206. Sayı: "Bu da Geçer!"Bu Sayıyı Satın Al
Konu resmiTarihten Sayfalar
Tarih

Kadı Burhaneddin MinberiMescid-i Aksa alanında, Kubbetü’s-sahra’nın gü­ney tarafında taştan ve mermerden yapılmış ga­yet zarif bir minber bulunmaktadır. Mescid-i Ak­sa’nın açık alanda bulunan bu tek minberinin ilk defa kim tarafından yapıldığı bilinmemektedir. Ancak ilk halinin ahşap olduğu ve hareket edebilir şekilde yapıldığı düşünülmektedir. Mevcut halinin Memlûkler döneminin Kudüs başkadılarından Burhaneddin (1325-1388) tarafından yaptırıldığı üzerindeki kitabede yazılıdır. Bu sebeple Kadı Burhaneddin Minberi olarak anılmaktadır. Son olarak Sultan Abdülmecid tarafından restore ettirilmiştir. Minberin üzerinde küçük ve güzel bir kubbe bulunmaktadır ve Mizan Kubbesi olarak adlandırılmıştır. Bu şekilde adlandırılmasının sebebi, yanında bulunan kemerlerin Mizanlar adıyla şöhret bulmasından kaynaklanmaktadır. Minberin sol yanında bir de mihrab bulunmaktadır. Eski dönemlerde özellikle 17. yüzyıla kadar yaz mevsimlerinde Cuma ve Bayram namazları ile yağmur duası için kullanılıyordu. Minberin üzerindeki taş işçiliği, Osmanlı ile Memluk karışımıdır. Günümüzde etrafı demir şebeke ile kapatılmıştır.17 Ocak 1345Aydınoğulları Donanması,Haçlı Donanmasını mağlup ettiAydınoğlu Umur Bey, Saruhanoğlu Süleyman Bey ile birlikte Yunanistan’a ve Mora’ya sefer düzenliyordu. Donanmasıyla Karadeniz’e kadar çıkan Umur Bey, Trakya sahilleri ile Ege adalarına seferler düzenleyip yağmalıyordu. Bu sayede Aydınoğulları, devrinin en güçlü Türk beyliklerinden birine dönüşmüştür. Umur Bey, güçlendikçe haçlılara kafa tutmaya başlamış, gümrük vergilerini yükseltmiş ve hububat ihracını azaltmıştır. Bunun üzerine Papa’nın teşvikiyle Venedik, Cenova, Kıbrıs Krallığı, Rodos şövalyeleri ve Naksos dükünün katıldığı bir haçlı donanması oluşturuldu. Bu donanma 28 Ekim 1344’de İzmir’i Aydınoğullarının elinden aldı. Ancak Umur Bey’in kuvvetli savunması sayesinde daha fazla ilerleyemediler. Umur Bey, donanması ve askerî gücü olan diğer Türk beylikleriyle birleşerek, Haçlı donanmasını 17 Ocak 1345’de mağlup etti.25 Ocak 1072Kaşgarlı Mahmud Dîvânu Lugati’t-Türk’ü yazmaya başladıKaşgarlı Mahmud, Araplara Türkçe öğretmek ve Türkçe’nin zengin bir dil olduğunu göstermek maksadıyla Türkçe bir lügat hazırlamaya karar verir. Dîvânu Lugati’t-Türk adını verdiği lügati hazırlamaya 25 Ocak 1072 tarihinde başlar. Devrindeki Türk şehirlerini dolaşmış ve Türk boylarının ağızlarına bizzat şahitlik ederek lügati hazırlamıştır. Aynı zamanda bir Türkçe dilbilgisi kitabı özelliği de taşımaktadır. Lügatin taslağını hazırladıktan sonra birkaç defa gözden geçirmiş ve 12 Şubat 1074’te eserini tamamlamıştır. Bağdad’a giderek 1077 senesinde lügatini Halife Muktedî-Biemrillâh’ın oğlu Ebü’l-Kasım Abdullah’a takdim etmiştir. Lügatte iki Türk şivesi öne çıkar. Bunlar Hakaniye Türkçesi ile Oğuz Türkçesidir.24 Ocak 627Benî Müstalik GazvesindeMedine’ye dönüldüHendek Gazvesi öncesinde Mekke’deki müşrikler, bütün müttefiklerini harekete geçirmişlerdi. Bunlar arasında olan Benî Müstalik kabilesinin reisi Haris bin Ebû Dırâr, Müreysi suyunun başında karargâh kurdu. Civardaki kabileleri de Müslümanlar aleyhinde kışkırtıyor ve asker toplamaya çalışıyordu. Peygam­ber Efendimiz (asm) bunu haber alınca, içinde 30 atlının bulunduğu 700 kişilik orduyla 27 Aralık 626 tarihinde Medine’den sefere çıktı. Müslümanların büyük bir orduyla üzerlerine geldiğini duyan kimi kabileler, Benî Müstalik kabilesinin yanından ayrıldılar ve desteklerini çektiler. Müreysi suyunun başına varan İslam ordusu ile müşrikler arasında savaş başladı. Resûlullah’ın (asm) komutasında kahramanca savaşan Sahâbe efendilerimiz, müşriklere karşı tam bir zafer kazandılar. On müşrik öldürüldü, yüzlercesi esir alındı. İçinde binlerce deve ve koyunun bulunduğu savaş ganimetleri ele geçirildi. İslam ordusu 24 Ocak 627 günü Medine’ye geri döndü. Hz. Aişe’ye (ra) iftira, bu sefer dönüşü atılmıştır.

Ahmed Said GÜNDÜZ 01 Ocak
Konu resmiGeldik Gidiyoruz
İnsan

Bir yüzük çok şeyi değiştirir, değiştirmiştir. Çünkü esas olan yüzük değil, yüzüğün üzerindeki yazıdır ve orada “bu da geçer” yazmaktadır.Bu da geçer cümlesi rahatta olanı huzursuz yapar, sıkıntıda olanı rahatlatır belki ama asıl belirlediği şey: duruştur. Hal ne olursa olsun, “Senin halin nedir?” sorusunun cevabıdır. Bundan dolayı “geldik gidiyoruz” cümlesini kullanabiliriz ama hayatımızı umursamazlığa sokmasına asla müsaade edemeyiz. Gelmenin ve gitmenin, gelmekle aldığımız sorumlulukların ve gittikten sonra karşılaşacağımız faturanın farkında olmak, buna bağlı olarak da duruşumuzu belirlemek zorundayız.Bu sayıda yeni bir seneye girerken Filistin’de yaşananları da göz önünde bulundurarak kendimizi sorgulamak ve gafletimizden silkinmek istedik. Uzun zamandır oynanan algılarımız, bizi olduğumuz yerden çok başka yerlere taşımış gözüküyor. Allah’a kul olduğumuzdan başlayarak yerimizi net bulmamız ve medeniyet adı altında sadece bizim sorumluluğumuz ve mecburiyetimizmiş gibi baskılandığımız kimliksiz ve kişiliksiz durumdan milletçe kurtulmamız gerekiyor.Zamanında kamusal alan dediler, İslami kıyafetle içeri almadılar. Ürettikleri teröristler üzerinden sakalı, sarığı olan herkesi, bütün Müslümanları terörist gibi gösterdiler, Allah’ın takdiri rahmet hazinelerini ellerinden almak için pek çok ülkede soykırıma varan zulümler işledirler. Yaptıkları zulümleri Hollywood eliyle temize çıkarmaya çalıştılar. Yetmedi sosyal medyayla yüklendiler.Almanlar hala Yahudi’ye karşı eziktir mesela. Avrupa ve Amerika hala öyledir. Sömürü ile devşir­dikleri bütün zenginlikleri Yahudi’nin emrine ve alçak emellerine sarf etmekten hiçbir zaman geri durmadılar. İngilizler başta olarak İslam memleketlerinde kendi çıkarları için yapmadıkları pislik kalmadı. Başa geçirdikleri kuklalarla Müslümanları sindirip duruşumuzu tekrar tekrar bozdular.Fakat şimdi tiyatro bitti. Maske düştü. Perde ka­pandı kapanacak. Yani bu da geçiyor. Parlak ışıklar altında sergiledikleri aldatıcı yüzler, yoğun makyajla şeytanı melek gibi gösterdikleri filim sona geldi. Makyajı Müslüman kanıyla yıkanıyor lanetli heriflerin ve aslında nasıl bir canavar olduklarını aldattıkları insanlar net olarak görüyor. Şehidlerimiz var evet, Allah şehadetlerini kabul buyursun. Fakat bütün dünyanın şehadeti ve tefessüh etmemiş vicdanlar bütün yasaklamalara, para ve hapis cezaları yaptırımlarına karşı İngiltere’de, Fransa’da, Almanya’da Amerika’da ve daha pek çok yerde sokak sokak, cadde cadde zulme lanet okuyor. Yahudi’yi lanetliyor. Bu Ya­hu­di’nin bir ur olduğunu ve dünyadan temizlenmesi gerektiğini ekran ekran anlatıyor.Kardeşim, bu da geçecek. Hadislerin haber verdiği zamanlar gelecek. Biz Müslümanların da elinde, bu zamanlarda ne yaptığımız sorusundan başka bir şey kalmayacak! Onun için genel anlamda duruşumuzu ayarlamalı, Müslüman tav­rı­mızı ve yaşantımızı netleştirmeliyiz. Geçecek olanı durdurmak mümkün değil; olacak olacak­tır. Ama kendimizi değiştirmemiz mümkün. Eksiklerimizi tamamlamamız mümkün. Yanlışlarımızı düzeltmemiz mümkün. Unutma! Bu da geçer…

Metin UÇAR 01 Ocak
Konu resmiGafletin Çağdaş Formu: Konformizm
İnsan

İnsanı değiştiren ve geliştiren, aynı zamanda kişiliğinin hatlarını belirleyen önemli ögelerin başında, kişinin yaşadığı acılar ve zorluklar ya da maruz kaldığı haksızlık ve zulümler gelir. Çünkü sözünü ettiğimiz unsurlar sert ve çetin öğretmenlerdir. Elbette kimse böyle çetin ve ağır etkilere maruz kalmak istemez. Ancak bir imtihan meydanında olduğuna inanan kimse bilmeli ki, sınanacağız. Oysa insan, keyfinin kaçmasını hiç istemez. Hatta keyfini kaçıracak bir şeyi sezdi mi, bunun için tedbirler bile alır. Aman keyfimiz kaçmasın, keyfimizi kaçırma gibi ifadeler, bu konformist yaklaşımların tezahürüdür. Konformist demişken, bu kelime bana gafletin bu çağdaki karşılığını hissettirmiştir hep. Evet konfor bu çağda gaflet kelimesinin anlamına en yakın kelimedir. Konfor dendiğinde kimse yaşam standartlarını anlamasın, eşyaları veya markaları ve onlara müptela olma durumundan bahsetmiyorum. Muradım şu ki, konfor, kişinin, düşkünü haline geldiği alışkanlıkları, ezberleri, çevresi, dili, tercihleri kısacası popüler ifadesi ile rutinleri. Bu alana konfor alanı deniyor. Çünkü konfor alanında bilinmez, öngörülemez, sürpriz ya da kontrol dışı hiçbir şey olmaz(!). İnsanların bir yanılgı eseri olarak -huzurum yerinde- diye kastettikleri şey de tam da bu. Konfor alanının devam ediyor ve korunuyor olması. Konfor alanının en belirgin teması, orada yaşanan veya yaşanması muhtemel her şeyin duygusal deneyiminin defalarca yaşanmış ve ezberlenmiş olması sebebiyle çok güvenli bir alan olduğu hissiyle beraber çapalanması. Kısacası konfor alanı bizim için “güvenliği” ifade eder.Peki bizler konfor alanımızın bize kazandırdığını sandığımız o güvenlik duygusunu neyin yerine koyduk? Yani hangi güçlü duygu ya da asil mukavelenin yerini, konfor alanının getirileri ile doldurmaya çalıştık? Zaten kelimelere dikkatli bakınca cevap gözüküyor. Temeldeki güvenlik arayışımız, diğer bir ifade ile emniyet arayışımız, emniyet kelimesinin kökü olan “iman” ile ilgili bir arayıştır. Yani bize imanın kazandıracağı güvenlik ve emniyet duygusunu bizler konfor alanımızı koruyarak elde edebileceğimizi düşünmeye, hatta buna inanmaya başlamışız. Emniyet ve kontrol sadece Allah’ın (cc) marifeti ve ihsanı olduğu halde, onu inşa etme konusunda kendini özgür ve yetkin gören insanın bu çağda yakalandığı bir hastalıktır bu. İnancımızın bayraklaşmış zikir ve dualarından sayılan “Ve la havle ve la kuvvete illa billahi’l aliyyi’l azim” taşıdığı mana ile her asırda ihtiyacımız olan itikadın dersini vermektedir. Bu zikri yaptığımızda “güç ve kuvvet ancak azim ve yüce olan Allah’ındır” diyoruz. Lakin bu zikirde dikkatle bakılması gereken bir kelime vardır. O da “havl” kelimesidir. Bir manası da halden hale dönüştürmek, hallendirmek olan bu kelime ile kastedilen, bizi bir halden başka bir hale dönüştürebilen sadece Allah’tır (cc), demektir. Kendimizi emniyette hissedebilmemiz bir ihsan-ı ilahidir. İnsan Rabbine karşı, Rabbinin arzu ettiği şekilde tutum geliştirir; iman, itikad, teslimiyet ve tevekkül hususlarında Kur’an standartlarına uygun davranırsa buna karşılık Rabbi, o insanın kalbine iman ve emniyet duygusu, ruhuna teslimiyet ve tevekkül hali, bedenine afiyet ve şifa ve aklına da istikametli idrak ve şuur lütfeder. İnsan kendi levazımat-ı hayatını (hayatına lazım olan unsurları –hava, su, ısı, ışık, rızık) kendi tedarik edemediğini ve hatta onların kendi bedenine dahil olması sırasında ve sonrasında dahi kesbî bir surette neredeyse hiçbir işlem yapamadığını bilmelidir. Bu hususta onlarca örnek verilebilir. Ezcümle, yediğimiz bir lokmanın ağzımızda çiğnenmesi ile ilgili teknik detaylardan tutun (çiğnerken harcanan güç, salgı­lanan sıvı miktarı, yutma refleksi), mideye sevk edilmesi ile birlikte başlayan ve bedenin her bir ücra köşesine kadar ilgili madensel tuzların, minerallerin, vitaminlerin ve antioksidanların tevziatına kadar hiçbir süreçte aslî bir irade ve kabiliyetimiz yoktur. Yediklerimizin içindeki kalsiyumun tırnaklar ve kemikler gibi ilgili yerlere değil de yanlışlıkla göze sevk edilmesi ile görme yetisini kaybedebilecek olan insan bedeninde olup biten faaliyetlerden bîhaberdir. İşte bundan dolayı bu şuur ve farkındalığa güçlü bir itikadın eşlik etmesi ve tam bir teslimiyet duygusu ile “ve la havle ve la kuvvete illa billahi’l aliyyi’l azim” yani Allah’ım bana lütfettiğin bu beden ve onun idare edilmesi hususunda ben acizim ancak senin yardımın ile bunlar gerçekleşmektedir, demeliyiz. Her bir saniyesi, zerresi ve hali mucize olan bu hayatı bir ülfet perdesi altında, konformist bir tarzda sıradan ve basit bir şekilde görüyor olmamız, hem imanımızı, hem itikadımızı, hem teslimiyetimizi, hem tevekkülümüzü rehin almış durumdadır. Bu ne demektir? Şahsi olarak ibadetlerimizin heyecan ve aşk ile icra edilememesi, bu ülfet ve gafletin yani konformizmin bir etkisidir. Nesnelerin ve eşyaların çok çeşitli ve kolay yoldan hayatımıza girerek bir kolaylığa vesile olmasıyla birlikte, nimetlerin kadir ve kıymetini bilemeyişimiz bu gafletin bir neticesidir. Belki de en ağırı, aylardır üzerlerine binlerce ton bomba yağdırılan kardeşlerimizin durumunu gördüğümüz halde ne yemekten ne de içmekten kesilmediğimizdir. Dahası, huzur içinde uyuyup canımız çektiğinde kahvemizi içebiliyor olmamız da söz konusu gaflet ve konformizmin bir çıktısıdır. Özellikle maddî ve bedenî bir maliyeti olmayan Müslümanlığımız ne yazık ki rehin durumundadır. İlkel ve dünyevî duygular İslami reflekslerimizi bloke etmiş durumdadır. Oysaki Rabbimiz Kur’an-ı Ke­­rim’de “Şübhesiz ki Allah, mü­­minlerden nefislerini ve mal­larını, karşılığında Cennet, hakikaten onların olmak üze­re satın almıştır!” (Tevbe Su­resi, 111) buyurmakla, cennetin (ki bu da Allah’ın (cc) rızası anlamındadır) canlar ve mallar feda edilerek kazanılabilen bir mükâfat olduğuna işaret etmektedir. Buradan hemen can vermeyi, şehit olmayı ya da malını mülkünü Allah (cc) için infak etmeyi anlamayalım. Mesela şunu anlayalım; ru­tin­lerimizi, ezberlerimizi, kon­fo­ru­­­muzu, key­fimizi ya da her tür­­lü düşkün­lüğümüzden en az bir tanesini Allah (cc) için terk edelim. Mesela Gazze’deki kar­deşlerimi­ze maddi imkan­larımızla yardım etmek zor de­­­ğil (teknik konuları saymazsak) ama onlar için en azından bi­­linç­li bir şekilde bir iki gün ye­mek­ten kesilmek ya da onları an­la­mak adına bir süre yıkanamamak veya yine bilinçli bir şekilde birkaç gün uyuyamamak nasıl olurdu? Yaşayamıyorsan, ya­şama provası yap, tıpkı ölmeden önce rabıta-ı mevt yapmak gibi.Rus edebiyatının büyük ismi Tolstoy “Acı duyabiliyorsan canlısın. Başkalarının acısını duyabiliyorsan insansın” demiştir. Şimdi soruyorum Gazze’ de şehit olanlar “başkası” bile olsa acılarını ne kadar hissediyoruz? Kaldı ki onlar bizim kardeşimiz, başkası değil. Kardeşin ölse idi, kaç gün ağlardın, kaç gün iştahın kesilirdi, kaç gün para pul düşünmezdin ya da kaç gün uyuyamaz ya da uykundan bir şey anlamazdın? İşte sadece bu ölçü bile ülfet ve gaflet ve konformizmin rehinesi olduğumuzu görmemize yeter.Dertlerimizin mahiyet ve hayatımızdaki önem sırası da bu konuda bakılması gereken bir alandır. Otur ve dertlerini yaz. Onları listele. Acaba en büyük derdin ne? En önemli derdin ne? Ya da seni uykusuz bırakan bir derdin var mı? Sabah uyandığında aklına ilk gelen şey biyolojik ezberlerinden kaynaklanan bir şey mi yoksa taze bir amaç ya da acın var mı?İnsanın, onu yaratan Rabbine karşı borçluluğu bitecek türden değildir. Ama bilinmelidir ki, bizi Rabbimiz karşısında makbul ve mağfur kılacak en önemli eylemimiz hadsiz bir niyet ve küllî bir itikat ile hak olana yönelim, batıl olandan ictinabdır. Şüphesiz ki ne ömrümüz ne amelimiz bu makbuliyet ve mağfuriyet için yetmeyecektir ama Rabbimize şu görüntüyü vermeliyiz. Allah’ım! Bana yüz yıl ömür de versen bin yıl ömür de versen benim yüzüm hep sana dönük olacak ve ben sadece sana kulluk edecek ve senden yardım isteyeceğim. Benim bu hakikatimi ve niyetimi ebedî rızan ile şeref-yâb eyle. Âmin. Es’selam Men’ittebea’l Hüda

Ahmet EFENDİ 01 Ocak
Konu resmiYılbaşı ve Benzeri Olarak Başkalarını Taklit Etmek
İtikad

Allah Tealâ Şöyle Buyuruyor“Zulmedenlere meyletmeyin, yoksa size ateş dokunur.” (Hûd, 113)“Ey îmân edenler! Mü’minleri bırakıp da kâfirleri dostlar edinmeyin! Kendi aleyhinizde Allah’a apaçık bir delil kılmak ister misiniz?” (Nisa, 144)Resulullah (asm) Şunları Bildiriyor“Kim bir kavme benzerse, onlardandır.” (Ebu Davud, Libas, 4031)“Muhakkak ki siz, kendinizden öncekilerin yoluna kulacı kulacına, arşını arşınına ve karışı karışına muhakkak tıpatıp uyacaksınız, Hatta onlar (daracık) bir keler deliğine girseler siz de muhakkak o deliğe gireceksiniz.” Sahabiler, “Ya Resulallah! (O milletler) yahudiler ve hristiyanlar mı?” diye sordular. Resul-i Ekrem (Sallallahu Aleyhi ve Sellem), Bunlar olmayınca başka kimler olur? buyurdu.” (İbn-i Mace, 3993)İmam-ı Rabbanî Hazretleri’nin Zamanın Müslüman Hükümdarından TalebiAllahü teâlâ, büyüklerimize olan sevginiz ve saygınız hurmetine, sözlerinize te’sîr ihsân etmiş, dîne olan bağlılığınızı, arkadaşlarınıza heybetli olarak göstermiştir. O hâlde, hiç olmazsa, Müslümanlar arasına yayılmış, âdet hâline gelmiş olan, kâfirlerin âdetlerinin Müslümanlar arasından kaldırılması için çalışmanızı, Müslüman evlâdlarını kâfirlere mahsûs olan, bu gibi çirkin şeylerden korumanızı istirhâm ederim. Allahü teâlâ, bizim tarafımızdan ve bütün müslümânlar tarafından size bol bol mükâfât versin! (Mektubat-ı Rabbanî)Bediüzzaman’ın Gayr-ı Müslimleri Taklid Hakkında BeyanlarıEy bu vatan gençleri! Frenkleri taklide çalışmayınız! Âyâ, Avrupa’nın size ettikleri hadsiz zulüm ve düşmanlıktan sonra, hangi akıl ile onların günahlarına ve bâtıl fikirlerine uyup emniyet ediyorsunuz? Yok! Yok! Akılsızca taklid edenler, uymak değil, belki şuursuz olarak onların safına katılıp kendi kendinizi ve kardeşlerinizi i’dam ediyorsunuz. Uyanık olunuz ki, siz ahlâksızcasına onlara uydukça, hamiyet davasında yalancılık ediyorsunuz! Çünki şu surette onlara uymanız, milliyetinizi hafife almak ve milletle alay etmektir! (Lem’alar)Ey uykuda iken kendilerini ayık zannedenler! Din işlerinde müsamaha veya benzemeye çalışarak medenîlere yanaşmayın. Çünki aramızdaki dere pek derindir. Doldurup buluşma çizgisini temin edemezsiniz. Ya siz de onlara katılırsınız veya dalalete düşer boğulursunuz. (Mesnevî-i Nuriye)

risaleonline. com 01 Ocak
Konu resmiEy Âlem-i İnsan Ayağa Kalk
İnsan

Ey Âlem-i İnsan ayağa kalk ve insanlığı katledenlere bir “Kıyamet Yaşat” henüz mahşer olmadan,Ey Âlem-i İnsan ayağa kalk…“Filistin bir sınav kâğıdı, Her mümin kulun önünde” diyordu merhum Cahit Zarifoğlu, Fi­lis­tin’de yaşanıyor olagelen hadiselerden tam haberdar olmadığımız ve olamadığımız zamanlarda. Filistin’de bir vahşet, bir dehşet, bir şiddet olduğunu duyuyor, okuyor, tahmin ediyor, biliyor ama göremiyorduk. Medya ve iletişimi, bilgi akışını ellerinde bulunduran küresel hegemon iradenin süzgecinden, ne kaçabilirse o kadar haberdar olabiliyorduk. Birinci İntifada’dan aklımızda kalan kolları taşla kırılan bir çocuğun görüntüsüydü. Bu görüntü bile ne vahşet yaşandığını anlamamıza yetiyordu. Yetiyor zannediyorduk. Anladığımızı zannediyorduk. Zannediyormuşuz. İkinci İntifada’dan aklımızda 12 yaşındaki Muhammed Durra’nın babasının kucağında şehit edilişini görmüştük. Bu görüntü bile ne vahşet yaşandığını anlamamıza yetiyordu. Yetiyor zannediyorduk. Anladığımızı zannediyorduk. Zannediyormuşuz. İsrail’in 2008/2009’da Dökme Kurşun adını                                                                                        ver­diği, 2012’de Bulut Sütunu adını verdiği sal­dırılarda uçan helikopterlerden atılan fosfor bom­balarının görüntülerini ve yıkılan evleri görü­yor, 2014 yılında Koruyucu Hat adını verdiği saldırılarda plajda top oynarken bombalanan çocuklara şahitlik ediyorduk. Bütün bunlar, o zamanlarda İsrail vahşetini anlamamıza yetiyordu. İsrail’in ne kadar kahrolası ve yıkılası bir devlet olduğunu idrak ediyorduk. Yaşananlara dair bildiklerimiz, duyduklarımız, gördüklerimiz, görmediklerimiz Filistin’in her mümin kulun önünde bir sınav kâğıdı olduğunu bizlere ihtar ediyordu. Ve öyleydi. Filistin, mümin kul için Filistin’di, Kudüs’tü, Mescid-i Aksa’ydı, İslam’dı, ilk kıbleydi, Hz. Ömer idi, Selahaddin idi, tanka taş atan çocuktu, kolu taşla kırılan çocuktu, plajda vurulan çocuktu, evi yıkılan çocuktu, babasının kucağında vurulan çocuktu, okula giderken vurulan çocuktu, evinin merdivenlerinde vurulan çocuktu. Çocuktu, çocuktu, çocuktu. Yaşananlara dair bil­diklerimiz, duyduklarımız, gördüklerimiz, gör­mediklerimiz kadarıyla öyleydi… ve öyledir.Eşine Az Rastlanır Bir Vahşet DevriMoğol istilasını anlatan ünlü tarihçi İbnü'l-Esîr; yaşananlara bir Müslüman ve bir insanın ta­hammül etmesinin zor olduğunu, feryatların göğe ulaştığı hadiseleri anlatmaya kelimelerin ki­fa­yetsiz kaldığını ifade eder. Moğolların sergile­dikleri vahşeti işitmektense hiç dünyaya gelmemiş olmayı dilemiştir. İbnü'l-Esîr’e göre dünya yaratıldığından beri Hz. Adem’den o güne kadar böyle bir facia yaşanmamıştır. İbnü'l-Esîr; hadiseler için kullandığı 5 kelime “Herkesi, erkekleri, kadınları, çocukları, katlettiler” aslında tüm trajediyi net ve en kapsamlı şekilde ifade etmektedir. Tarihte bu şekilde tasvir edilen hadiseler enderdir. Moğol istilalarından yüzlerce yıl sonra, ne yazık ki tarihte ender görülen Moğol katliamları ile birlikte kategorik olarak anılabilecek bir vahşete topyekûn insanlık olarak bir defa daha tanıklık ediyoruz. TV’lerden izleyemeyeceğimiz, göreme­yeceğimiz, gösterilmeyecek olan görüntüler sosyal mecralar üzerinden an be an dünyaya ulaşabiliyor. Görüntülerden görülen vahşete ise ne akıl, ne yürek, ne vicdan, ne insan dayanamıyor. Kelimeler kifayetsiz kalıyor. Yüzlerce yıl sonra çağımızın, modern çağın! barbarları “Herkesi, erkekleri, kadınları, çocukları, katlediyorlar” yine 5 kelime, her şeyi özetlemiyor, her şeyi uzun uzun anlatıyor. Her şeyi kapsıyor, tüm trajedileri ihtiva ediyor. Son yüzyıldır Filistinlilere neler yaşattıklarını, duy­duğumuz ama görmediğimiz, bildiğimiz ama bildiğimizi zannediyormuşuz, idrak ettiği­miz ama idrak ettiğimizi zannediyormuşuz, öfke­lendiğimiz öfkelendiğimizi zannediyormuşuz, nefret ettiğimiz ama nefret ediyormuşuz halimizle bizi tanıştırıyorlar. Geçmiş bildiğimizin ötesinde bir bilgi, geçmiş öfkemizden daha fazla bir öfke, geçmiş nefretimizden daha ziyade bir nefret olabileceğini de gösteriyorlar. Mevcut sosyal mecralar yok iken de muhtemelen değil, mutlak surette aynı barbarlıkları yaptıklarını bizlere hatırlatıyorlar. Bu Sadece Bir İslamiyet Değil,                                        İnsaniyet MeselesiTüm insanlığın gözleri önünde, evet tam da gözleri önünde, tüm insanların tanıklığı eşliğinde her dakika “Herkesi, erkekleri, kadınları, çocukları, katlediyorlar” her saat “Herkesi, erkekleri, kadınları, çocukları, katlediyorlar” her gün “Herkesi, erkekleri, kadınları, çocukları, katlediyorlar” her ay “Herkesi, erkekleri, kadınları, çocukları, katlediyorlar” her yıl “Herkesi, erkekleri, kadınları, çocukları, katlediyorlar”Hastaneleri, okulları, ibadethaneleri, evleri, yolları, ambulansları bombalıyorlar. Yetinmiyorlar enkaz üzerinde arama kurtarma yapanları bombalıyorlar. Yetinmiyorlar ellerinde beyaz bayrak ile yolda yürüyenleri bombalıyorlar. Yetinmiyorlar kendileri dışındaki her şeyi bombalıyorlar. Yetinmiyorlar bölge ülkelerini tehdit ediyorlar. Yetinmiyorlar “insanımsı hayvanlar” diyorlar. Yetinmiyorlar, yetinmediklerini gösterebilecekleri, barbarlıklarını ve canavarlıklarını ve insanımsı hayvanlıklarını ifade edebilecekleri her ne varsa onu ve orayı bombalıyorlar “Herkesi, erkekleri, kadınları, çocukları, katlediyorlar” Her bir bomba ile; insanlık onurunu da, külli manada insanlığın şahsi manevisini de, vicdanları da, insanlık olgusunu imha ediyorlar.Dünyanın dört bir yanından vicdanı tefessüh etmemiş insanlar artık seslerini daha fazla yükseltiyorlar, doğudan batıya kuzeyden güneye yükselen çırpınışlar ve çığlıklar milyarlarca insan arasında kaybolup gidiyor. İnsanlık yetmiyor.İsrail yetinmiyor. Milyarlarca insan bu vahşeti durdurmaya yetmiyor. İsrail yetinmiyor. İnsanlık yetmiyor.İsrail yetinmiyor. İnsaniyet yetmiyor.Artık “Filistin bir sınav kâğıdı, Her insan önünde” insan olup olmadığını gösteren. Ne kadar insanlığını gösteren değil. İnsanın kadar üzerin­den ifade edilemeyeceği, ya insan olduğu ya da insan olmadığı, ya insan olduğu ya insanımsı hayvan olduğu, ya insan olduğu ya tefessüh ettiği bir hadise ile karşı karşıyayız. İnsanın, insan olup olmadığını; insanın kendi vicdanından başlayarak, hadise karşısında ne hissettiği, ne düşündüğü, ne söylediği, ne söylemediği, ne yaptığı ve ne yapmadığı göstermektedir. Her bir insanın bireysel tepki ve tepkisizliği, neticede topyekûn insanlığın tepki ve tepkisizliğine tekabül etmektedir. Her bir insan, kendi âleminde sergilediği duruşu ile hem kendi insanlığını hem de topyekûn insanlığı belirlemektedir.İnsanın, insan olup olmadığını; insanın kendi vicdanından başlayarak, insanlığa karşı yapılan bu saldırı karşısında ne hissedip ne hissetmediği, ne düşündüğü, ne söyleyip ne söylemediği, ne yaptığı ve ne yapmadığı göstermektedir. İnsanın tutumundaki bu tezahür ile her bir insanın kendi varlığındaki insani hissiyatları, insan olmanın gerekleri de varlık ve yokluk yol ayrımındadır. İnsanın öfkesi veya kayıtsızlığı, bireysel tepki ve tepkisizliği insanlık âleminde nerede durduğunun belirleyicisidir. Her bir insanın, insani reaksiyonlarının varlığı yokluğu neticede topyekûn, külli olarak insanlığın tepki ve tepkisizliğine tekabül etmektedir.Her bir insan, kendi âleminde sergilediği duruşu ile hem kendi insanlığını hem de topyekûn insanlığı belirlemektedir. İnsan olan insan, tanık olduğu hadiseler karşısında, yalnız insana mahsus hasletleri harekete geçiren tepkiler vermeyecek ise, insani hasletlerini kaybetmiş anlamına gelecektir. Bu kaybın izdüşümü, her bir insandan müteşekkil insanlık aleminde de tezahür edecektir. İnsanlığın, Moğolları durdurma noktasında uzun bir süre bir acziyeti vardı. Ama dönemin vahşetinden bizi haberdar eden insanlar “yaşananları yazmaktansa dünyaya gelmemeyi dileyerek” insani tepkilerini de bizlere ulaştırmışlardı. Baybars gibi Moğolları durdurabilecek olanlar da harekete geçerek ve Moğolları yenerek insanlık tarihinde yerlerini almışlardı. Bugün insanlık, çağın barbarları karşısında acziyetin ötesinde onları durdurabilecek potansiyel bir güce sahiptir. Bugün insanlar, yaşananlar karşısında dünyaya gelmemeyi dilemeyi değil, çocuklara reva görülen trajedi karşısında kıyametin kopmasını dilemeyi değil, dünyanın yere batmasını dilemeyi değil, bunların yerine “olanların durdurulmasını dileme” imkânına sahiptirler. Zaman acziyete bürünme değil, irade ile yol yürüme zamanıdır. Bu mesele artık falan milletin, filan memleketin, ya da artık sadece İslamiyet’in meselesi değildir. Bu parmak hesapları yaparak, formüller üreterek, senaryoları çeşitlendirerek çözülecek bir mesele de değildir. Bu mesele artık din, dil, ırk, mezhep gözetmeksizin kaç milyar insan varsa fert fert o kadar insanın meselesidir. İnsanlık haysiyetinin, onurunun, vicdanının meselesidir. Doğudan batıya kuzeyden güneye tüm insanlık aleminin meselesidir.  Ey Âlem-i İnsan Ayağa Kalk!Ey Âlem-i İnsan, insan için, insanlık için, insanlık onuru için, insanlığın haysiyeti için, insanlığın insanımsı hayvanlar karşısında esir olmaması için topyekûn ayağa kalk.Ey Âlem-i İnsan ayağa kalk! “Herkesi, erkekleri, kadınları, çocukları, katledenlere” DUR! DEEy Âlem-i İnsan ayağa kalk “Herkesi, erkekleri, kadınları, çocukları, katledenlere” dur dediğin halde durmazlarsa “Herkesi, erkekleri, kadınları, çocukları, katledenleri” DURDUR!Ey Âlem-i İnsan ayağa kalk, dedesinin kucağına alıp kapanmış gözlerini açıp öptüğü küçük Rim’in gözlerinin içine BAK/abil/iyor musun?Ey Âlem-i İnsan ayağa kalk, toz toprak arasında, ayağından büyük terlikleri, dünyadan büyük derdi kollarından büyük tenceresi ile bekleyip bekleyip tenceresini dolduramayan çocuğun tenceresini DOLDUR/abil/iyor musun?Ey Âlem-i İnsan ayağa kalk, hastanelerin, okulların, ibadethanelerin vurulmasının hesabını insanlık namına ve tüm insanlık önünde SOR/abil/iyor musun?Ey Âlem-i İnsan ayağa kalk, insan ve insanlık ve katilleriyle el sıkışmak ve kucaklaşmak üzere sıraya girmiş. Dünyanın muhtelif ülkelerinden İsrail’e peş peşe gidip gelen yöneticilerinin yakasına YAPIŞ/abil/iyor musun?Ey Âlem-i İnsan ayağa kalk, Enkaz altında kalan Filistinlileri ve enkaz altında kalan insanlığı ve insaniyeti ÇIKAR/abil/iyor musun?Ey Âlem-i İnsan ayağa kalk, insanlığını kaybediyorsun BİL/iyor musun?Ey Âlem-i İnsan ayağa kalk, insan olduğunu HATIRLA/yabil/iyor musun?Ey Âlem-i İnsan ayağa kalk, “insanımsı hayvanlar” karşısında İnsanlığı KURTAR/abil/iyor musun?Ey Âlem-i İnsan ayağa kalk, insan OL/abil/iyor musun?Ey Ey Âlem-i İnsan ayağa kalk ve Cahit Zarif­oğlu’na kulak ver:“Bir gün ister istemezKarşısında olacaksın kaçtıklarınınDua etO gün henüz mahşer olmasın”……Ey Âlem-i İnsan ayağa kalk ve insanlığı katledenlere bir “Kıyamet Yaşat” henüz mahşer olmadan,Ey Âlem-i İnsan ayağa kalk…

Ahmet Hüsrev ÇELİK 01 Ocak
Konu resmiGazze
Kültür ve Medeniyet

Geleceğiz sana Gazze,Gün gelecek, geleceğiz,Uyuyan ümmeti sen uyandıracaksın,Sessiz yığınları sen ayağa kaldıracaksın.Tüm mazlumların sığınağı,Osmanlı’nın torunları gelecek sana,Gazze, yedi kıta seni tanıyacak,Filistin yeniden hür olacak.Peygamber Efendimizin (asm) dedesi Abd-i Menaf’ın dört oğlu vardı. Bunların isimleri Ha­şim, Abdi Şems, Muttalib ve Nevfel idi. Elmalılı Hamdi Ya­zır Hak Dini Kur’ân Dili adlı tef­sirinde, bu her bir kardeşin dört rıhleti yani ticaret için sefer güzergâhlarının bulunduğunu belirtiyor. Haşim’in Şam Meliki ile ülfeti, yakınlığı vardı. O sebeple Şam’ dan yapılacak ticarete bakı­yor­du. Şam Melikinden atlar almıştı. Abdi Şems ise Habeş tarafının ticareti ile ilgileniyordu. Muttalib Yemen ve Nevfel İran yönlerine ticaret yapıyorlardı. Kureyş Kabilesinde bir kişi bu memleketlerden biriyle ticaret etmek istese, bu dört kardeşin ismini vermesi gerekirdi. Bu sayede onlara kimse ilişmezdi. Bedîüzzaman Hazretleri’nin 1. Söz’de ifade ettiği Bedevî Arab çöllerinde gezen bir adama yol kesenlerin ilişmemesi için bir kabile reisinin ismini alması gerektiğini ifade ettiği husus, ticaret yaparken Abd-i Menaf’ın oğullarının ismi söylenerek hayata geçiriliyordu. Her bir kardeş, ticaret için gittiği ülkenin melikinden ahd ü eman belgesi almıştı. Tefsirlerde, Kureyş Suresinde bu husustan bahsedildiği ifade edi­lir. Kureyş Sûresi meâlen şu şe­kildedir: “(Allah) Kureyş’i (emniyet ve selâmete) alıştırdığı için! Onları (ticâret için) kış ve yaz yol­culuğuna alıştırdığı için! O hâlde (onlar da) bu Beyt’in (Kâ‘be’nin) Rabbine (şükür için) ibâdet etsinler! O (Beyt’ in Rabbi) ki, onları açlıktan doyurdu ve kendilerini korkudan emîn kıldı.” İşte burada Kureyş Ka­bi­lesi kış ve yaz ticaret için yol­culuk yaparken Peygamber Efen­dimizin (asm) ailesinin isim­lerini kul­lanıyorlardı. Ay­rı­ca Kâbe-i Muaz­zama’nın Mek­­ke’de olma­sı da Kureyş Kabilesine şeref ka­zan­dırıyordu ve diğer kabile­lerin onlardan çekinmesine vesile oluyordu. Mekkeliler sıkıntılı bir durumla karşılaştıklarında: “Biz Allah’ın ehl-i haremiyiz.” diyorlardı ve onlara kimse ilişmiyordu (Yazır 2023: 769-781). Abd-i Menaf’ın oğullarından Haşim, Peygamber Efendimizin (asm) dedesi Abdülmuttalib’in babasıdır. Haşim’in aslında isminin Amr olduğu kayıtlarda mevcuttur. Haşim, kıran, ufaltan manasına gelmektedir. Ona bu ismin verilmesinin sebebi Mekke’de kıtlık olan bir senede Şam’dan ekmek getirmesinden kaynaklanmıştır. Şam’dan getirdiği ekmekleri kır­­mış, ufalamış ve et suyu ile pi­­şirt­tiği çorbalara katık ola­rak ekletmiştir. Bu çorbaları Mek­­ke’ye gelen hacılara da­ğıt­maktaydı. Haşim, yine ti­ca­ret için Şam’a gittiği bir se­fer­de Medine’ye uğradı. Me­di­ne’de konakladığı sırada Nec­câr­oğul­larından Amr bin Zeyd’in evi­ne misafir oldu. Amr, babası Abdi Menaf’tan beridir aile dostlarıydı. Medine’de kaldığı süre içinde Amr’ın kızı Selma ile evlendi. Nikâhtan sonra Haşim, Selma’ yı da alıp Mekke’ye geri döndü. Nikâh sırasında Selma’ya bir hususta söz vermişti. O da Selma hamile kalırsa, doğumu Medine’de ailesinin yanında yapmak istiyordu. Haşim, sözünü tuttu ve doğuma yakın Selma’yı Medine’ye götürdü. Selma’nın bir erkek çocuğu dün­yaya geldi. Adını Şeybe koy­dular. Şeybe, daha sonradan Abdülmuttalib adını alacak olan Peygamber Efendimizin (asm) dedesinden başkası değil­di. Haşim, eşi doğum yaptıktan sonra ticaret maksadıyla Suriye tarafına doğru gitti. Yol güzergâhı üzerinde bulunan Gaz­ze’ye geldiğinde vefat etti ve Gazze’de defnedildi. Şeybe, se­kiz yaşına kadar Medine’de ya­şamıştır. Daha sonra amcası Muttalib tarafın­dan Mekke’ye getirilmiş­tir. Mekke’ye girerken amcası­nın kölesi zannedildiği için Abdülmuttalib diye anılmaya başlanmıştır. Haşim’in Gazze’deki mezarının üzerine daha sonradan türbe ve cami yaptırılmıştır. Son olarak Sultan Abdülmecid tarafından 1855 se­nesinde yeniden yaptırılan ca­mi ve türbe, Osmanlı arşiv bel­gelerinde Seyyidinâ Haşim Ca­mii şeklinde anılmaktadır. Akdeniz’in kenarında kurulmuş olan Gazze, hep Filistin’e bağ­lı kaldı. Mısır’la ticaretlerini geliştiren Gazzeliler, devele­re yükledikleri ticarî mallarını Kahire’ye gönderiyorlardı. İs­lâ­mi­yet’den önce Hz. Ömer (ra), Gazze ile ticaret yapıyordu. Bedir Gazve­sinde Mekkelilerin ticaret ker­vanı Gazze’den gelmekteydi. Hz. Ebu Bekir (ra) zamanında fet­hedilen Gazze, kısa bir dönem 1149-1187 sene­leri ara­sında Haçlı işgalinde kaldı. Sela­haddin Eyyubî’nin 1187’de Kudüs’ü fethinden sonra 1258-1260 arası Moğol işgali dışında günümüze kadar hep İslam beldesi olarak kaldı. İmam Şafiî, 767 senesinde Gazze’de dünyaya gelmiştir. Seyahati sırasında Gazze’ye 1649 senesinde uğrayan Evliya Çelebi, 11 caminin varlığından söz eder.Kaynaklar:-Hayrat Neşriyat Kur’ân-ı Kerim Meali, https://kuran.hayrat.com.tr/icerik/kuran_hizmetlerimiz/meal-oku.aspx (Erişim Tarihi: 17 Aralık 2023).-Yazır, M. H. (2023), Hak Dini Kur’ân Dili, 6. Cilt, İstanbul: T.C. Türkiye Yazma Eserler Kurumu Başkanlığı.

Arif Emre GÜNDÜZ 01 Ocak
Konu resmiBeyaz Alev
İnsan

abah müzakerede dikkatimi çekti, yaşlar çok ileri olmasa da saçlar beyazdı çoğumuzun. Sakala, hatta bıyığa inmiş, zahiren baksan baya ihtiyar bir tablo var. Esprisi de yapıldı; sabah çocuklar ser-vise binerken şoför bazılarına “Seni bırakan deden mi?” tarzında sorular bile sormuş; gülüştük…Söz açıldı, oradan da beyaz alev meselesine geldi. Meryem Suresi dördüncü ayetteki beyaz aleve. Ayette Zekeriya Aleyhisselam’ın Allah’a yalvardığı an anlatılıyor ve şu duası zikrediliyor: “Rabbim! Gerçekten ben (o hâldeyim ki) kemik(lerim) benden gevşedi (zayıfladı); (ihtiyarlıktan) baş(ım), beyaz alev aldı (saçlarım ağardı); Rabbim! Sana dua (etmek) ile hiçbir zaman mahrum olmadım.”Çocukları olmamış, yaşları, Zekeriya Aleyhisselam’ın yüz yirmi, hanımının ise doksan sekizi bul-muştu.1 Buna rağmen duadan geri durmayan Zekeriya Aleyhisselam’ın duasının arkasına taktığı şu cümle aklımıza takıldı/kazındı: “Rabbim! Sana dua (etmek) ile hiçbir zaman mahrum olmadım.”Şu EYT muhabbetiyle bir anda yaşlanılan bir ülke oluverdiğimiz havayla heyecan, motivasyon, gayret gibi kelimeler az da olsa zayıflamış olabilirdi dünyalarımızda. Bir de başlarımızı beyaz alev sarınca yangına körükle gidip, sakal ve bıyığı da kaptırmıştık belki de…Fakat bir arkadaş şöyle hatırlatmada bulundu: Muvatta’da geçtiğine göre, “İlk defa (saçında-sa-kalında) beyazlık gören Hz. İbrahim’dir. ‘Ya Rab! bu (beyazlık) nedir?’ diye sordu ve Allah ‘Bu bir vakardır / vakar alametidir’ buyurdu. Bunun üzerine Hz. İbrahim 'Ya Rab! Vakarımı arttır.' diye dua etti.”2 denilmiştir.“Elhamdülillah” dedik, çoğu beyazlayan saçlarımız bu vakar duası kapsamında değerlendirilir in-şallah diye dillendirdik. Gerçek manada vakur olmayı gönlümüzden geçirdik.Bazen saçı beyazlamak gibi durumlar problem kabul edilebiliyor, beyazlıklar boyalarla, siyah kı-nalarla saklanmaya çalışılabiliyor. Ama mesela rivayet odur ki Hz. Ömer sakalındaki beyaz kılı görünce, ölümü her gün hatırlatmak üzere para ödediği şahsa “artık sana gerek kalmadı” demişti. Zira her an onunla beraber olacak bir ihtar edici bulmuştu.Aslında mesele, fotoğraftan çok hatırlattıkları ve bizim onlara verdiğimiz anlamlarla ilgili. Bunun için mana dünyamızı zenginleştirecek, dahası sağlamlaştıracak verilere ihtiyacımız var. Yanlış dol-durduğumuz an rotayı şaşırdığımız an olabilir. Bunun için de vahyin alıcıları ve rol model olarak kullanılacak haliyle bize sunucuları olan peygamberlere kulak vermek ve hayatlarını örnek almak önemli duruyor, anladık…Kaynak: 1- Celâleyn Şerhi, c. 5, s. 72- Muvatta, Sıfatu’n-Nebî, 4, h.no: 3408

İrfan MEKTEBİ 01 Ocak
Konu resmiGazze'den Dünyaya İman Dersleri
İnsan

Terör devleti İsrail, -devlet demeye dilimiz varmasa da- evet bu haydut devletin Filistin’e-Gazze’ye karşı başlatmış olduğu vahşetin üzerinden aylar geçti, vahşet devam ediyor. İnsanlık âleminin nefs-i emmaresi olan, habis bir uru hükmünde olan bu lanetlik kavim, hayvanlığın da aşağısındaki alçaklığı yapmaya devam ediyor. Ne hasta, ne hastane, ne cemaat ne cami ne yaşlı, ne çocuk dinlemiyorlar. İsrail işgali, vahşeti bu topraklarda yeni değil. Filistin topraklarında “yerleşimci” adıyla yaptıkları işgal yüz yıla yaklaşan bir süredir devam ediyor. İsrail son yıllarda her Ramazan’da mutat olarak Filistin’i, Gazze’yi bombaladı, Mescid-i Aksa’ya saldırılar düzenledi. Ancak bu sefer Hamas onlara bir saldırı yaptı, öyle ya! Hep bu zalimler mi saldıracaktı. Zaten bir iddiaya göre İsrail yine kapsamlı bir saldırıya geçecekti. Fakat bu sefer Hamas önce davrandı ve zalim İsrail âdeta feleğini şaşırdı. Geçmişteki savaşlarda kimi Arap devletlerini yenen İsrail, Gazze’de bir iman destanıyla karşılaşacağını bilemedi. Şuan için birçok kaybı var, gebertilenler içinde üst düzey subayları var. Bütün bu olanları dünya eli kolu bağlı seyrediyor. ABD gibi devletler hariç, onlar seyretmiyor, tersine destek veriyor. Müslüman ülke olarak en yüksek gür sadâ yine Türkiye’den çıkıyor. Şunu çok iyi biliyoruz ki, bu arz-ı mev’ud (vaad edilmiş topraklar) hayali kuran Siyonistlerin asıl derdi ve hedefi Gazze değil, Türkiye ve Türkiye’nin de içinde olduğu -kendilerince- vadedilmiş topraklar. Onların ve hayallerinin önündeki en büyük engelin Türkiye olduğunu çok iyi biliyorlar. Devletimiz ise olup biteni her yönüyle takip etmekle birlikte, bildiğimiz bilmediğimiz veçhiyle bu savaşta Gazze’nin, Filistin’in yanında olarak tarafını ortaya koyuyor ve dünyaya ilan ediyor. Kınamadan öte geçmeyen Birleşmiş Milletler Teşkilatı tarihin en kara tutumlarına imza atıyor. Bütün bunlara rağmen dünya halkları içinde çok ama çok ciddi bir uyanış, bir farkındalık var. Zalim İsrail’in yaptıklarına muazzam kitlesel destekler, protestolar, mitingler var. Fakat bütün bu olanlar içinde Gazze’den yükselen mübarek, muazzam bir iman dersleri var. İnternete, sosyal medyaya, haberlere yansıyanlar itibariyle in­sanlık Gazze’den öyle dersler alı­yor ki nice insanlar imana ge­liy­or, İslamiyet’i araştırıyor, Kur’an’ı okumaya, araştırmaya başlıyor. Birçoğu duygu ve düşüncelerini videolarla sosyal medya platformlarında paylaşı­yor. Gazzeli Mübarek anne ve babaların ve evet kendileri küçük imanları ise dağlar gibi olan çocukların ağzından çıkan o şükür, hamd, tevekkül ifadeleri insanlığı şaşkına çevirmiş durumda. Çünkü bakıyorlar, bu insanlara bundan daha fazla neyle, nasıl zulmedilir? Evleri başlarına yıkılıyor, sürekli bombalanıyor, evladı, çocuğu, eşi, ailesi gözünün önünde, ellerinin arasında ölüyor, öldürülüyor, sakat bırakılıyor. Fakat onların dilleri, kalpleri hep hamd ediyor. Yüzleri her şeye rağmen tebessüm edebiliyor. Evet, kardeşini defneden genç gülümseyerek “Hasbunallah-ı ve ni’mel vekil” diyor. Elhamdülillah ki, şehit oldu” diyor ve ekliyor “Sıra bana da gelecek”.Bebeği bombardıman sonucu ölen adam çocuğunu havaya kaldırıp “Bak canımı sana verdim, artık benden razı mısın ya Rab! Razı isen eğer elhamdülillah! Benden daha çok al” diyor, diyebiliyor. Altı çocuğu şehit olmuş anne “Sadece Allah bize yeter” diyor. On yaşındaki küçük kız “Allah bizi sevdiği için imtihan ediyor” diyor. Elleri kelepçeli şekilde, ölüme götürülen gençler kahkaha atarak, tebessümlerle zafer işareti yapıyorlar. On yaşındaki bir erkek çocuğu dedesinin yemesi için uzattığı bir parça helva için, “Dede ben oruçluyum, öldüğümde oruçlu ölmek istediğim için sürekli oruç tutuyorum, diyor. Bombardımana tabi tutulan neneler, dedeler, “Biz Kur’an okuyarak teselli oluyoruz” diyorlar. “Ruhumun ruhu” diyordu mübarek dede, kız torunu “Rim” için. O torununun canlı gibi duran cesedini seviyor, sarılıyor, gözünün içini öpüyor ve kefene teslim ediyor. Bütün bunları yaparken kalbi paramparça olsa da ruhundaki imanın verdiği güzelliğiyle, yüzündeki tebessümüyle bütün âleme iman dersi veriyor. Biliyor, iman ediyor ki, o torunuyla yine ahirette birlikte olacak. Yine yaşlı bir Filistinli anne İsrail tarafından yıkılmış evinin altında iken; “Allah’ın rahmetinden başka kimsenin merhametini istemiyoruz. Allah’tan gelen imtihan, başımızın gözümüzün üstüne. Gençlerimiz iyi olduktan sonra gerisi önemli değil. Rabbim bizi iman ve takva ile mükâfatlandırsın. Biz ahireti istiyoruz, dünyayı istemiyoruz, dünya yok olacak, zeval bulacak, biz Allah’ın rızasını ve salih amelden başka şey istemiyoruz.” diyerek imanını haykırıyor. Evet, evet daha bunun gibi bilinen, bilinmeyen nice destanlar var Gazze’de, Filistin’de Yıllardır beyin yıkama faaliyetleriyle, kendi kurdukları terör örgütleriyle zulmederken diğer taraftan Müslümanları terörist gibi gösteren ve Firavunun sihirbazlarıyla yaptığı algıyı bu zamanda yapan küresel deccaliyet, Gazze ile yerle yeksan oldu, oluyor. Tabi bu durumdan etkilen ve imandaki bu güzellikleri her veçhiyle görmeyen, göremeyen, bilemeyen dünya halkları ister işitemez şu yaşananlardan etkileniyorlar. Onlar da gözyaşlarıyla, hayretlerle duygularını ifade etmekten kendilerini alı koyamıyorlar.Gazze halkına seslenen bir ABD vatandaşı: “Filistinli dostlarım beni dinleyin. Toplama kampında bulunan Gazzeliler, bırak İsrail’i yenmeyi, siz ABD’ yi dünyayı bile değiştirdiniz. Bu­nun için çok acı bir bedel öde­diniz ve dünya size borçlu, şu anda özgürlük ve hürriyet için savaşan tek toplum sizsiniz. Tanrı sizleri korusun kardeşlerim. Şimdiden özgürleştiğimi hissediyor ve eskiden söyleyemediğim şeyleri söyleyebiliyorum. Bizim politikacılarımız korkuyor” diyerek çok önemli bir gerçeği ifade ediyor. Evet, daha böyle, bu şekilde birçok videolar açıklamalar var. Bunlar içinde benim en çok dikkatimi çeken hususlardan biri de Müslüman olmayan bir hanımefendinin Kur’an’daki bir ayet üzerine söyledikleriydi. Şunları söylüyor: Kur’an’da Ni­sa suresindeki cehennem azap­larından bahseden bir ayette “Onlarının derilerinin tekrar tek­­rar değiştirilip, yine azaba arz edileceğinden” bahseden aye­­ti önceden çok dehşet verici bu­­lup kabullenemediğini, ancak İsrail’in yaptığı bu zulümlerden sonra bu ayetin ne kadar da yerinde olduğunu ve bu azabı hak ettiklerini düşünerek ayet hakkındaki düşüncesinin değiştiğini ve ferahladığını ifade etmekle birlikte, bütün Filistin halkından özür diliyor. Evet, bizim şer gördüğümüz şey­lerde nice hayırlar vardır. El­bette orada ölen, öldürülen Müslümanlara yürekler dayanmıyor ve bir an önce bunun son bulmasını Filistin’in özgür, Mescid-i Aksa’nın hür olmasını istiyoruz. Lakin bizim kayıplarımız ve şehitlerimizle birlikte Rabbimizin dünya halkları üzerinden yaptığı inkılabın da şahitleri oluyoruz. Peygamberlerine ve onların yollarından giden kimi kavimlere zor zamanlarda inayetini esirgemeyen Rab­bimizin Gazze’ye, Filistin’e o kutsi topraklara inayetini esir­gemeyeceğine yürekten inanı­yoruz. Lakin şunu da biliyor ve inanıyoruz ki, İsrail’e verilen süre doldu. Öyle bir tokat yiyecekler ki, tamamen bitecekler. Ve şu yaptıklarıyla bunu hak ettiklerini de dünyaya gösterdiler. Gazze’nin sonu ittihad-ı İslam’ ın habercisidir biiznilllah. “Evet ümitvâr olunuz, şu is­tik­bâl inkilâbatı (değişiklikleri) için­de en yüksek gür sada (ses) İs­lam’ın sadası olacaktır.”

Enes KARA 01 Ocak
Konu resmiÇok Yaşa Filistin
İnsan

Çok yaşa Filistin, Kahrolsun siyonizm.Biz işledik toprağı, Ve biz hasat ettik buğdayı.Limonları topladık.Yağını çıkardık zeytinlerin.Ve tüm Dünya biliyoruz bu bizim toprağımız. Çok yaşa Filistin, Kahrolsun siyonizm.Ve biz attığımız taşlarla.Askerlere ve polislere.Ateşlediğimiz füzelerle.Düşmanlarımıza karşı.Tüm dünya biliyor Mücadelemizi.Çok yaşa Filistin, Kahrolsun siyonizm.Ve biz ülkemizi kurtaracağız. Emperyalizmden.

İrfan MEKTEBİ 01 Ocak
Konu resmiAllah İmhal Eder (Mühlet Verir) Ama İhmal Etmez
İtikad

Allah imhal eder (mühlet verir) ama ihmal etmez. (Müstehak olana hak ettiği cezayı mutlaka verir.) “Lehül mülk” kelimesi hakkında Risale-i Nur külliyatında şöyle bir açıklama var: “Manen sevdiğin ve alakadar olduğun ve perişaniyetinden müteessir olduğun ve ıslah edemediğin şu kâinat, bir Kadir-i Rahimin mülküdür. Mülkü sahibine tes­lim et; ona bırak. Cefasını de­ğil, sefasını çek. O (mülkün sahibi) hem Hakim’dir (her işi hikmetlidir, yerli yerindedir), hem Rahim’dir (sınırsız rahmet sahibidir). Mülkünde iste­diği gibi tasarruf eder, çevirir. Dehşet aldığın zaman İbrahim Hakkı gibi “Görelim Mevla ney­ler, neylerse Mevla güzel eyler” de. (Fiili olarak elinden bir şey gelmeyen durumlarda) pencerelerden seyret, içlerine girme!” Pencerelerden seyretmek bir bakıma, olaylara Kur’an ve Sünnet ışığında bakmak ve değerlendirmektir diyebiliriz.İsrail’in kahpece icra ettiği eşi benzeri görülmemiş zulümler ayyuka çıktığı halde (bize göre) ilahi gazap şerarelerinin tepelerine inmesindeki gecikmenin hikmetini düşünürken aklıma gelen ayet ve hadisleri paylaşmak istedim. “Senden azabın acele gelmesini istiyorlar. Allah vaadinden asla dönmez. Bilin ki Rabbinizin ölçüsüne göre bir gün, sizin saymakta olduklarınızdan bin yıl gibidir. Zulümde ileri giden nice memleket ahalisi vardı ki onlara önce mühlet verdim. Sonra tutup işlerini bitiriverdim. (Unutmayın) dönüş ancak Allah’adır.” (Ankebut, 53)Müslim’in rivayet ettiği bir Hadis-i Şerif’te şöyle denilmiştir. “Dünyada en ziyade rahat ve konfor içinde yaşamış cehennemliklerden biri kıyamet günü getirilir de cehenneme (bir kere) daldırılır. Sonra da ‘Ey Âdem oğlu! Sen hayatında hiç iyi bir gün geçirdin mi? Hiç rahat ve konfor İçinde yaşadığın bir zaman dilimi oldu mu?’ diye sorulur. O kişi ‘Hayır! Rahat, huzur ve mutluluk adına hiçbir şey görmedim ya Rabbi!’ cevabını verir.Dünyada en fazla şiddet ve ızdıraba uğrayan cennetliklerden biri getirilir de cennete bir kere daldırılır. Sonra buna da ‘Ey Âdem oğlu! Sen hayatında hiç sıkıntı gördün mü, hiç ızdıraplı haletler yaşadın mı?’ diye sorulur. Hayır! Vallahi hiçbir şiddete uğramadım, sıkıntı namına bir şey yaşamadım’ der.”1Allah Teala: “Asıl hayat ahiret hayatıdır.”2 buyuruyor. Zalim-mazlum, iyi-kötü herkesin önünde sonsuz bir hayat var. Sonsuzluk nedir? Bir Bilge sonsuzluğu şöyle tanımlıyor: Kocaman bir dağ düşünün. Her yüzyılda bir kuş gelip o dağdan küçük bir parçayı koparıp gidiyor. Bu şekilde o dağ tükeninceye kadar geçen uzun zaman sonsuzluğun ancak bir saniyesi olabilir. İşte bu sonsuz hayatın bir tarafında Cennet var. O Cennet ki ayet-i kerimede şöyle tanımlanıyor: “…onlar canlarının çektiği şeyler (hesapsız nimetler) içinde ebedî olarak kalıcıdırlar.”3Allah Resul’ünün ifadesi ile: “Gözlerin görmediği, kulakların işitmediği, akılların hayal bile edemediği muhteşem nimetlerle dolu bir mükafat diyarı.”4 Ehl-i keşfin bir açıklaması da şöyle: “Cennetin bir saati, dünyanın bin sene mes’udane (krallar gibi yaşanmış) hayatından daha üstündür.”5 İşte Gazze’de mazlumen katledilerek inşallah şehid hüviyeti ile bu dünyaya veda eden Filistinli kardeşlerimizi böyle bir dar-ı mükafat bekliyor. Cennetin haber verilen keyfiyetini düşündüğümüz zaman cennet için ödenen hiçbir bedelin çok olmadığını; bilakis ödenen bedel ne kadar ağır gözükürse gözüksün aradaki açığın ancak rahmet-i ilahi ile kapatılmış olacağını rahatlıkla anlayabiliriz. Cehenneme gelince; Buhari ve Müslim’in ittifakla rivayet ettiği bir hadisle yetinelim. “Kıyamet günü azab itibariyle insanların en hafifi o kimsedir ki, ayak çukuruna bir ateş koru konulur da onun tesiriyle beyni kaynayan bir kazan gibi fokur fokur kaynar. O kişi kendisinin en şiddetli azaba uğratıldığını zanneder. Halbuki o, azap görenlerin en hafifidir.”6 En hafifi böyle olursa şiddetlilerini kıyas edelim. İşte zulümde sınır tanımayan canavar ruhlu zalimlerin ebediyen kalarak ceza görecekleri yer, böylesine dehşetli bir mekân. Allah Teala, kafirlerin eza ve cefalarına maruz kalan Habibini, onların ahirette görecekleri azabı hatırlatarak Kur’an’ın müteaddit yerlerinde müteaddid ayetlerle teselli ediyor. Duyumlarımıza göre her biri en az bir İlahiyat mezunu kadar bilgili, kültürlü ve dahi hafız olan Hamaslı Mücahitler, elbette bizim anlattıklarımızı bizden daha iyi biliyorlar ve kendilerini teselli etmekte hiçbir zorluk yaşamıyorlardır. Rabbim, İslam’ın nice unutul­muş ve kitap sayfalarında kalmış güzelliklerini bilfiil yaşaya­rak cümle aleme gösteren Gaz­­zeli kardeşlerimizi en kısa za­­manda, tam bir kurtuluş ile mü­­kafatlandırsın. Bizlerin de Gazze olaylarına bağlı olarak başımıza açılan imtihanı razı olacağı veçhile eksiksiz kusursuz şekilde başarıyla vermemizi lütfundan fazlından bahş eylesin. Âmin.---------------------------------------1- Müslim, Münâfikîn 552- Ankebut, 643- Enbiya, 1024- Buhari, Bed’ü'l-Halk 85- Said Nursi, Sözler Mecmuası, 3186- Buhârî, Enbiyâ 1, Rikak 51; Müslim, Îmân 362-364.                             Ayrıca bk. Tirmizî, Cehennem 12

Osman AKTAŞ 01 Ocak
Konu resmiNe Haldesin?
İnsan

Hayat, daima sıhhat ve âfiyette yeknesak gitse, nakıs bir ayna olur. Belki bir cihette ademi, yokluğu ve hiçliği ihsas edip sıkıntı verir. Hayatın kıymetini tenzîl eder. Ömrün lezzetini sıkıntıya kalbeder. “Çabuk vaktimi geçireceğim” diye, sıkıntıdan ya sefahate veya eğlenceye atılır. Hapis müddeti gibi, kıymetdar ömrüne adavet edip; çabuk öldürmek, çabuk geçirmek ister. Fakat tahavvülde ve harekette ve ayrı ayrı tavırlar içinde yuvarlanmakta olan bir hayat, kıymetini ihsâs ediyor, ömrün kıymetini ve lezzetini bildiriyor. Meşakkatte ve musibette dahi olsa, ömrün geçmesini istemiyor. “Aman güneş batmadı veya gece bitmedi” diye, sıkıntıdan “Of! Of!” etmiyor. Evet gayet zengin ve işsiz ve istirahat döşeğinde her şeyi mükemmel bir efendiden sor; “Ne haldesin?” Elbette “Aman vakit geçmiyor. Gel, bir şeş-beş oynayalım” veyahud “Vakit geçirmek için bir eğlence bulalım” gibi müteellimâne sözleri ondan işiteceksin. Veyahud tûl-i emelden gelen, “Bu şeyim eksik, keşke şu işi yapsa idim” gibi şekvalar işiteceksin. Sen bir musibetzededen veya işçi ve meşakkatli bir halde olan bir fakirden sor; “Ne haldesin?” Aklı başında ise diyecek ki, “Şükürler olsun Rabbime, iyiyim, çalışıyorum. Keşke güneş çabuk gitmese idi, bu işi de bitirse idim. Vakit çabuk geçiyor, ömür durmuyor gidiyor. Vakıa zahmet çekiyorum, fakat bu da geçer, her şey böyle çabuk geçiyor” diye, manen ömür ne kadar kıymetdar olduğunu, geçmesindeki teessüfü ile bildiriyor. Demek meşakkat ve çalışmakla, ömrün lezzetini ve hayatın kıymetini anlıyor. İstirahat ve sıhhat ise, ömrü acılaştırıyor ki, geçmesini arzu ediyor. (Siracünnur Mecmuası, s. 30)

İrfan MEKTEBİ 01 Ocak
Konu resmiGüzide Kurumlarımız ve Üstümüze Düşen Vazifeler…
İnsan

Rabbimize hamdolsun ki, her gelen günümüz nice güzel faaliyet ve projelerle geliyor.“İki günü bir olan ziyandadır” nebevi kaidesince, gayretli faaliyetleri görmek sinelerimizi ferahlatıyor.Mevzumuz; Hayrat İnsani Yardım, ULUED, HAYSİAD gibi hepsi de genç ve heyecan kaynağı kurumlarımız, yani ümmetin hizmetkârları.Ne kadar şükretsek az, ne kadar destek olsak kendimiz içindir.Nerde mazlum veya mağdur, dara düşmüş kimseler varsa, Hayrat Yardım oraya koşuyor. Yakındaki depremzedeye veya çok uzaklarda su sıkıntısı çeken Afrikalı kardeşime el uzatıyor, kuyu açıyor, “kurban” gibi yakın oluyor. Yeri geliyor, orman yangını vb. afetlerde canını ortaya koyan gayretkeş erlere sıcak bir çorba veya bir serinletici oluyor.Büyük zulüm altındaki Gazze’ ye ve Filistin’e derman olmak için fırsat kolluyor, ulaşabilmek için can atıyor.* * *Onlarca kıymetli muallimleri­mi­zi, çok mühim projelerde bir araya getiren ULUED, son olarak 370 binden fazla insanımızın katıldığı kitap okuma yarış­masına imza atmış durumda.Bu vesileyle, dinimizin ta kendisi olan iman esasları, çok kolay anlaşılabilen ve 7’den 70’e herkesin elinde ve gönlünde yer bulan kitaplarla on altı ülkeye kadar uzandı; katılımcı ve ailelerinden tam puan aldı. On binden fazla katılımcıya ödüller ve hediyeler hazırlandı.Sloganı: “Kaybedeni                   Olmayan Yarışma”Öyle ya, bu denli kıymetli hakikatleri öğrenen, yarışmayı kazanamasa bile, bir şey kaybetmiş sayılır mı hiç?Gelecek senelerdeki yarışmaların ise, mahalli dillerde yapılması planlanıyor.* * *“İnsanın kıymeti himmeti nispetindeyse eğer, milletimiz için çalışmak her şeye değer” sloganıyla yoluna devam eden Hay Sanayici ve İş Adamları Derneği (HAYSİAD) ise, bütün il ve ilçelerimizde ve yurtdışında da teşkilatlanmak, üyelerine kendi alanlarında en yenilikçi birer sanayici veya tüccar olmaları için eğitimler vermek, sektörel organizasyonlara katılmaları, ekiplerini kurmaları, ihracata hazırlanmaları ve sürekli büyümek hedefini taşımaları konusunu canlı tutmak gayreti içerisindedir.Evet, “Bu zamanda i’la-yı kelimetullah, maddeten terakkiye mütevakkıftır”.Bu hususu da hazmetmiş olan HAYSİAD, elindekiyle yetinmenin “dûn-u himmet”, yani himmetin ve gayretin düşüklüğü olarak kabul etmekte, helal kazancını hırs göstermeden, teenni ile artırmak ve bugünlerde daha belirgin olarak kendisini belli eden maddi terakki ihtiyacının şuurundadır.Ümmetin benliğine kasıtlı veya gafletle yanlış veya eksik şekilde yerleştirilmiş olan kanaat ve tevekkül anlayışlarını tadil edip, hakiki manalarını ikame etmeyi de ayrıca hedefleri arasına koymuştur.Dikkat edileceği üzere gerek Hayrat Yardım Derneği gerekse ULUED gibi kurumlar, en çok tüccar ve esnafın desteğine ihtiyaç duyar. Yani HAYSİAD gibi kurumların. Tüccar ne kadar güçlü şekilde destek olursa, o kurumlarımızın da faaliyetlerini o kadar rahat yapacağı aşikârdır. Yani gerek içinde faaliyet gösterecekleri mekanlar için, gerek çalışanların ücretlerini karşılayabilmek için, gerekse diğer bütün masrafları için finansal desteğe ihtiyaç duyarlar; çünkü kendi bünyelerinde gelir getirici faaliyetleri yoktur.Öyleyse, her bir tüccarımız üye olarak ve faaliyetlerini dikkatlice takip ederek kendini geliştirmeli ve her geçen gün daha da kuvvet kazanma maksadıyla çalışmalıdır.Evet, “Allah katında kuvvetli mümin zayıf müminden, zengin mümin fakir müminden daha hayırlıdır ve sevimlidir”. (Hadis-i Şerif)Ve adını sayamadığımız diğer kurumlarımıza da selam olsun!Bir TetimmeMeseleyi biraz hususileştirmek maksadıyla kendim de içinde bulunduğum HAYSİAD ve faa­liyetleri üzerinde biraz daha dur­mak istiyorum.HAYSİAD’a Niye Lüzum Var?Öncelikle Müslüman tüccar da her Müslüman gibi fıkhi açıdan bir mükelleftir. Fıkıh ilmi ise, Hanefi alimler tarafından farz olarak görülür ve “kişinin leh ve aleyhinde olan şeyleri bilmesi” olarak tarif edilir. Yani ticaretini yaparken, helal-haram ayrımını çok iyi bilmesi gerektiği bilgisini, gerek eğitimlerle gerekse hatırlatmalarla, HAYSİAD önce kendi üyelerine verir.İkinci olarak, her işin bir ilmi vardır ve Müslüman tüccar da ticaretin ilmine yeterince vakıf olmak mecburiyetindedir. İşletmeciliğin unsurları olan organizasyon, üretim, pazarlama, satış, finansman, insan kaynakları gibi alanların en iyi şekilde yönetilmesi, teknoloji ve inovasyon, ihracat ve e-ticaret konularının etkin bir şekilde takibi sağlanmaya çalışılmaktadır.HAYSİAD, özel faaliyetleriyle hem üyelerine temel eğitimler vermekte hem de daha detaylı ve uzun süreli eğitim, mentorluk ve koçluk eğitimleri almaları konusunda sürekli motive etmeye çalışmaktadır.Ayrıca, üyelerini, ülkede ve bütün dünyada kendi sektörüyle alakalı gelişmelerden ve organizasyonlardan haberdar ederek, sektörel fuarlarla katılımcı veya ziyaretçi olarak etkileşimde bulunması, ticari heyetlere katılmaları konusunda teşvik etmektedir.HAYSİAD yönetiminin üzerinde durduğu şu konuya da temas etmeden geçemeyeceğim: Seküler düşüncenin bir zamandır Müslümanlara dayattığı, “din ayrı, dünya işleri ayrı” mantığının her düşüncemizi fazlaca etkilemiş olduğunu üzülerek müşahede ediyoruz.Buradan kaynaklanan “Şu yaşa kadar dünya için çalıştık, bundan sonrasını ahiretime ayıralım” düşüncesi yanıltıcı olmaktadır.Çünkü, inancımıza göre dünya hayatı ahiretin tarlasıdır, yani ebedi hayat buradaki kısacık ömürle kazanılır. Öyleyse dünyayı ahiretten ayırmaya çalışmak olan bu düşünce tarzı, büyük hatalara sebep olmaz mı?Peki nasıl olmalı? Elbette ki dünya ayrı ahiret ayrı değil; dünya hayatı, ahiret hayatının başlangıcı görülmelidir.Yani zaten bütün yapacaklarımız Rıza-yı İlahi’ye uygun olması gerekeceğinden, dünya için olan her bir faaliyetimizin de o doğrultuda olması gereği muhakkaktır. Hasılı, dünya ile ahiret birbirinden ayrılamaz. Hem yaptığımız bütün işlerimiz, söylediğimiz her bir söz ahiretimizi de alakadar ediyor.Bu durumda insanın sanayi, ticaret ve en ufak bir işçilik için bile sarf edilen vakti, -çaba ve niyeti meşru olmak kaydıyla- nafile ibadet hükmündedir.Öyleyse, henüz verimli çağındayken, “kazandıklarım bana yeter” diyerek, dünyadan el-etek çekmek doğru kabul edilmemelidir.Çünkü, senin ihtiyacın kalmadıysa bile, ihtiyacı devam eden daha niceleri var!Demek ki her bir Müslüman, iyi yaptığı işi ömür boyu ya doğrudan veya dolaylı olarak devam ettirmenin yollarına bakmalıdır.Yani, emekli olup kenara çekilmek, şahsi ibadetlerle meşgul olmak kâfi gelmez.Başta fakir Müslümanlar olmak üzere, temel ihtiyaçlarını karşılayamayan nice insanlar varken, başkaları dünyaya sermaye ve markalarıyla hükmederken iyi çalışan bir işletme, yeni nesillere veya liyakatli kimselere devredilmeden kapatılmamalı, çalışması akamete uğratılmamalıdır. Ve bunun büyük bir vebal olduğu hatırdan çıkarılmamalıdır.Selametle kalın!

İsmail ERDOĞAN 01 Ocak
Konu resmiBu da Geçer Demeye “Değer” mi?
İtikad

“Aman bu da geçer, Edeb Ya Hû!”Bir yüzük hikâyesi…Belki sanal bir yerlerde rastlamış veya bazı nâsih dillerden işitmişsinizdir: Devrin padişahı taleb eder. Bir yüzük yapılsın ki hayatın hüzün ritminde kendisini ümitsizlik karanlığına itmesin, neşesinde de ayaklarını yerden kesmesin. O sı­ra­da bir derviş ile yolu kesişir. Derviş çok yerler gezmiştir, reçete bu seyahatlerinden birindedir. Bir gün bir köye misafir olmuştur. İzzet ikram görmüştür. Ev sahibine sitayişte bulunmuştur. Hem ev sahibi hem tevazu sahibi olan muhatabından aldığı cevabın üzerinde fenâ mührü bulunmaktadır: “Bu da geçer ya Hû!” Bir zaman sonra aynı kimseyi oldukça fakirleşmiş bulur, bu sefer hayıflanır; cevap aynı. Yıllar geçer. Bu sefer de Eyüb Aleyhisselam misali tekrar afiyette bulur, cevap yine aynı. Son ziyaretinde yerinde bulamaz. Köylü karşı tepedeki mezarlığı gösterir. Kitabesinde “Bu da geçer ya Hû” yazan mezarın başında Behlül-misal konuşur: “Ağam öncekileri anladım, peki bu nasıl geçer.” der ve çeker gider. Cevabını birkaç sene sonra yolu tekrar köye düştüğünde alır. Bir sel gelmiş mezarları da kitabeleri de silip götürmüştür. İşte o an bizim derviş müşahitlikten bilgeliğe rücu etmiştir. Vezirlerin ve âlimlerin üstesinden gelemediği Padişah buyruğu karşısında elinde yüzükle huzura kabul edilir. Hürmetle yüzüğü uzatır. Padişah üstündeki yazıyı okur ve gülümser. Aradığını bulmuştur. Zira hatt-ı Kur’ân ile kazınmış yüzükte bir hayat dersi vardır. Hayatın muvazenesi vardır. Devesine kavuşmuş adamın kavuşmasının huzuru vardır. Huzur-ı İlahiye yönelmenin ve Rabbü’l-âlemine teslim olmanın yolu, reçetesi vardır.Göze ve kalbe hitab eden kelam madden ve manen net, Kur’âni bir edâ taşımakta hem tevhid hem ahiret dersi vermektedir: “Bu da geçer ya Hû” Evet hayat dersi, hayat muvazenesi…İnsan için hayat, âlem-i ervahtan gelip kabirden geçerek ahirete giden yoldur. Bu yolun yolcusunun başına yine bir ayine olan hayat ve ömründe, çeşitli işler gelir. Bazen hüzün, keder; bazen neşe, sevinç… Hep bu ayinede temessül eder. Her şeyde olduğu gibi sırat-ı müstakimde olan insan, ayinesini sarsıntıdan muhafaza eder; kırılma noktalarında ifrat ve tefrit çizgilerinde savrulmaz, hadd-i vasatta gider.Öyle ki keder geldiğinde “baş göz üstüne” der. Sabır silahını kuşanır. “… Muhakkak ki Allah, sabredenlerle beraberdir.” hakikatine dayanır. Kur’ân kalesi içerisine girer. Asr-ı saadetin hüzün senelerine kanat açar, Resul-i Ekrem Aleyhisselatü Vesselam Efendimizi (asm) vazife başında ziyaret eder. Zât-ı Ahmediyyeyi rehber ittihaz eder. Sünnet-i Seniyesinin siperine dahil olur. Ah ne var, birazcık sabır. Sabır:  مِفْتَاحُ الْفَرَجِ (Ferahlığın anahtarı) Hem öyle ki neşe geldiğinde “Safa geldin!” der. Dilini tahmide durdurur. Hayat ayinesinde tenvir eden “Veliyy’ül Hamîd” olur. Her nimette dostunu, yardımcısını  اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ zikriyle yad eder. Küfrandan ve iftihardan uzak bir tevazuyla ayinesini temaşa edenlere Rabbini, dostunu hatırlatır. “Sizin en hayırlınız…” hitabına nail olur. Asla ve asla, haddinden tecavüz ederek şımarıklık illetine kapılmaz. Dilinin ve gönlünün sürurunu sırattan çıkarıp haddini aşmaz. Kur’ân’ın caddesinde  وَبَشِّرِ الْمُؤْمِنٖينَ (Müminleri müjdele) sadasını baş ve kalp gözüyle işitir. Lisan-ı Nebevi’den (asm) “yaptığı hamdin nimetten daha kıymetli olduğu şuuru” ruhuna akseder. Evet öyle bir huzur ve teslimiyet ki… Ziruhların en eşrefi, şecere-i hilkatin zişuur meyvesi, Cenab-ı Hakk’ın antika bir sanatı olan biz insanlar, Cenab-ı Hakk’ın esmasının cilvesine mazhar ve nakışlarına medarız. Bu cihetten bir modeliz. Rabbimiz vücud libasımız üstünde keser, biçer, tebdil eder, tağyir eder. Muhtelif esmasının cilvesini gösterir. Şafi ismi hastalığı istediği gibi, Rezzak ismi de açlığı iktiza ediyor.Bir yanda cemali tecelliler, bir yanda celali tecelliler. İşte ism-i Cemîl, ism-i Latîf, ism-i Hakîm… İşte ism-i Celîl, ism-i Kahhar, ism-i Cebbar…Hakiki tecelli: Ya Şekûr, Ya Sa­bûr...Mir’âti/Ayinesi: Sani‘-i Zülce­lal’in esmalarının hududları için­de bir mahz-ı edeb vaziye­ti­ni takınan Resul-i Ekrem Efendi­miz (asm)…İşte hakiki edeble, hakiki bir sabır ve şükür dengesiyle ulaşılan netice: Ol deyip olduran Rabb-i Rahimimize tam bir teslimiyet ve لَوْلَا كَ nidasının sahibinin huzuruna uruc edip, yükselmek.Aman bu da geçer, Edeb Ya Hû!Rabbimiz…اَ دَّبَنٖي رَبّٖي فَاَحْسَنَ تَاْدٖيبٖي “Rabbim bana edebi güzel bir surette ihsan etmiş, edeblendirmiş.” buyuran Resul-i Ekrem Efendimizin (asm) sünnetinden bizi ayırmasın. Hasaretli bir edebsizliğe düşmekten bizi muhafaza eylesin.

İbrahim SARITAŞ 01 Ocak
Konu resmiBu Da Geçer Ya Hû!
İtikad

Rivayet odur ki bir gün Sultan Mahmud vüzerasını toplar ve onlara bir buyruk verir: “Bana öyle bir söz bulun ki o söz beni hüzünlüysem teselli etsin, mutluysam beni dizginlesin, rehavete kapılmamı engellesin.”Sultan’ın adamları düşünür ta­şı­nırlar ama murad edilen sö­zü bulamazlar. O günlerde İs­tan­bul’a bilge bir dervişin yolu düşmüştür. Hikmet ve gönül ehli olan bu dervişe müracaat ederler: “Sultanımızın böyle bir muradı var. Nice edipler, alim­ler derdimize çare olmadı. Se­nin heybende varsa böyle bir söz, derdimize çare ol.” Dervişin gönül dünyasının derinliklerinde yoğrulan o muhteşem söz dudaklarından dökülüverir: “BU DA GEÇER YA HÛ”Sultana arz edilen bu kelam-ı kibar takdir görür ve derviş huzura kabul edilir. Sultan merak eder, nedir bu sözün arkasındaki hikmet. Huzura kabul edilen derviş hikâyeyi en başından anlatır:“Sultanım, bir gün uzun ve yorucu bir yolculuktan sonra bir köye varmıştım. Karşıma çıkanlara yardım edecek, yiyecek ve kalacak yer verecek biri olup olmadığını sorduğumda köylüler Şakir diye birinin çiftliğini tarif edip oraya gitmemi söylediler. Şakir, bölgenin en zengin kişilerinden biriydi. Haddad isminde çok zengin bir de komşusu vardı. Şakir, beni çok iyi karşıladı; birlikte yiyip içtik. Nihayet ayrılık vakti geldiğinde ona: ‘Böyle zen­gin olduğun için şükretmeyi unutma!’ dedim. Şakir, ‘Hiçbir şey olduğu gibi kalmaz. Bazen görünen gerçeğin kendisi değildir. Bu da geçer...’ cevabını verdi bana. Nice zaman sonra yolum yine aynı memlekete düştü. Şakir'i arayıp soruşturdum. Köylüler, ‘O iyice fakirledi, şimdi Haddad’ın yanında çalışıyor’ dediler. Haddad’ın çiftliğine gittiğimde, eski dostum Şakir’i yaşlanmış ve üzerinde eski püskü kıyafetlerle buldum. Üç yıl önce bir sel felâketine uğramış, sığırları telef olmuş, evi yıkılmış. Şakir, bu defa beni, son derece mütevazı olan evinde misafir etti. Kıt kanaat yemeğini benimle paylaştı. Vedalaşırken, Şakir’e olup bitenlerden ötürü ne kadar üzgün olduğu söylediğimde Şakir’den şu cevabı aldım: ‘Üzülme... Bu da geçer...’ Birkaç yıl sonra yolum yine aynı köye düştü. Haddad ölmüş, ailesi olmadığı için de bütün varını yoğunu en sadık hizmetkârı ve eski dostu Şakir’e bırakmış­tı. Şa­kir, Haddad’ın konağında oturmaktaydı. Kocaman arazileri ve binlerce sığırı ile yine yörenin en zengin insanı olmuştu. Derviş eski dostunun zengin olmasından dolayı ne kadar sevindiğini söyler ona ve yine aynı cevabı alır: ‘Bu da geçer...’Bir zaman sonra yine bölgeye geldiğimde Şakir ölmüştü ve mezarı bir tepenin üstündeydi. Mezar taşında şu söz yazılıydı: ‘Bu da geçer...’. Ölümün nesi geçecek, diye düşündüm o an fakat ertesi yıl Şakir’in mezarını ziyaret etmek için geri döndüğümde ortada ne tepe ne de mezar kalmıştı. Büyük bir sel gelmiş, tepeyi önüne katmıştı, Şakir’den geriye bir iz dahi bırakmamıştı.”Hikâyeyi ilgiyle dinleyen Sultan, bu ibarenin yüzüğüne işlenmesini emreder. Kazasker Mustafa Efendi’nin o nefis hattı ile hayat bulan söz artık Sultan’ın parmağındadır. Dünya sultanlığının yanında gönül sultanı da olan ulu hakanlar her daim tevazu ehli olmayı tercih etmişlerdir. Hakimü’l-Haremeyn değil Hadimü’l-Haremeyn olmayı makbul tutmuşlardır. Binaenaleyh, ulemaya tabi olan Osmanlı padişahları, hesap gününü unutmamak adına “Talebe-i ulûmdan” bir grubu “Mağrur olma padişahım, senden büyük Allah var!” diye hatırlatmakla memur etmişlerdi.“Bu da geçer ya Hû” ibaresi tekkelerin girişinde, evlerin baş köşesinde, dükkanlarda kendine yer bulmuştur. Derde düşmüş biçarelere “Bu sıkıntılar da geçecek, hiçbir şey daimî devam etmez.” diye teselli verirken “Ya Hû” ile Cenab-ı Hakkı anarak onun izni ve iradesiyle her şeyin olduğunu hatırlatmışlardır. Öyle ki İstanbul işgal edildiğinde bütün mekanlar bu söz ile donanır. Vapurlarda, kıraathanelerde, dükkanlarda yazılı olan “Bu da geçer ya Hû” sözü işgale karşı direnişin bir sembolü olmuştur.Külfette olduğu gibi bir nimete malik olunduğunda da bu söz insanı ihtar eder ve der ki: “Makamlar da zenginlik de geçicidir, mahkeme kadıya mülk değildir.” Elinin altındakilere malik olduğunu düşünüp aldanma. Hatta kendini bile kendine malik zannetme. Sen Malikü’l Mülk’ün mülkünde çalışan bir hizmetçisin. Mülk umumen onundur. Sen onun hem mülküsün hem memlüküsün. Kader planında cereyan eden olaylar seni sarsmasın. Kâinatta her şey değişir, kararında kalmaz. Öyle ise lütuf da kahır da Mevla’dandır.Öyle ise…Mahkeme-i kübrada hesaptan kaçma ihtimali olmayan zalimlerin başta Gazze’de ve yeryüzünün tamamındaki muvakkat zulümleri için…“Bu da geçer ya Hû”Ahir zamanda sel gibi ehl-i imanın üzerine yağan günahlar için…“Bu da geçer ya Hû”Bir kişiye dokuz, dokuz kişiye bir pulu taksim eden adalet simsarları için…“Bu da geçer ya Hû”Hayatı saflaştıran, terakki ve tekemmül etmesine vesile olan bütün musibet ve hastalıklar için…“Bu da geçer ya Hû”Nefsimize zor gelen, yerine getirmekte zorlandığımız tüm kulluk vazifelerimiz için…“Bu da geçer ya Hû”Dinçliğimiz, gençliğimiz, varlık ve tüm zenginli­ği­miz için…“Bu da geçer ya Hû”Bir ağaç altında gölgelenmekten ibaret olan dünya hayatı için…“Bu da geçer ya Hû”Maddi ve manevi tüm nimetler ve sıkıntılar için...“Bu da geçer ya Hû”

Tarık ÇELİK 01 Ocak
Konu resmiAğlattın Be Şoför Abi!
İnsan

Sabahın erken saatleri idi. Zafer Bey evine bir saat uzaklıktaki üniversiteye gitmek için taksi çağırmıştı. Saat 7.40’ı gösterdiğinde taksi gelmişti. - Selamünaleyküm! Hayırlı sabahlar abi.- Aleykümselam beyefendi. Nereye gidiyoruz?- İslam Üniversitesi’ne lütfen.- Tamamdır, buyurunuz.Görünüşe bakılırsa nazik bir şoföre denk gelmişti Zafer Bey. İçinden şükretti Rabbine. Doktora dersi için haftanın belli günlerinde böyle erkenden İslam Üniversitesi’ne gidiyordu; yol boyunca taksicilerle sohbet etmeyi de seviyordu.Bu defaki şoför daha bir dikkatini çekmişti. Sohbet etmek için daha fazla istek vardı içinde. Farklı bir duyguydu bu defaki sanki. Hemen tanışıverdi şoförle.İsmi Kâmil imiş şoförün. Aslen Bitlisli ve evli biriymiş.- Çoluk çocuk var mı Kâmil abi?- Var elhamdülillah. Yedi yıl sonra Allah bir evlat verdi. Belli ki yaratan biraz daha yetişkin olmamızı, olgunlaşmamızı istemiş. Şu anda iki yaşında çocuk hocam.- Maşallah! Her şeyde bir, belki binler hikmet var elbette. Ben de evliliğin ilk iki yılında evlat sahibi olamamıştım. Çok üzülmüştüm ama Rabbim bana da duaların bereketi ile sonra ihsan etti. Benim de senin gibi bir çocuğum var abi.Sohbetleri gittikçe koyulaşıyordu. Yolculuk keyifli ilerliyordu. Bir ara Kâmil Zafer Bey’e övgüyle:- Hocam ne güzel, siz ilim irfan görmüşsünüz. Bizim gibi değilsiniz. Allah katında daha sevgilisiniz, deyince Zafer Bey birden irkilerek:- Estağfirullah! Allah katında kimin sevgili olduğu bilinmez. Bazen kişi ilim sahibidir ama yaşamıyordur, diyerek karşılık verdi. Kâmil de:- Doğru. Hem yaşamıyor hem de ilmini anlatmıyor, diye ilave etti.Zafer Bey içinden, Allah’ım bu ehl-i iman kardeşime razı olduğun şekilde bir hakikat anlatmayı nasip et, diye geçirdi. Çok ısınmıştı Kamil’e doğrusu.Bir ara, özür dileyerek günlük ne kadar kazandığını, hayatını şoförlükle idame edip edemediğini sordu. Maalesef sadece tek işle yürümüyormuş. Eşi de ev yemeği yapıp satıyormuş. Ancak öyle geçinebiliyorlarmış.- Çok yoruluyorsunuzdur, nasıl yapıyorsunuz?- Evet. Dün gece 12’den şu vakte kadar çalışıyorum. İyiydi bugün iş. Döndüğümde dinlenirim inşallah.Nerede ise günde on sekiz saat çalıştığını duyunca Zafer Bey hayretini gizleyemedi. Hele günlük üç saat kadar uykuyla idare ettiğini duyunca bir hayli şaşırdı.- Neden bu kadar az uyuyorsunuz?- (Gülerek) para kazanmayı çok seviyorum!Zafer Bey hayranlıkla şaşkınlık arasında kalmıştı.- Sırrı nedir üç saat uyumanın, nasıl böyle az uykuyla dayanıyorsunuz, diye sordu.- Uyuyamıyorum ki! Babam vefat ettiği için annem ve kardeşlerim nafakasını da benim temin etmem gerekiyor. Onları mutlu etmeye çalışıyorum. Bazen “Allah’ım ne zamana kadar böyle devam edecek?” diyorum. Ne zaman ailemle gezeceğim, onlarla bir şeyler yiyeceğim. Neyse bayram var, o zaman deyip mutlu oluyorum. Gözleri nemlenmişti Zafer Beyin. İçinden, “Ağlattın be şoför abi” dedi birden. Nasıl da çalışkan, fedakâr ve mütevekkildi Kâmil. Kendini toparlayarak şöyle devam etti Zafer Bey:- Ne mutlu, çalışıyorsun. Çalıştığın için Allah bu suretle seni günahlara düşmekten koruyor.Kâmil gülerek “Günahı düşünmeye vaktim olmuyor ki” diyerek araya girdi. Ardından, Davut (as)’dan mevzu açtı Zafer Bey. O yüce peygamberin nasıl elinin emeği ile çalışıp kazandığını anlattı. Sonra “La ilahe illah” cümlesinde nasıl bir müjde, şifa ve manevi lezzet olduğunu -Risale-i Nur’dan istifadeyle- izah etti. Hacer validemizin teslimiyetini örnek verdi. Adeta seyyar bir medrese olmuştu taksi. Bu medresede ders yapıyorlardı birlikte. Kâmil huzurla:“Allah bugün sizinle karşılaştırdı, gönlüm rahatladı çok şükür!” dedi. Lakin birden derin bir iç çekerek “Yine de ailem yaptıklarıma rağmen kıymet bilmiyor. Çok üzülüyorum.” ifadesiyle içindeki acıyı çıkarıverdi. - Bu da imtihan işte. Senin de onların da imtihanı bu. Allah’ın Hafîz ismi var. Merak etme. O her şeyi kaydediyor. Mükafatını en güzel şekilde öte dünyada verecek inşallah.- Ama kalbim yaralanıyor.- Evet, yaralanır kalp; ama o andan çıkmaya çalış. Şeytana ve nefse av olma.- Allah sizden razı olsun, Zafer Bey. Zaman hızla akmıştı. Kamil’in bu sözleri ile tam da kampüse gelmişlerdi. Zafer Bey de ona dua ve teşekkür edip arabadan indi, fakültenin yolunu tuttu.

Celal AKAR 01 Ocak
Konu resmiTevekkül ve Dua
İbadet

İslamiyet’te üzerimize düşen işleri yapıp sonuçlarını Allah’a havale etmek , tevekküldür. Dua ise güçsüzlüğümüzü ve ihtiyacımızı ortaya koyarak Allah’a yalvarmak, bir şeyin olmasını veya olmamasını istemek demektir. Her şeyin sahibi, maliki ve ya­ratıcısı Allah’tır. Öyleyse vazifemiz üzerimize düşeni yapmaktır. Yani işlerimizin ön ha­zırlıklarını yapmak, sebepleri­ni yerine getirmeye çalışmak, gayret etmek bizim vazifemizdir. Neticeyi Allah’a havale etmek, mahsulü ondan beklemek ise   tevekküldür. Kendisine düşen işi yapan yani yaratılış kanunlarına, âlemdeki prensiplere, kâinattaki düzene uygun hareket eden, işini doğru ve düzgün yapan, işinin sonucunu Allah’a havale ederken tembellik etmeyen bir kul hem dünyada hem de ahirette mesut ve bahtiyar olur. İnsan imanının kuvvetine göre, karşılaştığı sıkıntıların baskısından kurtulabilir. ت?????????? ??َوَكَّلْتُ عَلَي اللّٰهِ  (Allah’a tevekkül ettim) der, hayatını kemâl-i emniyetle sür­­dürür. Bütün ağırlıklarını Ka­­dîr-i Mutlak’ın kudret eline ema­net eder, rahatla dünyadan ge­çer. Kabirde istirahat eder. Sonra saadet-i ebediyeye girmek için cennete uçabilir. Eğer tevekkül etmezse, dünyanın ağırlıkları uçmasına değil, bel­ki en aşağıya çeker. Demek, iman tevhidi, tevhîd teslimi, tes­lim tevekkülü, tevekkül iki dün­ya saadetini kazandırır. Fakat yanlış anlama. Tevekkül, se­bepleri bütün bütün reddetmek değildir. Belki sebepleri, des­t-i kudretin perdesi bilip on­­lara uyarak; işe girişmek ise, bir nevi fiili dua telakkî ederek; çalışmanın neticesini yalnız Ce­­nâb-ı Hak’tan istemek ve ne­­ti­­celeri ondan bilmek ve ona min­­netdâr olmaktan ibaret­tir. Te­vek­kül eden ve etmeyenin misal­leri şu hikâyeye benzer:“Vaktiyle iki adam hem bellerine hem başlarına ağır yükler yüklenip, büyük bir gemiye bilet alıp girdiler. Birisi, girer girmez yükünü gemiye bırakıp, üstünde oturup başında bekler. Diğeri hem ahmak, hem mağrur olduğundan, yükünü yere bırakmıyor. Ona denildi: “Ağır yükünü gemiye bırakıp rahat et.” O dedi: “Yok, ben bırakmayacağım. Belki zayi olur. Ben kuvvetliyim. Malımı belimde ve başımda muhafaza edeceğim.” Yine ona denildi: “Bizi ve sizi kaldıran şu emniyetli sefîne-i sultâniye daha kuvvetlidir. Daha iyi muhafaza eder. Belki başın döner, yükün ile beraber denize düşersin. Hem gittikçe kuvvetten düşersin. Şu bükülmüş belin, şu akılsız başın, gittikçe ağırlaşan şu yüklere güç yetiremeyecek. Kaptan dahi eğer seni bu halde görse, ya ‘divanedir’ diye seni kovacak. Ya “Hâindir, gemimizi ittihâm ediyor, bizimle istihza ediyor; hapsedilsin diye emredecektir. Hem herkese maskara olursun. Çünkü ehl-i dikkat nazarında zayıflığı gösteren tekebbürün ile, aczi gösteren gururun ile, riyayı ve zilleti gösteren yapmacık hallerin ile kendini halka gülünecek adam yaptın. Herkes sana gülüyor” denildikten sonra, o bîçârenin aklı başına geldi. Yükünü yere koydu. Üstünde oturdu. “Oh! Allah senden razı olsun. Zahmetten, hapisten, maskaralıktan kurtuldum” dedi. İşte ey tevekkülsüz insan! Sen de bu adam gibi aklını başına al, tevekkül et. Ta bütün kâinatın dilenciliğinden ve her hâdisenin karşısında titremekten ve kendini beğenmekten ve maskaralıktan ve ahiretin sıkıntılarından ve dünyanın sıkıntılı hapsinden kurtulasın.”1Mülkün yegâne sahibi olan Yüce Rabbimiz, zerreden kâinata varıncaya kadar her şeyi bir ahenk ve düzen içerisinde yaratmıştır. Kâinattaki bu muhteşem düzen, “sünnetullah” diye tabir edilen Allah’ın hükmüne ve kanunlarına göre işlemektedir. Bizlere düşen, bu ilahi düzene ve kanunlara göre hareket etmek, kâinatta cari olan sebep-sonuç ilişkisine uygun davranmaktır. Mesela, Allah’ın ilim, irade ve kudretiyle, sebepler dairesinde cereyan eden hadiselerden biri olan afetlere karşı tedbir almak ve bunların yol açacağı tahribatı en aza indirmek bizim görevimizdir. İslam’ın emrettiği tevekkül anlayışının gereği de budur. Dinimiz, önce bütün tedbirleri almamızı, üzerimize düşen bütün sorumlulukları yerine getirmemizi emreder. Ondan sonra Allah’a tevekkül ve dua etmeye, ona güvenip teslim olmaya davet eder. Nitekim bir adam Peygamber Efendimiz (sav)’e gelerek, “Ya Resûlallah! Devemi bağlayıp da mı Allah’a tevekkül edeyim, yoksa bağlamadan mı tevekkül edeyim.” diye sorduğunda Allah Resulü (sav.), ona şöyle cevap vermiştir: “Önce deveni bağla, sonra Allah’a tevekkül et!”2Aldığımız bütün tedbirlere rağmen üzücü bir hadiseyle karşılaştığımızda ise biz müminlere düşen sabırlı ve metanetli olmak, Allah’ın takdirine rıza göstermektir. İçinde bulunduğumuz durumu akl-ı selim ile değerlendirmek, ihmal, yanlış ve hatalarımızdan gerekli dersleri çıkarmaktır. Cenâb-ı Hakk’a tazarru ve niyazda bulunmak; tövbe ve istiğfarla, dua ve tevekkülle ona sığınmak, Allah’ın rahmet ve yardımını istemektir. Öte yandan Sevgili Peygamberimiz (sav)’in “Allah Teâlâ, birinizin yaptığı işi en sağlam şekilde yapmasından memnun olur.”3 hadisini kendimize rehber edinmektir. Evlerimizi en doğru yere, en sağlam malzemeyle ve en güzel şekilde inşa etme gayretinde olmaktır. Heyelan ve sel riski bulunan bölgelerde, dere yataklarına bina yapmaktan kaçınmaktır. Tevekkül etmek, fiil ve hâl dili ile yapılan dua ile örtüşmektedir. Zira fiilî dua kişinin kendisine düşen vazifeyi yaparak çalışması ve tedbir almasıdır. Sonucu sebeplerden değil, Allah’tan beklemesidir. Meselâ çiftçinin tarlayı sürmesi fiilî bir duadır. Tarlayı süren çiftçi, Allah’ın rahmet hazinelerinin kapısını çalmış olur. İhtiyacı olan buğdayı bu yolla Allah’tan ister. Hem mesela; derslerinde başarılı olmak isteyen bir öğrenci yıl boyunca derslerine özenle çalışır, ödevlerini yapar. O öğren­ci çalışmasıyla manen şöyle der: “Ya Rabbi! Ben derslerime çalışıyorum. Sen de bana başarı ihsan eyle.” Cenâb-ı Hak da onun bu samimane yaptığı duasını kabul eder ve onu muvaffak kılar. Bu fiilî dua Allah’ın hikmeti gereği çoğunlukla makbuldür.Sonuç olarak, imtihan sırrınca bu dünyada işler sebepler tahtında yürüyor. Rabbimiz sebep ve sonucu birlikte takdir ve tayin ediyor. Öyleyse kim işinin gereklerini yerine getirip tevekkül ve dua ile Rabbine iltica ederse Allah onu muvaffak ediyor. Demek Allah’a tevekkül etmek, fiilî dua ile paralellik arz etmektedir. Yani elimizden geleni yapıp sonucu Allah’ın rahmetinden ve kudretinden beklemeliyiz. Rabbimiz bizleri tevekkül ve dua ile iki cihan saadetini kazanan kulları arasına dâhil eylesin. Âmin.---------------------------------------1- Sözler, s. 106’dan istifadeyle2- Tirmizî, Sıfatü’l-kıyâme, 60.3- Taberânî, el-Mu’cemü’l-evsat, 1/275.

Ali CİRİT 01 Ocak
Konu resmiBir Bakışta Risale-i Nur’da Temsiller
Risale-i Nur

Temsiller, Resul-i Ekrem Aleyhisselatü Vesselamın Kur’ân’ın müfessir-i hakikisi olan ha­disleriyle âlem-i insani­ye­tin se­masında parlayan yıldızlara verilen derslerinde isti’mal ettiği şahane araçlardır.Temsilin ManasıTemsil kelimesi, lügatlerde “bir nesneyi bir nesneye benzetmek, misal getirmek, bir fikri sembol diliyle açıklamak” manalarına gelir. Bu çerçevede birebir benzerliği ifade eden misil, bir şeyin ölçü ve kalıbını ifade eden misal, bir şeyin resmedilmiş halini ifade eden suret kelimeleri ehemmiyet arz etmektedir. Edebiyatta ise bir hakikati diğer bir hakikate, hayale veya meşhur bir mesele benzeterek misali surette anlatmaktır. Bu cihetten teşbih-istiare veya ha­ki­kat-mecaz olarak taksim olun­maktadır. Temsilî Anlatım?Fikirlerin misallerle anlatılmasından ibarettir. Temsillerle ha­ki­katlerin üstündeki perde kal­dırılır, manaya elbise giydirile­rek kalbler davet edilir. Hüşyar olan merak hissi ile inci sadefindeki manalar “Buradayız!..” derler. Manevi olan ete kemiğe bürünür, idrakler bayram eder. Hakikatlere ait olan mücerred ıstılahlar mücessem hale gelir, avam-havas herkes dersini ziyadesiyle alır. Ölçeklerden mana taneleri toplanır.En güzel temsilat Rabbimizin kelamının ve hadislerindir.Evet… Temsiller, erkân-ı ima­ni­ye­nin hakikatleriyle ve er­kân-ı İslamiyenin düsturlarıyla iki ci­hanın saadetini temin eden Kur’ ân-ı Hakîm’in en parlak bir maz­har-ı icazıdır. Ehl-i kemal ta­ba­kalarına hakikatleri öğreten tem­siller hiç de az değildir. Mesela, kalbi münbit/verimli arazi olan Müminin sahip olduğu hazineye işaret eden bir Kur’ânî temsîl: “(Toprağı) iyi olan beldeye gelince, onun bitkisi, Rabbinin izniyle, (güzel) çıkar. Kötü olanın ise ancak zor çıkar (çıksa da pek faydası olmaz). Şükredecek bir kavim için ayetleri böyle açıklıyoruz.” (A’râf, 58) Mesela, dünyanın üzerindeki fena mührünü okutan bir başka temsîl: “(Habîbim, yâ Muhammed!) Onlara dünya hayatına (dair) şöyle misal de getir: (Dünyanın hâli) gökten indirdiğimiz bir su gibidir ki, onunla yeryüzünün bitkileri (yetişip) birbirine karışır; fakat sonunda rüzgârların kendisini savuracağı bir çöp hâline gelir. Çünkü Allah, her şeye gücü yetendir.” (Kehf, 45)İşte bir başkası:“Allah’tan başkasını kendisine koruyucu edinenlerin durumu kendine yuva yapan örümceğin durumuna benzer. Oysa ki örümcek yuvasından daha çürük ev olur mu? Bunu bilselerdi.” (Ankebût, 41)Evet... Temsiller, Resul-i Ekrem Aleyhisselatü Vesselamın Kur’ ân’ın müfessir-i hakikisi olan ha­disleriyle âlem-i insani­ye­tin se­masında parlayan yıldızlara verilen derslerinde isti’mal ettiği şahane araçlardır. Bazen Rabbimizin Habibi ile gönderdiği hidayet ve ilimi, indirilen rahmette -bol yağmurda- tecessüm etmiş buluruz. Bazen kendimizi gökteki yıldızı takip edercesine Ashab-ı Kiramın peşi sıra koşarken buluruz. Bazen rahle başında Kur’ân tilavet ederken içi misk dolu kırba açılmış da içeriye güzel kokusu yayılmış hissederiz. Bazen mümin kardeşimizin huzurunda bir ayna karşısında hisseder de kendimize çeki düzen veririz. Bazen de fem-i mübarekten aldığımız feyizle bir hanenin tuğlaları misali sırt sırta vererek kardeşliğimizi tesis ederiz. “Emsâlü’l-Hadis”ten birkaç misal daha: “Kalbinde Kur’ân’dan hiçbir şey bulunmayan bir kimse harap olmuş ev gibidir.” “Hasedden sakınınız. Çünkü ateşin odunu yediği gibi hased de iyi amelleri yer bitirir.” Hafazanallah! Ya Nurlarda Temsil?Risale-i Nur’da Bediüzzaman Hazretleri eserlerini en ziyade izah ve tenvir eden nurun tem­siller olduğunu belirtmiş, bu temsillerin eser-i inayet oldu­ğu­nu, kendinde bir hüner olmadığını dile getirmiştir. Aynı zamanda temsiller için de birçok benzetmeler yapmıştır. Her bir temsil her şeyden önce uzak hakikatleri yakın eden bir dür­bündür. Yüksek hakikatlere çı­kı­lacak birer merdivendir. Gay­bi hakikatlerin, İslam esasları­nın seyredildiği ve imanın kuv­­­­vet­lendiği bir penceredir. Ya­­­zı­­­lanları tasdik ve ispat eden bir mühürdür. Daha ilk risalelerde, “askerlik tem­silatı” tabiriyle karşılaşırız. Ha­zine-i Rahmetin en birinci anah­tarı Besmelenin “büyük tü­­kenmez bir kuvvet, çok bit­mez bir bereket” olduğu ha­ki­ka­ti idraklerimize sunulurken ilk tez temsil tadı aldığımız “temsili hikâyecik” ile zihnimiz aydınlanır.Verilen temsillerle                            iman dersini alırız.Yeri gelir, bir tek evladı ölmek üzere olan adamın yanına birden gelen Hazret-i Hızır ve Hekim-i Lokman misali dokto­run şahsında “hakikat-i iman çekirdeğini” buluruz. Öyle ki idam-hane tevehhüm edilen me­­­za­ristan, kalb penceresinden bir ışık bulur. Baştan başa bü­tün ölüler dirilirler: “Biz ölme­mi­­şiz ve ölmeyeceğiz. Yine sizinle görüşeceğiz” lisan-ı hâl ile derler. Ah, o hadsiz sevinçler ve ferahlar!...Yeri gelir, antikacılar çarşısına girer Cenab-ı Hakk’ın antika bir sanatı, en nazik ve nazenin bir mucize-i kudreti olduğumuzu anlarız. Nur-u iman ile üstümüzdeki bütün manidar nakışları şuur ile okuruz. Bu imanımızın Saniimize intisabdan ibaret olduğu hakikatini derk ederiz.Yeri gelir, hakaik-i imaniyeyi yüzer kapılı saraya benzetiriz. Öyle ki bir tek kapının açılmasıyla girilebilecek kapalı kapı kalmayacak bir saray… Her bir delil ise isbat eden, kapıları açan bir anahtar… Böylece şeytanın desisesinin önünü alırız. “Bir tek kapının kapalı kalmasıyla, o hakaik-i imaniyeden vazgeçilmez ve inkâr edilemez.” hakikatini haykırırız.Yeri gelir, muciznüma bir kâtib kalbimizden tutar bir Zat-ı Hakîm-i Hafîze götürür. En büyük bir ağacın ruh programını, bir nokta gibi en küçük bir çekirdekte derc edip muhafaza edenin, vefat edenlerin ruhlarını muhafaza etmekten aciz olmadığı hakikatini seslenir. Derunumuzu bahara, nazarlarımızı nakkaş-ı ezeliye çevirir.Yeri gelir Barla ağzının dağ lisanının bir muazzam meyvesi olan çınar ağacına çıkarız. Ağacın şu üç başının her başında kaç yüz dal diller… Her dilde yüzlerce mevzun ve muntazam meyve kelimeleri… Her meyvede yüz kanatlı tohumcuk harfleri… Ve biz tesbihlerini işitir, göstermeleriyle görürüz. O tesbihatta gaybi hakikat “müvekkel melekleri” buluruz.Sonra yeri gelir padişahın payitahtına giden has saraya misafir olan adamlardan üçüncüsü oluruz. Padişahı tanıyan ikinci adamı örnek alır kendimizi misafir biliriz. Nizama, kanuna, programa inanırız. Zahmet ve külfetleri, padişahın kanununa bırakır, kemal-i safa ile o cennet-misal bahçenin bütün lezzetlerinden istifade ederiz. Ne mutlu padişahın merhametine ve idare kanunlarının güzelliğine istinaden her şeyi hoş gören, kemal-i lezzet ve saadetle hayatını geçiren bahtiyarlara!مَنْ اٰمَنَ بِالْقَدَرِ اَمِنَ مِنَ الْكَدَرِ “Kadere iman eden kederden emin olur.”Hem yeri gelir iman gibi tevhide de yol buluruz.Gideriz… Ayasofya kubbesindeki hem dülgerlik sanatından mahrum olan hem “Geliniz, düşmemek, sukut etmemek için baş başa vereceğiz” hükmüne sahip olmayan taşlarla tanışırız. Mimarının emrine ve sanatına uymaları nazarlarımıza çarpar. İşi hakikate bağlarız: “Binler defa Ayasofya kubbesinden daha sanatlı, daha hayretli ve hikmetli olan masnuattaki zer­reler, vazifelerini Vâhid-i Eha­de intisab ve istinad sırrıyla ya­pan birer memurlardır.” deriz.Gideriz… Bir Yüce padişahın ihsan ettiği elma ile tanışırız. Bu elmada iki muhabbet ve iki lezzet buluruz. Elma kadar olanı değil de iltifat-ı şahaneyi tercih ederiz. “Mücessem bir iltifat-ı şahane = Padişahı sevmenin göstergesi = bin elma lezzetinden fazla lezzet = ayn-ı şükrân.” şeklinde şükr-i maneviyi formülize ederiz.Gideriz… Vücud mektubumuz­la tanışırız. Vâhid-i Ehad olan Kadîr-i Ezelî’nin kalemiyle ya­zılan bu mektubu tefekkür ede­riz. “Kendi kendine olmuş” diyen veya “tabiata veren” ehl-i dalaletin safsatalarını sustururuz. Bir mektuptan aldığımız tevhid dersiyle onları huzurumuza girmeden tard eder, defederiz.Gideriz... Müdahaleyi reddedenlerle tanışırız. “Hakimiyetin şe’ni müdahaleyi reddet­mek­­tir.” hakikatini mısra-i ber­­ces­te güzelliğinde işitiriz. Ba­zı dindar padişahların halife ol­duk­ları halde masum evladlarını katletmelerindeki tesirini anlarız. Darb-ı mesel tadında dudaklarımızdan “Bir nahiyede iki müdür, bir memlekette iki padişah olmaz.” dökülür. Misalleri “hakimiyet-i mutlaka” hakikatine bağlarız.Gideriz… Bir ayna olan kalbimiz ve hüviyetimiz ve mahiyetimiz ile tanışırız. Bu aynada kendimizi buluruz. Fıtratımızda ve kalbimizde bulunan şedid muhabbet-i bekanın, o ayna için değil de o aynada cilvesi bulunan Bâkî-i Zülcelâl için olduğunu anlarız. Muhabbetimizin yüzünü Mahbub-ı Ezelîye çeviririz.Gideriz… İsm-i Hafize şahitlik eden tohumcuklarla tanışırız. Ağaç, çiçek ve otların muhtelif tohumlarından bir avuç alır, karanlık gecede camid toprağa serperiz. Nihayet derecede karışık ve karışmış ve birbirine benzeyen o tohumcukların başlarında çeşit çeşit ağaçlar, çiçekler… İşte, Fâtır-ı Rahîm’in nimetlerini başlarımız üstünde neşre başlayan ve dallarının elleriyle bizlere uzatan, serpen bir incir ağacı. İşte gün aşıkları, hercai menekşeler ve sümbüller; çeşitli çiçekler… Ağaçlar, dal dal meyveler… Güzel kokular, tatlar, şekiller…Sonra gideriz… Bir bağda iki parmak kalınlığında bir üzüm asmasına asılmış olan salkımları Üstadımızla beraber sayarız. Yüz elli beşe çıkarız. Sonra bir salkımın tanesini yine beraberce sayarız, yüz yirmiye çıkarız. Tevhidin tadını temsil temsil içinde bizzat hakikatlerin müellifinden alırız: “Eğer bu asma çubuğu, ballı su musluğu olsa ve daim su verse, şu hararete karşı o yüzer rahmetin şurub tulumbacıklarını emziren salkımlara ancak kifayet edecek. Halbuki az bir rutubet ancak bulabilir. İşte bu işi yapan, her şeye kâdir olmak lâzım gelir.سُبْحَانَ مَنْ تَحَيَّرَ فٖي صُنْعِهِ الْعُقُولُ “Sanatına, akılların hayran kaldığı zat, her türlü noksanlıktan münezzehtir.”Hem gideriz, asr-ı saadete kurulan temsil penceresinden nübüvveti seyrederiz.Şahit oluruz ki bütün lütuflar, feyizler, nimetler İlahî bir maide ve Rabbanî bir sofra olan makam-ı Mahmud’dan akmaktadır. Resul-ü Zişan Aleyhissalatü Vesselam Efendimize okuduğumuz salavat-ı şerifeler ile, o sofraya edilen davete icabet ederiz.Şahit oluruz ki Burhan-ı Natık olan Aleyhisselatü Vesselam Efendimiz âlem-i İslâmiyet gi­bi geniş, parlak, nuranî bir pen­ce­­reyi marifetullaha açmıştır. İmam-ı Gazalî (ks), İmam-ı Rab­­­banî (ks), Muhyiddin-i Ara­­­­­bî (ks), Abdülkadir-i Gey­la­­nî (ks) gibi milyonlar mu­hak­­­ki­­kin-i asfiya ve sıddikin o pen­ce­­­­re­­­­den bakıyorlar. Bizlere de gös­teriyorlar. Şahit oluruz ki Resul-ü Ekrem Aleyhissalatü Vesselamın be­şeri­yeti, bir hurma çekirdeğine ve tavus yumurtasına benzemek­tedir. Vazife-i risaletle parlayan mahiyeti ise şecere-i Tuba ve cennetin tayr-ı hümayunu gibidir.Sonra Ashab-ı Kiramının taşıdığı kıymete şahit oluruz… O zamandaki gafletleri cihetiyle kısa, kuvvetsiz, nakıs, bereketsiz sümbüllerine nispeten, gayet yüksek ve kuvvetli ve meyvedar ve bereketli bir surette çoğalan ve kuvvet bulan Sahabe Efendilerimize.Hem temsil şahitlik eder ki Kur’ân farklı vasıf larla anlatılır. Anlarız ki “Kur’ân; binler muhtelif tabakada olan fikirler, akıllar, kalbler, ve ruhların gıdalarını bulduğu semavi bir sofradır.” Dağın kulağı olan mağarasını dolduran ‘Elhamdülillâh’ gibi bir lafız sineğin küçücük kulakçığına da tamamen yerleştiği misillü Kur’ân’ın manaları dağ gibi akılları doyurduğu gibi sinek gibi küçücük, basit akılları dahi aynı sözlerle talim ve tatmin etmektedir.Anlarız ki “Kur’ân-ı Hakîm, şu Kur’ân-ı azim-i kâinatın en âlî bir müfessiridir. Ve en beliğ bir tercümanıdır.” Sanatkâr bir hâkim-i namdar olan Hakîm-i Ezelî’nin huzuruna çıkan ikinci adam Kur’ân’ın şakirdidir, “Aferin! Barekellah!” sözlerine layıktır.Anlarız ki “Kur’ân, ism-i A‘zam’ dan ve her ismin a‘zamlık mertebesinden gelmiş, hem bütün âlemlerin Rabbi itibariyle Allah’ ın kelamıdır.” Gökteki gü­neşin feyzinden istifade, aynadaki aksinin cilvesinden isti­fa­deden ne derece çok ve faik ise, Kur’ân-ı Azimüşşan dahi o nispette bütün kelamların ve hep kitapların fevkindedir.Anlarız ki “Kur’ân, ehl-i şuura imam, cin ve inse mürşid, ehl-i kemale rehber, ehl-i hakikate muallimdir.” Aynen ef‘al ve ahval ve etvarında beşeriyette kalan, ‘Rahmeten lil’âlemîn’ olan Peygamberimiz Aleyhissalatü Ves­selam gibi…Sonra anlarız ki “Kur’ân her cihetle beşeri maddi-manevi terakkıyata sevk etmek için ders veren Üstad-ı küll, bütün kemalatın üstadıdır.” İşte çalışıp da numunelerini göstermemizi istediği mucizata misal üstüne misaller: “Süleyman (as) gibi iki aylık yolu bir günde git. İsa (as) gibi en dehşetli hastalı­ğın tedavisine çalış. Hazret-i Musa’ nın (as) asası gibi taştan ab-ı hayat çıkar, beşeri susuzluktan kurtar. İbrahim (as) gibi ateş hiç yakmayacak maddeleri bul, giy. Bazı Enbiyalar (as) gibi şarkta ve garbda en uzak sesleri işit ve suretleri gör. Davud (as) gibi demiri hamur gibi yumuşat, beşerin bütün sanatına medâr olmak için demiri bal mumu gibi yap. Yusuf (as) ve Nuh’un (as) birer mucizesi olan saat ve gemiden nasıl çok istifade ediyorsunuz, öyle de sair enbiyanın (as) size ders verdiği mucizelerden dahi o saat ve sefine gibi istifade ediniz. Benzerlerini yapınız.”Hem anlarız ki ubudiyetin ha­­kikatleri temsil merdiveniyle bilinir.Biliriz ki şu kâinatı Hâlik-ı Hakîm, bir ağaç hükmünde halk etmiştir. En mükemmel meyvesini zişuur, ve zişuurun içinde en câmi meyvesini insan yapmıştır. En yüksek meyvesi olan şükür ve ibadetini başka ellere vermez. Aksini iddia etmek beyhude!Biliriz ki gecemiz istikbaldir, denizimiz şu başıboş küre-i zeminimizdir, heva-yı nefsimiz ise Yunus Aleyhisselamı yutan balık misali hutumuzdur: Haz­ret-i Yunus misali doğrudan doğruya Rabbimize dua ve iltica et!Biliriz ki her bir günah istiğfar ile çabuk imha edilmediğinde ısırıcı olan küçük manevî bir yılandır. Hatadan vaz geç! Bir sineğin ısırmasından kaçıp, yılanların ısırmasını kabul etme!Biliriz ki namaz ücreti pek büyük, külfeti pek az, hoş ve güzel ve ulvi bir hizmettir. Sabırsızlıkta misalin bir sersem kumandana benzemesin! Sermayenin bir saatini ücreti pek büyük, külfeti pek az, hoş ve güzel ve ulvi bir hizmete sarf et!Biliriz ki namaz bütün hasenata fihrist ve örnektir. Unutma! Oruç, hac, zekât senin namazında saklıdır. Sen secdede rükuda ve kıyamdayken melekler ve hayvanatın ibadetlerine benzer vaziyette olduğunu fark et!Biliriz ki oruç ulvi ubudiyet ve şeref-i keramettir. Ramazan-ı Şerif’te birden muntazam bir ordu hükmüne geçen ehl-i imanın bir neferi olduğunu düşün! Sultan-ı Ezeli’nin ziyafetine davet edilmiş bir surette, akşama yakın “Buyurunuz” emrine lebbeyk de! Biliriz ki her Ramazan-ı Şerif mahsus bir bayram-ı İlahi ve bir meşher-i Rabbani ve bir meclis-i ruhanidir. Bu mübarek ayın cülusuna iştirak et! Mide fabrikasının süfli eğlencelerine bedel, cihazlarını bu ayda melekî ve ruhanî eğlencelerde telezzüz ettir! Midenin ağlamasına rağmen, onları masumane güldür!Hem biliriz ki ahlakın nüanslarının temsil dürbününden nasibi vardır.İşte Hatem-i Tai’nin karşılaştığı ihtiyardan iktisadı gözlüyoruz. İşte ağaçlar, yavrular, balıklar, bedevilerle kanaati; hayvanlar, canavarlar, tilki ve maymunlar, Yahudilerle hırsı mercek altına alıyoruz. İşte küfran ve iftihardan hareketle tevazua ışık tutuyor, hulleyi bize giydiren mahir sanatkâra karşı edeb tavrını takınıyoruz. İşte müşkilatın anahtarı olan sabır ile merdivenleri atlamadan maksud damına vasıl oluyoruz. İşte esfel-i safilindeki Müseyle­me-i Kezzab’ın derekesinden, a‘la-yı illiyyinde olan Hazret-i Peygamber Aleyhissalatü Vesse­lam’ın derece-i sıdkı kadar bir ayrılık mesafesi misaliyle kıssa-yı nebeviyeye kapı aralıyoruz. İşte Kur’ân’ın beyan ettiği me­hasin-i ahlakın misali ve o mehasini en evvel imtisal eden ve fıtraten o mehasin üzerinde ya­ratılan Muhammed Aleyhisselatü Vesselamın (asm) ceziretü’l-Arab’da, kömür olmuş fıtratları birdenbire ve baştanbaşa elmaslara nasıl dönüştürdüğünü, Hazret-i Ömer misali başta olmak üzere mütalaa ediyoruz. Barut gibi ahlakı parlattırmak ve birer nur-u münevver olmak nedir, o zamanda yaşıyor gibi müşahede ediyoruz.Ve…Sonra temsil lisanıyla insan…Hem, kâinatın kıymetdar bir meyvesi ve Sâni‘-i Kâinat’ın nazdar sevgilisi…Hem, nihayetsiz bir Kadîr, rahmeti hadsiz bir Rahîm-i Zât-ı Zülcelâl’in memlûkü…Hem, hayat gemisinde dümenci bir nefer…Hem, bütün zihayat âlemi içinde nazik, nazenin, nazdar bir çocuk…Hem, hadsiz cihetlerle elemler aldığı gibi, hadsiz cihetlerle de lezzetler alabilir bir makine…Hem, şu âlem-i kebirin bir mi­sal-i musağğarı…Hem, kasırların en güzeli ve o sarayların en acibi…Hem, esma-yı İlahiyeye bir ayna...Dünya ise: Birbiri arkasında daim gelen geçen aynalar mecmuası.Netice-i Kelâmİmanî ve Kur’ânî hakikatleri an­lamamızda ve muhtaç gönül­lere ulaştırmamızda temsil metodunun büyük ehemmiyet ta­şıdığına inanıyoruz. Bediüzza­man Hazretlerinin verdiği na­zarla temsillere bakmanın he­ye­canını yaşıyoruz. Cenab-ı Hak her bir temsili kalbimizde iman ve Kur’ân hakikatlerinin neşv ü nüma bulması için yağmur katresi misillü hayat suyu, rahmet eyleye! Âmin!...

İbrahim SARITAŞ 01 Ocak
Konu resmiKızılay Esir Mektupları ve Hayrat Vakfı
Tarih

Büyük bir ekiple uzun bir çalışmanın ardından tamamlanan çalışmalar, 7 Kasım- 7 Aralık 2023 tarihleri arasında “Yüzyıllık Emanet Kızılay Esir Mektupları Sergisi” ismiyle Ankara’daki Millet Kütüphanesi’nde ziyaretçilere açıldı. Vatan-millet savunmasında cep­­he­de savaşan askerlerimizin du­­rum­­larını ailelerine haber ver­mek için gönderdikleri hem de sev­diklerinden gelen Hilal-i Ah­mer’e emanet edilen mektup­lar, Türk Kızılay ile Hayrat Vakfı arasında 22.02.2019 tarihinde imzalanan protokol kapsamında günümüz Türkçesine çevrilmeye başlanarak büyük ve önemli bir hizmete imza atılmıştı. Hayrat Vakfı gönüllülerince yü­rü­tülen çalışmada, Kızılay ar­şiv­lerinde bulunan 75 esir def­teri, 127 esir listesi, 25 bin 504 esir mektubu ve 308 bin 645 esir kartıyla muhatap olundu.Bu manada Vakıf gönüllülerimizden 185 kişi 6-7 Temmuz 2019’da, 123 kişi de 13-14 Temmuz 2019’da, Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı’na ait eğitim merkezinde, alanında uzman öğretim üyeleri tarafından eğitim almışlardır. Çalışmalara, toplamda 230 Vakıf gönüllümüzün katılımıyla, 2 Ağustos 2019’da başlandı. Esir mektuplarının ilk okuma­ları 18 Ocak 2020’de tamamlanmıştır. İlk okumaların ardından kontrol için 50 kişilik editör ekibi oluşturulmuş, 23-26 Ocak 2020’de Ankara’da yapılan eğitimle birlikte çalışmaya başlanmış ve 20 Ağustos 2020’de ilk kontroller tamamlanmıştır.1 Şubat 2020’de çevrilmeye başlanan 308 bin 645 esir kartının da tamamı süreçte çevrilmiştir. Büyük bir ekiple uzun bir çalışmanın ardından tamamlanan çalışmalar, 7 Kasım- 7 Aralık 2023 tarihleri arasında “Yüzyıllık Emanet Kızılay Esir Mektupları Sergisi” ismiyle Ankara’daki Millet Kütüphanesi’nde ziyaretçilere açıldı. Emine Erdoğan Hanımefendi, Türk Kızılay Genel Başkanı Prof. Dr. Fatma Meriç Yılmaz, Cumhurbaşkanlığı İletişim Baş­kanı Fahrettin Altun, TRT Ge­nel Müdürü Zahid Sobacı, Hayrat Vakfı Başkan Vekili Said Yavuz ve çok sayıda davetli­nin katıldığı programla mektuplar, asıl sahipleri olan aileleri ve milletimizle buluşturuldu.Gönüllerimizin yoğun çalışma­sı ile yürütülen bu anlamlı çalışma, geçmişten günümüze bir köprü olmuştur. Ceddimize ve­fa borcuyla hiçbir ücret alınmadan yapılan bu çalışmada emeği geçen tüm gönüllülerimize ve aynı şekilde Türk Kızılay’ının Hilal-i Ahmer logosunun ihyasında rol alan Ar-Ge ekibimize teşekkür ediyor, Türk Kızılay iş birliği ile bu mektupları sahipleriyle buluşturmanın ve ailelerine teslim etmenin memnuniyetini yaşıyoruz.BEDİÜZZAMAN HAZRETLERİNE DAİR BELGELEREsir KartıBu belgeler içerisinde Bediüzzaman Hazretlerinin esir düştüğü belge ve buna dair künye ve birkaç yazışma da bulunmaktadır. Esir kartındaki bilgilere göre Said Nursi 19 Nisan 1916’da Bitlis’te, 37 yaşındayken Binbaşı rütbesiyle Ruslara esir düşmüştür. 27 Nisan’da Kostroma vilayetinde Kologrif şehrinde tutulurken, 9 Mayıs’ta Yaroslav vilayetinde Puşehunya şehrine nakl olunmuştur.Ailesinin HicretiBediüzzaman Hazretlerinin esa­reti devam ederken ailesi hic­ret etmek zorunda kalmış ve bu bilgi Hilal- Ahmer arşivindeki belgede şu şekilde kayda geçmiş­tir.“Hilâl-i Ahmer Cemiyeti Üserâ Komisyonu Riyaseti ÂlîsineSaadetli efendim hazretleri.7 Kânûn-ı sâni 334 tarih ve 13033/8 numerolu tezkere-i âlî­yeleri cevabıdır.Bediüzzaman Şeyh Kürdî Efen­di’nin ailesi efrâdı hâll-i sıhhatte olup Vans’ın Rus tarafından istilâsını müteâkib pederleri Mir­za, büyük biraderleri Molla Ab­dullah ve Mehmed efendiler maaʻaile Siirt sancağına ve di­­ğer biraderi Abdülmecid ve bi­ra­­der­zâdesi Abdurrahman ve eniş­te­leri Molla Said efendiler dahi Adana vali-i sâbıkı Cevdet Bey ile birlikte Adana’ya hicret ettikleri Adana’da muallimlik etmekte iken mes’zûnen Dersaadet’e vürûd eden ve ha­len Fatih’te Sultan Selim medresesinde misafireten ikâmet et­mekte olan Abdülmecid Efen­di’den icra kılınan tahkikattan anlaşılmış ve irsâl buyurulan iki kartpostal dahi muma ileyhe tevdiʻ edilmiştir. Ol-bâbda irade efendim hazretlerinindir. Fî 4 Şubat Sene:334”Ulaşmayan ParaBediüzzaman Hazretlerine esa­rette iken kardeşi Abdülme­cid Efendi tarafından para gönde­rilmiş fakat bu para eline ulaşmamıştır. Bediüzzaman Haz­­retleri esaretten kurtulup İs­tan­bul’a geldikten sonra 30 Tem­muz 1918 tarihli bu belgede beyan edildiği üzere ulaşmayan o 7800 kuruşu emaneten Hilal-i Ahmer cemiyetinden almıştır.“Hilâl-i Ahmer Cemiyeti tarafından Rusya’da esir bulunduğum esnâda nâmıma irsâl edilen 10/7/32 tarihinde Dâhiliye Nezâreti’nden mevdu‘ altı bin ve 21/7/32 tarihinde Adana’da vali konağında Abdülmecîd Efen­di’den mevdu‘ bin sekiz yüz kuruş esâretten avdetime ka­dar yedime vusûl bulmamış olduğundan cemiyet-i mez­kû­rece paranın istirdâdı içün vu­ku‘ bulacak teşebbüs müsmir ol­madığı yani para iâde olunmayıp ziyâ‘a uğradığı Doçe (Deutsche) Bank’ın iş‘ârıyla tebeyyün ettiği takdîrde hemen ve bilâ kayd u şart tarafımdan tazmîn edilmek üzere mecmû‘u olan yedi bin sekiz yüz kuruşu ta‘vîzân cemiyet-i müşârun ileyh veznesinden ahz eyledim. Saîd-i Kürdî”BağışDiğer bir belgede de Bediüzza­man Hazretlerinin 28 Nisan 1921 tarihinde Hilal-i Ahmer Cemiyetine yaptığı 5000 kuruşluk yardım gözükmektedir.“Ber-vech-i bâlâ beş bin kuruş Bediüzzaman Saîd-i Kürdî Beyefendi tarafından kabzedilmiştir.Fî 28 Nisan [1]327 (1921)”Hüsrev Efendi’nin EsaretiAşağıdaki belgede ise Hayrat Vakfı’nın kurucusu Hüsrev Efen­­­di’nin 11 Mart 1337’de esir düş­­tü­­ğüne dair esir kartı bil­gileri bulun­maktadır.

İrfan MEKTEBİ 01 Ocak
Konu resmiBu Zamanda En Büyük Hizmet İmanı Kurtarmaktır (2)
Risale-i Nur

“Risâle-i Nur, tahkiki iman dersleri verir. Şâkirdlerini her türlü fenalıktan alıkor. Kalblere doğruluk aşılar. Onu hakkıyla anlayan, artık fenalık yapamaz. Onun içindir ki, bugün memleketin her tarafındaki Risâle-i Nur talebeleri, asayişin manevi muhafızı hükmündedirler. Şimdiye kadar hiçbir hakiki Nur talebesinde asayişe münâfî bir hareket görülmemiş. Âdetâ Nur talebeleri, zâbıtanın manevi yardımcısı olmuşlardır. Risâle-i Nur talebelerinin rızâ-yı İlâhîden ve a‘mâl-i uhreviyeye müteveccih olmaktan başka düşünceleri yoktur.”Ölçü: Risale-i nur; dinsizliğin, anarşizmin, ahlaksızlı­ğın önünde Kur’ânî ve mane­vî bir seddir.Risale-i Nur Kur’an’ın en büyük hakikati olan tevhidi ve imanın esasatını aklî, mantıkî had­siz delillerle ispat etmiştir. İman hakikatlerini inkâr eden­ler bu deliller karşısında ça­re­siz kalır hiçbir hakikati çürü­te­mez­ler. Bu hakikatlerden istifa­de eden insanlarda zulümden, hak­sızlıktan, ahlaksızlıktan ve kötü hasletlerden hiçbir eser kalmaz. İnsanlığa örnek fertler olarak topluma yön verirler. Sevgili Üstadımız bu durumu şöyle özetler: “Risâle-i Nûr, erkân-ı îmâniyeyi ve âyât-ı Kur’âniyeyi tefsir ederek öyle bir tarzda beyan eder ki, hiçbir münkir, hiçbir dinsiz, o hakikatleri inkâr edemez. Hem riyâzî bir katiyetle isbat eder, göze gösterir. Aklı doyurur, letâifi kandırır. Artık hiçbir imanî ve Kur’ânî hakikati inkâra mecal kalmaz. Bundan dolayıdır ki, dinsizler, komünistler, bu memleketlerde Risâle-i Nur varken mel‘ûnâne fikirlerini sâha-i tatbike koyamadıkların­dan ve bir manevi bekçi gibi Ri­sâ­le-i Nur daima karşıları­na çık­tığından, Risâle-i Nur’un her vecihle neşrine sed çekme­yi gaye edinmişlerdir.Risâle-i Nur, tahkiki iman dersleri verir. Şâkirdlerini her türlü fenalıktan alıkor. Kalblere doğruluk aşılar. Onu hak­kıyla anlayan, artık fenalık yapamaz. Onun içindir ki, bugün memleketin her ta­ra­fındaki Risâle-i Nur talebeleri, asayişin manevi muhafızı hükmündedirler. Şimdiye kadar hiçbir hakiki Nur talebesinde asayişe münâfî bir hareket görülmemiş. Âdetâ Nur talebeleri, zâbıtanın manevi yardımcısı olmuşlardır. Risâle-i Nur talebelerinin rı­zâ-yı İlâhîden ve a‘mâl-i uhreviyeye müteveccih olmaktan başka düşünceleri yoktur.”1Ölçü: Elde Risale-i Nur gibi bir hakikat varken münkirleri ilzam için acizlik gösterilmemeliHazret-i Üstad dinsizliğin İslam aleminden defedilmesi hak­­kında Risale-i Nurca veri­len ka­­rarın infaz edildiğini ha­ber ve­­rir­­ken bu hususta her türlü ha­zır­lığın tamamlandığını ifade etmiştir. Yani Risale-i Nur din­sizliğin bütün argümanlarını kuvvetli deliller eşliğinde çü­rütüp bu fikri tarihin çöplüğüne atmıştır. Dinsizliği bitirecek hakikatler elimizde varken İslam aleminde her geçen gün inançsızlığın artmasının tek bir sebebi olabilir. O da cehalettir. Toplumun büyük bir kısmı dinsizliği çürüten hakikatlerden maalesef habersizdir. Bu konuda Nur talebelerinin üzerinde büyük bir mesuliyet vardır. Milletimizi ve İslam alemini dinsizlik belasından kurtarmak için Risale-i Nurların insanlara ulaştırılması için her yol denenmelidir. Her imkân sonuna kadar kullanılmalıdır. Bu hususta asla tembellik, lakaytlık, gevşeklik gösterilmemelidir. Ellerimizde küfr-ü mutlakı yerle yeksan eden bir hakikat varken acizlik göstermek ancak tembellik, cehalet, lakaytlık ve gayretsizlikten olabilir.Madem nur talebeleri Risale-i Nur’dan aldıkları iman-ı tahkiki dersleriyle insani ve İslami değerlere sahip faziletli insanlara dönüştüler. Toplum içinde adeta manevi birer muhafız gibi insanların ıslahına çalışıyorlar. Öyleyse bu insan modelini her yerde çoğaltmaya çalışmak tüm devletlerin ve milletlerin asli vazifeleridir. Ahlaki yozlaşmadan, her türlü haksızlık ve zulümlerden, git gide daha da artan itikadi sapkınlıklardan kurtulmak isteyenler için en doğru adres Kur’an’ın hakikatlerini asrın idrakine takdim eden Risale-i Nur eserleridir. Ahir zaman fitnelerine maruz kalan, anarşizmin, zulmün, ahlaksızlığın, türlü türlü sapkınlıkların kıskacında bunalan ruhların ızdırabını dindirecek ve onlara istikameti, fazileti, marifeti, ilim ve irfanı, yüksek ahlakı, yüce hasletleri kazandıracak bu zamanda Risale-i Nurlardır. Milyonlarca Nur Talebesinin tecrübeleriyle sabittir ki Risale-i Nur İslam alemi ve insanlık için nurlu bir sığınaktır. Nuh Aleyhisselam’ın gemisi misali Rabbani bir kurtuluş gemisidir. Ona dahil olan kurtulur Allah’ın izniyle.---------------------------------------1- İşarat’ül-İ’caz, 280. Altınbaşak Neşriyat Osmanlıca Nüsha

Zafer ZENGİN 01 Ocak
Konu resmiSultan Ahmed Camii
Kültür ve Medeniyet

Türk-İslâm medeniyetinin en zarif eserlerinden olan Sultan Ahmed Camii, 1603-1617 yılları arasında hüküm süren 14. Osmanlı Padişahı Sultan I. Ahmed tarafından İstanbul’daki tarihi yarımadada, Mimar Sinan’ın talebesi Mimarbaşı Sedefkâr Mehmet Ağa’ya 1609-1617 yılları arasında yaptırmıştır. Mimar Sinan’ın yapı anlayışı içinde inşa edilmiş bir şâheserdir. Camii; mavi, yeşil ve beyaz renkli İznik çinileriyle bezendiği için ve yarım kubbeleri ile büyük kubbesinin içi mavi ağırlıklı kalem işleriyle süslendiği için Avrupalılar tarafından “Mavi Camii (Blue Mosque)” olarak adlandırılır. Türk-İslâm medeniyetinin en zarif eserlerinden olan Sultan Ahmed Camii, 1603-1617 yıl­ları arasında hüküm süren 14. Osmanlı Padişahı Sultan I. Ah­med tarafından İstanbul’daki tarihi yarımadada, Mimar Si­nan’ın talebesi Mimarbaşı Se­defkâr Mehmet Ağa’ya 1609-1617 yılları arasında yaptırmış­tır. Mimar Sinan’ın yapı anlayışı içinde inşa edilmiş bir şâheserdir. Camii; mavi, yeşil ve beyaz renkli İznik çinileriyle bezendiği için ve yarım kubbeleri ile büyük kubbesinin içi mavi ağırlıklı kalem işleriyle süslendiği için Avrupalılar tarafından “Mavi Camii (Blue Mosque)” olarak adlandırılır. Sultan Ahmed Camii, İstanbul’un âbi­de­vî eserlerinden biridir. Çevre­sin­deki yapılarla birlikte bir kül­liye oluşturur ve Sultan Ah­med Camii, Kâbe’den sonra altı minareli ilk Osmanlı cami­si­dir. Kâbe’ye hürmetsizlik olmaması için Sultan Ahmed, Kabe’ye bir minare eklenmesi talimatını verir. Bu külliye ca­mi, hünkâr kasrı, medreseler, da­rüşşifâ, darülkurrâ, sıbyan mek­­­tebi, türbe, imarethâne, tab­­­hâne, çeşmeler, sebiller, aras­­­­ta, dükkânlar, mahzenler, ha­­­­mam, han ve evlerden oluş­mak­­­­­ta­­dır. Bu yapıların bir kısmı gü­nümüze kadar maalesef ulaş­­mamıştır. Cami içi, biçim olarak kareye yakın bir dikdörtgendir. 53.50x49.47  (2.662m2) met­re­­­­ka­re­dir. Sultan Ahmed Ca­mii’nin içi dört yapraklı yonca planına sahiptir. 5mt. çapında dört fil ayağı üzerindedir. Ana kubbe 43 metre yüksekliğinde ve 23,5 mt. çapındadır. Bu ölçüler Mehmed Ağa’nın bir mühendis olarak kabiliyetini gösterir. Revaklı avlusu ve on altı şerefeli altı minaresi vardır. Caminin içi ustaca yerleştirilen 260 pencere sayesinde ferah bir havaya bürünmüştür. Pencerelerin yerleştiriliş şeklinden dolayı büyük kubbe sanki havada asılı gibi durmaktadır. Bu cami, emsallerinin hiçbirinde olmadığı kadar aydınlık ve ferahtır. Caminin alçak gönüllü ve dindar bânisi, caminin tamamlanmasından kısa bir süre sonra, külliye binaları tamamlanmadan vefat ederek caminin dış avlusunun at meydanına bakan kuzeydoğu köşesine yaptırılan türbesinde yatmaktadır.Yapının mimarî ve sanatsal açıdan dikkate şayan en önemli yanı görkemli İznik çinileriyle bezenmesidir. İznik ve Kütahya atölyelerinin 16.yy sonu ve 17.yy başı ürünleri olarak çini­lerde zengin bir renk çeşitlen­mesi göze çarpmaktadır, 21 bin­den fazla çini kullanılmış, ya­pıyı sadece bir ibâdethane ol­maktan öteye taşımıştır. Kare parçalarda beyaz, dikdörtgen biçimli bordür çinilerde lâci­vert üzerine işlenen asma dalı, nar­çiçekleri, karanfil, madalyon­vari çiçek grupları, menekşe, mine, sümbül, yaseminler, sel­viler, lâleler, nâne, enginar, erik, üzüm salkımları, ağaç ve yap­rak­larda firûze, gri, kahverengi, kırmızı mercan ve mühür lâcivert, mavi mor, siyah ve yeşil gibi renklerin tonları kulla­nıl­mıştır. Bina, dışarıdaki gün ışığını, içerisiye 260 pencereden aktarır. Pencereler, ilk yapılı­şında çiçek motifleri ile bezeli rev­zenlerle örtülüydü. Bu özelli­ği mabedi o tarihlerde gezmiş olan bütün yabancı gezginler fark etmişler ve pencerelerdeki bu renk oyununa ve onun uygulamadaki ku­sursuzluğuna hayran kalmış­lar­dır. Fakat bu güzellikler sonraki dönemlerde kırılanların ye­rine düz camlarla değiştirilmesi, ışıkların içeride meydana getirdiği büyülü ve esrarlı atmosferin kaybolmasına sebep olmuştur. Caminin hat yazıları devrinin hat üstatlarından Seyyid Kasım Gübari tarafından yazılmıştır. Ana kubbe içerisindeki hattın meali şöyledir. “Şüphesiz Allah, gökleri ve yeri, yok olup gitmesinler diye (kurduğu düzende) tutu­yor. Andolsun, eğer onlar (yö­rüngelerinden sapıp) yok olur giderlerse, O’ndan başka hiç kimse onları tutamaz. Şüphesiz O, halimdir (hemen cezalandırmaz, mühlet verir), çok bağışlayandır.” (Fâtır suresi 41. Ayet)Tepesindeki üçgen alınlık ve mukarnas üzeri çiçek motifleriyle bezenmiş, iç kısmı sade, iki yanında zarif sütun olan mer­mer mihrap üzerindeki âyet meali şöyledir. “Böyle­ce Rab­bi onu (Meryem’i, an­ne­sin­den) güzel bir kabûl ile ka­bûl etti ve onu güzel bir bitki (bir çiçek) gibi yetiş­tirdi; ve onu (akrabâsı bulu­nan) Zekeriyyâ’nın himâ­ye­sine ver­-di. Ne zaman Ze­ke­riy­yâ onun yanına ma’bede girse, ya­nında bir rızık bulurdu. “Ey Meryem! Bu sana nereden (geldi)?” derdi. (O da:) “Bu, Allah tarafındandır!” derdi. Şübhesiz ki Allah, dilediğini hesabsız olarak rızıklandırır.” (Âl-i İmrân Sûresi 37. âyet)Türk-İslâm medeniyetinin en zarif eserlerinden olan Sultan Ahmed Camisinin temeline ilk kazmayı Sultan I. Ahmed vurur “Ya Rab! Ahmed kulunu affeyle" diye yalvarıp eteğiyle toprak taşır, sırtında taş getirir. Dindarlığıyla bilinen, 93. İslâm Hâlifesi, 14. Osmanlı Padişahı I. Ahmed’in ruhu şâd mekânı cennet olsun!..

Mustafa YILMAZ 01 Ocak