
Eğitim, insanı şekillendiren en köklü ve en güçlü iklimdir. Bir çocuğun hangi sese kulak verdiği, hangi nazarla bakıldığı, hangi ölçüyle değerlendirildiği; sadece onun değil, toplumun ve geleceğin de kaderini belirler. Ne var ki zamanla bu iklimin havası bozuldu. Öğrencinin adı yarışçıya, öğretmenin adı gözetmene, okulun adı ise sınav kampına dönüştü.Bilgi çoğaldı, ama hikmet kayboldu. Kalem oynatmayı bilen çok; fakat neye yazı yazdığını bilen az. Çünkü “terbiye” olmadan verilen her tahsil, şahsiyetsiz bir yığın bilgiye dönüşüyor. Ezber, hakikatin önüne geçtikçe; kalpsiz zihinler, soğuk diplomalar, yönsüz başarılar birikiyor. Eğitim artık yalnızca hedefe koşulan bir parkur gibi görülüyor. Oysa asıl olan, yolda olmaktır.İnsanın yaratılışı gibi eğitimi de tek ve biriciktir. Her çocuk aynı hızda koşmaz, aynı yöne bakmaz, aynı soruya aynı cevabı vermez. Eğitim, herkesi aynı kalıba sokmak değil; her birine kendi mecrasında akacak yolu göstermekle anlam kazanır. İşte tam bu noktada şunu hatırlatmak gerekir: “Burada hiçbir balık uçmaya, hiçbir kuş yüzmeye zorlanmaz.” Çünkü bir balığın kanadı olmadığı gibi, bir kuşun yüzgeci de yoktur. Her çocuğun kendine has bir yolu, yeteneği, mizacı, meyli vardır. Eğitim, bu farklılıkları yok sayarak değil, onları tanıyarak ve destekleyerek insanı gerçek anlamda büyütür.Kalbi olmayan bir bilgi, hakikate kapalıdır. Eğitim sadece akla değil, kalbe de hitap etmelidir. Zira insan sadece düşünen bir varlık değil; hisseden, inanan, yön arayan bir varlıktır. Bilgi, vicdanla buluşmadığında neyi yapması gerektiğini bilse de neden yapması gerektiğini anlayamaz. Bu da yalnızca meslek sahibi bireyler değil; yönünü kaybetmiş, arayışı unutturulmuş kalabalıklar doğurur.Bediüzzaman Said Nursî’nin ifadesiyle: “Vicdanın ziyası, ulûm-u diniyedir. Aklın nuru, fünun-u medeniyedir. İkisinin imtizacıyla hakikat tecelli eder. O iki cenah ile talebenin himmeti pervaz eder. İftirak ettikleri vakit, birincisinde taassup, ikincisinde hile, şüphe tevellüd eder.”Bu bakış açısı, bize gösteriyor ki, sadece fenni bilgilerle donatılmış ama manevi değerlerden mahrum bir eğitim, insanı maddeye saplar; yalnızca dinî bilgiyle fakat dünyaya kapalı bir eğitim ise onu dar bir alanda taassuba iter. Eğitim, hem kalbe hem akla yöneldiğinde; yani vicdanın ziyası ile aklın nurunu birleştirdiğinde, işte o zaman gerçek manada hakikat ortaya çıkar.İnsan, hayat boyu öğrenmeye muhtaçtır. Fakat bu öğrenme, yalnızca sınavlar için değil; bir ömrün anlamı, yönü ve istikameti için gereklidir. Eğitim, aklı bilgiyle; kalbi ise hikmetle beslemeli, bu iki kanadı birlikte güçlendirmelidir ki insan hem yeryüzünde adil yürüsün hem de göğe doğru yükselsin.Diplomanın değil, marifetin kıymet gördüğü; ezberin değil, anlayışın öne çıktığı bir anlayışa ihtiyacımız var. Kalıbı değil kalbi ölçen, rekabeti değil inşayı önceleyen bir eğitim iklimi… Ahilik gibi; hem eline hem diline hem kalbine yön veren bir terbiye düzeni… Marifetsiz maarifin olmayacağını bilen bir şuur…Zira mesele, sadece çocuğu eğitmek değil, insanı inşa etmektir. Bunun yolu da insanı tanımaktan, fıtratı merkeze almaktan geçer. Ve nihayetinde eğitim, insanı kendisine ve Yaratan’ına yaklaştıran bir yoldur. Eğer o yol bozulursa, yalnız talebeler değil, toplumlar da yönünü şaşırır.

Hz. Ka’b Bin Züheyr’e (ra) Hediye Edilen Hırka-i SaâdetHırka-i Saâdet, Hz. Ka’b bin Züheyr’e (ra) Müslüman olduğu sırada bizzat Peygamber Efendimiz (asm) tarafından hediye edilen hırkadır. Hz. Ka’b bin Züheyr (ra) şairdi ve Müslüman olduğu sırada Peygamber Efendimiz’in (asm) huzurunda “Kasîde-i Bürde” adı verilen bir kaside okudu. Bu kaside, Resûlullah’ın (asm) çok hoşuna gitti ve hırkasını hediye etmeye karar verdi. Hırka, 124 cm boyunda geniş kollu, siyah yünlü kumaştan dikilmiş krem renginde ve yün astarlıdır. Hırka, daha sonraları Hz. Muaviye (ra) tarafından satın alınmıştır ve Halifeler tarafından bayramlarda giyildiği kayıtlarda yer almaktadır. Bağdad’ın 1258’te Moğollarca istila edilmesinden sonra Hırka-i Saâdet, Mısır’a götürülmüştür. Yavuz Sultan Selim 1517’de Mısır’ı fethedince, Hırka-i Saâdet Osmanlılar tarafından korunmaya başlanmış ve İstanbul’a getirilmiştir. Evliya Çelebi Seyahatnamesi’nde, Mısır’da Sultan Kansu Gavri’nin limanda elli adet gemide büyük bir hazine ve mübarek emanetleri beklettiğini anlatır. Yavuz Sultan Selim’in gönderdiği Kara Pîrî Paşa tarafından bu gemiler ele geçirilir. Mısır’ın fethi tamamlanınca gemileri Yavuz’a teslim eder. Evliya Çelebi, bu emanetlerin arasında iki hırka olduğunu belirtmiştir. Hırka-i Saâdet, İstanbul’a getirilince Topkapı Sarayı’ndaki Has Oda’da muhafaza edilmiştir. Sultan III. Murad, Hırka-i Saâdet’i 0,57 × 0,45 × 0,21 m. ebatlarında altın bir mahfaza içine koydurmuştur. Sultan I. Ahmed ise Has Oda’daki tahtının üzerine bir raf yaptırarak Hırka-i Saâdet’i burada koruma altına almıştır. Sultan II. Mahmud döneminde Has Oda tamamen mübârek emânetlere ayrılmıştır.2 Eylül 1218Hanefî fıkıh âlimi Rükneddin Amîdî vefat ettiSemerkand’da dünyaya gelen Rükneddin Amîdî, devrinin önde gelen âlimlerinden ve özellikle Radıyyüddin en-Nîsâbûrî’den ders almıştır. Karşılıklı konuşma ve tartışma sanatı olan cedel ilminde ve bu ilmin fıkhî meselelere âit tartışma kurallarını konu edinen dalı olan hilâf ilminde öne çıkmıştır. İbn-i Haldûn, cedel ilminden bahsederken bu konuda biri Pezdevî diğeri de Amîdî tarafından geliştirilen iki metot bulunduğunu belirtmiştir. Amîdî’nin geliştirdiği metotta, dayandığı ilim dalı ne olursa olsun her nevi delil kullanılmaktadır. Amîdî’nin cedel konusundaki eserleri ise, et-Tarîkatü’l-Amîdiye, el-İrşâd ve en-Nefâ‘is’tir.4 Eylül 1090Hasan Sabbah, Alamut Kalesini ele geçirdiHaşşâşîn’in başı Hasan Sabbah, 4 Eylül 1090’da Alamut Kalesini ele geçirdi ve bir Batınî karargâhı haline getirdi. Sultan Melikşah, 1091-1092 yıllarında vezir Nizâmülmülk ile birlikte kaleye asker sevk edip kuşattıysa da başarılı olamadı. Daha sonradan birçok sultan, bu kaleyi almaya çalıştı. Nihayet Moğol hükümdarı Hülâgû’nun askerleri tarafından 19 Kasım 1256’da kale teslim alındı. Hasan Sabbâh, 1124’te ölene kadar bu kalenin zor zabtedilen halinden cesaret alarak birçok suikast yaptırmıştır. Onun planlayarak fedailerine yaptırdığı suikastlardan birinde Vezir Nizamülmülk şehid olmuştur. Ayrıca Sultan Melikşah’ın vefatı da şüpheli olarak görülür. Selçuklu hükümdarlarından Sultan Berkyaruk, bir suikast girişiminde yaralanmıştır. Sultan Muhammed Tapar ise, hacamat bahanesiyle zehirli neşterle öldürülecekken önceden fark ettiği için kurtulmuştur. 20 Eylül 622Hicret yolunda olan Peygamber Efendimiz (asm) Kuba’ya ulaştıMüslümanların büyük kısmının Mekke’den Medine’ye hicret etmesi üzerine Mekkeli müşrikler, endişeye kapıldılar. Çünkü Müslümanlar Medine’de güçlenmekteydiler ve onlar için tehdit oluşturacaklardı. Bunun üzerine Peygamber Efendimiz’e (asm) suikast düzenlemeye karar verdiler. Resûlullah’a (asm) Medine’ye hicreti için Cenâb-ı Hakk’tan izin çıkınca, Hz. Ebû Bekir (ra) ile birlikte yola çıktılar. Resûlullah (asm), suikast için toplanan müşriklerin bakan ama görmeyen gözleri arasında evinden ayrılmıştı. Üç gün Sevr Dağında bir mağarada kaldıktan sonra, Mekke’ye doğru yol almaya başladılar. Güzergâh üzerinde birçok tehlikeden Cenâb-ı Hakk’ın izniyle halas oldular. Nihayet 20 Eylül 622 günü Medine’ye bir saatlik mesafede olan Kuba’ya Hz. Ebû Bekir (ra) ile birlikte ulaştılar. Peygamber Efendimiz (asm), burada bir müddet dinlendi. 24 Eylül 622 Cuma günü Medine’ye doğru tekrar yola çıktılar. Yol üzerindeki Rânûnâ vadisine varınca Resûlullah (asm), Sâlim bin Avf kabilesine misafir olmuştur. Bu sırada Cuma vakti girdiğinden vadideki namazgâhta ilk Cuma namazını kıldırmıştır.

Bed’-i Besmele sadece bir eğitim başlangıcı değil; bir şahsiyet inşasının temel harcıydı. Elif harfiyle başlayan bu yolculuk, doğru duruşun, doğru düşüncenin ve doğru davranışın tohumlarını atardı. Ve bu tohumların yeşermesi, ancak “Yaratan Rabbinin adıyla” yola çıkmakla mümkündü.Yeni bir eğitim-öğretim dönemine adım atarken, mazimizin bize emanet bıraktığı köklü bir geleneği hatırlamak istiyoruz: Bed’-i Besmele. Osmanlı’da çocukların mektebe başladığı bu özel merasim, sadece bir öğrenme sürecinin değil, bir hayat yolculuğunun “Bismillah” diyerek başladığını ilan ederdi.Zira Üstad Bediüzzaman’ın veciz ifadesiyle: “Bismillah her hayrın başıdır. Biz dahi başta ona başlarız.” Bu cümle, bir geleneğin değil, bir hakikatin özüdür. Besmele, yapılan işin sadece maddî değil, manevî bir zemine oturduğunu, niyetin berrak, yönün doğru olduğunu gösterir.Ecdadımızın sıkça dile getirdiği, hadiste geçen bir başka hakikat de şudur: “Besmelesiz başlanan iş kadük olur.” Yani Allah’ın adı anılmadan, O’na havale edilmeden başlayan bir iş ya yarım kalır ya da hedefine ulaşmaz. Hele ki bu iş, bir çocuğun hayatını şekillendirecek eğitim gibi önemli bir yolculuksa, başlangıcında besmelenin olmaması sadece bir eksiklik değil; bir yön kaybıdır.Bed’-i Besmele: Sadece Alfabe Değil, Ahlâk ÖğretisiOsmanlı toplumunda Bed’-i Besmele merasimi, bir çocuğun elif harfiyle tanıştığı anın çok ötesinde bir anlam taşırdı. Bu merasimde çocuğa sadece harf değil, aynı zamanda hal de öğretilirdi. Bir hoca, çocuğun başını okşayarak “Oku evlâdım” dediğinde, aslında şu niyeti telkin ederdi: “Oku ki yalnızca bilgili değil, bilge olasın. Oku ki yalnızca zeki değil, edepli olasın. Oku ki hayrın peşinde bir ömür süresin.” Zira bu eğitim anlayışının kökü, Kur’ân’ın ilk emrine dayanır:( اِقْرَاْ بِاسْمِ رَبِّكَ الَّذٖي خَلَقَ ) - “Yaratan Rabbinin ismiyle oku!” (Alak, 96/1)Yani sadece bilgi uğruna, menfaat uğruna ya da makam uğruna değil; Rabbinin adıyla, O’nun rızasına uygun bir okumadır istenen. İşte bu yüzden mektebe “Bismillah” ile başlanırdı. Çünkü çocuk yalnızca kalem tutmazdı; bir yöne, bir gayeye, bir kulluk şuuruna yönlendirilirdi.Bu da gösteriyor ki, Bed’-i Besmele sadece bir eğitim başlangıcı değil; bir şahsiyet inşasının temel harcıydı. Elif harfiyle başlayan bu yolculuk, doğru duruşun, doğru düşüncenin ve doğru davranışın tohumlarını atardı. Ve bu tohumların yeşermesi, ancak “Yaratan Rabbinin adıyla” yola çıkmakla mümkündü.Eğitimde Besmeleyle Başlamanın HikmetiEğitim, insanı şekillendiren, ona kimlik ve yön veren bir süreçtir. Bu sürecin başında besmelenin yer alması, eğitimin yalnızca teknik değil, tevhidî bir eylem olduğunu hatırlatır. Yani biz bir çocuğu sadece hayata değil, hakikate hazırlıyoruz. Bu yolun başında Allah’ın adı varsa, sonu da hayra çıkar. Eğer eğitim, Besmelesiz başlarsa; yönü şaşabilir, niyeti bulanıklaşabilir. Zihin dolsa bile kalp boş kalır. Oysa Bed’-i Besmele, zihni ilme, kalbi ahlâka, niyeti hayra yöneltir.Bugüne Taşınacak Bir RuhBugün yeniden okullar açılıyor. Çocuklar sıraya, öğretmenler kürsüye geçiyor. Ama bir eksik varsa, o da niyetin sesi olan Besmeledir. Bed’-i Besmele geleneği bize diyor ki: “Eğitim sadece müfredata başlamak değil, hayırlı bir yola yönelmektir. Ve bu yol, ancak Bismillah ile anlam bulur.”Gelin bu maarif yılının başında, sadece takvim değil, niyet de yenilensin. Çocukların ellerine kalem tutuştururken, kalplerine de Besmeleyle yola çıkma şuurunu verelim. Zira “Bismillah her hayrın başıdır” ve çocuk, hayrın en taze filizidir. Onu Besmelesiz başlatmak, köksüz bırakmaktır.Yeni eğitim yılı hayırlara vesile olsun. Başta besmele, yol boyunca sabır ve sonunda hakikat olsun.

Ezber, bir eğitim aracıdır; ama tek başına amaç hâline gelirse eğitim, ruhunu kaybeder. Bu sebeple ezberi değil, ezberciliği eleştirmeli; düşünmeyi, anlamayı ve üretmeyi merkeze alan bir eğitim anlayışı inşa etmeliyiz. Çünkü gerçek bilgi, sadece hafızaya değil, kalbe ve hayata da dokunmalıdır. Ezberden hikmete giden yol da bu dengeyle mümkündür.Ezber… Kimileri için sıkıcı bir tekrar, kimileri içinse bir bilgiye sahip olmanın ilk adımıdır. Eğitimde ezberin yeri uzun yıllardır tartışma konusu olmuştur. Bir yanda “ezberci eğitim” eleştirilirken, diğer yanda hafızanın eğitimin vazgeçilmez bir parçası olduğu beyan edilmiştir. O hâlde mesele ezberin kendisinde değil, nasıl ve ne amaçla kullanıldığındadır.İnsan zihni, bilgiyi işlerken önceden öğrenilmiş kalıplara, yani hafızaya dayanır. Bu yönüyle ezber, zihnin temel yapı taşlarından biridir. Bir çocuğun alfabeyi, çarpım tablosunu ya da Kur’an’dan bir sureyi ezberlemesi; sadece bilgi edinmesi değil, aynı zamanda düşünme temellerini inşa etmesidir. Tıpkı bir marangozun önce alet çantasını tanıması gibi, öğrenci de bilgileri zihninde hazır tutarak fikri faaliyetlere hazırlanır. Bu noktada ezber, öğrenmenin ilk basamağıdır, bir eksiklik değil, ihtiyaçtır.Evet mesele, ezberin eğitimdeki yeri değil; ezberin tek yöntem hâline gelmesi, yani “ezbercilik”tir. Ezbercilik, sorgulamayan, düşünmeyen, analiz etmeyen fertler yetiştirir. Bilgiyi zihne aktarmakla yetinir, onu anlamlandırma, başka bilgilerle ilişkilendirme veya hayata uygulama fırsatı vermez. Bu durum da gençleri pasif bilgi taşıyıcılarına, sınavdan sınava koşan robotlara dönüştürür. Ezberci eğitimde başarı, doğruyu anlamaktan değil, cevabı hatırlamaktan geçer. Halbuki gerçek başarı, bilgiyi hazmetmek ve onu yeni durumlara uyarlayabilmektir. Bu yüzden ezberci sistem, çocukların potansiyelini köreltir, farklı bakış açılarını bastırır, özgün ve analitik düşünmeyi ikinci plana iter.Eğitimde esas olan, ezberle anlamayı dengelemektir. Temel bilgilerin ezberlenmesi, daha karmaşık bilgilerin öğrenilmesini kolaylaştırır. Ama bu bilgiler, sadece tekrar edilmekle kalmamalı; anlamlandırılmalı, tartışılmalı, yorumlanmalı ve hayata aktarılmalıdır. Ezber, eğitim yolculuğunun ilk adımıysa, anlam ve uygulama bu yolculuğun hedefidir. İdeal bir eğitim sistemi, öğrencinin hem zihnini hem kalbini hem de elini çalıştırmalıdır. Yani öğrenci bilgiyi ezberlemeli, anlamalı ve uygulamalıdır. Bu süreçte öğretmenin rolü de değişir: Sadece bilgi aktaran değil, rehberlik eden, düşünmeye teşvik eden bir karaktere bürünmelidir.Ezber, bir eğitim aracıdır; ama tek başına amaç hâline gelirse eğitim, ruhunu kaybeder. Bu sebeple ezberi değil, ezberciliği eleştirmeli; düşünmeyi, anlamayı ve üretmeyi merkeze alan bir eğitim anlayışı inşa etmeliyiz. Çünkü gerçek bilgi, sadece hafızaya değil, kalbe ve hayata da dokunmalıdır. Ezberden hikmete giden yol da bu dengeyle mümkündür.

Bir zamanlar Bollywood gişe rekortmeni bir film sinemaseverler arasında revaç bulmuştu. 3 İdiots (3 Aptal) isimli film izleyiciler tarafından ilham veren başyapıt bir film olarak nitelendirilmişti. Karmaşık olay örgüsü ile eğitimdeki çarpıklıklara dikkat çeken Hindistan yapımı bu uzun komedi filminin özeti kısaca şu şekilde: Hindistan’da en iyi mühendislik okulunu kazanan Rancho, Farhan ve Raju’nun mühendis olmak için çıktıkları bu yolda eğitimlerinde ve özel hayatlarında yaşadıkları zorlukları nasıl aşacaklarını, birey olma yolunda verdikleri çabalarını ve muazzam dostluklarını konu alır. Raju, mühendis olmak istemesine rağmen derslerinde başarılı olamaz. Babası hastadır ve bu yüzden aile maddi açıdan zor durumda kalır. Bir an önce mühendis olup ailesini bu zor şartlardan kurtarmak isteyen Raju’nun yaşadığı kaygı ve korku, derslerine dikkatini vermesine engel olur. Onun için bu süreç hayli zor olacaktır. Raju, tüm bunların üstesinden gelebilecek mi? Farhan’ın tutkusu ise fotoğrafçılıktır. En sevdiği doğa fotoğrafçısının yanında eğitim almayı hayal eder. Ona yanında eğitim almak istediğine dair bir mektup yazar ancak mektubu göndermeye cesaret edemez. Çünkü diktatör olan babası, onun mühendis olmasını ister. Henüz fotoğrafçılık üzerine eğitim almamış olmasına rağmen oldukça başarılı fotoğraflar çeker, yeteneği bu yönde olmasına rağmen mühendislik öğrencisidir. Gelelim esas kahramanımız Rancho’ya. O, mühendis olmayı tüm kalbiyle ister, makinelere aşkla bağlıdır ve kendini ait hissettiği yerdedir. Öğrenmek onun için keyif aldığı, merak ettiği ve en heyecanlı anlarıdır. Yapılan yanlışlara göz yummaz, eleştirilerini açıkça dile getirir ve sorunlara çözüm yolları arar. Sürekli bilginin peşinden koşar ancak, bilgiyi fotokopi makinesi gibi kopyalamaz aksine yaparak ve yaşayarak öğrenir, bilgiyi işlevsel hâle getirir.1Filmi izlediğimizde bazı sahneler bize hiç de yabancı gelmez. “Diploma avcılığı” için yetiştirilmek istenen “aslan parçaları” bu filmin başrolündedir. Etrafımızda da vardır, şöyle bir göz gezdirirseniz siz de görürsünüz o avcıları. Bir kısmı av için fıtraten hazırdır veya içinde yetiştiği ortam onu “vahşi” bir avcı yapmıştır. Ancak bazılarının tek odağı avlanmak değildir. Ormanın derinliklerini keşfetmek ister; ağaçların ihtişamı, ormandaki seslerin esrarengizliği, derelerin coşkunluğu ilgisini çeker. “Diploma avcısı” metaforunun maarif sahasının münevverlerinden Nureddin Topçu’ya ait olduğunu meseleyle alakalı olanlar hatırlayacaklardır.Hırs ve acımasız rekabet ortamının neticesi olan sathilik (yüzeysellik), mananın ve işin felsefesinin derinliklerinden uzaklaşmayı da beraberinde getiriyor. Diploma artık ilmin, maarifetin değil sosyal statünün bir delili olmaya yüz tutmuş durumda. Mebzul, elde etmesi kolay. Üniversite mezunu olmak böyle bir sistemde adeta çocuk oyuncağı olmaya doğru gidiyor.Kelimelere takılmamak lazım ancak Topçu tam olarak da oradan başlanması gerektiğini iddia eder: okul değil mektep, öğretmen değil muallim. Kelimeler her şeydir. Onlarla düşünür, düşünce dünyamızı onlarla şekillendiririz. İlim, irfan, kitap kokan kelimelerin zihnimizdeki tesirini bir hayal edin.Malumat her yerde… Yapay zekanın el atmadığı alan neredeyse artık yok gibi. Otonom sistemler artık insan bilgisine olan ihtiyacı sıfıra indirme yolunda. Lakin teknoloji ne kadar şaşırtıcı olursa olsun bir ruha asla sahip olamayacak. O ruhî dokunuş da henüz ruhunu diploma için kaybetmemiş “talebeler” sayesinde olacak. Gerçekten ne istediğini bilen ve talep eden talebeler. Topçu’nun tabiriyle hakikatlerin peşinde koşmayı meslek edinen, gayesi manevî olgunlaşma olan, mekteplerin diploma müşterisi ve istikbalin mevki dilencisi olmayan talebeler.Kitap okumayan, muhakeme ve tefekkür etmeyen, dershane yollarında sınavlarla örselenen nesiller maarif derdi çeken herkesin uykusunu kaçırmalı. Velilerin, öğretmenlerin ve idarecilerin idealizmi yitirmesi, tek odaklarının sınav olması, rakamlara teslim olmaları, muallimlikten/anne-baba olmaktan test koçluğuna dönüşmeleri bu durumun önemli sebeplerindendir. Halbuki talebeye yön veren, yol açan, onun ruhunu ve şahsiyetini inşa eden muallimler, okul idarecileri ve şuurlu anne-babalar değil midir?Üniversiteyi dört beş yıl ortadan kaybolmak için vasıta edinen gençler belki bir diploma sahibi olacaklardır ancak kaybettikleri ideal ve dava şuuru bu memlekete de çok şey kaybettirecektir. Bir kabiliyeti olmayan ama çok sayıda diploma ile sertifikası olan, bilgi edinmek için değil iş bulmak için çırpınan, sisteme ayak uydurmuş gençler maarif anlamında bir beka sorunu olma potansiyeli taşımaktadır. Halbuki ilim öyle bir şeydir ki diplomanın çerçevesine sığmaz. Gençlerimiz Rancho’nun sözlerindeki şu hakikati dikkate almak zorundadır: “Başarının peşinden koşma. Mükemmel olmaya çalış, başarı zaten seni takip eder.”Bugün kahvehane sohbetlerinde okullardan söz açıldığında ara eleman eksikliği konuşulur. Yakın gelecekte bu ciddi bir mesele olarak karşımıza çıkacak. Musluk değiştirecek, tesisat tamiri yapacak eleman bulamadığımız günler geldiğinde tırnağı olan başını kaşıyacak. Profesör olan bir dostumun rica minnet evine getirebildiği ustanın ona söylediği sözler aslında bu meselede her şeyi açıkça gözler önüne seriyor: Hoca, sizin devriniz geçti. Devir artık bizim devrimiz.Çözüm bir derginin satırları arasında ifade edilecek kadar basit değil elbette. Bu memleketin yerli ve millî idarecileri, hocaları, maarif sevdalıları var. Bir araya gelip dönüşümü başlatmak sadece bir adım ile olacak. Bu manada yeni sistem olan maarif modeli bir umut vadediyor elbette. Ancak unutulmamalıdır ki en iyi eğitim sistemi ortaya konulmuş olsa da bunun uygulayıcıları sahada muallimlerdir. Burada maarif ordusunun kahraman neferlerine ciddi bir iş düşüyor. Hasılı kelam bu kadar gencin olduğu bir memlekette sınav gerçeğini değiştiremeyiz. İdeal olmasa da en adil çözüm şimdilik bu. Ancak zihnî bir değişim/dönüşüm mümkün. Manzarayı değiştirmek için içinde bulunduğumuz mekânı alt üst etmeye gerek yok, baktığımız noktayı değiştirerek farklı açılar elde ettiğimizde de manzara değişir. Daha yapıcı ve daha makul bir yol bulunabilir, böyle bir yol mevcutsa hep birlikte yürünebilir. 1- http://egitimlik.com/post/3idiots3aptal

1997 yılına kadar, Türkiye’de meslek liselerine öylesine bir rağbet vardı ki; en küçük bir ilçedeki meslek lisesi bile imtihan yaparak öğrenci almak mecburiyetinde kalmaktaydı. Yani, en kabiliyetli adaylar, meslek liselerine kayıt yaptırabilmek için çaba sarf ediyor; aileler, çocuklarını bu okullara verebilmek için heyecan yaşıyordu.İmam Hatip liseleri de aynı kategoride olduğu için, aynı rağbeti görmekte, camianın yöneticileri, kontenjanlarını artırabilmek için büyük fedakârlıklarda bulunuyordu. Bu rağbetin temel sebebi, mezuniyetten sonra üniversitelerin ilgili branşlarına ek puan verilmesi ve isteyenlerin kariyerlerine aynı branşta devam edebilme kolaylığıydı. Aynı zamanda, meslek dışı bölümler de tercih edilebiliyor ve diğer adaylardan herhangi bir farklı puanlamayla karşılaşmadan istedikleri bölümlere yerleşebiliyorlardı.Ve ne olduysa, İmam Hatip çıkışlı öğrencilerin siyasal bilgiler, hukuk, tıp, mühendislik gibi branşlara da hatırı sayılır oranlarda girmeye başlamasıyla oldu. Öyle ya, İmam Hatipliler sadece imam olmalı ve ortada kalmasın, keyiflerini daha fazla kaçırmasın diye de “ölüleri” yıkayıp kaldırmalıydı. Hatta, dirilerle mümkün mertebe haşır neşir bile olmamalı, cami dışında vaaz-maaz da vermemeliydi öyle(!). “Salla başı, al maaşı” hesabı yani.80’li yılların ortalarından itibaren üniversite hocalarından, yeni başlamış öğrencilere “İmam Hatipliler şöyle bir el kaldırsın bakayım” demeyen neredeyse yoktu. Göze battıkça batıyorlardı. Sonunda bu İmam Hatipliler, muhtelif şirketlerin sahibi olmaya da başlamış, “yeşil sermaye” almış başını yürümüştü.Son kertede hükümet kurmayı bile başarmış, İslami STK’larla protokoller imzalamış, devletin/milletin kaynaklarının yılların gedikli bürokrasisi kanalıyla yerli-yabancı parazitlere peşkeş çekilmesine de “dur!” demişti.İşte bütün bu gelişmeler, bir postallı çelmeyi hak ediyordu(!). Farklı (düşük) katsayı uygulamasının kanunlaşması ve 12 yaşından küçüklerin Kur’an kurslarına gönderilmesinin yasaklanması ve İmam Hatiplerin önünün kesilmesiyle, bütün meslek liseleri aynı kanundan nasibini almıştı.O tarihten itibaren, meslek liselerine olan talep âdeta yere çakıldı. Hatta talep düşüklüğünden kapanma tehlikesiyle karşı karşıya kalan birçok okul ortaya çıktı. Çünkü bu lise mezunları, katsayı farkından dolayı, bütün soruları doğru olarak cevaplasalar bile, gözde/etkili bölümlere giremiyorlardı.Böylece, meslek liselerinin sağlamış olduğu “ara eleman” da o oranda geriledi; sahada sadece alaylı olanlar kaldı ve onlar da zamanla çok yetersiz kalmaya başladı; hem sayı hem de teorik bilgi olarak.Yeni hükümetlerin ısrarlı çabaları netice verdi ve o katsayı farkı kaldırılalı yıllar oldu; çok şükür. Fakat eğitim sistemi öyle bir şey ki, etkisini ancak 15-20 sene sonra gösterdiğini eğitimciler beyan ediyor. Ve şu ara bu “ara eleman” sıkıntısını Türkiye sanayii çok acı ve şiddetli bir şekilde çekmeye devam ediyor.Mesela makine mühendisi sayısı o kadar fazla olmasına rağmen, usta bulunamıyor. Öyle ki, ustalar yeni mezun mühendislerin iki katı maaş alabiliyor. Bu ise, mühendislerin çalışma şevkini ve kendini geliştirme azmini budamaktan başka işe yaramıyor desek, abartmış sayılmayız.Yine, mühendisliklerden mezun olanlar, staj yeri bile bulmakta o kadar zorlanıyor ki, anlatabilmek mümkün değil. Yani, aradan geçen onca yıla rağmen, bozulan o düzen bir türlü yerini bulmuyor. Çünkü bu sefer de aileler, çocuklarının ille de fakülte, yani 4 yıllık bölüm mezunu olması noktasında garip bir ısrar içerisine girmiş oldular.Bütün bu olumsuzluklar, çok kabiliyetli beyinlerin yurt dışına göç etmesine de zemin hazırlamış oldu diyebiliriz. Bunun çözümü ise, devletin liseden itibaren kariyer/meslek yönlendirmesi yapılması konusunda kontrolleri tamamen ele alması ve eğitim politikalarını sıkça değiştirme anlayışından vazgeçmesi gereğidir.Zamanında meslek tanıtımı konusunu ciddiye almalı, ortaokuldan itibaren öğrencilerin meslek erbabı profesyonellerle tanıştırılması, farklı işyerlerinin gruplar hâlinde gezilmesi ve soru-cevap ortamının sağlanması önemsenmelidir.Ayrıca, birçok 4 yıllık üniversite bölümünün 2 yıllık meslek okullarına çevrilmesi ve öğretim görevlisi olarak daha çok sahada yetişmiş profesyonellerin istihdam edilmesi, teorik eğitimin zaruret kadar verilmesi, üniversite-sanayi iş birliklerinin artırılması ve geliştirilmesi de ele alınmalıdır.Bütün bunların yanında, Ahilik Sistemi’nin başarılı ülke sistemleriyle harmanlanarak güncellenip hayata geçirilmesinin vazgeçilmez bir olgu olarak değerlendirilmesi son derece elzemdir.

İnsan bu dünyaya her şeyi öğrenmeye muhtaç bir halde gelir. Hayatın gerçeklerinden bîhaber olmakla beraber hayat kanunları hakkında bilgisi olmadığından câhil hükmündedir. Hatta yirmi senede şerâit-i hayatı tamamen öğrenmekten âcizdir. Belki ömrünün sonuna kadar öğrenmeye muhtaçtır. Şimdi gelin ihtiyaç duyduğumuz, öğrenmemiz gereken bazı konular üzerinde duralım:İnsan, sabretmeyi öğrenmeye muhtaçtır.İnsan bu dünyada bela, musibet ve hastalıklara, sıkıntı ve zorluklara maruz kalır. Bu sayede gelecekteki daha çetin, daha zorlu imtihanlara hazırlanma fırsatı yakalar. Hem bu sıkıntılar vesilesiyle sabrı öğrenir, dayanma gücü artar, mukavemet kazanır. Hayat sıkıntılarla, musibetlerle, mücadelelerle terakki eder, sâfileşir, kuvvet bulur, netice verir, mükemmelleşir. Tekdüze, monoton bir hayat bereketsizdir, verimsizdir, yokluğa mahkûm olur. Demek şu imtihanın bir lazımı olan bela, musibet ve hastalıklar insanın istidat ve kabiliyetlerini kamçılayan bir idmandır, bir egzersiz ve bir şırınga hükmündedir.İnsan, şükretmeyi öğrenmeye muhtaçtır.Allah’ın bize sunmuş olduğu nimetler hadsizdir. Hayatı veren Rabbimiz, hayatı rızık ile devam ettiriyor. Oruçtaki açlık vesilesiyle nimetin kadrini, kıymetini öğreten Rabbimiz; nimeti nimet bilmemizi, bu nimetlerin Allah’ın birer hediyesi olduğunu düşünmemizi istiyor. Bu düşünmek bir şükür olmakla birlikte nimete duyulan iştiha da bir şükürdür, “Elhamdülillah” diyerek Allah’a hamd etmek de bir şükürdür. Namaz kılmak ise hem kavlen hem fiilen şükrün en yüksek bir mertebesidir. İnsan, tevekkül etmeyi öğrenmeye muhtaçtır.İnsan bu dünyada misafirdir. Ebedî ahiret yolculuğuna kıyasla insanın dünyadaki misafirliği, bir ağaç altında gölgelenip yoluna devam eden bir yolcunun konaklama süresi kadar kısadır. Öyleyse bu kısa, fâni, geçici dünya hayatında bize düşen elimizden geleni yapıp sonucunu Allah’ın takdirine bırakmak, O’na tevekkül etmektir. Zira her şeyi yaratan O. Her şeyi bize musahhar eden O. Öyleyse biz, gemiye binen iki adam misali; yükünü omzunda taşımaya devam eden değil, yükünü yere indirip “bu gemi beni de yükümü de taşır” diyerek gemi kaptanına itimad eden adam gibi olmalıyız. Yani bu dünya gemisini uzay denizinde çok süratli bir şekilde seyahat ettiren Rabbimize tevekkül ile iltica edip dünyanın ağırlıklarından kurtularak huzur ve emniyet içerisinde yaşayabiliriz.İnsan, ümitvâr olmayı öğrenmeye muhtaçtır.Ümidin asıl kaynağı Allah’a ve ahirete imandır. Çünkü inanıyoruz ki, şu kışın ardından baharın gelmesi ve gecenin ardından sabahın olması katiyetinde ölümden sonra ebedî bir hayat var, gelecek. Öyleyse ihtiyarlar hayat-ı bakiye ümidiyle dünyadaki sıkıntılara sabredebilirler. Aile ortamında, eşler arasında karşılıklı hürmet ve muhabbet ancak ebedî arkadaşlık düşüncesiyle devam edebilir. Çocuklar ise ebedî cennet hayatı düşüncesiyle onlara dehşetli ve ağlatıcı görünen ölümlere karşı dayanabilirler. Hem günahkâr insanlar Allah’ın bağışlaması ümidiyle tövbe kapısından girip mağfirete vasıl olabilirler.İnsan, teslim olmayı öğrenmeye muhtaçtır.İnsan, akıl ve mantığına uyan meseleleri kabul ettiği gibi o an için hikmetini bilemediği konularda da Allah’ın hükmüne tâbi ve teslim olmalıdır. Mesela dinen zengin sayılan bir Müslüman’ın zekât vermesi gerekir. Bu zekât sayesinde zenginlerden fakirlere merhametli, şefkatli yardım eli uzanırken; fakirlerden zenginlere karşı bir hürmet hissi uyanır. Böylelikle zenginlerin malı koruma altına alınmış olur. Diğer taraftan miras konusunda “erkeğe iki kadın hissesi vardır”1 hükmünü kendi dünyasında eşitlik ilkesiyle bağdaştıramayan bir Müslüman ya doğrudan veya hikmetini öğrenmek suretiyle yine teslimiyet göstermelidir. Kaldı ki miras konusunda bir kadın bir hisse alarak kocasının evine eli boş gitmediği gibi babası ve erkek kardeşleri nazarında bizim malımızı başkasının evine götürüyor izlenimi vermez. Böylece babasının ve kardeşlerinin önceki şefkat, merhamet ve muhabbetlerinin devamını sağlar. Nafakasını temin etmek kocasının vazifesi olmakla beraber kendi bir hissesiyle kocasının iki hissesi birleşince üç hisse olur, böylece yekunda adalet tahakkuk etmiş olur.Hâsılı, “beşikten mezara kadar ilim öğreniniz” sözü açıkça ifade ediyor ki, insan hayatı boyunca öğrenmeye devam etmelidir. Zira bu bir ihtiyaçtır. Hem insan bu dünyaya ilim öğrenmek suretiyle tekemmül etmek için gönderilmiştir.1- Nisâ, 4/11.

Eğitim, ne yalnızca sınıf duvarları içinde yapılan bir faaliyet, ne de herkese aynı kalıpta verilen bir öğretim paketidir. Gerçek eğitim; kişinin fıtratını, kabiliyetini ve ruh dünyasını fark ederek ona göre yol alabilmektir. Hindistan sinemasının bazı nitelikli yapımları ve batıdan bazı animasyon filmleri bu gerçeği oldukça çarpıcı biçimde ortaya koyar.Örneğin Her Çocuk Özeldir (Taare Zameen Par), öğrenme güçlüğü çeken bir çocuğun “tembel ve yaramaz” diye yaftalanmak yerine doğru bir bakış açısıyla nasıl bir sanat dehasına dönüşebileceğini gösterir. O çocuğun problemi, “öğrenememesi” değil; sistemin onun gibi bir çocuğu anlayamamasıdır. Film, her çocuğun öğrenme biçiminin farklı olduğunu, dolayısıyla eğitimde tek tipçi yaklaşımların kimi çocukları gölgede bırakabileceğini çok güçlü biçimde ortaya koyar.Üç Aptal filmi ise, yarış ve ezber merkezli eğitim sisteminin talebeyi nasıl kişiliksizleştirdiğini, ne pahasına olursa olsun “başarılı” olma dayatmasının gençlerin ruh sağlığını nasıl bozduğunu eleştirir. Asıl başarının ne olduğunu sorgulayan filmde, kendi merakına ve tutkularına göre yönelen öğrencilerin, hem daha mutlu hem daha üretken bir hayata adım attığı gösterilir. Ezberciliğin yerine keşfi, rekabetin yerine anlam arayışını koyar.Hıçkırık (Hichki) filminde ise, kekemelik gibi bir durumun “engel” değil, öğretmenliğe engel olmayan bir farklılık olduğunu; esas engelin bireyi anlamayan bir çevre ve önyargı dolu sistem olduğunu görürüz. Öğrencilerin de etiketlenmeden bir ortamda gelişebileceği, onların potansiyeline inanıldığında neler başarabileceği ortaya konur.Benzer şekilde, bir animasyon filmi olmasına rağmen Kung Fu Panda, eğitim felsefesi ve şahsi farklılıklar konusunda oldukça derin ve düşündürücü mesajlar içerir. Filmdeki baş karakter Po, ilk bakışta hantal, beceriksiz, dikkati dağınık ve çevresine uyum sağlayamayan biri olarak görünür. Geleneksel kıstaslarla değerlendirildiğinde ne kahramanlığa ne de dövüş sanatlarına uygun bir adaydır. Ancak zamanla anlaşılan şudur ki: Po’nun farklılığı bir eksiklik değil, bir potansiyeldir.Burada dikkat çeken asıl mesele, eğitim sürecinin şahsa göre şekillendirilmesi gerekliliğidir. Klasik, kalıplaşmış yöntemlerle eğitilmeye çalışıldığında Po sürekli başarısız olur; fakat akıl hocası Usta Shifu, onun kişiliğini, mizacını ve ilgi alanlarını fark ettikçe eğitim anlayışını değiştirir. Po yemekle motive olan biridir; dikkatini toplamak için mizah, oyun ve iç dünyada denge gereklidir. Eğitim, bu yönlerine uygun şekilde tasarlandığında geliş/tir/meye başlar. Bu da gösterir ki: her şahıs farklı bir anahtarla açılır. Eğitimcinin görevi, o anahtarı sabırla aramak ve bulmaktır.Aynı zamanda film, “seçilmiş olmak” kavramını da sorgular. Po’nun “Ejderha Savaşçısı” olması, başlangıçta kimse tarafından ciddiye alınmaz. Hatta eğitimciler, sistemin yöneticileri ve diğer öğrenciler onun varlığını bir hata olarak görür. Ancak zamanla anlaşılır ki mesele sadece fiziki yeterlilik değil, inanç, azim ve kendini kabulle gelen bir ihsandır. Po, kendine inanmayı öğrendikçe çevresindekiler de ona inanmaya başlar. Bu dönüşüm hem kişinin iç yolculuğunu hem de eğitim sisteminin esnekliğe ne kadar ihtiyaç duyduğunu gösterir.Kung Fu Panda, bu yönüyle bizlere şunu fısıldar: Eğitim bir üretim bandı değildir. Her öğrenci aynı şekilde öğrenemez; her zihin, her kalp aynı tonda çalmaz. Birini eğitmek, onu bir başkasına dönüştürmek değil; onu kendi en iyi hâline eriştirmek için yol arkadaşı olmaktır. Eğitimcinin başarısı ise, öğrenciyi kendisine benzetecek şekilde değil; öğrencinin kendi cevherini ortaya çıkaracak şekilde rehberlik edebilmesindedir.Bu örneklerin her biri, bize önemli bir hakikati hatırlatır: Eğitim şahsa münhasırdır. Her şahsın öğrenme yolu, motivasyonu ve ilerleyişi farklıdır. Bu yüzden herkese aynı kalıpta bilgi yüklemek yerine, şahsi farklılıkları gözeten, merakı teşvik eden, yeteneklere göre yönlendiren bir eğitim anlayışı geliştirilmelidir.Aynı zamanda, eğitim sadece kişiye değil, ortama da bağlıdır. Destekleyici bir çevre, anlayışlı bir öğretmen, güvenli bir sınıf, değer gören bir öğrenci… Bunlar olmadan bilgi, zihne ulaşsa da kalpte yer bulamaz. Eğitim ortamı; sevgi, saygı ve güvenin olduğu bir iklimdir. O iklim olmadığında en parlak zihinler bile solabilir.Bu sebeple gerçek eğitim ne sadece yöntemdir ne de yalnızca müfredat. Eğitim, bir insanı anlamakla başlar. Onun neye sevindiğini, neyle motive olduğunu, neyin karşısında zorlandığını bilmeyi gerektirir. Bir panda da ejderha savaşçısı olabilir ama onu eğitecek olan, o pandayı tanıyan bir ustaysa. Bir çocuk da sanatkâr, bilim adamı ya da mutlu bir insan olabilir; ama onu anlayan bir öğretmeni, güvenli bir ortamı ve kendine özgü yolculuğu varsa.Eğitim, herkes için aynı yol değil; herkes için doğru yoldur.

Her fikir değerlidir ama her fikir doğru değildir. Fikirlerin içinden hakkı ayıklayabilen, düşünceyi eğip bükmeden önlendirebilen, hem zihni açık hem gönlü diri nesiller yetiştirebilirsek; işte o zaman ezberden hakikate yürüyebiliriz.Eğitim, uzun yıllar boyunca çoğu yerde ezberi, tekrarları ve tek doğruya odaklanmayı önceleyen bir anlayışla yürütüldü. Bu sistemde başarı, çoğu zaman “öğrenmek” değil “ezberlemek” olarak tanımlandı. Bir bilmece sorulsa, doğru cevap bir taneydi. Cevap anahtarında ne yazıyorsa oydu. Oysa hayattaki sorular, cevap anahtarına sığmaz. Tıpkı “Çarşıdan aldım bir tane, eve geldim bin tane” bilmecesinde çocukların verdiği nar, mısır, ıslak mendil, cips gibi farklı cevaplar gibi… Her biri bakış açısına göre doğruydu. Peki, bu farklılıkları bastırmak mı gerekir, yoksa bu farklılıklardan bir fayda üretmek mi?Gerçek eğitim, bir düşünceye sadece doğru cevabı öğretmek değil, cevaba farklı yollardan nasıl ulaşılabileceğini de gösterebilmektir. Çünkü hayat bir test kitabı değil, bir keşif yolculuğudur. Fikir yelpazesi ne kadar genişse, bir toplumun ufku da o kadar z/engindir.Liderlik ise tam da burada başlar. Lider, herkesin baktığı yere bakıp farklı bir şey görebilendir. Mesela fatih Sultan Mehmet. Herkes Boğaz’a bakarken o gemileri Haliç’e karadan yürütmeyi düşünmüştür. Çünkü o, ezberin dışına çıkabilen, tarih kitaplarına değil, tarihin akışına yön verebilen bir bakış açısına sahipti. Ezberci eğitimle büyüyenler, hazır kalıpları tekrarlayan, farklı düşünenlere tahammül edemeyen, konfor alanında duran birer papağan olur. Oysa bir milletin yükselişi, kalıpları kıran, yeni yollar çizen, hakikati ararken cesurca yürüyebilenlerle mümkündür.Ancak burada çok önemli bir denge var: Her farklı düşünce kıymetlidir, fakat her düşünce hakikate götürmez. Bu yüzden eğitimin amacı, sadece farklı düşünceleri üretmek değil, o düşünceler içinde doğruya ve hakikate ulaşmayı öğretmek olmalıdır. Çünkü sınırsız özgürlük, başıboşluk doğurur. Ve başıboşluk, bir milleti yükseltmek şöyle dursun, onu dağıtır, kimliksizleştirir, savurur.Bu yüzden eğitim hem aklı hem kalbi besleyen bir terbiye süreci olmalıdır. Ezberin zincirlerini kırmalı, ama aynı zamanda hakikatin sınırlarını öğretmelidir. Öğrencileri kalıp hükümlere hapsetmemeli, ama onları uçuruma da salmamalıdır. Çünkü gökyüzüne yükselen bir kuşun bile dengede kalması için iki kanada ihtiyacı vardır: Biri özgürlükse, diğeri mesuliyettir.Unutmayalım, her fikir değerlidir ama her fikir doğru değildir. Fikirlerin içinden hakkı ayıklayabilen, düşünceyi eğip bükmeden yönlendirebilen, hem zihni açık hem gönlü diri nesiller yetiştirebilirsek; işte o zaman ezberden hakikate yürüyebiliriz.Ve ancak o zaman bir millet, gerçekten terakki eder.

Değeri bilinmeli, şükranla geçmişten hâl-i hazıra tecrübesi yansıtılmalı…Bir hikâye… Farklı ortamlarda anlatır, dururlar. Geçenlerde bir dost da anlattı. Onun güzel üslubuyla aynen alalım:“İki kardeştiler. Biri dağda çoban, diğeri şehirde ayakkabıcı. İkisi de keramet sahibi insanlar. Dağdaki kardeş günahlardan uzak, zikirle, şükürle yaşıyor. Bir gün bez torbasına süt dolduruyor ve kardeşini ziyarete gidiyor. Oturuyorlar, sohbet ediyorlar. Bu esnada çoban kardeş yoldan gelen geçenleri seyretmektedir. Şehir hayatının cazibesinden etkilenmektedir.Çobanın, gördüğü manzaralar karşısında kafası karışır, kalbi daralır. Tam bu sırada askıda asılı duran süt torbasından birden süt damlamaya başlar. Ayakkabıcı kardeşin, Besmeleyle torbaya dokunmasıyla, sütün kesilmesi bir olur. Çoban kardeş hayretler içerisindedir. “Nasıl olur bu?” diye sorar. Ayakkabıcı da der ki: ‘Asıl marifet, insanların içinde kalıp da kendini muhafaza edebilmektir. Dağ başında veli olmak kolay, insanların içinde zordur.’”İşte şehrin göbeğinde, günahların merkezinde esnafı pişiren edeb timsali haline getiren bir manevi eğitim. Mümkün mü? Asırlarca, sanat ve meslek üzerinden ticari hayatın teşkilatlanması şöyle bir yana, insanın güzel ahlakla “Kâmil İnsan” olma yönünde ilerlemesine hizmet etti, Ahilik. Ve onunla mümkün oldu.Son dönemde…Evet, Osmanlı’nın son dönemlerinde o da büyük hasar gördü. Yönümüzü her alanda Batı’ya çevirmenin bedeli çok ağır oldu. Hususiyetle o tarafa gönderilen birtakım talebelerin felsefe eğitimi almasıyla olay bambaşka bir hale geliverdi. Menfi felsefeden gelen ne kadar batıl fikir ve tesirindeki his varsa önce bu talebeleri, bu talebelerin sarhoşane gayretleriyle de İstanbul başta olmak üzere İslam coğrafyasını sarmalamaya başladı.Batı’ya ve felsefeye açılan zihinlerden ve kalblerden uzun uzadıya bahsedecek değiliz. Teranesi halen okunmaktadır. “Def-i mefasid, celb-i menafiden evladır.” kaidesi göz ardı edildi. Ve tahrip cephesinin eli kuvvetlendi. Her şeyin yanında talim ve terbiye sahasında da acı olan gerçekler kendini gösterdi. Mevzubahis ettiğimiz milletimizin içerisinde neşv ü nema bulan, öz suyunda dua olan, insanı iman ile imar ve inşa eden ahilik gibi maneviyat hazinelerimiz, terbiye usullerimiz darbe yedi.Şimdi ise…Darbe şöyle duruversin, yerinde yeller esiyor. Anma gününde -yas tutarcasına- ansiklopedik bilgilerle zikredilir oldu. Belgesellerle nostaljik tanıtımların ötesine geçilemedi. Donuk…Çünkü… Ahilerin, imanın amele dönüşmesine ayine olduğu gerçeği ihmal edildi. Hal bu ki… Çocuklarımıza ve gençlerimize belki de en çok sahip çıkmamız gereken, dıştan gelen tehlikelerin kalpleri sarstığı şöyle bir hengamde onları bir yandan hayata hazırlarken diğer yandan içtimai hayatın içerisinde maneviyatla pişirmeliyiz.Şimdiye kadar ülkemizde birçok metod, eğitim sistemine uyarlanmaya çalışıldı. Fakat bunların temelinde zikrettiğimiz ithal felsefi zihniyet konuşlandırıldığı için ya bir netice alınmadı ya da elde kalanlar cam şişelerinden, dünyalıktan öteye gitmedi.Hali hazırdaki nesillerin esnaf ve tüccarları tartıldığında; maddi kefenin manevi kefeyi hava boşluğuna itercesine hissedilir bir ağırlıkla kaldırdığı görülecektir. Ticari hayatın çırağında ustasında gözlenen güzel ahlaktan uzaklık, gözlerde ve sözlerde küfre savruluş, maddi kazanç uğruna paha-biçilmez değerlerin alt üst edilmesi ve burada saymak istemediğimiz daha birçok manevi hastalık…Oysa,Ahiler, ağzı ve kalbi daha beşinde altısında Kur’ân ile manen muhafaza altına alınmış öylece çarşıya adım atmış çırak ve çıraklığı bize yadigâr bırakmadı mı? Bu hâl, filizler yaş iken hayatın ilk basamaklarında çekilen fiili Besmele olmadı mı? Bismillahsız, kilit açanların kepenk kaldıranların kulakları çınlasın! Maneviyat olmaksızın Allah kelamı öncelenmeksizin, ahinin mirasını unutarak çıraklığı, kalfalığı, mesleği, sanatı yaşatmaya çalışanların yazık emeklerine!Efendim, neymiş: Günümüz konjektörü, çağın gerekleri imiş. Hiç mi işitmediniz: “Din hayatın hayatı hem nuru hem esası / İhya-yı din ile olur şu milletin ihyası” ikazını. Ser-levha yapıp hatt-ı Kur’ân ile ticarethanelerinize ve maarif-hanelerinize asıp her fırsatta okusanız yeridir.Evet Unutmamalıyız ki…Ahilik ruhunun kaynağı imandır. Ahiler, toplumun kılcal damarları olan sanat ve meslek dalları ile bu imanı ferde ve millete taşırlar, aşılarlar. Bununla kalmazlar uhuvvet üzerinden ittihad bağları kurarlar.İman sahibi hiçbir tüccar, sanatçı, eğitimci, yönetici bu hazineye kayıtsız kalamaz. Kalmamalı.Rabbimiz,Milletçe bize, “Eğer (verilen nimetlere) şükredip iman ederseniz, Allah size azabı neylesin? Çünki Allah, Şâkir (iyiliklerin mükâfatını fazlasıyla veren)dir, Alîm (her şeyi bilen)dir.” hakikatini idrak etmeyi ihsan eylesin.

Ahîlik sistemi, 20. yüzyılın başlarına kadar Osmanlı Devleti’nde de uygulanmıştır. Ahî Evran’ın esnaf tarafından pîr olarak kabul edilmesi de yine o yıllara kadar devam etmiştir. Ahîliğin temel prensiplerini çiğneyenler, esnaflıktan atılmıştır. Tüm bu usûl, esas ve uygulamalar incelendiğinde, aslında ahîliğin bir okul olduğu, bugünkü ifadeyle maddî ve manevî eğitimin bir arada verildiği bir meslek yüksek okulu gibi olduğu anlaşılmaktadır. Burada en dikkati çeken unsurun esnafın sadece işin maddî kısmında değil, aynı zamanda manevî yönünde de eğitilmeleridir. Bu durum esnafların kaliteli iş yapmak birlikte, dürüstlüğü, vefayı, cömertliği ve tevazuyu temel prensip olarak kabul etmelerini sağlamıştı.Ahîliğin fikrî temelleri, Abbâsî Halifesi Nâsır tarafından hazırlanan fütüvvet-namelerle atılmıştır. Nâsır, 1180-1225 yılları arasında Abbasîlerin zayıfladığı bir dönemde uzun bir müddet tahtta kalmıştır. Abbasî ülkesinde devlet otoritesi eski gücünü kaybetmiş ve birçok sosyal sorunlar ortaya çıkmıştı. Eski parlak dönemlere geri dönebilmek için fütüvvet birlikleri kurdu. Bu birliklerin hangi ilke ve kaidelere göre hareket edeceği ise fütüvvet-namelerle gösterilmiştir. Nâsır, fütüvvet teşkilatlarının diğer İslâm memleketlerinde de kurulması için harekete geçmiştir. Bunun için ilk olarak Anadolu Selçuklu Devleti ile irtibat kurmuştur. Bu sırada Selçuklu tahtında 1. Gıyaseddin Keyhüsrev bulunuyordu. Sultan, Bağdad’a hocası Mecdüddin İshak’ı gönderdi. Mecdüddin İshak, Anadolu’ya dönerken beraberinde tasavvufun büyüklerinden İbnü’l-Arabî, Evhadüddîn-i Kirmânî ve Nasîrüddin Mahmûd el-Hûyî (Ahî Evran) gibi mürşidleri beraberinde getirmiştir. Ayrıca İbnü’l-Mufaddal ve İbnü’d-Dübeysî gibi mutasavvıfları da Anadolu’ya davet etmiştir. Mecdüddin İshak, o sıralarda Sultan 1. Gıyaseddin Keyhüsrev’in büyük oğlu İzzeddin Keykavus ile birlikte Malatya’da ikamet ediyordu. Davet edilen mürşidlerin bir kısmı Malatya’ya gelmiştir. Bu sebeple burası büyük bir ilim merkezi haline dönüşmüştü. Selçuklu tahtının varisi İzzeddin Keykavus, Malatya’yı idare ediyordu. Onun eğitiminden Mecdüddin İshak sorumluydu. Selçuklular ile Bizanslılar arasında 1211’de Denizli-Ladik civarında cereyan eden savaşı Selçuklular kazandı. Ancak savaşın ardından Sultan 1. Gıyaseddin Keyhüsrev, savaş meydanında bir Rum asker tarafından şehid edildi. Bunun üzerine Selçuklu tahtına Malatya Meliki İzzeddin Keykavus çıkmıştır. Sultan İzzeddin Keykavus’un 1220’de vefatının ardından ise Selçuklu tahtına kardeşi 1. Alaeddin Keykubad çıkmıştır. İşte Anadolu’da ahiliğin doğuşu, yükselişi ve yayılmasında büyük katkıları olan devlet adamları ve mutasavvıflar bunlardı. Kısacası ahîlik, devlet destekli olarak kurulmuş ve bu sebeple toplum tarafından kısa zamanda benimsenmiş ve yayılmıştır. Sultan 1. Alaeddin Keykubad döneminde Halife Nâsır, Şehâbeddin es-Sühreverdî’yi Anadolu’ya göndermiştir. Onun da ahîliğin kuruluşunda büyük bir yeri bulunmaktadır. Ancak günümüzde de herkesin tanıdığı ve ahîliğin kurucusu olarak bilinen zat, Nasîrüddin Mahmûd el-Hûyî’dir. Herkesçe bilinen adıyla Ahî Evran’dır. Ahî Evran, İran’ın Hoy şehrinde dünyaya gelmiştir. Ahî kelimesinin Türkçede cömert anlamına gelen “akı” kelimesinden ya da Arapçada kardeşim anlamına gelen “ahî” kelimesinden türetildiğine dair iki farklı görüş vardır. Anadolu’da bu şekilde nitelendirilmesine rağmen ahîliğin ilk adı kurulduğu topraklarda ve devirlerde fütüvvet teşkilatı olarak nitelendiriliyordu. O zamanlarda da temelde Kur’ân ve Sünnet’i esas alan ilkelerle çalışan ve iş gören esnaf birlikleri olarak kurulmuştu. Zaten fütüvvet kelimesi lügatte, cömertlik, mertlik, yiğitlik gibi anlamlara gelmektedir. Fütüvvet teşkilatının kural ve nizamının anlatıldığı eserler olan fütüvvet-namelerin üç çeşidi olduğu bilinmektedir. Bunlardan ilki olan sûfî fütüvvet-namelerinde, fütüvvet kavramı ile anlatılan aslında tasavvuftur. İkinci çeşidi ise Halife Nâsır’ın hazırlattığı fütvvet-namelerdir. Bunların en meşhuru Şehâbeddin es-Sühreverdî’nin Risâletü’l-fütüvve adlı eseridir. Üçüncü çeşidi ise ahî loncaları için hazırlanan fütüvet-nameler olup, Arapça, Farsça ve Türkçe dillerinde yazılmışlardır. Ahîliğin Anadolu’da yayılmasında en büyük katkısı olan Ahî Evran’ın mesleği debbağlıktı. Debbağ, derileri terbiye eden meslek erbabının adıdır. Ahî Evran, Denizli, Konya ve Kayseri gibi şehirlerde ikamet etti. Son olarak Kırşehir’e yerleşti. Bazı rivayetlere göre Moğollarla mücadele ederken şehid olmuştur. Türbesi Kırşehir’de kendi adını taşıyan caminin içindedir. Moğol saldırıları döneminde Anadolu Selçuklu Devleti’nin otorite kaybı yaşaması üzerine ahî teşkilatı önemli görevler üstlenmiştir. Öyle ki kimi zaman zaman şehirleri savundukları ve başarı sağladıkları olmuştur. Üstelik devlet otoritesinin zayıfladığı dönemlerde iktisadî faaliyetlerin bozulmadan devam etmesinde de çok büyük katkıları vardı. Ahîler, nüfusun fazla olduğu büyük şehirlerde meslek gruplarına göre ayrı ayrı teşkilatlanıyorlardı. Ancak nüfusun az olduğu ve ona göre esnaf sayısının da az olduğu şehirlerde farklı meslek gruplarındaki kişiler, tek bir birlik şeklinde teşkilatlarını kurmaktaydılar. Ahîlik teşkilatının incelenecek birçok yönü olmakla birlikte, en önemli ve dikkat çeken yönlerinden birisi ortaya koydukları eğitim modelidir. Küçük yaşlardan çırak olarak bu sisteme dahil olanlar, yıllar içinde iş başında aldıkları eğitimlerle ahî ünvanını kazanıyorlardı. Bu tahsil, hem mensup oldukları esnaf kolunun yaptığı işin eğitimini kapsıyordu. Hem de Kur’ân ve Sünnet’e dayanan manevî eğitimi içinde barındırıyordu. Önce çırak, sonra kalfa ve en sonunda usta olmadan kimse dükkân açamıyordu. Bir ahînin nasıl olması gerektiğinin anlatıldığı fütüvvet-nameler, onların ders kitabı niteliğindeydi. Günahlardan kaçınmak, dürüstlük, vefalı olmak, cömertlik, tevazu, affedici olma, diğer ihvana nasihat etme ve doğru yola sevk etme olarak ifade edilebilecek olan emr-i bi’l-ma’rûf nehy-i ani’l-münker, bir ahîde bulunması gereken temel özelliklerdi.Ahîlerin başlarına “Ahî Baba” denirdi. Ahî baba, esnafın oy birliği ile seçilirdi. Daha sonra kadının onayı alınırdı. Kadı da onaylarsa, padişaha arz edilirdi. Padişahın beratıyla ahî baba atanırdı. Ahî baba, ahîlikteki eğitim sistemi içinde okul müdürü gibiydi. Ondan izin belgesi almadan kimse sanatını icra edemez, satış yapamazdı. Ayrıca ahî babalar, mevcut esnafı devamlı denetlerlerdi. İş başında hem maddî hem manevî eğitimini bir arada alıp, yıllar içinde çıraklık ve kalfalıktan sonra ustalığa ulaşanlar, ahî babadan aldıkları diploma ile ihtiyaca göre ya kendi dükkânlarını açarak ya da daha önce mevcut olan bir dükkânı devralarak esnaflığa başlayabilirlerdi. Bir alanda çok para var diye her önüne gelen dükkân açamazdı. Her sanat dalı için açılan dükkân sayısı belliydi. Ahîlik sistemi, 20. yüzyılın başlarına kadar Osmanlı Devleti’nde de uygulanmıştır. Ahî Evran’ın esnaf tarafından pîr olarak kabul edilmesi de yine o yıllara kadar devam etmiştir. Ahîliğin temel prensiplerini çiğneyenler, esnaflıktan atılmıştır. Tüm bu usûl, esas ve uygulamalar incelendiğinde, aslında ahîliğin bir okul olduğu, bugünkü ifadeyle maddî ve manevî eğitimin bir arada verildiği bir meslek yüksek okulu gibi olduğu anlaşılmaktadır. Burada en dikkati çeken unsurun esnafın sadece işin maddî kısmında değil, aynı zamanda manevî yönünde de eğitilmeleridir. Bu durum esnafların kaliteli iş yapmak birlikte, dürüstlüğü, vefayı, cömertliği ve tevazuyu temel prensip olarak kabul etmelerini sağlamıştı.Ahi Evran Kulliyesi ve Cami-KIRŞEHİR

Eğitim, bir avuç başarılıyı seçip diğerlerini eleyen değil, hep birlikte kalkınmayı mümkün kılan bir sistem olmalı. Yarış yerine gelişimi, ezber yerine üretimi, sıralama yerine dayanışmayı önceleyelim. Çünkü biz çocuklarımızdan yarış atı değil, vicdanlı, üretken, mutlu ve hayırlı insanlar bekliyoruz. Ve bu ancak onları seferber eden değil, onları seven bir eğitimle mümkün.Bugünkü eğitim sistemi, çocuklarımızı birer “yarış atı” gibi koşturan, nefes aldırmayan bir sınav maratonuna dönüşmüş durumda. Her dönemin sonunda bir sınav, her sınavın sonunda bir sıralama, her sıralamanın sonunda bir etiket var. Bu döngü, çocuklarımızın sadece zihni değil, duygusal ve sosyal gelişimlerini de tüketiyor.Artık 12 yaşındaki bir çocuğun gündeminde “iyi bir lise kazanmak” var. 16 yaşındaki bir genç için hayat, üniversiteye girmekten ibaret. Ne okulun ruhu kalıyor akılda ne de hayatla bağ kurmaya imkân tanınıyor. Son iki sene boyunca kitaplar değil testler konuşuluyor, derin öğrenme değil sathi ezber esas alınıyor. Çocuklar, yaşamayı öğrenmeleri gereken yaşta, hayatı erteliyorlar.İşin ironik tarafı şu: Bugün milyonlarca liralık değer biçilen yarış atları özel bakımlarla, hassasiyetle hazırlanıyor. Oysa biz çocuklarımızı “yarış atı” gibi koştururken ne aynı özeni gösteriyoruz ne de o kıymeti veriyoruz. Çocuklarımızı bazen sadece bir hevesin ya da ailevi bir hayalin nesnesi hâline getiriyoruz. Kazanırsa alkışlıyor, kaybederse yüz çeviriyoruz. Halbuki onların öz benliği, hayalleri, ruh halleri bir imtihan sonucundan çok daha önemli ve çok daha kıymetli.Üstelik bu sistemin merkezinde tek bir başarı modeli var: Akademik zekâ ve beyaz yakalı meslekler. Bu yüzden yıllardır eğitim sistemi sadece takım elbise reklamı yapıyor. Bize “mutluluk ve başarı” olarak gösterilen hayat, hep ofis manzaralı, temiz masalı, dizüstü bilgisayarlı... Sanki takım elbise giymek işçi tulumu giymekten daha anlamlıymış gibi, sanki vitrinde olmak işin mutfağında olmaktan daha kıymetliymiş gibi...Oysa gerçek başka: Bugün bir çiftçi, bir usta, bir marangoz, bir kaynakçı; bir zanaatkâr ya da el emeğiyle çalışan bir insan, hayatın akışını sağlayan ana damarlardır. Hatta çoğu zaman, bir mühendis ya da masa başı çalışanından daha fazla katkı sunar, daha fazla üretir ve bazen daha çok kazanır. Ama biz bu insanları sistemin kıyısına itiyor, görünmez hâle getiriyoruz. Çocuklarımıza bu hayatları anlatmıyor, onlara bu yolları da seçenek olarak göstermiyoruz.Eğitim sistemimizin önceliği, sadece akademik başarı değil, hayata anlamlı katkı sunan her türlü emeği görünür kılmak olmalı. Bir işçinin, bir ev hanımının, bir teknisyenin, bir çiftçinin kıymetini anlatmak; onların topluma sağladığı katkıyı göstermek ve bu emeklerin saygınlığını iade etmek son derece önemli. Hak ettikleri ücretin verilmesi kadar, hak ettikleri saygının da gösterilmesi artık ertelenemez bir meseledir.Bu yüzden, okullarda sadece formüller ve sınav soruları değil, hayatın gerçek aktörleri anlatılmalı. Öğrenciler; bir çobanı, bir fırın ustasını, bir terziyi, bir tesisatçıyı tanımalı. Onlarla buluşmalı, iş yerlerini görmeli, onların dünyasını anlamalı. Bu işler küçük değil, hayati işlerdir. Ve bu işler, insanı sadece geçindirmez; ona beceri kazandırır, üretmenin hazzını tattırır, hayatla bağ kurdurur, hayatı öğretir...Zeki olan ilerlesin, yolu açılsın. Fakat bunların oranı belki beşte bir. Ya diğerleri? Onlar da dışlanmasın, yetersizmiş gibi hissettirilmesin. Her çocuğun bir yeri, her emeğin bir değeri, her mesleğin bir kıymeti olduğunu kavratan bir eğitim sistemi inşa edelim. Yarış atı gibi koşturmak yerine, her bireyin potansiyelini keşfettiği ve katkısını bulduğu bir yolculuk başlatalım.Eğitim, bir avuç başarılıyı seçip diğerlerini eleyen değil, hep birlikte kalkınmayı mümkün kılan bir sistem olmalı. Yarış yerine gelişimi, ezber yerine üretimi, sıralama yerine dayanışmayı önceleyelim. Çünkü biz çocuklarımızdan yarış atı değil, vicdanlı, üretken, mutlu ve hayırlı insanlar bekliyoruz. Ve bu ancak onları seferber eden değil, onları seven bir eğitimle mümkün.Günün sonunda cumhurbaşkanı da olsan bir berberin önüne oturacaksın, dünyanın en zengini de olsan fırıncıdan ekmek alacaksın, en kabiliyetli doktor da olsan hastabakıcının gözüne bakacaksın…

Eğitim denildiğinde akla ilk gelen; insanı geliştiren, özgürleştiren, ahlaki ve fikrî bir olgunluğa ulaştıran bir süreçtir. Fakat Amerikalı öğretmen ve eğitim eleştirmeni John Taylor Gatto’nun kaleme aldığı “Eğitim: Bir Kitle İmha Silahı” adlı eser, bu klasik tanımı ters yüz edercesine çarpıcı bir tespitte bulunuyor: Eğitim artık insanları geliştirmekten çok, hizaya sokmak, sistemle uyumlu hale getirmek, düşünmeyen ama itaat eden bireyler üretmek için kullanılan bir imha aracına dönüşmüş durumda.Amerikan eğitim sistemini merkeze alarak yapılan bu eleştiri, aslında tüm modern devletlerin ortak açmazına işaret ediyor. Eğitimin özü kaybolmuş, şekli kalmış. Bilgi, düşüncenin gıdası olmaktan çıkarılmış; sadece imtihandan geçmenin, not almanın, kadro kapmanın bir aracı hâline getirilmiş. Ezber, merakın yerine geçmiş. Sorgulamak tehlikeli, ezberlemek güvenli kabul edilmiş. Ve sonuçta; okullar, talebenin aklını açan değil, kalıplara sıkıştıran kurumlara dönüşmüş.Benzer bir tablo bizde de hüküm sürüyor. 12 yıllık zorunlu eğitim süreci boyunca milyonlarca öğrenci aynı bilgileri, aynı yöntemle öğrenmek zorunda bırakılıyor. Çocukların farklı zekâ türleri, ilgi alanları, hayal dünyaları göz ardı ediliyor. Sistem, birey yetiştirmiyor; standart “ürün” veriyor.Elbette bu tabloya rağmen Türkiye’de eğitimde bazı olumlu adımlar atılmıyor değil. Öğretmen eğitimine dair yeni yaklaşımlar, müfredatta yapılan bazı güncellemeler, proje tabanlı öğrenme gibi girişimler umut verici. Ancak bunlar henüz sistemin geneline yayılabilmiş değil. Atılan adımlar sınırlı, etkisi dar kapsamlı ve genellikle köklü dönüşümden çok sathi iyileştirmelerle sınırlı kalıyor. Kalıcı ve kuşatıcı bir değişim için daha derinlikli ve umumi bir bakışa ihtiyaç var.Öğrenciler, başarının sadece sınav puanlarıyla ölçüldüğü bir anlayışın içine doğuyor. Eleştirel düşünce ya da entelektüel merak ya az ya da neredeyse hiç desteklenmiyor. Üniversiteler, hakikati arayan merkezler değil; diploma veren memurî müesseseler gibi çalışıyor. Sınav sistemleri, sadece öğrenciyi değil; aileyi, öğretmeni, tüm toplumu yarışa sokuyor. Herkes bir diğerini geçmeye çalışıyor ama kimse nereye vardığını bilmiyor.Ne Yapmalı?John Taylor, kitabında çözümü “nitelikli, özgürleştirici, insan merkezli” bir eğitim anlayışında arıyor. Türkiye için bu yaklaşım, bazı temel dönüşümlerle mümkün olabilir:Eğitimi bir araç değil, bir amaç olarak yeniden tanımlamak gerekir. Eğitim, insanı sadece meslek sahibi yapmamalı; aynı zamanda düşünmeyi, anlamayı, empati kurmayı öğreten bir hayat kılavuzu olmalıdır. Çocuklarımızı sınav savaşçıları değil; sorgulayan, vicdan sahibi, kendisiyle ve toplumla barışık bireyler olarak yetiştirmek zorundayız.Merkeze “erdem” konmalı. Ahlak, adalet, sabır, merhamet, doğruluk ve sorumluluk gibi değerler sadece ahlâk dersi kitaplarında değil, eğitim sisteminin tüm dokusunda yer almalı. Karakter eğitimi, matematik kadar önemsenmeli; çünkü karakter, bilgiyle birleşmediğinde fayda değil, zarar üretir.Öğretmen sistemin dişlisi değil, rehberi olmalı. Ona sadece ders anlattırmakla değil; çocukların hayatına dokunan, örnek olan bir şahsiyet olarak yaklaşılmalı. Öğretmenin itibarı, maaşından önce mesleki özgürlüğü ve müspet fikri katkısı ile inşa edilmelidir. Öğretmen çocuğun bütün hayatını etkileyen bir rol-modeldir. Bunun farkında olarak müspet hal ve tavırları en önemli unsurdur.Okullar; sadece derslerin işlendiği değil, hayatın konuşulduğu yerler hâline gelmeli. Öğrencinin sadece bilgiyle değil, sanatla, felsefeyle, kültürle, tarihle buluştuğu bir atmosfer kurulmalı. Hayatı anlamaya dönük dersler; duyarlılığı, estetik bakışı ve fikrî derinliği önceleyen programlarla desteklenmeli.Sınav sistemi gözden geçirilmeli. Başarıyı sadece test sonuçlarına indirgemek, öğrencilerin yeteneklerini ve potansiyellerini görmezden gelmektir. Sosyal sorumluluk projeleri, gönüllü çalışmalar, grup içinde işbirliği ve yeni üretimler de değerlendirme kriterleri arasında yer almalıdır.Eğer eğitim, yanlış ellerde bir kitle imha silahına dönüşebiliyorsa; doğru niyetle, doğru sistemle aynı eğitim, bir “medeniyet inşa aracı” da olabilir. Türkiye olarak bizim ihtiyacımız olan, teknik değil; ahlaki bir eğitim devrimidir. Çünkü insanı sadece aklen değil, vicdanen de olgunlaştıran bir sistem olmadan ne gerçek gelişme ne de kalıcı barış sağlanabilir.Bediüzzaman Said Nursî’nin ifadesiyle: “Vicdanın ziyası, ulûm-u diniyedir. Aklın nuru, fünun-u medeniyedir. İkisinin imtizacıyla hakikat tecellî eder.” Yani eğitim hem kalbi hem de zihni aynı anda aydınlatmalıdır. Yalnızca fen bilgisiyle donatılmış ama değer eğitimi almamış fertler, bilgilerini yanlış amaçlar için kullanabilir. Aynı şekilde yalnızca dini bilgiyle yetiştirilen ama düşünce ve üretim yeteneği gelişmemiş bireyler de çağın ihtiyaçlarına ayak uyduramaz. Asıl olan, bu iki yönün birlikte inşa edildiği dengeli bir sistemdir.Zira medeniyet dediğiniz şey; sadece yol, köprü, bina değildir. Asıl medeniyet, insan yetiştirmektir. Ve o insanın hem aklı hem vicdanı birlikte inşa edilmelidir.Yani mesele basitçe şudur: Çocuklarımızı yarış atı mı, yoksa ahlaklı ve düşünen birer insan mı olarak yetiştireceğiz?Bu sorunun cevabı, ülkenin kaderini belirleyecek.

Bugün Türkiye’de işsizlikle birlikte iş gücü açığı yaşanması, eğitimin üretimle irtibatını kaybettiğini açıkça göstermektedir. Ahilik sistemi, bize geçmişten bugüne uzanan, yerli ve sahici bir çözüm yoludur. Bu sistemden ilham alan yeni bir mesleki eğitim modeli, sadece ekonomik kalkınmayı değil; umumi barışı, ahlaki dirilişi ve şahsi doyumu da beraberinde getirecektir.Ahilik, sadece bir esnaf teşkilatı değil; aynı zamanda köklü, yerli ve çok boyutlu bir eğitim sistemidir. 13. yüzyılda Ahi Evran tarafından Anadolu’da kurumsallaştırılan bu yapı, kişinin hem meslekî hem ahlâkî hem de ictimai bakımdan olgunlaşmasını hedefleyen şümullü bir model sunmuştur. Bugün modern eğitimin parçalı yapısı, değerlerden kopuk içeriği ve hayatla bağ kuramayan yapısı düşünüldüğünde, Ahilik sistemine yeniden dönüp bakmak, çağın ihtiyaçlarına yerli ve gerçek bir cevaptır.Ahilik sistemi, insanı sadece bilgiyle değil, aynı zamanda davranışla, sabırla, el becerisiyle ve sorumlulukla donatmayı hedeflemiştir. Çırak, kalfa ve usta hiyerarşisi, sadece bir meslekî ilerleme değil; karakter eğitimi ve ictimai tekâmül yolculuğudur. Bu sistemde eğitimin amacı, sadece “meslek sahibi” insanlar değil; aynı zamanda “insanlığı meslek edinmiş” şahsiyetler yetiştirmektir.Bugünkü Mesleki Eğitimde Ne Eksik?Günümüzde Türkiye’de en çok dile getirilen problemlerden biri, ara eleman ihtiyacıdır. Sanayi bölgelerinde iş bulamayan üniversite mezunlarıyla, işçi bulamayan fabrikalar aynı zamanda var olmaktadır. Bu çelişki, eğitim ile üretim arasındaki bağın koptuğunu açıkça ortaya koymaktadır.Bir zamanlar büyük rağbet gören meslek liseleri, 1997 sonrası uygulanan katsayı düzenlemeleriyle itibarsızlaştırılmış, üniversite kapıları büyük ölçüde kapatılmış, nitelikli öğrencilerin bu okullara teveccühü azalmıştır. Hâlâ bu travmanın etkileri sürmektedir. Eğitim sistemi uzun süre “diploma odaklı” bir yapıda kalmış; oysa toplumun ihtiyaç duyduğu şey, üreten, beceri sahibi, iş ahlakı olan kişilerdir.Ahilik Ne Söylerdi?Ahilik sistemi bu noktada bize güçlü bir model sunar. Çünkü burada eğitimin hedefi, sadece insanı değil, aynı zamanda toplumu da ıslah etmektir. Ahi zaviyeleri, hem meslek öğretilen zaviyeleri hem de ahlâk, hikmet ve irfan derslerinin verildiği merkezlerdir. Bugünkü meslek liseleri, sadece teknik bilgi değil, iş ahlakı, disiplin ve dayanışma kültürü ile de donatılmak zorundadır. Ahilik bunu başarmıştı.Ahilik Modelinden Alınabilecek DerslerEğitim hayatın içinde olur: Ahilikte eğitim, sadece sınıfta değil; atölyede, çarşıda, meydanda ve sohbette gerçekleşir. Bugün meslek liseleri ile iş dünyası arasındaki bağ kopuktur. Zorunlu staj uygulamaları yetersizdir; gerçek üretim sürecine katılım sınırlıdır.Usta, öğretmenden fazlasıdır: Ahilikte “usta”, sadece iş öğreten değil, insan yetiştiren bir rehberdir. Bugün meslek liselerinde görev yapan öğretmenler, sadece teknik bilgiyle değil, karakter eğitimiyle de donatılmalıdır. Bunun için meslek liselerinde “ahlak ve sorumluluk temelli rehberlik” programları şarttır.Toplumun ihtiyacına göre şekillenir: Ahilik, zamanın ihtiyaçlarını gözeten dinamik bir sistemdi. Bugün ara eleman sıkıntısı varsa, bu, eğitimin üretimle senkronize olamamasındandır. Yerel kalkınma ajansları, organize sanayi bölgeleri ve meslek liseleri birlikte çalışmalı; mahalli meslek haritaları çıkarılmalıdır. Ülkemizde bu konuda atılan adımlar var, fakat yavaş ve yetersizdir.Kanaatkâr ama üretken insan: Ahilik sadece zanaat değil; kanaat, cömertlik, dürüstlük, paylaşma, sabır gibi değerleri de eğitimin merkezine almıştır. Bugün gençlerin çoğu, “daha az çalışıp daha çok kazanmanın” yollarını arıyor. Ahilik, alın terine kıymet vererek bu algıyı dengelemiştir.Çözüm Önerileri: Ahilikten İlhamla Yeni Bir ModelMeslek liseleri Ahi zaviyeleri gibi çalışır hâle getirilmeli. Sadece diploma değil, aynı zamanda ahlaki olgunluk veren kurumlar olmalı. Öğrencilere sadece meslek değil, hayat bilgisi de verilmeli.Kamu-özel sektör işbirliği güçlendirilmeli. İşverenler, meslek liselerinde görev almalı; eğitim kurumları, sanayi ve üretim merkezleriyle iç içe hale gelmeli. Ahi geleneğindeki “usta eliyle terbiye” burada uygulanabilir. Elbette ustaların da bu manada elden geçmesi gerekir ki, bu da okulda öğretmen dışarıda usta için en büyük handikabımızdır.Meslek liselerine yönelik toplumsal önyargılar yıkılmalı. Bunun için de bu okullardan mezun olan öğrencilerin toplumda saygınlık görmesi için medya, aile ve kamu ifadeleri dönüştürülmeli. Bundan önce de okullardaki işleyiş düzgün hale getirilmeli.Zorunlu mesleki tecrübe yılı gibi bir uygulamayla, her öğrenci gerçek üretim süreçlerinde yer almalı. Bu, hem beceriyi hem de özgüveni artıracaktır.Ahilik Haftaları sadece folklorik değil, köklü dönüşüm haftaları haline getirilmeli. Belediyeler, sivil toplum kuruluşları, meslek odaları ve eğitim kurumları birlikte çalışarak bu değerleri yeniden hayata geçirmeli.Geçmişin Bilgeliğiyle Geleceği KurmakBugün Türkiye’de işsizlikle birlikte iş gücü açığı yaşanması, eğitimin üretimle irtibatını kaybettiğini açıkça göstermektedir. Ahilik sistemi, bize geçmişten bugüne uzanan, yerli ve sahici bir çözüm yoludur. Bu sistemden ilham alan yeni bir mesleki eğitim modeli, sadece ekonomik kalkınmayı değil; umumi barışı, ahlaki dirilişi ve şahsi doyumu da beraberinde getirecektir.Ahilikten alınacak en temel ders şudur: Eğitim, insanı hayata hazırlamak değil; insanı hayata katarak, hayatın içinde yoğurarak eğitmektir. Bu da ancak kapsayıcı, değer temelli ve topluma dokunan bir modelle mümkündür.

Çocuklara sadece bilgi değil, o bilginin taşıdığı emanet şuuru da öğretilmelidir. Kul olduğunu bilen, Allah’ın her an kendisini gördüğüne inanan bir genç, kimse bakmasa da doğruyu yapmaya gayret eder. İşte gerçek karakter bu derinlikten doğar.Bir gün bir padişah, baş vezirine sormuş: “Eğitim mi önemlidir, karakter mi?” Vezir hiç düşünmeden “Karakter önemlidir sultanım,” demiş. Padişah, cevabı tecrübe etmek istemiş. Memlekete tellallar gönderilmiş: “Ülkenin en iyi hayvan terbiyecisine yüz kese altın verilecek!”Aylar süren bir hazırlık sonucunda en iyi terbiyeci seçilmiş ve padişahın huzuruna çıkarılmış. Padişah sormuş: “Bir kediye tepsiyle servis yapmayı ne kadar zamanda öğretirsin?” Hayvan terbiyecisi: “Altı ayda öğretirim padişahım.” diye cevaplamış.Süre dolmuş. Kedi sarayda herkesin önünde elinde tepsiyle servis yapmaya başlamış. Herkes hayretle izlerken, padişah tekrar sormuş: “Ey vezir, şimdi ne dersin? Eğitim mi önemlidir, karakter mi?”Vezir, kaftanının altından bir fare çıkarıp yere bırakmış. Kedi fareyi görür görmez tepsiyi atmış, fıtratına dönüp farenin peşine koşmuş. Vezir başını kaldırmış ve şöyle demiş: “Karakter önemlidir sultanım. Eğitim, karakterin sağlam değilse geçici bir ciladır. Fırsatını bulunca insan ne öğrendiyse değil, ne ise onu yapar.”Bu kıssa bize sadece bir tebessüm değil, aynı zamanda ciddi bir ders de verir: Eğitim, kalbi terbiye etmeden yalnızca zihni donatırsa, içi boş bir bina gibi olur. Dışı süslü ama içi çürük...Bugün eğitimin hedefi çoğu zaman bilgi kazandırmakla sınırlı kalıyor. Ama karakter eğitimi olmadan yetişen fertler, bilgiyi faydaya değil menfaate dönüştürür. Akıl gelişir ama vicdan geride kalırsa, zeki ama bencil, başarılı ama güvenilmez nesiller ortaya çıkar.Peki çözüm nedir? Eğitim, sadece ‘ne bilmesi gerektiğini’ değil, ‘niçin doğruyu seçmesi gerektiğini’ de öğretmelidir. Bu da ancak ahlâk ve iman temelli bir eğitimle mümkündür. Çünkü ahlâk, yalnızca toplum kurallarına değil, kişinin iç dünyasına da dayanmalı. Kul olduğunu bilen bir çocuk, kimse görmese de doğruyu yapmaya gayret eder. İşte bu, karakterin ve inancın beraber mayalanmasıyla olur.Bugün eğitimde eksik olan temel halka, “niçin” sorusunun cevabıdır. Bir çocuğa doğru davranış öğretilir, kurallar ezberletilir, sınavlar kazandırılır. Fakat o çocuk, içinden gelen bir sorumlulukla değil, dıştan gelen bir zorunlulukla hareket ederse; yalnız kaldığında ya da çıkarları zedelendiğinde öğrendiği her şeyi bir kenara bırakabilir. İşte bu yüzden eğitim, yalnızca ne yapmalıyı değil, niçin yapmalıyı da öğretmelidir. Bunun yolu da kalbi eğitmekten, imanı yerleştirmekten ve ahlâkı özümsetmekten geçer.Efendimiz (sav), bu hakikate şöyle işaret eder: “Ben güzel ahlâkı tamamlamak üzere gönderildim.” (Muvatta, Hüsnü’l-Hulk, 8)Bu hadis, eğitimin ve nebevî terbiye sisteminin merkezine ahlâkı koyar. Çünkü bilgi, güçtür; ama ahlâk, yön tayin eder. Güç, ahlâk olmadan felakete dönüşebilir. Bunun içindir ki Peygamber Efendimiz, ilmi sadece akılla değil, ahlâkla da tamamlamayı öğütlemiştir.Başka bir hadis-i şerifte şöyle buyurur: “Sizin en hayırlınız, ahlâkı en güzel olanınızdır.” (Buhârî, Menâkıb 23)Demek ki fert ve toplumun hayırlı olması, sadece bilgi birikimiyle değil; karakter kalitesiyle mümkündür.Yine bir gün Efendimize, “Kişinin cennete girmesine en çok vesile olan amel nedir?” diye sorulduğunda şu cevabı vermiştir: “Allah’a karşı takva sahibi olmak ve güzel ahlâktır.” (Tirmizî, Birr 62)Bu da gösteriyor ki eğitimin nihai amacı, dünya için meslek sahibi bireyler değil; hem dünyaya hem ahirete hazırlıklı kullar yetiştirmek olmalıdır.Bir başka ikaz ise şu şekildedir: “İnsanlar helâk oldu, ancak alimler kurtuldu. Alimler de helâk oldu ancak, ilmiyle amel edenler kurtuldu. İlmiyle amel edenler de helâk oldu, ancak ihlâs sahibi olanlar kurtuldu. İhlâs sahibi olanlar da büyük bir tehlike içindedirler.” (Keşfü’l-Hafâ, II, 433 Hadis No: 2796)Bu hadis, eğitimin iman ve ahlâk ile yoğrulmadığında ne kadar tehlikeli olabileceğini gözler önüne serer. Yani karakter eğitimi ihmal edilirse, bilgi fayda değil zarar getirir.Çocuklara sadece bilgi değil, o bilginin taşıdığı emanet şuuru da öğretilmelidir. Kul olduğunu bilen, Allah’ın her an kendisini gördüğüne inanan bir genç, kimse bakmasa da doğruyu yapmaya gayret eder. İşte gerçek karakter bu derinlikten doğar.Eğitim bu şuurla verildiğinde, sadece zihinler değil, kalpler de nurlanır. Ve böyle fertler yetişirse, toplum da nurlanır. Yoksa farenin peşinden tepsiyi atan kedi gibi, menfaat görünce değerlerini unutan bir nesil ortaya çıkar. Rabbimiz, bizlere ilimle birlikte güzel ahlâkı ve sağlam karakteri nasip etsin. Âmin.

İnsanın bilgiyle ilişkisi, onu ya kemale götüren bir nur ya da başıboş bir yük hâline getirir. Bu yolculukta İslam düşüncesi, iki temel kavram etrafında bizi düşünmeye çağırır: ilim ve marifet. İlk bakışta birbirine yakın gibi dursalar da aslında bu iki kelime, insanın hakikate yaklaşma biçimini farklı boyutlarıyla ifade eder.İlim, bir şeyi gerçekte olduğu gibi bilmek, zihni ve kalbi kuşatan sağlam bir idrake ulaşmaktır. Bu yönüyle sadece bir enformasyon yığını değil; yakîn düzeyinde, vakıaya uygun, sabit bir bilgidir. Kelamcılar, ilmi “bir şeyin hakikatine uygun kesin itikat” olarak tarif ederken, Bediüzzaman Said Nursî bu kavramı zihni aşan bir derinlikle ele alır. Ona göre ilim, tahayyül, tasavvur, taakkul, tasdik ve iz’ân gibi mertebelerle zihinde başlar; ama ancak kalpte yankı bulursa gerçek manasını kazanır. Aksi takdirde kalbe inmeyen bilgi, cehaletten farklı değildir. Bu yüzden onun nazarında, imanî ilimler su ve ekmek gibi her an ihtiyaç duyulan bir gıda gibidir ve imanın kendisi ilimlerin sultanıdır.Marifet ise daha çok tanımak, idrak etmek ve kalbin seyridir. İlmin her yönüyle kuşattığı bilgiden farklı olarak, marifet bir şeyin bazı yönlerini görmekle ilgilidir. Bu yüzden Allah’ın ilmi için “marifet” kelimesi kullanılmaz. Çünkü marifet sınırlı, beşerî bir tanımayı ifade eder. Bununla birlikte insanın Rabbini isimleriyle, sıfatlarıyla ve eserleriyle tanımasına “marifetullah” denir. Bu da insanın yaratılış gayesiyle doğrudan ilgilidir. Kur’ân’da “Ben cinleri ve insanları ancak bana ibadet etsinler diye yarattım” buyurulurken, Bediüzzaman bu ayeti, “İnsanın vazifesi marifetullahtır, imandır, iz’ândır” diyerek açıklar. Çünkü insan tanımadığına ne muhabbet duyabilir ne de ondan korkabilir. İşte bu yüzden “Kulları içinde Allah’tan ancak âlimler korkar” ayeti, bilmenin ötesinde tanımanın ruh üzerindeki etkisine işaret eder.Bu anlayışla eğitim kavramını da yeniden düşünmek gerekir. Bugün yaygın olarak kullandığımız “eğitim” kelimesi çoğu zaman bilgi aktarmayı ifade eder. Ancak eğitim, sadece öğretmekten ibaret değildir. Asıl maksat, insanın aklını inşa ederken ruhunu da beslemektir. Bu yüzden klasik literatürde “maarif” kelimesi tercih edilmiştir. Maarif, içinde marifeti barındırır; yani sadece öğretmekle kalmaz, tanıtmayı, hissettirmeyi, kalpte iz bırakmayı da hedefler. Osmanlı’da eğitimin “maarif” ismiyle anılması, bu bakış açısının bir sonucudur. Zira amaç, sadece meslekî beceri kazandırmak değil; insanı Rabbine yaklaştıracak bir idrak seviyesine ulaştırmaktır.İlim, insanı aydınlatır; ama marifet, o ışığın kaynağına götürür. İlimle akıl uyanır, marifetle kalp parlar. Bugün bilgiye ulaşmak kolaylaştı, ama hikmeti bulmak zorlaştı. Çünkü eğitim sistemi, zihni doyururken kalbi çoğu zaman ihmal etti. Oysa insan sadece bilen değil, hisseden ve yaşayan bir varlıktır. Niyâzî-i Mısrî’nin dediği gibi: “Savm u salât u hac ile sanma biter zâhid işin, insan-ı kâmil olmaya lâzım olan irfân imiş.” İrfan, işte bu marifetin kemale ermiş hâlidir. Gerçek bir maarif sistemi ise, insanı bilgiyle donatmakla kalmaz; onu tanıyan, anlayan ve Rabbini seven bir hâle getirir. Çünkü ancak tanıyan kulluk eder, ancak tanıyan korkar, ancak tanıyan sever.

“Vicdanın ziyası, ulûm-u diniyedir.Aklın nuru, fünun-u medeniyedir.İkisinin imtizacıyla hakikat tecellî eder.O iki cenah ile talebenin himmeti pervaz eder.”Yani, aklı bilimle, kalbi imanla beslemeden tam bir insan yetişmez.Bugün çocuklarımız, sınav salonlarında ter döküyor. Bir sınav daha… Aileler nefesini tutmuş, gözler sonuçlara kilitli. “Kaç net yaptı?”, “Hangi okula girecek?” gibi sorularla günlerce, hatta aylarca yaşanıyor bu telaş. Oysa çoğu zaman unuttuğumuz bir gerçek var: Bu sınavlar, hayatın sadece küçük bir parçası. Geçici bir başarının, geçici bir ölçümüdür bu. Neticede, milyonlarca öğrenciden yalnızca beşte biri “başarılı” sayılıyor; geri kalan büyük çoğunluk, sistemin dışında kalıyor. Fakat daha büyük bir sınav var ki, onda dışarıda kalmak gibi bir ihtimalimiz yok. Herkes katılıyor. Ve kimse torpilli değil. Bu sınavın adı: hayat.Kur’an bu gerçeği şöyle dile getiriyor:“Hanginizin daha güzel amel edeceğini denemek için ölümü ve hayatı yaratan O’dur.” (Mülk Suresi, 2)Evet, hayatın kendisi bir imtihandır. Sadece çocukların değil, hepimizin. Ne zaman sona ereceğini bilmediğimiz bir sınav. Cevap anahtarı belli ama dikkatimizi dağıtan çok fazla şey var. Kimi makamla, kimi parayla, kimi de şöhretle oyalanıyor. Oysa ebedi hayatımızın rengini belirleyecek bir imtihanda oyalanmak, akıllı bir insanın işi değildir.Gerçek Başarı Nedir?Dünyevi sınavlarda başarılı olmak, elbette güzel. Çalışkan olmak, disiplinli olmak, hedefe yürümek önemli meziyetlerdir. Ama bu sınavların tek sonucu, dünyada bir yer bulmaktır. Oysa ahiret imtihanında başarı, ebedi saadeti getirir. Başarısızlık ise —Allah muhafaza— sonsuz bir hüsrandır.Kur’an bizleri şöyle ikaz eder:“Kim dünya hayatını ve süsünü isterse, onlara orada işlediklerinin karşılığını tastamam veririz; onlar orada hiçbir eksikliğe uğratılmazlar. İşte onlar, ahirette kendileri için ateşten başka bir şey olmayan kimselerdir.” (Hud Suresi, 15-16)İmtihanın Gerçek Sahibi Kim?Bir çocuğun sınav sonucu açıklandığında ailesi üzülür, bazen endişe artar: “Ya bu çocuk kazanamazsa ne olacak?” Oysa rızkı veren Allah’tır. İnsan, çalışır, gayret eder, sonra tevekkül eder. Rızık da başarı da O’nun elindedir. Dünyevi sınavda kalmak, dünya hayatında bazı şeyleri değiştirse de ebedi kaybı getirmez.Fakat ahiret imtihanı öyle değildir. Orada başarısızlık, telafisi olmayan bir yıkımdır. Resulullah (sav) şöyle buyurur:“Akıllı kişi, nefsine hâkim olan ve ölümden sonrası için çalışan kimsedir. Aciz kişi ise, nefsinin arzu ve heveslerine uyan ve (yine de) Allah’tan temennilerde bulunandır.” (Tirmizî, Kıyamet, 25)Dünya Hayatı, Bize Verilen Bir SermayedirRisale-i Nur’un müellifi Bediüzzaman Said Nursî de bu imtihan hakikatini derinden kavramış ve defalarca hatırlatmıştır. Şöyle der:“Ey nefis! Bil ki, dünya bir misafirhanedir. İnsan ise, orada az bir zaman için misafir kalacaktır. O misafirhanenin sahibi ise, Hakîm ve Rahîm olan Allah’tır.”Bu bakış açısı, dünyaya dair bütün hesaplarımızı gözden geçirmemizi gerektirir. Çünkü misafir, kaldığı yere bağlanmaz; asıl yurduna hazırlanır. O hâlde insan da dünyada sahip olduklarını kaybetmekten ziyade, asıl yurdunu kaybetmekten korkmalıdır.Bediüzzaman bir başka yerde de şunu söyler:“İnsan bu dünyaya yalnız lezzet ve safa sürmek için gelmemiştir; belki azim bir sermaye eline verilmiş bir ticaret için, hem ibadet ve ubudiyetle bir hayat-ı ebediyeyi kazanmak için gelmiştir.”Dünya hayatı, bize verilen bir sermayedir. Akıl, kalp, ömür, gençlik, sağlık… Hepsi birer sermaye ve emanet. Ve bu sermayeyi nerede, nasıl kullandığımız bu imtihanın sonucunu belirler. Dünyada en büyük serveti kazanmış biri bile, ahiretini kaybetmişse iflâs etmiştir.Gerçek Eğitim Nedir?Eğitim sadece sınav kazandırmak değildir. Gerçek eğitim, insanı tanımak ve ona ebedi hayatı kazandıracak değerleri öğretmektir. Vicdanı beslemeyen, merhameti büyütmeyen, hakikati tanıtamayan bir eğitim sisteminden erdemli insanlar çıkmaz.Nitekim Risale-i Nur’da geçen şu ifade, bugünkü eğitim anlayışına da bir mihenk taşıdır: “Vicdanın ziyası, ulûm-u diniyedir. Aklın nuru, fünun-u medeniyedir. İkisinin imtizacıyla hakikat tecellî eder. O iki cenah ile talebenin himmeti pervaz eder.” Yani, aklı bilimle, kalbi imanla beslemeden tam bir insan yetişmez.En Büyük İmtihanÇocuklarımızın sınavı bittiğinde, kimi sevinecek, kimi üzülecek. Ama hepsi geçecek. Kazanmak da kaybetmek de bir zaman sonra unutulacak. Fakat her birimiz için sayılı nefesler sona erdiğinde, asıl imtihanın sonucu ortaya çıkacak. O imtihanda diplomalar, netler, puanlar değil; kalpler, niyetler ve ameller değerlendirilecek.O hâlde, çocuklarımıza hem dünyayı kazandıracak hem de ahireti kaybettirmeyecek bir eğitim anlayışıyla yaklaşalım. Onlara “sınavları kazanmayı” değil, hayatı anlamayı ve ebediyeti gözetmeyi öğretelim. Çünkü bu imtihan, hiç kimsede kalem oynatılmadan geçilmiyor. Ve geç kalınan bir “tevbe”, çoğu zaman yetişemiyor.“Her nefis ölümü tadacaktır. Sonunda bize döndürüleceksiniz.” (Ankebut, 57)Öyleyse, asıl başarıyı doğru yerde arayalım.

Bugünün öğrencileri, bilgiye erişimin en kolay ama dikkat dağıtıcıların da en yoğun olduğu bir çağda yaşıyor. Akıllı telefonlar, sosyal medya, dijital oyunlar ve sınırsız içerik; her an zihinlerimizi kuşatan cazip ama çoğu zaman faydasız meşguliyetler sunuyor. Bu durum, derslere odaklanmayı zorlaştırıyor, çalışma verimini düşürüyor ve manevi yönden de yıpratıyor.Risale-i Nur’da geçen şu hakikat, öğrenci hayatı için güçlü bir rehberdir: Bu zamanda imandan sonra en önemli esas, takva ve amel-i salihtir. Buradaki takva, kötülüklerden ve zararlı alışkanlıklardan uzak durmak, kendini korumaktır. Amel-i salih ise, faydalı işlere yönelmek, hayırlı işler yapmaktır.Günümüzde kötülükler, zararlı alışkanlıklar ve dikkat dağıtıcı unsurlar, geçmişe göre çok daha güçlü ve cazip hale geldi. Bu yüzden önce takva, yani “zararlıyı uzaklaştırma” adımı gelir. Ders çalışırken telefonunu bir kenara bırakmak, gereksiz ekran tüketiminden uzak durmak, kötü arkadaş ortamlarına girmemek; hepsi takva kapsamındadır. Çünkü zararı uzaklaştırmak, faydayı çekmekten daha önceliklidir.Bu zamanda, iyi iş az bile olsa çok kıymetlidir. Mesela, bir öğrencinin 30 dakikalık dikkatini vererek ders çalışması; ekran başında boşa harcanacak saatlerin önüne geçer. Bir haramı terk etmek vacip olduğu gibi, bir zararlı alışkanlıktan uzak durmak da büyük bir kazanç getirir.Hayatta her gün dikkat dağıtıcı yüzlerce şey bize doğru geliyor. Bir öğrencinin bu saldırılara karşı başarılı olabilmesi için, niyetle ve şuurla önce takva, sonra da salih ameli esas alması gerekir. Bu, sadece ders başarısını değil, karakterini ve manevi hayatını da güçlendirir. Çünkü neye odaklandığımız, geleceğimizi belirler.Unutmayalım: Bir kişi bir günde koca bir binayı yıkabilir ama onu tekrar yapmak onlarca kişinin günlerce çalışmasını gerektirir. Dikkat ve odak da böyledir. Birkaç dakikalık dikkatsizlik, uzun süreli emeği boşa çıkarabilir. Ama takva ile zararlı dikkat dağıtıcıları engelleyen bir öğrenci, hem derslerinde hem hayatında sağlam temeller atar.

Hayat bir yolculuktur ve bu yolda en kıymetli olan, kiminle yürüdüğümüzden ziyade, ne uğruna yürüdüğümüzdür. Nemo’nun yolculuğu da bunu anlatır: Bir ismin değil, bir istikametin kıymetli olduğunu... Şahıslar fâni, dava bâkîdir. Asıl mesele “ben kimim?” değil, “neyin yolcusuyum?” sorusuna verilecek cevaptır. Ve unutulmamalıdır ki, aynalar değerini kendini değil, hakikati gösterdiği sürece kazanır.Bazı hikâyelerde bir isim, sadece bir karakteri değil, bir hakikati temsil eder. “Nemo” ismi de bunlardan biridir. Latince kökenli bu kelime, “hiç kimse” anlamına gelir. Pixar’ın meşhur animasyon filmi “Kayıp Balık Nemo”da bu anlam boşuna seçilmiş değildir. Çünkü küçük balık Nemo, yalnızca fiziken değil, manen de kayıptır. Kendisini bulamamış, varlığını tanımlayamamış, hep başkalarının gölgesinde kalmış bir yavrudur. Özellikle aşırı korumacı babası Marlin’in gölgesinde büyümüş, hayatı boyunca “yapamazsın”, “başaramazsın” gibi telkinlerle iradesi bastırılmıştır. Bu yüzden Nemo, bir süreliğine gerçekten de bir “hiç kimse”dir.Ancak hikâyenin özü, Nemo’nun kim olduğu değil; neyle karşılaştığı, ne uğruna yola çıktığı ve bu yolculukta neyi keşfettiğidir. Nemo’nun macerası, bir yavru balığın değil, bir benliğin inşasıdır. Bu yolculuk, görünüşte dışarıya doğru başlasa da aslında içe, hakiki kimliğe doğru derinleşen bir arayıştır. Tıpkı hayat gibi… Çünkü insan da kimi zaman kaybolmadan kendini bulamaz, bastırılmadan dirilemez, kırılmadan şekillenemez. Ve asıl mesele, kimin ne olduğu değil; neyin peşinde olduğu, hangi yolda yürüdüğüdür.İşte bu bakış Risale-i Nur’da çok daha derin bir temelle karşımıza çıkar. “Üçüncü Hatve”de geçen şu ayet ve tefsiri, insanın kendine değil, Rabbine yönelmesini öğütler:“مَٓا اَصَابَكَ مِنْ حَسَنَةٍ فَمِنَ اللّٰهِ وَمَٓا اَصَابَكَ مِنْ سَيِّئَةٍ فَمِنْ نَفْسِكَ” Yani sana gelen iyilik Allah’tandır, kötülük ise nefsindendir. Çünkü nefsin tabiatı, her güzelliği kendinden bilmek, övünmek ve gurura kapılmaktır. Oysa hakiki terbiye, insanın kendi kusurunu, aczini, fakrını görmesi ve her kemalin Allah’tan olduğunu bilmesidir. Bu bakışla kişi, kudretini aczde, zenginliğini fakrda, kemalini kemalsizlikte tanır. Ve böylece şükür ve hamd ile fahirden ve ucbdan korunur.Üstad Bediüzzaman’ın sadık talebesi Hüsrev Efendi de bu hakikati şu cümlelerle dile getirir: “Evet Hüsrev, iyi olan sen değilsin. Takip ettiğin yol iyidir, güzeldir, parlaktır. Ondan daha nurlu hiçbir şey olamaz.” Bu söz, şahsı değil, içinde bulunulan yolu öne çıkarır. Hizmeti yüceltir, şahsiyetleri değil; hakikati taşımayı esas alır. Çünkü bu yol, şahısların değil, Hakk’ın yoludur. Ve bu yolda insan, sadece bir aynadır; asıl yansıyan hakikattir.Nitekim Üstad Bediüzzaman da şahsına yönelen teveccühleri daima reddetmiş ve şöyle demiştir: “Beni beğenenleri de beğenmiyorum. Cenâb-ı Hakk’a çok şükür, beni kendime beğendirmemiş.” Bu, nefsi aradan çıkaran, hizmeti ve hakikati öne alan bir duruştur. Çünkü bilir ki, beğenilmeye layık olan kişi değil, kişiyi aşan davadır. Kalem değil yazdıran, ayna değil yansıyan esastır.Bu nedenle Risale-i Nur hizmetinde esas; “Sözler’i kendi malı ve telifi gibi hissedip sahip çıkmak ve en mühim vazife-i hayatiyesini onun neşir ve hizmeti bilmek”tir. İnsan bu dava içinde şahsını unutmalı, davasını hatırlamalıdır. Önemli olan “ben” değil, “biz”dir. Ve en önemlisi: “O”dur.Sonuç olarak; hayat bir yolculuktur ve bu yolda en kıymetli olan, kiminle yürüdüğümüzden ziyade, ne uğruna yürüdüğümüzdür. Nemo’nun yolculuğu da bunu anlatır: Bir ismin değil, bir istikametin kıymetli olduğunu... Şahıslar fâni, dava bâkîdir. Asıl mesele “ben kimim?” değil, “neyin yolcusuyum?” sorusuna verilecek cevaptır. Ve unutulmamalıdır ki, aynalar değerini kendini değil, hakikati gösterdiği sürece kazanır.

Efendimiz Aleyhissalâtu Vesselâm, Müslim’de geçen bir hadis-i şeriflerinde şöyle buyurur:“Her kim bir münker (aklın ve dinin çirkin gördüğü bir fenalık) görürse onu eliyle değiştirsin; eliyle değiştiremezse diliyle değiştirsin; diliyle de değiştiremezse kalbiyle buğz etsin ki, bu imanın en aşağı derecesidir.”(Müslim, Tirmizî)İmanın en alt derecesinden daha aşağıda ise, artık iman dairesinin dışına çıkmak vardır ki —Allah korusun— bundan ancak Allah’a sığınırız.Bugün kötülüklerin her yeri sardığı, çirkinliğin sıradanlaştığı bir zamanda yaşıyoruz. Böyle bir dönemde bu hadis-i şerifin işaret ettiği tehlikeye karşı uyanık olmak ve gerekli tedbirleri almak son derece önemlidir. Çünkü insan, kötü şeyleri göre göre zamanla alışır; gözünde çirkinlik değeri gitmeye başlar. Bu da “ülfet” denilen büyük bir afettir. Öyle ki, kişi normalde tiksineceği şeyleri bile artık yadırgamaz hale gelir. İşte bu hâl, kalbî alarm zillerinin çaldığını gösterir.Bediüzzaman Hazretleri bu gerçeğe şöyle dikkat çeker: “Her günahta küfre giden bir yol vardır.” (2. Lem’a, s. 7) Buradaki tehlike, sadece bizzat günah işlemekle sınırlı değildir. Gördüğü kötülüklere sessiz kalan kimse de aynı riski taşır. Yani insan ya kendi eliyle ya da göz yumduğu şeylerle bu uçuruma yaklaşabilir.Bu tehlike, evin içinde bile karşımıza çıkabilir. Öyle ki, muhafazakâr olarak bildiğimiz televizyon kanallarının haber bültenleri bile bazen tesettüre aykırı görüntülerle bu yangına odun taşımaktan geri durmaz. Kim tarafından, nerede, nasıl yapılırsa yapılsın, yanlış her zaman yanlıştır. Bu yüzden daima kendimize hâkim olmalı ve iç disiplinimizi kaybetmemeliyiz.Bu derin tehlikeye karşı kalben ve fikren güçlü bir mücadele vermek mecburiyetindeyiz. Bu mücadeleye katkı sunacak bazı salih amelleri —bilinen şeyler olsa da— yeniden hatırlatmak istiyoruz:Kehf Suresi’nin ilk 10 veya son 10 ayet-i kerimesini yahut her ikisini okumak.Sekîne Duasını okumak.Fatiha Suresi’ni manasını düşünerek, özellikle kabul vakitlerinde çokça okumak.Meşhur muhaddislerden İmam-ı Şa‘bî şöyle der: “Kişi kendisini, salih amellerle ne kadar iç içe bulundurabilirse, o nisbette zamanın fitnelerinden salim kalabilir.” (İslam Büyüklerinin Örnek Ahlâkı, s. 35)Güzel şeyler düşünmek, meylettiği günahtan vazgeçmek, faydalı sözler söylemek, bir mümine tebessüm etmek gibi küçük görünen davranışların bile salih amel sayıldığını düşünürsek, her anımızı kıymetli ve bereketli kılmamız mümkündür.Hz. Ömer (radıyallahu anh) bir gün Peygamber Efendimize gelerek şöyle der: “Ya Resulallah! Ben sizi, nefsim hariç her şeyden çok seviyorum.” Bunun üzerine Resulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) buyurur: “Ya Ömer! Allah’ı ve Resulünü nefsinden de fazla sevmedikçe, imanın kemale ermiş olmaz.” Hz. Ömer (ra) ise bu ikaz üzerine şöyle der: “Ya Resulallah! Şu anda Allah’ı ve Resulünü nefsimden de fazla seviyorum.”İşte bu örnek, kalbin nasıl hızla değişebileceğini gösteriyor. Biz de kalbimizi böyle samimi bir sevgiye yönelterek, dualarımıza derinlik ve kanaat kazandırabiliriz. Böylece, aklımızın ve ilmimizin gösterdiği hedeflere ulaşmamız daha da kolaylaşır.Bu bağlamda şu hikmetli söz ve hadisleri hatırlamak faydalı olacaktır: “Vücutta bir et parçası vardır; o düzelirse bütün beden düzelir. O bozulursa bütün beden bozulur. İşte o et parçası kalptir.” (Buhârî, Müslim)“En küçük dairede en mühim işler cereyan eder.” (Risale-i Nur Külliyatı)Yine şöyle bir söz vardır: “İnsan önce iç dünyasında galip ya da mağlup olur. Sonra bu galibiyet veya mağlubiyet, hayatının tümüne yansır.” Bu vesileyle, kalplerin sahibi ve Mukallibü’l-Kulûb olan Allah Teâlâ’dan kalplerimizi razı olduğu yoldan ayırmamasını niyaz ederiz.

Eski bir arkadaşın çekinerek sorduğu,“Biz zaman ve zemine göre kendi ihtiyaçlarımızı kendimiz belirleyebiliriz. Kitaplara ne gerek var! Neden kitaplara iman etmek zorundayız?” sorusuna cevabi mektuptur.Değerli Arkadaşım,Mukaddes kitaplarla ilgili sorduğun soru, senin özellikle iman konusunda ne kadar meraklı olduğunu gösteriyor. Bu merak, bir ihtiyaçtan kaynaklanmaktadır. Çocukluğumuzda büyüklerimiz, yanlarında bulunduğumuzda bize hemen İslam’ın şartları ve imanın şartlarının kaç olduğunu sorarlardı. Ardından tek tek saydırırlardı. Allah’a iman, Meleklere iman, Kitaplara iman … Çocukluk teslimiyetiyle ruh u canımla inandığım iman esaslarını sonraki yıllarda sağlam bir şekilde kalbime yerleştiren bilgilerimi bazı misaller üzerinden seninle paylaşmak istiyorum. Aylar önce bir kombi satın aldık. Servisten bir görevli geldi. Kombinin çalışma prensiplerini anlattı, birkaç kez çalıştırdı. Bize prova yaptırdı. Sonra da çekti gitti. Lakin firmanın, okuma yazma bilen kombi kullanıcıları için bir kitapçık hazırlayıp beraberinde koliye koyduğunu gördük. Zamanla kombi hakkında öğrendiklerimizi unuttuğumuz oldu. Bazen ayarlarını değiştirmek istedik, bazen ne vakit bakım yaptıracağımızı merak ettik. Bunun için kitapçığa baktık. Dolayısı ile o kitapçık ile görevlinin anlattıklarını hatırladık.Arkadaşım, Müslümanlar Peygamberimizin sözlerini, yaptıklarını, hadiseler karşısındaki tavırlarını en güvenilir şekilde yazmışlar, kayıt altına almışlar. Onu tanıyınca, ona kulak verince hem insan hem yaratılmış her şey yani kâinat mana bulmuş. “Necisin, nereden geliyorsun, nereye gidiyorsun” gibi zor sorular cevapsız kalmamış. Zira Peygamberimiz elinde Âlemlerin Yaratıcısının kelamı, en büyük mucize olan Kur’ân ile meydana çıkmış. Yaklaşık on yıl kullanılacak bir kombi ve benzeri bir elektronik alet için kitapçık gerekir de sonsuz hayat kendisini bekleyen, kâinat kadar geniş bir sorumluluğu olan insan için bir kitap lazım değil midir? Arkadaşım, sorunu sorarken zaman ve zemine göre ihtiyaçlarımızı belirleyebildiğimizi söylüyorsun. Mukaddes kitaplar Yaradanı tanımak ve onun sevgisini kazanmak isteyenler için yol göstericidir. Unutma, zamanlar değişir lakin ölüm değişmez. İnsan sevdiklerinden ayrılır, baki âleme gider! Herkes fani dünyaya dalmış olsa da süslü dünya hayatına tapsa da aldatıcı dünyanın efsunuyla divane olsa da değişmeyen hakikat budur. Bu hakikat her geçen gün kendisini daha da belli etmektedir. Ahiret yolculuğu hız kazanmaktadır. Gelenlerle orantılı olarak gidenler de artmaktadır. Her gün yüz binler cenaze bu dünya rıhtımından kalkmaktadır. “Ben de herkes gibiyim deme! Herkes sana kabir kapısına kadar arkadaşlık eder. Herkesle musibette beraber olmak demek olan teselli ise kabrin öbür tarafında pek esassızdır, faydasızdır.” Madem, bu gerçekler değişmiyor, Kur’ân’ın hükmü de değişmiyor. Hatta her geçen gün daha da tazeleniyor. Nazil olduğu dönemdeki gerçeklerle bugünün gerçekleri aynıdır: Her insan doğar, büyür ve ölür. Bu dünyada hatalarının bedelini ya hapisle veya vicdan azabıyla öder. Ya ahirette? Bize bu hayatı veren bizi hesaba çekmeyecek mi? Elbette ki çekecek. İşte Yaratıcımız, bizi daha hesaba çekmeden önce bir peygamber eliyle gönderdiği yol gösterici kitapla merhamet etmiş. O Kitaba göre bizi hesaba çekecek. Arkadaşım, Mukaddes Kitabımız Kur’ân, bir pusula gibidir. Bir navigasyon gibidir. Yaradanımızın rızasına ulaşmak için Peygamberimizin öğrettiği şekilde gözümüzü bu pusuladan, kulağımızı bu navigasyondan ayırmamalıyız. Yoksa yönümüzü kaybederiz. Unutmadan şunu da belirteyim: Kur’ân şifadır. Maddi manevi hastalıklarımıza deva ondadır. Şifa bulmak isteyen kimse, doktora ihtiyaç duyar. Hem dünya hem de ahiret saadetini kazanmayı arzulayan, lakin gönlü yaralı olan bizler, aslında tüm insanlar, ise Peygamberimizin rehberliğinde Kur’ân’a her vakit devamlı olarak muhtacız.Bir eserden okumuştum. “Hem kendini başıboş zannetme. Zira şu misafirhane-i dünyada nazar-ı hikmetle baksan, hiçbir şeyi nizamsız gayesiz göremezsin. Nasıl sen nizamsız, gayesiz kalabilirsin?” Senin gibi zeki birisi bu cümle ile ne anlatmak istediğimi elbette anlar. Yeme, içme, üreme, barınma, giyinme ve korunmaya muhtacız. Bunlar maddidir ve evrenseldir. Hak, hukuk, adalet, yardımlaşma, bir arada yaşama, zulmetmeme, gasp etmeme, haksız yere birinin malını yememe ise manevi ve evrensel bir değerlere muhtaç değil miyiz? Sosyal yönüyle toplumun, kulluk yönüyle Allah’ın hakkını yerine getirmekle insanda sağlıklı bir ruh haline şahit oluruz. Bu da insanlıkta ancak ortak bir vesika ile müşterek bir kanun ile sağlanabilir. O da Allah’ın hükümleridir. Demek bu değerlere ve haklara hakkıyla ulaşmak kitaplara olan imanın neticesidir.

Haz ve mutluluk... Pek çok insan bu iki kavramı aynı sanıyor. Oysa aralarında net ve derin farklar var. Haz geçicidir, mutluluk ise kalıcı. Haz bedeni bir deneyimdir; mutluluk ise ruhun derinliklerine yerleşen bir haldir. Haz almakla ilgilidir, mutluluk ise vermekle. Haz yalnız yaşanır, mutluluk insanlar arasında çoğalır. Haz maddelere bağlıdır, mutluluk ise manevî değerlere. Haz dopaminle ilişkilidir; mutluluk serotonine dayanır. Ve dopamin ne kadar yükselirse, serotonin o kadar düşer. Yani ne kadar çok haz peşinde koşarsan, o kadar mutsuz olman kaçınılmaz olur.Dr. Robert Lustig yukarıdaki cümlelerini şöyle özetliyor: “Zevkin uç noktaları –ister maddeler, ister davranışlar olsun– bağımlılığa yol açar. Oysa kimse fazlaca mutlu olduğu için bağımlı hale gelmez.” Ne büyük bir hakikat... Çünkü haz, beyni geçici olarak kandırırken; mutluluk, kalbin derinliklerinde gerçek bir tatmin oluşturur.Victor Frankl’ın çarpıcı bir sözü var: “İnsan hayatındaki amacını bulmadığı zaman, kendini hazlarla cezalandırır.” Bu cümle, çağımızın ruh hâlini adeta röntgen gibi ortaya koyuyor. Çünkü insan, eğer iç dünyasında bir anlam, bir hedef, bir yön bulamazsa, boşluğu doldurmak için dıştan gelen uyarıcılara yönelir. Fakat bu yöneliş bir kurtuluş değil, bir kaçıştır. Kendisinden kaçmak isteyen bir insan, en kolay ulaşabildiği şeylere sarılır: Zevk, eğlence, tüketim, haz...Hazlar, başta cazip gelir. Ruhu okşar gibi yapar, zihni uyuşturur, soruları susturur. Ama geçicidir. Ve etkisi geçtiğinde, geride daha derin bir boşluk bırakır. Tıpkı deniz suyu içen bir insan gibi… İçtikçe susuzluğu artar. Çünkü haz, doyurmaz. Daha fazlasını ister. Ve bu kısır döngüde insan, hayatını bir nevi haz kıskacına sokar: Daha çok tüketir, daha çok eğlenir ama daha az hisseder, daha az düşünür, daha az bağ kurar.İşte bu yüzden Frankl, bu döngüyü bir “cezalandırma” olarak tarif eder. Çünkü insan, kendini tatmin ettiğini sandığı şeyle aslında kendini içten içe tüketmektedir. Kalbinin açlığını midesiyle doyurmaya çalışmak gibidir bu. Ruhunun susuzluğunu geçici hazlarla gidermeye çalışmak… Sonuç: daha derin bir yorgunluk, daha yoğun bir anlamsızlık hissi.Hayatındaki amacını kaybeden insan, sadece yönünü kaybetmekle kalmaz; iradesini de zayıflatır. Yorgun bir ruh, zevke daha çabuk teslim olur. Hedefsiz bir zihin, eğlenceyle daha kolay oyalanır. Vicdanı bastırmak için ekranlara, pişmanlığı susturmak için alışverişe, yalnızlığı unutmak için sahte ilişkilere sığınır.Ama ne kadar haz arasa da, ne kadar meşgul olmaya çalışsa da, bir yerde durur ve şunu fark eder: “Ben mutlu değilim.” Çünkü mutluluk, bir gaye uğruna yaşarken, yolun kendisinden haz duymaktır. Hedefsiz bir yolculukta ne mutluluk olur ne tatmin. Ve sonunda, Russ Harris’in dediği gibi: “Haz veren hislerin peşinde ne kadar çok koşarsak, kaygı ve depresyondan muzdarip olmamız o kadar muhtemeldir.”İşte bu noktada Risale-i Nur’un sunduğu bakış açısı denge ve uyanış için önemlidir. Der ki: İnsan, kısa süreli bir keyif için uzun vadeli bir huzurdan vazgeçebilir. Ve bu, asrımızın en büyük aldatmacalarından biridir. Hissiyatın galebe çaldığı, akıl ve fikrin sustuğu zamanlarda; bir dirhemlik lezzet, batmanlar ağırlığındaki bir saadetin önüne geçebilir. Ve insan, cam parçaları hükmündeki dünya hayatını, ahiretin elmas değerindeki nimetlerine tercih edebilir.Bu tercihin ardında, sadece gaflet değil, hislerin aklı esir alması vardır. Bu sebeple Risale-i Nur, haram lezzetlerin içindeki azabı, sefahatin sonundaki pişmanlığı göstererek insanı uyandırmaya çalışır. Çünkü yalnızca cehennemin varlığıyla insanları kötülükten alıkoymak, bu zamanda yeterli değildir. Aklı hissiyata mağlup olan bir insan, “Allah Gafûr’dur, Cehennem de uzak” diyerek, nasihati duymazdan gelebilir. Ama eğer günahın içindeki azabı, sefahatin getirdiği yalnızlığı, huzursuzluğu hissederse, işte o zaman kendine gelebilir.Zira insan sadece sonrasını değil, yaşadığı andaki neticeyi de önemser. Bu yüzden, “Onlar dünya hayatını, ahirete tercih ederler” (İbrahim Suresi: 3) ayeti, sadece inançsızlığı değil; iman sahiplerinin de dünyevî zevkler uğruna ahireti geri plana atabileceği tehlikesini gösterir.Haz, yoldan çıkarıcı bir aldanıştır. Mutluluk ise yolda kalmanın, hakikate bağlı kalmanın bir mükafatıdır. Hazla mutluluğu birbirine karıştıran insanlar şaşırıyor ve yanılıyor. Bu karışıklık, sadece şahsi değil, toplumda da bir yıkıma yol açıyor. Bütün bir medeniyet, geçici tatminler üzerine kurulduğunda, içi boşalıyor.O halde soralım: Ne için yaşıyoruz? Kalıcı bir huzur mu arıyoruz, yoksa sürekli tüketilen zevkler mi? Cevap, hem vicdanımızda hem de tercihlerimizde gizli.Gerçek mutluluk, kendini değil, Rabbini merkeze alan bir hayatla gelir. O zaman bu dünyada da bir cennet yaşanabilir. Aksi ise, bu dünyada başlayan ve içten içe büyüyen bir manevi cehennemdir.Seçim bizim. Ama unutmayalım: Haz, bir anlıktır. Mutluluk, bir ömürdür.

(Ey Resûlüm!) (Biz) seni ancak âlemlere bir rahmet olarak gönderdik. (Enbiyâ, 107)Elbette Seyyid-i Kâinat olan Efendimiz Rahmeten li’l-âlemîn’dir. Bu hakikati Rahman ve Rahim olan Rabbimiz, Hâlıkımız bizzat haber vermektedir. (وَمَٓا اَرْسَلْنَاكَ اِلَّا رَحْمَةً لِلْعَالَمٖينَ) (Ey Resûlüm!) (Biz) seni ancak âlemlere bir rahmet olarak gönderdik. (Enbiyâ, 107)Ona müştâk ruhlar için, dünya semasının damından yağan yağmur isimli damlacıklar Onun nuruyla katreleşti, tecessüm etti. Rahmet rahmet, bulut bulut gönüllere aktı. Gönül toprağında imanı, ubudiyeti, güzel ahlakı yeşertti. Nübüvvet bağıyla tevhide kapı aralandı. Haşre nazar ettirdi; kevser peşinde yalıncak koşturdu. Bu halet-i ruhiyeyi yaşayanlardan Şair Fuzuli his ve hayallerini şiiriyle ördü. 32 beyitlik bir kaside inşa etti. Bağdatlı olan, Sultan Süleyman devrini görmüş, üç dile hâkim olarak şiirler yazmış şairin adeta “rahmet kasidesi” diyebileceğimiz eseri, telif sebebine binaen su gibi duru güzelliğini muhafaza edip okuyanları nübüvvet ufuklarında seyahat ettirmektedir. Günümüzün iman ihtiyacını göz önünde bulundurarak manaya uzanmaya ve Rahmet’e kanmaya ne dersiniz?Saçma ey göz eşkden gönlümdeki odlara suKim bu denlü dutuşan odlara kılmaz çâre su(Ey göz! Gönlümdeki odlara gözyaşından su saçma! Zira bu biçimde tutuşan odlara su çare kılmaz.) Ne biçimde? Hasret-i Resulullah’la (asm) yanarcasına ... Nokta-i mihrakiyesi kalb olan, tüm latifeleri yakıp kavurmakla tesirini madde âleminde bırakmayıp mana âlemine nüfus eden kıvılcıma münhasıran… Elbette, bu gönül yangını karşısında hicranı hissedenler göz yaşları dökecekler. Hazret-i Bilâl’in seneler sonra Medine’de okuduğu ezanda “Muhammed” (sav) lafzına geldiğinde tüm Medine halkı “Peygamber dirildi.” hissiyatı ile yollara dökülmedi mi? En medeni şehrin sokaklarında gözyaşları sel olup çağlamadı mı? Âb-gûndur günbed-i devvâr rengi bilmezemYâ muhît olmış gözümden günbed-i devvâra su(Bilmem ki, şu dönen gök kubbe su rengi midir? Yahut gök kubbeyi gözümden akan sular mı kaplamış.)Elbette, şu koca gökyüzünün mavisi ümmetin gözlerinden akan yaşların rengi değildir. Gökyüzünü bu gözyaşları da kaplamış değildir. Biliriz… Lakin gönül gözümüz başını kaldırıp baktığında rahmet arar. Gece ve gündüzün peşi sıra gelişinde Sensiz ağlayışlarımız çok. Dualarımızla birlikte yükselen gözyaşlarımız var. Dünya değirmeninde öğütülen hissiyatımıza gök kubbe büyüklüğünde kurulmuş rahmet çadırımız var. Ahir zamanda devreden şu günlerde ümmetin selameti için… Gözlerimiz her dem, arzda semada, “Ferîd-i Kevn ü Zaman”ı (asm.) aramakta.Zevk-ı tîğundan aceb yoh olsa gönlüm çâk çâkKim mürûr ilen bırağur rahneler dîvâra su(Kılıcının, bakışının zevkinden gönlüm yarık yarık olsa şaşılmaz. Ki – o rahmettir- su da duvara zaman geçtikçe yarıklar bırakmaz mı?)Teveccüh…Seven sevdiğinin bir lahza da olsa nazarını arzular. O nazarda hayat-suyu vardır. Sözlerden fiillere sirayet eden saf niyetler gizlidir. İstikamet pusulası kuruludur. Ömür boyu hissedilecek derin tesirler yüklüdür, şu Kerbela’nın Hüseyni bağrındaki kurumuş toprağın rahneleri misali. Lakin şeffaf ve latif, ab-ı hayat taşıyan (قُلْ اِنْ كُنْتُمْ) fermanına layık bir kalb nasıl kayıtsız kalabilir?Gönüller sarılmak için, “Dâmen-i Muallâ” (asm) gözler.Vehm ilen söyler dil-i mecrûh peykânun sözinİhtiyât ilen içer her kimde olsa yara su(Yaralı gönül senin peykânından vehm ile bahseder. Öyle ki her kimde yara varsa sakınarak su içer.)Ey Şems-i Hidayet!Senin nurundan hissedar olan kalpler, kesretten açılan manevi yaralarını seninle tedavi etti. Hakkın huzuruna seninle çıktı. Bedeviyetten medeniyete yükseldi. Asr-ı saadet genişliğinde sadık ashab şahit. Ferd ferd, fevc fevc seninle suya kanan ümmet şahit. Biz günahların siyahlandırdığı kalplerimizle, senin şifalı nazarından bahsederken, elimizi sana uzatırken şimdi binler vehimler içerisindeyiz. Şafi ismi sende tecellidir, ey “Rahmet-i İlahiyenin Timsali”!Suya virsün bâğ-bân gül-zârı zahmet çekmesünBir gül açılmaz yüzün tek virse min gül-zâra su(Suya versin bahçıvan gül bahçesini zahmet çekmesin. Bin bahçeye su verse de senin yüzün gibi bir gül açılmaz.)Şu terbiye…Beşerin olduğu her zaman ve mekânda bir şekilde oldu, olmakta ve dahi olacak. Gaye: beşerde zirveyi bulmak. Diğer deyişle kâmil insan olabilmek. Seninle kutlu zamanlar, insanın kemalatta en yüksek zamana ulaştığı vakitler oldu. Ertesinde sen gibi olmak arzulandı, sen gibi yetiştirmek istenildi. Senden dersini almış manevi bahçıvanlar, tedrisinde senin imanının ve güzel ahlakının tohumlarını kalplere ekti. Yolundan giden, sünnetine sımsıkı sarılan nesiller yetişti. Lakin sen gibi, asla…Daim levlâke sırrıyla okunan, “Sultân-ı levlâk” (asm) oldu.Ohşadabilmez gubârını muharrir hattunaHâme tek bahmahdan inse gözlerine kara su(Bakmaktan kalem gibi gözlerine kara su inse de o ince hattını Hattat, senin güzelliğine -yanağında kudret kalemiyle ince tüylerden müteşekkil hatta- benzetemez.)Nasıl benzetsin ki?Bir tarafta beşer kalemi, diğer tarafta kudret kalemi… İşte şairin eş’ârının hatimesinden acziyet çağlayanı: “Beşersin süphesiz, ammâ ki, mâyen, hilkatin başka / Över hulk-ı azîmin Hakk Teâlâ yâ Resûlallâh! / Değil Âsım kul’un, Hassân da olsam, vasfa sığmazsın / Sen’i kalben temâşâ oldu evlâ yâ Resûlallâh!”Hayran bir değil ki, mevzu-bahs “Fahr-i Âlem”.Ârızun yâdıyla nem-nâk olsa müjgânum n’olaZayi olmaz gül temennâsıyla virmek hâra su(Yanağını yâd etmekle kirpiklerim nemlense ne olur? Gül isteğiyle dikene verilen su zayi mi olurmuş?)Hem, gül dikensiz mi olurmuş?Ona kavuşmak bedel ister. Gayret ister. Himmet ister. Feda ister. İttiba ister. Yolunda sabır ve sebatla sağlam duruş ister.Az şey mi? O, ki şu “Kâinatın İllet-i Gaiyesi”(asm)Gam güni itme dil-i bîmârdan tîgun dirîğHayrdur virmek karanu gicede bîmâra su (Gam günü hasta gönülden bakışın esirgeme! Karanlık gecede hastaya su vermek hayırdır.)Aaah, o gün! Yunus’un dilinde “Âh o günün korkuları, koca kılar mâsumları / Nice olur mücrimleri, ağlaşalım ol gün için.” ifadesiyle ihtar edilen dehşetli gün. Bu karanlık gecede hasta gönüllere şefaat suyunu verecek olan zâhir: O’dur “Şefi’-i Rûz-i Cezâ”…İste peykânın gönül hecrinde şevkum sâkin itSusuzam bir kez bu sahrâda menüm-çün ara su(Ey gönül! Ayrılığında peykânın isteyerek şevkimi sakin et. Susuzum bu sahrada, bir kez de benim için su ara.)Zamanın bu ucundan şairce latif şerhi:Islaklığı sanadır ahımın, efgânımınİçimde hicranınla tutuşuyor nağmelerSendendir eskimeyen cevheri efkârımınNazarın ok misali karanlıkları delerBu değirmen seninle dönüyor; ahenk seninRenkleri birbirinden ayıran mihenk seninBir hüzün ülkesine gömülüp kaldı adımKapanıyor yüzüme aralanan kapılarSana hicret eden bir Kureyş de ben olsaydımBinler salât ve selâm, “Kalblerin Mahbubu”na.Bir Salavât:اَللّٰهُمَّ صَلِّ عَلٰي سَيِّدِنَا مُحَمَّدٍ وَعَلٰٓي اٰلِ سَيِّدِنَا مُحَمَّدٍ بِعَدَدِ كُلِّ دَٓاءٍ وَدَوَٓاءٍ وَبَارِكْ وَسَلِّمْ عَلَيْهِ وَعَلَيْهِمْ كَثٖيرًا كَثٖيرًاYâ İlâhenâ! Bütün hastalıklar ve devâlar adedince Efendimiz Muhammed’e ve Efendimiz Muhammed’in âline salât eyle. Hem onu ve hem de onları pek çok mübârek ve selâmetli kıl.

Topkapı Sarayı, İstanbul’un fethinin ardından Fatih Sultan Mehmed tarafından 1460-1478 yılları arasında yaptırılmış olup takip eden padişahların yaptırdıkları ilâve yapılarla günümüzdeki hâlini almıştır. Bu ilâvelerden Harem Dairesi’ne yapılanların en dikkat çekici örneklerinden biri de 1705’te, çiçeklere olan ilginin arttığı dönemde Hünkâr Sofası ile I. Ahmed Has Odası arasına inşa edilen 4x4 m² ölçülerindeki, tabandan tavana kadar muhteşem şekilde planlanmış bir tasarım şâheseri olan Yemiş Odası’dır. Bu küçük ve zarif mekân, adını, duvarlarını süsleyen meyve ve çiçek kompozisyonlarından alır. Ahşap üzerine boyanmış Üzüm, Nar, Armut ve İncir dolu kâseler; Lâle, Gül, Karanfil ve Şakayık’ların iç içe geçtiği vazolarla bezeli bu aynalı oda, âdeta saray içinde bir cennet bahçesidir. Yemiş Odası’nı çevreleyen yazı kuşağında, İmam Busîrî’nin ünlü eseri Kasîde-i Bürde’den 46 beyit yer alır. Edirnekârî tekniğinde işlenmiş süslemeler, altın mukarnaslar ve meyve sepetli nişlerle birleşerek odanın sanatsal kimliğini zenginleştirir. III. Ahmed Has Odası, XVI. yüzyılda Kara Memi ile temelleri atılan natüralist çiçek anlayışının XVIII. yüzyıldaki zirvesini temsil etmektedir. Odanın süslemelerindeki meyve sepetleri, çiçek buketleri ve botanik detaylar, yalnızca estetik değil aynı zamanda bereket, cennet ve dünya nimetlerine dair simgesel anlamlar da taşımaktadır. Bu küçük şirin oda, padişahların zamanla yemek yedikleri bir mekân olmuştur.Duvarlarını baştanbaşa kaplayan ahşap panolar yine çiçek ve meyve resimleri ile doludur. Ahşap panolar içine aynalar yerleştirilerek odada değişik bir süsleme tarzı geliştirilmiştir. Yemiş odasının üç cephesi, lambri tekniğiyle kâgir zemin üzerine kinişli ahşap panolar halinde monte edilmiştir. Bu sistem sayesinde ahşap lambriler sökülüp takılma özelliği kazanır. XVIII. yüzyılda, mimarîde ve kitap sanatlarında Batı sanatının izleri birçok örnekle karşımıza çıkarken, yemiş odasını tasarlayan sanatçılar, XVI. yüzyılda Kara Memi ile başlayan natüralist çiçek üslûbunun devamı olarak görünen yeni bir üslûpla, bu oda için en küçük alanda bile muhteşem tasarımlarla çiçek buketleri, kâse içinde meyveler ve hepsi birbirinden farklı güzellikte bordürler planlayıp, çok ince bir işçilikle nakşetmişlerdir. Ayrıca geleneksel tasarım sisteminden ayrılmayarak süsleme sanatlarımızın vazgeçilmez motifleri olan rûmî ve hatâî bu tasarımlar içine çok dengeli bir şekilde yerleştirilmiştir. Odanın tavanının ortasında 151x115 cm. ölçüsündeki boşluk, cam ile kapatılmıştır. İlk yapıldığında cam yerine ayna kullanıldığı kaynaklarda görülmektedir. Müzeyyen tavanın kenar boşlukları çıtakârî olarak 15x16 cm. bölümlere ayrılmış ve bu bölümlerde koyu lacivert köşebentlerin ortasında altın zemin üzerine küçük bir goncasıyla birlikte açılmış bir gül resmedilmiş ve çift sıra hâlinde yerleştirilmiştir. Bu tavanı sınırlayan bordür de tekrar altın zemin üzerinde, içi yeşile boyanmış ve kabartma olarak altın hatâî motifleri kullanılmış çınar yaprakları vardır. Bu çınar yapraklarının arasındaki boşluğa gül ve şebboy motifleri yerleştirilmiştir. Rûmî motifleriyle tasarlanmış olan tavanın ortasındaki şemse ve köşelikler, klasik devrin bütün özelliklerini göstermektedir. Ara boşluklarda dallar üzerindeki gül ve gonca motifleri geleneksel çiçek tarzının en mükemmel örnekleri arasında görülür. Batıya bakan duvarın ortasında alçı bir şömine, her iki yanında birer pencere vardır. Bu pencerelerin yan duvarlarında büyük boy vazo içinde çiçekler bulunur. Diğer üç duvarda en üstte aynı şekilde yerleştirilmiş on bir adet vazo içinde çiçekler vardır. Bu buketler has bahçenin mis kokulu çiçeklerinden esinlenilerek tasarlanmıştır. Hemen altında meyvelerin olduğu alan, daha altta da duvarın işlevine göre değişen, nişler, aynalar ve dolaplar vardır. Orijinal buketlerin âdeta kâğıt üzerine yapılır gibi çok ince ve çok güzel bir tarama tekniği ile yapıldığı çok net gözükmektedir.Topkapı Sarayı’nın Harem Dairesi’nde yer alan bu nadide oda, hem mimari ve tezyînî sanatlar açısından hem de Osmanlı saray hayatının zevki bakımından önem taşımaktadır. Günümüzde de ziyaret eden yerli yabancı misafirlerini bir bahar esintisiyle karşılayan III. Ahmed’in Has Odası, Osmanlı sanatının tasarım ve boyama tekniklerindeki muazzam becerisi ve estetik zevkiyle ziyaretçileri kendine hayran bırakmaktadır.