hak böyledir. Hakikat budur. Allah’ın emri böyledir.” diyordu. Allah’ı kendi keyfine göre konuşturmuyordu. Hadsiz derecede haddinden tecavüz edip Allah’ın taklidini yapıp onun yerinde konuşmuyordu. Hakiki bir Mümin olan herkeste hâl böyleydi. “Allah adına yalan söyleyenden daha zalim kim vardır?” (Zümer, 32) ayeti iman dolu her kalbi titretiyordu.Sonra istisnasız hiçbir insanın kendi başına böyle bir kitabı yazması ve muvaffak olması hiçbir cihetle mümkün değildi. Belki, bütün ihtimallerden uzaktı. Çünkü birbirine yakın zatlar birbirini taklit edebilirdi. Bir cinsten olanlar, birbirinin suretine girebilirlerdi. Mertebece birbirine yakın olanlar, birbirinin makamlarını taklit edebilirlerdi. Mesela bir okul müdürü başka bir okul müdürünü geçici olarak taklit edebilir, muvakkaten insanları aldatabilirdi, fakat daimî aldatamazdı. Dikkatli insanlar her halükârda yapmacık hareketlerini ve sahtekârlığını elbette gösterecek, hilesini ilânihaye devam ettirmesine izin vermeyecekti.Eğer taklide çalışan adam, taklit ettiğinden son derece uzaksa… Mesela sıradan bir adam, İbn-i Sina gibi dâhi bir doktoru taklit etmek istese insanları ne kadar aldatabilirdi? Bir çoban bir padişahın vaziyetini takınsa kaç kişi aldanırdı? Millete maskara olmaz mıydı? Bu insanların her bir hali, “Ben sahtekârım.” diye bağırmaz mıydı? İşte Kur’ân, beşer kelâmı farz edildiği vakit… “Haşa, yüz bin defa haşa!” dedi, mırıldanarak ve irkilerek. Nasıl bir yıldız böceği bin sene tekellüfsüz hakikî bir yıldız olarak rasat ehline görünsün? Nasıl bir sinek bir sene boyunca tavus kuşu suretinde kendini hiç zorlanmadan seyredenlere göstersin? Nasıl sahtekâr ve acemi bir asker, meşhur bir mareşal gibi kendini göstersin, ordu içinde yıllarca dolaşsın da hiç kimseye hilesini hissettirmesin? Nasıl iftiracı, yalancı ve itikatsız bir adam, ömrü boyunca en güvenilir, en inançlı bir insanın halini, en dikkatli nazarlara karşı telaş etmeden göstersin ve dâhi insanların nazarında sahtekârlığı fark edilmesin? Tüm bunlar, olacak işler mi yani? Böyle bir şeye kim inanır ki? Hatta bu zamandan bir misal verecek olursak: Cumhurbaşkanlığındaki bir koruma kendini Cumhurbaşkanı olarak seksen milyona yıllarca yuttursun, inandırsın! … Bu hâl imkânsızdır. Aklın, fikrin ve ilmin kabul edemeyeceği bir gerçektir. Bu duruma hiçbir akıl sahibi mümkün diyemez. Akvaryumda yansıyan simasına bakarak ağır ağır, sessizce fakat bir o kadarda vurgulu şekilde ikrar etti: “Kur’ân’ı insan sözü ve eseri kabul etmek, akla ziyan çok hurafelere inanmayı netice verir. Böyle bir düşünce en saçma bir fikirdir. Hatta hayali bile abestir. Bir insan şeytanlıkta tam yüz derece ileri gitse, buna hiçbir ehli imanı inandıramaz. Bozulmamış hiçbir aklı kandıramaz! Yalnız konuya pek uzaktan baktırmakla bazılarını aldatır, yıldızı yıldız böceği gibi küçük gösterir.”Sonra Kur’ân’ı bir insan sözü olarak düşünmek, açık bir gerçeği inkâr etmek değil miydi? Kur’ân, milyarlarca insanı, on dört asır boyunca canı ve malı pahasına kendine bağladığı bir gerçek değil miydi? Batı mütefekkirlerinin de itirafıyla altın çağı İslam ülkelerine yaşatmamış mıydı? Her geçen gün yeni yeni mucizeleri ortaya çıkan bir kitap yani Kur’ân -haşa- nasıl ilimsiz sahtekâr bir insanın eseri olurdu? Haşa, sümme haşa! Onu izleyen ve merakla inceleyen zeki ve dahi insanlar, başta sahabeler olmak üzere hiçbir zaman hiçbir sahtekârlık görmedi! Daima ciddi, samimi ve ihlaslı buldu. Akıl böyle bir sahtekârlığa hiçbir ihtimal verir mi? O insan ki bütün haliyle, sözüyle, hareketleriyle etrafına güven veren, düşmanları dahi kendisini Muhammedü’l-Emin diye kabul eden bir Peygamber! Mekke’nin müşriklerinin düşmanlıklarıyla birlikte değerli eşyalarını ona teslim etmekten çekinmediğine, kendisini öldürmeye geldiklerinde dahi emanetleri sahiplerine ulaştırmayı öncelediğine tarih şahit! Başına gelen zorluklar nedeniyle imanında ve amelinde en ufak bir değişikliğe mahal vermeyen dava samimiyetine, ihlasına tüm âlem şahit! O insan ki güzel ahlak sahibi olarak dünyanın en dürüstleri olan talebelerini yetiştirmiş: Sahabeler! İslam’dan önce bazıları kızlarını diri diri toprağa gömmekte, bazıları haksız bir şekilde insanların mallarını gasp etmekten çekinmemekte, bazıları kan davası güdüp bu uğurda ölecek kadar ileri gitmekte… Tarih bunu ders veriyor. Ya sonrası, saadet asrının güzelliğine doğan birer yıldız oluyorlar. Kendi rızalarıyla cahiliye alışkanlıklarını hiçbir zorlama olmadan terk ederek dünyanın imrendiği birliği tesis ediyorlar. Onlar, Muhammedü’l-Emin’in (sav) en hayırlı ve güzel neticeleri veren meyveleri: Kâmil insanlar. Konuşan akvaryumdaki yansımaydı: “Şimdi gel nefsim, hâşâ en güvenilmez, böyle bir Zat’ın en ihlassız, en samimiyetsiz, en itikatsız olduğunu düşün! Haşa… Şeytanı bile utandıracak ne büyük bir saçmalık!”Elbette bu meselenin ortası yoktu. Kur’ân, hakikatlerin toplandığı bir mukaddes kitaptı. Hurafelere yer yoktu. Bütün güzelliklerin kaynağıydı. Hilelerin, aldatmaların, düzenbazlıkların merkezi değildi. Getiren zat, en yüksek derecedeki Allah’ın Resulüydü (asm). Aksi Allah’a iftira etmek, Allah adına yalan söylemekle en aşağı bir dereceye düşmektir. Bu da muhaldir, imkânsızdır. Zira asırlardır insanlığa Kelamullah olduğunu gösteriyor. Ümmet, canıyla malıyla ona sahip çıkıyor. Her işinde onu kendine rehber yapıyor. Eğer içinde zerre kadar bir hile, bir sahtekârlık olsa idi ortaya çıkacaktı. Bir sineğin kendisini yıllarca hatta asırlarca tavus kuşu gibi insanlara göstermesi mümkün müdür? Sonra Kur’ân, milyarları kanunlarına severek itaat ettiriyor. Bütün engelleyici kanunlara, baskılara, katliamlara ve sürgünlere rağmen, sevenlerini her gün hiç olmazsa beş defa namazda topluyor. İnsanların dünya ve ahiret saadetlerine vesile oluyor. Milyonların akıllarını, kalplerini ve fikirlerini eğitiyor. Ruhlarını kendine âşık ediyor. Nefislerini ıslah ediyor. Âşıklarını da en güzel ahlaka bürünmelerini sağlayarak önderlikle/örneklikle taçlandırıyor. Ölü vicdanları ihya ediyor. “Komşusu açken kendisi tok yatmayacak” hakikatiyle nurlanan bir ahlaka büründürüyor. En kötü alışkanlıklarını zorlamayarak, severek terk edecek bir olgunluğu, nefislere kazandırıyor. Bütün bu güzel neticeleri meydana getirdiği halde -haşa yüz bin defa haşa- Kur’ân’ı kuvvetsiz, kıymetsiz, asılsız bir düzmece eser diye düşünmek, akıl ve fikir nimetinden mahrum kalmaktır. Bu tefekkürünün ardından pencereden karşı bayırları seyrederek kollarını açtı. Sesini az biraz yükseltmişti. Coşkuluydu: Ey Şeytan ve ey Şeytanın şakirtleri! Elbette ve kesinlikle şeytanın taraftarlarına rağmen, açık bir şekilde bellidir ki Muhammed-i Arabi Aleyhissalâtü Vesselâm Resulullah’tır ve bütün Resullerin en mükemmelidir, bütün yaratılmışların en faziletlisidir. Elindeki kitap da kendine Allah tarafından verilmiş bir tebliğdir.

Misvak, sadece bir temizlik aracı değil; hem ağız sağlığına hem de ruha hitap eden bir sünnettir. Efendimiz (sav), neredeyse her abdestten önce misvak kullanır, “Ümmetime meşakkat vereceğinden korkmasaydım her namaz öncesi misvak kullanmayı emrederdim” buyururdu. Bu söz, onun hem önemini hem de devamlılığını açıkça gösteriyor.Zamanın hükmü, bazen en faydalı alışkanlıkları bile hayattan siler. Bugün çoğumuz için “misvak” sadece tarih kitaplarında, siyer sayfalarında ya da bazı ibadet tariflerinde geçen bir kelimeden ibaret. Oysa onun arkasında hem bir Peygamber sünneti hem de insan fıtratına uygun hikmetler zinciri gizlidir.Misvak, sadece bir temizlik aracı değil; hem ağız sağlığına hem de ruha hitap eden bir sünnettir. Efendimiz (sav), neredeyse her abdestten önce misvak kullanır, “Ümmetime meşakkat vereceğinden korkmasaydım her namaz öncesi misvak kullanmayı emrederdim” buyururdu. Bu söz, onun hem önemini hem de devamlılığını açıkça gösteriyor.Peki neden terk edildi?Cevap, belki de “medenilik” adına pek çok fıtri değerden uzaklaşmamızda saklıdır. Modern diş fırçaları, kimyasal içerikli macunlar ve pazarlanmış ürünler hayatımıza öyle girdi ki, misvak bir bakıma ‘geri’ bir şey gibi algılanmaya başlandı. Hâlbuki misvak; ne elektrik ister ne su, ne kimyasal içerir ne de doğaya zarar verir. Üstelik bilimsel araştırmalar da onun doğal florür, antiseptik özelliği ve diş eti sağlığı üzerindeki etkilerini bir bir ortaya koymaktadır.Misvak, sadece diş temizliği değil; bir tavırdır da. İsrafa karşı bir duruş, doğallığa yöneliş ve sünneti hayatın merkezine almanın bir ifadesidir. Elinle tuttuğun bir dal parçası, seni hem Efendimiz (sav)’in izine yaklaştırır, hem de kendine. Çünkü misvak aynı zamanda bir farkındalıktır. Her kullanışında hatırlarsın: “Sünnet-i seniyenin küçük bir âdâbına mürâat etmek, ehemmiyetli bir takvâyı ve kuvvetli bir imanı ihsas ediyor. Doğrudan doğruya sünnet-i seniyeye ittiba etmek, Resûl-ü Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm’ı hatıra getiriyor. O ihtardan, o hatıra, bir huzur-u İlahî hatırasına inkılâb eder.”Şimdi düşünelim: Her sabah diş fırçasını elimize alırken, acaba bir misvak da yanı başımızda duruyor mu? Belki aynanın kenarında bir hatırlatma olur, belki bir sabah elimiz ona uzanır. Zira her sünnet, yaşanmak için vardır; unutulmak için değil.Öyleyse, misvakı sadece geçmişin bir alışkanlığı değil, geleceğin bir adımı olarak görelim. Modernliğin kirli kalıplarından sıyrılıp fıtrata dönelim. Çünkü bazen en ileri adım, bir geri dönüşle başlar.

İnsan hayatının neredeyse her anı, bir imtihanın eşiğindedir. Mutlulukta sabır, hüzünde sabır, bollukta sabır, darlıkta sabır... Kısacası sabır, insanın hem iç hem dış dünyasında yol alabilmesinin temel direğidir. Hayat bir yolculuktur ve bu yolculukta sabır, hem yolda kalmanın hem de hedefe ulaşmanın vazgeçilmezidir. Sabırsızlık ise çoğu zaman ayağa dolanan bir zincir gibidir; insanın niyetini, hedefini ve istikametini sekteye uğratır.İyilik yapmak, hayırlı bir işin ucundan tutmak, günahlardan uzak kalmak ya da bir musibet karşısında sarsılmadan ayakta durmak istiyorsak, muhakkak sabra muhtacız. Çünkü sabır, sadece dayanmak değil; bilinçli bir şekilde süreci kabullenmek ve Rabbimizin hikmetine teslim olmaktır. Kur’an-ı Kerim’de bu hakikat şu cümleyle ilan edilmiştir: “Şüphesiz Allah sabredenlerle beraberdir.” (Bakara, 153) Allah’ın beraberliğini kazanmak, bir kul için en büyük güç ve güven kaynağıdır.Bu yüzden sabır, gelişigüzel bir huy değil; emekle, bilinçle ve ibadetle geliştirilen bir haslettir. Bu yazıda sabrın nasıl inşa edilebileceğine, onu kalıcı bir meziyet hâline getirmenin yollarına ayetler, hadisler ve hikmetli sözler ışığında temas etmeye çalıştık.Sabır Yolunda Atılacak AdımlarDua: Rabbin Kapısını ÇalmakSabır, doğrudan Allah’tan istenmelidir. Çünkü kalpler O’nun elindedir. Kul, aczini itiraf edip Rabbine yöneldikçe, sabır kapıları onun için bir bir açılır. Ayet-i kerimede, “Sabret! Senin sabrın ancak Allah’ın yardımıyladır.” (Nahl, 16/127) buyrulmuştur.Dua, sadece sabır talebi değil; aynı zamanda sabrı doğuran bir tevekkül, bir teslimiyet ilanıdır. Dua eden kişi, Rabbine itimat eder; kendi nefsine değil.Gayret: Sabır İçin Adım AtmakSabır hareketsiz bir bekleyiş değil, faal bir gayretin neticesidir.Hadis: “Kim sabretmeye çalışırsa, Allah ona sabretme gücü verir.” (Buhârî, Zekât 50) İnsan sabır yolunda çabaladıkça, Rabbinin inayetiyle iç dünyası genişler. Bu gayret, sabrın kalpte bir meyve gibi olgunlaşmasını sağlar.İmtihan Bilinci: Hayatı Bir Dershane Gibi GörmekBu dünya, kalıcı bir yer değil, bir imtihan meydanıdır. Bize verilen her nimet ve her musibet, bu imtihanın bir parçasıdır.Ayet: “Sizi hem iyilikle hem kötülükle imtihan ederiz.” (Enbiya, 35) Hadis: “Dünya ahiretin tarlasıdır.” (Buhârî, Rikak, 3)Güzel Söz: “Dünya ücret değil, hizmet yeridir.” (Risale-i Nur, Lemalar, 6) Acılar öğretir, sevinçler hatırlatır. İnsanın her hâli, sabrın bir başka yüzünü talim ettirir.Mükâfatı Düşünmek: Sabrın Sonunda Ne Var?Zorluklara sabretmek kolay değildir ama karşılığında verilen mükâfatlar, bu yolda sebat etmeye değerdir. Zira ayette, “Sabredenlere mükâfatları hesapsız verilecektir.” (Zümer, 39/10) buyrulmuştur.Hadis-i şerifte ise, “İnsana sabırdan daha hayırlı bir nimet verilmemiştir.” (Tirmizî, Birr 77) denilmiştir.Hz. Ali: “İmanda sabır baş gibidir. Başsız beden, sabırsız iman olmaz.”Hazret-i Mevlâna: “Sabır, kurtuluşun anahtarıdır.”Şeyh Sadi: “Sabır, başta zehir, sonra bal olur.”Tolstoy: “Sabır ve zaman, en bahadır askerlerimdir.”Sabrın sonunda açılan kapılar, insanı hayret ve şükre boğar. Sabreden her kul bilir ki: Allah sabred(ip bekley)enlerle beraberdir.Aşağıya Bakmak: Haline Şükretmeyi Öğrenmekİnsan bazen sahip olduklarını unutur, gözünü hep eksik olanlara diker. Oysa sabır, bakış yönünü değiştirmekle başlar. Hadis-i şerifin ifadesiyle, “Hayat şartları sizinkinden daha aşağı olanlara bakınız; sizden daha iyi olanlara bakmayınız. Bu, Allah’ın üzerinizdeki nimetini hor görmemenize daha uygun bir davranıştır.” (Müslim, Zühd 9)“Sizden biriniz mal ve yaratılış itibariyle kendisinden üstün olan kimseye bakarsa, ardından kendinden daha düşük derecede olana baksın.” (Buhari, Rikak 30; Müslim, Zühd 8)Hayata bu gözle bakan bir kalp, şikâyet değil şükür üretir.Elindekine Şükür: Kaybı Değil, Kalanı GörmekŞikâyet etmek insana kaybettirir; şükretmek ise verilenin bereketini artırır. Urve bin Zübeyr’in bacağı kangren olduğundan kesilir ve aynı gün oğlu vefat eder. Ama onun duası şöyledir: “Birçok uzuv verdin, birini aldın; birçok evlat verdin, birini aldın. Sana hamdolsun ya Rabbi!”Sabır, sahip olunanı kaybetme korkusuyla değil, kalanla mutlu olma iradesiyle mümkündür.Sabırsızlığın Zararını Bilmek: Acıyı Büyütme!Sabırsızlık, dertleri iki katına çıkarır. Risale-i Nur’da bu şu sözle ifade edilmiştir. “Kadere itiraz eden başını örse vurur.” Yakup (as) da halini şu şekilde ifade etmişti: “Ben gam ve kederimi yalnız Allah’a şikâyet ederim.” (Yusuf, 12/86) İbn Mesud ise, “Bu neden böyle oldu, demektense, ateş koruna dokunmayı tercih ederim.” diyerek kulluğun olması gereken halini kendi hal ve diliyle beyan etmiştir.İsyan, insanı karanlığa çeker; sabır ise aydınlığa çıkarır.Namaz: Sabrın Eylem HâliNamaz, sabrı bedenle, kalple ve dille öğretir. Rabbimiz bunu şöyle beyan etmiştir: “Sabır ve namazla yardım isteyin. Allah sabredenlerle beraberdir.” (Bakara, 153)Elmalılı Hamdi Yazır da tefsirinde, “Namaza devam eden sabrı öğrenir.” diyerek ayetten almamız gereken dersi söylemiştir.Evet, namaz, bir disiplindir. Zamanında kılınan her vakit, iradeyi güçlendirir. Bu da sabrı kalıcı hâle getirir.Kolaylığı Hatırlamak: Her Zorluğun Arkasında Rahmet VardırZorluk kalıcı değildir. İmtihan geçicidir. Yeter ki kalbimizde ümit sönmesin. Mukaddes kitabımızda şöyle beyan edilmiştir: “Zorlukla birlikte muhakkak kolaylık vardır.” (İnşirah, 6)Hz. İsa da “Hoşlandığın şeye ulaşmak için hoşlanmadığın şeye katlan.” diyerek hayatta istikametli yol alabilmenin anahtarını söylemiştir.Bir zorluk insanı olgunlaştırır, pişirir. Sonunda da beklenmeyen kapılar açılır.Oruç: Sabır EğitimiOruç, sadece aç kalmak değildir; nefse karşı sabrın eğitimidir. Hadis-i şerifte, “Oruç sabrın yarısıdır.” denilmiştir. Oruç tutan kişi, açlıkla, susuzlukla beraber öfkeyle, arzu ile mücadele eder ve bu mücadele, sabrın kalpte derinleşmesini sağlar.Netice itibarıyla sabır, dünya yolculuğunun en sadık yol arkadaşıdır. Sabreden kaybetmez, sabreden yıkılmaz, sabreden sonunda muradına erer. Bu dünyada sabırla yaşayan, ahirette rahmetle karşılanır.Rabbimizden niyazımız; öğrendiğimiz bu güzellikleri sadece bilgi olarak değil, hayat tarzı olarak benimsememizi nasip etmesidir. Milletimiz ve bütün İslâm âlemi için rahmet, huzur ve hayırlar daim olsun. Âmin.

Kardeşliğe Dönüş: Münâzarât Ufkundan BugüneBediüzzaman Said Nursî’nin bir asır evvel Anadolu’nun doğusundan yükselttiği feryat, sadece o günün meselelerine değil, bugün hâlâ içinde bulunduğumuz çetin imtihanlara da ışık tutmaktadır. Münâzarât isimli eseri, bir yönüyle dönemin sosyal yapısını teşhis eden bir ayna, diğer yönüyle de asırlar ötesine seslenen bir reçete hükmündedir. O, milletin içinden yükselen itirazları, soruları, kırgınlıkları dinlemiş ve onlara “kardeşlik”, “adalet” ve “meşveret” ekseninde çözümler sunmuştur.Bugün, terör örgütü PKK’nın silah bırakması çağrısının gündeme geldiği bir eşikteyiz. Bu gelişme sadece siyasî ve askerî bir kırılma değil; milletin yeniden kendi aslına, kendi hikmetine dönmesi için bir imkân olabilir. Münâzarât’ta ifadesini bulan şu mana bugün de geçerlidir: “Kardeşini öldürmeye çalışan bir insana, nasıl kardeşim dersin?” Elbette bu çağrı, hâlâ devam eden yaraları sarma, geçmişin acılarını iyileştirme ve geleceği birlikte inşa etme iradesine dayanmalıdır.İşte bu yazı, “Münâzarât ufkundan bugüne” uzanan çizgide, yalnız silahların değil, kalplerin ve fikirlerin de dönüştüğü; korkuların değil, umutların konuştuğu bir Türkiye tahayyülüne katkı sunmayı hedeflemektedir.Yıllardır süregelen çatışmalar, acılar, gözyaşları ve kayıplar… Türkiye, kırk yılı aşkın süredir terörün gölgesinde bir bedel ödedi. PKK’nın silahlı eylemleri sadece binlerce cana mal olmadı; aynı zamanda toplumsal huzuru sarstı, kalkınmayı sekteye uğrattı, kardeşlik duygularını örseledi. Bu nedenle PKK’nın silah bırakması sadece bir askeri ya da güvenlik meselesi değil; aynı zamanda tarihî, sosyolojik ve vicdanî bir dönüm noktasıdır.Buraya Nasıl Gelindi?PKK, 1984’ten itibaren kırsalda başlattığı silahlı eylemlerle Türkiye’yi uzun süre meşgul etti. Bu süreçte zaman zaman diyalog kanalları da açıldı, çatışmasızlık dönemleri yaşandı. 1999’da Öcalan’ın yakalanması sonrası başlayan geri çekilme girişimi, 2009’da “Demokratik Açılım” süreci, 2013 Nevruz’unda Diyarbakır’da okunan mektupla başlayan “Çözüm Süreci”, hepsi bu tarihî kırılmanın işaret taşlarıydı. Fakat süreçlerin istikrar bulmaması, karşılıklı güvensizlik, dış müdahaleler ve provokasyonlar nedeniyle silahlar hiçbir zaman kalıcı olarak susmadı.Ancak son yıllarda ulusal güvenlik politikalarında kararlılık, bölgesel gelişmelerin değişimi, kamuoyunun barış yönündeki güçlü arzusu ve terörün artık bölgede taban bulamaması, PKK’nın silahlı varlığının sürdürülebilirliğini zayıflattı. Nihayet gelinen noktada, PKK kanadından gelen “silahları bırakma” çağrısı, sadece teknik değil, tarihî bir eşiğin habercisi olabilir.Silahların Susması Ne Anlama Geliyor?Bu gelişme öncelikle hayatın en temel hakkını; yaşama hakkını koruyacak bir adımdır. Artık bir annenin daha evladına ağıt yakmaması, bir askerin, bir öğretmenin, bir çocuğun can kaygısıyla yaşamak zorunda kalmaması demektir.Silahların susması demek, Türkiye’nin enerjisini, insan kaynağını, maddi gücünü ve zamanını toprağına, üretime, eğitime, sosyal barışa yönlendirmesi demektir. Bir ülke düşünün ki, yıllarca güvenlik harcamalarına ayırdığı milyarları artık sağlık, teknoloji ve kültür alanında değerlendirebilsin. Şu muhakkak ki en büyük kalkınma, barışın kendisidir.Bundan Sonra Ne Olmalı?Silahların bırakılması, elbette nihai bir hedef değil, bir başlangıçtır. Bu yeni dönemin sağlam temeller üzerine oturması için, Bediüzzaman Said Nursî’nin özellikle Münâzarât eserinde işaret ettiği gibi, sahih teşhislerle, manevî ve sosyal temellerle güçlendirilmiş bir iyileşme süreci inşa edilmelidir:İçtimâî Birlik ve Uhuvvetin Tesisi: Bediüzzaman’ın ifadesiyle “menfî milliyet” değil, “müsbet milliyet” esas alınmalıdır. Etnik farklılıklar düşmanlık vesilesi değil, Rahmet-i İlâhî’nin bir tecellisi olarak görülmelidir. Doğu halkının hissiyatı, adaletle ve şefkatle kucaklanmalı; hakiki bir kardeşlik zemini inşa edilmelidir.Adalet-i Mahza ve Vicdanî Temizlenme: Münâzarât’ta vurgulanan “adalet-i mahza” prensibi esas alınarak, mazlumların hakları iade edilmeli; geçmişin acılarına karşı hem maddî hem manevî bir yüzleşme gerçekleştirilmelidir. Hukukun üstünlüğü, şahısların değil değerlerin egemenliğini temin etmelidir.Maarif ve Terbiye ile Tecdid: Dağa çıkan değil, kaleme ve kitaba yönelen bir gençlik için eğitim seferberliği elzemdir. Said Nursî’nin tavsiyesiyle, medrese, mektep ve tekkenin ittihadı yani ilim, hikmet ve maneviyatın birlikte verilmesiyle bir nesil ihyâ edilebilir.Meşveret-i Şer’iyye ile Siyasî Meşruiyetin Tesis Edilmesi: Bediüzzaman’ın meşveret ve hürriyet anlayışı çerçevesinde, meselelerin çözüm yeri silah değil, istişareye dayalı meşru siyaset zeminidir. Şiddetin yerini söz almalı; irade halkın sesiyle tezahür etmelidir.Ecnebî Müdahalesine Karşı Millî Şuur: Münâzarât’ta da dikkat çekildiği üzere, milletin iç işlerine karışan haricî eller ancak fitne üretir. Bunun panzehiri, kendi içimizde “ittihad-ı İslâm” ve millî şuurla hareket etmektir. Başkalarının projeleriyle değil, kendi hakikatlerimizle yol almalıyız.Yeni Bir Türkiye MümkünPKK’nın silah bırakması, eğer kalıcı barışın bir parçası olursa; bu, sadece bir örgütün susması değil, bir devrin kapanmasıdır. Şimdi Türkiye için bir fırsat doğmuştur: geçmişin yükünü bırakmak, acılardan ders çıkararak daha adil, daha özgür, daha müreffeh bir geleceği hep birlikte inşa etmek… Bediüzzaman Hazretlerinin tabiriyle, “birbirine kenetlenmiş müteaddit kavimlerden teşekkül eden” bu milletin fertleri, hakkaniyet, kardeşlik ve hukuk çerçevesinde bir araya gelerek yeniden tarihî misyonuna yönelebilir.Zira onun da vurguladığı gibi, “bu milletin selâmeti, kardeşliktedir; ihtilafta değil”dir. Ancak bu kardeşliğin yerel sınırlarla sınırlı kalmaması gerekir. Zira bu millet yalnız kendine karşı değil, bütün beşeriyete karşı mesuliyet taşımaktadır. Coğrafyasının stratejik önemi, tarihî birikimi ve İslam medeniyetine yaptığı katkılar, ona yalnızca iç barışı değil, dünya barışını da besleyen bir model sunma mesuliyeti yüklemektedir.Bediüzzaman’ın deyimiyle, “adalet, hakkaniyet ve uhuvvet” esasları doğrultusunda yaşayarak bu değerleri âleme temsil etmek, bu milletin hem tarihî hem imanî vazifesidir. Kardeşliğin diliyle konuşulan, çocukların dağ yerine okul yolu tuttuğu, ilmin ve hikmetin yükseldiği, kültürlerin kaynaştığı, şehirlerin nefes aldığı bir Türkiye... Artık bir hayal değil, iman ve irade ile mümkün olan bir imkândır.

Zamanın garip bir hâl aldığı, değerlerin altüst olduğu, hakikatle yalanın yer değiştirdiği şu devirde, bir milletin varlığını sürdürebilmesi ve bir vatanın selametle ayakta durabilmesi için beş temel esas hayati önem taşımaktadır. Bunlar sadece birer ahlâkî nasihat değil, bir milletin felâha kavuşması için zarurî olan esaslardır. Birincisi: Hürmet. Büyük küçük demeden, her bir insanın hakkını ve varlığını tanımak, ailede ebeveyne, toplumda büyüklere, devlette otoriteye duyulan saygı; hürmet olmadan düzen olmaz. Hürmetin olmadığı yerde başkaldırı, kaos ve çatışma kaçınılmazdır. İkincisi: Merhamet. İnsanın kalbini yumuşatan, toplumu birbirine bağlayan en güçlü duygudur merhamet. Fakire, yetime, düşküne; hatta hayvana ve ağaca kadar uzanabilen bir şefkat. Merhametin çekildiği kalpler, taşlaşır. Taşlaşan kalplerin hükmettiği bir toplumda adalet değil, zulüm hüküm sürer. Üçüncüsü: Haramdan Sakınmak. Helâl-haram çizgisi, sadece bir inanç meselesi değil, toplumsal güvenin de temelidir. Haram, hakkı gasptır, emek hırsızlığıdır, zulümdür. Kazancına haram karışan toplumda helâl lokma zor bulunur; rızık, bereketini kaybeder; insanlar birbirine olan güvenini yitirir. Dördüncüsü: Emniyet. Malda, canda, namusta güven… Bir milletin huzurunun, bir devletin bekasının temelidir emniyet. Emniyetin olmadığı yerde insanlar evinden çıkamaz, fikrini söyleyemez, kazancını koruyamaz. Emniyetin tesisi, adaletin tesisine bağlıdır. Beşincisi: Serseriliği Bırakıp İtaat Etmek. Nizâm ve intizam, ancak belli bir otoriteye itaatle mümkündür. Başına buyrukluk toplumun düzenini bozar. Herkesin keyfine göre hareket ettiği bir yerde adalet de, hak da, hukuk da kalmaz. Serseriliğin yerine disiplin; keyfîliğin yerine sorumluluk gerekir. Bu beş esas, bir milleti millet yapan, bir vatanı vatan eden temel taşlardır. Bunlar sarsıldığında, sadece toplum değil, medeniyet de çöker. İşte bu sebeple, içinde bulunduğumuz bu “acîb zaman”da, her fert bu esasları kendine düstur edinmeli, bir cemiyetin ihyasının ancak fert fert ihyadan geçtiğini unutmamalıdır. (Siracünnur 173’ten)

Bazı sözler vardır ki, yalnız ağızdan çıkmaz; kalpten doğar, ruhu sarar, insanın hem yeryüzüyle hem gökyüzüyle bağını hatırlatır. “Esselâmü aleyküm” de işte böyle bir sözdür. Söyleyenin samimiyetinden beslenir, dinleyenin yüreğine dokunan bir selamet mektubuna dönüşür. Görünüşte basit, telaffuzu kolay, kısa bir ifadedir. Fakat içinde barındırdığı mana, zamanın ve mekânın ötesine taşar; ebediyete açılan bir kapıdır.Zira selâm, sadece bir hitap değil, bir eman duasıdır. Karşındakine “Senden korkum yok, sana zararım dokunmaz, benimle güvendesin” demenin en nezih ve yüce ifadesidir. Modern dünyanın çetinleşen ilişkilerinde, güvenin sarsıldığı, insanların birbirine karşı gardını indirmenin lüks sayıldığı bir zamanda bu cümle, adeta bir gönül sığınağıdır. Kavgaların, kırgınlıkların, sessizlik duvarlarının arasından geçerek ulaşır muhatabına. Ve o andan itibaren, kelime değil, kalbin niyetidir asıl yankılanan.Selâm, gönüller arasında örülmüş duvarları yıkar. Çünkü bu söz, yalnızca işitilmek için değil, hissedilmek için söylenir. Kimselerin bakmadığı bir anda, bakışsız kalmış birine yöneltilen içten bir selâm, bir ömrün yalnızlığını unutturabilir. Kalabalıkların içindeyken bile görünmez hisseden nice insan, tek bir selâmla fark edildiğini anlar. O selâm, yalnızca “buradayım” demez; “sen de varsın, seni görüyorum, sana değer veriyorum” der.Üstelik selâm, tanışıklık istemez. Yüz yüze gelmiş olmak, geçmişte bir muhabbet yaşamak gerekmez. Bilinmeyene yönelir, suskunu arar, sessizi bulur. Çünkü bu söz, insanın dış kapısını değil, doğrudan kalbinin iç odasını aralar. Kimseye ait olmayan, fakat herkesin muhtaç olduğu o mana kapısından içeri girer.Bu kadirşinas söz, yeryüzünün dili olmadan önce gökyüzünün armağanı olmuştur. Miraç gecesinde Cenâb-ı Hakk’ın Habibi’ne “es-Selâmü aleyke eyyühen-Nebiyyü” hitabıyla seslenmesi, bu yüce selâmın semavî menşeini gösterir. O gece, yalnız bir peygambere değil; onun şahsında bütün ümmete bir müjde, bir ebediyet daveti uzanmıştır. Peygamberimizin (asm) cevaben “es-Selâmü aleynâ ve alâ ibâdillâhis-sâlihîn” demesiyle bu selâm, geçmiş ümmetlere, sâlihlere ve onun izinden yürüyen bütün kalplere ulaşmıştır. Bu yüzdendir ki her bir mümin, her namazda bu hitabı tekrar ederken yalnızca bir cümleyi değil; bir bağlılığı, bir tevekkülü, bir müjdeyi dile getirir.Efendimiz (sav)’in “İman etmedikçe cennete giremezsiniz; birbirinizi sevmedikçe de iman etmiş olamazsınız. Size birbirinizi sevdirecek bir şey söyleyeyim mi? Aranızda selâmı yayınız” hadisi, bu sözün taşıdığı yükü açıkça gösterir. Selâm, bir toplumu kardeş kılan, insanlar arasındaki soğukluğu eriten bir hakikat ışığıdır. Hz. Enes (ra), Peygamber Efendimizin (asm) çocuklara dahi selâm verdiğini, yolda yürürken küçük bir topluluk görse bile onları görmezden gelmeyip selâmını eksik etmediğini rivayet eder. Selâm, bir yürek eğitimi, bir gönül terbiyesi ve bir ümmet ahlâkıdır. Sahabe efendilerimiz, selâmın bu kudsî değerini hayatlarında bizzat uygulamışlardır. Hz. Abdullah ibn Ömer, çarşıya sırf insanlara selâm vermek için çıkardı. Çünkü selâm vermeyi bir ticaret değil, bir sadaka olarak görürlerdi. Selâm, müminin hem dâhilî hem haricî bir aydınlanmasıydı. Bu yüzden birbiriyle dargın olanların barışmasına vesile olan, yabancıların tanışmasına kapı açan ilk adımdı.Evet, selâm, bir alışveriş değildir; bir sadakadır. Alan da kazanır, veren de. O yüzden selâm vermek, aynı zamanda bir kulluk şuurudur. Bir mümin, bu sözle yalnız başkasıyla değil, kendisiyle de barışır. Kendi iç çatışmalarının ortasında, diliyle bir dua fısıldar aslında. Hayatın ağırlığı omuzlarına çöktüğünde, kelimeler boğazında düğümlendiğinde, karamsarlığın eli kalbine dokunduğunda, selâmla çıkmalıdır yola. Çünkü selâm, insanın ruhuna serpilmiş bir su gibi huzur verir.İnsan, kaybetmekten en çok da sevdiklerini kaybetmekten korkar. Onların olmadığını düşünmek bile ağır gelir. Ama Peygamberimizin (asm) dilinden gelen selâm, bütün korkuların üzerine güneş gibi doğmuştur. Çünkü bu selâmın ardında fânî ayrılıkların baki vuslata döneceği, sevdiklerimizle ebedî alemde yeniden buluşacağımız hakikati yatar. Bu hakikate iman eden kalp, selâmı yalnızca söz olarak değil, bir hatıra, bir umut, bir teslimiyet nişanesi olarak taşır.Selâm, yitik bir huzurun izini sürenlerin sözcüğüdür. Her kim ki bu sözle konuşursa, bilsin ki Rabbin “es-Selâm” ismini anmakta; O’nun emanetine sığınmakta, O’ndan gelenle iyileşmektedir. Kalabalıklar arasında görünmeyenlere görünürlük kazandıran; içe kapanmış yüreklere kapı aralayan; gerginliği yumuşatıp, uzaklığı yakın eden bir köprüdür selâm. Belki de günümüz insanının en çok ihtiyacı olan şey budur: Tanımadığından korkmak yerine, tanımadığına selâm vermek.Bir selâm, bazen bir tebessüm kadar etkilidir. Bazen bir dua, bazen bir özür, bazen de bir vedadır. Ama hepsinden önce ve hepsinden fazla, bir barıştır. Hem insanla insan arasında hem de insanla Rabbi arasında yeniden kurulan bir köprü, tekrar açılan bir kapıdır. Ve her kapının ardında, bekleyen biri vardır. Belki bir dost, belki bir dertli, belki sadece “selâm”a muhtaç bir insan...O hâlde selâm ver. Bilinmeyene, mahzuna, mahcuba, geçene, kalana... Çünkü selâm, sözün en güzelidir. Ve hakikati hatırlamak isteyen her gönül, bu sözle yola çıkmalıdır.Esselamu Aleyküm.

Tüm Osmanlı sultanları, devlet işlerinin yanı sıra başta hat sanatı olmak üzere çeşitli sanatlarla ilgilenmişlerdir. Sahip oldukları ilim, aldıkları eğitimler ve icra ettikleri sanatlarla tarihte iz bırakmışlardır. Bazı padişahlar, hüsn-i hat sanatıyla da ilgilenerek “üstad” mertebesine kadar ulaşmışlardır. Bugün İslam medeniyet mirası içinde en önemli yere sahip olan hattın bu seviyeye ulaşmasında Osmanlı padişahlarından pek çoğunun bu sanata olan aşkı rol oynamış, dönemin sanatçılarını Ehl-i Hiref teşkilatıyla himaye edilerek pek çok önemli hattatın yetişmesine vesile olmuşlardır. Osmanlı padişahlarının çoğu hat sanatına gönül vermişlerse de “hattat padişah” adıyla anılan yedi padişah söz konusudur. Yaşadıkları yüzyılın usta şahsiyetlerinden eğitim alan bazı padişahların hat sanatındaki kabiliyetleriyle değerli eserlere imza atan bu padişahlar; Şeyh Hamdullah’ın öğrencisi II. Beyazıt, Hafız Osman’ın öğrencisi II. Mustafa, III. Ahmed ve III. Mustafa, Mustafa Rakım’ın öğrencisi II. Mahmud ve Sultan Abdülmecid ve II. Abdülhamid hattat olarak anılan padişahlardır.Sultan III. Ahmet hat sanatı ile ciddi seviyede meşgul olmuş büyük bir hattattır, bu sanatın gelişmesi için imkanlar sunmuştur. Bu sultanın eşsiz yazıları bugün Topkapı Sarayı, Ayasofya ve annesinin yaptırmış olduğu Üsküdar Valide Camii’ndeki duvarları süslemektedir. Mimari şaheserlerinden olan Üsküdar ve Sultan Ahmet’te kendi adına yaptırdığı meydan çeşmelerinin kitabeleri de onun ölmez eserleri arasındadır. III. Ahmet gibi kardeşi II. Mustafa da hatta yeni bir devir açan çağın hattatı Hafız Osman’dan hat meşk etmiştir. II. Mustafa’nın üstadına duyduğu hürmeti gösteren şu hikâye adını ölümsüzleştirmiştir: Hafız Osman yazı yazarken Padişah II. Mustafa hocasının hokkasını elinde tutar. Üstadın yazısındaki kudret ve yazının mükemmelliği karşısında bir ara hayranlıkla “Artık bir Hafız Osman Efendi daha yetişmez!” der. Hocası bu söze tebessümle şu mukabelede bulunur: “Hünkarım gibi hocasına hokka tutan padişahlar oldukça daha çok Hafız Osmanlar yetişir.” II. Abdülhamid’in talimatlarıyla dönemin önemli hattatları arasında bulunan Mehmed Hulûsi, Kayışzâde Hâfız Osman, Kadırgalı Mustafa Nazif, Hasan Rıza, Hâfız Osman, Ahmed Ârif Filibevî, Mehmed İzzet, Mehmed Şekerzâde ve Halil Şükrî’nin eserleri dönemin matbaalarında basılarak dağıtılmasını sağlamıştır.Osmanlı sultanları devleti mükemmel bir şekilde yönetmenin yanı sıra sanata da hayatlarında yer vermişlerdir. Hattat padişahların, hat sanatına olan ilgisi ve desteği hat sanatı mirasının bugün bizlere ulaşmasında köprü görevi görmüşlerdir. Ruhları şad, mekanları cennet olsun.