90. Sayı: İstanbul Bir İslam Şehri Bir Osmanlı Şehri Bir Türk Şehridir.Bu Sayıyı Satın Al
Konu resmiYeni Fetihlere Yelken Açmak
İnsan

“İşi disiplinli şekilde ele almak göründü. Gayretinizi esirgemeyiniz. Sonunda mahcubiyet ve ümitsizlikle gitmeyeceğiz. Allah’ın yardım ve inayetiyle sevinçle ve muzaffer olarak gideceğiz” diyordu Akşemseddin Hazretleri, İstanbul’u fethetme azmiyle surların önüne gelen genç padişaha. Padişah gençti belki, lakin devlet tecrübesi vardı ortada. Sonra çağı okumak, yenilikleri takip etmek, bilgi, azim, sabır ve iman bir araya gelmişti. İşe ruh katan ise, ne dünyevi bir beklenti ne de ikbal meselesiydi. Emir, asırlar öncesinden nice sultanları gayrete getirerek Fatih’e kadar ulaşmıştı. “İstanbul mutlaka fethedilecektir. Onu fetheden komutan ne güzel komutan, onu fetheden ordu ne güzel ordudur.” demişti, Resul-i Ekrem (sav). Bugün de bize lazım olan en önemli şeylerden birisi, ümittir. Zira ümidini kaybeden her şeyini kaybetmiş demektir. Bin yıl dünyaya adalet dağıtan, insanların huzur ve güven ortamında yaşamasına imkan tanıyan anlayış ve sistem üzerine kurulan devlet ve toplumun varisleri olan biz torunlar, elbette ümidini kaybetmeyecektir. Bilakis dünyaya ümit olmaya devam edecektir. İşte tam da burada Akşemseddin Hazretlerine kulak verip disiplin, gayret, ümit ve Allah’ın yardımına ihtiyacımızı bilmeli ve durumumuzu ona göre ayarlamalıyız. Her fenere dümen kıran gemi kaptanı, gece karanlığında gemi ve içindekileri büyük tehlikelere atacağı mukadderdir. Kendi öz fenerini kaybeden bir insan ve toplum da her ateş böceğinin arkasına takılıp türlü maceralar ve eseflerle karşılaşacağı hakikatten vareste değildir. İstanbul’a, dolayısıyla dünyaya saadet getiren fethe sebep olan hadis-i şerife bedel bugün şu ayete kulak vermek ve gereğini icra etmek, hepimiz için elzemdir. “Ey iman edenler! Kendisinden nasıl sakınmak gerekiyorsa, Allah’tan öyle sakının ve siz ancak Müslüman kimseler olarak can verin! O hâlde hep birlikte Allah’ın ipine (Kur’an’a) sımsıkı sarılın ve parçalanmayın!  Hem Allah’ın size olan nimetini hatırlayın! Hani (siz) (birbirinize) düşmanlar idiniz de (Allah) kalblerinizin arasını (İslâm ile) birleştirdi; böylece O’nun nimeti sayesinde kardeşler oldunuz. Hem ateşten bir çukurun kenarında (küfür içinde) idiniz de sizi oradan kurtardı. Allah, size ayetlerini böyle açıklar, ta ki hidayete eresiniz. O hâlde içinizden, hayra davet eden ve iyiliği emredip kötülükten men‘ eden bir topluluk bulunsun! Ve işte kurtuluşa erenler, ancak onlardır. Kendilerine apaçık deliller geldikten sonra parçalanıp ihtilâfa düşenler (Yahudi ve Hristiyanlar) gibi de olmayın! Hem işte onlar yok mu, kendileri için (pek) büyük bir azab vardır.” (Al-i İmran 102-105) Sevgili Mekteb-i İrfan sakinleri! Davranışlar ve hayat tarzı fikirlerle olgunlaşır. Kıtalardan önce fikirler fethedilir. Geliniz, dalaletten neşet eden felsefenin fikirlerimizi yaralamasına, zapt etmesine izin vermeyelim. Fakat kainatta boşluğa yer yoktur. Öyleyse onları İlahi hakikatler ve emirlerle şekillendirelim. Ta ki ‘insan değişirse dünya değişir’ hükmünce yeni dünyaya katkı sağlayalım. İklimine girdiğimiz üç aylarda irfandan nasipsiz kalmamak duasıyla mektebimize davet ediyoruz. Şuhûr-u selaseniz hayırlı ve mübarek, haneleriniz (kafa ve kalb) birer mekteb-i irfan olsun!

Metin UÇAR 01 Mart
Konu resmiAdâlet Kulesi
İnsan

Topkapı Sarayı Topkapı Sarayı, Fâtih’in İstan­bul’u fethetmesinin ardından 1460-1478 seneleri arasında inşa edilmiştir. Asırlar boyunca birçok Padişah, Topkapı Sarayına eklentiler yaptırmış ve saray bugünkü hâline bürünmüştür. Saray, tarihî yarımadanın İstanbul Boğazı, Haliç ve Marmara Denizi’nin birleştiği uç kısmında yer almaktadır. Yaklaşık 700 bin m2’lik bir alanda kurulu bulunan saray, 400 sene boyunca Padişahların resmî ikametgâhı ve Osmanlı Devleti’nin idare merkezi olmuştur. 1856 senesinde Sultan Abdülmecid’in Dolmabahçe Sarayına taşınması, Topkapı Sarayı’nın idare merkezi olma özelliğini kaybetmesine sebeb olsa da Devlet-i Aliye için önemini her zaman korumuştur. Meselâ her sene Ramazan’ın 15’inde Padişah ve ailesinin Hırka-i Saadet ziyaretleri ve Padişahların cülûs ve cenaze törenleri Topkapı Sarayında gerçekleşmekteydi. Kubbealtı Topkapı Sarayı'nın Bâbüsselâm isimli kapısı ile girilen dikdörtgen biçimli 2. Avlusu, devletin idare edildiği yerdi. Divan Meydanı da denilen 2. Avluda, gövdesi Fatih Sultan Mehmed devrinde yapılan Adâlet Kulesi ve altında kubbeli ve revaklı Kubbealtı binası bulunmaktadır. Üzerinde asırlardır adâletin simgesi ve bayrağı gibi dimdik duran Adâlet Kulesi bulunan Kubbealtı’nda, bugünkü manada Bakanlar Kurulu niteliğinde olan Divan-ı Hümayun toplanırdı. Divan’ın asıl üyeleri; Sadrazam, 6 veya 9 kişiden oluşan Kubbealtı vezirleri ve Anadolu ve Rumeli Kazaskerleriydi. Divan, haftanın dört günü toplanır ve toplantılarda devlet işleri ve davalar görüşülürdü. Divan-ı Hümâyûn Toplantıları Fatih Sultan Mehmed’in çıkardığı bir kanunnameden sonra Padişahlar, Divan-ı Hümâyûn toplantılarına katılmayı bırakmışlardır. Ancak Padişah isterse, kafes-i müşebbek denilen altın kafesli pencereden toplantıları izleyebilirdi. Divan üyeleri, Padişahın divan toplantısını izleyip izlemediğini fark edemezlerdi. Ancak toplantının bitmesi için Padişah, kafesi tıklatır ya da kafes perdesini çekerse; Padişahın toplantıyı izlediği anlaşılabilirdi. Divan toplantıları, sabah namazından sonra başlar ve öğlene kadar devam ederdi. Divan üyeleri sabah namazı için Ayasofya Câmiine giderlerdi. Namazlarını kıldıktan sonra Bâb-ı Hümâyûn önünde toplanırlardı. Meydan duacısı duâ ettikten sonra Bâb-ı Hümâyûn açılır ve herkes kıdem sırasına göre kapıdan içeri girerdi. Divan Meydanı’na gelen divan üyeleri, Sadrazam’ın gelmesiyle birlikte Divanhane de denilen Kubbealtı’na geçerler ve devlet işlerini görüşürlerdi. Yabancı ülkelerden gelen elçiler ve beraberlerindeki heyetler de Divanhanede ağırlanırdı. Yeniçerilerin maaşları, Divan Meydanında dağıtılırdı. Devletin gücünü göstermek bakımından elçi kabul günleri bu maaş dağıtım günlerine denk getirilirdi. Maaşlarını alan yeniçeriler, tekrar bir tören edasıyla sıraya dizilirlerdi ve bu sefer de yeniçerilere yemek dağıtımı başlardı. Yemekte pilav, çorba ve zerde olurdu. Adâlet Kulesi Kadim İstanbul’un Saraybur­nu’nu gören semtlerinden Topkapı Sarayı’na bakıldığında, göze çarpan ilk yapı Adâlet Kulesi olmaktadır. Adâlet Kulesi, Osmanlı Devletinin yüzyıllarca üç kıtaya dağıttığı adâletin bir simgesi olarak, hâlâ dimdik ayakta durmaktadır. Devletin en üst idarî mekanizması olan Divân toplantılarının yapıldığı Kubbealtı binasının üstünde, her yerden görülebilecek böyle bir kule inşa edilmesi ve bu kuleye de Adâlet Kulesi ismi verilmesi, sembolik de olsa, yapılan her icraatta adâletin sağlanmasının amaçlandığını anlatmaya çalışmaktadır. Bu kuleye ne bir padişahın ismi verilmiş ve ne de azametli bir isim verilmiştir. Devlet yönetimindeki en önemli düstur olan adâletin hiçbir zaman unutulmaması için, Adâlet Kulesi olarak isimlendirilmiştir.

Arif Emre GÜNDÜZ 01 Mart
Konu resmiMekteb-i İrfâna İlerle
Kültür ve Medeniyet

Cavid SARAÇOĞLU 01 Mart
Konu resmiDoğruluk ve Hakkın Hatırı
Kültür ve Medeniyet

İnsanı diğer hayvanlardan ayıran en üstün yönü ona verilen akıl nimetidir. İnsan ancak âkil -akıl sahibi- ise dinen sorumlu olarak kabul edilir. Aklı olmayan delilerin veya yeteri kadar olmayan çocukların mesuliyetleri yoktur. Akıl ise, doğruyu yanlıştan ayırt edebilen ve ‘doğru yolda’ yürümeyi sağlayan ve sahibine rehberlik eden ruhumuzdaki en kıymetli bir cihazımızdır. Bu sebeple, insanlar akılları kadar ve onun gereğine tabi oldukları miktarca yükselip şeref kazanırlar. Hadis-i Şerif’te de buna işaretle; “Kıyamet gününde Allah’a en yakın derecelere her kul, aklının miktarı nispetinde yükselecektir.”(1) buyrulmuştur. Üstad Bediüzzaman Hazretleri, İslâmiyet’in bu noktada, başta Hıristiyanlık olmak üzere diğer dinlere üstünlüğünün en mühim sebebine işaret ederek mealen şöyle der: “Biz Kur’ân şakirdleri olan Müslümanlar, burhana (delile) tâbi oluyoruz. Akıl ve fikir ve kalbimizle iman hakikatlerine giriyoruz. Başka dinlerin bazı ferdleri gibi ruhbanları (din adamlarını) taklid için burhanı (delili) bırakmıyoruz. Onun için akıl ve ilim ve fennin hükmedeceği gelecekte, elbette aklî delillere dayanan ve bütün hükümlerini akla tesbit ettiren Kur’ân hükmedecek.”(2) Aklın en mühim özelliği ise, insanı ‘doğru’ya iletmesidir. Günde en az kırk defa okuduğumuz Fâtiha Sûresi’nde hep; “Bizi sırât-ı müstakîme -doğru yola- hidayet et!” diye Kur’ân lisanıyla Allah’a yalvarıyoruz. Onun, -doğrunun- dışındaki yolların “Gazaba uğrayanların ve sapmışların yolları” olduğunu yine Kur’ân lisanıyla ifade ediyor ve onlardan Allah’a sığınıyoruz. Şu âlemde var olan bütün doğrular, bütün gerçekler, bütün hak ve hakikatler, Cenâb-ı Hakk’ın “Hakk” ismine dayanmakta ve O’ndan geldiği için hak ve doğru olmaktadır. Bütün ‘iman hakikatlerine’ de doğru ve hakikat olduğu için iman ediyoruz ve gerçek âlem olan âhiret âlemindeki hakiki nimetlere kavuşmak için dualar ediyoruz. Her şeyin başının doğruluk olduğunu ve bütün güzel ahlakların hakka ve doğruluğa dayandığını ve her birinin özünde doğruluğun olduğunu biliyor, hissediyoruz. İşte hem hayatın, hem dünyanın, hem de İslâm’ın temelinde doğruluk olduğundandır ki, Üstad Bediüzzaman Hazretleri, İslâm Dünyası’nın altı temel hastalığından birinin ‘siyasî ictimaî hayatta doğruluğun ölmesi’ olduğunu söyler ve mealen şu tespitlerde bulunur: “Sıdk ve doğruluk, İslâmiyetin toplum hayatını canlandıran hayat kaynağıdır. İki yüzlülük ve gösteriş, fiilî bir nevi yalancılıktır. Dalkavukluk ve yapmacık hareketler, alçakça bir yalancılıktır. Nifak ve münafıklık, muzır bir yalancılıktır. Yalancılık ise, Yüce Yaradanın kudretine iftira etmektir. Kudretin yarattığı şeyin (doğrunun ve gerçeğin), tam zıddını iddia ederek ona bir nevi iftira etmektir. Küfür, bütün çeşitleriyle kizbdir, yalancılıktır. İman sıdktır, doğruluktur… Kurtuluş yalnız doğrulukla olur. ‘urvetü’l-vüskâ’ sıdktır. Yani, en muhkem ve onunla bağlanacak zincir doğruluktur.”(3) Hayırlı Maksadlar İçin de Yalan Söylenemez! Üstad Bediüzzaman aynı yerde, insanları yalana alıştıran mühim sebeblerden biri olan “Maslahat için söylemenin, yani bu yalan, zarar değil fayda verecek” düşüncesinin ve bunu destekler mahiyette eskiden bazı âlimler tarafından verilmiş olan fetvaların hususan bu zamanda yanlışlığını ve geçersizliğini şöyle anlatır: “Amma ‘maslahat için (faydalı olacak yerde) yalan söylemeye verilen fetvayı ise zaman onu kaldırmıştır. Eski zamanlarda, bazı âlimler, maslahat ve mecburiyet için geçici olarak yalan söylenebilir diye fetva vermişler. Fakat bu zamanda o fetva verilmez. (Dikkat: Üstad burada, Hz. Peygamber’in (sav) harp, küsleri barıştırmak ve eşlerin birbirinin gönlünü yapması gibi üç sınırlı noktada verdiği izni değil, bazı âlimlerin maslahat görülen her yer için verdiği umumi fetvayı kasd etmektedir! Karışmamalı.) Çünkü o kadar suiistimal edilmiş ki, yüz zararı içinde bir menfaati olabilir. Öyle ise yol ikidir, üç değildir: Ya doğru söylemek, ya da sükût etmek! Günümüzde, insanoğlunun ortadaki dehşetli yalancılığıyla ve iftiralarıyla emniyet-i umumiyenin ve yeryüzündeki asayişin alt üst olmasının sebebi yalanlarla ve yalana verilen fetvalarla olduğundan, elbette o üçüncü yol olan yalanı kapatmaya insanlığı mecbur ediyor ve kat’î emir veriyor. Evet, her söylediğin doğru olmalı, fakat her doğruyu söylemek doğru değil. Eğer doğru söylemek zarar verecekse sükût etmelidir. Yoksa yalana hiç fetva yok.”(4) Bu tespitlerden de anlaşılıyor ki, İslâm Dünyası’nın yeniden ayağa kalkması için, her bir Müslümanın en başta ahlaken kendini toparlaması lazım geliyor. Bunun da "doğruluğun ve hakkı daima tercih eden bir vicdanın" kişilerde hâkim olmasıyla olacağı açıktır. Yalana alışmış, hakperest olmayan ve güvenilmez insanlardan oluşan bir toplumun yükseleceği düşünülebilir mi? Doğruluğun, Müslümanların hem şahsî, hem de toplum olarak kalkınmasında ne kadar mühim bir rolü olduğunu, hatta en birinci sebeb olduğunu Hazret-i Üstad bir sohbet meclisinde kendisine sorulan sualler münasebetiyle, tekrar tekrar ve üzerine basa basa şöyle ifade eder: “- Her şeyden evvel bize lâzım olan nedir? - Doğruluk. - Daha? - Yalan söylememek. - Sonra? - Sıdk. - Yalnız? - Evet! - Neden? - Küfrün mahiyeti yalandır. İmanın mahiyeti sıdktır.”(5) Sahabeden Abdullah b. Cürad (ra) şöyle haber veriyor: “Ey Allah’ın Rasûlü! Mü’min bir kimse zinâ eder mi? dedim. Hz. Peygamber ‘Bu bazen olur’ dedi. ‘Ey Allah’ın Peygamberi! Mü’min bir kimse yalan söyler mi?’ deyince Hz. Peygamber ‘Hayır!’ dedikten sonra hemen şu ayet-i celîleyi okudu: ‘Yalanı ancak Allah’ın ayetlerine inanmayanlar uydurur. İşte bunlar asıl yalancı olanlardır.”(6) Hakkın Hatırı Neyi Gerektiriyor? Bediüzzaman Hazretleri’nin meşhur vecizelerinden biri 31 Mart 1909 Mahkemesi’nde söylediği, “Hakkın hatırı âlidir (yücedir); hiçbir hatıra feda edilmez. Kimin hatırı kırılırsa kırılsın, yalnız hak sağ olsun.”(7) ifadeleridir. O ömrü boyunca daima hakkın ve doğrunun yanında olmuş, hakikatlerin keşfedilmesi ve hakkın yücelmesi için emsalsiz bir mücadele vermiş, bu uğurda en büyük çilelere göğüs gerip sabretmiştir. Bütün bunların sebebi, yukarıdan beri ortaya konulduğu üzere, İslâm’ın doğruluk ve hak üzerine bina olması ve hak ve hakikatin doğrudan Cenab-ı Hakk’a bağlı olmasıdır. Öyleyse diyebiliriz ki, hakka ve doğruya hizmet eden Allah’a hizmet etmiştir, hayra hizmet etmiştir, yaradılış gayesine uygun hareket etmiştir. Son hak din olan İslâm’ın hak ve hakikatler karşısındaki tavrını ve diğer dinlerden bu konudaki üstünlüğünü, Üstad Bediüzzaman’dan naklettiğimiz bir paragrafla yukarıda ortaya koymuştuk. Muhâkemat’ta da aynı hakikati teyit ederek Hazret-i Üstad mealen şöyle ifade eder: “Kur’an’ın üslûb-u hakîmane­sine yemin ederim ki: Hıristiyanları ve benzerlerini havalandırarak dalalet derelerine atan, yalnız aklı bırakıp delili kovmak ve ruhbanları taklid etmektir. İslâmiyeti daima parlatıp hakikatleri ortaya çıkaran ise, yalnız İslâmiyetin hakikat üzerine kurulmuş olması, delile dayanması, akıl ile meşvereti esas yapması ve kâinatı kuşatan ilâhî hikmetin düsturlarına mutabık olmasıdır.”(8) Burada, önceki iktibasta geçen; “Başka dinlerin bazı ferdleri gibi ruhbanları (din adamlarını) taklid için burhanı (delili) bırakmıyoruz.” cümlesi üzerinde bir parça durmak gerek. Bu ifadeden anlaşılıyor ki, Müslümanların diğer din mensuplarından üstünlüğü daima hakkı üstün tutması ve hakkın arayışı içerisinde olmasıdır. Bunu sağlayacak olan ise, aklı daima çalıştırmak, sağlam delillere tâbi olmak, körü körüne taassup ve taklitçilikten uzak durmaktır. Doğruya ulaştıran en büyük delil ise Kur’ân’dır, sünnettir, İslâmiyetin temel düsturlarıdır. Bunlara açıkça ve kat’iyyetle ters olan bir söz veya davet her kimden gelirse gelsin reddetmek akıl sahibi her Müslümanın vazifesidir. Bediüzzaman Hazretleri 1911 yılında doğudaki aşiretleri gezerken, onlarla yaptığı sohbetlerinde bu mesele üzerinde fazlasıyla durmuştur. İnsanların akıllarını ve kendi vicdanî muhasebelerini bırakarak “Ağam bilir” diyerek “aklını ağasının cebine koymanın” ve düşünmeyi terk etmenin yanlışlığını uzun uzun anlatmıştır. “Münazarat” adı altında neşrettiği bu sohbetleri sırasında, çok canlı bir örnek olmak üzere onlara kendini misal vererek şöyle der: “Hattâ benim sözümü de, ben söylediğim için hüsn-ü zan edip tamamını kabul etmeyiniz. Belki ben de müfsidim (bozguncuyum) veya bilmediğim halde ifsad ediyorum (bozgunculuk yapıyorum). Öyle ise her söylenen sözün kalbe girmesine yol vermeyiniz. İşte size söylediğim sözler hayalin elinde kalsın, mihenge vurunuz. Eğer altın çıktı ise kalbde saklayınız. Bakır çıktı ise çok gıybeti üstüne ve bedduayı arkasına takınız, bana reddediniz gönderiniz… Şu hüsn-ü zannınızı kabul etmem. Zira bir müfside, bir dessasa hüsn-ü zan edebilirsiniz. Delil ve akıbete (neticeye) bakınız.”(9) Burada ince bir noktaya dikkat çekmek lazımdır. O da ilim sahibi olmayı gerektiren bazı hususlarda, herkesin, bilhassa halk tabakasının kendi aklıyla çözüm bulmasının imkânsızlığıdır. Bu noktada elbette, ayette de geçtiği gibi bilenlere sormak ve onları taklid etmek lazım gelir. Zaten mezhebler de halkın bu ihtiyacına cevab vermek için ortaya çıkmıştır. Dinin ince meselelerini avam halk, ancak mezhebleri ve büyük müctehidleri taklid etmek yoluyla çözebilirler. Dinin ve hayatın ince meselelerine dair güvenilir kaynaklara itimad etmek ve taklid etmek kaçınılmaz ve elzem olmakla birlikte, burada ‘güvenilirlik ve yeterlilik’ öne çıkmaktadır. İşte insan bunun için de, yani kimin güvenilir ve yeterli olduğunu anlamak için de aklını kullanmak, daima aklına danışmak, düşünmeyi elden bırakmamak zorundadır. Bilhassa temel meselelerde akla ve hakkaniyete ters bir şeyler gördüğünde “burada bir dakika durmalıyım” demeli ve Üstad’ın yukarıda dediği gibi dikkatle tartıp düşünmelidir. Verilen cevabların hakikatle örtüştüğünü görmeyi beklemeli, fakat en mühimi de kendisini hakka ulaştırması için daima Allah’a tüm samimiyetiyle kalben müracaat etmelidir. Münazarat’taki muhataplarının Üstad’a; “Nasıl anlayacağız? Biz cahiliz, sizin gibi ehl-i ilmi taklid ederiz” demeleri üzerine, kendilerine mealen şu cevabı verir: “Gerçi cahilsiniz, fakat âkilsiniz (akıl sahibisiniz). Hanginizle üzüm paylaşsam, zekâsıyla bana hile edebilir. Demek cehaletiniz özür değil! İşte (portakal ve mandalin gibi) birbirine benzeyen ağaçları ayırt edecek olan şey meyveleridir. Öyle ise, benim ve onların fikirlerimizin neticelerine (meyvelerine) bakınız. İşte birisinde istirahat ve itaattir. Ötekisinde ayrılık ve zarar saklanmıştır.”(10) Kur’ân’ın Hakka Tâbi Olmaya Teşviki, Dalalete Düşmekten Sakındırması Bütün hükümlerini akla tespit ettiren ve insanları daima aklını kullanmaya, tefekküre ve ibret almaya çağıran Kur’ân-ı Kerîm, bu mevzuya pek çok tahşidat yapmıştır. O âyetlerden bir kısmında ise, hakikat ve hidayete zıt yollara çağıran küfrün öncülerini ‘eimmete’l-küfr’ küfrün imamları, küfrün liderleri diye tanımlayarak müminleri bunlara karşı uyarır. Bu şiddetli ikazlar elbette insanların “Nereye gidiyorum?” diye büyük bir dikkatle düşünmelerini sağlamak ve akıllarını çalıştırmak içindir. Körü körüne taklid edeerek, akıldan istifa ederek, hakikate ve hidayete zıt yollara düşmelerini engellemek içindir. Bakınız bir âyette insanları dalalete sürükleyenleri nasıl haber veriyor? “Hem onları, ateşe çağıran imamlar (öncüler) kıldık; (onlar) kıyâmet günü de yardım olunmayacaklardır. Ve bu dünyada onların peşine bir lânet taktık. Kıyâmet günü ise onlar, çirkin kılınmış kimselerdendir.”(11) Şu gelen âyette ise, dalalete götüren reislerin peşinde gidenlerin, âhiretteki pişmanlık ve öfkelerini yine Kur’ân bakınız nasıl bildiriyor? “Rabbimiz! Gerçekten biz, reislerimize ve büyüklerimize uyduk da (onlar) bizi (hak) yoldan saptırdılar. Rabbimiz! Onlara azabdan iki kat ver ve onlara büyük bir lânetle lânet et, diyeceklerdir.”(12) Müslümanlar olarak bizler, daima Hazret-i Ömer (ra) gibi, “Allahım bize hakkı, hak olarak göster ve bizi hakka tâbi olmakla rızıklandır!” diyerek dua etmeliyiz. Kur’ân’ın; “Ey îmân edenler! Allah’dan sakının ve doğru söz söyleyin!”(13) ve “Ey îmân edenler! Allah’dan sakının ve doğru kimselerle berâber olun!”(14) gibi emirlerine itaat ederek, hem doğru sözlü olmalı ve doğru kimselerle birlikte olmalı, hem de yalandan ve yalancılardan sakınmalıyız. İşte dünyanın da âhiretin de saadeti burada: Daima hakkı aramak, doğru olmak ve doğru kimselerle beraber olmak! Üstad Bediüzzaman’ın dediği gibi “Yaşasın sıdk, ölsün yeis! Muhabbet devam etsin, şûra kuvvet bulsun! Bütün levm ve itab (kınama ve kötüleme) ve nefret; hevâ, hevese tabî olanlara olsun. Selam ve selamet, hüdâya (hak ve hakikate, doğruya) tabî olanlar üstüne olsun!”(15) Kaynaklar: 1- İhya-u Ulumi’d-Din, c. 1, Aklın Şerefi Bahsi2- Hutbe-i Şâmiye, Birinci Kelime Bahsi3- Hutbe-i Şâmiye, Üçüncü Kelime Bahsi4- age.5-  Münazarat Risalesi6- Nahl Sûresi, 1057- Divan-ı Harb-i Örfî8- Muhâkemat9- Münazarat10- age.11- Kasas Sûresi, 41-4212- Ahzab Sûresi, 67-6813- Ahzab Sûresi, 7014- Tevbe Sûresi, 11915- Hutbe-i Şâmiye, Altıncı Kelime Bahsi

Cemal ERŞEN 01 Mart
Konu resmiDünya Mihverinin Yalpalaması: Saat-i Kübra'nın Zamanı Müteaddit Sayması
Kültür ve Medeniyet

Dünyanın nasıl bir saat olduğu Dokuzuncu Sözde şöyle geçer: “Cenâb-ı Hakkın bir saat-i kübrâsı olan şu âlem-i dünyanın saniyesi hükmünde olan gece ve gündüz deveranı ve dakikaları sayan seneler ve saatleri sayan…”  Dünyanın harekâtı, Yaratıcı'nın mizan, intizam ve kudretinin şahane tezahürünün yanında,  zi-şuur sakinler için yıl boyunca çok değişik gökyüzü manzaralarının da birer gösterisidir. Dünyanın Güneş etrafında ve kendi mihveri etrafında dönmesinin yanı sıra, dünyanın mihveri de sabit olmayıp astronomi aletlerinin gelişmesiyle birlikte dört (daha fazla) farklı hareketi daha tespit edilmiştir.  Dolayısıyla saat-i kübra olan dünyanın hepimizin malumu olan seneleri sayan (saat) kolu ve günleri sayan koluyla birlikte dört farklı zamanı sayan kolları da mevcuttur. (Esasında 6 kol vardır. Ancak ikisi çok yavaş olduğundan dört kol üzerinde durulmuştur.)  Ayrıca dünya bir yıl boyunca değişik gök manzaraları gösterirken, bu manzaralara mihverin/eksenin yalpalamalarıyla çok muhtelif profillerden bakma imkânı da verir.  Üzerinde duracağımız bu dört farklı kol ‘sabit yıldız’ denen yıldızların yerlerindeki kaymaların incelenmesiyle ortaya çıkarılmıştır ki bu inceleme sonucunda dünya mihverinin yalpaladığı anlaşılmıştır. Dün­yadan bakıldığında gün batımı/doğumu itibarıyla güneş dönüyor gibi gözükmektedir, fakat aslında dünya dönmektedir; elbette güneşin de kendi ekseni etrafında dönmesiyle oluşan başka hareketleri vardır ve bunlar gece/gündüzle alakalı değildir. Nasıl ki dünyanın günlük dönmesi, ‘sabit yıldızımız’ olan güneşin hareketi olarak gözüküyorsa, semadaki dünya mihveri ‘ucundaki’ yıldızlar da bir nevi daire çizerler. Aslında bu daireler dünyanın mihverinin yalpalamasının bir neticesindedir.  Bu yalpalamaların elbette çok hikmetleri ve bizleri tefekküre sevk edecek durumları vardır.  Bilhassa 21 ve 22. pencerelerin daha iyi anlaşılmasına vesile olur diye bu mevzuu ele almak istiyoruz.  Hususen bu yazı,  “Çünkü o câmid cirimleri, o şuursuz büyük kütleleri nihayet derecede intizam ve mîzan-ı hikmet içinde muhtelif şekillerde ve muhtelif mesafelerde, muhtelif hareketlerde döndürmek, istihdam etmek, ne derece bir kudreti ve bir hikmeti ispat ettiğini kıyas et…” ifadesini anlamamıza vesile olacak bir latif numune veya okuyucunun başka yerleri de tefekkürüne vesile olabilir inşallah. Mevzuu kavramak için bazı tarifleri hatırlamakta fayda var. Dönme hareketi bir eksen/mihver ile anılır ve eksen bilinmeden dönme hareketi tam kestirilemez.  Mesela yuvarlak bir topu masa üzerinde kendi ekseni etrafında döndürebilirsiniz. Bu eksenin gerçekten var olması gerekmez. Veya topa bir mil geçirilerek dönmesi sağlanabilir. Bu mil de dönen topun ekseni/mihveri olur.  Bir topaç düşünün; bu topacı masa üstünde döndürdüğünüzde, ilk önce masaya dik olan eksen etrafında döner (Şekil-1). Daha sonra bu eksen bir miktar eğildiğinde topaç kendi ekseni (çivi) etrafında dönerken eksen de topacın ayakta olduğu önceki dik eksen etrafında daire çizmeye başlar. Bu harekete de yalpalama/presesyon denir. Bu durum yandaki eğilmiş dönen ve presesyon yapan topaç resminde gösterilmiştir.  Topaç dikleştikçe, eksenin yaptığı presesyon dairesi küçülür ve top “tam ayakta” iken presesyon kalmaz. Eğik topaçta dönmenin yanında eksenin/mihverin de dönmesinin sebebi,  topacın ağırlığının uyguladığı torktur (tam ayakta iken tork yoktur).  Tork ise dönmeye sebep olan kuvvet benzeri bir büyüklüktür; yani bir cisme kuvvet uygulayarak ileri geri götürebilirsiniz. Fakat kapıyı açarken dönen kapıya tork uygulayarak açarsınız veya herhangi bir cıvatayı gevşetirken anahtara tork uygularsınız.  Dünya da çok harika bir topaç gibidir. Bir günde bir devir yapar ve güneş etrafında döndüğü eksene göre 23,5 derecelik eğik olarak ekseni etrafında döner (şekil-2). 23,5 derece eğik eksen/mihver mevsimlerin oluşmasına hizmet eder.  Kuzey yıldızını gösteren dünyanın mihveri (eğik göğe doğru uzanan hayali hat) aynı topaç gibi presesyon yapar. Çünkü dünyamız tam küre olmayıp ekvatorda şişkindir. İşte bu şişkinlik (bir nevi küre çizdiğinizde arta kalan kütle) üzerine güneş ve ay cazibe kuvveti vasıtasıyla tork uygulayarak eksenin presesyon/yalpalamasına neden olur.  Fakat bu yalpalama topaç gibi kısa sürede sönüp gitmez; ‘mihverinden çık’ hitabı gelene kadar muazzam bir denge içinde hareketini tekrar eder. Dünyanın dört çeşit yalpalaması Dünyanın yalpalaması bununla sınırlı değildir. Dünyanın dört çeşit yalpalaması daha vardır. Dördüncüsü 1988 yılında bulunmuştur.  Isaac Asimov bu yalpalanmalara dikkat çektiği bir makalesini gazetede yayımlar. Bu yazı onun makalesinden istifadeyle yazılmıştır.1 Dünya tam bir küre; içyapısı tam simetrik/mütenazır değildir. Tam katı cisim olmadığı gibi, fezada yapayalnız da değildir. Dolayısıyla değişmeyen bir eksen etrafında dönmeyip yalpalamaktadır.  Temmuz 1988’e kadar dünyanın üç çeşit yalpalaması olduğu bilinirken bu tarihten itibaren dördüncü bir yalpalamasının daha olduğu öğrenildi. Dünyamızın küre şeklinde olmamasının elbette hikmetleri vardır ve tesadüfi/noksanlıktan değildir. Zira dünyamızdan çok büyük olan güneş tam küredir ve ekvatorundaki şişkinliğin yarıçapına oranı bir kıl kalınlığı kadardır (10 km gibi).  Son zamanlarda bulunan bu gerçek bilim adamlarını hayrete düşürmüştür: “tabiattaki en mükemmel küre” diye ilan etmişlerdir.(2) Yıldızların hareketi geceleyin yakından izlendiğinde, yıldızların dünyanın kuzey kutbundan geçen eksenin daireler çizdiği görülür. Bunun sebebinin dünya ekseninin kayıyor olmasıdır. Çünkü dünya mükemmel küre olmayıp ekvatorlarında şişkin olduğu için dünyanın ekseni kaymaktadır.  Bu kayma çok yavaştır. 72 senede 1 derece kaymaya neden olur, 26 bin yılda daireyi (360 dereceyi) tamamlar. Sabırla yapılan gözlemler bunu teyit etmektedir.  Dünya ekseni halen kuzey yıldızı veya kutup yıldızı olarak bilinen polaris’i göstermektedir. 13 bin sene önce vega yıldızı kuzey yıldızımızdı; 5 bin sene kadar önce thuban diye güneşimizden çok daha parlak bir yıldız kuzey yıldızımızdı.  Resim de yalpalama süresince ziyaret edeceği yıldızların bazısına (bir de zeneb var) işaret edilmiştir. Ayrıca diğer resimlerde yıldız haritası üzerinde bu daire gösterilmektedir. Bu yalpalama ekinoksların (gece/gündüz eşit olduğu zaman: 21 Mart ve 23 Eylül) presesyonu olarak bilinmektedir.  Çünkü bu yalpalama dolayısıyla ekinokslar bir önceki yıla göre birazcık erken gelmektedir.  Bu, dünyanın yaptığı en büyük yalpalamadır ve çok eskiden beri bilinmektedir. Dünyanın ekseni yalpalarken tam bir daire çizmeyip yandaki şekildeki gibi dalgalı bir daire çizer.  Ayın çekimi zamanla değişir. Zira ay dünyaya bazen azıcık daha yakın bazen azıcık daha uzaktır.  Böylece dünya dairesel yalpalamasının üzerinde bir minör/hafif başka bir yalpalamaya neden olur. Bu ufacık dalgalanmanın kendini tekrar etmesi 19 yıl sürer. Bu dalgalanma 1748 yılında yıldızların yerlerinin dikkatli incelenmesi sonucunda bulunmuştur.  Bu hafif dalga hareketine nütasyon, yani baş sallama anlamına gelen bir isim verilmiştir. Çünkü eksen dairevi yalpalama yaparken sanki başını sallıyormuş gibi davranmaktadır.  Dünyanın ekseni 23,5 derecelik eğimini ileri/geri derecenin yaklaşık 360 defa daha düşük miktarda saptırır; yani ‘Mevlevi gibi zikir eden’ dünya ek olarak başını da sallamaktadır.  Koca dünyanın bu kadar küçücük sapması uzak mesafedeki yıldızların yerlerinde ölçülebilen kaymalara neden olmaktadır. Eular kördür fakat akıl gözüyle bunu görmüştür Meşhur matematikçi olan Euler dünyanın ekseninin kutuptaki yerinin bir yılı aşkın süren bir başka küçük dairevi yalpalaması gerektiğini 1765’te hesapladı (Eular kördür fakat akıl gözüyle bunu görmüştür).  Dünyanın kutbuna ulaşmak bir zamanlar çok zorlu seyahatlere neden olmuştur.  Diyelim bu yarışta yer aldınız ve bayrağı dünya kutbuna diktiniz. Bu bayrak bir sene ölçeğinde dairevi bir hareket yapacaktır.  Fakat bu hareket o kadar küçüktür ki, Eular zamanında bunu ölçmek imkânı yoktu.  Teleskop ve benzeri cihazların hassasiyetleri geliştirildiğinde, yaklaşık 100 yıl sonra astronom Chandler yıldızların yerlerindeki zayıf kaymaların dünya eksenindeki Eular’in tahmini olan yalpalama olduğunu keşfetti.  Buna Chandler yalpalaması denmiştir. Kabaca kutupların dairevi hareketleridir de denebilir ve periyodu 430 gün sürmektedir.  Tam bir daire değildir (şekil-7). Bazen biraz daha büyük bazen de daha küçük olabilmektedir.   Bir senelik süre içinde eksenin kutuplardaki yeri 10-15 metre gibi değişmektedir.  Depremlerin dünya eksenine etkisi İlim adamları bunun dünya yüzeyinde olan madde dağılımının zamanla değişmesinden kaynaklandığını düşünmektedir.  Madde dağılımı genellikle büyük depremler sonucunda meydana gelir. Çünkü büyük kayaların yerlerinin değişmesi farklı dengelerin oluşmasına neden olur. Deprem sadece dünyanın eksenine kâfi miktarda darbe vurarak dünya ekseninin bir kaç metre hafifçe kaymasına sebebiyet verir.  Deprem şiddetleri farklı olduğundan kutbun çizdiği daireler de farklılık gösterir. 2005 yılında acayip bir şey oldu. Kutupların dairevi yer değiştirmesi durup daireyi tersinden (180 derece faz ile) geriye sarmaya başladı.  Bunun nedeni hala bilinmiyor.  İlim adamları dünyanın 160 senelik dönmesinde geriye doğru veri analizi yaptıklarında buna benzer olayların olduğunu tespit etmişlerdir ve en yakın zamanda olanı ise 1850 yılındadır.(3) Dünya neden yalpalar? Dünyanın yalpalaması için sadece büyük kütlelerin yer değiştirmesi gerekmez. Dünya üzerinde herhangi bir yer değiştirme de dünya mihverinin/ekseninin kutuptaki yerinin değişmesine/yalpalamasına neden olabilir.   Bu yer değişimleri; kışın karların dağlarda toplanması, baharda bu karların eriyerek nehirlerde buluşması, rüzgârların havayı ileri geri çalkalaması ve fırtınaların deniz yüzeyinde suyu dalgalandırması gibi sebeplerle de gerçekleşebilir. Bütün bunlar da dünyanın mihverinin kutuptaki yerinde çok ufak dairevi yalpalamalara neden olabilecektir. Lazer teknolojilerinin gelişimi ve uydulardan yansıtılan lazer huzmeleriyle dünya üzerinde GPS sistemiyle yapılan yer tespitlerinde hassasiyetler artmıştır. Hâsılı bir santimetre hatayla yer tespit edecek seviyeye ulaşıldığında, bu dördüncü ufacık yalpalama da 1988 yılında ilim adamları tarafından bulundu. Bu yalpalama dünya ekseninde çok küçük dairevi yalpalama olup iki hafta ile iki ay arasında sürebilmektedir.  Bu dairenin genişliği 5 cm’den 70 cm’ye kadar olabilmektedir. Yani Chandler yalpalamasının 30’da biri kadardır. Gerçekten de hepimizin şahit olduğu nehirlerin akması, rüzgârların esmesi ve karların erimesi gibi tabiat olaylarının çok ağır olan dünyanın üzerinde küçük de olsa yalpalamaya neden olması hayret vericidir!   Dünyanın yukarıda bahsetmediğimiz oldukça yavaş iki hareketi daha vardır: Birincisi 23,5 derecelik dünya mihverinin eğimi zamanla değişerek 22,1 ile 24,5 dereceler arasında gider gelir; bu 41 bin senede gerçekleşir. İkincisi, dünyanın güneşe yakın ve uzak olduğu mesafelerde artıp azalmasıdır ki bu da 100 bin sene sürmektedir. Dünyanın üzerinde diğer gezegenlerin etkisinin bu hareketlere neden olduğu düşünülüyor.  Dünya büyük bir saat midir? Hulasa dünya ekseninin, 100 bin yıllık, 41 bin yıllık, 26 bin yıllık, 20 yıllık, 1 yılı aşkın sürelik ve 1 haftadan 1 aya kadar süren muhtelif yalpalamaları bulunmuştur.  Saat-ı kübra herhalde böyle bir şey olabilirdi, zamanı ne kadar acayip saymaktadır.  Burada durup düşünebiliriz; dünyanın zahir iki hareketini düşünmek insanı ürpertirken, bunların yanında dünyanın mihveri de topaç gibi yalpalamakta fakat yalpalamalar o kadar hassas dengeye oturtulmuş ki basit bir topaçtan çok daha girift hareketleri yaparak zamanı çok farklı ölçeklerde dünya hareketleriyle saymaktadır.    Risale-i Nurda geçen “Ve evkât (vakitler) ve hesabı bildirecek saat akrebi gibi, kamer dahi dakik hesaplarla azîm hikmetlerle ona takılmış…” bahsini fennin bulduğu yukardaki hakikatler ışığında tekrar tefekkür edebiliriz. Nütasyon/Baş sallama Bunun yanında aklımıza dünyanın “beşik” olduğunu hatırlatan ayet ve Risale-i Nurda geçen: “Kâinatta tasarruf eden haşmet-i rububiyet, …koca küre-i zemini onlara bir beşik, bir menzil, bir ticaretgâh…” ifadenin zahirine uygun olarak o beşiği türlü türlü ihtizazla/modlarla ve ihtimamla sallandığı da gelebilir. Veyahut “Zemin tek bir mahlûk iken, yüz bin baş ile her başta, yüzbinler ağız ile; her ağızda, yüzbinler lisan ile, vazife-i ubudiyeti ve tesbîhat-ı Rabbâniyyeyi yapıyor…” ifadesini düşünerek; zeminin başı aynı cehri zikir yapanların hareketlerinden daha fazla hareket ve tavırlarla zikir ve tesbih ettiği tahayyül edilebilir.  Hatta yalpalamalardan biri o kadar zahirdir ki adı baş sallama anlamına gelen nütasyondur, sanki oturup Kuran okuyan birinin hareketi gibidir. Elbette tefekkür edilecek noktalar bunlarla sınırlı değildir. Düşen bir yaprağın en ufacık hareketinin dahi Allah’ın emir ve iradesi ve kudretiyle olduğunu düşünen yani mana-yı ismîden harfîye geçmeyi düstur edinen bir Müslümanın yukardaki tarz tefekkür gayreti, elbette her şeyi esbaba veren ve esbabı hakiki tesir sahibi zan eden biri için belki anlamsız/hayalcilik gelebilir.  Başka bir yazıyla, böyle biriyle soru cevap şeklinde bir muhavereyle neden mana-yı harfîyi okumaya çalıştığımız açıklanacaktır, inşallah. Kaynaklar: 1- “As the world wobbles”, ISAAC ASIMOV 08-15-1988 HOUSTON CHRONICLE.2- “Sun is the most perfect sphere ever observed in nature” 16 -8-2012 The Guardian.3- “Chandler wobble: two more large phase jumps revealed”, Zinovy Malkin and Natalia Miller 62, 943–2010Earth Planets Space.

Halil İbrahim PİRAHMEDOĞU 01 Mart
Konu resmiCanlı Varlıklardaki Denge
İnsan

Bütün bitki ve hayvan türleri çoğalmaya, yayılmaya, yeryüzünü kendi cinsleriyle doldurmaya meyillidirler. Fakat hiçbir canlının aşırı derecede çoğalıp yeryüzünü istila ettiği de görülmemiştir. Çünkü Cenab-ı Hak, çoğalmaya meyilli her canlının karşısına, başka bir canlıyı koyarak, onun aşırı derecede çoğalmasını önlemiş ve canlılar arasında bir denge sağlamıştır. Bilim adamları, birbirleriyle etkileşim içinde olup, birinin diğeriyle beslendiği canlıları incelemişler ve bunu besin zinciri adıyla isimlendirmişlerdir. Örneğin, çekirge otları, kurbağa çekirgeyi, yılan kurbağayı, kartal yılanı yer. Her biri diğerinin rızkı olur. Aynı zamanda birbirlerinin aşırı derecede çoğalmasını önlerler. Tabiattaki bu hal doğal seleksiyon değil, Allah’ın kâinata koymuş olduğu bir dengedir. Denizlerde milyarlarca balık, binlerce, milyonlarca yumurtlarlar. Mesela; Uskumru: 350 - 400 bin arası,  Has kefal: 150 bin - 1 milyon arası, Palamut torik 400 binden birkaç milyona kadar, Orkinos: yaklaşık 1 milyona yakın, Mığrı: 3-5 milyon, Mavi kefal balığı: 150 binden 7 milyona kadar, Levrek 500 bin - 2 milyon arası, Pervane balığı: 300 milyona yakın yumurta yapar. Bu yumurtaların hepsi balık olup bütün denizleri istila etmek isterler. Hâlbuki hiç de böyle olmamıştır. Çünkü Allah, onların karşısına koyduğu başka canlılarla, onların sayısını azaltmış, böylelikle, hiç bir balık türü denizleri dolduracak şekilde çoğalmamıştır. Hepsinin doğumları, yaşayışları ve ölümleri daima bir denge içinde sürmüş ve sürmektedir. Balıklarda görülen bu durum, bütün canlı varlıklar için de geçerlidir. Yeryüzündeki milyonlarca bitki ve hayvan türleri, sayıları, yaşayışları (hayat tarzları), doğumları ve ölümleri birbirinden çok farklı, birbiri içinde ve birbirine bağımlı bir şekilde yaşarlar. Bu milyonlarca canlı türünün yaşadığı yeryüzünde, her an bir karışıklık, bir kaos, bir dengesizlik ve felaket olması beklenirken, akılları hayrette bırakan bir denge içinde hepsinin hayatlarını sürdürdüğü görülür. Bu da, onları belli bir ölçü ve nizam içinde yaratan, idare eden, dengeleyen ilmi ve kudreti sonsuz bir yaratıcının, adil ve merhametli bir zatın varlığını gösterir.  Dengenin Bozulması Canlılar âleminde Allah tarafından konulmuş bir denge vardır. Fakat bu denge bazen insanların müdahalesiyle bozulabilmektedir. Kur’an bu duruma şöyle işaret eder: “İnsanların elleriyle işledikleri yüzünden kara(lar)da ve deniz(ler)de fesat çıktı; Allah da belki dönerler diye yaptıklarının bir kısmını böylece kendilerine tattırır.” (Rum, 41) İnsanların müdahalesiyle tabiattaki dengenin bozulması hakkında sayılamayacak kadar çok örnekler vardır. Onlardan iki tanesi üzerinde duralım. Avustralya ve Kaktüs 1900 yıllarında bir göçmen, Avustralya’ya bir kaktüs getirmişti. Bu kaktüs ekilmesinden bir müddet sonra o kadar hızlı bir şekilde yayıldı ki çok geçmeden tüm İngiltere'nin yüzölçümüne eş bir alanı kapladı. (Kaktüs, 24 milyon hektar araziyi kaplıyor ve her yıl 4 milyon hektar araziyi de istila ediyordu.) Bu hal şehirlilerin de, köylülerin de hayatlarını zorlaştırmaya başladı, ekinleri yok etti, tarıma darbe indirdi. Avusturalyalılar bu bitkinin hızlı yayılışını önleyecek bir çare bulamadılar. Bütün Avusturalya hiç bir engel tanımadan yayılan bu yabancı kaynaklı başıboş bitki ordusunun istilasına uğrama tehlikesi ile karşı karşıya kaldı. Böcek uzmanları, dünyanın çeşitli yerlerinde yaptıkları araştırmalar sonunda 1925 yılında sadece bu kaktüs ile yaşayan, sırf onun yapraklarını yiyerek beslenen bir böcek buldular. Bu böcek hızla ürüyordu. Aynı zamanda Avustralya'da, düşmanı olan bir başka böcek türü yoktu. Bu yüzden çok geçmeden söz konusu kaktüs türü bitkinin yayılmasını durdurdu. Arkasından kendi üremesi de yavaşladı. Günün birinde söz konusu kaktüs türü bitkinin, sürekli yayılışını önlemeye yetecek kadar az bir nesli kaldı.(1) Avustralya’da Tavşan Felaketi Tavşanlar her kıtada var olan bir hayvandır. Onların aşırı derecede çoğalarak dengeyi bozduğu da görülmemiştir. Fakat Avustralya’da durum çok farklı olmuştur. Şöyle ki: 1859 yıllarında Avustralya’ya yerleşen bir İngiliz, yanında iki düzine de tavşan getirmişti. Bu tavşanlar kaçtılar ve daha sonra -onları sınırlandıracak hayvanlar olmadığından- hızla üremeye başladılar. Birkaç sene içinde iki düzine tavşanın nüfusu on binlerle ifade edilmeye başlandı. İlerleme hızları senede orman içinde 10-15 kilometre, düz sahada ise 130 kilometre olarak tahmin ediliyordu. Verdikleri zarar ile baş edemeyen halk, bu konuda yönetimden yardım istedi. 1900 yılına gelindiğinde -sürekli avlanıp yakalanmaya çalışılmalarına rağmen- tavşanlar tüm kıtayı sarmaya başladılar. Tavşanlar, tarihe bir memelinin bir bölgeye en çabuk yayılışı olarak geçti. Halk, tavşan istilasını durdurmak için seferber olmuş avlanarak ve tuzaklar kurarak çevredeki tavşanları uzak tutmaya çalıştılar. 1901 yılında, doğu ve batıyı ayıran 3256 kilometrelik “tavşan geçirmez” bir çit örmeye başladılar. Çitin yapımının bitmesi 1907 yılını buldu. Maalesef çit tamamlanana kadar tavşanlar zaten çitin öteki tarafına geçtiler ve dünyanın en uzun çiti olarak bilinen “Rabbit-proof fence” bile tavşanları durduramadı. Bunlar da işe yaramayınca zehir çözümüne başvuruldu. Günümüzde de kullanılan bu uzaklaştırıcı kimyasal maddeler istenilen ölçüde sonucu vermeyince, 1950’li yıllarda biyolojik silahlara başvurmak zorunda kalındı. Bunlardan en önemlisi myxomatosis sadece tavşanları etkileyen bir hastalıktı. Kullanılmaya başlandığı sene % 99’luk ölüm oranı ile tavşan sayısını iki sene içinde 600 milyondan 100 milyona kadar düşürebildi. Zaman içinde tavşanlar bu hastalığa direnç geliştirmiş olsalar bile, myxomatosis halen tavşan savaşında kullanılan yollardan biri. Tavşanların bu kadar kısa sürede yayılışı, ekonomik ve ekolojik bir felaket olmuş. Tavşan istilası yüzünden tarla mahsulleri zarar görmüş, filizleri ve tohumların yok olmasıyla da çölleşme başlamış. Çölleşme diğer hayvanların ihtiyaç duydukları kaynakları tükettiği için, diğer canlıların hayatını çok zor hale getirmiş ve bazı türler yok olmuştur. Bugün soyu tükenmiş olan Avustralya canlılarının bir kısmı için (soyu tükenen her 18 canlıdan birisinin) sorumlusunun tavşanlar olduğu söyleniyor. Tavşan sayısının artmasına doğru orantılı olarak tavşanları çok seven tilki sayısı da artmış ve bu tilkiler çiftlik hayvanlarına saldırmaya başlamışlar. Tavşanlar ile süren savaş halen gündemde olan ve sürekli çözümler geliştirilmeye çalışılan bir problemdir ve Avustralya’da halen tavşanları kontrol altında tutmak için süregelen çalışmalar devam etmektedir. Mesela Queensland’de izinsiz tavşan sahibi olmak kesinlikle yasaktır ve besleyenler büyük para cezalarına çarptırılmaktadır. Doğada av ve yem olarak bulunan ve bu kadar tatlı ve zararsız gibi görünen tavşanların bir araya geldiklerinde nelere kadir oldukları hakkında çok çarpıcı bir örnek olduğu için, Avustralya tavşan istilası tarihe geçmiş bir örnektir. Halen günümüzde tavşan nüfusunu kontrol altında tutabilmek için önemli bir bütçe ayrılıyor, buna rağmen tavşanların çiftçiye tahmin edilen zararının yılda 100 milyon dolar civarında olduğu tahmin ediliyor.(2) Kaynak: 1- Bkz: Cressy Morrison, İlim İman Etmeyi Gerektirir, DIB. Ank, 1992, s. 912- Bkz: http://www.tavsan.org/avustralya_istilasi.php

İdris TÜZÜN 01 Mart
Konu resmiEşitlik, Adaletin Nesi Oluyor?
İnsan

Eşitlik, adalet aynı şeyler midir? Birbirinden farklı özelliklere sahip iki kişiye eşit muamelede bulunduğumuzda her zaman adaletli bir muamele mi yapmış oluyoruz? Pek çok kişinin âşık olduğu eşitlik kavramı, adalet kavramını da gerçekten kapsıyor mu? Eşitliğin uygulandığı alanlar hiç mi yok? Eşitlik adaletin nesi oluyor? Bu tarz sorular eskiden beri insanların aklını hep meşgul edegelmiş sorulardır. Şimdi biz de bu konuyu birkaç yönüyle ele almaya çalışacağız Eşitlik Ve Adaletin Tarifleri Bile Farklı! İlk adım olarak bu iki ifadenin aynı şeyler olmadığını söyleyerek işe başlayabiliriz. Çünkü öncelikle eşitlik ve adaletin sözlük anlamları bile birbirinden tamamen farklıdır. Zira sözlükler eşitlik için “İki veya daha çok şeyin eşit olması hali, denklik durumu” diye tanım yapıyorlar. Adalet içinse, “hak ve ihtiyaç sahibine hakkı gözeterek, hak ettiğini vermek demektir” şeklinde bir tarif çıkıyor karşımıza. Konuyu biraz daha açmak için şöyle bir örnek verebiliriz: Zengin birisi gelse, bir mahalle muhtarına dese, ben mahallenizdeki herkese ama herkese birer çift, 41 numara erkek ayakkabısı hediye etmek istiyorum. Ve hakikaten de dediğini yapsa, bu kişi gerçekten herkese eşit bir yardımda, eşit bir muamelede bulunmuş olur. Ama adil ve adalet üzere bir muamelede bulunmuş olmaz, olamaz. Çünkü o mahallede zenginler var, fakirler var. Erkekler var,  kadın ve çocuklar da var. 39, 40, 42, 43, 44… gibi daha küçük veya daha büyük numaralı ayakkabı giyenler var. Hatta mahalle sakinleri içinde ayakkabıya değil, o an için ayakkabıdan daha zaruri şeylere ihtiyacı olanlar da olabilir. Şimdi bu eşit yapılan yardımda herkese istisnasız bir çift ayakkabı hediye ediliyor. 41 numara erkek ayağına sahip olmayanlara da görünüşte bir iyilik yapılmış oluyor. Fakat ayaklarını sıkan veya ayaklarına bol gelen, belki de hiç ihtiyaçları da olmayan bu hediye ayakkabı, o ayak sahiplerine gerçekten bir iyilik midir, değil midir? Bu, üzerinde cidden düşünmemiz gereken bir konudur. Hâlbuki bu hayır sahibi, muhtarla beraber, öncelikle ayakkabıya ihtiyacı olanları tespit etseydi. Kadın, erkek ve çocuk olarak bu kişileri tefrik edip ayırsaydı. Muhtaçların ayak numaralarını öğrenip o şekilde bir yardımda bulunsaydı, belki herkese eşit davranmış olmayacaktı; fakat herkese aradıkları ve bekledikleri âdil ve ihtiyaçların karşılandığı bir muamelede bulunmuş olacaktı. İhtiyaç Ve Kabiliyetlerin Farklılığı Eşitliği Reddediyor! Adalet, ihtiyaçlara ve kabiliyetlere göre tecelli ediyor. Eşitlik hukuki anlamda “ayrımda bulunulmama durumunu” ifade ediyor. İki şeyin her şeyi farklıysa “Biz bunlar arasında ayırım yapmayacağız, fark gözetmeyeceğiz, aynı muameleyi yapacağız” diyorsak, aslında eşitlik yaparken o şeylere zulmetmiş oluyoruz. Sözgelimi; insana verilen burunla, hayvanlara verilen burunlar aynı olmadığı gibi, eşit de değildir. Ama bu hal, gayet adaletli bir takdir, hak üzere bir taksimdir.  Hayatını koku alarak devam ettirecek bir hayvana -mesela bir köpeğe- ihtiyacı olan burnu vermek adalettir; faraza öyle bir burun herkese verilseydi, köpek dışındaki herkese zulüm edilmiş olmaz mıydı? Eşitliğin olduğu yerde -çoğu zaman- zulme düşmek ihtimali baş gösteriyor. Arıya takılan kanat kartala takılsa, eşitlik yerine gelmiş olabilir ama bu arada adaleti ve ihtiyaçlara göre adil bir taksimi kaybetmiş oluruz. O yüzden her şey kendi makamında, kendi konumunda, kendi miktarında, kendi fıtratında neye layıksa, neyi hak ediyorsa öyle bir muameleye ihtiyacı vardır. İşte adalet de tam budur. Eşitlik İçinde Bazen Zulüm Vardır! Bir anne eşit olmayan yaşlardaki, değişik fıtratlardaki ve farklı cinsiyetlerdeki çocuklarına, yaşlarına ve fıtratlarına ve cinsiyetlerinin ihtiyaçlarına göre davranmasa, eşitlikçi bir anne olacağım diye ısrar etse, pekâlâ eşitlikçi bir anne olmuş olur. Lakin kendi eliyle kendi çocuklarına zulmetmiş zalim anneler listesine de girmekten kendini kurtaramaz. Çünkü eşitlik içinde farklılıkları görmemek, farklı fıtratları itibara almamak, değişik özellikleri yok saymak gibi bir zulüm vardır. O yüzden anneliği hakkıyla yapan, zalim anne olmak istemeyen anneler eşitlikçi değil, adaletçi annelerdir. Adaletin içinde eşitlik vardır; ama eşitliğin içinde her zaman adalet yoktur, çoğu zaman haksızlığın, zulmün izleri vardır. Eşitlik Değil, Adalet Her Yeri Kuşatmış! Evet, adalet her yeri kuşatmıştır. Mesela, koca bir çınar ağacını düşünelim. Heybetli gövdesiyle, pek çok dal ve budaklarıyla karşımızda ihtişamla duruyor. Bu ağacın köklerinden besinler ve su tüm ağaca dağılıyor. Ama ağacın bazı dalları büyük, bazı dalları küçüktür. Bazı yaprakları geniş, bazı yaprakları daha dardır. Kökleri yeraltında, gövdesi yer üstündedir. Şimdi kudretin faaliyetiyle bu ağacın istisnasız her yerine, her köşesine unutulmadan, karıştırılmadan ne kadar lazımsa, tam o miktar besin ve su ulaştırılıyor. Büyüğün ihtiyacı görülüp, küçük ihmal edilmiyor. Küçük şımartılıp, büyük hor görülmüyor. Adaletle kimin, neye ve hangi miktara ihtiyacı varsa, tam o miktar veriliyor. Hak sahibine neyi hak ediyorsa, yani neye müstehak ise o miktar, hassas bir şekilde ihsan ediliyor. Mesela yapraklar, güneş ışınlarından daha az zarar görmeleri ve su tutulum dengesini muhafaza etmek gayesiyle “kutikula” denilen mumsu bir tabaka ile kaplanıp görünmez bir güç ile korunuyor. Lakin öyle muhteşem bir adalet tecellisi var ki, yaprağın üst kısmı güneşle daha çok temas ettiğinden üst kısımdaki koruyucu tabaka alt kısma göre daha kalın bir ebatta yapılıyor. Çünkü üst kısım güneşe karşı daha zor bir durumdadır. Böyle bir koruyucu tabakaya hakkı ve ihtiyacı daha fazladır. Zira güneşin sahibi yaprağın da sahibi olduğundan, celalli güneşinden, cemalli yaprağını korumak murad ediyor ve koruyor. Bu arada ne kadar gariptir ki; bu hayati öneme sahip icraattan ne şuursuz ağacın, ne de akılsız yaprağın haberi oluyor. Görünmeyen bir el, nasıl ki 3 milimetrelik bir “ozon tabakası” ile koca dünyamızı güneşin zararlı ışınlarından koruyorsa, aynı görünmeyen o şefkatli el, daha nazik ve nazenin olan yaprakları ateş saçan güneşin hararetine karşı “kutikula” tabakası ile koruyup kolluyor. Bu hal bizim kulağımıza şu cümleyi fısıldıyor “Atmosferdeki ozon tabakası kiminse, yapraklar üzerindeki kutikula tabakası da onundur. Çünkü iki tabaka da aynı gayeye, aynı hayata hizmet ettiriliyorlar.” Peki, Eşitliğin Islâmiyet’teki Uygulama Alanı Neresidir? İslamiyet’te eşitlik, ancak adalet önünde, hukuk karşısında vardır. Peygamber Efendimiz (asm) “İnsanlar bir tarağın dişleri gibi eşittir” buyurmuşlardır. İnsanlar idare edilirken, seçme ve seçilme ve haklar yönünden ayrım yapılmayarak eşit muamele görmelidirler. Hukukun önünde padişah ile sıradan bir vatandaş birdir. Fatih Sultan Mehmed Han'ın bir gayr-ı müslim ile kanun önünde muhakeme olunması buna güzel bir şahid ve örnektir. Ancak kabiliyet, yaş, cinsiyet, ihtiyaç -özellikle ama özellikle fıtrat- gibi pek çok bakımdan farklı olan insanlara “sizler her şeyde eşit olacaksınız” denilse, bu adaletsizlik olur, zulüm olur

Ayhan Mirza İNAK 01 Mart
Konu resmiManevi Cihad
İbadet

Cihad, Allah yolunda İslâm’a, imana, Kur’ân’a hizmet etmek için maddî ve manevî çalışmak ve gayret etmek demektir. Kötülerle değil, kötülükle savaşın Cihadın maddî ve manevî olmak üzere iki şekli vardır. Maddî cihad, İslâm düşmanlarıyla maddî anlamda mücâdele etmek demektir. Manevî cihadın de iki ciheti vardır. Birinci ciheti, müminin nefis, şeytan ve günahlarla yaptığı manevî mücâdelesidir. “Mücâhid, nefsiyle cihad edendir.”(1) hadîs-i şerîfi buna işâret eder. İkinci ciheti ise, düşmanın maddî varlığını besleyen manevî altyapısı ile mücâdele etmektir.  Manevî cihâd, İslâm düşmanlarıyla fikren ve manevî olarak mücâdele etmek demektir. Kötülerle değil, kötülükle savaşmaktır. Kâfiri kâfir yapan fikir ve felsefe ile mücâdele etmek demektir. Yani kâfirin beslendiği manevî bataklığı kurutmak için mücâdele etmenin adıdır, manevi cihad. Meselâ, bir şehrin yakınındaki bataklıktan milyonlarca sineğin türeyip, o şehri istilâ ettiğini farz edelim. Bu istilâya karşı ne gibi bir mücâdele ortaya koymak gerekir? Bütün şehir halkı sinekleri tek tek öldürmek için uğraşsa veya sokaklara devamlı sinek ilâcı sıkılsa bu âfetin önü alınabilir mi acaba? Yoksa, bu sinek âfetinin kaynağı olan bataklık mı kurutulmalıdır? Elbette, bataklığın kurutulup ıslâh edilmesi daha köklü ve kalıcı bir çözümdür. İnsanların önce fikirleri değişir Fikir, sihir gibidir. Sihrin, insanı maddî-manevî etki altına alması gibi, fikir de insanları hattâ kitleleri etkileme ve bir tarafa kanalize etme gücüne sahiptir. Bütün toplumsal hareketlerin alt yapısında fikirler, ideolojiler vardır. İnsanların önce fikirleri değişir, sonra da duyguları ve en son olarak da davranışları... Yani bir insanı veya insan kitlesini bir tarafa kanalize etmenin, yönlendirmenin veya siyâsî bir hedef uğrunda harekete geçirmenin yolu, ilk önce fikirlerini değiştirmekten ve etkilemekten geçer. Günümüzde de ehl-i dalâlet, mukaddes değerlerimize yani maddî varlığımızın temelini teşkil eden manevî kodlarımıza karşı fikrî, felsefî ve kültürel bir saldırı hâlindedir. Bu manevî saldırıya karşı en önemli savunma –yukarıdan beri anlatageldiğmiz üzere- onların beslendiği fikrî ve felsefî yapıyı çökertmektir. Yani bataklığı kurutup ıslah etmektir. Maddî cihâd, düşmanın maddeten saldırısı zamanında ‘farz-ı ayn’ bir vazifedir. Böyle bir durumda genç, ihtiyar, kadın, erkek demeden herkese maddî cihâd farz-ı ayn olur. Fakat düşmanın taarruzu maddeten değil manevî ise, yani ilim, fikir ve kültür ileyse, o zamanda da manevî cihadı yapmak bütün müminlere farz-ı ayn olur. Bu durumda maddî kılıç çekilmez, manevî kılıçlar olan hakikatlerle, müsbet hareket düsturları içinde tebliğ ve irşâd ile mücâdele edilir. Çünkü manevî cihâdın silahları top, tüfek, tank, bomba ve füze değil; ilim, fikir, dua, tebliğ, irşâd, uhuvvet, tesânüd, ihlâs gibi manevî silâhlardır. Manevî cihad, maddî cihaddan daha kıymetlidir Manevî cihad, maddî cihaddan derece itibariyle çok daha kıymetlidir. Sevgili Peygamberimiz (asm), “Kıyamet gününde âlimlerin mürekkebi ile şehitlerin kanı tartılır, âlimlerin mürekkebi şehitlerin kanından ağır gelir.”(2) buyurarak bu hakikate işâret etmiştir. Bediüzzaman Hazretleri de manevî cihadın kıymetini şu şekilde ifâde etmiştir: “Mânevî cihadda küçük mesele zannettiğiniz, çok büyük olabilir. Bir neferin, bir saatte, mühim ve hususî şerâit dahilindeki nöbeti bir sene ibadet hükmüne bazen geçmesi gibi, bu ehl-i hakkın mağlûbiyeti zamanında, mânevî mücahede mesâilinde, küçük bir meseleye sarf olunan senin kıymettar bir günün, o neferin o saati gibi bin derece kıymet alabilir, bir günün bin gün olabilir. Madem livechillâhtır, o işin küçüğüne, büyüğüne, kıymetli ve kıymetsizliğine bakılmaz. İhlâs ve rızâ-i İlâhî yolunda zerre, yıldız gibi olur. Vesilenin mahiyetine bakılmaz, neticesine bakılır. Madem neticesi rızâ-i İlâhîdir ve mayası ihlâstır; o küçük değildir, büyüktür.”(3) Manevî cihadın maddî cihâda olan bir üstünlüğü de; manevî cihadla kâfirlerin dahi imâna gelmeleridir. Maddî cihadda ise, kâfirin maddî vücûdu ortadan kaldırılır. Küfür üzere öldüğünden dolayı da ebediyen cehenneme gider. Fakat manevî cihadda, kâfirin irşâd edilerek kalbinin fethedilmesi vardır. Bir hadîs-i şerîfte Sevgili Peygamberimiz (asm), “Bir kişinin imanına vesile olmak, güneşin üzerine doğup battığı herşeyden daha hayırlıdır.”(4) buyurarak, manevî cihadın neticesi olan imanların kurtulmasının önemine vurgu yapmıştır. Buna güzel bir misal de, Hayber Kalesi’nin fethi sonrası Fahr-i Kâinat Efendimizinin (asm) Hazret-i Ali’ye (ra) hitâben şöylediği şu sözdür: “Yâ Ali! Değil Hayber’i, bütün dünyayı da fethetsen, bir insanın imanına sevindiğim kadar sevinmezdim.” İşte Efendimiz’in (asm) bu ifâdesinden de anlaşılacağı gibi; maddî cihad neticesinde fethedilen Hayber Kalesi’nden ziyâde, manevî cihadla kalplerin fethedilmesi çok daha büyük bir fetihdir. İslâm ordularının başkumandanı Hâlid bin Velid (ra) ile bir siyâset dâhisi olan Amr bin Âs’ın (ra) Müslüman oluşları, maddî kılıç korkusundan değil, manevî kılıç olan iman hakikatleri ile, İslâm ahlâkı iledir. Hudeybiye sulhu ile maddî kılıç kınına girmiş, manevî kılıç olan iman ve Kur’ân hakikatleri ile İslâm’ın güzellikleri kendini göstermiş ve kuvvetle asla ıslâh edilemeyecek olan bu gibi büyük sahabelerin kalplerini İslâm’ın güzellikleri ve imanın hakikatleri fethetmiştir. Kendi rızalarıyla gelip Rasûlullah Efendimiz’e (asm) teslim olup iman etmişlerdir. Bediüzzaman ve manevî cihad Câhilliğinden, inadından veya ibâdetlerin nefsine ağır gelmesinden dolayı Allah’a ve âhirete inanmayan bir insan tahayyül edelim. Bu kişinin inançsızlığı, fikrî bir temele dayanmadığı için etrafındaki insanlara verebileceği ciddi bir zarar yoktur. Sadece “Ben inanmıyorum” der. Fakat, “İnanmıyorum; çünkü canlı türleri birbirlerinden evrimleşerek tesâdüfen oluşmuştur” diyen bir kişi ise çok tehlikelidir. Çünkü inançsızlığını kendince Evrim Teorisi denilen fikrî bir alt yapıya oturtmuştur. Bu fikri ileri süren birisi, etrafındaki pek çok insanları aldatabilir, onların da imanlarını çalabilir. Bu teorinin aklen ve mantıken, nerede haktan saptığını bilemeyen pek çok insanlar, bu sihirli fikrin büyüsüne kapılıp haktan sapabilirler. İşte bu gibi kendince hurâfe de olsa fikrî bir alt yapıya oturan küfür fikirlerini ortadan kaldırmanın yegâne çaresi; Kur’ân ve iman hakikatlerini aklî ve mantıkî delillerle ispat edip, küfür fikrinin temel taşını parçalamaktır. Yani ehl-i dalâletle manevî (fikrî) bir mücâdele yapmaktır. Bu sırdan dolayıdır ki Bediüzzaman Said Nursî Hazretleri, “Bu zamanda ehl-i İslâm’ın en mühim tehlikesi, fen ve felsefeden gelen bir dalâletle kalplerin bozulması ve imanın zedelenmesidir. Bunun çare-i yegânesi nurdur, nur göstermektir ki, kalbler ıslah olsun, imanlar kurtulsun.”(5) diyerek küfürle manevî cihadın önemine işâret etmiş ve bütün mücâdelesini bunun üzerine bina etmiştir. Şeyh Said, ayaklanmak üzere Bediüzzaman Hazretlerinden yar­dım ve fetva istediği zaman, Hazret-i Üstad’ın verdiği cevap şöyle olmuştur: “Türk milleti asırlardan beri İslâmiyet’e hizmet etmiş ve çok veliler yetiştirmiştir. Bunların torunlarına kılıç çekilmez. Siz de çekmeyiniz, teşebbüsünüzden vaz geçiniz. Millet, irşad ve tenvir edilmelidir.” Hazret-i Üstad bu cevabıyla milletin irşâd ve tenvire muhtaç olduğunu, yani manevî cihad yapmak lâzım geldiğini söylüyordu. Yine bir başka beyânında, niçin bütün gücüyle iman üzerinde durduğunu şöyle ifâde etmektedir: “Dünya, büyük bir mânevî buhran geçiriyor. Mânevî temelleri sarsılan garb cemiyeti içinde doğan bir hastalık, bir vebâ, bir tâun felâketi, gittikçe yeryüzüne dağılıyor. Bu müthiş sâri illete karşı İslâm cemiyeti ne gibi çarelerle karşı koyacak? Garbın çürümüş, kokmuş, tefessüh etmiş, bâtıl formülleriyle mi? Yoksa, İslâm cemiyetinin ter ü taze îman esaslarıyla mı? Büyük kafaları gaflet içinde görüyorum. Îman kalesini küfrün çürük direkleri tutamaz. O­­nun için, ben yalnız îman üzerine mesâimi teksif etmiş bulunuyorum.”(6) Baba evladına silah çekmez Günümüz toplumundaki problemlerin kaynağında da bu tür sebepler yatmaktadır. Dünyanın globalleşip adeta küçük bir köy haline gelmesi, kültürler arasında etkileşimin yollarını açmıştır. Bu bir taraftan iyi olmakla beraber, diğer taraftan –maalesef- savunmasız ve birikimsiz olan toplumlarda Batının hakimiyetini beraberinde getirmiştir. Şimdilerde maddi savaşlardan çok, manevi ve ahlaki savaşlar hüküm sürmektedir. İlahi kaynaktan beslenmiş ahlak anlayışından mahrum kafalar, her türlü ahlakilikten uzaklaşarak inanılmaz toplumsal problemler üretmişlerdir. Kendi öz kültüründen nasipsiz bir toplum da her türlü kültürel ve ahlakilikten uzak propaganda ve bombardımana açık hale gelmektedir. Bunun neticesinde görünüşü milli, fakat kafa ve kalbi gayr-i millli fertler üretilmektedir. Yerdeki kaldırım taşını koparıp kendi polisine atan, devletin otobüsünü ateşe veren bir anlayış, kendi kültür ve inanç anlayışından uzaklaşmıştır. Bu anlayıştaki fertlere karşı yapılacak çalışma da öncelikle manevi olmalıdır. Kurumlar –özellikle eğitim kurumları- ve toplum, bu tür arızaları onaracak kabiliyete kavuşturulmalıdır. Kendi evladının problemlerini onunla anlaşarak çözebilen bir baba gibi, kurumlar ve toplum da kendi evlatları ile anlaşabilmeli, kendini ayakta tutan değerlerle kendi fertlerini özüne döndürebilmelidir. Dahili problemlerde savaş ve kavga, ancak hariçtekilerin işine yarayacaktır. Kaynaklar: 1- Tirmizi, “Fezâiü’l-Cihad2- Suyûti, el-Câmiu’s-Sağir, nu: 10026; İbn Abdilberr, Câmiu Beyâni’l- İlm, nu: 3- 20. Lem’a4- Hudarî, Nûru’l-Yakîn, s. 2555- 16. Lem’a6- Târihçe-i Hayat

Mustafa TOPÖZ 01 Mart
Konu resmiTarihten Sayfalar
Tarih

24 Mayıs 1819Bir Buharlı Gemi İlk Defa AtlantikSeferine Çıktı Dünya tarihinde ilk defa bir buharlı gemi, Atlantik seferine çıktı. 320 tonluk Savannah adlı gemi, Kaptan Moses Rogers yönetiminde, 24 Mayıs 1819 günü Amerika’nın Savannah Liman'ından ayrıldı. 27 gün 11 saat süren bir yolculuktan sonra, İrlanda açıklarında yakıtı bitti ve yelken açtı. Bu gemide hiç yolcu yoktu. Zira o dönemde, buharlı bir geminin kazanının patlayabileceği şeklinde çıkan söylentiler üzerine hiç kimse bilet parası ödeyerek böyle bir gemiye binmeye cesaret edemiyordu. Eşya Olarak Bir Elinde Sepeti, Diğer Elinde de Kur’ân Vardı Bediüzzaman Hazretleri, 1927 yılının Şubat ayında ilk sürgün yeri olan Burdur’dan sonra Isparta’ya ve ardından da Barla’ya sürgün edilir. Üstad Hazretleri Barla’ya nakledilirken, kendisine bir jandarma eri refakat etmektedir. Bediüzzaman Hazretlerinin Barla’ya nakli için Eğirdir Gölünün kayıkla geçilmesi gerekmektedir. Üstad Hazretlerine refakat eden jandarma eri o anları şöyle anlatmaktadır: “Kayık parasını Bediüzzaman Efendi çıkardı verdi. Sonra on kuruş vererek, bir kilo çekirdeksiz üzüm aldırdı. Kayığa binerken, eşya olarak elinde bir sepeti, sepetin içinde çay demliği ve birkaç bardak, bir tane seccade, diğer elinde de bir Kur’ân vardı. Kayıkta iki kayıkçı ile kayıkçının tanıdığı bir zat, iki de biz beş kişiydik. Öğleden sonra idi. Hava soğuktu. Göl, yer yer buz tutmuştu. Önde kayıkçının biri, elinde uzun bir sopa ile buzları kırarak yelkenli kayığa yol açıyordu. Bediüzzaman Efendi, yolda bize birer parça üzüm ve şark işi pestil ikram etti.” (devam edecek) Bereket Nevfel bin Hâris bin Abdülmuttalib (ra), Resûlüllah’tan (asm) evlenmek üzere yardım istemişti. Resûlüllah (asm), onu bir kadınla nikâhladı. Sonra Nevfel’den mehir olarak bir şey vermesini istediyse de, o sahabî mehir olarak verebilecek bir şey bulamadı. Bunun üzerine Resûlüllah (asm), zırhını Ebû Râfi’ (ra) ile Ebû Eyyûb’a (ra) gönderdi. Onlar da bu zırhı bir yahudiye rehin bırakarak karşılığında 30 ölçek buğday aldılar ve Resûlüllah’a (asm) gönderdiler. Peygamber Efendimiz (asm), onu Nevfel’e verdi. Nevfel ve hanımı bunu tam altı ay boyunca yediler. Sonra ne kadar kaldı diye ölçtüklerinde aynen eve girdiği gün gibi hiç eksilmeden durduğunu gördüler. Durumu Peygamber Efendimize (asm) arz ettiklerinde; Resûlüllah (asm): “Eğer onu ölçmeseydiniz, ömrünüz boyunca (erzak olarak) yerdiniz” buyurdular. (İbn-i Kesir, el-Bidâye ve’n-Nihâye, 6/119) 12 Mayıs 1771Fatih Camii Yeniden İbadete Açıldı Havariyyûn Kilisesi'nin yerine Fatih Sultan Mehmed tarafından inşa ettirilen Fatih Camii, 1470 senesinde ibadete açılmıştır. 22 Mayıs 1766 tarihinde İstanbul’u vuran büyük depremde Fatih Camii’nin büyük kubbesi tamamen yıkılmış ve Fatih Külliyesi de zarar görmüştür. Sultan III. Mustafa, Hâşim Ali Bey'i bina emini tayin ederek önce türbe ve külliye binalarını yaptırmıştır. Ardından 1767’de Sarım İbrahim Efendi nezaretinde Fatih Camii'nin yeni bir plana göre aynı yerde inşasına başlanmış, daha sonra İzzet Mehmed Bey nezâretinde inşaat devam etmiştir. Yeni inşa edilen Fâtih Camii, ilkinden farklı olmakla beraber bazı yerlerinde eskisini hatırlatan iz ve kalıntılar mevcuttur. Ayrıca 19. yüzyıla kadar tek şerefeli olan minarelere bu yüzyıl içinde birer şerefe eklenerek boyları yükseltilmiş, aynı yüzyıl sonlarında da külahları taştan yapılarak yenilenmişse de 1967'de tekrar kurşun kaplı ahşaba çevrilmiştir. Silahtar Mustafa Paşa Kervansarayı Silahtar Mustafa Paşa Kervansarayı, Malatya’nın Battalgazi ilçesinde yer almaktadır. Kervansaray, Sultan 4. Murad’ın silahtarı Mustafa Paşa tarafından yaptırılmıştır. Kervansarayın inşaatına 1636 senesinin Mart ayında başlanmış ve 1637 senesinin sonlarına doğru bitirilmiştir. Kervansaray, Doğu’ya giden ticaret yolları üzerinde önemli bir geçiş yeri olarak kullanılmaktaydı. Kervansarayın cephesinde yontma taştan yapılmış kemer kapının iki yanında altışar kargir kemer dükkân bulunmaktadır. Kervansarayın giriş kapısı demirdendir, bunun iç taraflarında her iki yanda birer oda vardır. Evliya Çelebi, seyahatnamesinde kervansarayın 170 gözlü olduğunu belirtmiştir. Kitabesi, Şeyhülislâm Zekeriya Yahya tarafından yazılmıştır. 06 Mayıs 767İmâm-ı A’zam Ebû Hanife HazretleriVefat Etti Asıl ismi Numan bin Sâbit olan İmâm-ı A’zam Hazretleri, 699 senesinde Irak’ın Kûfe şehrinde dünyaya gelmiştir. Babası Sabit bin Zuta, Hz. Ali (ra) ile görüşmüş, kendisi, evladı ve zürriyeti için onun duasını almış sâlih bir zattır. Kûfe’de büyüyen İmâm-ı A’zam Hazretleri, çok küçük yaşta Kur’ân’ı hıfzetti. Ashâb-ı Kirâm’dan Enes bin Malik, Abdullah bin Ebi Evfa, Vasile bin Eska, Sehl bin Saide ve Ebu Tufeyl Amir bin Vasile’yi (ra.ecmain) gördü. Onların sohbet meclislerinde bulunup hadîs dinledi. İmâm-ı A’zam Hazretleri, devrinin seçkin âlimlerinin pek çoğuyla görüşüp ders almış olsa da, asıl hocası Hammad bin Ebi Süleyman’dır. Yetiştirdiği talebelerin sayısı dört bine ulaşmıştır. Hanefî Mezhebinin kurucusudur.

Ahmed Said GÜNDÜZ 01 Mart
Konu resmiİstanbul Bir İslam Şehri, Bir Osmanlı Şehri, Bir Türk Şehridir
Mülakatlar

Mülakat: Ptof. Dr. Feridun EMEGENMülakatı Yapan: Metin Uçar Dîni, coğrafi, siyasi, ekonomik anlamda İstanbul hep hedef gösterilmiş, tabir yerinde ise. Nazarlar o tarafa yönlendirilmiş. Neden İstanbul bu kadar değerli? İstanbul, Hristiyan dünyası için önemli bir şehirdi ama aynı zamanda İslam dünyası için de önemli bir şehir haline geldi. İslamiyet’in vücut bulduğu coğrafya düşünüldüğünde, biraz ileride Bizans var, Bizans hakimiyetindeki yerler var. Orayla olan bir bağlantı söz konusu. Dolayısıyla Bizans'ın başşehri olmak hasebiyle, İstanbul dünyada giderek bilinen bir yer haline geldi. Bununla beraber hadis literatüründe ismi geçen bir şehir. Bu literatüre girmiş olması cihetiyle, daha sonra Arap coğrafyacıları vasıtasıyla iyice yerleşmiş hale geliyor. Yani Emeviler, Abbasiler döneminden itibaren bütün İslam dünyası İstanbul’u bir hedef olarak belirlemeye başladı. İlk kuşatma Emeviler zamanında oldu. İslam’ın çok erken dönemlerinde İstanbul, doğrudan doğruya hedef telakki edilmişti. Ardından da Abbasilerin iki-üç seferi daha var. Peşi peşine geldi. Tabi bunun bir arka planı da olması lazım. Bu arka plan da doğrudan doğruya İstanbul’un bu dini vurgularla ön plana çıkarılmasından kaynaklanıyor.  Peki nasıl ortaya çıkarıldı derseniz; yani niye böyle bir durum oldu derseniz, o da; muhtemelen hadis literatürüne dayalı bir anlayışın hakimiyeti var. Tabi siyasi bir hakimiyet de söz konusu İstanbul üzerinde. Ama hadislerle desteklenen tarafı da var. Çünkü iki hadis var, önemli şekilde vurgu yapılan. Bunlar ilginç bir şekilde kıyametle ilişkilendirilen hadisler. Kıyametin ne zaman kopacağı ile ilgili bahisler var. O bahisler İstanbul’da geçiyor. Yani İstanbul alındığı zaman kıyametin kopma emarelerinin belireceğine dair vurguları olan hadisler. Tabi böyle olunca İstanbul çok daha farklı bir yere geliyor. Çünkü İstanbul alındıktan sonra artık bütün dünyanın Islâmiyet’le tanışacağı vurgulanıyor. Kıyamete yakın zamanda herkes Müslüman olacak, biliyorsunuz anlayış o şekilde. Herkes Müslüman olacak. İdare edilecek bir kimse kalmayacak. O yüzden son hükümdar, ebedi hükümdar. Hükümdarlık alameti de mehdiye verilecek. Ve artık dünyanın sonu gelmiş olacak. Anlayış böyle olduğu için, İstanbul bu noktadan da önemli bir yer. Peki hocam, İstanbul’un Islâm alemi için böyle bir tarafı var, hadis-i şeriflere dayanan. Hristiyan alemi için de böyle bir dayanak var mı? Tabii ki. Hristiyan alemi için de şöyle bir önemi var. Burası ilk Hristiyan Bizans biliyorsunuz. Doğu Roma’dır. Hristiyan Doğu Roma’nın merkezi, ilk Hristyan merkez oalrak biliniyor. Çünkü bir Hristiyan şehri olarak kuruldu, 1. Kostantin tarafından. O yüzden önemli bir yer. Ondan önce böyle bir yer yok. Roma var ama pagan bir Roma’ydı. İstanbul, Hristiyan kenti olarak kurulan bir şehir hüvyetinde; o yüzden çok önemli batı dünyasında. Bugün bile hala zihinlerde İstanbul -o anlamda- yerini muhafaza ediyor. Her iki taraf için de böyle önemi var. İstanbul için söylenen pek çok sözler olmuş. Mesela "Dünya tek bir ülke olsaydı, başşehri İstanbul olurdu, diyenler olmuş. Veya İstanbul’a hakim olan, bütün dünyaya hakim olur." Bu tarz sözlerin söylenmesine sebep, gerçekten İstanbul böyle olduğu için mi yoksa yukarıda bahsedildiği şekilde dini hassasiyetlerle söylenen sözler mi? Dini hassasiyetler var ama İstanbul’un coğrafi ve siyasi konumu da önemli. Bu öneminden dolayı sadece siyasi, coğrafi konumu değil; aynı zamanda bir takım manevi vurguların da yapılması gerekiyordu. Yani motive edecek bir güç gerekiyordu. Genellikle bunlar yapılır. İstanbul bu anlamda onun dışındakiler tarafından ele geçirilmesi gereken bir yer telakki edildi. Siz İstanbul’u tarihi perspektifiyle gözleyen birisi olarak 1. Petro'nun söylediği, “İstanbulu elinde tutan dünyaya hakim olur” sözüne katılıyor musunuz? O biraz abartılı bir söz. Çünkü böyle bir şey söylemek pek mümkün değil. Tamam, o dönemin dünya coğrafyasına bakıldığında İstanbul’un merkeziyeti ortaya çıkıyor. Ruslar açısından bu daha bir anlam ifade ediyor. Ama mesela İranlılar açısından neyi ifade edecek? Rusların temel politikaları sıcak denizlere inmek. O anlamda en stratejik alan boğazlar ve İstanbul tabi. Yani o öyle söyleyecek. Öyle bir kişilik durumu var; ama dediğim gibi bilhassa 18-19. yüzyıldan itibaren başlayan sömürgeleşme süreci içerisinde dünyanın mihveri çok farklılaştı. Peki İstanbul Emevilerle başlayan bir süreçte sürekli muhasara altında, ta ki Fatih’e gelene kadar. Bir çok sebepleri olabilir muhakkak ama neden özellikle Fatih, siz ne görüyorsunuz? İstanbul hiç alınmadı değil aslında. Mesela 1204’de Latinler geldiler, İstanbul’u aldılar. Savaşla aldılar hatta. Müslüman dünyası açısından Fatih ele geçirdi. Ama Bizans'ın da bir şansı vardı; ilk Arap kuşatmaları İstanbul’un güçlü olduğu bir dönemde, direnebileceği bir dönemde idi. Ve İstanbul için şöyle bir durum var. Her ne kadar geniş bir alana yayılmış olsa da -tarihi yarımada düşünüldüğünde- çok kavi ve sağlam surlara sahip. O surlar iyi müdafaa edildiği için, o dönemde aşılmaz gibi gözüküyor. Bir de denizle çevrili etrafı. Yani İstanbul’u almanız için denizden de, karadan da sıkıştırmak lazım. Araplar bunu yapmaya çalıştılar, ama Arapların arka planı yoktu. Bulundukları coğrafyadan çok uzağa geldikleri için, onu destekleyebilicekleri bir güce sahip olamadılar. Vakta ki Osmanlılar etrafını tamamen kendi toprakları yaptılar, İstanbul’un düşmesi mukadderdi. Fatih’e nasib oldu. Daha önce Yıldırım Bayezit döneminde nerdeyse alınacaktı. Timur ortaya çıktığı için orada darbe vuruldu ve İstanbul’u alamadılar. Yıldırım Bayezit döneminde İstanbul’un Osmanlıların eline geçmesi işten bile değildi. Biraz da nasip sanki. Ya da bütün sebepler hazırdı... Tarihte böyle şeyler olabilir. Herşey hazırdır, ama vakti gelecek ki her şey ona göre olacak. Bu bir kaderdir. Bu şehrin ve Fatih’in kaderi demek ki böyleymiş. O şartlar oluştuğu zamanda Fatih Sultan Mehmet kenti rahat bir şekilde aldı. 50 küsur gün sürdü ama Osmanlılar aslında çok da zorlanmadılar bu şehri alırken. Onu söyleyelim. Direniş oldu ama kademe kademe. Kendilerini çok da ezdirmeden. Çünkü ne de olsa kalede bulunanların hücum edenlere karşı nerdeyse 1’e 10 üstünlüğü vardır. Öyle bakmak lazım. İstanbul diğer bütün özellikleriyle beraber, içerisinde Ayasofya’nın ciddi bir ehemmiyeti var. Çünküilk Hristiyan aleminin merkezi. Ayasofya'nın camiye çevrilmiş olması da büyük bir olay o günküşartlar içerisinde. Fakat şu an yine böyle bir durum var. Yani müzeye çevrildi vesaire. Ayasofyanın şu an durumu nedir? Yani nasıl değerlendirmek lazım, nasıl görmek lazım? Tarihen bakıldığında Osmanlılar fetihlerinde ele geçirdikleri şehrin en büyük kilisesini -katedral olur veya başka bir şey olur- fetih alameti olarak camiye tahvil ederler. Bu bir uygulamadır. İstanbul da bu uygulama ile karşı karşıya kaldı. Ayasofya bir cami haline getirildi. Büyük bir mabetti ama Ayasofya’nın aynı zamanda dini bir birikimi de var. O zaman için dünyanın en büyük abidesi sayılabilir. Osmanlı döneminde burası geleneğe uygun bir şekilde cami haline getirildi ve yüzyıllar boyunca bu şekilde kullanıldı. Ayasofya'nın kendine has vakıfları ve sistemin ilerlemesi için yapılan uygulamaları vardır. Osmanlı döneminde bu devam etti. Sonra vakıflar sarsıldı. Osmanlı son döneminde başladı bu durum. Yeni Türkiye Cumhuriyeti kurulduktan sonra da, zaten sistem farklılaştığı için, bu da değişime uğradı. Ve alınan kararla Ayasofya’nın bir müze haline getirilmesi süreci uygulandı. Yani dediğim gibi bu hükümetin tercihi oldu. Şuandaki durumu malum, yani ne olabilir? Alınacak bütün kararlar, mutlaka siyasi bir çerçeveye bürünmeye mahkumdur. İstanbul’da yaşayan ve tarihi süreci de gözlemlemiş birisi olarak bu günden İstanbul’a baktığınızda neler söylersiniz? İstanbul her şeye rağmen güzel bir şehir, cazip bir şehir. İnsanı çeken bir dokusu var. Hiç şüphe yok ki, ekonomik bir merkezde olduğu için son zamanlarda aşırı şekilde büyüdü. Her şeye rağmen güzelliğini muhafaza ediyor. Fakat şunu samimiyetle söylemeliyim ki; aşağı yukarı 20-30 yıldan beri İstanbul’da çok ciddi bir tahribat var. İstanbul’un dışındaki gelişim alanlarına söyleyecek bir sözüm yok. İstediğiniz binayı yapabilirsiniz, ama tarihi yarım adaya dokunmamak lazımdı. Bu tarihi yarım adaya dokunma hevesimiz cumhuriyet döneminde hatta cumhuriyet döneminden önce başladı aslında. Sanayileşmeyle başlayan süreçti. Mesela Haliç kıyıları bir sanayi yeri haline getirildi. Sarayın ortasından demir yolu geçirdik Osmanlı'nın son dönemlerinde. Bunun gibi tahribatlar. Sarayın surları yıkıldı. Bu durum cumhuriyet dönemine geldiğinde yine aynı şekilde devam etti. Bu defa da İstanbul içerisindeki yıkımlar, oynamalar sürdü. Ardından Menderes döneminde büyük bir tahribat meydana geldi. Yol açacağım diye tarihi eserlerin çoğu ortadan kaldırıldı. Camiler gitti. Çeşmeler gitti. Ve yollar açıldı. Büyük caddeler açıldı. Tahribat bununla da iktifa etmedi. Bugün bile hala -şehir içerisindeki inşaat izinlerine baktığımızda- bunu görüyorsunuz. Bir de ulaşımı sağlamak için alttan yapılan kazılarda şehrin üst yapısını etkileyebilecek yenilikler de var. Haliç’e yeni bir köprü yapıldı vesair. Bu şehrin iç bünyesiyle oynamamak lazım. Tamam İstanbul dışında herhangi bir şey yok, iyi planlarsınız planlamazsınız, yaparsınız; ama İstanbul’un sur içi tarihi şehrine dokunmayın. Orası biblo gibi kalsın. Yani bir başkasının elinde olsaydı inanın orası şehrin ana merkezi olurdu. Milyonlarca turistin gezebileceği bir alan haline gelirdi. Ve o eski hali yaşardı. Biz orayı bir çalışma alanı haline getirdik. Bozduk, tahrip ettik. Bizim öğrencilik yıllarımızda, nerdeyse eski tarihi hamamların içini oyup oralarda dükkanlar vardı. Yine onun bir takım emarelerini görüyorsunuz. Ve hakeza Eminönü, Tahtakale, Haliç sırtlarına yakın mahallelerde o tarihi eserlerin durumunun perişanlığını. Surlar yine aynı şekilde kenarı etrafındaki yapılaşmalar. Yani böyle bakıldığında, İstanbul’u bu anlamda koruyacak kollayacak ve suriçi İstanbul’a tarihi çevresini kazandıracak bir iradeye ihtiyaç var. Ama diyoruz ki, en azından bari bir şey yapmasınlar içerisine. Ona izin vermesinler. Ona da razıyız. Bu şehir, kadim bir şehirdir. Bütün dünyanın gözünü diktiği bir şehir. Üzülüyoruz şahsen. Ben gezdikçe, İstanbul’un nefsinde/merkezindeki bu duruma gerçekten çok üzülüyorum. Üstelik hemen yanı başında üç devasa binalarla silueti bozacak şekilde... İstanbul tarih boyunca ona Türk İslam şehri hüviyetini veren inşaatlarla süslendi. Osmanlı döneminde Fatih Sultan Mehmet, Fatih Camiini yaptırdı. Süleymaniye, Bayezit Camii, ondan sonra diğer sıra sıra gelen camiler. Nurosmaniye falan. Böyle bir siluet var. Oluştu. Osmanlı mirası; Osmanlı artık yani Hristiyan İstanbul’u değil. İstanbul’u bir İslam şehri, bir Osmanlı şehri, bir Türk şehri haline getirdiler. Şimdi biz ne yapıyoruz; o silueti bozacak binalarla beraber onun yanına adeta mezar taşları dikiyoruz. Önemli bir ilim, irfan adamımız gökdelenleri kastederek öyle söylemişti. Bunlar resmen İstanbul’umuzun mezar taşlarıdır.İstanbul'un mezar taşlarını dikiyoruz artık. İstanbul yaşamıyor. İstanbul müteveffa oldu. Şimdi biz de mezar taşlarını dikiyoruz, demişti. Şimdi biz de mezarlıkta gezen insanlarız. Ahlıyoruz, vahlıyoruz maalesef … Peki bütün bunlarla bereaber şöyle bir öngörünüz olur mu? İstanbul kadim bir şehir; kıyametle bağlanan tarafları da var. Kıyamete kadar gidecek bir tabloda okunuyor tarihi boyunca. -Siyaseten okumak belki tarihen bakmakla aynı şey olmaz ama- İstanbul ileride yine belirli bir keyfiyet kazanır mı? İstanbul o anlamda bir ağırlık kazanır mı bilemiyorum. İlerideki gelecek nesillere nasıl bir miras bırakacağımıza bağlı her halde birazda. Bu gidişle nereye kadar gidecek, aşırı bir büyüme ve büyük bir nüfus yoğunluğu var. Yeni yapılacak olan inşaatlar, köprüler, havalimanları vesaire... Hayatı kolaylaştırıyor ama aynı zamanda da getirmiş olduğu çok önemli yükler var. O yükü azaltan değil, aynı zamanda ilginç bir şekilde artıran bir tarafı, bir gelişimi de sağlıyor. Ulaşım meselesinde ciddi problemler var. Daha tamamlanmış değil yapı itibariyle. En ufak bir yeşil alan olsa, oraya derhal devasa yüksek binalar dikmeye müheyya  bir durum söz konusu. Sur dışındaki gelişmeler açısından söylüyorum. Bütün bunlara bakıldığında aşırı bir büyümesi var. Yani geleceği ben göremiyorum bu anlamda. Yani nasıl bir yer olur, görmekte zorluk çekiyorum. Ciddi bir irade gerektiğini tekrar vurgulamak istiyorum. Burda şunun katkısı olur mu hocam? Şimdi Çanakkale diyoruz. Orada bir ruh oluşturmaya çalışıyoruz. Ziyaretler vesaire ile.. İstanbul için o ruhu yansıtacak, yaşatacak çalışmalar var mıdır, yeterli midir? O anlamda bir çalışma yapıldığını hiç tahmin etmiyorum. Yani şimdi bir takım projeler yapılıyor; devasa binalar yapalım da İstanbul’u görünür kılalım falan; ama buna gerek yok, İstanbul zaten görünür kılacak eserlerle dolu bir şehir. Onları ihya edelim, onları açalım. Orayı muhafaza edelim. İstanbul'un tekrar böyle görünür devasa inşaatlara ihtiyacı yok gibi görüyorum ben şahsen. O bakımdan ihtiyacı olmayan bir yer İstanbul. Zaten kendi siluetiyle Türk İslam şehri havasını buram buram veriyor. Kimse buraya geldiği zaman şöyle bir şehir, böyle bir şehir diye düşünmüyor ki. Damgası orada hazır. Yani buraya ayrı bir alamet-i farika yapmaya gerek yok. Yeni kurulan bir şehir olsa alamet-i farikasını yaparsın. O' damgasını vurursun. Zaten var İstanbul’un, kendine has özellikleri. Yoksa her yapılan yeni şey, mevcut olan siluetinin ve etrafının çirkinliğini daha da artırıyor yani mevcut olan yapısını daha da çirkinleştiriyor.

Mülakatlar * 01 Mart
Konu resmiİstanbul'un Manevi Fatihi: Akşemsettin Hazretleri
Tarih

Osmanlı Devleti, fethettiği yerleri maddi alanda olduğu gibi manevi alanda da fethetmiştir. Her gittiği yere adalet, merhamet ve insanlığı da götürmüştür. Toplumda bu manevi dengeleri yerleştirmekle, insanlar için saadetli ve huzurlu bir ortam sağlamıştır. En önemli hizmet: adam yetiştirmek Şüphesiz bu manevi alandaki fethin temelinde, Kur’an-ı Kerim ve Sünnet-i Seniyyenin düsturları vardır. Ve bu düsturları hayatlarında tam olarak gösteren âlimler, evliyalar gibi manevi kutuplar yer almaktadır. Bu mübarek insanlar, topluma rehber oldukları gibi, devlet adamlarına da büyük birer rehber olmuşlardır. Hayatlarının tek gayesi rıza-yı İlahi olmak haysiyetiyle, memleketin selameti ve istikbali için adam yetiştirmekle, büyük fedakârlıklar göstermişlerdir. İşte bu manevi fatihlerden birisi de Akşemseddin Hazretleridir. Akşemseddin Hazretleri, 1389 yılında Şam’da doğdu. İlk tahsilini babasından alıp yedi yaşında hafız oldu. Sonradan Anadolu’ya yerleşen Akşemseddin Hazretleri, medreselerde müderrislik yaptı. Dini ilimlerde kendisini çok iyi yetiştirdiği gibi, fen ilimlerinden de yetiştirmiştir. Tıp, astronomi, biyoloji ve matematik alanında önemli çalışmalar yapmıştır. Tıp ile ilgili Türkçe yazdığı Maddetü’l-Hayat’ta geçen “Hastalıkların insanlarda teker teker peyda olduğunu zannetmek yanlıştır. Hastalıklar insandan insana gözle görülmeyecek kadar küçük tohumlar vasıtasıyla geçer” cümlesi ile ilk mikrop teorilerinden birini ortaya atmıştır. Tarihte mikroorganizmalardan bahseden ilk kişi olmuştur. Acele olmadı mı? Daha sonra tasavvufa yönelen Akşemseddin Hazretleri, bu konuda en büyük mürşidi olan Hacı Bayram-ı Veli Hazretlerine talebe oldu. Kısa zamanda Hacı Bayram Veli Hazretleri'nin en gözde talebeleri arasına giren Akşemseddin Hazretleri, kısa zamanda icazet verilerek irşadla görevlendirmiştir. Diğerlerine nispetle acil gelişen bu durum, Hacı Bayram Hazretleri'nin müridleri arasında dedikoduya ve kıskançlıklara sebep olmuştur. Müridlerinden biri Hacı Bayram Hazretlerine sorar: - Efendi Hazretleri, kırk yıldır talebeniz olanlar henüz halifeliğe (sizi temsile) layık görülmezken, Akşemseddin’in kısa zamanda bu rütbeye ulaşmasının sebebi ne ola? Hacı Bayram Hazretleri,  şöyle cevap verir: - Akşemseddin, bizde ne gördü ve işittiyse hemen inandı ve teslim oldu. Sebep ve hikmetini sonra kendi kendine öğrendi. Kırk yıldır hizmetimizde bulunanlar ise, önce bizde gördüklerinin hikmetini öğrenip sonra inandı ve teslim oldu. İşte sebep budur. Fatih’in hocası Akşemseddin’deki cevheri hisseden Hacı Bayram-ı Veli Hazretleri, II. Sultan Murad’a tavsiyede bulunarak onu Fatih’e hoca olarak getirtti. Böylelikle Akşemseddin, Fatih Sultan Mehmed’in hocası ve gelecekte İstanbul’un manevi fatihi olacaktı. Sultan Murad bir gün dört yaşındaki  Hacı Bayram-ı Veli’yi ziyarete geldi. Yanında oğlu Mehmed ve Akşemseddin de vardı. Hacı Bayram-ı Veli’nin elini öptüler. Sohbet esnasında Sultan Murad Han: -Efendim! Allah’ın izni, erenlerin himmetiyle İstanbul’u almak, İslam nuruyla aydınlanmak istiyorum. Kiliseleri cami yapıp, çan sesleri yerine ezan sesleri çınlatmak emelindeyim. Dua buyurun da Hak Teâla muvaffak etsin. Hacı Bayram-ı Veli şöyle cevap verdi: -Allah ömrünüzü ve devletinizi uzun etsin. Ama İstanbul’un alındığını ne sen göreceksin, ne de ben. Daha sonrada Akşemseddin ve küçük Mehmed’i göstererek: -Bu çocuk ve şu adam görürler, dedi. Kul tedbir alır, Allah takdir eder Tarih 1453’ü gösterdiğinde Akşemseddin Hazretleri, II. Mehmed’e danışmanlık yapıp İstanbul’un fethine katkıda bulunmuştur. Akşemseddin Hazretleri, talebeleri ve müritleriyle birlikte fetih ordusuna katılmıştır. İstanbul kuşatmasının en kritik günlerinde II. Mehmed’e şöyle bir mektub yazarak tavsiyelerde bulunmuştur: “O Allah ki ikram ve yardım sahibidir. En içten selâm ve teslimiyet ifadelerimi takdimden sonra, Allah Teâlâ’dan temenni ve niyazım odur ki, gemi olayı hayli üzüntü ve sıkıntı getirdi. Bir fırsat doğmuştu, her hâlde kaçırıldı. Ve hayli mahzurlar meydana getirdi. Birincisi din gayretidir. Bu olayda kâfirler sevinip, düşmanlar gülmüştür. İkincisi, başarısız ve yetersiz oluşunuz şeklinde bir yoruma sebep olundu. Üçüncüsü ise: Bu fakir’in “bendenizin” duâsının kabul olunmadığı ve itibar görmeyeceği ve müjdemizin değersiz olduğu şeklinde bir takım sakıncalar, mahzurlar meydana geldi. Şimdi, hiç müsamaha ve yumuşaklık göstermeden, bu başarısızlığın kimden ve nereden geldiğini tespit edip, sorumluyu görevden almak, tedip etmek -şiddetli azarlamak gibi- ağır ceza vermek gerek. Eğer böyle bir tedbir alınmazsa, yarın öbür gün surlara hücum edileceği ve hendek doldurulacağı anda tembellik gösterirler. Bilirsin, bunların bir kısmı sıradan Müslüman’dır. Allah için canını, başını koyan azadan azdır. İşin içine ganimet toplamak vs. olunca, çoğu canını ateşe atar. Şimdi sizden dileğim ve dikkat edilecek hususlar şunlardır: Ciddî bir gayretle işe bizzat katılmak, emirleri kusursuz uygulamak gereklidir. Bahriyedeki kumandayı ciddî, disiplinli, merhameti az kişilere vermelisiniz. Üzüntülü bir şekilde otururken Kur’an-ı Kerim'le tefe’ül ettik. Ulular ve gönüllerle sultanı Ca’fer Sâdık işaretiyle şu ayet-i kerime geldi. Bu durumda hemen harekete geçmeyenler, gerçek Müslüman değildir. “Münâfık hükmünde olup kâfirlerle birlikte cehennemde ebediyen beraberdir.” hükmü gönlüme verildi... İşi disiplinli şekilde ele almak göründü. Gayretinizi esirgemeyiniz. Sonunda mahcûbiyet ve ümitsizlikle gitmeyeceğiz. Allah’ın yardım ve inâyetiyle sevinçle ve muzaffer olarak gideceğiz, inşallah. Gerçekte “Kul tedbir alır, Allah takdir eder” hükmü esastır. Allah’a hamd olsun. Kişi elinden geldiğince ciddî gayret göstermeli ve tedbirde kusur etmemeli. Allah Resulünün ve ashabının sünneti budur. züntülü bir şekilde biraz Kur’an-ı Kerim okuyup yatıldı. Allah’a çok şükür ki, bir takım ikramlar, müjdeler oldu. Çoktandır böyle müjdeler alınmamıştı. Tam teselli meydana geldi. Sözlerimiz zât-ı âlinize boş sözler gelmesin. Sizi sevdiğimizdendir. Vesselâm!” Allah’ın izni ile İstanbul fethedilecektir İstanbul kuşatması, aradan günler geçtiği halde sonuç alınamıyordu. Sultan Mehmed, veziri Ahmed Paşa’yı Akşemseddin’e gönderdi. Duasını istedi. Fethin gerçekleşip gerçekleşmeyeceğini sordu. Akşemseddin Hazretleri, Topkapı tarafını göstererek, askerimizin İstanbul’a oradan gireceğini söyledi. Padişah buna çok sevindi. Var gücüyle surlara hücuma kalktı. Tekrar Akşemseddin Hazretleri’ne haber gönderdi. Bu defa Akşemddin Hazretleri kerametini şu şekilde gösterdi: -Mayısın 29’unda sabah hücum yapılırsa, Allah’ın izni ile İstanbul fethedilecektir. O gün gelince askerler abdest aldı, günahlarına tövbe ve Allahu Teâlâ’ya dua ettiler. Tekbir sesleriyle hücuma geçildi. Ve İstanbul Akşemseddin Hazretleri’nin haber verdiği gibi fethedildi. Yine haber verdiği gibi Topkapı’dan şehre girildi. Fatih Sultan Mehmed, Akşemseddin Hazretleri ile İstanbul'a girişte şehir halkı tarafından karşılanıyor, şehir halkı Akşamseddin’i II. Mehmed sanıp ona çiçekler uzatılıyor; Akşemseddin Hazretleri ise, “Padişah ben değilim” diyerek yanındaki Fatih Sultan Mehmed’i gösteriyordu. Fatih Sultan Mehmed ise, “Hünkar benim ama o benim hocamdır. Çiçekler ona layıktır! Şehrin manevi fatihidir” sözüyle tebessüm ediyordu. II. Mehmed İstanbul’un fethinin ardından Ayasofya‘da hutbesini tamamladıktan sonra, minberden indi ve Akşemseddin Hazretleri’ni imamete geçirdi. Böylece Akşemseddin Hazretleri, fethin ilk Cuma namazını kıldırmış oldu. Bundan sonra, Fatih Sultan Mehmed derin bir nefes alır, büyük güç ve itibar kazanır. Genç sultanın şimdi tek arzusu vardır. Mihmandâr-ı Resulullah Hâlid bin Zeyd’in (Ebu Eyübe’l-Ensari) kabrini bulmak. Hâzâ kabri Halid bin Zeyd Akşemseddin Hazretleri, kuşatmanın sürdüğü sıralarda türbenin bulunduğu noktaya bir nur indiğini görür. Fatih’i o mahalle götürür. Kısa bir murakabenin ardından iki çınar dalını toprağa diker ve kendinden emin bir ifadeyle. “Büyük sahabe bunların arasında yatıyor!” der. Ancak etraftan “Ne malum?” diyenler olur. Hatta birileri padişaha akıl öğretirler. “Bu dalları başka bir yere diktir bakalım” derler, “İhtiyar Molla fark edebilecek mi?” Fatih denileni yapar, hatta ilk işaret edilen yer kaybolmasın diye mührünü gömdürür. Ama Akşemseddin Hazretleri dallara bakmaz bile, ertesi gün milimi milimine ilk gösterdiği noktaya yönelir. Hatta bir ara durur “Sultanımızın mührü” der, “Ne arıyor orada?” Büyük veli bakar, bu mevzu çok tartışılacak, şüpheye mahal bırakmaz. “Kazın!” buyururlar. Toprağın bir kulaç altından yeşil somaki bir taş çıkar. Üstünde kûfi harflerle “Hâzâ kabri Halid bin Zeyd” yazılıdır. Kalabalık bir hoş olur. Derhal türbe ve mescid hazırlıklarına girişirler. Oraya türbe ve camii yapılır. Bugünkü Eyüp Camii’nin bulunduğu yerdir. Sultan, Akşemseddin Hazret­leri’nin yanında kalmasını ister, hatta ısrar eder. Fakat Akşemseddin Hazretleri Göynük’e geri dönmek arzusundadır. Ve öyle de olur. Göynük’te kendini ilmi çalışmalara verir. 1459’da ise vefat eder. Allah rahmet eylesin. Ümmetin, istikametini muhafaza edebilen böyle manevi büyüklere her asırda ihtiyacı var. Allah böyle manevi büyükleri başımızdan eksik etmesin.

İsmail KISA 01 Mart
Konu resmiAsla Ümidimizi Yitirmemeliyiz!
İnsan

Hayatın zorlukları karşısında herkesin tahammül gücü aynı olmayabilir. Aklımızın zorlandığı, ruhumuzun iyice yıprandığını hissettiğimiz durumlarda zaman zaman, ilim ve irfan sahibi kişilerin görüşlerine de başvurmalı, nasihatlerine kulak vermeliyiz. Sıkıntılarımızı içimize atarak sürekli gerilmek yerine, bir türlü içinden çıkamadığımız meselelerimizi bize yol gösterip rehberlik edebilecek dostlarımızla paylaşmalıyız. Her derdin bir dermanı, her meşakkatin bir kolaylığı olduğunu unutmamalı, asla ümidimizi yitirmemeliyiz. Başımıza gelen tüm menfiliklere rağmen hayata sımsıkı sarılmalı, yaşama sevincimizi kaybetmemeliyiz. Her şeyden müteessir olarak takıntı ve saplantılarımızın baskısı altında düşüncelere dalmanın, manasız konuşmaların, adeta kendini yiyip bitirmenin hiçbir faydası olmadığı ortadadır. Öyleyse yaşanan kötü anıları geçmişte bırakmaya, geleceğe ümitle bakmaya, imkân dâhilinde dünü bugüne taşımamaya çalışmalıyız. Emellerimizin ve hayallerimizin sonu yok. Ne kadar istesek de bazen ulaşamayacağımız şeylerin de olacağını bilmeliyiz. Bu sebeple, Yüce Rabbimizin bizlere lütfettiği nimetlere kanaat etmeli, sürekli şikâyet etmek yerine, kendi durumumuzdan daha aşağıda olanlara bakarak halimize şükretmeliyiz. Hadis-i şeriflerinde: “Sizden biriniz mal ve yaradılış bakımından kendisinden üstün kimseye bakarsa, bir de kendisinden aşağıdakilere baksın” buyuran Efendimiz (asm) da bizleri; itidale, doğru düşünmeye ve iç dünyamızı ele geçiren nefsanî duygularla mücadeleye davet etmektedir.

İrfan MEKTEBİ 01 Mart
Konu resmiSeksen Bir İl Seksen Bir Tır
İnsan

Mazlum Suriye halkı, yaklaşık üç yıldan beri hürriyetlerini istiyor. Yeniden İslam’a dönmek ve Allah’ın emrettiği gibi insanca yaşamak istiyor. Lakin zalim Esad ve askerleri onlara bu hakkı vermiyor.  Kendi emrinden çıkanları çok çeşitli şekillerde öldürüyorlar. Nizama karşı ayaklanan her bölge, her şehir, hatta her köy bombalanıyor. Hastaneler, okullar ve su depoları bombalanıyor. Sırf korkutmak, mücadeleden caydırmak ve aç bırakmak için tarlalar yakılıyor. Üç yıldır devam eden bu bombalamaların ve iç çatışmaların neticesi olarak Suriye’de bir insanlık trajedisi yaşanıyor. Bugün, nüfusun (21 milyon) neredeyse yarısından fazlası acil yardıma muhtaç. 5 milyona yakın insan Suriye içinde göçmen durumda ve bu rakamın yarısı çocuklardan oluşuyor. İki ateş arasında kalmış çocuklar, yaşlılar ve hastalar var. Pek çok insan açlık tehlikesi ile karşı karşıya. 160 binden fazla insanın öldürüldüğü, ekonominin iflas ettiği, alt yapının, okulların, hastanelerin ve sağlık yapısının çöktüğü Suriye’de âlimler kedi köpek eti yemeye fetva veriyorlar. Esad’in her ne pahasına olursa olsun iktidarını ve müttefiklerinin nüfuzunu koruma ve kollama mücadelesi ülkesini harabeye çevirdiği gibi, bugüne kadar 2,5 milyon vatandaşının da komşu ülkelere göç etmesine sebep oldu. Bugün Lübnan’da (869 bin), Türkiye’de (660 bin), Ürdün’de (600 bin), Kuzey Irak’ta (213 bin), Mısır’da (200 bin) göçmen olarak ve zor şartlarda hayatlarına devam eden Suriyelilerin sayısı, önümüzdeki aylarda daha da artacak. Diğer ülkelere nispeten daha iyi imkânlar sunabilen Türkiye’de bile -az da olsa- sahip çıkılamayan, ihmal edilen, insani ihtiyaçlarını karşılayamayan Suriyeliler olduğu biliniyor. Diğer ülkelerdeki kampların ve kamplara alınamayan Suriyelilerin durumu ise içler acısı.Ülkemize iltica eden, sınır boylarımızda ve çadır kentlerde yaşayan Suriyeli kardeşlerimize Türkiye’deki birçok yardım kuruluşu, kendi imkânları çerçevesinde yardımları ulaştırıyor. Lakin yardıma muhtaç Suriyelilerin 2,5 milyonuna -neredeyse krizin başından beri- ulaşılamıyor. Bu insanlar temel insani ihtiyaçlarını bile temin edemiyorlar. Takriben bir yıl önce kurulan Hayrât İnsani Yardım Derneği de, Suriyeli mazlumlara yardım götüren derneklerin nurlu kervanına katıldı ve Suriyeli kardeşlerinin feryatlarına kayıtsız kalmadı. Türkiye’de, sınır boylarındaki illere sığınan muhacir kardeşlerimizin yardımına koşmakla beraber, Suriye içinde de hususen Halep, İdlip ve Selkın bölgelerinde sivil halka, çocuklara, kadınlara, yaşlılara, ilaçsız ve dermansız insanlara yardım ulaştırmaya gayret etti, ediyor. Şu an itibariyle Halep başta olmak üzere İdlip, Selkın, İzmarin, Harim, İskat, Teftenez, Cebel-i Zaviye, Mart-ı Mısriyin, Lazikiyye, Etma gibi 13 şehirde ofislerimiz ve depolarımız var. Yaklaşık 100 Suriyeli arkadaşımız bu ofislerde, Türkiye’den giden yardımların ihtiyaç sahiplerine ulaştırılması noktasında vazife görüyorlar. Yukarıda isimlerini zikrettiğim şehirlerle birlikte, bu şehirlerin köylerine de yardımlar ulaştırılıyor. Yaklaşık 200 köye giden gönüllülerimiz, buradaki muhtaç ailelere her hafta uğruyorlar ve ihtiyaçlarını temin ediyorlar. Bu arkadaşlarımız, ihtiyaç sırasına göre şehit aileleri, mücahit aileleri, dullar, yetimler, muhacir aileler ve fakirler olmak üzere kendi bölgelerindeki ailelerin tespitini yaptılar. Şu anda ellerindeki listelerde yaklaşık 3000 aile var. Bununla birlikte iç kısımlardaki kıyım ve yıkımlardan dolayı -başta Hama, Humus, Şam olmak üzere- Suriye’nin bütün şehirlerinden birçok aile yukarıda bahsettiğim bölgelere geliyor ve burada çadırlarda kalıyorlar. Şu anda 2000 çadır var ve Hayrât İnsani Yardım Derneği bu çadırlara da yardım götürüyor. Yiyecek bir ekmek, giyecek bir çorap ve ısınacak bir battaniye bekleyen binlerce Suriyeli kardeşimizin ihtiyaçlarını karşılamak üzere Hayrât İnsani Yardım Derneği, 5 Ocak 2014 tarihinde “81 il 81 tır” adı altında bir kampanya başlattı.  Bu kampanyaya şu ana kadar 45 ilimiz cevap verdi. Un, elbise, ayakkabı, gıda, süt, ilaç, battaniye ve sünger yatak gibi yardım malzemelerinden oluşan 45 tırımızı, mültecilerle birlikte yüz binlerce kişinin hayata tutunmaya çalıştığı bu bölgelere ulaştırdık. Bu tırlardan 10 tanesi un yüklüydü. Gönderdiğimiz bu unların bir kısmı bazı mıntıkalarda ekmek haline getirildi ve ekmek olarak çadırlarda dağıtıldı. Üç tır sünger yatak ve üç tır battaniye gönderdik. Bu süngerler ve battaniyeler, savaştan kaçan ve sadece çantasıyla gelen ailelere dağıtıldı. Gönderdiğimiz tırlardan 11 tanesi de; yağ, şeker, pirinç, makarna, mercimek ve çay gibi temel gıda maddelerinden oluşuyordu. Bu gıdalar, yukarıda bahsettiğimiz ailelere paketler halinde dağıtıldı. Elbise, ayakkabı, çorap, halı, kilim, çocuk bezi, oyuncak gibi muhtelif eşyalardan müteşekkil 8 tır da bölgeye ulaştırıldı ve ihtiyaç sahiplerine dağıtıldı. Sonuç olarak Hayrât İnsani Yardım Derneği, Suriyeli mazlum kardeşlerimizin yanında yer almayı ve ihtiyaçlarını karşılamayı her şeyden önce bir insanlık borcu olarak görüyor ve bu noktada faaliyetlerini her geçen gün daha da arttırıyor. Bu vesileyle “81 ilden 81 tır” yardım kampanyasına destek veren kardeşlerimize bu hassasiyetlerinden dolayı buradan bir kez daha teşekkür ediyoruz.

Feridun IŞIKLI 01 Mart
Konu resmiÜç Ayların Faziletine Dair
İbadet

Üç aylar, Allah'ın kullarına sunduğu bir fırsattır Yaşadığımız hayat çoğu zaman bize dünyaya asıl geliş gayemizi unutturabiliyor. Halbuki bizler, bizi asıl gayemizden uzaklaştıracak şeylere karşı sürekli teyakkuz halinde olmalıyız ve bunların yol bulup ruhlarımızı kendi ağlarına almasına fırsat vermemeliyiz. Allah Teâlâ, önümüze bu günlerde altın bir fırsat koyuyor; üç aylar! Allah Teâlâ bu aylarda af ve mağfiretini, nimetlerini sağanak sağanak yağdırıyor. Recep, Şaban, Ramazan aylarının bütün gün ve geceleri olağan üstü feyiz ve bereketlerle dopdoludur. Üstelik bu aylar içinde bulunan Regaib, Miraç, Beraat ve Kadir geceleri, hiçbir maddi ve dünyevi ölçü ile değerlendirilemeyecek kadar ilâhi ikramlarla donatılmıştır. İşte bu ölçüde Allah-ü Teâlâ, sene içinde, biz kullarına, gönül dünyalarında adeta bir manevi hamle yapmaları adına özel gün ve geceler nasip etmiştir. O’na (cc) binlerce hamd ü sena olsun. Bizim de bu günleri bir fırsat bilerek, çok iyi değerlendirmemiz gerekir. Aslında biraz gönül uyanıklığı dikkat ve samimiyetle bu günlerin ve gecelerin feyzinden yararlanabilirsek, manevi yoldaki pek çok eksiğimizi telafi edebilir ve kâmil insan olma yolunda mesafeler kat edebiliriz. “Recep, Allah-ü Teâlâ’nın ayıdır. Şaban, benim ayımdır. Ramazan ise, ümmetimin ayıdır.” (Suyuti) Üç aylara girerken okunacak dua Rabbimizin üç ayları hakkımızda hayırlı kılması, Ümmet-i Muhammed’in sıkıntı ve ıstıraplardan kurtulması, bu mübarek gün ve geceleri nasıl değerlendirilmesi gerekiyorsa, o ölçüde ihya eden, onlardan azami istifade eden ve her gecesinde Kadir gecesi kıymetinde sevabın verildiği kullarından eylemesi niyazıyla: “Allah’ım! Recep ve Şaban aylarını bizim için mübarek kıl ve bizi Ramazan ayına ulaştır.”(Ahmed Bin Hanbel, Müsned) Kaza ve kefaret orucu borcu bulunanlar bu aylarda tutabilirler Üç ayların tamamını oruçlu geçirmek, Resulullah’ın (asm) uygulamaları arasında sayılmamıştır. Fakat kaza ve kefaret orucu bulunanlar bu aylarda tutabilirler. Üç ayların Ramazan’dan önceki iki ayında tutulan oruçların bir amacı da Ramazan’a hazırlanmaktır.

sorusorcevapbul .com 01 Mart
Konu resmiKuruluşunun 100. Yılında Türk ve İslâm Eserleri Müzesi
Kültür ve Medeniyet

“Türk ve İslâm Sanatı Eserlerini Topluca Kapsayan İlk Türk Müzesi” Türk ve İslâm Eserleri Müzesi, 1914 yılında Mimar Sinan'ın en önemli yapılarından biri olan Süleymaniye Camii Külliyesi içinde yer alan imaret binasında "Evkaf-ı Islâmiye Müzesi" (İslâm Vakıfları Müzesi) adı ile ziyarete açılmıştır. Cumhuriyet'in ilânından sonra ise "Türk ve İslâm Eserleri Müzesi" adını almıştır. Uzun süre Süleymaniye Külliyesi'ndeki imaret binasında yer alan müze 1983'te Sultanahmet Meydanı'nın batısında yer alan İbrahim Paşa Sarayı binasına taşınmıştır. Müzenin zengin halı koleksiyonu, dünyanın en nadide parçalarının bir arada sergilendiği eşsiz bir koleksiyondur. Öte yandan, 8. yy’den 19. yy’e uzanan geniş bir zaman dilimine ait 15.000 yazma eser koleksiyonu da, misafirlerini köklü bir medeniyetin tarihi gelişim serüvenine ortak etmektedir. Bu köklü medeniyetin gelişiminde başrol oynayan Türk milletinin kültürel birikimlerinde ve sosyal yaşamlarında, İslâm’la tanışmaları ile birlikte yaşanan değişimin seyrini ve boyutunu sergileyen Türk İslâm Eserleri Müzesi; bir milletin öz kültürünü büyük bir medeniyetle nasıl ustaca harmanladığını gösteren kültür mekânlarımız­dandır. Türk İslâm Eserleri Müzesi’nin Türk halkının yaşamını ve kültürünü yansıtan otantik ürünlerden oluşan; Ahşap Eserler Bölümü, Keramik ve Cam Bölümü, Maden Sanatı Bölümü, Etnografya Bölümü, Taş Sanatı Bölümü, Halı Bölümü ile El Yazmaları ve Hat Sanatı Bölümü olmak üzere yedi bölümden meydana gelmektedir. El Yazmaları ve Hat Sanatı Bölümü yüzyıldan XX. yüzyıla uzanan Türk ve İslâm Eserleri Müzesi yazma koleksiyonunun büyük bir bölümünü oluşturan Kur'an-ı Kerim'ler Müslümanlığın yayıldığı geniş coğrafi bölgelerden gelmektedir. Emevî, Abbasî, Mısır ve Suriye Tulunoğulları, Fatımî, Eyyubî, Memlûk, Moğol, Türkmen, Selçuk, Timurî, Safavî, Kaçar ve Anadolu Beylikleri ile Osmanlı hat sanatının yaratılarının bir arada izlenebildiği ender koleksiyonlardandır. Elyazmaları arasında, Kur’an'ların dışında, çeşitli konularda yazılmış (bazıları resimli) kitaplar, gerek konuları, gerek yazı stilleri, gerek ciltleri bakımından ilgi çekicidir. Osmanlı sultanlarının tuğralarını taşıyan fermanlar, beratlar, her biri bir sanat eseri niteliğindeki tuğralar, Türk ve İran minyatürlü yazmaları, divanlar Türk ve İslâm Eserleri Müzesi'ni, bu alanda da, dünyanın önemli müzelerinden biri durumuna getirmektedir.   Halı Bölümü Halı sanatının dünyadaki en zengin koleksiyonunu oluşturan halı bölümü ayrı bir önem taşımış ve müzenin uzun yıllar bir "Halı Müzesi" olarak ünlenmesine neden olmuştur. Müze, yalnızca Türkiye'nin değil, dünyanın en zengin halı koleksiyonuna sahiptir. Ender Selçuklu halılarının yanı sıra, 15. yüzyıla ait seccade ve hayvan figürlü halılar, 15.-17. yüzyıllar arasında Anadolu'da üretilen ve Batı'da "Holbein Halısı" olarak anılan geometrik desenli ya da kûfî yazıdan esinlenen halılar bu bölümün en değerli parçalarını oluşturur. İran ve Kafkas halıları, ünlü Uşak ve saray halı örnekleriyle zenginleşen Türk ve İslâm Eserleri Müzesi halı koleksiyonu bugün dünyada halı sanatı üzerine ciddi bir inceleme yapmak isteyenlerin başvurmadan edemeyecekleri bir kaynaktır.   Ahşap Eserler Bölümü Bu koleksiyonun en önemli parçalarını 9.-10. yüzyıl Anadolu ahşap sanatının örnekleri oluşturmaktadır. Anadolu Selçukluları ve Beylikler döneminden kalan ender parçaların yanı sıra, Osmanlı döneminin sedef, fildişi, bağa işlemeli ahşap eserleri, kakma sanatının eşsiz örnekleri, Kur’an cüzü muhafazaları, rahleler, çekmeceler bu zengin koleksiyonun ilgi çekici parçalarıdır.   Taş Sanatı Bölümü Emevî, Abbasî, Memlûk, Selçuklu, Osmanlı dönemlerine ait, kimi motifli kimi figürlü, ama hemen hepsi yazılı taş eserler Türk ve İslâm Eserleri Müzesi`nde bir araya getirilmiştir. Selçuklu dönemi taş sanatının ender ve seçkin örnekleri, av sahneleriyle, sphenks, griphon, ejder gibi masal yaratıklarının yer aldığı figürlü mezar taşları, kûfî yazılı erken dönem taş eserler, Osmanlı hat sanatının bir uzantısı olan değişik üsluplarda yazılmış kitabeler gerek nitelik, gerek nicelik açısından önemlidir.   Keramik ve Cam Bölümü 1908-1914 yılları arasında yapılan kazılarda bulunmuş keramik eserlerin ağır bastığı bu koleksiyonda Samarra, Rakka, Tel Halep, Keşan kaynaklı olanlar başta gelmektedir. Böylece Erken-İslâm Dönemi keramik sanatının aşamalarını Türk ve İslâm Eserleri Müzesi koleksiyonunda izlemek mümkündür. Anadolu Selçuklu ve Beylikler dönemine ait, mozaik, mihrap ve duvar çinisi örnekleri ile Konya Kılıçaslan Sarayı alçı süslemeleri koleksiyonun bir başka önemli bölümünü oluşturmaktadır. Osmanlı çini ve keramik sanatı örnekleri, yakın dönem Kütahya ve Çanakkale seramikleri ile noktalanmaktadır. Cam koleksiyonu ise, 9. yüzyıl İslâm cam sanatı örnekleriyle başlayıp, 15. yüzyıl Memlûk kandillerini, Osmanlı dönemi cam sanatı örneklerini kapsamaktadır. Maden Sanatı Bölümü Büyük Selçuklu İmparatorluğu dönemine ait, tarihli ender örnekler Anadolu Selçuklu döneminden havan, buhurdan, ibrik, ayna, dirhemlerle başlayan Türk ve İslâm Eserleri Müzesi Maden Sanatı Koleksiyonu, Cizre Ulu Camii kapı tokmakları ve İslâm maden sanatı alanında önemli bir yeri olan burç ve gezegen sembolleriyle bezeli figürlü XIV. yüzyıl şamdanlarıyla önemli bir koleksiyon oluşturmaktadır. 16. yüzyıldan başlayıp, 19. yüzyıla ulaşan Osmanlı maden sanatı örnekleri arasında ise gümüş, pirinç, tombak, murassa (değerli taşlarla süslü) sorguç, kandil, gülabdan, buhurdan, leğen ve ibrikler yer almaktadır. Etnografya Bölümü Uzun yıllar boyunca toplanan etnografik parçalar, Türk ve İslâm Eserleri Müzesi`nin İbrahim Paşa Sarayı`na nakliyle sergilenme imkânı bulmuştur. Müzenin en genç bölümü olan bu koleksiyonda, Anadolu’nun çeşitli bölgelerinden toplanmış halı-kilim tezgâhları, dokumalar, yün boyama teknikleri, halk dokuma ve işleme sanatı örnekleri, yöresel zenginlikleri içinde kostümler, ev eşyaları, el sanatları, el sanatı aygıtları, göçer çadırları kendilerine özgü mekânlar içinde sergilenmektedir.

Mustafa YILMAZ 01 Mart
Konu resmiHeybe
Kültür ve Medeniyet

Hz. Peygamber’in doğumunun 1443. yılında, 2014 yılı Kutlu Doğum Haftası etkinlikleri kapsamında, ‘Hicaz’dan İstanbul’a Hz. Peygamber Sevgisi; Aşk-ı Nebi Sergisi’ Topkapı Sarayı Enderun Hazine Koğuşu ve Ayasofya‘da olmak üzere iki aşamalı olarak gerçekleştirilecek. Başbakan Yardımcısı Prof. Dr. Emrullah İşler, Kültür ve Turizm Bakanı Ömer Çelik ve Diyanet İşleri Başkanı Prof. Dr. Mehmet Görmez’in katılımıyla resmi açılışı yapılacak olan sergiler 15 Temmuz’a kadar açık kalacak. Sergilerin küratörlüğünü Topkapı Sarayı Müzesi Müdürü Prof. Dr. Haluk Dursun, sanat danışmanlığını ise Prof. M. Uğur Derman ve Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi Öğretim Üyesi Yrd. Doç. Dr. Ali Rıza Özcan yapıyor. İslam Kültür Sanat Plat­formu’nun da düzenleyicileri arasında bulunduğu serginin ana sponsorluğunu Yıldız Holding üstleniyor. İki aşamalı planlanan serginin ilk ayağı olan Topkapı Sarayı Enderun Hazine Koğuşu’nda 15, 16 ve 17. yüzyıllardan kalma Mushaf-ı Şerifler, Siyer-i Nebi kitapları, Muhammediyeler, Delailü’l-Hayrâtlar, Hilye-i Şerifler, Murakkalardan Hadisler, Hat levhalar, Hazine bölümünden murassa Kur'an-ı Kerim mahfazaları, Hırka-i Saadet’in altın mahfazalarından örnekler, Osmanlı Hanedanı tarafından vakfedilen ve Fahrettin Paşa tarafından Medine’den İstanbul’a getirilen eserler, gülabdan, buhurdan, murassa askı kandiller, Sakal-ı Şerif mahfazaları, Hz. Peygamberin su içtiği tas, Hz. Peygamber’in Mukavkıs’a göndermiş olduğu mektup sergilenecek. Ayasofya’da ise yaşayan hattatların Hz. Peygamber temalı eserlerinden oluşan bir sergi sanatseverlerle buluşacak. Sergiye eserleriyle katkı sağlayacak bazı hattatların isimleri şöyle; Fuad Başar, Hasan Çelebi, Hüseyin Kutlu, Hüseyin Öksüz, Abdurrahman Depeler, Adem Sakal, Ali Toy, Cevad Horan, Davud Bektaş, Erol Dönmez, Fatih Özkafa, Ferhat Kurlu, Mehmed Özçay, Mehmet Memiş, Muhammed Yaman, Mustafa Parildar, Osman Özçay, Ömer Faruk Özoğul, Savaş Çevik, Seyit Ahmed Depeler, Tahsin Kurt, Yılmaz Turan, Nuria Garcia Masip. Aşk-ı Nebi Sergisi, bugüne kadar gerçekleştirilen en önemli Klasik İslam Sanatları çalışması olma özelliğine sahip. Yurt dışından yabancı hattatların eserlerinin de yer alacağı sergide ilk kez gün yüzüne çıkacak eserler sergilenecek. Eski Mersin Valisi merhum Ömer Lütfi Hancıoğlu’nun eşi, 96 yaşındaki Fahrünnisa Hancıoğlu, Osmanlı ile Cumhuriyet döneminin kıyafetlerini birleştirerek oluşturduğu kreasyonu Mersin’de sergiledi. Hancıoğlu, kendi araştırmaları sonucu oluşturduğu, Osmanlı’dan günümüze izler taşıyan kıyafetleri, Mersin Deniz Müzesi’ndeki sergiyle sanatseverlerin beğenisine sundu. Aynı zamanda II. Abdülhamit’in lalası, Hacı Mahmut Efendi’nin damadı ve Cemil Paşa’nın torunu da olan Hancıoğlu, kendi hazırladığı kıyafetlerle birlikte, Osmanlı hanedanından yakınlarının giydiği ve bugüne kadar sakladığı kıyafetleri de sergiledi. Büyük ilgi gören sergide, padişah ve sultanların kıyafetlerinden, eski dönemin gelinliklerine, duvar halılarından, beşiklere kadar çeşitli eserler yer aldı. Sergideki eserler için uzun yıllardır çalışmalar yaptığını belirten Hancıoğlu, "Tamamen kendi buluşlarım. Osmanlı kıyafetleriyle, Cumhuriyet döneminin kıyafetlerini birleştirdim, ortaya bunlar çıktı" dedi. Kitap kurtları, artık yalnızca üyesi oldukları bir kütüphanenin değil, Türkiye’nin herhangi bir ilindeki kütüphaneden kitap emanet alabilecek. Bu sayede seyahat, tatil gibi sebeplerle farklı şehirlere giden okurlar, Türkiye‘nin bin 118 kütüphanesinden kitap alabilecek. Kültür ve Turizm Bakanlığından alınan bilgiye göre, Kütüphaneler ve Yayımlar Genel Müdürlüğü, kitap tutkunları için il sınırlarını kaldırıyor. Önceki programların ihtiyacı karşılayamaması üzerine, dünyanın önde gelen otomasyon yazılımlarından Yeni Zelanda kaynaklı KOHA’ya geçen Genel Müdürlük, önümüzdeki günlerde kullanıma açılacak sistemle Türkiye’deki tüm kütüphanelere tek tuşla ulaşma imkânı sağlayacak. Bu sayede, bin 118 kütüphaneden erişimle Türkiye, dünyanın pek çok ülkesinde tercih edilen yazılımı "en geniş noktadan kullanan ülke" olacak. Yakın Doğu Üniversitesince uyarlanan programla, bugüne kadar kütüphanelerdeki toplam 17 milyon materyal tek tek incelendi. Kütüphanelerin ihtiyaçlarına göre yerelleştirilmiş ve konu başlıkları, yazar otorite dizinleri oluşturularak, veri girişinde yazma işlemi en aza indirildi. 9 milyondan fazla bibliyografik kaydın normalleştirme işlemleri tamamlandı. Günde bir milyonun üzerinde emanet verme işleminin gerçekleştiği Türkiye’de, aynı anda 1,5 milyon okuyucunun otomasyon sistemini kullanabilmesi için, kütüphanelerdeki bilgisayarların donanımında da güçlendirme başlatıldı. Kütüphaneler Yayımlar Genel Müdür Yardımcısı Galip Yıldırım, yaptığı açıklamada, bu sayede emanet kitap alma sayısının da artacağına inandıklarını belirterek, KOHA sistemiyle Türkiye’nin her yerinden sisteme ulaşmak mümkün olacak. Böylece, artık bir kütüphaneye üye olma ve sadece o kütüphaneden kitap alma dönemi sona erecek. Gerekli altyapılar tamamlandığında da Trabzon’daki il halk kütüphanesinden bir kitap alan kütüphane abonesi, kitabı tatile gittiği Ankara’dan Antalya’dan, İstanbul’dan da iade edebilecek" dedi. Bu işlem için hiçbir ücret talep edilmeyeceğini bildiren Yıldırım, okumayı teşvik ve kolaylaştırmak için ellerinden geleni yapmaya hazır olduklarını söyledi. Programla, herkes Kütüphaneler ve Yayımları Genel Müdürlüğüne bağlı bin 118 halk kütüphanesine katalog taraması yapabilecek. Kütüphane kataloglarına son 30 günde eklenen materyaller ile kütüphanelerde en çok kullanılan materyaller görülebilecek. Katalog tarama sonuçlarında seçilen eserler sepete atılarak, künye bilgileri sepetten istenen adreslere e-posta olarak gönderilebilmesinin yanı sıra taramalarında "elektronik veri tabanlarında ara" linki sayesinde taranan eserin yazarı hakkında bilgiye, emeği geçen kişilerin farklı eserlerine, taranan eserle aynı konudaki başka eserlere ulaşabilecek.

Sena İKBAL 01 Mart
Konu resmiAyasofya Vakfiyesinin Son Kısmının Tercümesi
Kültür ve Medeniyet

“… Ve dahi Allah’a ve Resûlüne ve âhiret gününe îmân eden hâin mütevellî veya mütegallib sultan veya mutaassıb vezîr veya mubtıl vâlî veya mübertil kadıdan hiçbir kimseye, bu vakfı tebdîl veya istibdâl veya ibtâl veya nakz veya ta'tîl veya şartından tağyîr veya tahvîl etmesi helal değildir. Her kim bunlardan bir şeyi kasdeder veya adı geçen vakfı veya şartlarından bir şartını veya kayıtlarından bir kaydını veya zabıtlarından bir zabtını bâtıl olan ile tağyîr eder ise, muhakkak haram olan bir şeyi irtikâb etmiş ve günah olan bir fiili işlemiş olacaktır. Müheymin olan Allah’tan korkan bir mümin, “Kim bir Müslüman kardeşinden haksız yere bir karış toprak alırsa Allah onu cehennemin yedi katından kuşatır” Nebevî sözünü ve “Allah zâlimlere elîm bir azap hazırlamıştır”, “Allah’ın lâneti zâlimlerin üzerine değil midir” İlâhî kavlini işittikten sonra böyle günah olan işlere nasıl girişebilir? Her kim Allah’ın kitâbına ve Resûlünün sün­netine muhâlefet eder ve Allah’ın haram kıldığı şeyi helâl addeder ve mümin kardeşinin amelini ifsâda çalışır ise, bu işinden Allah’ın ve Resûlünün gazâbını yüklenerek dönmüş olup, onun yeri cehennemdir. Cehennem ise ne kötü dönülecek yerdir! Ve ol kimse Allah’ın ve meleklerinin ve cümle insanların lanetlerine lâyık olacak ve Allah onu isteyecek, ona gücü yetecek, onu hesaba alacak, onu cezalandıracaktır. “O gün zâlimlere özür dilemeleri fay­da vermez. Onlara lanet vardır ve onlara yurdun kötüsü vardır”, “O gün her nefis, ne hayır işlemişse, ne kötülük yapmışsa onları önünde hazır bulur. Yaptığı kötülüklerle kendi arasında uzak bir mesafe bulunsun ister”, “Bugün her nefis kazandığı ile karşılık bulacaktır. Bugün zulüm yok­tur. Şüphesiz Allah hesabı çabuk görendir” ayetlerinin manalarının anlaşıldığı günde onu türlü azaplar ve kat kat cezalar ile cezâlandıracaktır. Vâkıfın ecri Erhamü’r-râhimîn olan Allah’a aittir…” (VGM 575 no’lu defter, s.82-106)

İrfan MEKTEBİ 01 Mart
Konu resmiNamaza Motive Olmak
İbadet

Risale-i Nur'da namaza şevklendirmek için yazılan, 4. 9. ve 21. Sözler olarak üç aded müstakil risale vardır. Bunların en tafsilatlısı olan 21. Söz Namaz Risalesi'nde geçen namaza motive edici izahlar şu mealdedirler: Birincisi: İnsanları namazdan usandıran en mühim sebep, ebedî olarak dünyada keyif içinde kalacaklarını zannetmeleridir. Hâlbuki ecel gizli olduğundan yarına çıkılacağına dair hiçbir kati senet yoktur. Hayatın faniliğini ve değersizliğini anlayabilmek elbette ölümü çokça düşünmekle olabilir. İkincisi: Namazdaki gevşekliğin en önemli sebeplerinden biri de namazın ruhun manevî gıdası olduğunu ve ona olan ihtiyacını bilmemektir. Her gün üç öğün yemek yemekten usanmayan insan, eğer kalp ve ruhunun namaz ile Rabb'ine yönelmekten alacağı manevî büyük gıdaları bilse elbette manevî bir açlık içinde perişan olan ruhunu doyurmak için her gün üç defa yemeğe koşmaktan çok daha büyük bir iştahla namaza koşacaktır. Üçüncüsü: Beş vakit namaza devam edilememesinin mühim sebeplerinden biri de sabredilememesi ve sabır kuvvetinin yanlış olarak geçmiş ve gelecek günlere dağıtılmasıdır. Hâlbuki Allah’ın insana verdiği sabır kuvveti geçmiş ve geleceğe dağıtılmasa, yalnız bu güne sarf edilse her zorluğa dayanabilecek kuvvettedir. İnsan yalnız bugünkü vazifeyi düşünse sabır kâfi gelip namaz kılmakta asla zorlanmaz. Dördüncüsü: Namaz ve ibadetteki gevşekliğin bir sebebi de onun karşılığındaki mükâfat ve ücretin gereği gibi düşünülememesidir. Hâlbuki vadinden dönmesi asla mümkün olmayan yüce Allah, Cennet gibi bir ücreti ve ebedî saadet gibi bir hediyeyi vaat ediyor. Beşincisi: Namaz kılmayanların en çok ileri sürdükleri sebeplerden biri de geçim derdi ve dünya işlerinin çokluğudur. Hiçbir insan dinlenmeye ihtiyaç duymadan devamlı çalışamaz. Eğer istirahat vakitlerini namazını kılarak değerlendirse bedenen en sağlıklı bir istirahatı yapmış olacağı gibi asıl maksat olan âhiretini kazanmak için de çok mühim bir yatırım yapmış olur. Hulasa olarak beş vakit namaza şevkle devam edebilmenin yolu; Dünyada ebedî kalınmayacağını, Namazın ruhun gıdası olduğunu, Sabır kuvvetinin yalnız bu güne sarf edilmesi gerektiğini, Namazın cennet gibi çok büyük bâkî bir ücreti olduğunu, İnsanın dünyada en mühim, birinci vazifesinin ibadet olduğunu iyice anlamaktan geçiyor.

risaleonline. com 01 Mart
Konu resmiKonya Rehber Koleji
Eğitim

Rehber Eğitim Kurumları, yıllarca hizmet verdiği dershanecilik sektöründen 2013 yılı başında tecrübelerini daha verimli kullanacağı özel okul sektörüne geçme kararı almıştır. Bu kapsamda, 2013-2014 eğitim-öğretim yılında, Konya ili merkez Selçuklu ilçesinde ilk özel okulunu açmıştır. Okul bünyesinde, Anadolu Lisesi ve Anadolu Sağlık Meslek Liseleri bulunmaktadır. Okul açıldığı ilke sene, Anadolu Lisesinde 9, 10 ve 11. sınıf öğrencilerine, Anadolu Sağlık Meslek Lisesinde ise sadece 9. sınıflar eğitim vermiştir. 2014-2015 eğitim-öğretim yılında Anadolu Lisesinde 9, 10, 11 ve 12. sınıflar, Anadolu Sağlık Meslek Lisesinde ise 9 ve 10. sınıflar açılmıştır. REHBER KOLEJİ AYRICALIKLARI Yabancı Dil Rehber Kolejinde İngilizce ana yabancı dil, Arapça ikinci yabancı dil olarak okutulmaktadır. Sanat ve Spor Rehber kolejinde ney, ebru ve hat dersleri isteğe göre seçilebilmektedir. Aralarından isteğe göre seçilen Rehber Korosu ile öğrencilerimiz ilahi, ezgi, marş okuma alanında yeteneklerini keşf ve geliştirme imkânı bulmaktadırlar. Rehber Kolejinde beden eğitim dersleri alanında uzman spor eğitmenleri tarafından işlenmektedir. Gençlerimize futbol, basketbol, voleybol, masa tenisi, yüzme gibi branşlarda eğitim verilmektedir. Okulumuz ilk senesinde, yüzme branşında 1 altın, 2 gümüş ve 2 bronz madalya alarak Türkiye finalinde Konya temsilcisi olarak müsabakalara katılmaya hak kazanmıştır. Değerler Eğitimi Rehber Kolejlerinde Milî, manevi, örfi ve kültürel değerler bir bütün olarak verilir. Bu eğitimler  -gençlerimizin kişisel gelişimlerine katkıda bulunacak- değerler eğitimi alanında uzman eğitimci ve akademisyenler tarafından verilir. “Değeri Gençler” başlığı altında yapılan çalışmalarda;   Aile ve Komşuluk Anne Babaya Saygı ve Hürmet Sabır ve Sağduyu Güven ve Sorumluluk Kanaat ve İdealizm Sabır ve Şefkat gibi konular işlenmektedir. Çalışmalarda, Konya Altınbaşak Derneği ve Hayrât Vakfının kurumsal birikiminden istifade edilmektedir. Kariyer Planlaması Rehber Kolejinde, gençlerimize hayatlarının ilerleyen dönemlerinde en uygun mesleğin ne olduğu konusunda önemli bir rehberlik hizmeti verilmektedir. Yapılan farklı testlerle, ilk olarak öğrencilerimizin zeka türleri (sayısal, sözel, kinestetik vb.) tespit edilip ilgi alanlar belirlenir. İlgi duyulan meslek tespit edilir. Ardından teknik olarak o meslek için yapması gerekenler bir program dâhilinde takip edilir. Rehber Akademi Rehber kolejinde 11. sınıfa gelen bütün öğrencilerimiz için, sayısal ağırlıklı ise Matematik, Geometri, Fizik, Kimya ve Biyoloji derslerinde, eşit ağırlık ve sözel gruptan ise Matematik, Geometri, Türkçe, Coğrafya ve Tarih derslerinde hazırlıklar yapılır. Bu programın ortalama süresi 24 haftadır. Program boyunca deneme ve tarama sınavlarıyla öğrencilerin gelişim süreçleri takip edilir. Bu programa katılan öğrenciler, eğitim koçluğu modelinde olduğu gibi, beşerli gruplara ayrılıp kitap kontrolleri, deneme analizleri, puan ve net hedefleri takip edilir. Alanında uzman kişiler tarafından verilen seminerlerle öğrencilerimizin bilinç düzeylerinin artırılması hedeflenmektedir. Proje Çalışmaları Rehber Koleji olarak proje çalışmalarına özel önem verilmektedir. Bu anlamda ulusal ajans bünyesinde 1 proje, Gençlik ve Spor Bakanlığı bünyesinde 6 proje ile çalışma yapılmaktadır. Bu Projeler aşağıdaki gibidir; Osmanlıca ile Geçmişten Geleceğe Tarih Bilinci ve Hareketlilik (Çanakkale) Sağlıklı Yaşam ve Spor Projeleri (Zararlı Alışkanlıklarla Mücadele) Yenilikçi Proje ( WEB tasarım-Bilinçli İnternet-Sosyal Medya Kullanımı) Sağlıklı Yaşam ve Spor Projeleri (İzcilik) Sağlıklı Yaşam ve Spor Projeleri (Okçuluk) Sağlıklı Yaşam ve Spor Projeleri (İlk Yardımda Yapılan Hatalar) Dînî Eğitim Rehber Kolejinde milli ve manevi gelişim beraber planlanmaktadır. Anadolu Lisesi bölümümüzde Siyer, Kur’an-ı Kerim ve Osmanlıca dersleri bir bütün olarak verilir. 2. dönem yapılan bir çalışma ile Siyer, Tarihçe-i Hayat, Tam Namaz Hocası ve Vecize Kartelasından bir sınav yapılıp sonuçlar performans olarak nota dönüştürülmektedir. Anadolu Sağlık Meslek Lisesinde ise, müfredatlarında olmamakla beraber, Kur’an-ı Kerim, Tecvid ve Kıraat, Osmanlıca ve Siyer çalışmaları bir bütünlük içerisinde işlenmektedir. Ayrıca yurt imkânı ile öğrencilerimizin öğrendiklerinin bir kısmı hayata geçme imkanı bulmaktadır..

İrfan MEKTEBİ 01 Mart