219. Sayı: "Hazır Ol Cenge Eğer İster İsen Sulh-u Salâh"Bu Sayıyı Satın Al
Konu resmiSavaş Değil, Barışı Kalıcı Kılma Çabası Bizimkisi
İnsan

Dünya düzeni her zaman kararlı bir irade ve dengenin ürünü olmuştur. Tarih boyunca Türk-İslam medeniyeti hem kendi değerlerini koruma hem de dünyaya adaleti tesis etme çabasında önemli bir rol üstlenmiştir. “Hazır ol cenge eğer ister isen sulh u salah” düsturu, yalnızca bir savaş çağrısı değil, aynı zamanda barışı kalıcı kılma yolunda güçlü bir iradenin ifadesidir. Nitekim Kur’an-ı Kerim’deki “Ey peygamber! Kâfirlerle ve münâfıklarla cihâd et ve onlara sert davran!” (Tevbe, 73) ayeti, bu kararlılığı destekler niteliktedir.Türk-İslam medeniyetinde savunma ve barış anlayışı, yalnızca fiziki bir güvenlik meselesi olarak değil, aynı zamanda manevi bir denge unsuru olarak değerlendirilmiştir. Barış, güçlü bir savunma anlayışıyla teminat altına alınır. İslam medeniyetinin özünde, saldırganlık yerine, adaletin tesis edilmesi ve toplumların huzur içinde yaşaması için gerekli tedbirlerin alınması yatmaktadır.Bu konuda diplomasi de barışı korumanın en etkili yollarından biri olmuştur. Ancak, etkili bir diplomasi için de caydırıcı güç şarttır. Diplomasiyle sağlanan her başarı, sağlam bir savunma gücüyle desteklendiğinde kalıcı hale gelir. Bu sebeple, Türk-İslam tarihinde kalem ve kılıç, devlet yönetiminin iki temel direği olarak kabul edilmiştir. Barış zamanında savunma gücünün zayıflaması, gelecekteki tehlikelere açık kapı bırakır. Bu anlayış çerçevesinde eğitimden sanata, teknolojiden sanayiye kadar her alanda bir milletin savunma kapasitesini diri tutması esastır.Günümüzde barış ve savaş dengesi, uluslararası ilişkilerin en hassas unsurlarından biridir. Teknolojik gelişmeler, savaşın yıkıcılığını artırırken, barışı korumanın daha karmaşık bir çaba haline gelmesine yol açmıştır. Bu bağlamda, güçlü savunma politikaları ve etkin diplomasi, milletlerin bağımsızlıklarını sürdürebilmelerinin temel şartıdır.Tarihte olduğu gibi bugün de bir devlet hem kalem hem de kılıçla ayakta kalabilir. Kalem, bilginin ve diplomasinin gücünü temsil ederken, kılıç ise savunma ve caydırıcılığın sembolüdür. Bu iki unsur arasındaki denge, güçlü ve sürdürülebilir bir devlet yapısının temelini oluşturur.Savunmanın asıl gücü ise eğitimle inşa edilir. Eğitimli fertler hem fiziki hem de zihni anlamda milletin en büyük gücüdür. Barışın korunması, eğitimin yaygınlaştırılması ve şahısların bilinçlendirilmesiyle mümkün olur. Nitekim İslam medeniyeti, ilmi ve eğitimi her zaman bir öncelik olarak görmüştür. Zira cihad, yalnızca savaş meydanında mücadele etmek anlamına gelmez. İslam’da cihad, kişinin nefsine karşı verdiği mücadeleden, topluma tebliğe yönelik gayretine kadar geniş bir alanı ihata eder. İslam hukukunda savaş, son çare olarak görülür. Savaşın kuralları ve sınırları net bir şekilde belirlenmiş, masumların zarar görmesi engellenmiştir. Savunma stratejileri, yalnızca düşmana karşı bir hazırlık değil, aynı zamanda toplumun huzurunu ve barışını koruma çabasıdır.Hasılı, “Hazır ol cenge eğer ister isen sulh u salah” cümlesi, Türk-İslam medeniyetinin barış ve savunma politikasını özetleyen bir ifadedir. Bu anlayış, bugün de milletlerin bağımsızlıklarını korumaları ve barışı sürdürebilmeleri için bir rehber olma niteliğindedir. Güçlü bir savunma, etkin diplomasi ve adalet ilkesiyle ancak dünya düzeni içinde kalıcı barış sağlanabilir.

Metin UÇAR 01 Şubat
Konu resmiTarihten Sayfalar
Tarih

Haliç TersanesiHaliç Tersanesi, 1455 yılında Fatih Sultan Mehmed tarafından kurulan Tersane-i Âmire’nin bir bölümüdür. Osmanlı Dev­le­ti’nin topraklarında yer alan tüm tersanelerin 16. yüzyılda idarî olarak buraya bağlanmasıyla birlikte Tersane-i Âmire, denizcilik alanında merkez konumuna geldi. Bu merkezin bünyesinde; inşa tezgâhları, havuzlar, kışlalar, yelken dikim ve kürek yapım atölyeleri ile mekteb bulunmaktaydı. Öte yandan tersanenin içerisinde bir cami, hamam ve zindan da yer almaktaydı. Yavuz Sultan Selim döneminde Haliç’teki tersaneler, Galata surlarından Kâğıthane Nehri’ne kadar Haliç’in kuzey kıyıları boyunca genişledi. Osmanlı donanması için her tür ahşap gemi inşasına elverişli, çeşm (göz) adı verilen üstü kapalı kızaklar ilave edildi. Donanmanın merkez üssü, Gelibolu’dan Haliç’e taşındı. Sultan 2. Selim döneminde 1570’te Kıbrıs Venediklilerden alındı. Os­manlı ilerlemesini önlemek için İspanya, Venedik ve Papalık güçlerinden oluşan bir haçlı ittifakı kuruldu ve Osmanlılara karşı bir deniz harekâtı düzenlendi. Bu harekâtın neticesi olarak İnebahtı Deniz Muharebesi, Gördüs Körfezindeki küçük Lepanto (İnebahtı) kasabası açıklarında iki tarafın karşılaşmasıyla gerçekleşti. Savaşta Osmanlı donanması, 190 gemisini kaybetmiştir. Her şeye rağmen Haliç tersanelerinde 5-6 ay gibi bir sürede yepyeni bir filo inşa edilmiştir. Donanma kısa sürede yeniden toparlanmış ve Akdeniz’deki Osmanlı üstünlüğü korunmuştur. Tersanede Türk mimarlar tarafından 1821-1825 yılları arasında ikinci bir kuru havuz yapıldı. O zaman dünyanın en büyük ahşap savaş gemisi ünvanını alan Mahmudiye Kalyonu burada inşa edildi. Sultan 2. Abdülhamid’in emriyle, İsveçli sanayici ve silah tüccarı Thorsten Nordenfelt tarafından geliştirilen dünyanın ilk denizaltılarından ikisi 1886’da satın alındı ve montajları Taşkızak’ta yapıldı. Bunlardan biri olan Abdülmecid adlı denizaltı, İstanbul’daki denemeler sırasında denizcilik tarihinde su altında torpido ateşleyen ilk denizaltı oldu.2 Şubat 1896Dârülaceze açıldıDârülaceze’nin kuruluş çalışmalarına, Sultan 2. Abdülhamid’in 30 Mart 1890 tarihli iradesi ile başlanmıştır. Bu kurumla birlikte sokaklarda dilenmekte olan kimsesiz çocukları, sakat erkek ve kadınları hem dilenme zilletinden kurtarmak hem de eğitim ve bakımlarını sağlamak amaçlanmıştı. Dârülaceze’nin inşaatı için Kâğıthane sırtlarındaki bugünkü yer tespit edilerek arazi kamulaştırıldı. Binaların planı seraskerlik inşaat dairesine sipariş edildi. Kimsesizlerin kalacağı odalarla sanatkâr olarak yetiştirilecek çocuklara mahsus birçok atölye, bir cami, bir kilise ve bir havra yapılması planlandı. İnşaatın maliyeti yaklaşık 70 bin altın lira tutmaktaydı. Bu meblağın 17 bin altın lirasını, Sultan 2. Abdülhamid şahsî servetinden karşılamıştır. Geri kalan kısmı ise bağışlarla tamamlanmıştır. Dârülaceze, yapımının tamamlanmasının ardından 2 Şubat 1896 günü Sadrazam Halil Rifat Paşa ta­ra­fından hizmete açılmıştır. 5 Şubat 1320Mevlânâ’nın torunu Ârif Çelebi vefat ettiMevlânâ Celâleddin-i Rûmî Hazretlerinin torunu Ârif Çelebi, 6 Haziran 1272’de Konya’da dünyaya gelmiştir. Asıl adı Feridun olmasına rağmen, dedesi Mevlânâ Hazretleri onun Emîr Ârif ünvanı ile tanınmasını istemiştir. Mevlevîler arasında Ulu Ârif Çelebi olarak tanınmıştır. Malatyalı Selâhaddin adlı birinden Kur’an dersi aldığı kaynaklarda belirtilmiştir. Ârif Çelebi, Cengiz Han’ın soyundan gelen ve Müslüman olan Gazân Han’ın saltanatının (1295-1304) ilk yıllarında Irâk-ı Acem’i görmek niyetiyle Erzurum üzerinden Tebriz’e gitti. Han’ın ailesi ona intisab ettiler. Mevlevîliğin yayılmasında büyük rolü olmuştur. Yaptığı seyahatlerle Mevlevîliğin Anadolu ve Batı İran’da yayılmasına yardım etmiştir. Emîr Âdil ve Emîr Âbid adlarında iki oğlu vardır. Millet Kütüphanesi’nde bulunan Menâkıbü’l-ʿârifîn nüshasında bir mersiye ile seksen iki gazel ve rubâîsi yer almaktadır. Konya’da 5 Şubat 1320’de vefat etmiştir.8 Şubat 1873Hattat İsmail Hakkı Altunbezer doğduHattat İsmail Hakkı Altunbezer, İstanbul’da Kuruçeşme semtinde doğmuştur. Baba tarafı beş batına kadar hattattır. İsmail Hakkı önce, Kazasker Mustafa İzzet Efendi’nin talebesi olan babası Mehmed İlmî Efendi’den sülüs-nesih öğrendi. Sanâyi-i Nefîse Mekte­bi’nde resim ve hakkâklık tahsil ederken Dîvân-ı Hümâyun Kalemi’ne girdi. Burada Sâmi Efendi’den hem tuğra çekmesini öğrendi hem de divanî, celî divanî ve celî sülüs yazılarını meşk etti. Önce “ikinci tuğrakeş”, sonra da “birinci tuğrakeş” oldu. Üsküdar Selimiye, Edirnekapı, Zeyneb Sultan, Abdi Çelebi, Şemsi Paşa camilerinin kubbe yazıları ile Lâleli, Afyon, Eskişehir, Bebek, Bakırköy, Kamer Hatun ve Beyoğlu Ağa camilerinde son derece sanatkârane celîleri vardır. Ayrıca Osmanlı devrinde son Kâbe örtüsünün kuşak yazısı, ilk riyâset-i cumhur mührü, Mahmud Şevket Paşa’nın türbe yazıları onun önemli eserleri arasındadır. 19 Temmuz 1846’da vefat etmiştir.

Ahmed Said GÜNDÜZ 01 Şubat
Konu resmiFilistin Filistin (La Galibe İllallah - El Hükmü Lillah)
İnsan

İslam Dünyasının kurumsal zilletine rağmen, Gazze, Filistin, Batı Şeria, Kudüs ve Mescid-i Aksa kazanacak. Bu satırların kaleme alındığı saatler itibariyle Gazze’de ateşkesin ilan edildiği, ateşkesin 19 Ocak 2025 itibariyle yürürlüğe gireceği haber platformlarında yer almaya başladı. 15 aydır devam eden soykırım sürecinde ateşkesin aciliyeti ve gerekliliği tartışmasızdır. Ateşkes anlaşması muhtelif aşamaları içeriyor. İsrail’in çekilmesinden rehinelerin ve cesetlerin teslimine, İnsani yardım ulaştırılmasından Gazze’nin yeniden inşasına kadar maddelerde anlaşmanın içeriğini oluşturuyor. Hem süreç başladığında hem devam ederken İsrail Başbakanı yaptığı açıklamalarda Hamas sona erene kadar devam edeceklerini ifade ediyordu. İsrail, amaçladığı bu sonuca ulaşamadı. Ancak ateşkesin pamuk ipliğine bağlı olduğunu da belirtmek gerekiyor. Ateşkes nihai bir çözüm anlamına gelmiyor. İsrail, daha önce, geçmiş yıllarda defalarca Gazze’ye saldırdığı gibi, ilk fırsatta yine saldırıya geçecektir. Nitekim ateşkes konusunda anlaşmaya varılmış olmasına rağmen ama henüz ateşkes yürürlüğe girmediği (19 Ocak’ta yürürlüğe girecek) için İsrail saldırılarına yoğun şekilde devam etmiştir. Ateşkes açıklamasından sonra yapılan saldırılarda 123 Filistinli daha şehit olmuştur.ABD Başkanı Biden’ın basın toplantısında bir basın mensubunun ateşkese ilişkin olarak sorduğu soru ise manidardı. Gazeteci Biden’a “Gazze’deki ateşkes sizin mi, yoksa Trump sayesinde mi sağlandı?” diye sordu. Yeni Başkan seçilen ve 20 Ocak’ta göreve başlayacak olan Trump ise yaptığı açıklamada “Bu epik ateşkes anlaşması, yalnızca kasım ayında kazandığımız tarihi zaferin bir sonucu olarak gerçekleşebilirdi.” olarak değerlendirdi. Ateşkes sürecinde Katar’ın rolünü de göz ardı etmemek gerekiyor.7 Ekim’in üzerinden 15 ay artık geride kaldı. 15 aydır ajanslar ve haber platformları gün gün hayatını kaybedenlerin sayısını dünya kamuoyu ile paylaştılar. Bugünler itibariyle hayatını kaybedenlerin sayısı artık 47 bine yaklaştı. Yaralananlar ise hayatını kaybedenlerin iki katından daha fazla. Bu rakamların yarısından fazlası kadın ve çocuklardan oluşuyor. Yerinden yurdundan göç etmek zorunda bırakılan Gazzeliler ise tam anlamıyla bir lokma ekmek, bir damla suya muhtaç durumdalar. Hastaneler, okullar, ibadethaneler gibi mekânların vurulması da artık mevzubahis bile edilmez hale geldi. Ne geride kalan 15 aylık süreçte ne de ateşkes sürecinde İslam dünyası bir varlık ortaya koyamadı. Ateşkes konuları ve soruları eski- yeni ABD başkanları muhataplığında gündeme gelmekte. Bütün bu ahval içerisinde, eğer varsa, vardı ise ve eğer hala kaldıysa, İslam Dünyasının kendisi, kendisini şiddetli bir hesaba çekmesi gerekmektedir. Mevcut durumda Gazze ne kadar izzetli ise İslam Dünyasının geriye kalanı o kadar zillet içerisindedir. Gazze adeta tek başına bir ümmet oldu, tek başına bir İslam Dünyası oldu, tek başına zalimin karşısına dikildi mücadele ve mücahede etti. Yahya Sinvar örneğinde olduğu gibi son nefesi anında bir tahta parçasını fırlatmak ile dahi olsa mücadelesinde dirayetle, kararlılıkla sebat etti.Bir buçuk milyarlık İslam âleminin içinde bir avuç Filistinli, yokluk ve imkânsızlıklar içerisinde Mescid-i Aksa gibi tüm ümmete ait bir meseleyi müdafaa etmenin mücadelesini sürdürdü ve sürdürüyor. Buna karşın İslam Dünyasının kolektifliğini temsil eden kurumsal yapıların trajik ve travmatik, zelil ve rezil bir hali iyice belirginleşti. İslam Dünyasının kurumsal olarak on yıllar boyunca Filistin meselesinden yıldan yıla ne kadar uzaklaştığı artık tevil götürmez bir açıklıkla ortaya çıktı. Bugün gelinen noktada ise Filistin coğrafi olarak İslam Dünyasının tam ortasında olmasına rağmen, İslam dünyası meseleye olan ilgisinden bir o kadar uzak noktaya savrulmuş durumda. İslam Dünyası; en yakınını en uzak hale getirmiştir. Gelinen noktada İslam dünyası; öznesi olmayan bir uluslararası topluma çağrılarda bulunmakta, edilgen ifadelerle İsrail’in durdurulması gerektiğini ifade etmekte, Batı mahkemelerinde açılan uluslararası davalardan medet ummaktadır. ABD Başkanlarının paylaşamadıkları ateşkes açıklamalarını ve birbirlerinden rol kapışlarını TV ekranlarından seyretmektedir. 15 aydır meselenin hiçbir noktasında inisiyatif, risk, pozisyon alamamış, bir maliyet üstlenmekten de kaçınmıştır.İslam Dünyasının Kendisiyle Yüzleşmesi Gerekiyorİslam Dünyasının 7 Ekim sonrası takındığı tavır, umursamazlık ve yüzsüzlük “Acaba gerçekten bir İslam Dünyası var mıdır?” durumunu sorgulanır hale getirmiştir. İslam dünyasının bir zamanlar, yani İKÖ kurulurken üzerinde söylemsel düzeyde de olsa yegâne uzlaştığı konu Filistin meselesi olmuştur. Potansiyel olarak da hala uzlaşabileceği tek konu olan Mescidi Aksa’dır. Ancak bu kadar yakın olan Filistin meselesinden bir o kadar uzaklaşmış olması, kendi varlığını sorgulanır hale getirmiştir. Bugün kurumsal olarak İslam Dünyası diye bir dünyadan bahsedilebiliyorsa, bugün BM’den sonra 57 üyesiyle en kalabalık uluslararası örgüt olarak İslam İşbirliği Teşkilatı varsa, bunların varlık nedeni Kudüs ve Mescid-i Aksa’dır. Bu sorun olmasa da muhtemeldir ki yine İİT benzeri bir kuruluş teşekkül edebilirdi. Ancak mevut durumda bu kuruluşu 1969 yılında Mescid-i Aksa’nın yakılması girişimi ortaya çıkarmıştır. Bugünkü adıyla İİT eski adıyla İKÖ’nün kuruluş ve varlık nedeni Mescid-i Aksa iken bugün İİT adeta beyin ölümü gerçekleşmiş ya da komaya girmiş gibi duyarsız kalmakta, veyahut şuurunu kaybetmişcesine varlık nedeninin dışında şu an için hiç de öncelikli olmayan eğitim, kültür, başka siyasi ve ekonomik meseleler üzerine alt kuruluşlar oluşturmakta, dal budak salmaktadır. İİT’nin kendi kurumsal kimliğinde ve yapısında gösterdiği gelişme ve genişlemenin Filistin meselesine hiçbir katkısı olmadığı gibi, bu meseleyi adeta tali bir konu haline dönüştürmüş, özünden uzaklaştırmıştır. 1948 Nekbe yani büyük felaket ve 1967 Naksa yani gerileme hadiselerinde bir İKÖ/İİT mevcut değilken 7 Ekim’den sonraki felaket sürecinin yaşandığı içinde bulunduğumuz dönem itibariyle, ekonomik gelişmişlikleri belli bir düzeye gelmiş çok sayıda İİT üyesi ülke bulunmaktadır. Bu ülkeler; mevcut durumda İİT- Arap Birliği gibi on yıllardır kurumsal çatıları olan bir İslam Dünyası inşa etmişlerdir. İİT ülkelerinin Dünya petrol ve ürünlerinde ihracat payı yüzde 36 yani dünyanın üçte birini oluşturmaktadır. İslam ülkelerinin silah harcamaları, dünya ortalamasının 1,5 katından daha fazladır. Pek çok rakam ve veri göz önüne alındığında İslam Dünyası kollektif ve kurumsal olarak göz ardı edilemeyecek önemli bir güç haline gelmiştir. Ancak buna rağmen sessiz kalmaktadır. Kınamaları ve toplantıları da bir anlam ifade etmemektedir. Adeta yok hükmündedir. Zira sonuca etki etmemektedir. Netenyahu’nun “Bizi durduracak bir güç yok”, “Çıkarlarınızı korumak istiyorsanız tek bir şey yapmalısınız: Sessiz kalın” şeklindeki küstah çıkışlarını da İslam Dünyası duymazdan gelmektedir. Filistin’de olanları görmezden gelmekte, olanlara tepkisizlikle dilsiz kalmakta, bunun yanı sıra bir de İsrail’in İslam Dünyasının kollektif onurunu imha eden çıkışlarını duymaz gelerek kulağının üzerine yatmaktadır. Bu nasıl bir rezillik, nasıl bir trajedi, nasıl bir travma, nasıl bir yüzsüzlük, nasıl bir zillettir. Cahit Zarifoğlu “Filistin bir sınav kâğıdı, Her mümin kulun önünde” der; bu imtihan kurumsal kolektiflik zemininde, İslam Dünyasının şahs-ı manevisi nezdinde kaybedilmektedir. İslam dünyası bu sınav ile yüzleşmekten kaçınmaktadır. Ancak kaçınılmaz yüzleşme için yine Filistin’i konu ettiği bir başka şiirinde Cahit Zarifoğlu “Bir gün ister istemez, Karşısında olacaksın kaçtıklarının. Dua et, O gün henüz mahşer olmasın.” demektedir. Bu dokuz aylık yüzleşmenin mahşer boyutu elbette ki inanan insanlar için hiç kolay olmayacağını, şehit evladını ebediyete uğrayan Gazzeli babanın, evladını toprağa verirken ümmetin Gazzelileri yüzüstü bıraktığına ilişkin şikayetini Resulullah’a arz etmesini söylemesi göstermektedir. Bu dünyadaki yüzleşmeyi anlamak için, ilerde Gazzelilerin yüzlerine bakabilmenin ne kadar yüzsüzlük içeren bir mahiyet taşıyabileceğini kavramak için ise merhum Bilge Kral Aliya İzzetbegoviç’in “Her şey bittiğinde hatırlayacağımız; düşmanlarımızın sözleri değil, dostlarımızın sessizliği olacaktır!” sözlerini hatırlamak gerekmektedir. İslam Dünyasının kurumsal zilleti, birlik için­deki dağınıklığı ve amaçlar içindeki öz­den kopmuşluğu içerisinde; “Filistin’i bir sınav kağıdı olarak gören, dünya ve ahi­ret­teki yüzleşmenin dehşetini hisseden, sessiz bir dost olarak hatırlanmak istemeyen” İİT’nin tutumundan da ayrıca ızdırap duyan Müslümanlar, fert fert, kimi zaman dua ederek, kimi yerde protesto ve sloganlarla, her zaman üzüntü ve hüzünle, her zaman kalpte ve dilde öfkeyle; boykotla, ellerinden - dillerinden –kalplerinden geleni yapmaya çalışmışlardır.Peki bu mevcut ahvale rağmen ne olacak, nasıl olacak?...İslam Dünyasının kurumsal zilletine rağmen, Gazze, Filistin, Batı Şeria, Kudüs ve Mescid-i Aksa kazanacak. La Galibe İllallah; kazanacak. El Hükmü Lillah; kazanacakAllah, İslam Dünyası içerisinde hala var olan Filistin’i kurtarmak isteyenlere kapılar açar ve onların cehd ve gayretlerine göre elbette sebepler yaratır.Bir Selahaddin çıkar ve Nuri Pakdil’in “Yü­rü kardeşim. Ayaklarına bir Kudüs gücü gelsin” mısraları dudaklarından dökülür.ve Yürünür…“İnnallahe yahluku’l-esbabe linecati Filistin (Şüphesiz Allah Filistin’in kurtuluşu için sebepleri yaratır)” niyazı kazanır.

Ahmet Hüsrev ÇELİK 01 Şubat
Konu resmiBediüzzaman Hazretleri’nin Mücâdelesi
Risale-i Nur

Bediüzzaman Hazretleri, hayatı boyunca dâhilde ve hâriçte maddî ve manevî mücadele etmiştir. Bu çerçevede dâhilde müspet hareket ederek asayişi temine çalışmış, hariçte ise düşmanın hücumuna karşılık gerekli cevabı vermiş, hak ile bâtıl arasında kıyamete kadar sürecek mücadelenin temsilciliğini yapmıştır. Şimdi gelin, seksen küsur senelik bu mücadelenin bazı kesitlerine birlikte göz atalım.Birincisi: Bediüzzaman Hazretleri tale­be­­leriyle birlikte Ruslara karşı Doğu Cep­he­si’nde büyük bir cesaretle savaşmıştır. O ta­rihî kesitlerden birini kendisi şöyle anlatır: “Eski Harb-i Umûmî’de, Pasinler Cephe­si’nde, şehîd Merhûm Mollâ Habîb ile berâber Rus’a hücum niyetiyle gidiyorduk. Onların topçuları, bir iki dakika fâsıla ile bize üç top güllesi atıyordu. Üç gülle, tam başımızın iki metre üstünden geçip, arkada dere içine saklanan askerimiz, görünmedikleri hâlde geri kaçtılar. Tecrübe için dedim: “Mollâ Habîb, ne dersin, ben bu gâvurun güllesine karşı gizlenmeyeceğim.” O da dedi: “Ben de senin arkandan çekilmeyeceğim.” İkinci top güllesi, pek yakınımızda düştü. Hıfz-ı İlâhî bizi muhâfaza ettiğine kanaatle Mollâ Habîb’e dedim:“Haydi ileri! Gâvurun top güllesi bizi öldüremez. Geri çekilmeye tenezzül etmeyeceğiz” dedim.”1İkincisi: “Bediüzzaman Hazretleri, ‘İşârâ­tü’l İ’câz’ isimli tefsirini Birinci Cihan Harbi sırasında Doğu Cephesi’nde talebeleriyle birlikte Ruslara karşı savaşırken yazmıştır. Üstad Hazretleri harpte bir yandan düşmana karşı çarpışıyor, bir yandan da o esnada kalbine gelen manaları kahraman ve sâdık talebesi Molla Habib’e yazdırıyordu. Kimi zaman at üstünde, kimi zaman avcı hattında düşmanın top gülleleri arasında, yanında müracaat edilecek hiçbir kitap olmadığı halde, nerede kalbine ilham gelirse orada “yaz” diyor, hazır bekleyen talebesi de bu derin manaları yazıya geçiriyordu. Harpte yazılan bir şaheser olan bu tefsir, Risale-i Nur’un bir fihristesi, bir listesi ve o Nur bahçesinin bir fidanlığı unvanını almıştır.”2 “(Birinci) Harb-i umuminin birinci senesinde, cebhe-i harbde, ateş içinde, müra­caat edilecek kitaplar olmadığı halde, ânî bir sûrette, âyât-ı Kur’ânîyeden tereş­şuh eden nüktelere dâir İşârâtü’l-İ’câz nâ­mın­daki tefsir…”3 ifadesiyle Bedi­üz­zaman Hazretleri bu harika Kur’ân tefsiriyle ilgili tarihe kısa bir not düşer. Ve maddî mücahede ile birlikte manevî mücahede için nasıl çaba sarf ettiğini şu satırlarla ifade eder:“Harb-i umumide gönüllü alay kumandanı olarak iki sene çalıştım, çarpıştım. Ordu kumandanı ve Enver Paşa takdîrâtı altında kıymettar talebelerimi, dostlarımı feda ettim. Yaralanıp esîr düştüm. Esaretten geldikten sonra ‘Hutuvât-ı Sitte’ gibi eserlerimle kendimi tehlikeye atıp, İngilizlerin İstanbul’a tasallutu altında İngilizlerin başlarına vurdum.”4 Üçüncüsü: Bediüzzaman Hazretleri Doğu Anadolu’da din ilimleri ile fen ilimlerinin birlikte okutulacağı Medresetü’z-Zehra isminde bir üniversite kurmak ister. Bu projeye göre Van merkez olacak; Diyarbakır, Bitlis ve Siirt gibi civar şehirlerde de şubeleri bulunacaktı. 1911 yılında Şam Emevî Camii’nde irad ettiği meşhur hutbesinin ardından İstanbul’a dönen Bediüzzaman Hazretleri, dönemin padişahı Sultan 5. Mehmed Reşad’la birlikte, Rumeli seyahatine katılır. Bu seyahat sırasında padişaha ve devlet erkânına Van’da kurmayı düşündüğü üniversite projesini anlatır. Başta padişah olmak üzere o dönemin yöneticileri, Bediüzzaman’ın projesine olumlu bakarlar. Zira o yıllarda Balkan Savaşları çıktığı için Kosova’da yapılması düşünülen “İslâm Dâ­rü’l-Fünûnu” projesi akim kalmıştır. Üstadın teklifiyle Kosova’daki projeye aktarılan yirmi bin altının Medresetü’z-Zehra’nın in­şası için tahsis edilmesi karar­laştırılır. Hatta inşaatın başla­ması için bin lira Van Valili­ği emrine gönderilir. Van Gö­lü kenarındaki Edremit’te Med­re­setü’z-Zehra’nın temeli atılır. Ancak o sıralarda 1. Dünya Savaşı başlayınca inşaat durur ve dolayısıyla bu proje maalesef geri kalır. Fakat yıllar sonra Nur Risalelerinin telifi ve neşriyle birlikte Medresetü’z-Zehra’nın adeta manevî hali Anadolu’da daha geniş bir sahada kendini göstermiştir. Müspet hareket etmek suretiyle ve özellikle Risale-i Nur’un iman dersleriyle hem komünizm fikrini çürüten hem de asayişi muhafaza eden Hazret-i Üstadın sarfettiği şu sözler câlib-i dikkattir:“Hem Risâle-i Nûr, Kur’ânın kânun-u esasisiyle bütün Anadolu ve vilâyât-ı şarkîyede asayişi temin eden Risâle-i Nûr’un beş yüz bin nüshası komünistliği susturduğu gibi, asayişi temin ettiğine bir delîli budur ki, on küsur sene evvel Afyon müddeî-i umumisi “Altı yüz bin fedakâr talebesi var. Beş yüz bin nüsha Risâle-i Nûr’dan neşretmiş, belki asayişe zarar gelir” dedi. Ona karşı Saîd demiş ki: “Mâdem altı yüz bin fedakâr talebesi var. Bu on beş senedir bana bu kadar zulüm ediliyor. Bir tek vukuatı hiçbir zabıta ve mahkeme gösteremedi.”5Dördüncüsü: Afyon hapishanesinde mevkuf iken “bir tek gayem vardır” diyen Saîd Nursî Hazretleri sözlerine şöyle devam eder:“Mezara yakınlaştığım bu zamanda, İslâm memleketi olan bu vatanda bolşevik baykuşlarının seslerini işitiyoruz. Bu ses, âlem-i İslâm’ın iman esaslarını zedeliyor. Halkı, bilhassa gençleri imansız yaparak kendisine bağlıyor. Ben bütün mevcudiyetimle bunlarla mücadele ederek, gençleri ve Müslümanları imana davet ediyorum. Bu imansız kitleye karşı mücâdele ediyorum. Bu mücahedemle inşallah, Allah huzuruna girmek istiyorum, bütün faaliyetim budur. Beni bu gayemden alıkoyanlar da korkarım ki bolşevikler olsun. Bu iman düşmanlarına karşı mücahede açan sizin gibi dindar kuvvetlerle el ele vermek, benim için mukaddes bir gayedir. Beni serbest bırakınız. El birliği ile komünistlikle zehirlenen gençlerin ıslahına ve memleketin imanına ve Allah’ın birliğine hizmet edeyim.”6Beşincisi: 1952 yılında “Gençlik Rehberi” mahkemesi için İstanbul’a gelen Hazreti Üstad, Sebilürreşad dergisinin sahibi Eşref Edip’in yaptığı mülakatta şunları söyler:“Bana ızdırap veren, yalnız İslâm’ın maruz kaldığı tehlikelerdir. Eskiden tehlikeler hâriçten gelirdi; onun için mukavemet kolaydı. Şimdi tehlike içeriden geliyor. Kurt, gövdenin içine girdi. Şimdi, mukavemet güçleşti. Korkarım ki cemiyetin bünyesi buna dayanamaz, çünkü düşmanı sezmez. Can damarını koparan, kanını içen en büyük hasmını dost zanneder. Cemiyetin basiret gözü böyle körleşirse, iman kal’ası tehlikededir. İşte benim ızdırabım, yegâne ızdırabım budur.Büyük kafaları gaflet içinde görüyorum. İman kal’asını küfrün çürük direkleri tutamaz. Onun için ben, yalnız iman üzerine bütün mesaimi teksif etmiş bulunuyorum. Ben, cemiyetin iç hayatını, manevî varlığını, vicdan ve imanını terennüm ediyorum. Yalnız Kur’ân’ın tesis ettiği tevhîd ve iman esası üzerinde işliyorum ki, İslâm cemiyetinin ana direği budur. Bu sarsıldığı gün, cemiyet yoktur!”Son olarak Afyon Mahkemesi müdafaasında Hazreti Üstadın yüksek şecaatini, davasındaki azmini ve kararlılığını ortaya koyan şu satırları nazar-ı dikkatinize arz ederiz:“Eğer başımdaki saçlarım adedince başlarım bulunsa, her gün biri kesilse, hakikat-i Kur’ âni­ye’ye feda olan bu başı zındıkaya ve küfr-ü mutlaka eğmem ve bu hizmet-i imaniye ve nurîyeden vazgeçmem ve geçemem.”71- Emirdağ Lâhikası, c. 4, s. 20-21.2- Bediüzzaman Said Nursi ve Hayru’l-Halefi Ahmed Hüsrev Altınbaşak, c. 1, s.183.3- Mektubât, c. 1, s. 197.4- Mektubât, c. 1, s. 66.5- Emirdağ Lâhikası, c. 4, s. 541.6- Şua’lar, c. 2, s. 532.7- Şu’alar, c. 2, s. 424

Ali CİRİT 01 Şubat
Konu resmiMüslüman Tüccarın Müslüman Tüccarın
İtikad

“Zengin Müslüman fakir Müslümandan; güçlü Müslüman zayıf Müslümandan hayırlıdır.”Cihad, ne demektir?İslam literatüründe cihad, cehd ve gayret etmek, Din-i Mübin-i İslam’a hizmet için yapılan bütün hizmet ve fedakarlıklardır, diyebiliriz. Hatta nefsin gayri meşru isteklerini reddedip, onu hayra yönlendirme çabalarıyla başlatılır. Bu ciddi iş, her bir Müslümanın temel bir vazifesidir ki; hayrı emir ve tavsiye edip, çirkin işlerden menetmek de bunlardandır. Hakkı ve sabrı tavsiye etmek de bu meyandadır.Cehaletle mücadele ve derken İslamiyet’i dünyadaki her bir ferde kadar, doğru olarak tebliğ etme ve bu uğurdaki manilerin ortadan kaldırılma çalışmaları.Sana elini vermeyen, gönlünü hiç vermezPeki, bu hususta Müslüman esnaf ve tüccara düşen hususi vazifeler yok mu?Elbette ki vardır; hatta çoktur. Bunların başında helal kazanç için lüzumlu hassasiyeti kollamak gelir. Bu mevzuda, gerek haram şeylerin ticaretinden kaçınıp helal yollardan kazanmak, faizden uzak durmak, gerekse başkasının hakkına en az kendininki kadar dikkat etmek sayılabilir.Bunların yanında, muhataplarının güvenini kaybetmemeye gayret etmek de vardır. Yani, sözünde durmak; doğruluktan ayrılmamak, Kâr hırsında olmamak, kazancı uzun süreli ilişkilerden beklemek. Hata kendisinde olduğunda, seri ve samimi bir şekilde telafi etmeye çalışmak, vs.Yazılı çalışmak da özellikle günümüzde son derece kıymet arz etmektedir. Çünkü, herkes konuşulanı ve verilen sözleri unutabilir. Alacağına dikkat ettiği kadar, borcuna da hassas olmalıdır. Çünkü, bizim sözümüze itimat ederek işini organize edecek olan muhatabımızın planını aksatmaya hakkımız olmadığı gibi, gelecekteki ilişkimizi de bozmuş oluruz.Şunu unutmamak gerekir ki; “ayinesi iştir kişinin, lafa bakılmaz” kaidesince, beraber çalışmayı ne kadar istersek isteyelim, yapmış olduğumuz iş uygun ve yeterli değilse, netice olumsuz olacaktır. Bu hususların en ehemmiyetlisi de karşı tarafı aldatmak olabilir ki; hadis-i şerifte, “Aldatan bizden değildir” gibi ağır bir ifade kullanılmıştır.Tarih boyunca insanlar birbirleriyle en çok ticaret vasıtasıyla ilişki kurmuşlardır. Bu meyanda, insanları tanımanın üç mühim yolundan birisidir ki; Hz. Ömer tarafından şöyle ifade edilmiştir: “Birisiyle, ticaret, komşuluk veya uzun bir yolculuk yapmadan, hakkında iyidir veya kötüdür demeyiniz.” Yani, her bir Müslümanın yaptığı/yapacağı ticarete de aksedecek olan ahlâki donanımı, böylece kendisini gösterecek ve çevresine gerekli mesajı verecektir.Resul-i Ekrem (sav) hakkında Muham­me­dü’l-Emin denmesi, günlük hayatta olduğu gibi, ticarette de en güvenilir olmasındandı. Çünkü, birçok ticaret kervanında, kervan sahiplerine vekalet etmiş ve çok kazançlı ticaretler yapmalarını sağlamıştır. Aynı zamanda Mekke zenginleri, en yakınlarına itimat edip de teslim edemedikleri kıymetli eşyalarını, ona emanet ederlerdi.Bu güzel vasfı sayesinde, peygamberliğini ilan ettiğinde, onu tanıyanlardan halis ni­yetli olanlar, seve seve iman etmişlerdir. Yine bu sayededir ki; 23 sene gibi kısa bir zaman zarfında koca Arap Yarımadası, asırlar süren cahiliye âdet ve taassuplarını terk edip, tamamen onun yanına geçmiştir. Kaldı ki Araplar, kavmiyetçi ve putperest idiler. Şunu da unutmamak gerektir ki; Peygamber Efendimizin kurmuş olduğu devlet, Arapların tarihteki ilk devletleridir. Aşırı kavmiyetçi ve bedevi olmaları onların bir araya gelmelerine mâni olduğu gibi, cahil ve çokça mutaassıp olmaları, çalışmayı sevmeyip, rahatlarına düşkün olmaları da devlet kurmalarına mâni idi. İşte bütün bu manileri ortadan kaldırıp hepsini kardeş ilan eden de, çalışmanın ve kimseye muhtaç olmamanın ibadet olduğunu öğreten de Resul-i Ekrem olmuştur.Elbette ki, 40 yaşına kadar istikametli bir hayatla güven kazanmadan bu muvaffakiyet asla olmazdı. Çünkü sana elini vermeyen, gönlünü hiç vermez.Müslüman tüccarın başka bir cihadı da zengin ve dolayısıyla güçlü olmak için çalışmaktır“Zengin Müslüman fakir Müslümandan; güçlü Müslüman zayıf Müslümandan hayırlıdır.”“Bu zamanda İ’lay-ı Kelimetullah, maddeten terakkiye mütevakkıftır!”Buradaki birinci cümle hadis-i şerif, ikincisi Bediüzzaman hazretlerinin ifadesidir. Öyle ise, ilmi çalışma ve araştırmalar dahil, bunun için ne gerekiyorsa yapılması her tüccar ve esnafın birincil vazifesidir. “İki günü bir olan ziyandadır” nebevi kaidesince, bu gruptaki Müslümanlar da sürekli kendisini ve ekibini güçlendirme gayretinde olmalıdır.Ayrıca, ticarette bir kaide vardır: Ali’nin Veli’den, Ahmed’in Mehmet’ten para kazanması kazanmak sayılmaz; asıl para kazanmak, yabancıdan kazanılandır. Yani, serveti dışardan içeriye getirmektir. Öteki, sadece yer değişimidir.Öyleyse, günümüz Müslüman tüccarın dik­kat etmesi gereken hususlardan birisi de mümkün mertebe döviz kaybetmemek, bilakis kazanmaktır. Yani, ihracat yapmak için çabalamak ve dışarının da güvenini kazanmak ve bunu sürdürmektir.Asıl gaye ticaret veya para kazanmak değil de insan kazanmak olduğunda hepsi beraberinde gelmiştir; bunu da unutmamak gerekir. Nitekim, Endonezya ve Malezya gibi Uzakdoğu ülkelerinin nasıl Müslüman olduğunu bilmeyen yoktur.Hatta Balkanlar ve Hazar Havzası civarındaki Türklere de ilk önce Müslüman tüccar ulaşmış ve toprak fethinden evvel, gönülleri fethetmişlerdir. Hem kendi ticari ahlakıyla hem de İslami idare altındaki güzel yaşantıları anlatmakla, oraları İslamiyet’e istekli ve hazır hâle getirmişlerdir.Dünyaya açılmak demişken, markalaşmak, iyi tanınmak, alanında aranılan olmak en küçük Müslüman tüccarın bile hedefinde olmazsa, Müslümanlar, son asırdaki zelil ha­linden zor kurtulur! Dost acı söyler.Bütün Âlem-i İslam’ın Üç Ayları hayırlara vesile olsun.Selametle kalın.

İsmail ERDOĞAN 01 Şubat
Konu resmiHazır Ol Cenge Eğer İster İsen Sulh u Salâh Barış ve Güç Dengesi
Tarih

Dünya tarihi, insanlık medeniyetinin sulh ve salah arayışıyla şekillenmiş bir mücadele sahnesidir. Ancak bu sahnenin köşe taşlarını, çoğu zaman savaşların ve mücadelelerin sert darbeleri belirlemiştir. Tarih boyunca, barışı sağlamanın yolunun güçlü olmaktan geçtiği sıkça görülmüştür. Bu düstur, Abdülhak Molla’nın, “Hazır ol cenge, eğer ister isen sulh u salâh” ifadesinde vücut bulmuş ve edebi, siyasi, sosyal birçok alanda yankı bulmuştur.İnsanlık tarihi boyunca var olan bu anlayış, barışın korunması ve sürdürülebilmesi için her zaman bir hazırlık ve caydırıcılık gerekliliğini savunmuştur. Romalıların ünlü “Si vis pacem, para bellum” (Barış istiyorsan, savaşa hazırlan) sözü de aynı hikmetin bir yansımasıdır.Barış, hiçbir zaman kendiliğinden gelen bir lütuf olmamış; aksine sürekli bir çaba, disiplin ve özveriyle sağlanmıştır. Her toplum, sulhun bedelini hem şahsi hem de toplu halde ödemek zorunda kalmıştır. Bunun en somut örneklerini tarih kitaplarının sayfalarında görmek mümkündür: Barış antlaşmalarını imzalamak için masaya oturan liderlerin ardında çoğu zaman kanlı savaşlar ve fedakârlıklar yatmaktadır.Hazırlık ve Güç DengesiBu ifade yalnızca savaş meydanlarını hedef almaz; aslında daha geniş bir hayat felsefesini ortaya koyar. Hayatın farklı alanlarında hazırlıklı olmak, barış ve huzur için temel bir ihtiyaç olarak öne çıkar. Mesela bir insanın geleceğini planlaması, eğitim ve meslek alanında kendini geliştirmesi, karşısına çıkabilecek engellerle başa çıkabilmesinin en önemli araçlarıdır. Aynı şekilde, bir toplumun ya da devletin güç dengesini kurup koruması da hem iç huzurun hem de uluslararası barışın sağlanmasında kritik rol oynar.Bugün uluslararası arenada güçlü ekonomilere sahip ülkeler, genellikle istikrarlı barış ortamı sağlayabilen devletlerdir. Bunun sebebi, yalnızca silah gücü değil, aynı zamanda ekonomik, diplomatik ve kültürel hazırlıklarıdır. Kaldı ki barış, yalnızca bir niyet değil, güçlü bir iradenin ve donanımın neticesidir.Barışın Çok Boyutlu BedeliBarış, yalnızca çatışmaların sona erdirilmesi değildir. Adaletin, eşitliğin ve güvenliğin var olduğu bir ortamdır. Ancak bu ortamın inşası kolay değildir. Her milletin, her bireyin barış için ödediği bedeller vardır. Bu bazen ağır vergilerle finanse edilen savunma harcamalarıdır, bazen de insanların emeğiyle oluşturulan eğitim, sağlık ve kalkınma projeleridir.Bir fert için barış, kendi içinde bir denge kurabilmekle başlar. İnsan, kendi ruhuyla barışık olmayı başardığında çevresine de huzur yayabilir. Toplumlar içinse barışın bedeli daha karmaşıktır: Sosyal adalet, ekonomik refah, çevreyle uyumlu bir kalkınma modeli gibi pek çok unsur bir araya gelmek zorundadır. Bu bedel ödenmediğinde, huzursuzluk ve kaos kaçınılmazdır.Modern Dünyada Barış StratejileriGünümüz dünyasında, barış stratejileri giderek karmaşık hale gelmiştir. Diplomasi, savunma teknolojileri ve uluslararası hukuk, barışın temellerini oluşturmak için bir arada çalışmaktadır. Ancak bu stratejilerin başarısı, yalnızca kâğıt üzerinde değil, uygulamada da kendini göstermelidir. Barışı korumanın yolu, barış için mücadelede sürekliliği gerektirir.Şahıs bazında ise, kendini geliştirmek ve topluma dair sorumluluklar ön plana çıkmaktadır. İnsanlar, kendi hayatlarının sorumluluğunu almayı öğrenerek, daha geniş çapta bir barışa katkıda bulunabilirler. Bu anlamda barışın en güçlü araçlarından biri eğitimdir. Eğitimin olduğu yerde cehalet azalır; cehaletin azaldığı yerde ise hoşgörü ve anlayış artar.Barış İçin Güce Hazırlık“Hazır ol cenge, eğer ister isen sulh u salâh” ifadesi, sadece bir savaş çağrısı değil, aynı zamanda bir hayat felsefesidir, demiştik. Bu anlayış, şahıslardan milletlere kadar her seviyede bir hazırlık, direnç ve strateji gerektirir. Binaenaleyh, barışı isteyenler, bu barışın devamını sağlayacak gücü ve iradeyi de oluşturmak zorundadır.Dünya, geçmişten günümüze kadar bu hakikatin sayısız örneğine şahit olmuştur. Barış, daima aklı başında olan güçlülerin koruyabildiği bir erdem olmuştur. Güçlü olanlar yalnızca savaş meydanlarında değil, aynı zamanda adalet ve refahı tesis ederek bu gücü kanıtlamışlardır. Bu nedenle, barış isteyen her insan ve toplum, öncelikle kendi iç barışını sağlamalı, ardından bu barışı koruyacak hazırlık içinde olmalıdır. Barışa giden yol, çoğu zaman bir mücadeleden geçse de, bu mücadele her daim en değerli sonuçlardan biri olan huzuru getirir.

Münib SAİD 01 Şubat
Konu resmiİngiliz Sömürgeciliğine Karşı Mücadele Eden Hindistanlı Müslümanlar
Tarih

Sömürgeciliğin nerede ve ne zaman doğduğu araştırıldığında, bu meselenin Endülüs Emevî Devletinin zayıflayıp yıkılmasıyla alakalı olduğu düşünülebilir. Endülüslü âlimlerin ilmî seviyeleri ve Avrupalılara tesirleri herkesçe malumdur. Yaklaşık sekiz asra yakın İspanya’da varlıklarını devam ettiren Endülüslüler, Avrupa’nın ilmî açıdan uyanmasına vesile olmuşlardır. Tabi ki burada doğudaki Osmanlı Devleti’ni de göz ardı etmemek gerekir. Batıda Endülüslüler, doğuda Osmanlılar, Avrupa’nın bilim açısından karanlık devirlerden çıkmalarını sağlamışlardır. Fuat Sezgin, bu dönem için kabullenme olarak da Türkçeye çevirebileceğimiz resesyon tabirini kullanmaktadır. Yani Avrupa, 1400’lerden başlayarak İslâm dünyasının ilmini almaya çalışmıştır. Bu ilmi alma ve özümseme süreci üç yüz yılı bulmuş ve nihayet 1700’lere gelindiğinde Avrupa fennî ilimlerde İslâm dünyasını yakalayabilmiştir. Bundan sonraki süreçte, Avrupa’nın İslâm dünyasından aldığı ilmi daha da geliştirdiğini görüyoruz. İslâm dünyasından ilmi alıp özümserken, bir yandan da denizciliğe yatırım yapan Avrupa ülkeleri, dünyanın her yerine ulaşıp ticaret yapmaya çalışıyorlardı. Burada hemen ilk göze çarpan ülke Portekiz olmaktadır. İslâm dünyasının zaten bildiği toprakları yeni öğrenen Avrupa, coğrafî keşifler adı altında gittiği ülkelerde ticaret üsleri kuruyordu. Bir yandan da ticarî anlaşmalar yapıyordu. Ama bu ticarî faaliyetlerinin hiçbirinde samimî olmadığı ilerleyen yıllarda görülecekti. Portekiz’i, İspanya, Hollanda, Fransa ve İngiltere takip etti. Sömürgecilik faaliyetlerinin hız kazandığı yıllarda Hindistan’da bir Türk devleti olan Babürlüler hüküm sürmekteydiler. Hindistan’a gelen ilk sömürgeciler Portekizlilerdi. Hindistan’a ayak bastıkları tarih ise 1498’dir. 16. Yüzyıl boyunca Hindistan’ın kıyı bölgelerinde kendine alan açmaya çalışan Portekizliler, bu konuda başarılı olamamışlardır. Yapabildikleri sadece, ticarî faaliyetlerdi. O yıllarda Hint Okyanusunda ticaret, Müslüman Arapların elindeydi. Portekizliler, bu hakimiyeti kırıp, ticareti kendilerinin tekeline almak için uğraşıyorlardı. İngilizlerin 17. yüzyılda sömürgecilik yarışına dâhil olmasıyla birlikte işler değişti. İngiltere tarafından 1600 senesinde Doğu Hindistan Şirketi kurulmuştur. Bu şirket, zamanla rekabetin artmasından dolayı Portekiz’in Hindistan sahillerindeki varlığına karşı bir tehdit olmaktaydı. Hatta İngilizler ile Portekizliler arasında 1622’de Hürmüz’de bir savaş yaşanmıştır. Bu savaşın galibi İngilizler olmuştur. Sonraki yıllarda İngiliz Doğu Hindistan Şirketi, Babürlü Devletinden Hindistan’ın farklı noktalarında ticaret yapabilmek için izin almıştır. İzin alarak ve vergi vermek şartıyla Hindistan’da ticarete başladıkları ilk yer ise Madras’tı. Daha sonradan Madras’a bir de kale inşa etmişlerdir. Madras’ı, Kalküta takip etmiştir. İngiliz Doğu Hindistan Şirketinin temsilcisi Job Charnock, 1690 senesinde o günlerde bir köy olan Kalküta’da bir ticaret acentesi açmıştır. Fransızların Hindistan’a gelmeleri ise 1674’te gerçekleşmiştir. Fransız Doğu Hindistan Şirketi, başlarında François Martin’in olduğu grubu, Puduçeri’ye göndermiştir. Fransızların ticareti, bu şehirde gelişmiştir. İngiltere ve Fransa, Hindistan’da ticaretlerini geliştirdikçe, karşılıklı rekabete ve mücadeleye başlamışlardır. Bu rekabetin artması ise Babürlülerin son büyük hükümdarı Evrengzîb’in 1707’de vefat etmesinden sonra olmuştur. Babürlüler zayıfladıkça, İngilizlere ve Fransızlara yer açılmıştır. Hindistan’daki İngiliz ve Fransız mücadelesi devam ederken yarımadanın güneybatı tarafında Meysûr (Tepen, Değen) adında bir sultanlık kuruluyordu. Bâbürlü Sultanı Evrengzîb, Meysûr’u hakimiyeti altına alırken bu bölgedeki Hindu Raca Rama Hanedanı ile bir ittifak antlaşması yapmıştır. Ancak Hindu olan bu hanedanın Müslüman kumandanlarından Haydar Ali Han Bahadır, hanedanın kontrolünü eline alır. Bunun için hatta Fransızların da desteğini almıştır. Böylece Güneybatı Hindistan’da Meysûr Sultanlığı kurulmuştur. İlk sultan Haydar Ali, 1782’de vefat edince yerine oğlu Feth Ali tahta çıkmıştır. Feth Ali, Tîpû Sultan adıyla şöhret bulmuştur. Osmanlı arşivlerinde de zaten ondan bahsedilirken Tîpû veya Tîpûn denilmektedir. Hindistan’da gittikçe daha da güçlenen İngilizlere karşı Tîpû Sultan, Fransızlarla ittifak yapmaktaydı. Hindistan’daki İngiliz-Fransız mücadelesinin sonucunu belirleyen en önemli etkenlerden birisi 1756-1763 Yedi Yıl Savaşlarıdır. Bu savaşların sonunda Fransızlar, Hindistan’daki tüm kazanımlarını kaybetmişlerdir. Yedi Yıl Savaşları sırasında Bengal Nevvabı Siracüddevle komutasındaki birliklerle, Robert Clive komutasındaki İngiliz Doğu Hindistan Şirketi kuvvetleri arasında bir savaş yaşanmıştır. Plasi Savaşı denilen bu muharebe, 1757 senesinde yaşandı ve Robert Clive savaşı kazandı. Bu sonucun yaşanmasında Siracüddevle’nin en yakın adamı Mir Cafer’in İngilizleri desteklemesinin de payı büyüktür. Fransızların Siracüddevle’yi desteklemesinin bir faydası olmamıştır. Mir Cafer, İngilizlerin tarafından yer almasının karşılığı olarak Bengal’e vali olarak atanmıştır. Ayrıca Kalküta’dan büyük miktarda bir toprağı İngiliz Doğu Hindistan Şirketine teslim etmiştir. İngilizlerin her geçen yıl Hindistan’daki nüfûz alanlarını artırmalarına mukâbil, yi­ne de Hindistanlı Müslümanların gözünde bü­yük bir tehdit olarak görülmüyorlardı. Mey­sûr Sultanı Haydar Ali, İngilizlerin Hin­distan’da güçlenmesini istemiyordu. Bu yüz­den Fransızlarla ittifak yapıp, İngilizlerle savaşma yolunu seçti. Meysûr Sultanlığı ile İngilizler ilk olarak 1776’da karşı karşıya geldiler. Daha sonra 1780’den itibaren tekrar Meysûrlular ile İngilizler arasında savaş yaşanmıştır. Bu arada Haydar Ali vefat eder ve yerine Tîpû Sultan olarak ünlenen oğlu Feth Ali geçer. Tîpû Sultan, İngilizleri mağlup eder ve onlarla anlaşma yapar. Ayrıca yine Hindistan’da yükselen bir güç olarak hâkimiyet alanını genişletir. Marata Konfederasyonuna ve Haydarabad Nizamına karşı da üstün bir konuma gelmiştir. Bir yandan Osmanlı Devleti’ne ve Afgan Hanlığına elçilik heyetleri göndermekteydi. Tîpû Sultan’dan İstanbul’a Elçilik HeyetiTîpû Sultan’ın İngilizlerle mücadele ettiği yıllarda, Osmanlı tahtında Sultan 1. Abdül­ha­mid vardı. Osmanlı Devleti, o yıllarda Kırım’ın elden çıkmasının şokunu yaşıyordu. Çünkü Osmanlı tarihinde ilk defa Müslümanların yaşadığı bir toprak parçası kaybedilmişti. Tîpû Sultan, İstanbul’daki Halife Sultan ile irtibat kurmak ve İngilizlere karşı ittifak yapabilmek için ilk etapta 1785 senesinde Osman Han adında bir elçiyi İstanbul’a gönderdi (BOA, C.HR, 148/7370). Asıl elçilik heyetini ise 1786 senesinde göndermiştir. Bu elçilik heyetinde 330 kişi bulunuyordu. Elçilik heyeti, 19 Nisan 1787 günü Bağdad’a ulaşmıştır. Dönemin Bağdad Valisi Süleyman Paşa, belgelerde “Değen” veya “Tepen” olarak ifade edilen Meysûr Sultanlığına mensup Hindistanlı Müslümanların Bağdad’a geldikten sonra Hz. Ali’nin Necef’teki ve Hz. Hüseyin’in Kerbela’daki kabirlerini ziyaret ettiklerini İstanbul’a bildirmiştir (BOA, C.HR, 178/8857). Bu ziyaretlerin ardından Meysûrlular, Basra’ya gitmişlerdir. Ardından 19 Mayıs 1787 günü tekrardan Bağdad’a gelmeleri bekleniyordu. Buraları ziyaret etmelerinin bir başka sebebi daha vardı ve niye bu yerlere gittikleri daha sonradan İstanbul’a yapacakları teklifle anlaşılacaktı. Bağdad’dan sonra İstanbul’a doğru yola çıkacak heyet, Mardin üzerinden yoluna devam edecekti. Mardin’e ulaştıklarında yaklaşık altı aydır yolda olacaklarından bu süreç içerisinde yiyecek ve sair ihtiyaçları had safhaya ulaşmış olacaktı. O sene de bu güzergâh üzerinde kuraklık vardı. Bu sebeple yiyecek sıkıntısı baş göstermişti. Meysûr elçilik heyetine Kapıcıbaşı Mustafa Ağa mihmandarlık yapmaktaydı. Güzergâh üzerindeki kazaların yöneticilerinden Kapıcıbaşı Mustafa Ağa’ya danışarak hareket etmeleri istenmiştir (BOA, C.HR, 178/8857).Tîpû Sultan, elçileri aracılığıyla Sultan I. Ab­dül­hamid’e bir nâme (mektup) göndermiş­ti. Bu nâmenin 2 Ekim 1787 tarihli tercümesinde, Timur Saltanatı olarak nitelendirdiği Babür Devletinin 35 seneden beri zaaf içerisinde olduğundan bahsetmektedir. Babürlülerin oluşturdukları bu boşluğu fırsat bilen Hristiyanların ticaret yapıyoruz hilesiyle Hindistan sahillerine yerleştiklerini ifade etmiştir. Hindistan’daki Müslüman beldelerin yöneticilerinin İngilizlerin bu çalışmalarından rahatsız olmadıklarını, Müslümanların bu sessizliğinden cesaret alan İngilizlerin çok sayıda kişiyi de dışarıdan getirerek Hindistan sahillerinde iskân ettirdiğini esefle anlatıyordu. Tîpû Sultan’a göre o sıralarda Hindistan’daki Müslüman yöneticiler gaflet ve rehavet içindeydiler. Bu yüzden Hindistan’ın kaynakları İngiltere’ye akıyordu. Bu konuda yıllık İngiltere’ye giden parayı da hesaplamıştı. İngilizler, işgal ettikleri yerlerdeki mescidleri ve Müslüman mezarlarını yıkarak yerlerine kiliseler inşa ediyorlardı. Böylece İslâm’ın Hindistan’daki izlerini yok etmeye çalışıyorlardı. Hatta on bin kadar Müslüman kız ve erkek çocuk zorla Hristiyanlaştırılmıştı. Tîpû Sul­tan nâ­me­sinin devamında İngilizlerin Hin­distan’da fesad ve düşmanlık yaydıklarını anlatıyordu. İngilizlerle dört yıl devam eden savaşı kazandığını özellikle belirtmişti (BOA, C.HR, 142/7077). Fransızlar bir müddetten beri Tîpû Sultan ile irtibat kurmuşlardı. Hindistan’da daha fazla nüfuz ve yer elde etmeye çalışan İngilizler ve Fransızlar, bunun için birçok kereler birbirleriyle savaşmışlardı. Tîpû Sultan, Fransızların kendisine olan ilgisini İstanbul’a haber vermekteydi. Ayrıca İngilizleri güçlü yapan ticarî faaliyetleri engellemek için Osmanlı Devleti’ne kimi tekliflerde bulunmaktaydı. Özellikle Basra limanının ve Fırat Nehrinin Hindistan ile yapılacak ticaret için kullanılabileceği üzerinde durmuştur. Bu sayede İngilizlerin ticaretten aldıkları payın azaltılması ve ticarî ağın Osmanlı Devleti ve Hindistanlı Müslümanlarca kontrol edilmesi hedeflenmiştir. Tîpû Sultan, Basra Limanı konusunda ısrarcı da değildi. Uygun görülebilecek başka limanların da bu mesele için kullanılabileceğini ifade etmiştir (BOA, C.HR, 142/7077).Tîpû Sultan’ın elçilik heyeti, beraberlerinde Sultan I. Abdülhamid’e hediyeler getirmişlerdi. Getirilen hediyeler, Sadrazam tarafından Padişah’a arz edilmiştir (BOA, AE,SABH.I, 9/820). Hediyelerden bahsedilen belgenin üst kısmında Sultan I. Abdülhamid’in hatt-ı hümâyûnu bulunmaktadır. Tîpû Sultan’ın Osmanlı Devleti’ne başvurduğu günlerde, Osmanlı-Rus Savaşı devam etmekteydi. Bu sebeple Osmanlı Devletinden tam anlamıyla bekledikleri yardımı alamadılar. İstanbul’dan sonra önce Paris’e, daha sonra da Hindistan’daki İngilizleri, krala şikâyet etmek için Londra’ya gittiler. Tîpû Sultan’ın sömürgeciliğe karşı tavrı ve gittikçe güçlenmesi, Müslüman Haydarabad Nizamlığının ve Hindu Marataların İngilizlerle ittifak yaparak, ona karşı saldırmalarına yol açtı. Bu savaşta Tîpû Sultan yenildi ama İngilizlerle mücadelesi bitmedi. Hindistan’ın tamamına tek başlarına hâkim olmak isteyen İngilizlerin önündeki en büyük engel Tîpû Sultan’dı. Bunun için Osmanlı Devleti’ne başvurarak, Tîpû Sultan’ın kendileriyle ittifak yapması için ikna edilmesini istediler. Hatta bunun için Osmanlı Devleti’ne İngiliz elçileri raporlar sundular.Sultan 1. Abdülhamid, Rusların Özü Kalesinde 25 bin sivil Müslüman Türk’ü katlettiğine dair Sadrazam kâimesini dinlerken üzüntüden felç geçirerek vefat etti. Yerine 7 Nisan 1789 tarihinde Sultan 3. Selim tahta çıktı. Tîpû Sultan, Sultan 3. Selim ile de devamlı irtibatta kaldı. İngilizlere karşı Fransızlarla ittifak yaparak, Hindistan’da İngilizlerin gücünü zayıflatmaya çalıştı. Sultan 3. Selim’i İngilizlere karşı Fransızlarla ittifak yapmak için ikna etmeye çalıştığı sırada Temmuz 1798’de Napolyon Bonapart Mısır’a asker çıkardı. Bu yüzden Sultan 3. Selim’den Tîpû Sultan’a verilen cevapta Fransızlarla ittifak yapılamayacağı belirtilmekteydi. O sıralarda Mısır’ı ele geçirmeye çalışan Fransızlara karşı İngilizlerin desteğini almaya çalışan Osmanlılar, Hindistan’da İngilizlerle mücadele etmeyi göze alamadılar. Tîpû Sultan, sömürgeciliğe karşı verdiği 17 yıllık mücadelenin sonunda Srirangapatam Savaşında İngilizlere yenilerek 4 Mayıs 1799 günü şehid oldu. Tîpû Sultan, Sultan 3. Selim’i ikna edebilmek için bir ara Medine-i Müneverre Şeyhü’l-Harem’i Elmas Ağa’yı devreye sokmuştu. Onun aracılığıyla, İstanbul’dan kimi isteklerde bulunuyordu. Ancak Elmas Ağa’dan ilk isteği, yıllardır savaştığı İngilizlere karşı muzaffer olması için dua etmeleri olmuştu. Bundan sonra Mescid-i Nebevî’nin doğu tarafında kıbleye yakın olan ve Bâb-ı Cibrîl (Cebrâil Kapısı) olarak adlandırılan kapısını sandal ağacından imal ederek yenilemek istediklerini bildirmiştir. Sandal ağacı tropikal bir ağaç olmakla birlikte kaliteli bir dokuya sahiptir ve hoş kokuludur. Medine’deki kaleye yirmi-otuz odalı bir mühimmathane yaptırmak istediğini ayrıca ifade etmiştir. Ayrıca yine Hicaz’daki tamire ihtiyacı olan mübarek mekânları da tamir edebileceklerini söylüyordu (BOA, HAT, 228/12675). Osmanlı Padişahları İslâm Halifesi oldukları gibi aynı zamanda Hademe-i Haremeyn görevini de yerine getiriyorlardı. Bu açıdan bu taleplere Sultan 3. Selim’in nasıl bir cevap verdiği bilinmemekle birlikte, Tîpû Sultan’ın Osmanlı sarayının ilgisini çekebilmek için çok uğraştığını anlayabiliyoruz. Günümüzde ise İngiliz sömürgeciliğine karşı verdiği önemli mücadele ile hatırlıyoruz. Hindistan Müslümanlarının bir kısmının sömürgeciliğe teslim olmamak için çok uğraşmalarına rağmen İngiliz oyunlarına yenik düştüklerini anlayabiliyoruz.

Arif Emre GÜNDÜZ 01 Şubat
Konu resmiTürk-İslam Medeniyetinde Türk-İslam Medeniyetinde
Tarih

Türk-İslam medeniyetinin tarih sahnesinde oynadığı rol, derin bir kültür ve ahlak felsefesiyle bezenmiş savunma ve barış anlayışıyla taçlanmıştır. Bu medeniyetin özü, sadece bir devlet geleneği ya da askeri stratejiye dayanmamış; aynı zamanda insanın, adaletin ve hoşgörünün kutsiyetine inanan bir düşünüre yaslanmıştır. Her şeyden önce bu anlayış, savaşı bir zorunluluk değil, barışın bir aracı olarak kabul etmiştir. Savunmanın Şefkati: Vatan ve Hürriyetin MuhafızlığıTürk-İslam medeniyetinde savunma, sadece fiziki sınırları korumakla sınırlı bir kavram değildir; bunun çok ötesinde, dinî ve ahlaki değerlerin, toplumsal huzurun ve bireysel hürriyetlerin teminat altına alınması anlamına gelir. Kur’an-ı Kerim’de “Fitne ortadan kalkıncaya ve din tamamen Allah’ın oluncaya kadar onlarla savaşın” (Bakara, 193) buyurularak, adaleti ve huzuru sağlamak için savunmanın gerekliliğinin altı çizilmiştir.Bu anlayış, Türk toplumlarının göçebe geleneklerinden itibaren gelişmiş, İslam’ın şefkat ve adalet temelli ilkeleriyle birleşmiştir. Bozkır şartlarından gelen hareketli ve esnek savaş teknikleri, yerleşik düzenin askeri yapısıyla kaynaşmış, askeri organizasyona dair yenilikçi bir anlayışı ortaya çıkarmıştır. Bu teknikler, disiplinli ordular ve stratejik savunma yapılarıyla desteklenmiş, sınırların ötesinde önemli ölçüde caydırıcılık oluşturmuştur.Böylece Anadolu Selçukluları hem Doğu hem de Batı dünyasını etkileyen kale ve sur inşa teknikleri geliştirerek savunma altyapısında yeni bir çağ başlatmıştır. Osmanlı bu mirası daha da ileriye taşıyarak, deniz savunmasından kara ordularına kadar geniş bir yelpazede yenilikler yapmışlar; coğrafi avantajları etkin bir şekilde kullanarak imparatorluğun güvenliğini çok katmanlı bir sistemle sürdürmüştür. Osmanlı’nın klasik döneminde, tersanelerden yeniçeri ocağına kadar her birim, savunma ve barışın sürekliliğini sağlamaya yönelik bir bütün olarak tasarlanmıştır. Bu bütünlük, Devlet-i Aliyyenin hem uzun ömürlü olmasını hem de insanların barış içinde yaşamasını mümkün kılmıştır.Barışın Estetiği: Adaletin ve Hoşgörünün İklimiTürk-İslam medeniyetinde barış, sadece bir savaşsızlık durumu değil; insanın ve toplumun huzur içinde yaşayabileceği bir düzeni inşa etme çabası olarak görülmüştür. Bu anlayışın temelinde, Peygamber Efendimizin (sav) “En hayırlınız, insanlara en faydalı olanınızdır”1 hadisi yatar. Adalet, barışın sağlanmasında temel bir prensip olarak öne çıkar. Osmanlı’nın kurduğu “Millet Sistemi”, bu anlayışın pratikteki en güzel örneğidir. Çok dinli, çok kültürlü bir toplumu bir arada tutabilen bu sistem, farklı etnik grupların kendi inanç ve geleneklerini serbestçe yaşamasına imkân tanımış, toplum barışının en önemli güvencelerinden biri olmuştur.Barış anlayışı, Türk-İslam toplumlarında sırf toplum düzeyinde değil, şahsi yaşamın da çekirdeğini oluşturur. Yunus Emre’nin “Sevelim sevilelim, dünya kimseye kalmaz” mısraları, bu anlayışın halk kültüründeki yansıması olarak çıkar karşımıza. Yani barış, sadece savaşın yokluğu değil, sevgi ve hoşgörüyle bezeli hayat üzerine inşa edilmiş bir toplumun resmidir.Savunma ve Barışın DengesiTürk-İslam medeniyeti, savunma ve barış arasında bir denge kurmayı başarabilmiştir. Bu denge, sadece askeri bir stratejiye dayanmamış; aksine, toplum ve fert değerlerinin korunması amacıyla derin bir ahlaki ve manevi temele yaslanmıştır. Ayette, “(Resulüm!) Biz Sen’i bütün âlemlere ancak rahmet olarak gönderdik.” (Enbiya, 107) denilen Hz. Muhammed’in “Savaşı istemeyin, fakat başa gelirse sabırlı olun”2 hadisi, bu dengenin özünü en iyi şekilde ifade eder. Savaş ancak mecburiyet durumunda, şefkat ve adalet ilkelerine uygun bir şekilde yapılmalıdır. Bu ilkeler, sıradan insanlara zarar verilmemesi, doğal kaynakların korunması, çevreye ve tarihi yapıların tahrip edilmemesi gibi kurallarla şekillendirilmiştir. Aynı zamanda savaşın sonrasında barışı yeniden tesis etmek üzere bir altyapı oluşturulması da bu anlayışın temel bileşenlerindendir.Bu bağlamda, Osmanlı döneminde geliştirilen “Cihanşümul Adalet” anlayışı öne çıkar. Bu anlayış, sadece savaşta adaletin korunmasıyla yetinmez; aynı zamanda barışın sürekliliğini sağlamak için şefkat ve merhametin yüksek bir değer olduğunu vurgular. Osmanlı liderleri, savaşı bir yok etme aracı olarak değil, toplumun yeniden inşa edilebileceği bir dönemin kapısını açan bir zorunluluk olarak görmüştür. Bu sebeple, fethedilen bölgelerde hemen barışı ve istikrarı sağlamaya yönelik politikalar uygulanmış, insanların sosyal düzeni ve dini inançları güvence altına alınmıştır. Evet, Türk-İslam medeniyetinde savunma ve barış anlayışı, adalet, hoşgörü ve insan odaklı bir perspektif üzerine inşa edilmiştir. Bu medeniyetin büyük liderleri, savaş meydanlarında elde edilen zaferlerden ziyade barışın şefkat dolu sessizliğine önem vermişlerdir. Bugün, bu anlayış modern dünyanın şiddet ve kaos ikliminden çıkış yolları arayan bireylerine ve topluluklarına ilham kaynağı olmaya devam etmektedir. Türk-İslam medeniyetinden bugünün dünyasına taşınan ve ülkemizin öncü olmaya gayret ettiği bu barış ve huzur mesajı, hepimiz için bir rehber niteliğindedir.1- Buhârî, Mağâzî, 352- Buhârî, Cihâd, 156

İhsan Yurt 01 Şubat
Konu resmiDevlet Kalem ve Kılıç Üzerindedir
Tarih

Bir devletin ruhu, tarihinin derinliklerinde saklıdır; onun karakteri ise kalemin ve kılıcın birlikte tuttuğu dairede şekillenir. Devletin kudreti, kalemin zarif dokunuşu ve kılıcın keskin vuruşları arasındaki hassas dengede yatar. Zira bir milletin kaderi, satır aralarındaki mürekkep lekelerinde ve savaş meydanındaki kan izlerinde saklıdır.Kalem, bilginin, hikmetin ve hukukun tem­silcisidir. Her satır, halkın geleceğini inşa eden tuğlalar gibidir. Kalem, milletin vic­danını yansıtır; onun sayesinde adalet terazisi hassas bir şekilde ayarlanır. Bir kanun maddesi, bir ferman ya da bir beyit, yüzyılların ötesine seslenebilir. Nizam ve intizam, “Kaleme ve yazmakta oldukları şeylere yemin olsun!”1 gergefinde işlenir. Bir şairin kaleminden dökülen kelimeler, bir halkın ortak hafızasını biçimlendirir; bir devlet adamının imzası ise çağları aşan kararların başlangıcı olabilir.Kalem aynı zamanda bir köprüdür; geçmişin değerlerini geleceğe taşıyan, milletlerin hikâyesini tüm dünyaya anlatan bir araçtır. O olmadan medeniyetin birikimi sönük kalır. Diplomatik yazışmalardan tarihi edebiyat eserlerine kadar kalemin izi, bir devletin ve milletin varoluş serüvenini yansıtır.Öte yandan kılıç, devletin varlığını savunma ve koruma gücüdür. Her kılıç darbesi, tarihin bir köşesine kazınan derin bir izdir. Kılıç, kararlılığın, cesaretin ve gerektiğinde fedakârlığın sembolüdür. Barış, kılıcın gölgesinde filizlenir; ancak bu gölge, adaletin ışığıyla dengelenmelidir.Bir savaş meydanında yükselen kılıç, sadece bir silah değil, aynı zamanda bir halkın şerefinin, özgürlüğünün ve bağımsızlık aşkının müşahhas hâlidir. Bu sebeple kılıç, sadece savaşan bir gücün değil, aynı zamanda barışı koruyan bir iradenin simgesidir. Adil bir düzenin kurulması için kılıç, ancak ve ancak kalemin rehberliğinde vazifesini yerine getirebilir.Devlet, kalemle çizilen adalet çemberi ve kılıçla korunan özgürlük sınırları üzerinde yükselir. Tarih boyunca bu iki unsur, birbirini tamamlayan ikili olarak var olmuştur. Birinin yokluğu, diğerinin fonksiyonunu kaybetmesine yol açar. Kalem, eğer kılıç tarafından korunmazsa güçsüz ve etkisiz kalır; kılıç ise kalemin yönlendirmesi olmadan barbarca ve yıkıcı bir araç hâline gelir.Devlet adamlarının başarısı, bu iki aracı nasıl bir dengeyle kullanabildiklerine bağlıdır. Adalet ve güvenlik arasında doğru bir denge kuramayan bir devlet, er ya da geç tarih sahnesinden silinmeye mahkûmdur.Büyük imparatorlukların ve devletlerin tarihine bakıldığında, bu dengeyi sağlamış olanların kalıcı oldukları görülür. Osmanlı Devleti, Fatih Sultan Mehmet’in kılıcı kadar Molla Gürani’nin kalemine de borçludur. İstanbul’un fethi, yalnızca bir kılıç zaferi değil, aynı zamanda bilginin ve kültürel birikimin zaferidir. Bu zafer, akıl ve cesaretin birlikte nasıl bir tarih yazabileceğinin en somut örneğidir. Fatih Sultan Mehmet’in bilime ve sanata verdiği önem, kılıcın yanı sıra kalemi de öne çıkararak Osmanlı’yı bir dünya devleti hâline getirmiştir. Fetih sonrası dönemde şehre getirilen alimler, sanatçılar ve zanaatkârlar, İstanbul’u bir kültür ve bilim merkezine çevirmiştir. Molla Gürani gibi alimler, genç Sultan’ın eğitiminde önemli bir yer tutmuş ve onun bakış açısını şekillendirmiştir. Böylelikle Osmanlı, yalnızca fetihlerle değil, aynı zamanda bilim ve sanatın ilerlemesiyle de adını tarihe kazımıştır. İstanbul’un fethi, aynı zamanda medeniyetler arası bir köprü olmuş, Batı ve Doğu kültürlerini bir araya getirmiştir. Fatih’in hem kılıcı hem de kalemi, bir imparatorluğun geleceğini belirlemiştir.Bugün modern devletler, bu kadim dengeyi teknoloji, diplomasi ve eğitimle harmanlayarak sürdürmeye çalışmaktadır. Kalemin mürekkebi artık dijital ekranlara damlarken, kılıç yerini stratejik caydırıcılık araçlarına bırakmıştır. Ancak özü değişmez: Bir devlet, ancak adaletin ve güvenliğin birlikte var olduğu bir zeminde yükselebilir. Eğitim kurumları, adalet sistemleri ve ulusal güvenlik politikaları, kalemin ve kılıcın modern versiyonlarıdır. Teknoloji ve bilgi çağı, kalemin gücünü artırırken, diplomasi ve uluslararası iş birliği kılıcın yeni yüzünü temsil etmektedir.Devlet, işte bu iki unsurun ince dokunuşlarıyla tamamlanır. Ve her dokunuş, tarihin akışına yeni bir çizgi ekler; bazen umut, bazen ise ders niteliğinde bir iz bırakır. O izlerin her biri, geçmişin bir aksi ve geleceğin bir rehberidir. Bir milletin yükselişi de çöküşü de işte bu çizgilerin içinde saklıdır.Bu sebeple, kalem ve kılıcın bıraktığı izlere dikkatle bakmak, geleceği inşa etmek isteyen herkesin birinci vazifesidir. Ve bu vazife sadece liderlerin değil, halkın da ortak sorumluluğudur. Çünkü bir devletin kalemi halkın sesiyle, kılıcı ise halkın cesaretiyle işler.1- Kalem Suresi, 1

Hayati Güral 01 Şubat
Konu resmiİslam’ın Emrettiği Cihad Coşkulu Bir “Değer”dir
İnsan

“İmtisâl-i câhidû fi’llâh olubdur niyyetimDîn-i İslâm’ın mücerred gayretidir gayretim”          Avni (Fatih Sultan Mehmed)Sual: Cihad niçin emredilmiştir?Cevab: İzzet-i İslam için.Sual: Cihad nasıl emrediliyor?Cevab: Manen ve tekvinen / yaradılışça... Ak­lın verilmesi ma‘rifetullâhı, kudretin ve­ril­­mesi çalışmayı manen ve tekvinen emre­di­yor­sa cesaretin verilmesi de cihadı öyle em­re­diyor. Sual: Cihadın en büyük şartı nedir?Cevab: Vazife-i İlahiyeye karışmamaktır.Evet…Bizim vazifemiz hizmettir, netice Cenab-ı Hakk’a aittir. Biz vazifemizi yapmakla mecbur ve mükellefiz. Bir Celaleddin Har­zem­şah’ı hatırlayalım. Ötelere gidelim: Harzemşah’ın cihadına can-suyu olan bu şuurun kaynaklarına… Bedir’e, Uhud’a, Hendek’e be hasseten Hu­neyn’e gidelim. Cihad mefkuremizi aynı pınardan besleyelim, Sahibü’s-Seyf Aleyhissalatü Vesselama misafir olalım.Sadece, Moğollara karşı cengaverlik destanı yazan Harezm Sultanı değil, her Mücahid’in cesareti nasibini aldı, nebevî cihaddan. İşteBaşta elbette ki sahabeler. Başlangıçta bir filiz misali az ve zayıf... Sonrası Allah kerim, çekirdekler gibi neşv ü ne­mâ... Yükselip, kalınlaşıp, kuvvetleşen kök misali. Tam da küffâr onları boğacakları va­kitte, onlar küffârın gayzlarını kendileri­ne yutkundurup, kılıçlarıyla nev‘-i beşeri ken­dilerine musahhar ettiler. Reisleri olan Peygamber-i Âlîşân’ın âleme reis olduğunu ispat ettiler.Elmastan cihad zinciri halkalarını dokuyan İslam Devletleri ve sultanları bu rabıtadan hisselerini aldıkları nisbette muvaffak ve muzaffer oldular. Hakkın fazlından, kendilerinin ve askerlerinin himmetlerinden ehl-i küfrü baştan başa kahr eylediler.Sırrıdır…Bu fikr-i cihad Fatih’lerin ve Fetihlerin.İşte izzet…Kisra’nın ruhları yakan ateşinden koca bir milleti azatlığa kavuşturmak.Asya’nın içlerine doludizgin yetişen serdengeçtilerle sancaklar çekmek, bir milleti sancaktarlığa kavuşturmak.Önce Anadolu’yu yurt yapmak; ardından Bizans’ın köhnemiş, örümcek ağları kaplamış, baykuş sedalı hayat düsturlarıyla karanlığa mahkûm ettiği Konstantiniyye’yi İslambol yapmak.Hepsinde bir Bedir nazarı göz kırpmakta… Evliyaya enbiyaya istinad, Allah’ın lütfu gözetilmekte. Burçlara tevhid sancağı dikilmekte…Rahmetle!...Maddi cihadın ötesinde…Manevi cihadla yüklüdür omuzlar bu dem. Yapılan manevi tahribatın maddeyi de esaret altına aldığı bir hakikat. Bu cihadda da aynı şuura aynı reflekse ihti­ya­cımız var. Mukaddimesi: Güneşi bir elime… Nebevi hitabı. Kılıçların hemen öncesi… Manevi fetihlerin bereketi.Şahit değil midir buna fethin sembolü:(Üstadca) Hem bu kahraman milletin ebedi bir medar-ı şerefi ve Kur’ân ve cihad hizmetinde dünyada pırlanta gibi pek büyük bir nişanı ve kılıçlarının pek büyük ve antika bir yadigârı olan Ayasofya Camii.Vakit güneşe gebe! Nereden doğacağı belli değil manevi güneşin… Bazen surların tam ortasından, bazen sınırların güneyinden. Bazen de maddi güneşin battığı yerden.Bize düşen…Manevi cihadın şiarını elden bırakmamak: Cephemize hile tuzağı addedilen hubb-u câh, sermâye-i dünyadan kaçınmak.O vakit umarız ki mu’cizât-ı Ahmed-i Muh­târ ile devletimiz a’dâ-yı dine galib olacaktır.Yâ İlâhî!Bütün dünyaya Cenâb-ı Hakk’ın emri ve Resulullâh Efendimizin (asm) müsaadesiyle o nur kılıçla mücahedeye giren Mücahidlerine; avn-ı Hakk ve Himmet-i Resulullâh (asm) ile cihâdda galebe nasib eyle! Âmin!“Tarihin dilinden düşmez bu destan,Nehirler gazidir, dağlar kahraman,Her taşı yakut olan bu vatanCan verme sırrına erenlerindir.”                       (O. Ş. Gökyay)

İbrahim SARITAŞ 01 Şubat
Konu resmiMuvaffakiyet Bilgisi
Eğitim

Öğrenmek, insan doğasına yüklenmiş ilahi bir yazılımdır. Tabiri caizse nasıl ki akıllı cihazlara belli periyodlarda güncellemeler geliyor; o güncelleme ile o akıllı cihaz, program ve uygulamaları ile sistemin ya da ihtiyaçları karşılamanın gerisinde kalmıyor; kısacası o akıllı cihazın iş görebilmesi ve tedavülde kalabilmesi için bu güncellemeler oldukça zorunlu bir keyfiyet arz ediyor; işte öğrenme denilen sırlı kabiliyet de tıpkı o güncellemeler gibi insanın güncellenmesini ve hatta daha ileri sürümlere ulaşarak daha fonksiyonel hale gelmesini sağlıyor.Bir Danimarka atasözünde şöyle derler, “İnsanın varlığı, Allah’ın insana bir hediyesidir, insanın o varlığa kattıkları ise insanın Allah’a bir hediyesidir”. Çok kıymetli bulduğum bu ifade aslında o kadar çok şeyi açıklıyor ki. Bir kul, halis bir niyet ve ulvi bir maksat ile kendi varlığına ne kadar çok nitelik, vasıf, seciye, kabiliyet ve özellik kazandırırsa, elde edeceği farkındalık, onu, farkındalığı yüksek bir kul haline getirecektir. Başta marifetullah olmak üzere kulluğa müteallik ne kadar mühim sorumluluk varsa onları hayatına dahil ederek makbul bir kul haline getirecektir. Allah (cc), seni yarattığında öğretmen değil­din, mühendis değildin, doktor değildin, tamirci değildin, bahçıvan değildin ama sen çalıştın, gayret ve sabır ile bazı meslekî özellikleri hayatına dahil ederek hem kendi rızkını kazanabilmek hem de hayata bir katma değer eklemek anlamında güzel bir pozisyon aldın. İşte bu, yaptığı işi en iyi yapanlar için Rabbimizin methettiği, dünyevî ve uhrevî kazançları, ecir ve mükafatları nihayetsiz olan kullar arasına girebilmek demektir. Yani Rabbine bir nevi hediye sunmaktır. Yaşadığımız asır gerek şahsi gerekse kurumlar anlamında acımasız bir yarış asrıdır. İnsanlar, kurumlar, şirket ve devletler amansız bir yarış içindeler. Amacı ister siyasi ister ekonomik isterse sosyal bir mahiyette olsun, bu yarışın kazananını neredeyse her zaman bilgi ile aramızdaki ilişki belirlemektedir. Yani, bilgiyi üreten tarafta mısın yoksa onu tüketen tarafta mısın? Üretilmiş ve piyasaya erk sahiplerinin istediği miktar ve içerikte sunulan bilgi ile girdiğiniz bir yarışta hiçbir iddianız olamaz. Çünkü rekabet ve üstünlük, ancak sizin ürettiğiniz bilgi ve sizin tesis ettiğiniz üstünlük ile elde edilebilir. Ne yazık ki hiç kimse bize o üstünlük için ihtiyacımız olan bilgiyi verecek değildir. Hele hele dünyaya ideolojik ve katı siyasi anlayışlarla sömürge ve istila mantığı ile bakan düşmanlarımızdan böyle bir medet beklemek, bu tamamen safdilliktir. İşte bundan dolayı, söz konusu yarışlara patenti bize ait, bizim tarafımızdan üretilmiş ve mümkünse başkalarının taklit dahi edemeyeceği bir tarzda “nitelikli bilgi” ile girmeliyiz. Zira son kertede herkes elinizdeki bilginin sonucu olan teknolojik çıktısına bakıyor; yapabildiniz mi, yapamadınız mı diye.Şüphesiz ki nasıl yaptığınız sizi ilgilendirir. Bahsettiğim nitelikli bilgi, işte bundan dolayı hayatiyet arz etmektedir. Kısacası, kimsede olmayan bilgi, kimsede olmayan teknolojiyi netice veriyor. Bilginin önemini idrak etmek ve onun oluşturduğu farkı ulvî amaçlar için kullanma iradesi göstermek, yeryüzündeki mevcudiyetini ilahi bir bağlamla açıklamaya çalışan biz Müslümanlar için hiç olmadığı kadar hayatî bir seviyeye ulaşmıştır.  Eğitim faaliyetleri bundan dolayı tarifsiz bir ehemmiyet arz etmektedir. Yeni neslin yani okullarda hayata hazırladığımız çocuklarımızın öğrenme ve bilgi gibi kavramlarla aralarında aşk seviyesinde bir ünsiyet oluşturmalı, bu konuda aşkın bir mertebeye gelmelerine imkân tanıyacak zeminleri hazırlamamız gerekmektedir. Eğitim müfredatı, öğretmen kadrosu, okulların maddi anlamdaki teçhizatı bir yana, özellikle öğrencilerimizin karakter ve ruhlarını bu kutsi aşkla aşılamamız gerekmektedir. Mesela köklerini tanıması, mesela merak ve öğrenme arzusunun çılgın bir seviyede olması ve tarihi okuyan değil, onu yazan bir kimlik ile buluşmasını temin etmek ziyadesiyle mühimdir.Zira geçtiğimiz yüzyılda dünyaya istediği şekli veren güçlerin ellerindeki her avantaj (bilgi, insan kaynağı, politik akıl ve silah) oturdukları masada rakip ya da düşmanlarına istedikleri imzayı attırmıştır. Gelinen noktada, artık kendisine biçilmiş rolün ya da coğrafî elbisenin yetmediği bir millet olarak gerek sahada gerekse kapalı kapılar arkasındaki masalarda ancak elinizdeki bilginin orijinalliği ve tanımlanamaması gibi etkenlerle iradenizi özgürce beyan edebilirsiniz. Önceden gölgesi altında imzaya zorlandığımız silahlardan daha güçlüsü ve daha emsalsizi ile hem caydırıcı olabilme hem de hükmünü icra edebilme kudretini gösterdiğimizde bir kere daha anlaşılacaktır ki; bilgi büyük bir güçtür.Yakın geçmişimizde, siyasal veya ekonomik anlamda bize dilenci ya da sömürge muamelesi yapan Avrupa ülkelerinden küçük ülkeler diye bahseden idarecilerimizin olması, verilen mücadelenin ve gelinen noktanın azametini göstermesi bakımından çok manidardır. Yakın geçmişte kimseye danışmadan bizim gönül ve kültür coğrafyamızda cirit atan bu sözde devletler için artık, haydi sınırımıza gelsinler de görelim diyebiliyorsak bir şeylerin değiştiğini anlamamız gerekir.Müslümanlar Allah’a (cc) ellerindeki silahlardan da ordularının cesamet ve çokluğundan daha çok güvenirler. Ancak, sebepler dünyasında galibiyet ve mağlubiyet gibi durumların bağlı olduğu ilahi yasaları görmezden gelerek muvaffakiyet beklemek de doğru değildir. Bizler i’lâ-yı kelimetullah için (Allah’ın adını yüceltmek için) bir cenge çıkarken pusatımız da askerimiz de tekmil manada hazır olmalıdır, lakin muvaffakiyet veya mağlubiyetin Allah’ın iradesi ile olduğunu bilmek durumundayız.Şüphesiz ki, galibiyet ve mağlubiyet günlerini insanlar arasında döndürüp duran Cenab-ı Hakk’ın Kur’an-ı Kerim’de “O halde gevşemeyin ve üzülmeyin! Eğer (gerçekten) mümin kimseler iseniz en üstün olanlar sizsiniz” (Âl-i İmran 139) beyanı gösteriyor ki; eğer Kur’an’ın tarif ettiği ve onun standartlarında müminler olursak, üstünlük bize Hak katından müjdelenmiştir. Zafer ve muvaffakiyet, Allah’ı (cc) ne kadar hatırlattığımız ve Peygamberimize (as) ne kadar benzediğimiz ile doğrudan ilgilidir. Hz. Peygamber (sav)’in, “Hikmet, değerli bilgiler müminin yitik malıdır, onu ne­re­de bulursa almaya daha hak sahibidir.” (Tirmizi, İlim 19; İbn Mâce, Zühd 17) ha­di­si bizler için muhteşem bir muştudur. Zira bilgiye daha yakın olabilme avantajını Rab­bimiz biz müminlere bahşetmiştir. Şimdi bu avantajı kullanma vakti.Unutmayın! Rabbimiz sözlerimize kulak verir, hislerimize ehemmiyet verir, amellerimize cevap verir. O halde eylemin kutlu adımlarını atarak inayet-i ilahiyeye layık ve mazhar olmak için canlarla başlarla çalışma vaktidir.Es’selam Alâ Men’ittebea’l Hüdâ

Ahmet EFENDİ 01 Şubat
Konu resmiAsıl Güç
Eğitim

Eğitim, insanlık tarihinin en kritik silahı ve aynı zamanda en güçlü barış aracıdır. İnsanlığın varoluşundan bu yana savaşların getirdiği yıkım ve barışın sunduğu huzur arasında ince bir çizgi olmuştur ve bu çizginin kaderini belirleyen en güçlü unsur eğitimdir. Hayatın karmaşık dokusunda eğitim, tıpkı bir ressamın tuvale her fırça darbesinde şekil verdiği gibi, kişinin zihnini ve ruhunu şekillendirir. Ancak bu sanat, sadece kişinin değil, toplumların ve hatta tüm insanlığın kaderini etkileyen bir güçtür.Bir tuval hayal edin: boş, ama sonsuz potansiyele sahip. İlk bakışta sade ve sıradan görünebilir. Ancak o düz yüzeyde gizlenenler, ustalıkla işlenmeyi bekleyen derinliklerdir. İşte insan zihni ve kalbi de böyledir. Eğitim, bu boş tuvale ruh katan, ona renk, doku ve mana veren bir ressamın elindeki fırça gibidir. Ancak bu fırça, barışın renklerini mi, yoksa savaşın kasvetli tonlarını mı çizecektir? İşte bu sorunun cevabı, eğitimin niteliğine ve şahısların aldığı mesajlara bağlıdır.Gerçek eğitim, insana sadece bir şeyleri nasıl yapacağını değil, neden yapması gerektiğini de öğretir. Bu farkındalık, insanı sadece öğrenen değil, aynı zamanda düşünen, sorgulayan ve barışa hizmet eden bir varlık hâline getirir. Tarih boyunca, bilgiyle donatılmış ancak ahlaktan mahrum kişilerin savaşın kıvılcımını nasıl tutuşturduğunu görmüşüz­dür. Napolyonlar, Cengiz Hanlar ya da modern dünyadaki zalim ve yıkıcı liderler, eğitimden geçmiş olmalarına rağmen barış yerine savaşı seçmişlerdir. Bu yüzden eğitim, sadece aklı geliştirmekle kalmamalı, aynı zamanda ahlakın tohumlarını ekmelidir. Ahlaksız bilgi, kontrolsüz güç gibidir.Asıl güç, bilginin ötesindedir. O güç, bilgiye ahlak katmayı, onu barışa hizmet eden bir amaç uğruna kullanmayı bilen şahıslarda gizlidir. Nasıl ki bir ressamın fırçası, onun hayal gücü olmadan yalnızca bir aletten ibarettir; aynı şekilde, bir kimsenin eğitimi de içindeki merhamet, adalet ve sevgi gibi insani değerlerle taçlanmadıkça eksik kalır. Eğitim, savaşın karanlığını aydınlatacak bir ışık, barışın ise kalıcı bir garantisi olmalıdır. O zaman bu ışık, yalnızca kişilerin kendi iç huzurunu değil, toplumların sürdürülebilir barışını da sağlayabilir.Eğitim, fertlerden topluma uzanan bir dönüşüm yolculuğudur. Eğitimli insan, savaşın harap ettiği topraklarda barışın filizlenmesini sağlar. Her öğrenen kişi, çevresini aydınlatır ve toplumu daha ileriye taşır. Ancak unutulmamalıdır ki, her fert kendi eğitim yolculuğunun hem yolcusu hem rehberidir. Hiçbir yol düz değildir, hiçbir tuval kusursuz değildir. Karşılaşılan her engel, sarfedilen her çaba, insanın potansiyelini bir adım daha açığa çıkarır ve barışın temelini güçlendirir. Eğitim, sadece bireyi değil, tüm toplumu bir tuval gibi işleyerek daha yaşanabilir bir dünya haline getirir.Bugün, dijital çağın sunduğu sayısız im­kânla birlikte, bilgi ve eğitim daha erişile­bilir hale gelmiştir. Lakin erişilebilirlik, her zaman derinlik getirmez. İnternetin ve tek­nolojinin sağladığı araçlar, eğitimi daha yaygın hale getirse de insan ruhunun sıcaklığı ve barışa duyduğu özlem ve ahlaki değerlerle yoğrulmadıkça bu süreç, sadece mekanik bir uğraş olur. Eğitim, teknolojiyle desteklenmeli ancak insanî değerlerden asla uzaklaşmamalıdır.Barış, yalnızca savaşın olmaması değildir; o, bir yaşama biçimidir. Bu yaşama biçimi, fertlerin ve toplumların zihnine ancak eğitim yoluyla yerleştirilebilir. Hem savaşın kazananı yoktur; her taraf bir şeyler kaybeder. Barış ise herkesin kazandığı bir dengedir. Eğitim de bu dengenin temel direğidir. Öğretilen her değer, geleceğin binasına bir tuğla koyar; barışın temellerini sağlamlaştırır ve savaşların tekrar etmesini önler.

Selahaddin Apar 01 Şubat
Konu resmiHocalı’ya Ağıt
Tarih

Yıllar geçse de acıların geçmeyeceği hadiseler vardır. Zamanın küllendirdiği ama bir türlü sönmeyen hüzünler. Kırım bir yürek sızısıdır, Gazze ve Doğu Türkistan kanamakta olan birer yara… Başbağlar hala gönlümüzü dağlar. Ve Hocalı… Hissiyatların derin bir ölüm sessizliği ile boğulduğu birbirinden acı olaylar… Hocalı deyince bir şubat ayazının keskinliğidir hissettiğimiz. Soğuk, karanlık, sırtlanlara rahmet okutan bir vahşet… Hınçak ve taşnak artığı soysuzların arkasında bıraktığı enkaz… Rus askerî güçleri tarafından desteklenen Ermeni birlikleri, 26 Şubat 1992’de Dağlık Karabağ’ın Hocalı kasabasında bir soykırım gerçekleştirdi. Savunmasız durumdaki 106’sı kadın ve 63’ü çocuk, 613 masum hayatını kaybetti. Katliamdan 487 kişi ağır yaralı kurtulurken, Ermeni güçleri bin 275 kişiyi rehin aldı. Bunlardan 150’si ise arkasında bir iz bırakmadan kayboldu gitti. Bir benzeri Anadolu’da yine Ermeniler tarafından gerçekleştirilen insanlık dışı bir soykırımdı. Bu vahşete şahit olanlar, bir insanın başka bir insana bunu nasıl olup da yapabildiğini sorgulamış; Fransız gazeteci Jean-Yves Junet: “Bu gördüklerim gerçek olamaz, bunlar ya beynimin bana oynadığı bir oyun ya da Azeriler çok iyi mizansen hazırlamışlar. Öyle ya, hangi insanoğlu soğukkanlı bir şekilde elleri bile titremeden diri diri yalnızca kemikleri kalana kadar bir insanın kafa derisini yüzebilirdi? Pek çok savaş öyküsü dinledim, faşistlerin zulmünü işittim ama Hocalı’daki gibi bir vahşete hiçbir yerde rastlamadım.” yazmıştı.Bu katliamdan kaçmak isteyenlerin bir kısmı kaçamadan yakalanarak şehit edilmiş bir kısmı da soğuktan donarak hayatını kaybetmişti. Ölü bedenler bile katil sürüsünü tatmin etmemişti. Satırların anlatamayacağı, sadırların kaldıramayacağı bir yüktü olan bitenler. 1948 BM İnsan Hakları Evrensel Beyan­na­mesi’nin insanların dil, din, ırk, milliyet mensubiyeti sebebiyle temel hak ve özgürlüklerinden mahrum bırakılmaması, can ve mal dokunulmazlığının sağlanması, insanlık dışı aşağılayıcı muameleye maruz kalmaması vb. hükümleri bir Müslüman, bir Türk için söz konusu olamazdı. Bugün Gazze’de olduğu gibi. Yaşam hakkı, yaralı ve hasta hakları, sivil halkın hakları, esir hakları, mülkiyet hakları gibi uluslararası sözleşmelere konu olan bütün haklar da mevzubahis değildi elbette. Ancak savaşın da bir ahlakı ve bir hukuku olmalı değil miydi?Yıllar var ki şu cümleyi kurduk: Maalesef bugün hala Karabağ Ermeni işgali altında…Allah’a sonsuz şükürler olsun ki artık Karabağ özgür. Cebrail, Fuzuli, Hocavend, Ağdam, Terter, Şuşa, Hankendi özgür. Ve Hocalı artık özgür. Hocalı’nın özgürlüğü zulüm altındakiler için de bir muştu… Bir gün Kudüs, Gazze, Filistin, Doğu Türkistan artık özgür cümlesini de kurmayı ümit ve niyaz etmemiz için bir ışık.Bu özgürlüğe giden yol, sebepler dairesinde hiç şüphesiz maddi terakkiyata bağlı. Ülkemizin son yıllarda savunma sanayisi hamleleri, yerli ve milli duruşla üretilen teknoloji, Selçuk Bayraktar gibi ülkesine aşık pek çok mühendis ve ilim adamı bu yolu açtı. Türkiye, kendisine biçilen rolü oynayan değil, senaryo yazan ve yazdığı senaryoyu uygularken yapımcılığını da kendi üstlenen bir yere geldi.Üstad Bediüzzaman Hazretleri Hutbe-i Şamiye adlı eserinde İslâmiyet’in maddeten dahi istikbale hükmedeceği müjdesini veriyor. Alem-i İslam’ın şahsı manevisinin kalbinde gayet kuvvetli ve kırılmaz beş kuvvetin içtima ve imtizac edip yerleştiğinden bahsederken bu kuvvetlerden ikincisini şu şekilde tespit ediyor: “Medeniyet ve sanatın hakikî üstadı ve vesilelerin ve mebâdilerin tekemmülüyle cihazlanmış olan şedid bir ihtiyaç ve belimizi kıran tam bir fakr, öyle bir kuvvettir ki, susmaz ve kırılmaz.”İnsanın önce bir şeye ihtiyaç hissetmesiyle başlayan merak ve ortaya çıkan medeniyetin eserleri… İslam’ın izzetinin maddi terakkiye de bağlı olduğu hakikatinden yola çıkarak gençlerin buna ihtiyaç hissetmesini sağlarsak başka mazlumların da necatına vesile olabiliriz. Ecdadımızı büyük yapan da bu değil miydi? Dil, din, ırk ayırmadan bütün mazlumların sığınabildiği emin bir devlet. Topkapı sarayının girişinde yazan “Ya Valiyete Kûlli Mazlum” yani “Tüm Mazlumların Sığınağı” ibaresi oraya öylesine asılmış bir ibare değil, altı doldurulmuş bir hakikattir. Bugün de hamdolsun tüm mazlumların sığınağıdır, gözbebeğidir ülkemiz. Böyle bir milletin evladı olmak da bir vesile-i şükürdür.

İrfan MEKTEBİ 01 Şubat
Konu resmiBeraate Vesile: “Nedamet Eyledim Estağfirullâh!”
İbadet

Himmet Efendi, 17. asrın başlarında daha çocukluk yaşlarında Bolu’dan İstanbul’a tahsil için gelmiştir. Tahsilini tamamladıktan sonra bir müddet müderrislik de yapmış, yaklaşık 90 senelik hayatının sonuna kadar Bayrami şeyhi olarak irşad faaliyetlerinde bulunmuştur. Kabri Üsküdar’da Salı Tekkesi olarak da bilinen Himmet Efendi Tekkesindedir. Bir divançesi olan şeyhin şiirleri birçok farklı şiir mecmuasında da yer almaktadır.Aşağıda Himmet Efendi’nin şiir lisanıyla dile getirilen istiğfarına yer verilmiştir. Diğer birçok mutasavvıfın aynı mevzudaki şiirlerinde olduğu gibi, burada da samimi duyguların hâkim olduğu münacât havası gözden kaçmamaktadır. İlâhî zulmet-i cürm ile doldumNedâmet eyledim estağfirullâhUyub şeytân-ı nefsime kul oldumNedâmet eyledim estağfirullâh (Zulmet-i cürm: Günahın, kabahatin karanlığı / Nedâmet: Pişmanlık, yaptığı iş ve hareketin neticesini beğenmeme / Estağfirullâh: Allah’tan af istemek için söylenen kelam) “İşitiniz ey yârenler! Hak ve hakikat kanun-ı İlahi olarak aşikâr meydanda iken hilafına hareket etmekle nice cürümler işleriz. Bu günahların siyahlığı tecelli-i Hak olan gönlümüzü noktadan atlasa kapkara eylemez mi? Nerede nedamet, nerede istiğfar? Dil ve kalbin bu hallerden hâlî olması şeytan ve nefse kulluk değil midir? Muhabbetin ve rahmetin kaynağına kulaç atalım, iki büyük a’danın elinde zebun olmaktan azad olalım. Kararıyla karanlıktan kurtulmak kula…”Bakınız, ne buyuruyor Kalblerin Tabibi (sav): “Her insan hata eder (ve günah işler). Hata işleyenlerin en hayırlıları ise çok tevbe edenleridir.”Ya Gaffâr! Ne kadar çok olsa da günahlarımız, çokça bağışlayan sensin!.. Ya Gafûr! Ne kadar büyük olsa da günahlarımız çokça bağışlayan sensin!..* * *Eğer kılmaz isen yâ Rabbi çâreYüregimde onulmaz işbu yâreKulun kapunu koyup kande vareNedâmet eyledim estağfirullâh (Onulmak: Şifa bulmak, iyileşmek /Kande: Nereye)“Gidelim a dostlar! O tek kapıya… Müracaat oraya… Onulmaz denilen o kabahatlerimizin, o günahlarımızın açtığı yaranın merhemi o kapıda… Çare orada, deva orada. Sırtımızdaki cürümlerin ağırlığını alacak, gönlümüze şifalar verecek başka kapı aramayalım. Yok ki zaten… Tevbe istiğfar ile af ilacını geciktirmeyelim. Bir günah başka günahı bekletmesin. Bir kabahat bir kabahati aratmasın. ‘Vakit erken’ mazereti yaraya tuz ekmesin. Her dem, her lahza dilden ve kalbden istiğfar! Günahlar affola, şerler defola, yeni doğan güne hayırlar dolup hayır kapıları açıla!”Bak, ne buyuruyor ismet sıfatıyla muttasıf Rehber-i Ekmel (asm): “Vallahi ben günde yetmiş defadan fazla Allah’tan beni bağışlamasını diler, tevbe ederim.”Ya Tevvâb! Şafi isminin burcunda günahlardan geri dönüşümüzü kabul buyur!... Ve Settâr isminin nurani örtüsüyle cümle kusur-günah-kabahatimizi ört!..* * *Benim isyânımın pâyânı yokdurBilürem rahmetin deryâsı çokdurUsâta bâb-ı gufrânın açıkdırNedâmet eyledim estağfirullâh (İsyan: Karşı gelme, baş kaldırma / Pâyân: Son, nihayet / Usât: Asiler / Gufrân: Affetme) “Ümid kesilir mi canlar! Rahmet-i İlahiyenin deryası sınırsızken, bitmek tükenmek bilmeyen isyanlardan şikâyet de neyin nesi oluyor! İsyan edenlere af kapıları açıkken, ‘kapılar yüzüme kapandı’ demek ve isyana devam etmek er olana yakışır mı? Aff u mağfiretin cûşa geldiği gecelerimiz var, sabahlarımız var, gündüzlerimiz var, beş vakit durulan dergâhımız var, el açıp yakaran yüreğimiz var! Var ki var! Ümmetinden büyük günah işleyenlere şefaati olan Muhammed Mustafa’mız (sav) var. Onu bize ihsan eden ‘Rahmetim gazabımı geçti.’ buyuran Rahman ve Rahim olan Rabbimiz var. Bunca var’lar varken, bir isyan yokluğunda boğulmak mı? Hak cümlemizi muhafaza ede! Mağfiretin nuruna gark ede!”100 katl sahibinin, meleklerin ölçtüğü mesafede bir karış yakınlıkla affa nail olduğunu bildiren Hadis-i Şerifi tahattur edelim. Af müjdesini Saadet-i Ebediyenin Müjdecisinin fem-i mübarekinden alalım.Ya Afüv! Affa layık olamasak da istiğfarımızı-tevbemizi affınla bereketlendir. Bizleri aff u mağfiret eyle!* * *Günehden her ne kim yâ Rabbi kaldıPeşîmân oluben cürmüni bildiDiyerek Himmeti kapuna geldiNedâmet eyledim estağfirullâh “Biliniz ey ihvanım! Günahlar için Rabbe yönelmek ne güzel! Dergâha durup cürmün arz etmek ne güzel! Hak Peygamberin sünnetine böyle uymak ne güzel! Günahların affı için binler dille âmin ne güzel!Allah Resulünün (asm) dilinde istiğfar: “Allah’ım! Beni bağışla ve tevbemi kabul eyle. Çünkü sen tevbeleri çok kabul eden ve çok merhamet edensin.” Ya Mucibe’t-deavat! Dualarımızı kabul buyur!* * *Bir Hadis:(Seyyidü’l-İstiğfar)“Yâ İlâhî! Sen benim Rabbimsin. Senden başka hiçbir ilâh yoktur. Beni sen yarattın. Ben senin kulunum. Gücüm yettiğince sana verdiğim sözde durmaya, va’dimi yerine getirmeye çalışıyorum. Yaptıklarımın şerrinden sana sığınıyorum. Üzerime olan nimetini kabul ediyor ve günahlarımı itiraf ediyorum. Artık beni bağışla! Çünkü günahları ancak sen bağışlarsın!”

İbrahim SARITAŞ 01 Şubat
Konu resmiÖmrün Hakkını Vermek
İnsan

Bize bahşedilen hayatı en iyi şekilde değerlendirmek ve ömrün hakkını vermek hem bu dünyada hem de ahirette mutlu ve mesut bir insan olmak için büyük önem taşır. Peygamber Efendimiz (sav)’in şu hadis-i şerifi bu konuda yol gösterici niteliğindedir: “Ahirette herkes pişmanlık yaşayacak; kulluk vazifesini yapmamış olanlar yapmadıklarına, yapanlar da daha fazla yapmadıklarından pişman olacaklar.” Bu önemli ikaz, ömrünü verimli bir şekilde kullanma gayretinin gerekliliğini net olarak ortaya koymaktadır.Peki, bunun için neler yapılabilir?Merhamet ve YardımlaşmaRahmet Peygamberinin izinden giderek, her varlığa karşı şefkat ve merhametle yaklaşmak önemlidir. Maddi ve manevi yardıma muhtaç olanlara destek olmak, yaralarına merhem sürmek ve kavli/fiili dualarımızla onlara katkıda bulunmak sınırlı ömrümüzün anlamlı ve verimli bir şekilde değerlendirilmesine yardımcı olur. Dualarımızı gıyabi olarak yapmak, reddolunmayacağı müjdesiyle önemli bir katkıdır. Zira kabul edilmesi kuvvetle muhtemel duanın sağlayacağı katkı göz ardı edilemez. Bu sayede hem manevi destek sağlanır hem de ahiret için büyük kazançlar elde edilir.Güzel Ahlakı YaşatmakHoşgörülü, cömert, sabırlı ve yumuşak huylu bir mümin olmak, sözün ötesinde davranışlarla çevreye örnek olmak önemlidir. İnsanlar gözle gördüklerine daha çok itibar eder. Bu sebeple, örneklik oluşturacak bir hayat tarzı benimsemek önemlidir. Bu güzel ahlakı yeri geldikçe fedakarlıkla süslemek, insanların kalplerini kazanmanın etkili bir yoludur. Sabır ve cömertlik ile donanmış bir insan, düşmanını bile dost haline getirebilir.Aile Hayatında Örnek OlmakGelip geçen şu ömrün hakkını vermek sadece dışarıdaki insanlara değil, aile bireylerine karşı da sorumlulukları yerine getirmeyi gerektirir. “Elin iyisi, evin ayısı” olmamak; aile üyeleriyle sağlıklı ilişkiler kurmak, onların hakkını da gözetmek önemlidir. Özellikle çocukların manevi terbiyesine özen göstermek, eşinin hakkına riayet etmek ve huzurlu bir aile ortamı sağlamak, insanın dünyadaki en büyük sorumluluklarından biridir. Sabır ve Şükürle YaşamHayatın zorlukları karşısında sabır ve şükürle hareket etmek, kazançlı bir tavırdır. Zorlukları birer imtihan ve fırsat olarak değerlendirmek hem bu dünyada hem de ahirette kazanç sağlar. Sabır sayesinde elde edilen sevaplar, kulun Rabbine olan bağlılığını ve teslimiyetini gösterir. Sıkıntıları bir nimet olarak görüp şükürle karşılamak, insanın hem ruhen hem de manen büyük bir kazanca ve inşallah Allah’ın rızasına ulaşmaya vesile olur.Zikir ve Kur’an OkumaAz bir emekle büyük manevi kazançlar elde etmenin yolarından biri de Kur’an okumak ve Allah’ı zikretmektir. Peygamber Efendimizin hadislerinde zikredilen surelerin ve duaların faziletlerinden faydalanmak, manevi yükselişe katkıda bulunur. Mesela, İhlas Suresi’nin Kur’an’ın üçte birine denk geldiği belirtilmiştir. Zilzal ve Kafirun surelerinin de büyük sevaplar kazandırdığı ifade edilmiştir. Zikir konusunda da “Lâ ilahe illallahu vahdehû lâ şerîke leh, lehül mülkü ve lehül hamdü ve hüve alâ kulli şey’in kadîr” zikrini yüz defa okumak büyük bir manevi yükselişe vesiledir. Ve hakeza… Dua kitaplarına müracaat edilebilir. Özellikle sünnet-i seniyye içinde geçen dualar önemlidir.Şükür Odaklı OlmakHer anın bir nimet olduğunu bilerek, şi­kâyetten kaçınmak ve şükürle hareket etmek, hayata müspet bir bakış açısı kazandırır. Bu nazarla, insan kendini dünyanın maddi sıkıntılarından soyutlayarak manevi huzura ulaşır.Ömrün ve hayatın hakkını vermek, insanın her anını Allah rızasına uygun bir şekilde değerlendirmesiyle mümkün olur. Ahirette pişmanlığı en aza indirmek için, hayatın her dakikasını şuurlu bir şekilde yaşamaya gayret etmeliyiz. İdrak ettiğimiz üç aylar vesilesiyle, Allah Teala, hepimizi bu çaba ve gayretlerimizde muvaffak eylesin. Âmin.

Muammer Özer 01 Şubat
Konu resmiGerçek Suçlu Kim?
Sağlık

Son yıllarda hararetli bir aşı tartışması toplumun gündeminde. Aşılar hakkında pek çok iddia ortaya atılıyor. Yeni nesil diyebileceğimiz pek çok hastalık ve ani ölümlerin müsebbibi olarak aşılar lanse edilmekte. Gerçekten de istatistikler ve araştırma verilerine bakacak olursak otizm, diabet, MS… gibi hastalıklar son yıllarda toplumu ve gelecek nesilleri tehdit eden dehşet boyutlara ulaştı. ABD merkezli Otizm Eylem Topluluğu’nun (TACA) yayınladığı verilere göre; 1970 yılında otizm 10 bin çocuğun sadece 1’inde görüldüğü kayıtlara geçti. ABD Hastalık Kontrol ve Önleme Merkezi’nin verilerine göre, 1995 yılında her 1000 çocuktan 1’ine otizm tanısı konulurken 1999 yılında 500 çocuktan 1’inde, 2020’de ise her 36 çocuktan 1’inde otizm görüldü. Bu hastalık, 2000-2020 yılları arasındaki 20 yıllık süreçte yüzde 317 artış gösterdi. 50 yılda korkunç bir hızla artan otizm, yüzde 27 bin 677 artışla durumun vahametini gözler önüne serdi. İstatistiklere yansıyan ivmeye göre, 2030’da doğan 4 çocuktan 1’i otizmli olması tahmin edilirken 2050’de 2 çocuktan 1’inin otizmli olacağı öngörülüyor.Otizm bu hastalıklardan sadece biri;v DEHB (dikkat eksikliği/hiperaktivite)v Alzheimer v Parkinsonv MS (multiple skleroz)v Aşırı geçirgen bağırsak sendromu v Otoimmun sebepli hastalıklar: Haşimato, Romatoid Artrit, Lupus, Egzama, Sedef, Crohn, Ülseratif Kolit...Peki gerçek suçlu kim? Aşılar mı? Yoksa çoğunluğu Yahudi şirketi olan küresel gıda firmaları ve fastfood zincirleri mi? Bundan 30-40 yıl kadar önce hazır gıda, cips, kola, fastfood zincirlerinin hayatımıza girmesiyle yeme alışkanlıklarımız değişti. Raf ömrünü uzatmak için kimyasal katılan, albenili olması için gıda boyası eklenen, lezzetli algılanması için MSG gibi tehlikeli tatlandırıcı içeren bulyonlar, cipsler, çikolatalar, gofretler, dondurulmuş gıdalar, hatta ortalama 40 günde piliç olması için yapay hormonla beslenen tavuklar midemize girdi. Maalesef insan sağlığını düşünmeyen, kimyasalları, koruyucuları ve içeriğini bilmediğimiz pek çok katkı maddesini gıdalara boca eden firmaların insanlığa ödettiği bedel çok ağır oldu. 30 yıl önce 10.000 de bir görülen otizmli çocukların oranı bugün 36 da bire yükseldi ve hızla artıyor. Lütfen kendinizi ve çocuklarınızı bu fast food, cola ve hazır gıda, çikolata cips gibi içeriğini tam olarak bilmediğimiz gıdalardan uzak tutalım. Bu gıdaları tüketerek vücudumuzda azar azar biriktirdiğimiz zararlı maddeler bizim ve neslimizin sağlığını tehdit ediyor.“Onlardan öylesi de vardır ki, ona bir dinar (bir altın) emanet etsen, tepesine dikilip durmazsan, onu sana iade etmez. Bu, şüphesiz onların: “Ümmîler (ehl-i kitab olmayanlara yaptığımız haksızlıklar) hakkında üzerimize bir yol (bir vebal) yoktur!” demeleri sebebiyledir.” (Ali İmran, 75) ayetinde de ifade edildiği gibi insan sağlığını hiçe sayıyor ve insanlığa karşı hiçbir sorumluluk taşımıyorlar. “Hem onlardan birçoğunun günah işlemede, düşmanlık yapmada ve haram yemelerinde koşuştuklarını görürsün. Yapmakta oldukları şey, gerçekten ne kötüdür!” ( Maide, 62) ayetinin uyarısıyla, nasıl ki Lübnan’da tedarik zincirine dâhil olarak çağrı cihazlarına patlayıcı yerleştirip sonra da patlatarak pek çok insanın ölmesine ve kör olmasına sebep oldular, öyle de Müslümanları ve Müslüman nesilleri tehdit olarak görüp maddi manevi zarar vererek şiddetli düşmanlık eden Yahudi şirketlerinin sundukları ürünlerde insan sağlığını gözettiklerine inanmak saflıktan da ötedir.“Hem yahudiler: ‘Allah’ın eli bağlıdır (cimridir)’ dediler. (Hâşâ!) Dedikleri yüzünden (hayırlı işlerde) elleri bağlansın ve lanete uğrasınlar! … Buna rağmen yeryüzünde fesad çıkarmaya çalışırlar. Hâlbuki Allah, fesad çıkaranları sevmez.” (Maide, 64) ayetinin beyanıyla hayırda elleri bağlı ve lanetli bir kavmin bizlere sunduğu gıda ve hizmetlerden mümkün olduğunca uzak durmak gerekir.“Ve insanlardan öylesi vardır ki, dünya hayatına dair sözü (senin) hoşuna gider. (Sözlerinin kendi) kalbinde olana (muvafık olduğuna) da Allah’ı şahit tutar; hâlbuki o, düşmanların en şiddetlisidir. (Senden) ayrılınca da yeryüzünde fesad çıkarmak, hem ekin ve nesli helâk etmek için çalışır. Hâlbuki Allah, fesadı sevmez.” (Bakara, 204-205) ayetinin yol göstermesiyle iyilik meleği rolüne bürünen, reklamlarla sahte algılar oluşturan, gerçekte ise gıdaları ve nesilleri bozan bu gıda terörünü engelleyecek denetim mekanizmaları yeterli olmadığından insanlık ağır bedeller ödemektedir. Beslenmek sadece karnını doyurmak değildir. Beslenme insanın psikolojisi, duygu ve davranışları, kalbi, ruhu ve hayatında ciddi etki yapar. Peygamber Efendimiz duasında “Allah’ım beni helal ve temiz rızıklarla rızıklandır. Ve bana salih amel işlemeyi nasip et.” diye dua etmiştir. Bizim de duamız olsun.

Muhammed Said ARPACI 01 Şubat
Konu resmiHadisler Bize Sağlam Yollardan İntikal Etmiştir
İtikad

Son zamanlarda bazı çevreler tarafından bir hadis düşmanlığı başlatılmış, hadislerin sağlam yollardan bize kadar intikal etmediği iddia edilmiştir. Konu hakkında fazla bilgisi olmayan pek çok kişi de bu yüzden bu konularda şüpheler duymaya başlamışlardır. Aşağıda kısaca hadislerin bize sağlam bir şekilde intikalinin tarihi süreci anlatılacaktır.Bazı araştırmacılar hadis tarihini “hıfz, kitâbet, tedvin, tasnif” olmak üzere 4 kısma ayırmışlardır.1 Hıfz DönemiSahâbîlerin bizzat Peygamberimizle (sav) beraber oldukları, onun sohbetine katıldıkları, her halini müşahede ettikleri, diğer ifadeyle Kur’an ve sünneti öğrendikleri dönemdir. Bu dönemde Peygamberimiz (sav) kendisine nâzil olan âyetleri hemen yazdırıyor, fakat kendi sözlerinin yazılmasını yasaklıyordu.2 Bazı âlimler bu yasağın hadislerin Kur’an’la karıştırılma endişesinden dolayı olduğunu söylemişlerse de3 Peygamberimizin insanlar hadislere yönelir, Kur’an ikinci planda kalır endişesiyle bunu yasakladığı rivayetlerden anlaşılmaktadır.4 Bununla beraber Peygamberimizin (sav) ha­dislerin yazılmasını yasaklaması umumi bir yasak değildi. Nitekim bazı şahıslara yazı konusunda izin verdiği bilinmektedir. Ör­ne­ğin Peygamberimiz genç sahâbîlerden Ab­dullah b. Amr’a hadislerini yazması için müsaade etmiş,5 o da değişik zamanlarda yazdığı 1000 kadar hadisi es-Sahîfetü’s-Sâ­dı­ka isimli bir cüzde toplamıştı.6 Ayrıca Pey­gamberimiz (sav) zaman zaman bazı anlaşmalar ve mektuplar da kaleme aldırıyordu. Bu yazılı vesikalar Muhammed Hamidullah tarafından toplanmış ve Vesâiku’s-Siyâsiyye adıyla bir kitap haline getirilmiştir.7Kitâbet DönemiPeygamberimizin (sav) vefatından hicrî 100 yılına kadar süren zaman dilimidir. Peygamberimizin vefatından sonraki bu dönemde bazı sahâbîler hadisleri yazmış veya yazdırmış, fakat bazı sahâbîler hadislerin yazılmasına karşı çıkmışlardır. Hadislerin yazılmasına karşı çıkanlar hadislerle meşgul olanların, Kur’an’ı ikinci planda bırakacağını gerekçe olarak göstermişlerdir. Örneğin Zührî’nin hocası Urve b. Zübeyr’den yaptığı bir rivâyet bu doğrultudadır. Bu rivâyete göre Hz. Ömer hilafeti döneminde hadisleri yazdırmak istedi. Bunu Peygamberimizin ashâbıyla istişare etti. Onlar da yazılması lehinde fikir beyan ettiler. Hz. Ömer bir ay kadar istihare yaptıktan sonra “Ben sünnetleri yazdırmak istiyordum, fakat sizden önceki milletleri düşündüm. Onlar birtakım kitaplar yazdılar, sonra da o kitaplara yöneldiler ve Allah’ın kitabını bıraktılar. Allah’a yemin olsun ki, ben herhangi bir şeyi Allah’ın kitabıyla karıştırmayacağım” diyerek sünnetleri yazdırmaktan vazgeçti.8Hadislerin yazılmasına karşı çıkan diğer sahâbîler de Hz. Ömer’in endişesine iştirak ederek, insanların hadislere yönelip, Kur’an’ı ikinci plana atmalarından çekinmişlerdir.9 Yoksa onlar hadisin dinin bir kaynağı olduğunu inkâr ediyor değillerdi. Burada şunu da belirtmeliyiz ki, hadislerin yazılmasını yasaklayan sahâbîlerin daha sonraları bazı hadisleri yazdıkları veya yazmaya teşvik ettiklerine dair rivâyetler de vardır. Örneğin hem Hz. Ömer’in hem de oğlu Abdullah’ın “İlmi yazarak bağlayın!” dedikleri,10 İbn Mes‘ûd’un hadislerin yazılmasına karşı çıktığı halde,11 oğlu Abdurrahman’ın babasının vefatından sonra bir kitabı göstererek bunun bizzat babası tarafından yazılmış olduğuna yemin ettiği rivâyet edilmiştir.12 İbn Abbas’ın da hem yazmaya karşı çıktığına hem de teşvik ettiğine dair farklı ifadeleri vardır.13 Ebû Hüreyre’nin de hem yazıya karşı çıktığı14 hem de talebesi Hemmâm’a hadis yazdırdığı hem de kendisinin bizzat yazdığına dair rivâyetler vardır.15 Muhtemelen onlar ilk dönemlerde hadislerin yazılmasına karşı çıktılar, fakat zaman ilerledikçe bazı hadislerin unutulduğunu görerek kendileri yazdılar veya yazmaları için etraflarındaki insanları teşvik ettiler. Yapılan araştırmalarda hadislerin yazılmasına karşı çıkan sahâbîlerin azınlıkta kaldığı görülür. Çoğunluğu teşkil eden sahâbîler, hadislerin yazılmasında hiçbir mahzur görmemişlerdir. İçlerinden bir kısmı -örneğin Hz. Ali, Enes, Câbir- bizzat hadisleri yazmışlar, bazıları da etraflarındakilere hadisleri yazmaya teşvik etmişlerdir. Mustafa el-A‘zamî İlk Devir Hadis Edebiyatı adıyla tercüme edilen kitabında hadisleri yazan 50 kadar sahâbenin ismini vermektedir.16Fakat bu dönemde yazılan hadislerin küçük cüzler (sahifeler) şeklinde olduğunu, büyük bir yekûn tutmadığını ve bütün hadisleri toplamaya yönelik bir faaliyet olmadığını da belirtmemiz gerekir. Tedvin DönemiBilindiği gibi Peygamberimiz (sav) zamanında nâzil olan sûre veya âyetler yazılıyordu, fakat bu yazılanlar dağınık haldeydi ve bir kitap haline getirilmemişti. Peygamberimizin (sav) vefatından sonra Hz. Ömer’in teklifiyle Hz. Ebû Bekir zamanında Kur’an, toplanıp iki kapak arasında bir araya getirilmiştir. Kur’an’ın cem’inden yaklaşık 90 yıl sonra benzer bir faaliyet de hadisler için yapılmaya çalışılmıştır. Hz. Ömer Kur’an’ın cem’i konusunda girişimde bulunduğu gibi, onun ismiyle müsemmâ olan torunu Ömer b. Abdülazîz de İbn Şihâb ez-Zührî’nin desteğiyle ezberlerde, sahifelerde, cüzlerde dağınık olan hadisleri toplayıp bir araya getirerek, hadislerin bütününü kaybolmaktan kurtarmaya çalışmıştır. Hadislerin bütününü toplamaya yönelik bu faaliyete de tedvin denilmiştir. “Tedvin, muhtelif sahâbîler tarafından yazılmış olan sahifeleri bir arada toplayarak bir kitap meydana getirmek manasına gelebileceği gibi, yine muhtelif sahâbîlerin rivayet etmiş oldukları hadisleri yazıp bir kitapta toplamak manasına da gelir. Buna göre tedvinin kitabete nazaran çok daha geniş ve sistemli bir toplama faaliyetinden ibaret olduğu ve bu faaliyetin hadis tarihinde kitabetten sonra başladığı anlaşılmaktadır.”17Ömer b. Abdülazîz’in resmî olarak hadislerin tedvini için emir verdiği bilinmektedir. Fakat ondan önce Mısır valisi olan babası Abdülaziz b. Mervân da (ö. 86/705) benzer bir teşebbüste bulunmuştur. Rivâyet edil­diğine göre Abdülaziz b. Mervân 70 ka­dar Bedir ashâbıyla görüşmüş olan Hıms âlim­lerinden Kesîr b. Mürre’ye (ö. 75/694 [?]) bir mektup yazmış ve mektubunda sa­hâ­bî­lerden duymuş olduğu bütün hadisleri yazıp kendisine göndermesini istemiş, yalnızca Ebû Hüreyre’nin rivâyetleri kendisinde olduğu için onu istemediğini de belirtmiştir. Hicrî 70 ile 80 yılları arasında vefat eden Kesîr b. Mürre bu emre icabet etti mi, etmedi mi, ettiyse ne kadar hadis yazdı veya hangi hadisleri yazdı, bu konuda kaynaklarımızda maalesef herhangi bir bilgi bulunmamaktadır.18 Abdülaziz b. Mervân’ın yaptığı veya yapmak istediği hadisleri toplama isteğinin onun oğlu Ömer’de de olduğunu görüyoruz. O da babası gibi hadisleri toplama teşebbüsünde bulunmuş, üstelik bunu şahsi bir iş olarak değil, devletin resmî emri olarak gerçekleştirmek istemiş ve bunda başarılı da olmuştur. Hicrî 99 yılında hilafete geçen Ömer b. Abdülazîz, o yıllarda sahâbîlerin büyük bir kısmının vefat etmesiyle, sünnetin yok olmasından endişe etmiş ve bunun önüne geçmek için çareler aramıştı. Bu sebeple başta Medine valisi ve âlimleri olmak üzere her tarafa mektuplar yazarak hadislerin yazılarak toplanması için emirler verdi.19 Buhârî’nin rivâyetine göre Ömer b. Abdülazîz’in, Medine Valisi Ebû Bekr b. Hazm’a (ö. 117/735) gönderdiği mektup şöyledir: “Rasûlullah’ın hadislerini araştır ve bulduklarını yaz! Zira ben il­min yok olmasından ve âlimlerin göçüp gitmesinden korkmaya başladım. Yazma esnasında Peygamber’in sözünden başkasını kabul etme! Bir de (âlimlere söyle) ilmi yaygınlaştırsınlar. Meclislere otursunlar ve bilenler bilmeyenlere öğretsin. Çünkü ilim gizli bir şey hâline getirilmedikçe yok olmaz”.20 Bazı rivâyetlerde halife “Senin yanındaki (Medine’deki) hadisleri yaz ve bana gönder” diyordu.21İmam Mâlik şöyle demiştir: “Ömer b. Ab­dül­­azîz şehirlere sünnetlerin ve fıkhın öğre­til­mesi için mektuplar yazıyordu. Medine ehline de daha önceki uygulamaları ve bun­lar­la amel edip etmediklerini soruyordu. (Vali) Ebû Bekir b. Hazm’dan da sünnetleri kendisi için cemedip, yazıp göndermesini istedi. İbn Hazm kitapları yazdı, fakat Ömer’e gönderemeden önce Ömer vefat etti.”22Bazı rivâyetlerden halifenin hadislerin toplanması için yalnızca Medine valisine mektup göndermekle yetinmediği, başkent Şam’ da da bir kurul oluşturarak hadisleri yazdırdığı anlaşılmaktadır. Bu kurulun başında da İbn Şihâb ez-Zührî bulunmakta idi.23 O, bu konuda şöyle demiştir: “Ömer b. Abdülazîz, bize sünnetlerin toplanmasını emretti. Biz de ona defter defter yazdık.”24 Halife bu kurulun çalışmasına zaman zaman iştirak ediyor ve görüş beyan ediyordu. Ebü’z-Zinâd şöyle der: “Ömer b. Abdülazîz’i gördüm. Âlimleri toplamıştı, onlar da sünnetten bazı şeyleri toplamışlardı. Ömer bu sünnetleri gözden geçiriyor ve kendisiyle amel edilmeyen bir şey geldiğinde ‘Bu fazlalıktır (bunu geçiniz!) amel buna göre değil’ diyordu.”25 Zührî, sünnetlerin toplanmasından sonra, Ömer b. Abdülazîz’in idaresi altında bulu­nan her yere bu defterlerden birer nüsha gönderdiğini söylemiştir.26 Yukarıda da geçtiği gibi, Medine Valisi Ebû Bekr b. Hazm, hazırladığı kitabı bitirmeden Ömer b. Ab­dül­­azîz vefat etti. Yazılanlar valinin elinde kal­dı. İmam Mâlik, Medine Valisi Ebû Bekr b. Hazm’ın oğluna yazılan kitabın ne olduğu­nu sorduğunu, oğlunun da “Kayboldu” dediğini zikreder.27Sonuç olarak Ömer b. Abdülazîz’in hadisleri toplama isteğini yerine getiren yalnızca İbn Şihâb ez-Zührî oldu. Bu yüzden o, “Bu ilmi benim tedvinimden önce hiç kimse tedvin etmedi”28 demiştir. İmam Mâlik ve Abdülaziz b. Muhammed ed-Derâverdî (ö. 187/803) “İlmi (hadisi) ilk tedvin eden İbn Şihâb’dır.” diyerek buna işaret etmişlerdir.29Tedvin döneminin Ömer b. Abdülazîz’in emriyle başladığı ve tedvin döneminin en mühim şahsiyetinin Zührî olduğunda kaynaklarımızda ittifak vardır. Bütün bunlara ilaveten Ömer b. Abdülazîz’in başlattığı bu faaliyet, âlimler arasındaki “hadisleri yazalım mı, yazmayalım mı?” tartışmasını büyük oranda bitirmiştir. Sahâbe ve büyük tâbiîn döneminde, hâfıza, hadislerin naklinde en önemli vasıta iken, Zührî’nin hadisleri tedvininden sonra hâfıza önemini kaybetmemekle beraber, yazı onun önüne geçmiştir denilebilir. Artık ikinci yüzyıldan itibaren -itiraz eden çok az muhaddis haricinde- bütün muhaddisler hadisleri yazmaya başladılar. Örneğin Zührî kendisinden hadis almak isteyenlere kendi yazılı nüshasını veriyor veya ona ait istinsah edilmiş bir metin ona getiriliyor, ondan rivâyet için izin istiyorlar, o da izin veriyordu. Zührî’nin muasırı pek çok muhaddisin de yazılı hadisleri naklettikleri kaynaklarda geçmektedir.30 Bunda Ömer b. Abdülazîz’in devlet başkanı sıfatıyla verdiği emir, onun Hz. Ömer’in torunu oluşu, ilmi, zühd ve takvası, kendi döneminde Emevîlerin zulümlerini bitirmiş olması, Zührî gibi bazı âlimlerin bu konuda ona destek olması, sahâbîlerin büyük bir kısmının ve ilk tâbiîn neslinden olanların bir kısmının vefatıyla hadislerin yok olmaya başlaması endişesi, uydurma faaliyetlerin artması gibi olayların etkisi olmuştur demek mümkündür. Bu dönemden sonra artık –tâbiînden birkaç kişi hariç- bütün âlimler hadisleri yazmaya, hatta oldukça hacimli ve konulara göre tasnif edilmiş kitaplar oluşturmaya başladılar. Bu faaliyet daha sonra “Tasnif Dönemi” olarak isimlendirilmiştir. Hadis ilmindeki tedvin daha sonra diğer ilimlerinde tedvinini netice vermiştir.Tasnif DönemiTedvin döneminden kısa bir süre sonra tasnif dönemi başlamıştır. Tedvin döneminde belli bir sınıflandırma yapılmadan hadisler toplanıyordu; tasnif döneminde ise, artık toplanan hadisler konularına göre veya sa­hâ­bîlerin isimlerine göre sınıflandırılma cihe­tine gidilmiştir.31 Bu dönemde gittikçe artan hacme sahip eserler telif edilmiştir.İbn Hacer, âlimlerin şöyle dediğini nakleder: “Sahâbeden ve tâbiînden bir cemaat hadislerin yazılmasından hoşlanmamış, kendileri nasıl ezberledilerse sonrakilerinde hadisleri ezberleyerek öğrenmelerini istemişlerdir. Fakat himmetler kısaldığında ve imamlar ilmin yok olmasından korktuklarından hadisleri tedvin etmişlerdir. Hicrî yüzyılın başında Ömer b. Abdülazîz’in emriyle hadisleri ilk defa tedvin eden İbn Şihâb ez-Zührî’dir. Sonra tedvin çoğalmış, arkasından da tasnif dönemi başlamıştır. Bundan da pek çok hayırlar hâsıl olmuştur.32 Tasnif döneminin ilk yıllarında Mekke’de İbn Cüreyc; Medine’de Mâlik (ö. 179/795) ve İbn İshak (ö. 151/768); Basra’da Rebi’ b. Sâbih (ö. 160/776); Saîd b. Ebû Arûbe (ö. 156/773), Hammâd b. Seleme (ö. 167/783); Kûfe’de Süfyân-ı Sevrî (ö. 161/777); Şam’da Evzâî (ö. 157/773); Vâsıt’ta Huşeym (ö. 183/799); Yemen’de Ma‘mer (ö. 153/770); Rey’de Cerîr b. Abdülhamid (ö. 188/804); Horasan’da İbn Mübârek (ö. 181/797) ilk eser telif edenlerdir. Irakî ve İbn Hacer “Bu zatların hepsi aynı asırda yaşadıkları için hangisinin en önce kitap yazdığını bilemiyoruz” demişlerdir.33Hicrî ikinci yüzyılın yarısından itibaren tasnif dönemi başlamışsa da tasnifin altın çağı üçüncü yüzyıl olmuş, hadis tarihindeki en önemli eserler –örneğin Kütüb-i Sitte- bu çağda telif edilmiştir.Tedvin ve OryantalistlerHadislerin yazılması istisnai de olsa peygamberimiz (sav) döneminde birkaç sahâbîyle başlamıştır. Peygamberimizin (sav) vefatından sonra sahâbe arasındaki ihtilafa rağmen çoğunluk yazıya taraftar olmuştur. İkinci yüzyılın başında tedvinle resmileşmiş, daha sonra yaygınlaşmıştır. Yukarıda bu konu hakkında bilgi sunuldu. Kaynaklarımızda tedvinle ilgili yeteri kadar sahih deliller olduğu halde, bir kısım şarkiyatçılar, bu delilleri mümkün mertebe görmezden gelerek veya çürütmeye çalışarak, hadislerin ikinci yüzyıl sonlarına doğru yazıldığını göstermeye çalışmışlardır. Oryantalistlerin hadislerin yazımını mümkün mertebe geç başladığını gösterme çalışmaları, Nabia Abbott (ö. 1981), Fuad Sezgin ve M. Mustafa el-A’zamî gibi ilim adamları tarafından yazılan kitaplarla tenkit edilmiştir. Abbott, başlardan itibaren şifahi rivâyetle yazılı rivâyetin beraberce devam ettiği fikrini savunmuş, Sezgin Buhârî’nin Kaynakları’nda, A’zamî de İlk Devir Hadis Edebiyatı ismiyle tercüme edilen Studies in Early Hadith Literatüre adlı kitabında hadislerin Peygamberimiz devrinden itibaren yazıldığını ispat eden malzemeleri derlemişlerdir.341- İsmail Lütfü Çakan, Hadis Edebiyatı, s. 3. İbrahim Canan, bunu “tesbit, tedvin, tasnif ve Tehzib” safhaları olarak sınıflandırmaktadır. Bkz: Kütüb-i Sitte Terceme ve Şerhi (Ankara: Akçağ Yayınları, 1995), 1/5.2- Müslim, Zühd, bab 16, hn. 72 (3004); Dârimî, Mukaddime, 42/456, 457; ayrıca bkz: Ahmed Yücel, “Hadislerin Yazılmasıyla İlgili Rivâyetlerin Tenkit ve Değerlendirilmesi”, Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, Sayı 16-17, 1997-1998, s. 91-121.3- Süyutî, Tedrîb, s. 354.4- Müsned, 3/12. Ayrıca bkz: Ahmed Yücel, a.g.m.5- Dârimî, Mukaddime, 43/490.6- Veysel Özdemir, Abdullah b. Amr ve Es-Sahifetü’s-Sâdıka’sı (Erzurum: Atatürk Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Doktora Tezi, 2008), s. 64. 7- Kitabın tercümesi Beyan Yayınları tarafından yapılmıştır.8- Ma‘mer, el-Câmi‘, 11/257, hn. 20484; Hatîb, Takyidu’l-İlm, s. 49; İbn Abdilber, Câmi‘, 1/274; Süyutî, Tedrîb, s. 354; bu rivâyetin tenkidi için bkz: A‘zamî, İlk Devir Hadis Edebiyatı, s. 55.9- Dârimî, Mukaddime, 42/475, 486; İbn Abdilber, Câmi‘, 1/268 vd.10- Dârimî, Mukaddime, 43/503, 504; İbn Abdilber, Câmi‘, 1/308.11- Dârimî, Mukaddime, 42/475, 483. İbn Abdilber, Câmi‘, 1/276, 283.12- İbn Abdilber, Câmi‘, 1/311.13- Dârimî, Mukaddime, 43/505, 506, 510; İbn Abdilber, Câmi‘, 1/275, 280, 316, 14- Dârimî, Mukaddime, 42/478.15- İbn Abdilber, Câmi‘, 1/313, 324.16- A‘zamî, İlk Devir Hadis Edebiyatı, s. 34-57.17- Koçyiğit, Hadis Tarihi, s. 200.18- Accâc, es-Sünnetu kable’t-tedvîn, s. 373.19- Abdullah b. Dînâr kanalıyla Ömer b. Ab­dül­azîz’in hadislerin toplanması için Medine va­li­sine, Medinelilere ve bütün beldelere mektup gönderdiği şeklinde değişik rivâyetler gelmiştir. Ömer b. Abdülazîz üç şekilde mektup göndermiş olması mümkündür. Bkz: Dârimî, Mukaddime, 43/493, 494; İbn Hacer, Fethu’l-Bârî, 1/257; Koçyiğit, Hadis Tarihi, 203, 204.20- Buhârî, İlim, 34.21- Dârimî, Mukaddime, 43/493, 494. Aynı mealde bir mektubun Basra Valisi Adiy b. Ertat’a gönderildiği rivâyet edilmiştir. Bkz: Ebû’ş-Şeyh, Tabakâtu’l-muhaddisin fi’l-İsbehan (Beyrut: Müessesetu’r-Risale, tsz), 2/190.22- Fesevî, Târîh, 1/443. 23- Bazı müellifler Zührî’nin Medineli olmasın­dan yola çıkarak bu işi Medine valisinin emriyle Medine’de yapmış olarak göstermekte­dir­ler (Bkz: İbrahim Canan, Kütüb-i Sitte Şerhi, 1/117; Mustafa Karataş, Hadis Rivâyet Tarihi, 177). Hâlbuki Zührî, Abdülmelik’le tanışmasından sonra Şam’a yerleşmiş ve halifelerin yakınında yer almıştır. Zaman zaman Medine’ye gelip gitse de daimî olarak Şam’da ikamet etmiştir. Tedvin döneminde de Şam’da olduğuna dair karineler mevcuttur. 24- İbn Abdilber, Câmi‘, 1/331. 25- Kâ‘bî, Kabulu’l-ahbâr, 1/117; Muhammed Ac­câc el-Hatîb, es-Sünnetu kable’t-tedvîn, s. 330.26- İbn Abdilber, Câmi‘, 1/331.27- Fesevî, Târîh, 1/443; İbn Hacer, Tehzîb, 7/31228- Kettânî, Hadis Literatürü, s. XXXVIII.29- İbn Abdilber, Câmi‘, 1/320, 331.30- Fuat Sezgin, Buhârî’nin Kaynakları, s. 61.31- Koçyiğit, Hadis Tarihi, s. 205.32- İbn Hacer, Fethu’l-Bârî, 1/275.33- Süyutî, Tedrîb, s. 65. 34- Bekir Kuzudişli, Oryantalizm ve Hadisle İlgilenen Bazı Oryantalistler, İstanbul Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi [Darulfunun İlahiyat], 2003, sayı: 7, s. 154.

İdris TÜZÜN 01 Şubat
Konu resmiİslam ve Sağlık
Sağlık

İslamiyet, her şeyi yaratan ve yarattıklarını her yönüyle en iyi bilen, dolayısıyla onların bütün ihtiyaçlarını da çok iyi bilen Zat-ı Zülcelal’in hak dini olduğundan, her şey Dîni Mübin-i İslam’da önemiyle orantılı bir şekilde yerli yerine konulmuştur. İslamiyet, insanın maddi ve manevi hayatını kuşatan kurallarıyla bireyin ve toplumun iyiliğini hedeflemiştir. Sağlık, insan hayatında çok önemli bir yere sahip olduğundan, İslam bu konuyu kapsamlı bir şekilde ele almış ve sağlığın korunmasını insanın temel mesuliyetlerinden biri olarak görmüştür. Sağlık, sadece fizikî iyilik hali değil, aynı zamanda ruhî, zihnî ve manevî dengenin korunmasını da içerir. İslam’ın sağlık anlayışı, insanın kendisine emanet edilen beden ve ruhunu koruma şuuruyla hareket etmesini vurgular.Kur’ân ve Hadislerde Sağlığın Önemi“Kendinizi kendi ellerinizle tehlikeye atma­yın.” (Bakara, 195) mealindeki ayet-i kerime, kişinin sağlığına dikkat etmesi gerekti­ği­ni açık bir şekilde ifade eder. Bu ayet, başlangıçta cihad vazifesini ihmal ederek şahsi işlere ağırlık veren sahabeleri ikaz etmek amacıyla inmiş olsa da, tefsir ilminde önemli olan “sebebin hususi olması hükmün umumi olmasına mani olmaz” kuralınca, hükmü evrenseldir. İnsanları her türlü maddi ve manevi zarardan sakınmaya çağırır.Peygamber Efendimiz (sav), bir hadis-i şeriflerinde şöyle buyurmuştur: “Allah’tan af ve afiyet isteyiniz. Zira hiç kimseye yakinden sonra afiyetten daha hayırlı bir şey verilmemiştir.” Bu hadis, sağlık ve afiyet nimetinin insan hayatındaki yerini ve değerini en güzel şekilde açıklar. Başka bir hadis-i şerifte ise, “Allah’tan istenen şeyler arasında Allah’a en sevimli olanı afiyettir” buyrularak afiyetin, dua ve taleplerin en makbulü olduğu belirtilmiştir.İslam, insan sağlığını yalnızca fizikî iyilik olarak görmez; bu kavramı ruhî ve manevî dengeyle bir bütün olarak ele alır. Bu nedenle sağlıklı bir şahıs hem kendisine hem de çevresine faydalı olabilir.Dua ve Fiili Tedbirlerin DengesiDua, İslam’da hedef belirlemenin ve harekete geçmenin ilk adımıdır. Ancak dua, yalnızca bir talepten ibaret değildir. Gerçekleşmesini istediğimiz şeyler için fiili adımlar atmamız da gerekir. Sağlıklı bir hayat için afiyet dilemek, bu doğrultuda alınması gereken tedbirlerin bir başlangıcıdır.Koruyucu hekimlik kurallarına uymak, düzenli olarak doktora gitmek, dengeli beslenmek, spor yapmak ve gerektiğinde tedavi olmak gibi işler, bu sorumluluğun bir parçasıdır. Peygamber Efendimiz (sav), dualarında sık sık sıhhat ve afiyet dilemiş, aynı zamanda bunun gereklerini de yerine getirmiştir. Bu durum, Müslümanlar için önemli bir örnek teşkil eder.Nebevi Tıbbın Temel İlkeleriPeygamberimizin (sav) “Hasta olmadan önce sağlığın kıymetini bil” hadisi, Nebevi Tıbbın temel yaklaşımını gösterir. Sağlık, korunması gereken bir emanet olarak görülür. İslam, şahsın sağlığını koruması için hem doğrudan hem de dolaylı tavsiyelerde bulunur:Doğrudan Tavsiyeler: Temizlik, dengeli beslenme, spor ve dinlenme gibi tavsiyeler, şahsın fizikî sağlığını doğrudan etkiler. Dolaylı Tavsiyeler: Namaz ve oruç gibi ibadetler, manevi huzuru desteklerken beden sağlığına da katkıda bulunur. Bunun yanı sıra domuz eti, alkol ve uyuşturucu gibi zararlı maddelerin yasaklanması, müminin sağlığını korumayı hedefler.İslamiyet, kişilere sağlıklı bir hayat için şuur kazandırmakta ve bunu ibadetlerle desteklemektedir. Bu anlayış, modern tıbbın ön gördüğü birçok prensibi binlerce yıl önce dile getirmiştir.Sağlığı Koruma YöntemleriUzmanların tavsiyeleri ve Nebevi Tıbbın ilkeleri doğrultusunda sağlığı koruma adına uygulanabilecek bazı yöntemler şunlardır:- Günde en az 5 saat karanlık bir odada kaliteli uyku uyuyun.- Sabahları bir bardak su içerek güne başlayın.- Elektronik cihaz kullanımını sınırlayın, ekran başında geçirilen süreyi azaltın.- Telefon konuşmalarını kısa tutarak gereksiz diyaloglardan kaçının.- Haftada iki kez balık tüketmeye çalışın; Omega-3 yağ asitleri vücut için oldukça faydalıdır.- Domates, kepekli ekmek, zeytinyağı gibi doğal gıdaları tüketmeye özen gösterin.- Tüm meyve ve sebzeleri mevsiminde tüketin; bu, vücudun ihtiyaç duyduğu vitamin ve mineralleri sağlar.- Elma sirkesi, yoğurt, ceviz ve fındık gibi besinler, sindirim sistemine ve genel sağlığa katkıda bulunur.- Oksijenli ortamlarda en az yarım saat yürüyüş yaparak hem beden hem de zihin sağlığınızı destekleyin.- Zararlı alışkanlıklardan kaçının. Sigara, alkol ve uyuşturucu gibi maddelerin hem beden hem de ruha verdiği zararları sebebiyle İslamiyet’te kesinlikle yasaklanmıştır.Sağlık ve ŞükürSağlık, Allah’ın insanlara verdiği en değerli nimetlerden biridir. Onu korumak hem dini hem de insani bir sorumluluktur. Az yiyin, çok çiğneyin; az konuşun, çok düşünün; az kızın, çok sevin. Hayatınızı bu prensipler üzerine kurduğunuzda hem sağlığınızı hem de mutluluğunuzu koruyabilirsiniz.Unutmayın, dünya bir terzi dükkânı gibidir; ölçüsünü veren gidiyor. Her bir anınızı hem kendi sağlığınızı hem de çevrenizdeki insanlara olan faydanızı düşünerek değerlendirin. İslam’ın ışığında yaşanan bir hayat hem bu dünyada hem de ahirette huzurun anahtarıdır.

Osman AKTAŞ 01 Şubat
Konu resmiFuarın Meyvesi
İtikad

Şehrin bu yılki en büyük fuarıydı. Baba­sıyla beraber birçok firmanın yeni çıkardığı ürünleri görme ve ilk elden inceleme fırsatı buldular. Vakit epey ilerlemişti. Babasına beklenmedik bir soru yöneltti: “Babacığım, biz akıllı canlılarız. Doğruları, gerçekleri kendimiz de bulabiliriz. Peygamberlere ne gerek var ki?” Güya aklıyla her bir problemi çözebilecekmiş gibi… Babası, “Sevgili oğlum, şu manzaraya bakar mısın? Ürün veya o ürünün teknolojisini sergileyen şirketler, mutlaka reyonlarında bir tanıtım elemanı bulunduruyorlar. Her halde buna şahit olmuşsundur. Sence, firma sahibi böyle bir elemanı orada neden bulunduruyor? Gerek var mıdır? Bir çöpçü koysa olmaz mı?” Soru kolayına geldi ve cevapladı: “Elbette ki ürününü tanıtmak için bir eleman bulundurur. Hem teknolojiyi bilen, olaya vakıf olan, gayretli ve çalışkan birini bulundurması gerekir. Bu kimse hem kendisini hem ürünlerini iyi temsil edecek hem de firmanın amaçlarını, ürünlerin gayelerini bilecek ve güzelce açıklayacak kabiliyette biri olmalıdır. Vasıfsız birini orada bulundurmaz. Öyle biri, kendisini temsil edemez. Ürünlerinin özelliklerini iyi anlamaz, iyi bir tezgâhtar olamaz.” Babası devam etti: “Bak firma sahipleri ürünlerini fuar salonunda rastgele ortaya koymuyorlar. Her bir ürünü tanıtıyorlar. Hangi amaçla yapıldıklarını, neye yaradıklarını, hangi özelliklere ve güzelliklere sahip olduklarını anlatan, konusuna hâkim elemanlarla fuardaki meraklı ziyaretçilerin ürünler hakkındaki meraklarını gideriyorlar. Sorularına tatmin edici cevaplar bulmalarını sağlıyorlar. Hem görüyorsun kaldıkları süre zarfında ürünler hakkında bastırılan kitapçıklar da fuar alanındaki ziyaretçilerin ellerine tutuşturuluyor. Kitapçıklardaki anlaşılmayan noktalarda yine bu tanıtıcı elemanların yardımına kalıyor. Kafalara takılan her çengelli nokta cevaba dönüşüyor. Karanlıklar aydınlanıyor. Acaba böyle vasıflara sahip olan tanıtım elemanları rast gele biri olabilir mi? Herhalde o iş konusunda en yetkili, en kabiliyetli ve sorulara en doğru cevabı verecek donanıma sahip olmalıdırlar. Yanlış yaptıklarında uyarılara kulak vererek işleri aksatmayacak incelikte olmalıdırlar. Gerektiğinde ise en yetkili kişi ile telefonla veya bire bir görüşebilecek düzeyde biri olmalıdır. Bak oğlum! Fuar alanını ne zamandır geziyoruz. Tanıtım elemanlarının bize ürünler hakkında bilgi vermelerinden rahatsız olduk mu? Belki açıklamalarından ve bizimle alakadar olmalarından dolayı memnun kaldık. Şimdi çıksa birisi bu elemanlara, ürün hakkında bilgi vermesinden rahatsız olarak, ‘Siz susun! Biz ahmak mıyız? Kendimiz anlarız!’ dese kibirlenmiş ve kabalık etmiş olmaz mı?” Kulakları dinlemeye, gözü izlemeye odaklanmıştı. Tanıtım elemanları istisnasız her reyonda özel kıyafetleriyle koşturuyorlardı. Kovandaki arılar gibiydiler. Sezgileri kuvvetli olan bu elemanlar ustaca ziyaretçilere yaklaşıyor, nazikçe ellerindeki broşürleri uzatıyorlardı. Arkasından muhabbet geliyordu. Yüzlerinden gülümseme eksik olmuyor, işlerini yapıyorlardı.Az sonra babası, “Aynen fuar örneğinde olduğu gibi, dünya bir fuar alanıdır. Hem de Allah’ın kudretinin, ilminin, şaheserlerinin ve mucize tasarımların sergilendiği bir fuar alanı. Evet, son verilere göre iki milyonu geçkin tür canlı tespit edilmiştir. Her yıl da on beş bin yeni tür listelere ilave edilmektedir. Böyle güzel mükemmel ve harika bir yerin, bir tarif edicisi, bir anlatanı olmaz mı? Dünyanın yaratılma gayesini, yapılan icraatların gayesini insanlara anlatan birisine ihtiyaç duyulmaz mı?” Tam bu esnada araya girdi: “Müsaadenle babacığım! Fuara benzeyen kâinatı inşa eden Rabbimizin eserlerinde nice güzellikler ve mükemmellikler tecelli ediyor. Onları en güzel ve mükemmel şekilde yaratıyor. Onun bir eseri olarak insan bunun en büyük şahidi. Hayvanlar, bitkiler, cansız varlıklar bunun şahitleri. Rabbimiz güzel ve mükemmel olarak yarattığı insanı aynı zamanda maddi ve manevi olarak sayısız nimetlerle memnun ediyor. Beş duyu organını memnun edecek harika sofraları önüne koyuyor. İhsan tecellisine bakar mısın, babacığım?”Babası gülümseyerek, “Evladım, bizlere bu nimetleri kimin verdiğini, bu nimetlerin değerinin ne olduğunu rehberimiz olan peygamberler vasıtasıyla sözlü ve fiili olarak biliyoruz, anlıyoruz, o doğrultuda yaşıyoruz. Onlar insanlara en güzel örneklerdir. Yoksa hayvanlar gibi anlık zevkler ve manzaralar içindeki hazlarla, kalbin ebedi olma hissini öldürür ve yok olur giderdik.”

Mehmed Gökcan 01 Şubat
Konu resmiBörklü Yeniçeri Mezar Taşları
Kültür ve Medeniyet

Bismillah - بسم اللهAsya Türk medeniyetlerinden Göktürklerin ve Uygurların yaptıkları balballar ile başlayan mezar taşı yapma geleneğini Karahanlılar ve daha sonra Selçuklular İslâm kültürüne adapte etmişlerdir. Günümüzde birer sanat eseri olarak da değer kazanan Türk mezar tasları Selçuklularla başlamış, daha sonra Selçuklularla Osmanlılar arasında köprü niteliğinde olan Beylikler ile de Osmanlılara geçmiştir. IV. yüzyıl sonrası Osmanlı mezar taşlarının en önemli örnekleri İstanbul, İznik, Bursa ve Edirne’de bulunmaktadır. Yeniçeri veya börklü olarak da adlandırılan yeniçeri mezar taşlarıysa İstanbul dışında sadece Edirne’de görülmektedir. Yeniçeri Ocağı’nın 1826 tarihinde Vaka-i Hayriye ile lağvedilmesinden sonra bu ocak mensuplarına ait başta börklü Yeniçeri mezar taşlarının pek azı çeşitli sebeplerle günümüze ulaşabilmiştir.Osmanlı Devlet ordusunda Kapıkulu askerleri adı verilen Yeniçeriler, I. Murat zamanında Çandarlı Kara Halil Paşa’nın gayretleriyle kurulmuş ve Osmanlının imparatorluk hâlini almasında büyük katkıları olmuş, savaşlarda gösterdikleri üstün başarılar sayesinde de Devlet-i Aliyye’nin en sadık ve en güvenilir askeri kanadı hâline gelmiştir. Pençik ve devşirmelerin Acemi Ocağında eğitildikten sonra Yeniçeri Ocağına alınmasıyla oluşan bu birlikler, Kavânîn-i Yeniçeriyân kanununa tabiydiler. Yeniçerilerin tabi olduğu bu katı kurallar 250 yıl titizlikle uygulanmıştır. Yeniçeriler cemaatliler, bölüklüler ve sekbanlar olarak görev dağılımı yapılmış üç sınıfa ayrılır. İstanbul’da oturanlar padişahı merâsim günlerinde korurlardı, bunların adı solaklardı. Diğerleri sınır kalelerini korurlardı. İstanbul’da Sancak-ı şerîfin muhafazası, otuz ildeki iç kaleleri koruma görevi, İstanbul civarındaki mîrî çiftliklerin korunması yeniçerilerin sorumluluğundaydı. Şehrin asayişi için her semtte bir “Orta” ve “Kolluk” denilen bir yeniçeri karakolhânesi bulunurdu. “Sekbanlar” ise padişahın av maiyeti idi, muhteşem ve büyük sürek avları sekbanlar tarafından hazırlanırdı. Her yeniçeri ortasının nişan denen bir bayrağı ve alâmeti vardı. Nişanlar, bayrak üzerine işlenirlerdi. Yeniçeri ocağının bayrağına Sünnî mezhebe mensup olduğunun işareti olarak İmâm-ı Azam bayrağı denilirdi. Bu beyaz ipekten, üstüne altın sırma ile bir tarafına; “İnnâ Fetahna leke fethan mubînâ”, diğer tarafına da “ve yensurekellahü nasran azîza” ayet-i kerimelerinin işlendiği bir sancaktı. Ordugâhta yeniçeri ağasının çadırı önüne dikilir, törenlerde yeniçeri ağasının atının önünde giderdi. Bayrağı taşıyan yeniçeriye baş bayraktar denilirdi. Her ortanın çorbacı adlı bir komutanı, odabaşı adlı yardımcısı, vekilharç ünvanlı bir idari memuru ve bayraktarı vardı.Bilinen Yeniçeri başlıkları, “Börk”, “Üsküf”, “Çatalkalafat”, “Dardağan”, “Kuka” ve “Serdengeçti” dir. Yeniçeriler başlarına börk adlı beyaz keçeden bir serpuş (başlık) giyerlerdi. 45 cm. olan bu külahın üstünden omuzlara kadar yatırma adlı bir çuha parçası düşerdi ve yeniçerinin ensesini tamamen örterdi. Börkün ön kısmında gümüşten veya pirinçten yapılmış olan “kaşıklık” veya “tüylük“ denilen bir kısım vardır. Börkün başa geçen ağız kısmı daltaç adı verilen nakışlı bir şeritle çevrilmişti. Daltacı, 4-5 parmak eninde olup da arkasına yatırması yoksa, bu başlığa üsküf denirdi. Sağlıklarında keçeden veya tülbent sarıktan yapılmış bu serpuşları kullanan, pazularına ve bacaklarına ait oldukları bölük ve birliklerin nişanlarını kazıtan yeniçerilerin mezar taşlarında da bu başlıkları ve nişanları vardır. Yeniçeri mezar taşları, üzerlerindeki bu simge ve başlıklarla Osmanlı mezar taşları içerisinde ayrı bir yere sahiptir. 101 yeniçeri ortasıyla, 61 yeniçeri bölüğünün remizleri birer simge olarak taşlar üzerine kazınmıştır. Başka bir deyişle yeniçerilere ait mezar taşları üzerinde bulunan simgelerden orada yatan kişinin hangi yeniçeri orta ve bölüğüne mensup olduğu anlaşılabiliyordu. Serpuşlar, yeniçeri mezar taşlarının teşhisinde dikkate alınması gereken önemli deliller arasındadır. Börk yahut börg bugün, yeniçeri mezar taşlarının en bilinen serpuşlarının başında geliyor. Bu başlığa “yeniçeri keçesi” de denirdi. Yazılı kaynaklarda da isimlerine rastlanan kalafat, çatalkalafat, dardağan, serdengeçti, kuka ve benzeri başlıklar da yeniçerilere ait diğer serpuşlardandır.

Mustafa YILMAZ 01 Şubat