39. Sayı: "İttifak, Fazilet, Barış ve Saadet'in Adresi İslam Medeniyeti"Bu Sayıyı Satın Al
Konu resmi1431 Hedeflerimiz
İtikad

39. sayımızla huzurlarınızdayız hamdolsun. Bu ay önce Saferü’l-Hayr’ı uğurlayacağız ve sonra da Rebiülevvel ayını karşılayıp, Mevlid Kandili’nde Resûl-ü Ekrem (asm) Efendimiz’in dünyaya gelişinin mânâsını idrak etmeye çalışacağız. Onun için bu ay, İrfan Mektebi, “İttifak, fazîlet, barış ve saadet’in adresi: İslâm Medeniyeti”  kapağıyla çıktı. Efendimiz’in Medîne’de tesis ettiği medeniyetin esaslarını ve hususiyetlerini Cemal Erşen imzalı yazıyla nazarlarınıza arzediyoruz. Hakîkî medeniyetin adresinin Medîne olduğunun anlatıldığı bu yazı aslında İrfan Mektebi’nin bütün sayılarındaki yazıların özeti gibi. Nebevî hayat tarzının her sahaya hâkim olan şekli olan İslâm medeniyeti, ümîdi kaybolmaya meyleden insanlığın hakîkî saadet ve kurtuluş adresi. Medenî milletlerin bu adreste buluşmasını ve hakîkî medeniyetin mensuplarının da kimlik buhranından kurutulup ellerindeki cevhere sahip çıkacak bir şuura ermelerini Cenâb-ı Hak’tan niyaz ediyoruz.  *** İrfan Mektebi, 1431’de geçtiğimiz dört yıla nisbeten daha derinlikli dosya ve kapaklarla çıkacak, âdeta bir akademi gibi çalışacak. Bunun için yayın heyetimiz ve yazarlarımız şimdiden bu yılın tüm ayları için dosyalarını ve yazılarını ciddi bir gayret ile hazırlıyorlar. Sizlerin de yazılarınızı, teklif ve tenkitlerinizi bekliyoruz. *** İrfan Mektebi, on binlere ulaşan bir zengin bir ilim meclisi ve bir tefekkür zemini. Okurlarımızdan istirhamımız hem dergimizin her sayfasını ve köşesini okumaları ve istifade etmeleri hem de yeni aboneler bularak bu ilim meclisi ve tefekkür zemininin, İrfan Mektebi’nin, daha geniş kitlelere ulaşmasını temin etmeleri. 1431’de İrfan Mektebi’nin abone sayısını hep birlikte en az iki katına çıkartmalıyız. O vakit memleketimizde esecek manevî rüzgârların tesirini hayal etmek bile bizi çok heyecanlandırmalı. Ancak, abone ve dağıtım konusundaki sorunlarımızı birlikte aşmamız lazım. Lütfen, size ulaşmayan dergilerimizi, aksaklık gördüğünüz noktaları temsilcinize ve doğrudan abone servisimize bildiriniz. *** Geçen yılki kampanyalarımız bu yılın ilk yarısında da devam edecek. Gerek üç abone yapan okurlarımıza yönelik “mübarek beldelere sefere çıkıyoruz” kampanyamız gerekse her yeni abone yapan okurlarımıza hediye ettiğimiz “üç eser kampanyamız” Haziran ayının sonuna kadar sürecek. Bu kampanyalarımızın da teşvikiyle hepinizi abone seferberliğimize davet ediyoruz. *** Son olarak, sizlere yeni bir köşemizi buradan müjdelemek istiyorum. İlmî sorulara cevapların ve mütâlâa mevzularına yer vereceğimiz bu köşemizin adı ‘Mercek.’ Yeni köşemizden istifade edeceğinizi ümit ediyor, Safer ve Rebîülevvel’in hakkınızda hayırlı olmasını niyaz ediyorum. Selametle kalınız efendim.

A. Cihangir İŞBİLİR 01 Şubat
Konu resmi40 Ambar
Tarih

SÜVEYŞ KANALI Kızıldeniz ile Akdeniz’i birbirine bağlayacak bir kanal projesi, ilk olarak Sokullu Mehmed Paşa devrinde ortaya atılmıştır. Ancak bir türlü hayata geçirilememiştir. Nihayet 1861 senesinde başlayan inşaat, 1869’da tamamlanabilmiş ve kanal hizmete açılmıştır. Kanalın uzunluğu tam 161 km’dir. Kanalın genişliği 70-125 m arasında değişmektedir. Derinliği 11-12 m’dir. Su kesimi 10,36 m’den fazla olan gemiler kanaldan geçemez. Dünyada kapakları olmayan en uzun kanaldır. Diğer kanallarla karşılaştırıldığında kaza oranı hemen hemen sıfırdır. Gece ve gündüz geçiş yapılabilir. SULTAN I. AHMED 1610'da Sultanahmed Camii’ni inşa ettirdi. 1603 senesinde 14 yaşındayken tahta çıktı 14 senelik saltanatının ardından 28 yaşında vefat etti Osmanlı Devletinin 14. padişahıdır. Aziz Mahmud Hüdayi Hz.’nden manevî eğitim aldı. Padişahların tahta çıkışında kardeş katli sistemini kaldırmış, yerine ekber ve erşed sistemini getirmiştir.   2. KOSOVA ZAFERİ Sultan 2. Murad komutasındaki 60.000 kişilik Osmanlı ordusu ile 70.000 kişilik Haçlı ordusu arasında 1448’de Kosova Ovasında meydana gelmiştir. Harb, 17 Ekim sabahı hafif çarpışmalarla başlamış, ancak ilk gün iki taraf da bir netice alamamıştır. İkinci gün, Haçlı ordusu kanatlardan saldırıya geçer. Bunu gören Sultan 2. Murad, merkezde yer alan birlikleri sabit tutup kanatlardaki askerlerine geri çekilme emri verir. Haçlı kumandanı Hunyadi János ise Osmanlılar’ın harbi terkettiğini düşünüp bütün askerlerine merkeze saldırmalarını emreder. Bunun üzerine Sultan 2. Murad, merkez birliklerine de geri çekilme emri verir, fakat bu bir harb hilesiydi. Çünkü sağ ve sol kanatlarda yer alan Anadolu ve Rumeli Beylerbeyliklerine bağlı kuvvetler ani ve hızlı manevralarla yeniden hücûma geçip Haçlı ordusunu çembere almayı başardılar. Mağlûb olacağını anlayan Hunyadi János kaçtı. 19 Ekim sabahı Haçlı ordugâhında kalan kuvvetlerin kurduğu son barikatlar da Osmanlılar tarafından aşıldı ve çok sayıda esir alındı. William Ewart Gladstone (1809-1898) Britanya Kraliçesi Viktorya zamanında Liberal Parti’den Ticaret Bakanlığı ve Sömürgeler Bakanlığı ile dört kez Başbakanlık yapan İskoç asıllı siyasetçi ve devlet adamı. 19. yüzyıl sonlarında Türkofobiyi ve Anti-Türkizmi Türklere, Osmanlı Devleti’ne ve Avrupa’daki ve Asya’daki Müslüman halklara karşı olan düşmanlık olarak, Britanya politikasında Osmanlı İmparatorluğu’na karşı bir siyaset olarak ortaya atmıştır. İngiliz siyaseti bu döneme kadarki bir asırda Osmanlı toprak bütünlüğünden tarafayken, ondan sonra Osmanlı’nın küçük devletlere bölünmesi siyaseti benimsenmiştir. Rusların güneye inmesini engellemek için İngiliz çıkarlarına bağlı Ermeni devleti kurulması kararlaştırılmıştır. Gladstone’un İslamiyete ve Türklere olan düşmanca sözlerinden biri de Sömürge Bakanı iken Avam Kamarası’da  elindeki Kur’an-ı Kerim’i göstererek söylediği şu sözlerdir: “Bu Kur’an Müslümanların elinde bulunduğu müddetçe, biz onlara hakiki hâkim olamayız. Ne yapıp yapıp, bu Kur’an’ı sükût ettirip ortadan kaldırmalıyız. Yahut da Müslümanları ondan soğutmalıyız.” Bediüzzaman Said Nursi Hazretleri’nin, Van vâlisi merhum Tâhir Paşa’nın konağında misafir olarak kaldığı bir sırada gazetede okuduğu bu haber hayatında dönüm noktası oldu. Bu haber asrın imamının ruhunda fevkalâde bir te’sîr meydana getirdi: “Ben de Kur’an’ın sönmez ve söndürülemez ebedi bir güneş gibi mucize olduğunu dünyaya ilân edeceğim” diye karar verdi. Hayatını bu da‘vâsı uğruna vakfetti ve telif ettiği Risale-i Nurlarla Kur’an’ın sönmez ve söndürülmez bir Nur olduğunu ortaya koyarak davasını ispat etti. —Hamza BERAT SULTAN ALPARSLANAsıl adı Muhammed’dir. 1029 senesinde dünyaya gelmiştir. Selçuklu Devleti’nin 2. sultanıdır. 1063’de tahta çıkmıştır. 1071’de Selçuklu ordusunun Bizans ordusunu Malazgirt’de yenmesiyle birlikte Anadolu kapılarının Müslümanlara açılmasına vesile olmuştur. Esir aldığı Bizans İmparatoru Romen Diyojen’in canını bağışlamış ve serbest bırakmıştır. 1072’de esir aldığı bir kale komutanı tarafından şehid edilmiştir. ÇOBAN MUSTAFA PAŞA KÜLLİYESİ Kaynaklarda Mimar Sinan tarafından inşa edildiği ifade edilen Külliye; cami, medrese, imaret ve Çoban Mustafa Paşa türbesinden meydana gelmektedir. Kocaeli’nin Gebze ilçe merkezinde yer alan külliyenin içinde bulunan caminin renkli mermer kaplamalarını ve bezemelerini; Çoban Mustafa Paşa, Mısır’da yaptırtmış ve getirtmiştir.

Ahmed Said GÜNDÜZ 01 Şubat
Konu resmiTaş ve Çocuk
İnsan

Kabil’in yerden alıp Hâbil’in başına vurmasıyla başlamıştı taş’ın serüveni. Sonra hayatımızın vazgeçilmezleri arasında yerini aldı. Bazen evimizin temelini oluşturdu, bazen de mezarımızın en sadık bekleyicisi o oldu. Bazen yüreğimize bastık taşı, bazen de açlığımızı bastırsın diye karnımıza bağladık. Ta ki çocukların o küçük, masum ellerinde protesto malzemesi olana değin… Taştan çıkarırdı eskiden babalarımız ekmeğini. Taştan olmuştu en büyük günahımız. Şirk malzemesi olmuştu insanlık âleminde yüzyıllar boyunca taş. İstenmeyene karşı isyanın sembolü yine taş olmuştu. Füzeye karşı âcizliğin simgesi taş. İlk defa sokakta başlamıştı çocukların taşla buluşması. Beş taşımız vardı havaya atıp tuttuğumuz. Sonra dokuz taşımız vardı üst üste koyup topumuzla vurduğumuz. Derken bize bir haller oldu. Önce taş kafalı oldu bazılarımız bazılarının dillerinde. Sonra kalpler taşlaştı. Merhamet taşa yansısa, eritirken taşı; merhametin mazhargâhı kalpler taşlaşmıştı. Bununla da kalmadı, masum çocukların pamuk elleri de taşlaştı. *** Ben bir küçük çocuğum ey insanlar! Beni taşla baş yapan sizlersiniz. Çocuğun sokaklarında sokakların çocuğu kıldınız sizler beni. Her yeri taşla medeni kıldığınız metropollerin ben masum çocuğunu, elime taş vermekle güya çağdaş yaptınız. Geçmişinizi inşa ettiğiniz taşlarla beni buluşturmakla, geleceğinizi imar edecek “ben”i imha ettiniz. Ben, dün Taif’teydim. Allah’ın Resûlü Efendimiz (asm) teşrif etmişlerdi memleketimize. Minik duyguların kıpraştığı kalbim hızla çarpmıştı O’nu görmenin hazzıyla. Fakat büyüklerim “Memleketimizden çık da, nereye gidersen git! Kavmin ve hemşehrilerin söylediklerini kabul etmeyince, çıkıp bize geldin! Vallahi biz de senden elimizden geldiğince uzak duracağız, isteklerini kabul etmeyeceğiz!” demişlerdi. Kırılmıştı kalbim. Acımıştı bir yanım. Fakat ne çare, söz ağızdan çıkmıştı kavmimin ileri gelenlerinin. O da yetmemiş gibi, küçük, masum elime tutuşturulan taşları atmam istenmişti üzerine o yüce Peygamberin. Ben değildim Allah’ım o. Ben, büyüklerimin günahıydım Rabbim. Ben, geçmişin kiriydim. Geleceğin parıltısından umutluydu o yüce Zat ki, “Rabbim, bu ülkenin çocuklarını senin rahmetinle buluştur.” diye duâ ediyordu… *** Dün ve bugün Filistin’deydim ben. Sizin memleketinizde çocuklarınızın oyun malzemesi olan misketin burada bombaları var ve ben misket bombası yağmurlarının büyüttüğü çocuğum. Kısmetime yine taş düştü benim. Göğsümde iman, elimde taş ve ben yine sokakların bağrındaki çocuğum. Gerçi benim taşlarım sizinkilere benzemez. Peygamberin müşriklerin yüzüne savurduğu toz misali, yüreğimdeki imanla -füzelerin medeniyet dünyasına- atılan taşlardır onlar. Efendimizin (asm) “Ey merhametlilerin merhametlisi olan Allah! Herkesin hakir görüp de dalına bindiği çaresizlerin Rabbi ancak sensin. Benim Rabbim de ancak sensin. Sen, beni kötü huylu, yüzsüz bir düşman eline düşürmeyecek kadar merhamet sahibisin.” duası, benim de duamdır ve kurtuluş ancak imandadır. Ben, Filistinli taş atan çocuk; büyüklerimi affet Yâ Rabbi! *** Ben, ismi hilâfetle anılan memleketin çocuğuyum ve bugün işte tam da burada, sizin sokaklarınızdayım. Ve bilgi çağının eli kalem tutan çocuğu olmanın arzusuyla yanan benim elimde –maalesef- yine taş var. Taşı kime attığım önemli mi sizce? Yoksa önemli olan, aslında size ait olan benim taş atıyor olmam utancı mı? Ben sadece, medeniyetinizdeki internet kafelerin, savaş oyunları oynanan oyun salonlarının, şiddet ve vahşeti empoze eden televizyonlarınızın, birbirini bir türlü sevemeyen (!) büyüklerimin büyüttüğü masum bir çocuğum. Ben, sizin görüntünüzden ibaretim ey büyüklerim. Sizin mukallidiniz olan sevimli yavrunuzum. Sizin için Kur’ân’da ikaz olunan dünya hayatı benim için gerçekten bir oyundan ibaret şu an. Ben rolünü sorgulamayan, her şeyi oyun gibi gören sadece bir aktör çocuğum. Ben, sizim ey annem, ey babam! Ben, sizim ey hâkimim, ey savcım! Ben, sizim ey hocam, ey abim! *** Ey insanlar! Taş deyip geçmeyin ve lütfen bir de beni dinleyin. Ben, sizin maddî bedeninizin temel taşı olmakla beraber, medeniyet göstergenizim aynı zamanda. Sokaklarınızı benimle döşersiniz. Binalarınızı benimle yaparsınız. Dosta en değerli hediyeniz bir taştır. Düşmanınıza savunma aracınız, yine benim. Fakat çocukla beni eşleştirip toplumda sıkıntı oluşturmak tamamen sizin icadınız. Çocuğun taşları ve ben, sizin algınızdaki ben değilim. Ben, Peygamberin elinde zikreden taşım. Ben, Kâbe’nin temelinde yatan taşım. Ben, ilk vahiy geldiğinde Peygamberle birlikte onu dinleyen ve itaat eden taşım. Ben, en az çocuklarınız kadar masumum. *** Taş ve çocuk kendisini masum bilip kenara çekildiğine göre, oturup düşünmek biz büyüklere kalıyor kanaatim. Unutmayalım ki, çocuklarımız bizim geleceğimizdir. Gelecek ise, İslam medeniyetinin tezgâhında dokunacaktır. Bu idrakten uzak kalan her düşünce, her insan çağın gerisinde kalmaya peşinen mahkûmdur. Güzel bir istikbal inşa etmek istiyorsak, çocuklarımızı İslamî prensiplere göre yetiştirmeye mecburuz. Kendi ellerimizle büyüttüğümüz ve şimdi karşılaştığımız problemlerimize Efendimizin (asm) Taif’ten dönerken yaptığı aşağıdaki duanın merhem olması niyazıyla, hep beraber geleceği inşa etmek adına, başta kendimize, sonra çocuklarımıza sahip çıkmayı istirham ediyorum. “Allah’ım! Kuvvetsiz ve çaresiz kaldığımı, halk nazarında hakir görüldüğümü ancak sana arz eder, sana şikâyet ederim. Allah’ım! Yeter ki, senin gazabına uğramayayım. Ne çekersem ona katlanırım. Fakat senin af ve mağfiretin, bunları bana yaptırmayacak kadar geniştir. Allah’ım! Sen razı oluncaya kadar affını dilerim. Allah’ım! Her kuvvet, her kudret ancak seninle kâimdir.”

Metin Said SERDENGEÇTİ 01 Şubat
Konu resmiKur’ân, Hane, Sofra
İbadet

İnsanların haneleri kendilerini rahat ve mutlu hissettikleri yerlerdir. Öyle ki, insan evinde saadetli ve huzurludur. Dünyanın sıkıntıları, orada hafifleşir. O nedenle ev değil de hane-i saadettir. Hem insan fıtraten hanesini sever ve hanesiyle alâkadardır. Dünyanın sıkıntıları gündüz vaktinde biterken o, akşama huzurlu hanesine gider. En azından bunu bilmesi dahi başlı başına bir huzur kaynağıdır. Zamanla güzel dinimizden gelen Kur’ân ve sünnete dayalı aile ve hane kavramlarının unutulması ve terk edilmesi ile “mesken kültürü”, “hane huzuru” unutulmuş sıcacık haneler, alevli soğuk meskenlere dönüşmüştür.  Ümmetine çok şefkatli, yaşadığımız hayattan eşsiz örneklemelerde bulunan Sevgili Peygamber Efendimiz (asm), sıcacık hanelerimizi ahirzamanın soğuk meskenlerine dönüştürmememiz ve içerisinde yaşayan ölüler gib olmamamız için hanelerimiz ve kabirler arasında mükemmel bir benzetme kurarak “Evlerinizi Kur’ân okumayı terk ederek kabirlere dönüştürmeyiniz”1 buyurmaktadır. Daha yaşarken Kur’ân okuyunuz, âyetlerini anlamaya ve amel etmeye çalışınız ve evlerinizi nurlandırınız, manalarını ifade eden bu Hadis-i şerif, hanelerimizde huzur ve mutluluğun ve akabinde hayırlı evlat yetiştirmenin anahtarını bize sunuyor. Issız, cansız, meskenler olan kabirleri hatırlatarak, saadet hanelerinizi ancak böyle yaparsanız birer kabir olmaktan kurtulabilirsiniz mesajını veriyor. Bununla da kalmayıp Kur’ân okumak, onu anlamak ve onunla amel edilen bir hanede yaşamak ve dönüş zamanı gediğinde “Siz Kur’ân’dan daha üstün bir şeyle Allah’a dönemezsiniz”2 hadis-i şerifiyle bizi dönüş yolculuğuna asırlar öncesinden hazırlıyor. Sevdiğiniz, size sevimli gelen saliha eşleriniz ve sadece sizin için verilmiş şirin evlatlarınızın yaşadığı meskenlerinizi ve sahip olduğunuz her şeyi ihsan eden Rabbinize karşı “Kur’ân göklerde, yerde ve orada bulunanlardan Allah’a en sevimli gelen şeydir”3 diye bildirerek bizi Kur’ân ile O na sevdirmeye çalışıyor. Kur’ân bizim aile hayatımızın, hanemizin neresinde? Evlerimizde ne kadar Kur’ân okuyoruz? Aile fertlerimizin Kur’ân ile alakaları ne kadardır? Ailece o’nu ne kadar anlayıp amel ediyoruz? Eğer “Kalpler ancak Allah’ı anmakla, tatmin olur, huzura kavuşursa”4 elbette ki o kalpleri barındıran hanelerimiz de ancak Allah’ı anmakla huzur bulacaktır. Hanelerimizin vazgeçilmez bir parçası da sofralardır. Hem aile fertlerini bir araya toplar hem de bizi doyururlar. Peki ya biri bize “Sizi Allah’ın sofrasına davet ediyorum” dese hiç düşünmezmiyiz!!!. İşte Allah’ın (cc) en sevgilisi (asm) bizi kendisi ile beraber Allah’ın (cc) sofrasına çağırıyor. Davetinde diyor ki “Bu Kur’ân’dan ayrılmayın çünkü o Allah’ın sofrasıdır”5. Buyurun, sizi bu kış aylarının uzun gecelerinde Allah’ın sofrası olan Kur’ân okumaya, iman ve Kur’ân hakikatleri ile onu anlamaya ve amel etmeye davet ediyoruz. Yeniden Kur’ân’a dönüş, Kur’ân’ı anlama gayretinin var olduğu hanelerde yaşamak, kabre benzeyen ölü evlere ve ölü kalplere mukabil, Cenab-ı Hakkın menmun edildiği Allah’ın sofralarının kurulduğu mesken kültürüne yeniden kavuşmak, evlerimizi birer Medrese-i Yusufiyye’ye çevirmek ve asla pisman olmamak dua ve temennisiyle, Allah’a emanet olunuz. Ali AKPINAR, “Kur’ân niçin ne nasıl okunmalı?”, Müslim, Uysal Kitapevi. Tirmizi, Sünen, Kur’ân’ın fazileti ve değeri bölümü, 2912 Sünen-i Darimi, Kuranın fazileti bölümü, 6. bab, 3361 Kur’ân-ı Kerim, Ra’d suresi, 28. âyet Büyük Hadis Külliyatı, Cem-ul Fevaid, Rüdani, 1. Cilt, Kitap ve Sünnete sarılmak bahsi, 141.

Yusuf Bahadır DEREN 01 Şubat
Konu resmiİnşirah
İnsan

Dokunsam çoğalır sızılarımEllerim kan revanVe bir deprem öncesi telaş içindeyimSusmak istemiyorumViran olmuş zamanların sevdasıyla Haramiler uğradı bu şehreTadılmadık zulüm bırakılmadıVe yaşanmamış cehennemNeredeydiniz siz efendiler Sussam bir daha açılmaz dilimŞair; ‘sussam dudaklarım kanar’ demişti Benden size, içimden-En çok da kocaman bir ‘suss!’ geçerBiliyorum, susmak en büyük pusudur GeceydiElif elif azalıyordu sızılarımBaşladığı yerden olmasa daBitecekti elbette leylAnladımAziz olmakKuyulardan, zindanlardan geçmektedir. Yıllanmış yalanlar diyarındaUsandım aynı rüyalara uyanmaktanEn kutsal Kelam üstüneTâhâ ve Yâsin üstüneYemin olsun kiArtık temize çekiyorum yollarımı Kaç yüz yıl önce ekilmişti kirli tohumlarAnladım, içimizden çürümüşüzVeyl olsun Kör ve Sağır’a!..Sona bir mehdi türküsüyle uyanıvermekDumansız ateşleri susturmak adınaVe altın kâsede sunulan kutsal şaraba ‘Yere ve onu döşeyene andolsun’ A’raftayımKalbimde kıpır kıpır inşirah huzmesiDiriliyorum Kendi yalnızlığımda yüzerkenBir Muhyiddin diliyle irkilir kelimelerim;‘Taptıklarınız ayağımın altında’ diyeŞam’a giden kervanlara katılıpÜçyüz yıl sonra gelenSultan Selim’i dinlemeliyim Kapılar açıkKapılar nurdanYol sonsuzluğun sahibineZaman felekten bir musikiVatan-ı aslî, birkaç adım ötedeymişGözlerimi kapasamKim tutar kimsesizliğimin elindenBütün varların yokundaVarı var eden, yoku yok eden Rahman’aVe nuruyla karanlığı delen yıldızlara, andolsun Dinmeyi bekleyen sızılar taşıyorumManidar bir gece oluyor ağrılarımHaram bakışların uzağındaArtık sonsuz huzur peşindeyimKimse yalnız değil biliyorumHer şeye anlam katan ‘el’lerleSana sığınıyorum RabbimŞifa veren sensinNimet veren senSen el-Kerim, sen er-Rahim‘El’i kopmuş insanVe nisyan hamuruyla yoğrulan benim Yediler hatrına RabbimGüneş’i sırtlayan Hira Nur hatrına‘Mim’ aşkına RabbimEn ince yerimizden kopmadanNefes nefes inşirah ver yüreklerimize AvareyimYıkık bir şehrin gözyaşları arasındaSolmuş, belki siyah-beyazBelki görülmemiş bir rüyaVe bir resim gibiyimGöklerin seyrinden bana hazan düşer Dokunmayın, ben hüzzamlı şairimVe şairlerEn çok kendini ağlar Harf harf bölünüyor karanlıklarYol verin kendinizeKaramsar şair‘Güneşe göç var da kalan biz miyiz’ demiştiGüneşi biz yitirmişsekNereye göçebilirdik öyleYine de seni iyi bilirdik şairim Rahman’aVe geçip giderken, geceyeGüneşe ve onun aydınlığınaAndolsun

Zafer ŞIK 01 Şubat
Konu resmiİmam-ı Şa'rânî
Risale-i Nur

Risâle-i Nur külliyatından, Yirmi Yedinci Söz adlı eserin hatimesindeki, mezheplerle alakalı mevzuyu mütalaa ediyordum. Üstadın oradaki en son sözü şuydu: “Mîzan-ı Şa’rânî mîzanıyla, şeriat mîzanlarını bu sûretle muvâzene edebilirsen et!” Burada ismi geçen zâtı ilk defa duyuyordum. Ama o zaman üzerinde çok durmadım. Sonraki günlerde Mesnevî-i Nuriye adlı eseri okurken, Bediüzzaman Hazretleri’nin aynı zâttan farklı bir şekilde tekrar bahsettiğini gördüm. Üstad, velîlerle ilgili anlatılan bazı olağanüstü hallerin inkâr edilmemesi üzerinde dururken, Muhyiddin İbn-i Arabî Hazretleri’nin Fütuhat-ı Mekkiye adlı büyük eserini, Şa’ranî Hazretleri’nin bir günde 2,5 kez mütalaa ettiğinden bahsediyordu. Bende Şa’rânî Hazretleri’nin hayatına dair bir merak uyandı. Etraflıca bir araştırma yaptım ve çok etkilendim. Siz kıymetli okurlarımıza da faydalı olur düşüncesiyle hulasasını kaleme aldım. Şöyle ki: İmâm-ı Şa’rânî Hazretleri, Mısır evliyâsının büyüklerinden ve Şafîi Mezhebinin fıkıh âlimlerindendir. Asıl  adı Abdülvehhâb, lakabı Kutb-i Şa’rânî, nisbet adı Ensârî’dir. Mısır’ın Kalkaşend kasabasında 1491 (H.898) de doğmuştur. Nesebi, Peygamber (asm) Efendimiz (asm)’a dayanır.    İmâm-ı Şa’rânî Hazretleri, ilim tahsiline çok küçük yaşlarda Kahirede başladı. Zeki ve çok çalışkandı. Henüz yedi yaşındayken Kur’ân-ı Kerîmi hıfzetti. Ayrıca hocalarından okuduğu kitapların büyük çoğunluğunu ezberledi. Bu fevkalede zekası, çalışkanlığı ve anlayışı sayesinde, kısa zamanda hocalarının gönüllerini fethetti. İlim meclislerine devam eden Abdül-vehhâb Şa’rânî, muhtelif hocalardan dersler aldı. Sonraki dönemlerde yazdığı Tabakat adlı eserinin sonuna, ilminden istifade ettiği büyük şahsiyetlerin tamamının isimlerini ilave etti. Bu hareketiyle bir bakıma hocalarına karşı vefakârlığını göstermiş oldu. Genç yaşında, hadîs ve fıkıh ilimlerinde ehliyet kazanan Şa’rânî Hazretleri, Tasavvuf mesleğinde de çalışarak, pekçok velînin teveccühüne, feyz ve bereketine kavuştu. Hocalarının en meşhurları, Aliyy-ül-Havvâs Hazretleri ile  “Aktab-ı Erba’a” (dört büyük kutup)’dan olan Seyyid İbrahim ed-Dusûkî Hazretleri’dir. Abdülvehhâb-ı Şa’rânî Hazretleri’ne; “Tasavvuf yoluna nasıl girip ilerledin ve buna kimler sebeb oldu?” diye sorduklarında şöyle anlatırdı: “Tasavvuf yolunu, önce Hızır aleyhisselâmdan ve üstâdım Aliyy-ül-Havvâs’tan öğrendim. Önce onlara tam olarak inanıp teslim oldum. Ne emrettilerse hepsini yaptım. Nefsimle senelerce mücâhede ettim. Nefsimin istemediklerini yaparak, onu terbiye ettim. Öyle ki, yalnız kaldığım zaman, odamın tavanına bir ip bağlar, onu boynuma takarak Rabbime ibâdet ederdim. Uykum geldiğinde yatmak isterdim. Fakat boynumdaki ip, uykuya mâni olurdu. Mecbûren ibâdete devâm ederdim. Haramlardan şiddetle kaçındığım gibi, mübahların fazlasını dahi terkederdim. Yiyecek bir şeyim olmadığı zaman ot yer, kimseden birşey istemezdim. Vâli konaklarının ve sultan adamlarının evlerinin gölgesinden dahi geçmez, yolumu değiştirirdim. Elimden geldiği kadar dînin emir ve yasaklarına dikkat ettim. Cenâb-ı Hak da, bana ibâdetleri zevkle yapmayı ihsân etti.” (Mîzân’ül-Kübrâ) Cenâb-ı Hak, İmam Şa’rânî Hazretlerine bir çok manevî ihsanlarda  bulunmuştu. Bunlardan bazıları şunlardır: Güneşin batışından doğuşuna kadar, yâni akşamdan sabaha kadar, cansız eşyânın ve hayvanların tesbîhlerini duyması idi. Bir gün akşam namazını, haramlardan çok sakınan hattâ şüpheli korkusuyla mübahların fazlasını bile terkeden hocası Emînüddîn’in arkasında kılıyordu. O anda gözünden perde açıldı. Direk, duvar, hasır, döşenmiş taşların tesbîhlerini duymaya başladı. Korktu, sonra Mısır’da bulunan her şeyin, sonra etraftaki devletlerdeki ve okyanuslardaki bütün mahlûkların konuşmalarını ve tesbîh seslerini işitmeye başladı. Okyanustaki bir balık şöyle tesbîh ediyordu: “Ey cansızların, hayvanların, bitkilerin, her şeyin rızkını veren Rabbim! Mahlûkâtından hiç birinin rızkını unutmayan ve isyân edenden dahi ihsânını kesmeyen sen, her türlü noksanlık ve kusurdan münezzehsin.” Aleyhinde konuşanlar rüyalarında ikaz edilir ve düşmanlıktan vaz geçerlerdi. Bunlardan biri, Şeyh Sa’deddin Sanadidi idi. Bu zat, Ahmet Bedevî Hazretleri’nin kabri yanında okunan mevlitte, İmam Şa’rânî Hazretleri’nin bulunmasını hiç hoş karşılamamıştı. Kalbinden bu hali Ahmed Bedevi’ye şikâyet etmişti. Gece rüyasında Resulullah’ın, Şeyh Şa’rânî’yi kucaklayıp bağrına bastığını gördü. Şa’rânî Hazretleri’nin iki memesinden süt akıyor ve mevlidde bulunanlar kana kana bu sütü içiyorlardı. Resulullah’ın karşısında duran Ahmed Bedevî Hazretleri de: “Yardım isteyen, Abdülvehhâb-ı Şa’rânî’yi ziyaret etsin” diyordu. Bu zat rüyadan uyanınca tövbe etti. Şa’rânî Hazretlerinin en yakın talebelerinden oldu. Allahü teâlânın Abdülvehhâb-ı Şa’rânî’ye ihsanlarından biri de, Mısır veya başka yerlerdeki talebelerine kalben seslendiği zaman derhal yanına gelmeleriydi. Yanına gelmeye karar veren bir talebe yola çıksa, ona kalben geri dön derse, o da dönerdi. İnsanlara ve talebelerine sıkıntı anlarında yardım ederdi. O, darda ve sıkıntıda olanların sığınağı ve manevî doktoru idi. Cenâb-ı Hak, onun duâları bereketiyle belaları, sıkıntıları kaldırırdı. Cinlere de fetva verirdi. Cinler müşküllerini 75 sualde toplayıp kendilerine getirdiler ve dediler ki: “Ey şeyhülislam, bizim âlimlerimiz bunlara cevap veremedi ve bunların hakikatini ancak insanların âlimleri bilir dediler.” Onlara cevap olarak Keşf-ül Hicab ver-Ran an Vechi Es’ilet-il Can kitabını yazdı. Bu eser, yazdığı meşhur kitaplarından biridir. Abdülvehhâb-ı Şa’rânî, Allahü Teâlâ’nın izniyle hiç bir mahlûkdan korkmazdı. Yılandan, akrebden, timsahdan, cinden ve benzerlerinden korkmaz, ancak dînin emir ve yasaklarına uygun olarak onlardan uzak dururdu. Bir gün Portsaid’e (Mısırın bir ili) gidiyordu. Nehrin kenarından yedi kadar timsah onu tâkibe başladı. Herbiri öküz büyüklüğünde idi. Onu merkeb üzerinde gören halk, yutulacak diye feryada başladı. İşte o zaman belini doğrulttu ve suya, timsahların arasına indi. Hepsi çekilip kaçtılar. Sonra hayvanın yanına geldi. Oradaki insanlar, bu hâli görünce hayret ettiler. Resulullah (asm) Efendimizin zahir ve batın ilimlerinde varisi olan İmâm-ı Şa’rânî Hazretleri pek çok talebe yetiştirdi. Medresesi arı kovanı gibi çalışırdı. Etraftan akın akın gelen talebeler medresesini doldurur, onun eşsiz bir deryâ olan bilgilerinden istifâdeye çalışırlardı. Talebelerine hem zâhirî, hem de bâtınî ilimleri öğretirdi. O’nun en belirgin özelliği; mezheblerin benzeyen yönlerini bulup ortaya çıkarması ve ahirzaman, kıyamet, mehdiyet konularında çoklukla hadis nakletmesidir.   Osmanlı son dönem âlimlerinden Manastırlı İsmail Hakkı, İmam Şârânî ve eserleri hakkında şöyle der: “Bu zat İmam Gazalî  ayarında harikulade bir zat olup zâhir ve batın ilimlerinde eşine az rastlanır. Eşsiz eserlerinin bir çoğu Mısır’da basılıp yayınlanmıştır. Her biri büyük alimlerce beğenilmekte ise de bilhassa Mizanül Kübra, Minen ve Letaif ve Yevakît ve Cevahir adlı eserleriyle Tabakat-ı Sûfiyesi can bağışlanacak nefis eserlerdendir.” Abdülvehhâb-ı Şa’rânî hazretleri üç yüzden fazla eser yazmıştır. Bunların en kıymetlisi dört mezhebin fıkıh ilmini bir araya topladığı “Mîzân-ül-Kübrâ” isimli eseridir. Diğer ehemmiyetli eserlerinden biri de; “Tabakât-ül-Kübrâ” adlı eseridir. Bu eser, Asr-ı Saâdetten zamânına kadar dört yüzden fazla büyük âlim ve velînin hallerini, kerâmetlerini, sözlerini bildiren kıymetli bir kitaptır. Arkasından yüzlerce kitap, binlerce talebe bırakarak, 1566 yılında Kahire’de vefat eden bu büyük zat, Yavuz Sultan Selim’in Mısır’ı alacağını önceden haber vermiş ve Yavuz’dan övgüyle bahsetmiştir. O zamanlarda “Sen bir Arap olarak, nasıl olurda Türkler’den övgüyle bahsedersin” diye İmam Şa’rânî’ye ve tüm eserlerine yasak getiririlmiş ve bu sebepten dolayı çok fazla intişar etmemiştir. Cenâb-ı Hak, bu ve benzeri zatların yolundan ayırmasın ve bizleri şefaatlerine mazhar eylesin.

Feridun ŞAMİL 01 Şubat
Konu resmiOnları Rahmetinle Kuşat!
İtikad

Yâ İlâhenâ! Nûru bütün mahlûkâttan önce var olan ve varlığı âlemlere rahmet olan Efendimiz Muhammed’e,Ve onun mübârek nesline, ehl-i beytine ve ashâbına, Geçip giden ve geride kalan bütün mahlûkât adedince,Ve onlardan bahtiyar ve saîd olanlar, bedbaht ve şakî olanlar sayısınca, Ve bütün sayıları içine alan, bütün sınırları kuşatan; hesabsız ve hudûdsuz olarak ne ucu, ne de sonu olan; ne sınırı, ne de bitişi olan, Ve kendisine bizzât senin ettiğin ve senin ebedî varlığın devam ettikçe devam edecek olan salâtın ile salât et, onları rahmetinle kuşat.Rahmetinle, ey merhamet edenlerin en merhametlisi!  *** Yâ İlâhenâ! Efendimiz Muhammed’e ve onun bütün mübârek nesline, ehl-i beytine ve ashâbına,Ağaçların yaprakları, denizlerin dalgaları ve yağmurların damlaları adedince salât ve selâm edip, bereketler ihsân eyle. Yâ İlâhenâ! O salavâtlardan her biri hürmetine bizi bağışla, bize merhamet eyle, bize lütfunla muâmele buyur.Ben kesinlikle şehâdet ederim ki, Allah’tan başka İlâh yoktur. Ve yine şehâdet ederim ki, Hazret-i Muhammed Allah’ın Resûlüdür. Allahü Teâlâ ona salât ve selâm eylesin.

İrfan MEKTEBİ 01 Şubat
Konu resmiMavi Tren
İtikad

Bahar mevsiminin bir ikindi vakti. Mavi trende yolcular arasındayım. Sevdiğim birkaç insan var beraberimde. Gittiğimiz yeri ilk kez göreceğiz. Merak içindeyim. Fakat yolculuk sanki biraz sürecek gibi. Yerlerimizi alır almaz ilk defa bindiğimiz bu treni keşfe başlıyor gözlerim. Bulunduğumuz kompartımanın son sistem lüks tefrişatı dikkatimi çekiyor önce. Sonra oturduğumuz yerden etrafımızdaki simaları incelemeye koyuluyorum bir müddet. Çok sürmüyor keşif. Artık aşinayım mekâna ve eşhasa. Derken camdan dışarı kayıyor gözlerim. Yemyeşil bahçeler, meyveli ağaçlar ve gelin gibi çiçekler ilişiyor gözlerime. Ve işte o an, olan oluyor. Hayran oluyorum. Bahara, çiçeğe, börtü böceğe. Fakat yukarıdan aşağıya düşer gibi hızla giden bu tren, durmak nedir bilmiyor. Trenin olağanüstü hızına inat ben, akılsız acemiler gibi ellerimi dışarıya uzatıyorum. Tutmaya, yakalamaya çalışıyorum. Hırs dolu bir aşkla sahiplenmek istiyorum güzel meyveleri, renkli çiçekleri. Sonra birden büyük bir acıyla ellerime bakıyorum. Çiçekler yok ellerimde. Kan var. Dikenli çiçeklerin parçaladığı ellerimde sadece kan ve ıstırap var. Ancak o zaman anımsıyor kulaklarım, az önce tekrar edilmiş bir anonsu: Dışarıya ellerinizi uzatmayınız, çiçekleri kopartmayınız, camlardan sarkmayınız! Kaç kişi işitmişti acaba, kaç kişi dikkate almıştı bu uyarıyı? Sancı içinde, karşı koyamadığım bir merakla göz gezdiriyorum çevreye. Elleri kanamayan neredeyse yok gibi. Oysa anons ne kadar da sık yapılmaktaydı. İşte görevliler yeni bir anons daha veriyorlar: Yolcuların dikkatine! Şu an görmekte olduğunuz güzellikler sadece tanıtım amaçlıdır. Asıllarını gitmekte olduğunuz memlekette bulacaksınız. Bunlar size gideceğiniz yerin güzelliğini tarif etmek üzere hazırlanmış örnek levhalardır. Gerçek sanıp aldanmayınız! Heyhat! Sanki sağır olmuştuk her birimiz. Tüm uyarılara ve ellerimizdeki büyük acılara rağmen hala dikenli çiçeklere uzanmaya devam etmekteydik. Mavi gezegenin güzele meftun yolcularından bir yolcuydum ben.   Hızla geçip giden zaman, sanki bir i'dam sehpası. Kalbimin uzandığı her şeyi bir bir alıyor benden. Sonra yangın. Derisi yanmış bir bedenin sancısıyla kıvranıyor ruhum. Bu bir alarm. Yanlışımı hatırlatan. Ölümlülere aşık olmaktır en büyük yanlışım.   İdraksizlik değil bu. Bir tercih. Bilmiyor muyuz ki; faniler gönül bahçemize sadece hazanı bırakır! Lâ ühıbbü'l-âfilîn… Lâ ühıbbü'l-afilîn… Her kalp bu feryatla yeri-göğü çınlatmakta. Fakat kalplerinin, Hz. İbrahimvâri Batıp gidenleri sevmem! seslenişini duymamak için insanoğlu ne kadar da ısrarlıdır! İnsan, akıl kuvvesini hakikat ile beslemek zorunda. Hakikat ile beslenmeyen akıl, gayr-i âkil hislerin karşısında âciz düşüyor. Hayvanî kör hissiyatın karşısında aklının yenilmesine seyirci kaldıkça insan, yaşamını cehennemî sancılar içinde sürmeye mahkum oluyor. Hakikatin bütün inceliklerini fark edebilecek bir akla, güzelliğin bütün mertebelerini keşfedebilecek bir göze sahiptir insan. Onun ebedî aşk yeteneğine sahip olan kalbi ise, ölümlülerle asla teselli bulamayacak kadar Allah'ı istiyor. Ah zavallı kalplerimiz bizim! Susuzluktan yanana, bir damla su neylesin? Hızla yol alıyor mavi tren. Vakti dolan yolcular trenden dışarı bırakılıyor. Sevdiğim birkaç insanı görüyorum. Güle güle bile diyemiyorum. Bir görevli yaklaşıyor. Dışarıdaki çiçekleri işaret ediyor bana ve diyor: - Günah çiçekleri bunlar. İsminin yazılı olduğu bir durakta atılmadan dışarı, tevbe ve tevekkülle kalbini küsuftan kurtar! Acele etmelisin. Çünkü küçük görüp Bundan bir şey olmaz diyerek elini uzattığın her bir günah, şahsi âle

Mehlika YAĞMUR 01 Şubat
Konu resmiDindar Kişiye Hizmet
İbadet

Basralı birkaç Kâri (yani Kur’ân-ı Kerim’i usûl ve kaidesine göre okuyan kimseler) Hz. İbni Abbas (ra)’ın yanına geldiler ve “Bizim bir komşumuz var, çok oruç tutar ve çok teheccüd kılar. Onun ibâdetlerine bakınca bizden her birimiz ona imreniyor ve bir de onun gibi ibâdet yapabilsek diye temenni ediyor. O kızını yeğeniyle nikâhladı. Ancak garibin yanında çeyiz için hiç bir şey yoktur” dediler. Hz. İbni Abbas (r.a) onları alıp evine götürdü. Bir sandık açtı. İçinden altı tane kese çıkardı ve o adama vermeleri için keseleri onlara teslim etti. Onlar alıp gideceklerdi ki, Hz. İbni Abbas (r.a), “Biz ona insaflı davranmadık. Bu mal ona teslim edilirse o fakir çok zorlanacak ve çeyiz hazırlığı telaşına düşecektir. Bu yüzden onun meşguliyeti artacak ve ibâdetlerinde zorluk olacaktır. Bu bedbaht dünyanın ibâdet eden bir mü’mine güçlük çıkaracak kadar derecesi yoktur. Biz bir dindar kişiye hizmet etsek şanımızdan ne eksilir ki? Öyleyse bu mal ile bütün düğün hazırlıklarını hepimiz birlikte yapalım, eşyaları hazırlayalım ve ona teslim edelim” dedi. Onlar da buna razı oldular. O para ile bütün eşyaları mükemmel olarak hazırlayıp o fakire teslim ettiler.

İrfan MEKTEBİ 01 Şubat
Konu resmiGüzel Bir Haslet Ve Bir İhtidâ
İbadet

Resûl-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm’ın Kur’ân’dan sonra en büyük mûcizesi kendi zâtıdır. Yani, onda içtima etmiş ahlâk-ı âliyedir ki, her bir haslette en yüksek tabakada olduğuna, dost ve düşman ittifak ediyorlar. Hatta şecaat kahramanı Hazret-i Ali (ra), mükerreren diyordu: “Harbin dehşetlendiği vakit, biz Resûl-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâmın arkasına ilticâ edip tahassun ediyorduk.” Ve hâkezâ, bütün ahlâk-ı hamîdede en yüksek ve yetişilmeyecek bir dereceye malikti. (1) Allah Resûlü’nün bu güzel hasletlerinden birisi de sehâvet (cömertlik)’tir. En güzel hasletlerden biri olan cömertlikte de kimse O’na (a.s.m) yetişememiştir. Nitekim uzun yıllar hizmetinde bulunan Hz. Enes (r.a) O’nun (a.s.v) hakkında şöyle demekteydi: “Resûlullah (Aleyhissalâtü Vesselâm) yarın için hiçbir şey biriktirmezdi.” (2) Ukbe İbnu’l-Haris’ten gelen şu rivayet daha da manidar olsa gerek: “Resûlullah (Aleyhissalâtü Vesselâm) bize ikindi namazı kıldırmış idi. (Selam verince) acele ile cemaati yarıp evine girdi. Halk onun bu telaşesinde hayrete düşmüştü. Ancak geri dönmesi gecikmedi. Gelince, (halkın merakını yüzlerinden anlayan Hz. Peygamber şu açıklamayı yaptı): “Yanımda kalan bir kısım altın vardı, (namazda) onu hatırladım. Beni alıkoyacağından korktum ve hemen gidip dağıttım.” (3)     Efendimizin bu güzel hasleti başta, halifeler olmak üzere sahâbelerine ve her asırda ümmetinin önde gelenlerine miras kalmıştır. Zira peygamberler miras olarak mal mülk değil, işte böyle ahlak-ı hamîdeleri miras bırakırlar. Bu mirası ilk devralan, malını köle azat etmekle tüketen Hz. Ebû Bekir (r.a) idi. Kazancının çoğunu Allah yolunda infak ederek ne kadar iyi bir varis olduğunu gösterdi. Vefat edip dostuna kavuştuğunda terekesine bakanlar bir dinardan başka bir şey bulamayacaklardı. Elbette, diğer halifeler ve sahâbeler ilk halifeden farklı bir tavır sergilemediler yaşantıları boyunca. Başta Allah Resûlü olmak üzere halifelerin ve sahâbelerin bu örnek halleri, onların İslâm’ı tebliğ etmede işlerini gayet kolaylaştırmıştır. İşte biz Müslümanlara, İslâm’ı tebliğ edip sair insanlara anlatanlara (ki bütün Müslümanlar birer tebliğcidir veya olması gerekir) harika bir misal: Safvan bin Umeyye, Mekke’nin fethinden sonra hakkında ölüm fermanı çıkarılan insanlardan biriydi. Bunun içindir ki, şehri terk edip başka bir yere kaçmıştı. Umeyr bin Vehb’in şefaatçi olması üzerine Allah Resûlü ona eman vermişti. Hatta Efendimiz ona eman verdiğinin bir alameti olmak üzere sarığını göndermişti. Sarığı gören Safvan, onu hemen tanımış ve Allah Resûlünün yanına gelmiş. O’nu sahâbeleriyle namaz kılar bir halde bulmuştu.   Peygamberimiz (a.s.m.) selam verince Safvan bağırdı: “Ya Resûlallah! Umeyr b. Vehb sarığını bana getirdi. Beni yanına çağırdığını, hoşuma giderse ne âlâ, hoşuma gitmezse beni iki ay dolaştıracağını söyledi.” Resûlallah: “Ebu Vehb, hele in!” buyurdu. Safvan: “Hayır, vallahi benim için açıklama yapana kadar inmeyeceğim.” dedi. Resûlallah ona: “Sana herkesten farklı olarak, iman etmen için dört ay mühlet verilecek!” buyurdu. Bunun üzerine Safvan bineğinden aşağıya indi. Safvan, Allah Resûlü’nün (a.s.m.) emri üzerine onları Huneyn’e götürdü. Bu münasebetle Huneyn Savaşı’nda bulundu. Tâif Gazası’nı gördü. Müteakiben Allah Resûlü (a.s.m.) Ci’râne’ye döndü. Peygamberimiz (a.s.m.), Safvan ile birlikte ganimet malları arasında dolaşırken Safvan’ın gözü dağın eteğinde otlayan koyunlara, develere ve çobanlara takıldı. Peygamber Efendimiz (a.s.m.)  de göz ucuyla sürekli ona bakıyordu. “Ey Ebu Vehb, bu dağın yamacı herhalde hoşuna gitti.” buyurdu. “Evet” dedi Ebu Vehb. “Öyleyse orası içindekilerle birlikte senin olsun.” buyurdu Resûlallah (a.s.m.). Safvan bunu duyunca: “Peygamberden başkası bu cömertliği yapamaz! Şehadet ediyorum ki, Allah’tan başka ibadete layık bir ilah yoktur ve yine şehadet ediyorum ki, Muhammed O’nun kulu ve Resûlüdür.”  deyip hemen oracıkta Müslüman oldu. (4) İnsan yüz kapılı bir saraya benzetilecek olursa, bu kapılardan doksanı açık, onu kapalı olsa ve bu saraya girmek isteyen kişi sürekli kapalı kapıları deneyip saraya giremeyince “bu saraya girilmez” diye hüküm verse ne kadar hata eder, anlaşılır. Zira kapıların ekserisi açıktır. Sarayın doksan dokuz kapısı kapalı olup sadece biri açık olsa yine “bu saraya girilmez” denilemez. O saraya girebilmek için bir tek kapı bile kâfidir. Safvan bin Umeyye Müslüman olana dek pek çok hadiseyi görmüş, İslâmiyet’in doğuşundan Mekke’nin fethine varıncaya kadar birçok olaya şahitlik etmiştir. Peygamberliğin ispatı olan mûcizeler, Müslümanların Bedir, Hendek, Hayber’in Fethi ve Mekke’nin Fethi gibi kazandıkları zaferler ve bazı önde gelen Kureyşilerin İslâm olması onu Müslüman yapamamış, Allah Resûlü’nün yaptığı bir infak Müslüman olmasına yetmiştir. Tabiri caizse, Safvan’ın bir tek kapısı hariç, bütün kapıları kapalıdır. Efendimiz (a.s.m.) işte o açık kapıyı arayıp bulmuş, içeriye girmiş ve bir kişiyi daha İslâm sarayına idhal etmiştir. Bir kişiye daha cennet kapılarını açmıştır.  Her şeyin maddiyatla değerlendirildiği şu asırda dinimize ve davamıza yeni Safvanlar dâhil edebilmek için bizlerin de bu güzel hasleti kazanmamız gerekir. Bu bize yeni dava arkadaşları kazandıracağı gibi, bizim Allah’a yakınlaşmamıza vesile olacak çok güzel bir haslettir. Zira “Resûlullah (Aleyhissalâtü Vesselâm) buyurdular ki: “Sehâvet sahibi Allah’a yakındır, insanlara yakındır, cennete yakındır, cehennemden uzaktır. Cimri ise Allah’tan uzaktır, insanlardan uzaktır, cennetten uzaktır, cehenneme yakındır. Cahil sehâvet sahibini Allah, cimri ibadet düşkününden daha çok sever.” (5) Bedîüzzaman Said Nursi, Zülfikar, Osmanlıca Nüsha, Sh. 224 İbrahim Canan, Kütüb-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 8/8. İbrahim Canan, a.g.e. M. Yusuf Kandehlevi, Hayatü’s-Sahâbe, Işık Yayınları: 1/145–146 İbrahim Canan, Kütüb-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 8/5

Abdullah MESUD 01 Şubat
Konu resmi"Öldürdüklerini Dirilteceğin Güne Kadar..."
İbadet

Yâ İlâhenâ! Aslın nûrânî ağacı, Rahmânî kudretin, mülk ve tasarrufâtın parıltısı, İnsan olarak yaratılanların en fazîletlisi, Cismânî sûretlerin en şereflisi, Rabbânî sırların menbâı, en seçkin ilimlerin hazinesi, Asıl mülk ve tasarrufun, göz kamaştıran parlak güzelliğin ve yüksek rütbelerin sâhibi, Bütün peygamberlerin kendi sancağı altında toplandığı -ki o peygamberlerin hepsi ondandır ve kendisine gelirler- Efendimiz Muhammed’e salât eyle. Öldürdüklerini dirilteceğin güne kadar, ona ve bütün mübârek nesline, ehl-i beytine ve ashâbına; yarattıkların, rızıklandırdıkların, öldürdüklerin ve dirilttiklerin sayısınca salât ve selâm eyle.

İrfan MEKTEBİ 01 Şubat
Konu resmiDuâsıyla Yağmurun Sür'atle İndiği
İbadet

Peygamber olarak geleceğini Tevrat, İncil, Zebûr ve semâvî sahîfelerin müjdelediği, Nübüvvetini, peygamberliğinden evvel vazifesine delil olarak zuhûr eden hârikulâde olaylar olan irhâsâtın; Sesleri duyulduğu halde kendileri görünmeyen cinnîler olan hâtiflerin; En seçkin Allah dostu insanlar olan evliyâların; Ve beşerin gaybden haber veren kâhinlerinin müjdelediği, Kendisi için güneşin durduğu ve parmağının bir işâretiyle ayın ikiye bölündüğü Efendimiz, Sultanımız Hazret-i Mu­hammed’e salât ve selâm eyle. Sana milyonlar salât ve milyonlar selâm olsun, ey Allah’ın Habîbi! Çağırdığında, da‘vetine ağaçların geldiği, Duâsıyla yağmurun sür‘atle indiği, Bulutların sıcağa karşı kendisini gölgelediği, Bir kap yemekle yüzlerce insanın doyduğu, Parmaklarının arasından suyun üç def‘a Kevser gibi aktığı, Avuçlarında çakıl taşları ve toprağın tesbîh ettiği; Allah’ın, onun için kertenkeleyi, ceylanı, kurdu, hurma dalını, zehirli keçi etini, deveyi, dağı, taşı ve ağacı konuşturduğu, Efendimiz, Sultanımız ve şefâatçimiz Hazret-i Muhammed’e salât ve selâm eyle. Sana milyonlar salât ve milyonlar selâm olsun, ey Allah’ın vahyinin emîni!

İrfan MEKTEBİ 01 Şubat
Konu resmiBiyolojik Saatinizi Tanıyor Musunuz?
İnsan

Boyumuz, kilomuz, yaşımız, mesai saatlerimiz, ortalama uyku süremiz, internet şifremiz hakkında kim sorsa cevaplarımız hazırdır.  Kalp sağlığı ile ilgili Kardiyoloji Derneği, kalp sağlık bilincini arttırmak için yayınladığı reklamında, boy, kilo, doğum tarihi, ayakkabı numarası gibi kişisel bilgileri bildiğimiz gibi, biyolojik yapımıza ait değerlerin seviyeleri hakkında ilgi uyandırıp konunun hayati önemini hatırlatıyor. Kan, kalp ve nabız bilgilerimizin takibinin önemini vurguluyorlar. Seminer programlarımda; hayatın cevap istediği “nasıl” sorularına, faaliyet alanlarında işe yarayacak en iyi cevapları bulmaya çalışıyoruz. Program sonlarında soru-cevap sürecinde soruların birçoğunun cevabı bireylerin kendisiyle iletişimi ile ilgili oluyor. Beslenme, dinlenme, kişisel bakım, ibadet, takip edilen derslerde istikrar, plan ve disiplinle alakalı deneyimlerimizi paylaşıyoruz. Seminerlerimde katılımcıların ilgiyle izlediği konuların başında “Biyolojik Saatimiz” oluyor. Hekim hocalarımla Kasım ayında İstanbul Küçükçekmece’de paylaştığım konunun detaylarını sizlerle de paylaşmanın faydalı olacağını umuyorum. “Biyolojik Saatimiz” nedir? Tabiattaki bu müthiş dengeyi sağlayan, canlılarda beynin merkezine yakın yuvalanmış, küçük ve gösterişsiz bir organ olan hipofiz salgı bezidir. Varlığı milattan yüzyıllarca önce bile bilinen, insanda bir hap kadar küçük ve hafif olan bu bez, balıklarda, sürüngenlerde, hem suda hem karada yaşayan hayvanlarda, kuşlarda ve memelilerin hemen hepsinde vardır. Biyolojik ritmi düzenleyen hipofiz bezinin görevini, salgıladığı ‘melatonin’ hormonu ile yaptığı biliniyor. Bu hormonun salgı miktarı dış dünyanın gece ve gündüz zamanları, daha doğrusu havanın karanlık ve aydınlık süreleri tarafından ayarlanmaktadır. Yani beden saati gün ışığı döngüsüyle eş zamanlı çalışmaktadır. Özellikle hormon salgılarının böyle 24 saatlik ritimler halinde düzenlenmesi, “biyolojik saat” olarak adlandırılıyor. Herhangi bir nedenden ötürü bu döngüde düzensizlik yaşanması da biyolojik saatin şaşırmasına neden oluyor. BİYOLOJİK SAATİMİZİ ŞAŞIRTAN SEBEPLER Genel bir örnek vermek gerekirse; uzun mesafeler arasında yapılan uçak seyahatlerinde yaşanan “jet lag” olayı, biyolojik saatin şaşırmasından dolayı ortaya çıkan bir durum. Çünkü 24 saatlik zaman dilimi içinde belirli saatlerde en yüksek ya da en düşük seviyeye ulaşan hormonlar, varılan yeni zaman diliminde yanlış saatlerde seviye değişimi göstermiş oluyor. Yeni zaman dilimine alışıncaya kadar da, vücut bir anlamda “sersemliyor”. Swineburne Teknoloji Üniversitesi’nden Suzanne Warner, her bireyin erken kalkma ya da geç yatma gibi kalıtımsal yatkınlığı olduğunu, ancak ergenlik dönemindeki hormon değişikliği nedeniyle gençlerin daha geç yatmaya, mümkün olduğu kadar geç kalkmaya başladığını söylüyor. Çevresel etkenlerin de uyku konusunda problem üreteceğini belirten Warner, yapay ışığın (gece lambası vb, salgılanan melatoninin seviyesinde azalmaya neden olduğu, bilgisayarlarınsa gençlerin “uyuma ihtiyacını dinlemesini” engellediğini ifade ediyor. Biyolojik saatimizin 24 saatlik faaliyeti aşağıdadır. İlgiyle okuyacağınızı, şahsen 24 saatlik süre için alışkanlık haline getirdiğiniz tutum ve davranışlarınızı, tüm sosyal faaliyetlerinizi tekrar gözden geçireceğinize inanıyorum. Biyolojik saatle ilk tanıştığımda fıtri olmayan alışkanlıklarım için kendime kızdığımı, değişim için kararlılığımı şu an hatırlayabiliyorum. BİYOLOJİK SAATİMİZİN 24 SAATİ 05:00 – 06:00 › Güne hazırlanma saati Stres hormonu gündüz değerinin altı katına çıkar. Vücudumuz harekete geçer. Gece boyu kaybolan enerji yeniden geri gelir. Metabolizma hareketlenir ve o günün işleri için enerji ve protein hizmete hazır olur. Artık yeni bir güne başlamak için hazır durumdayız. 07:00 › Kahvaltı saati Organizma uyanmıştır, ancak hâlâ zayıftır. Kaslar ve eklemler soğuktur. Bu yüzden vücudumuzu katı, eklemlerimizi bükülmez gibi hissederiz. Dolayısıyla bu saatte spor yapmaktan kaçınmalıyız. Spor yerine güzel bir kahvaltı etmeliyiz. Sindirim organları bu saatte iyi çalışır ve karbonhidratlar, hiç depolanmadan doğrudan enerjiye çevrilir. 08:00 › Nabız ve tansiyon yükseliyor Uyurken dakikada 60 olan kalp atışı, uyandığımızda 72-78 arasına çıkar. Çalışabilmemiz için gerekli olan bu artış, kalp krizi riskini de yükseltir. Ayrıca kahvaltı sigarası, damarları her zamankinden daha fazla daraltır. 09:00 – 10:00 – 11:00 › En etkili çalışma saatlerimiz Vücut en yüksek ısısına ulaşmıştır.  “Kısa Süre Belleği” çok iyi durumdadır. Yoğun çalışmak için en uygun saatlerdir. Konsantrasyon ve mantıklı düşünebilme yeteneği en yüksek düzeydedir. 12:00 – 13:00 – 14:00 › Yorgunluk baş göstermiştir Dikkat azalır ve uyku basar. Beyne giden kan miktarı azalmıştır. Çünkü kan, sindirim için mide tarafından kullanılacaktır. Öğle yemeğinin ardından iyice ağırlık bastırır. Bu saatlerde öğle uykusu uyuyabilen kişilerin enfarktüs geçirme ihtimali %30 oranında azalır. 15:00 › Günün en mutlu saati Bu saatte mutluluk hormonu endorfin zirve seviyesine ulaşır. Yeni işler için enerjimiz geri gelmiştir, belleğimiz tam formundadır. İkinci verimlilik dönemini yaşarız, ama bu verimlilik sabahkinden düşüktür. 16:00 – 17:00 › Kahvaltı saati Adrenalin tavan seviyesindedir. Kaslar güçlenir: Organların faaliyeti üst düzeydedir. Kuvvetimiz artar. Beyin-kas organizasyonu mükemmeldir. Olimpiyat rekorlarının en çok bu saatte kırıldığı tespit edilmiştir. Tansiyon ve dolaşım çok iyi durumdadır. Küçük kasların en güçlü ve etkin olduğu saattir. 18:00 › Nabız ve tansiyon yükseliyor Yorgunluk başlar, akşam yemeği saatidir: Vücudumuzun yorulmaya başladığı bu saatte kaslarımız güçsüzleşir.  Midemiz en çok bu saatte asit salgılar. Akşam yemeği için iyi bir saattir. Pankreas bu saatte özellikle çok aktiftir. 19:00 – 20:00 › Hayat tatlanır, uyku vakti yaklaşmaktadır Havanın kararmaya başlamasıyla vücudumuz uykuya hazırlık yapar. Kan basıncı azalır ve nabız yavaşlar.  Sindirim ise devam etmektedir. 21:00 › Yemeğin tehlikeli olduğu saatler Sindirim bitmiştir ve bu organların günlük görevi sona ermiştir. Bu saatten sonra yenen her şey midede sabaha kadar hazmedilmeden bekler. Bu durum çok tehlikelidir. Hazmedilmeyen bu besinler midede çürür ve zararlı çöp halini alır. Bu zararlı asitler, barsak duvarlarındaki mukozaya hücum ederler. 22:00 › Bağışıklık sistemi etkin çalışmaya başlar Bu saatte akyuvarların aktivitesi artar. Vücut bu saatten sonra nikotin gibi zehirleri tahliye edemez. Sabah saatlerine kadar vücutta kalan bu tür zehirler, zarar vermeye devam ederler. 22:00 › Bağışıklık sistemi etkin çalışmaya başlar Bu saatte akyuvarların aktivitesi artar. Vücut bu saatten sonra nikotin gibi zehirleri tahliye edemez. Sabah saatlerine kadar vücutta kalan bu tür zehirler, zarar vermeye devam ederler. 24:00 › Biz uyurken vücut yenilenir Akşam yemeğinde aldığımız besinler hücrelerin tamiri için kullanılırlar. Saçımız uzar, hücreler yenilenir. Gün içinde yıpranan bütün dokularımız derin uyku esnasında yenilenir. Bu günlük yenilenme fırsatını kaçırmak, bir miktar yaşlanmak demektir. 01:00 – 02:00 › Verimliliğimiz ve dikkat en alt düzeydedir Bu saatte hâlâ çalışanlar hata yaparlar. Çünkü vücut kendini uyumaya programlamıştır. Görme zayıflar, tepkiler yavaşlar. Bu nedenle trafik kazaları bu saatlerde daha fazla olur. 03:00 › Metafizik yoğunluk safhası ve içe yönelik saatler Melatonin hormonunun salgılanması kişiyi tembel ve kararsız yapar. Bu saatler, intihar olaylarının en fazla olduğu saatlerdir. Teheccüd için en uygun zaman dilimidir. 04:00 › Yeni güne hazırlık için ilk kıpırdanmalar Stres hormonu yeniden salgılanmaya başlar ve yeniden enerji kazanırız. Vücut yeni güne hazırlanmaya başlamıştır. Kan basıncı yükselir, damarlar gerilir. Bu nedenle enfarktüs krizleri saat 04.00 ile 06.00 arasında özellikle fazladır. Kalp ve tansiyon hastaları dikkat!

H. Gökhan KARAÇİVİ 01 Şubat
Konu resmiKurtuluşa Çağrı
İbadet

Kurtuluşa Çağrı Ezanlar beş vakit semada, Zalimin dahi kulağında, Allahü Ekber sedalarıyla, Nida ediyor semavata, İnsanları çağırıyor kurtuluşa. Muhammedu’r-Rasulullah diyenler, Umumi bir şenlikteler, Hayye ale’s-salah ve felahlarla, Azim adımlarla cennete girmekteler. Memleketin her yerinde, Mazi ve müstakbelin çirkinliğinde, Ezanın nuruyla mümin sevinmekte, Dün olduğu gibi bu gün de, İnsanlık Allahü Ekber demekte..   İlyas Çelebi Can  

İlyas Çelebi CAN 01 Şubat
Konu resmiİnanıyor musun?
İtikad

Adamın biri her zaman yaptığı gibi saç ve sakal tıraşı olmak için berbere gider ve kendisiyle ilgilenen berberle koyu bir sohbete başlarlar. Pek çok konu üzerinde konuştuktan sonra, birden Allah ile ilgili bir konu açılır.  Berber: “Bak beyefendi! Ben senin bahsettiğin Allah'a inanmıyorum!” Adam:  “Peki, neden böyle diyorsun?” Berber: “Bunu açıklamak çok kolay!  Bunu görmek için dışarı çıkmalısın. Lütfen bana söyler misin? Allah var olsaydı; bu kadar çok sorunlu, sıkıntılı, hasta insan olur muydu? Terk edilmiş çocuklar olur muydu? Eğer Allah var olsaydı, kimse acı çekmez, birbirini üzmezdi, Allah var olsaydı, böylesi şeylere fırsat vermezdi.” Adam bir an durdu ve düşündü, ama gereksiz bir tartışmaya girmek istemediği için cevap vermedi. Berber işini bitirdikten sonra adam ücretini ödeyip dışarı çıktı. Tam o esnada, uzun saçlı ve sakallı bir adam gördü. Adam bu kadar dağınık göründüğüne göre, belli ki tıraş olmayalı uzun süre geçmişti. Biraz önce tıraş olduğu berber dükkânına geri döndü. Adam: “Biliyor musun ne var? Bence berber diye bir şey yok.” Berber: “Bu nasıl olabilir ki? Ben buradayım ve ben bir berberim.” Adam: “Hayır yok. Çünkü olsaydı, caddede yürüyen uzun saçlı ve sakallı adamlar olmazdı.” Berber: “Hımmm… Berber diye bir şey var ama. İnsanlar bana gelmiyorlarsa, ben ne yapabilirim ki?” Adam: “Kesinlikle doğru, işin püf noktası burası. Allah Var ve Bir elbette! Bir iğne ustasız bir kitap kâtipsiz olmaz! Şu muhteşem kâinat sahipsiz, mâliksiz olabilir mi hiç? Ancak insanlar O’na yönelmiyorsa, bu ona yönelmeyenlerin tercihi. İşte bu dünyada bu kadar acı ve kederin olmasının sebebi.” 

İrfan MEKTEBİ 01 Şubat
Konu resmi100 Soruda Hadis İlmi (5)
Eğitim

Soru: 64 İmam Buhari ve eseri hakkında malumat verir misiniz?  Buhârî, 194 senesi Şevval’inin 13’ünde, Cuma günü doğmuş, 256 yılının Ramazan Bayramı gecesinde vefat etmiştir. Öldüğü zaman 62 yaşındaydı. Buhârî ilim almaya on yaşındayken başlamıştır. On bir yaşındayken de aldıklarını meşâyih’e arz etmeye başladı. Der ki: “Sahih adlı kitabımı altı yüz bin hadisten tahric ettim. İçine koyduğum her hadis için iki rekât namaz kıldım.” Bağdat’a geldiği zaman oradaki muhaddisler, imtihan niyetiyle kendisine geldiler. Yüz hadis alıp bunların metin ve senetlerini değiştirdiler. Bunları on kişiye dağıtıp, Buhârî’ye okumalarını söylediler. Onlardan biri atılıp kendisine bir hadis sordu. Buhârî “Bilmiyorum” diye cevap verdi. Diğer birini daha sordu. O, yine “Bilmiyorum” diye cevap verdi, böylece onuncu hadisini de sordu. Buhârî her seferinde “Bilmiyorum” diye cevap verdi. Sonra ikinci şahıs aynı şekilde on hadis sordu. Böylece on şahsın onu da, onar hadis sordular ve Buhârî’den hep “Bilmiyorum” cevabını aldılar. Ulema onun “Bilmiyorum” cevabından ârif bir kimse olduğunu anlamıştı. Âlim olmayanlar bu durumu idrak edememişlerdi. Sorular bitince, Buhârî, birinci zata yönelip: “Senin ilk hadisin şöyle olacaktı, ikinci hadisin şöyle olacaktı” dedi ve onunu da doğru şekliyle gösterdi. Değiştirilen her senede metnini koyarak doğrulamıştı. Sonra diğer şahıslara yönelerek, onlara da aynı şekilde hadislerinin doğru şekillerini haber verdi. Bunun üzerine bütün halk onun hafızasının kuvvetini ikrar edip, fazilet ve üstünlüğünü kabul etti. (1) Buhârî’nin (ö.256/869) el-Câmi’u’s-Sahîh’i: Buhârî eserine el-Câmi’u’l-müsnedü’s-sahîhu’l-muhtasar min umûri Rasûlillâhi (s.a.) ve sünenihi ve eyyâmih adını vermiştir. Bu ifade ile hem tasnif sistemini belirtmekte, hem de bildiği bütün sahih hadisleri eserine almadığı ve onu sadece sahih hadislerden oluşturduğu bilgisini vermektedir. Buhârî’de yer alan hadislerin hepsi aynı derecede sıhhat vasfına sahip olmamakla beraber, bir hadisin Sahîh’te yer almış olması, Buhârî’nin ona sahih hükmünü verdiği anlamına gelir. Çünkü Buhârî, kendi ifadesiyle, eserini sadece sahih hadislerden seçerek oluşturmuştur. Buhârî, başlıklarda çokça âyet zikretmekle bir nevi hem hadisleri Kur’an’a arzetmiş, hem âyetleri hadislerle tefsir etmiş, hem de Kur’an-hadis paralelliğini ve Kur’an-sünnet bütünlüğünü göstermiş olmaktadır.(2) Soru 65: İmam Müslim ve eseri hakkında malumat verir misiniz? Ebu’l-Hüseyn Müslim İbnu’l-Haccâc İbnu Müslim el-Kuşeyrî en-Neysâburî 204 yılında doğdu, 261 yılı Recep ayının 24’ünde, 57 yaşında olduğu hâlde vefat etti. İlim talebi için, birçok beldelere seyahatler yaptı. Hadis bilgisinde, muasırlarına takdîm edilirdi. “El-Müsned’i (Sahîh-i Müslim) işiterek aldığım üçyüzbin hadisten seçtim” demiştir. Hatîbu’l-Bağdâdî: “Müslim, Buhârî’nin yolundan gitti. Onun ilmine hasr-ı nazar etti ve onu örnek aldı” der. Müslim’in (ö.261/875) el-Câmi’u’s-sahîh’i: Müslim de eserine Buhârî gibi el-Câmi’u’s-Sahîh’i adını vermiş, onu kendi kıstas ve değerlendirmelerine göre sadece sahih hadislerden seçerek oluşturmuştur. Müslim fıkhu’l-hadise/hüküm istinbatına fazla önem vermemekle beraber, isnatla ilgili inceliklere ve isnat sanatına büyük önem verir. Hadisi en uygun yerde zikretmeye ve isnatlarını aynı yerde vermeye gayret eder. (3) Soru 66: İmam Ebu Davud ve eseri hakkında malumat verir misiniz? Süleyman İbnu’l-Eş’as İbnu İshâk el-Esedî es-Sicistânî ilim almak için seyahatler yaptı. Hadis cemetti ve pek çok eser te’lif etti. Irak, Şam, Mısır ve Horasan ulemasından hadis yazdı. 202 yılında doğup, Basra’da 275 yılında Şevval ayının 16’sında vefat etti. Hadisi, Buhârî ve Müslim’in meşâyihinden aldı: Ahmed İbnu Hanbel, Osman İbnu Ebi Şeybe, Kuteybe İbnu Saîd gibi hadis imamları; kendisinden de oğlu Abdullah, Ebu Abdirrahmân en-Nesâî, Ebu Alî el-Lü’lü’î vs. pek çokları hadis aldı. Kitabı es-Sünen’i, Ahmed İbnu Hanbel’e arzetti. Ahmed, beğendi ve istihzan etti. Ebu Dâvud  (rahimehullahu Teâlâ) der ki: “Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)’dan beşyüzbin hadis yazdım. Bunlardan 4800 hadis seçtim ve bu kitaba koydum. Kitapta sahih, sahihe benzeyen ve sahihe yakın olan rivâyetler mevcuttur. Kişinin dinini doğru tutması için bu hadislerden dört tanesi kâfidir. Biri “Ameller niyetlere göredir...” hadisi, ikincisi: “Kişinin İslâm’ının güzel oluşu malayâni’yi terk etmesine bağlıdır” hadisi, üçüncüsü: “Kişi kendisi için istediğini kardeşi için de istemedikçe gerçek mü’min olamaz...” hadisi, dördüncüsü de: “Helâl olan şeyler açıklanmıştır, haram olan şeyler de açıklanmıştır...” hadisidir. Ebu Dâvud, ilim, ibadet ve verâ’da en yüce bir derecede idi. Rivâyet edilir ki cübbesinin bir yeni çok geniş diğer yeni dar idi. Kendisine bunun sebebi sorulunca: “Geniş olan, kitaplar için, diğerinin ise geniş olmasına hâcet yok” diye cevap verir. Hattabi der ki: “Din ilminde Ebu Dâvud’un Sünen’inin bir misli daha te’lif edilmemiştir. Mezhepleri farklı olmasına rağmen, bütün ulemanın hüsn-i kabulüne mazhar oldu.” Ebu Dâvud: “Kitabıma ulemanın terk hususunda ittifak ettiği tek hadisi almadım” demiştir. İbnu’l-A’rabî de: “Bir kimsenin yâninda -Ebu Dâvud’un Sünen’ini kastederek- şu kitapla Kur’ân’dan başka bir şey olmasa bile başka bir ilme ihtiyaç duymaz” der. Ebu Dâvud’a nasîb olan, kimseye nasib de olmadı. İbrâhim el-Harbî, Ebu Dâvud bu kitabı te’lif ettiği zaman: “Hz. Davud (aleyhisselam)’a demir yumuşatıldığı gibi, Ebu Dâvud’a da hadis yumuşatılmıştır” demiştir. (4) Ebû Dâvûd’un (ö.275/888) Sünen’i: Ebû Dâvûd’un Sünen’i, Buhârî ve Müslim’in sahihleri ile mukayese edildiğinde, güvenilirlik bakımından bazıları onun sahîhayndan hemen sonra geldiğini söyler. Söz konusu âlimler, onu sahîhayna en yakın eser olarak kabul eder ve kütüb-i sitte içerisinde üçüncü sırayı ona verir.

Enes ÇALIK 01 Şubat
Konu resmiMercek
Risale-i Nur

KUDRET-İ İLAHİYE ZATİYEDİR Sual: 29. Söz’deki şu cümleyi izah eder misiniz? “Bir şey zâtî olsa, onun zıddı o zâta ârız olamaz. Çünkü içtimaü’z-zıddeyn olur; o da muhâldir. İşte bu sırra binaen, madem kudret-i İlâhiye zâtiyedir ve Zât-ı Akdesin lâzım-ı zarurîsidir. Elbette, o kudretin zıddı olan acz, o Zât-ı Kadîre ârız olması mümkün olmaz.” Cevab: Bu paragrafta anlatılmak istenen esas mevzu, Allahu Teâlâ Hazretleri’nin zatında acizliğin hiçbir mertebesinin bulunamayacağıdır. Bunu isbat için mantığın temel bir kaidesine dayanılmıştır. O da iki zıttın bir arada bulunması imkânsızdır manasına gelen “cem-i zıddeyn muhaldir” kaidesidir. Önce bu kaideyi anlamaya çalışalım. Mesela bir oda, aynı zamanda hem çok sıcak hem çok soğuk olabilir mi? Ya da bir insan hem dünyanın en iyi, hem de en kötü insanı olabilir mi? Veya bir ev hem aydınlık, hem karanlık olur mu? Elbette olamaz… İşte böyle birbirine tamamen zıt iki sıfatın bir şey üstünde bulunması aklen imkânsızdır. Çünkü zaten birinin varlığı diğerinin yokluğu anlamına gelmektedir. Mesela burası aydınlık demek, aynı zamanda karanlık değil demektir. Aynen bunun gibi, Rabbimizin ezeli sıfatlarından biri de kudret sıfatıdır. Yani gücü ve iktidarı olan demektir. Öyleyse güçsüzlük ve iktidarsızlık manasına gelen acizlik sıfatı onda bulunmaz. Acizlik yoksa, onun kudreti her şeyin üstesinden gelebilir demektir. Burada şöyle bir sual akla geliyor: Neden insanda hem kudret, hem acizlik bir arada bulunabiliyor? Bu da iki zıttın bir araya gelmesi değil mi? Buna hayır değil diyoruz. Çünkü insanda acizlik hakiki bir sıfat olarak bulunurken, kudret sıfatı vehmî olarak bulunur. Kendine ait hakiki bir kudreti yoktur. Allah’ın onun üzerinde tecelli eden kudretini kendi kudreti olarak vehm eder. ADEM ŞERR-İ MAHZ VE VUCUD HAYR-I MAHZ Sual: 13. Lem’a’nın 4. işaretinde; “adem şerr-i mahz, ve vucud hayr-ı mahz” olduğu ifade ediliyor. Bunun ne demek olduğunu izah eder misiniz? Bir de risâlenin konusu olan şeytanla nasıl bağlantı kurabiliriz? Cevab: Vücut yani varlık, katıksız olarak hayırdır. Çünkü Allah’ın varlığının onun yarattığı varlık aynalarında tecelli etmesidir. Onun varlığı isim, ve sıfatları sonsuz bir hayır ve güzellik olduğuna göre, onun yarattığı varlık aynası da katıksız hayırdır. Fakat bu bir yaratılmışın sadece var olma sıfatı ile alakalıdır. Varlık üzerine bina edilen başka küfür gibi bazı sıfatları da vardır ki bunlar şerdir. Mesela bir kâfirin, kâfir de olsa varlık sıfatı, aslen hayırdır ki Allahu Teala, o vücudu korur ve yokluğa göndermez. Lakin şer olan küfür sıfatının cezası olarak ebedi cehenneme atar. Varlığın tam tersi olan adem yani yokluk ise, tam bir şer olur. Çünkü yokluk, hayır olan o vücutların olmaması manasına gelir. Hayrın olmaması ise elbette şerdir. Bu konunun şeytanla münasebeti ise tevhid noktasından önemlidir. Çünkü tevhid bize her şeyi yaratanın Allah olduğunu söyler. Şeytanların bütün yaptığı işler şer olduğundan ve şerlerin de esas itibarıyla vücutları olmadığından şer işlemekle bir şey yaratmış olmuyorlar. Bu da bütün varlıkların Allah tarafından yaratıldığı ve ondan gelen her şeyin hayır olduğu hakikatine ters düşmemiş oluyor.

İrfan MEKTEBİ 01 Şubat
Konu resmiSağlık
Sağlık

Hastayım ama yaşıyorum1 Bir vakit zengin bir adam varmış. Hiç evlenmemiş. Günün birinde hastalanmış. Doktora gitmiş. Gittiği doktor bazı tetkikler yaptıktan sonra adama, çok ağır bir hastalığı olduğunu ve o gün için bilinen bir tedavisi de olmadığını söylemiş. Başka doktorlara da gittiyse de hep aynı şeyi söylemişler. Birkaç ay ömrü olduğunu artık anlayan zengin adam, tabii ki çok üzülmüş. Çok parası, malı ve mülkü var, ama bunları bırakabileceği hiç kimsesi olmadığını düşünmüş. Son vaktimde bari dünyayı gezeyim diye karar vermiş. O diyar senin, bu diyar benim gezmeye başlamış. Bir gün bir beldeye gelmiş. Orada çok yaşlı ve bilge biri olduğunu söylemişler. Bu adamın yanına bir gideyim, belki benim derdime bir çare bulur diye içinden geçirmiş. Akşam vakti, artık güneş batmak üzere iken adamın evine varmış. Adamı barakaya benzer evinin önündeki sofada oturur halde bulmuş. Bilge adam yolcuyu görünce seslenmiş. “Ey yolcu, sen de mi çok dertlisin?” “Evet” demiş bizimki heyecanla. “Hastasın ve ölmene birkaç gün kaldı, öyle mi?” Diye sormuş bu sefer. Gözleri fal taşı gibi açılmış bir halde sormuş bizimki: “Nereden bildin?” Bilge adam gülümsemiş. “Bak evlat” demiş. Bu dünyada herkes dertlidir ve herkes kendi derdini en büyük dert zanneder. Herkes hastadır. Az veya çok herkesin mutlaka bir rahatsızlığı vardır. Yoldan geçen herkese sor, en az bir hastalığı kimin yoktur ki? Ve herkes bir kaç gün içinde ölecektir. Hatta belki de birkaç saat içinde. Bugüne kadar yaşadığın hayatı düşün. Çocukluğundan bu yana, daha bir kaç gün geçmiş gibi gelmiyor mu? Gerçekte dünya hayatı çok kısadır ve ölüm çok yakındır. Dertlerin ağırlaştıkça kendini ölüme daha yakın hissedersin. Eğer kendini hiç ölmeyecek gibi hissediyorsan ya sarhoşsundur ya da deli. Sarhoş olman için illaki içmen de gerekmez. Günlük hayatın koşturmaları, iş sorunları, geçim sıkıntısı, çevrendeki insanlarla olan didişmeler, çoluk-çocuğun sorunları da insanın aklını bazen o kadar çok meşgul eder ki, sarhoş gibi olursun. Ama aklı başında olan herkes bir gün öleceğini bilir. Her geçen gün, o günün daha da yakınlaştığını hisseder. Aslında hastalık denilen şey, bu hayatın tabii seyrinin bir parçasıdır. Nasıl acıkıyor ya da susuyor ve bundan elem duyuyorsak hastalık da bize elem tattıran başka bir haldir. Açlık ve susuzluk sıkça gelip hızlı gittiğinden onları çok uzamadıkça pek dert etmeyiz. Ama hastalık daha seyrek gelip daha yavaş gider. O yüzden de bize dert olur. Şöyle bir düşünürsek, hayatta lezzet ve elem iç içedir. Birisi olmadan öbürü anlaşılmaz. Birinin gelmesi diğerinin gitmesi demektir. Açlık çekmeden yemek yeme lezzetini tadamazsın. Susuzluk çekmeden insan suya kanamaz. Bunlar gibi hava sıcak olduğunda terliyoruz, soğuk olduğunda üşüyoruz, çok çalıştığımızda yoruluyoruz, bir sevdiğimizi uzun süre göremezsek özlüyoruz. Bunların hepsi bize elem veriyor. Fakat bu elem vericilerin hiçbirisi hastalık değildir. Bu elemlerin hepsinin de kaybolması lezzettir. Ama aynı hal, elem olmadan önümüze gelse lezzet vermez. Mesela, sıcaktan rahatsız olduğumuzda serin bir ortama girmek, bir de bize bir dondurma ikram edilmesi bize ne kadar keyif verir. Soğukta üşüyünce de gürül gürül yanan bir sobanın olduğu odaya girip kapıyı kapatınca rahatlarız. Bir de sobanın üstünde kestane pişirip yemesi yok mu, doyum olmaz. Bir de tersini düşünün. Sıcak havada bizi sobalı odaya atsalar veya soğuktan titrerken dondurma yedirseler lezzet alabilir miyiz? Elbette hayır. Hâlbuki biraz evvel ikisinin de çok keyifli olduğuna itirazımız yoktu. Neden? Çünkü elem gitmediğinden sonraki gelen şey ne olursa olsun lezzet olamıyor. Dondurmayı lezzet haline getiren havanın sıcaklığı, sobalı odayı lezzet haline ise dışarıdaki zemheri soğuğudur. Hastalıklar da sağlığı lezzet haline getiren elem üreteçleridir. Sürekli sağlık lezzet değildir. İyilik hali ancak bir hastalığın arkasından gelirse lezzet olabilir. Nasıl açlık olmadan tokluk olmuyorsa, hastalık olmadan da sağlık diye bir şey de olmaz.    Ölüme gelince; o ise ne hastalığın, ne de başka bir şeyin neticesi değildir. Ölüm, hayatın bir halden bir hale dönmesidir. Sen ana karnında iken yaşamıyor muydun? Yaşıyordun ama karanlık, daracık bir mekânda. Bulanık bir suyun içinde yaşıyordun. Akciğerin vardı, ama nefes almıyordun. Gözün vardı ama görmüyordun, dilin vardı ama konuşamıyordun, elin vardı ama bir şey tutamıyordun, ayağın vardı ama yürüyemiyordun. Vakti gelince seni o âleme bağlayan bağın koptu ve o âlemde öldün. Aynı anda bu âleme doğdun. Burada ciğerin hava ile doldu. Önce balık gibi suda yaşayan bir canlıydın. Artık yeryüzünde karada yaşayan bir canlı haline geldin. Gözün görmeye, dilin konuşmaya, elin tutmaya, ayağın yürümeye başladı. Önce sevmek, nefret etmek, üzülmek, sevinmek nedir bilmezdin. Şimdi hayatını yönlendiren en güçlü duygular onlar oldu. O kimdi? Şimdiki sen kim? Doğduktan itibaren insan vücudu sürekli değişir ve gelişir. Vücuttaki maddeler sürekli değişir. Bir yandan yenisini alırız. Bir yandan eskisini atarız. Vücudumuzun bir kısmı saniyeler içinde, bir kısmı saatler içinde, bir kısmı günler içinde değişir, yenilenir. Hatta altı aylık bir ömür geçince, insan vücudunda önceki maddelerden hiç birisi kalmaz. Hepsi yenilenmiş olur. Eskiler gider, yeniler gelir. Bu değişime; çocukken büyüme, erişkinlikte gelişme, sonra da yaşlanma deriz. Çocukluktan beri çekilen fotoğraflarını yan yana bir koysan ne görürsün? Hepsi başka birisi değil mi? Peki sen hangisisin? Demek oluyor ki taşıdığın bu ceset, zaten sen değilsin. “Ben” diye asıl kastettiğimiz varlık ruhumuzdur. Çünkü ana karnından itibaren yaşadığımız serüvende değişmeyen bir tek odur. Aklımız kör olursa, sadece gözümüze inanmak zorunda kalırız. Gözümüz ise aynada sadece cesedi görür. Kendimizi o ceset zannederiz. Ama azcık düşünebilsek doğrusunu hemen buluruz. Her halükarda sarhoşluktan kafamızı ayıp biraz düşünmeliyiz. Nasıl ana karnındaki hayatımız bitip bu hayata başladı isek, bu hayatımız da bir gün bitecek ve başka bir hayata başlayacağız. O hayat nasıl mı? Eh tam olarak bilmiyoruz. Ama ana karnındaki hayatımızla şu andakini kıyaslarsak bazı ipuçlarına ulaşabiliriz. Bir defa mekânımız buradakinden çok büyük olmalı. Çok daha uzun bir hayat olmalı. Ana karnındaki gri tonlu hayata göre milyonla rengin olduğu bu dünyaya geldik. Mutlaka ki orada daha hiç görmediğimiz, duymadığımız ve hayal edemediğimiz renkler ve sesler olmalı. Daha önce hiç hissetmediğimiz duygular olmalı. Hiç tatmadığımız lezzetler olmalı…

M. Hilmi AKŞAMOĞLU 01 Şubat
Konu resmiAşure
Sağlık

Ayna ve toprak Toprak aynaya dedi ki: “İmreniyorum sana! Çünkü kim sana baksa kendini görür, bana bakanlarsa sadece beni görür!” Ayna toprağa cevap verdi: “Ey kara toprak! Ne beyhude bir dertle dertlenmişsin! Bilmiyor musun? Ben bana bakanların bugününü gösteririm. Hâlbuki sen, sana bakanların yarınından haber verirsin!” Bu cevap toprağın hoşuna gitse de tekrar dedi: “Belli ki içimi rahatlatmak içindir sözlerin. Söyler misin bana, sana bakanlar hiç dönüp bakar mı bana?” Ve ayna toprağa acı bir gülümseyişle şunları söyledi: “Merak etme! Bana bakacak yüzü olmayanların yüzü hep sana döner. Terk edilen sofra Cennetle müjdelenen 10 sahabeden biri olan Abdurrahman b. Avf’ın  (ra) oruçlu olduğu bir gün iftar sofrasına birkaç çeşit yemek konulmuştu. O, bundan müteessir oldu ve gözyaşları içinde şöyle dedi: “Mus’ab b.Umeyr (ra) Uhud Savaşı’nda şehit edildi. O benden daha faziletliydi. Ama kefen olarak bir hırkadan başka şeyi yoktu. Onunla da başı örtülse başı açık kalıyordu. Şimdiyse bize dünyalık olarak her şey verildi. Doğrusu hayırlarımızın karşılığının dünyada verilmiş olmasından korkuyorum!” Abdurrahman b. Avf (ra) bu sözlerinin ardından mahzun bir şekilde sofrayı terk etti. Peygamberimizin evi Mevlana Celaleddin Rumi, sabah namazını kıldırıp eve gelmiş ve hanımına, “Bugün kahvaltılık bir şey var mı?” diye sormuş. Hanımı, “Sen de biliyorsun ki evde yiyecek bir şey yok!” cevabını verir. Bunun üzerine Mevlana, “Allah’a hamdolsun, bugün evimiz Peygamberimizin evine benziyor” der. Çocuğunuzla niçin arkadaş olamıyorsunuz! Çocuğunuzla arkadaş olamıyorsunuz, çünkü bir şeyleri paylaşamadığınız için! Onu yeterince dinlemiyor, hep siz konuşuyorsunuz, buyurgan bir tip olduğunuz için! Hatalarını hoş görüyle karşılamıyor, affetmiyorsunuz, kendi hatalarınızı unuttuğunuz için! Gün içinde onunla kaliteli, eğlenceli ve özel bir zaman dilimi geçirmiyorsunuz, ihmalkârlığınız veya işleriniz yoğun olduğu için! Ona sorumluluk, hatta boyunu aşan sorumluluk vermiyorsunuz, cesaretsiz ve kararsız olduğunuz için! Gün içinde sevgi, şefkat ve merhamet esaslı fizyolojik teması ihmal ediyor: ona sımsıkı sarılmıyorsunuz, siz de ailenizden böyle gördüğünüz için! Kuru Üzüm “Kuru üzüm ne güzel yiyecektir, ağız kokusunu güzelleştirir, balgamı eritir, sinirleri kuvvetlendirir, öfkeyi yatıştırır, rengi netleştirir.” Kereviz “Bir kimse kereviz yer de arkasından hemen uyursa, ağzı güzel kokarak, organların ve ön dişlerin ağrısından emin olarak uyur.” İncir “Bir meyvenin cennetten indiğini söyleseydim inciri söylerdim, çünkü cennet meyvesi çekirdeksizdir. İncirden yiyiniz, zira incir basuru keser ve nigris hastalığına faydalıdır.” Pirinç “Yerin çıkardığı her bitkide bir dert, bir de şifa vardır, ancak pirinç böyle değildir, o şifadır, onda dert yoktur.” Kuru Hurma “Bir kimse sabahları yedi hurma yerse, o gün ona zehir ve sihir zarar vermez.” Kabak “Yâ Âişe! Tencereyi kaynattığınız zaman, tencereye çokça kabak koyunuz. Zira kabak, üzgün insanın kalbini kuvvetlendirir.” Mercimek “Mercimek kalbi inceltir ve gözyaşını çoğaltır, zira o Salihlerin yemeğidir.” Patlıcan “Patlıcan ne için yenildiyse ona yarar.”

Zeynep EREN 01 Şubat
Konu resmiİslâm Medeniyeti
İnsan

Yanlış anlaşılmasın, Avrupa ikidir: Birisi, İsevîlikten aldığı feyz ile toplum hayatına faydalı san’atları ve adalet ve hakkaniyete hizmet eden fenleri takib eden bu birinci Avrupa’ya hitab etmiyorum. Belki tabiatçı felsefenin karanlığıyla, medeniyetin kötülüklerini iyilik zannederek, insanları günahlara ve sapkınlığa sevkeden bozulmuş ikinci Avrupa’ya hitab ediyorum.” Medeniyet, ilim, sanayi ve ticaret meyvelerinden hakkıyla istifade ederek refah ve asayiş içerisinde yaşamak ve bu noktalarda ilerlemek olarak tarif edilmiştir. Üstad Bedîüzzaman da medeniyetten hakîkî maksadın, toplumun asayiş ve istirahat içinde yaşadığı dünya saadeti olduğunu söyler. Batı medeniyeti ile Kur’ân’ın gösterdiği İslâm medeniyeti arasında çok temel bazı farklılıklar vardır. Bu farklar sebebiyle günümüz medeniyeti, dünyaya bir huzur ve saadet getirmek yerine, iki büyük dünya savaşını ve sömürgeci bir düzeni insanlık tarihine kötü bir hatıra olarak bırakmıştır. İslâm medeniyeti tarihi ise hâkim olduğu asırlarda ve geniş coğrafyalarda barış, huzur, saadet ve fazileti temin edip insanlığı âhirette edeceği gibi dünyada da mesud etmiştir. Risâle-i Nur Külliyatının çeşitli Risâlelerinde, Üstad Bedîüzzaman iki medeniyeti kıyaslayan güzel izahlar yapmış, insanlığın yüzde seksenini sefâlet ve perişanlığa atan günümüz medeniyetinin gerçekte ‘mimsiz medeniyet’ olduğunu göstermiştir. Bununla beraber Üstad Bedîüzzaman, Avrupa’nın iki olduğunu söyler ve bozuk Avrupa’nın aleyhinde bulunur. Bilim ve teknoloji ile sosyal asayiş ve düzene hizmet eden kısmını ayırır. Meâlen şöyle der: “Yanlış anlaşılmasın, Avrupa ikidir: Birisi, İsevîlikten aldığı feyz ile toplum hayatına faydalı san’atları ve adalet ve hakkaniyete hizmet eden fenleri takib eden bu birinci Avrupa’ya hitab etmiyorum. Belki tabiatçı felsefenin karanlığıyla, medeniyetin kötülüklerini iyilik zannederek, insanları günahlara ve sapkınlığa sevkeden bozulmuş ikinci Avrupa’ya hitab ediyorum.” (1) Mûcizat-ı Kur’âniye Risâlesi’nde iki medeniyetin temelinde yatan farkları şöyle sıralar: GÜNÜMÜZ MEDENİYETİ; Kuvvete dayanır. Hâlbuki kuvvetin gereği hakka tecavüzdür. Hedefi menfaattir. Menfaatçiliğin neticesi, onun için boğuşmaktır. Hayat prensibi cidaldir (rekabet). Cidalin gereği çarpışmaktır. Toplumu bir arada tutan bağı ırkçılıktır. Bunun neticesi başka milletlerin haklarına tecavüzdür. Gayesi nefsanî arzuları tatmin etmektir. Bunun neticesi günahlara ve eğlencelere dalmaktır.  *** İşte şu medeniyetin bu düsturlarındandır ki, bütün güzellikleriyle beraber insanlığın yüzde ancak yirmisine, bir nevi görünüşte saadet verip yüzde seksenini rahatsızlığa ve sefâlete atmıştır. KUR’ÂN MEDENİYETİ; Kuvvete değil, hakka dayanır. Hakka dayanmanın neticesi ittifaktır. Hedefi menfaatçilik değil, faziletli olmak ve Allah’ın rızasını kazanmaktır. Bunun neticesi dayanışmadır. Hayat prensibi rekabet yerine yardımlaşmadır. Bunun neticesi birbirinin imdadına koşmaktır. Toplumu bir arada tutmak için ırkçılığı değil, din, vatan ve sınıf bağlarını kullanır. Dinin gereği ise kardeşlik ve yakınlıktır. Gayesi nefsin tatmini değil, aksine dizginleyerek ruhu geliştirip yüceltmektir. Bunun neticesi ise iki dünyada da mutlu olmaktır.  *** İşte Avrupa medeniyeti geçmiş semavi dinlerden, hususan Kur’ânın irşadlarından aldığı bazı güzelliklerle beraber, Kur’ân’a karşı böyle hakikat noktasında mağlub düşmüştür. 2 Hazret-i Üstad iki medeniyetin farkını yetiştirdiği insan tiplerini kıyaslayarak da çok harika bir şekilde gösterir: BATI FELSEFESİNİN HAS BİR TALEBESİ; Bir firavundur. Fakat menfaati için en değersiz şeye ibâdet eden zelil bir firavundur. Her menfaatli şeyi kendine “Rab” tanır. Hem o dinsiz şakird (talebe), hakka karşı direnen bir inatçıdır.Fakat bir lezzet için pek çok zilleti (alçalmayı) kabul eden miskin bir inatçıdır. Şeytan gibi şahısların, değersiz bir menfaat için ayağını öpmekle zillet gösterir, alçak bir inatçıdır. Hem o dinsiz şakird, cebbar bir mağrurdur. Fakat kalbinde manevi kuvvet bulmadığı için zâtında gayet âciz bir cebbar riyakârdır. Hem o şakird, menfaatperest bir hodendiştir (bencildir) ki; bütün gayesi, nefsanî arzu ve şehvetlerini tatmin etmek ile şahsi menfaatlerini, kavminin menfaatleri içinde arayan hileci, nefsine düşkün bir adamdır. KUR’ÂN’IN HÂLİS TALEBESİ; Bir kuldur. Fakat en büyük mahlûklara da ibâdete tenezzül etmez. Hem cennet gibi en büyük menfaat olan bir şeyi, ibâdetine sebeb kabul etmez, bir aziz bir kuldur. Hem hakikî talebesi mütevazıdir; selim, halimdir (zararsız ve iyi huyludur). Fakat yaratıcısından başkasına, O'nun izni dışında eğilmeye tenezzül etmez. Hem kendini Allah’a karşı fakir ve zayıf bilir. Fakat Kerem sahibi Rabbi'nin, ona hazırladığı ahiret serveti ile zengindir ve Rabbi'nin nihayetsiz kudretine dayandığı için güçlüdür. Hem yalnız Allah rızası için, fazilet için amel eder, çalışır...  *** İşte iki medeniyetin verdiği terbiyelerin farkı, yetiştirdikleri en has talebelerinin karşılaştırılmasıyla anlaşılır. 3 Mesnevî-i Nûriye Habab Risâlesinde iki medeniyetin talebelerinin farklarını müşahhas bir örnek vererek şöyle tasvir eder: “Eğer istersen hayalinle Nurşin köyündeki Seyda’nın meclisine git bak: Orada fukara kıyafetinde melikler, padişahlar ve insan elbisesinde melaikeleri bir kudsî bir sohbet içinde göreceksin. Sonra Paris’e git ve en büyük localarına gir, göreceksin ki, akrepler insan libası giymişler ve ifritler adam suretini almışlar” (4)Hazret-i Üstad iki medeniyetin farkını yetiştirdiği insan tiplerini kıyaslayarak da çok harika bir şekilde gösterir: “Eğer istersen hayalinle Nurşin köyündeki Seyda’nın meclisine git bak: Orada fukara kıyafetinde melikler, padişahlar ve insan elbisesinde melaikeleri bir kudsî bir sohbet içinde göreceksin. Sonra Paris’e git ve en büyük localarına gir, göreceksin ki, akrepler insan libası giymişler ve ifritler adam suretini almışlar.” İltisadi Farklar İki medeniyet arasında ekonomik hayatta serbestlik yönünden bazı benzerlikler olmakla birlikte, İslâm medeniyeti iki iktisadî temel ile Avrupa’dan ayrılır ve merhamet ve adalet yüzünü gösterir. Avrupa ise bu iki temelden yoksun olduğu için pek çok zulüm ve sıkıntılara düşmüştür. Bunlar, faizin haram kılınması ile zekâtın emredilmesidir. Üstad Bedîüzzaman bu faiz ile zekâtın toplumları nasıl etkilediğini şöyle anlatır: Bütün ihtilallerin kaynağı, bir kelime olduğu gibi, bütün kötü ahlâkların menbaı dahi bir kelimedir. Birinci kelime: Ben tok olayım, başkası açlıktan ölse bana ne.  İkinci kelime: Sen çalış, ben yiyeyim. Evet, toplum hayatında havas ve avam, yani zenginler ve fakirler aralarında denge olursa rahatla yaşarlar. O dengenin esası ise: Havas tabakasında merhamet ve şefkat, aşağısında hürmet ve itaattir. Şimdi birinci kelime (başkası açlıktan ölse bana ne), havas tabakasını zulme, ahlâksızlığa, merhametsizliğe sevketmiştir. İkinci kelime (sen çalış ben yiyeyim), avamı kine, hasede, çarpışmaya sevkedip insanlığın rahatını birkaç asırdır giderdiği gibi; şu asırda emeğin, sermaye ile çarpışması neticesi (herkesçe malûm olan) Avrupa hâdisat-ı azîmesi (Avrupa’da büyük ihtilaller) meydana geldi. İşte medeniyet, bütün hayır cemiyetleri ile ve ahlâkî mektebleriyle ve şiddetli inzibat ve düzenleriyle, beşerin o iki tabakasını barıştıramadığı gibi, insan hayatının iki müdhiş yarasını tedavi edememiştir. Kur’ân ise; zekâtı farz kılarak birinci kelimeyi (başkası açlıktan ölse bana ne kelimesini) kökten kaldırır, tedavi eder. İkinci kelimenin (sen çalış, ben yiyeyim kelimesinin) esasını faizi haram kılarak kaldırıp tedavi eder. Evet, Kur’ân’ın âyeti âlem kapısında durup faize yasaktır der. Kavga kapısını kapamak için banka kapısını kapayınız, diyerek insanlara ferman eder. Şakirdlerine, ‘girmeyiniz’ emreder.” (5)  SANAT, EDEBİYAT VE KIYAFET İki medeniyetin resim-heykel, tesettür ve edebiyat açısından taşıdıkları farkların sosyal hayata olan etkilerini şöyle anlatır: KUR’ÂN, putperestliği şiddetle yasakladığı gibi, putperestliğin bir nevî taklidi olan sûret-perestliği (resim ve heykelciliği) de men’eder. Batı medeniyeti,ise, sûretleri kendi güzelliklerinden sayıp, Kur’âna karşı gelmek istemiş. Hâlbuki gölgeli gölgesiz suretler (heykeller ve resimler), ya taşlaşmış bir zulüm veya cisimleşmiş bir riya ve hevestir ki, beşeri zulme ve riyaya ve hevaya, hevesi kamçılayıp teşvik eder.  KUR’ÂN, merhameten, kadınların hürmetini muhafaza için, hayâ perdesini takmasını (tesettüre girmelerini) emreder. Tâ rezil heveslerin ayağı altında o şefkat madenleri olan kadınlar zillet çekmesinler. Heveslerin aleti olan, ehemmiyetsiz bir mal hükmüne geçmesinler. Batı medeniyeti, ise, kadınları yuvalarından çıkarıp, perdelerini yırtıp, beşeri de baştan çıkarmıştır. Hâlbuki aile hayatı, kadın-erkek arasında karşılıklı hürmet ve sevgiyle devam eder. Hâlbuki açık-saçıklık, samimî hürmet ve muhabbeti giderip ailevî hayatı zehirlemiştir…  Edebiyat; belâgat ve edebî üslûbdaki tesir itibariyle ya hüzün verir, ya neş’e verir. Hüzün ise, iki kısımdır: Ya dostların yokluğundan gelir, yani ahbabsızlıktan, sahibsizlikten gelen karanlıklı bir hüzündür ki; dalaletli, tabiat-perest, gafletli olan medeniyetin edebiyatının verdiği hüzündür. İkinci hüzün, dostlardan ayrılmaktan gelir, yani ahbab var, ayrılığın içinde kavuşma özlemi olan bir hüzün verir. İşte şu hüzün, insanlığa hidâyet ve nur dağıtan Kur’ân’ın verdiği hüzündür. Amma neş’e ise, o da iki kısımdır: Birisi, nefsi heveslere teşvik eder. O da tiyatrocu, sinemacı, romancı medeniyetin edebiyatının gereğidir. İkinci neş’e, nefsi susturup, ruhu, kalbi, aklı, sırrı yücelere, asıl vatanlarına ebedî yurtlarına, ahiretteki dostlara yetişmek için hoş ve edebli, masumca bir teşviktir ki, o da Cennet ve ebedi saadete ve Allah’ın cemalini görmeye insanı sevkeden ve şevke getiren Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyan’ın verdiği neş’edir… İşte cinlerin ve insanların, hatta şeytanların fikir ve çalışmalarının neticeleri olan batı medeniyeti ve felsefesi ile Avrupa edebiyatı, Kur’ân’ın kanunlarına, hikmetine ve belâgatına karşı böyle âciz düşmüştür. 6   17. Lem’adan meâlen 25. Söz’den meâlen 12. Söz’den meâlen Mesnevî-i Nûriye’nin Fihristi 25. Söz’den mealen 25. Söz’den mealen

Cemal ERŞEN 01 Şubat
Konu resmiEhl-i Sünnet
İtikad

“Ümmetim dalalet üzere içtima etmez. Eğer ümmetimin ihtilaf ettiğini görürseniz, siz büyük çoğunluğa (sevad-ı A’zama) uyunuz.”Hadis-i Şerif Ehl-i Sünnet; hem itikatta hem de amelde Peygamberimizin, sahâbenin, Tabiin ve Tebe-ü Tabiin’in çizgisini bu zamana kadar devam ettiren, ümmetin en kalabalık ana koludur.  Sünnet bilindiği gibi, Peygamberimizin söz, fiil ve takrirleridir. Ehl-i Sünnet terkibi ise, “Sünnete taraftar olanlar” manasına gelir. Günümüzde Ehl-i Sünnet denilince amelde Hanefî, Şafiî, Malikî, Hanbelî; itikatta ise Eş’ari ve Maturidî mezhebine taraftar olanlar akla gelmektedir. Amelde 4, itikatta 2 mezhep, Peygamberimizin ve sahâbenin inanç ve yaşantılarını devam ettirdikleri için, İslâm’ın ilk yüzyılından bugüne kadar daima bu sıfatla anılmışlardır. Kaynaklarda Ehl-i Sünnet ifadesinin sahâbe ve Tabiin dönemi gibi çok erken bir dönemde ortaya çıktığı görülür. Tabiin’in meşhur âlimlerinden İbn-i Sirin “Önceleri (hadis rivâyetinde) sened sormuyorlardı. Ne zaman ki fitne çıktı, “(hadis naklettiğiniz) adamlarınızın ismini bize söyleyin” demeye başladılar. Bakıyorlar, Ehl-i Sünnet olanların hadislerini alıyorlar, ehl-i bid’anın hadislerini terk ediyorlardı” demiştir. (Müslim, Mukaddime, 5) Burada dikkat edilirse, İbn-i Sirin “Ehl-i Sünnet” ifadesini “ehl-i bid’a”nın karşıtı olarak kullanmıştır. Bilindiği gibi İslâm’ın ilk dönemlerinde Hâriciler ve Şia, daha sonraları da Mutezile, Cehmiye, Mürcie gibi bir takım bid’at fırkaları ortaya çıkmıştı. Bu fırkalardan kimi Kur’ân ve Sünneti, Peygamber ve sahâbelerin anladığından farklı bir şekilde yorumluyor; kimi, hadisleri inkâr ediyor; kimi de hadis uydurma yönüne gidiyordu. İşte bu bid’at fırkalarına karşı, sahâbenin Peygamberimizden aldığı, sahih Kur’ân ve Sünnet telakkisini muhafaza etmeye çalışan ve Müslümanların ekseriyetini oluşturan (Tabiin ve Tebe-ü Tabiin’den olan) gruba “Ehl-i Sünnet” denildi. Tabiin ve Tebe-ü Tabiin dediğimiz nesil, sahâbeye ait –Kur’ân ve Sünnet kaynaklı- itikadî ve amelî anlayışı muhafaza ettiler. Tabiin döneminde oluşmaya başlayan tefsir, hadis, fıkıh ilimleri hep bu anlayış üzere yürüdü. Bilhassa fıkhî mezhepler Tabiin döneminde oluşmaya başladı. O dönemde ümmet içinde müctehid âlimler oldukça çoktu ve dört mezhep imamıyla sınırlı değildi. Fakat zamanla diğer müctehidlerin görüşleriyle amel edenler kalmadığı için, neticede ümmet dört mezhep etrafında toplandı ve şekillendi. Bu hal suni ve zorlama bir hareket değildi; ümmetin fıtri (doğal) bir yönelişi olarak tezahür ediyordu. Ehl-i Sünnetin belki de en son tedvin edilen ilmi, imanî mevzular üzerinde duran ve mücadeleci bir karaktere sahip olan Kelâm ilmidir. İslâm’ın ilk dönemlerinde bid’at grupları ortaya çıktığında sahâbeler ve Tabiin, Kur’ân ve Sünneti sahâbe nasıl anlamış ve yaşamışsa, öylece öğrenip inanmayı, amel etmeyi ve bunu gelecek kuşaklara aktarmayı tavsiye etmiş, Müslümanları dini konuları tartışmaktan sakındırmışlardı. Hicretin 300 senesine kadar bid’at fırkalarına karşı Ehl-i Sünnet itikadını savunan, münakaşa eden bazı âlimler olmuşsa da, (İbn-i Küllab, Haris El-Muhasibi gibi) bunlar münferit kalmışlar, bir ekol/mezhep teşkil etmemişlerdi. O dönemlerde Ehl-i Sünnet itikadı, hadis ve fıkıh âlimlerinin itikadı olarak biliniyordu. “Kelâm” denince daima akla gelen Mutezile mezhebi idi. Hicretin 300 senesinde Mutezileden ayrılan İmam Eş’ari Bağdat’ta, Hanefî mezhebinden olan İmam Maturidi de, Orta Asya’da Ehl-i Sünnetin kelam ekolünü/mezhebini tesis ettiler. İtikatta bu iki mezhebin oluşması ve Müslümanların bu iki mezhep etrafında toplanmalarından sonra, Ehl-i Sünnet denilince daima amelde dört mezhep, itikatta ise bu iki mezhep akla gelir oldu. Peygamberimiz döneminden bugüne gelinceye kadar, yüzyıllar boyunca ümmetin ekseriyetini Ehl-i Sünnet teşkil etmiştir. Yapılan araştırmalara göre Ehl-i Sünnet, günümüzde dünya Müslümanlarının % 90 (veya 93)’ünü teşkil etmektedir. (Bkz. Kelam İlmi. S.149. Bekir Topaloğlu. Damla yy. 1985. Prof. Topaloğlu, Sünnilerin kendi aralarındaki oranı hakkında da şu bilgileri aktarır; Hanefiler % 53, Şafiiler % 33, Malikiler % 13, Hanbelîler % 1) Tarih boyunca pek çok bid’at fırkaları çıkmışsa da, ya zaman içerisinde sönüp gitmişler (Mutezile gibi) veya ümmet içinde küçük bir azınlık olarak varlıklarını sürdürmüşlerdir. (Şia gibi. Şia tahminen ümmetin % 8 veya 10’unu teşkil etmektedir. Bkz. Diyanet Ansiklopedisi, c.23. İslâm Mad.) Buraya kadar anlattıklarımızın neticesinde şunu söylememiz mümkündür: Ehl-i Sünnet; hem itikatta hem de amelde Peygamberimizin, sahâbenin, Tabiin ve Tebe-ü Tabiin’in çizgisini, bu zamana kadar devam ettiren, ümmetin en kalabalık ana koludur. EHL-İ SÜNNETE İŞARET EDEN ÂYET VE HADİSLER “Zikri (Kur’ân’ı) biz indirdik ve biz onu muhafaza edeceğiz.” (Hicr, 9) Allah kitabını indirmiş, aynı zamanda onu koruyacağını da vaad etmiştir. Allah bu vaadini, tarih boyunca bazı şahıs veya grupları, Kur’ân’ın lafız ve manalarını müdafaa ve muhafaza etmeye yönlendirmekle göstermiştir. Onlar, tarih boyunca Kur’ân’a muaraza eden veya onun mânâlarını tahrif etmeye çalışanlarla mücadele etmişler ve hakkın her zaman galip gelmesine vesile olmuşlardır. Bu insanların, Ehl-i Sünnet dediğimiz grup olduğu aşikârdır. Çünkü Ehl-i Sünnet, Kur’ân’ı Peygamberimiz ve selef-i salihin nasıl anlamış ve tefsir etmişlerse, o şekilde anlamaya çalışmışlar, aynı zamanda Kur’ân’ın mânâlarını tahrif eden –Mutezile, Mürcie, Hariciler gibi- ehli bid’a ile de mücadele etmişlerdir. *** “Ey iman edenler! Sizden kim dininden dönerse, Allah ileride (onların yerine) öyle bir kavim getirecek ki, O onları sever, onlar da O’nu sever.” (Mâide, 54) Bu âyette Allah her bozulma döneminde, bu bozulmalarla mücadele edecek,  kendisinin sevdiği ve kendisini seven bir grubu getireceğini vaad etmiştir. Ve Allah, her bozulma döneminde, dinine sahip çıkan şahıs ve grupları ümmetin imdadına göndermekle vaadini yerine getirmiştir. Bu şahıs ve gruplar Ehl-i Sünnet içinden çıkmışlar ve her asırda ortaya çıkan bid’at gruplarına karşı dini müdafaa etmişlerdir. Bunun pek çok örneğini göstermek mümkündür. Abbasilerin zayıfladığı dönemde tarih sahnesine çıkan Selçuklular, Moğol istilasından sonra ümmetin başına geçen Osmanlılar, bunlardan yalnızca iki örnektir. Hulasa; Peygamberimizden (sav) sonra ümmet içerisinde, -ümmetin ana gövdesinden- bir takım sapmalar olmuş; fakat Allahın vaadi ve tarihi gerçekler, Kur’ân ve Sünneti ön planda tutan, bu iki mirasa ihanet etmeden, bozmadan, değiştirmeden bugüne kadar getiren, sapık fırkalarla mücadele ederek, hakkın daima üstün gelmesine vesile olan bir fırkanın varlığını göstermektedir. Biz o fırkaya Ehl-i Sünnet diyoruz. Bizim Ehl-i Sünneti Kur’ân ve Sünnetin haber verdiği fırka olarak göstermemizi kabul etmeyenler, Ehl-i Sünnete alternatif başka bir fırka göstermek mecburiyetindedirler. Fakat başka bir fırka da gösteremeyeceklerdir. Bu da ister istemez Ehl-i Sünnetin alternatifsiz hak mezhep, muhaliflerin ise hakdan ayrılmış olduğuna delâlet eder. Bu Konudaki Hadisler “Ümmetim dalalet üzere içtima etmez. Eğer ümmetimin ihtilaf ettiğini görürseniz, siz büyük çoğunluğa (sevad-ı A’zama) uyunuz.” — İbn-i Mace, Fiten, Bab, 8 İmam Gazali Mustasfa’sında bu hadisin değişik lafızlarla, sahâbelerden Hz. Ömer, İbn-i Mes’ud, Ebu Said El-Hudri, Enes, İbn-i Ömer, Ebu Hureyre, Huzeyfe ve daha başkalarının rivâyet ettiğini ve bu hadisin sahih olduğunu zikreder. (Mustasfa, C. 1, S, 260) Hadis değişik lafızlarla Tirmizi, İbn-i Mace, Ahmed, Hâkim, Taberani, Ebu Hayseme, İbn-i Ebi Asım, Ebu Nuaym, Abd b. Humeyd ve daha başka hadis âlimlerince rivâyet edilmiştir. Acluni bu hadisin kaynak ve ravilerini zikrettikten sonra “Hadisin metni meşhur, senedleri çoktur, onun merfu olduğuna dair müteaddid şahidler vardır” der. (Bk. Keşfü’l-Hafa, C. 2, S. 350. Hn. 2999) Kettani de mütevatir hadisleri topladığı “Nazmü’l-Mütenasir” kitabında bir kısım âlimlerin bu hadisi mütevatir kabul ettiklerini söyler. Usul-ü Fıkıh âlimleri bu ve benzeri hadislerden yola çıkarak, “Ümmetin ismetine” yani “hata etmeyeceği”ne hükmetmişler ve bu hadisi, icmanın da “edille-i şer’iyye”den olduğuna delil kabul etmişlerdir. Ayrıca bu hadis, bugün ümmet-i Muhammed’in (sav) % 90’ını teşkil eden Ehl-i Sünnetin hak üzere olduğuna da delildir.  “Ümmetimden bir taife Allah’ın emri (kıyamet) gelinceye kadar hak üzerinde, daima galib olacak; onlardan ayrılanlar, onlara zarar veremeyecekler; onlar bu haldeyken kıyamet kopacak.” —Müslim, Kitabü’l-Emare, Bab, 53 Kettani “Nazmü’l-Mütenasir Fi’l-Ehadisi’l-Mütevatir” adlı eserinde bu hadisin Hz. Ömer, Muaz bin Cebel, Câbir bin Abdullah, Ebu Hureyre, Ebu Ümâme, Muğîre bin Şu’be, Muâviye bin Ebi Süfyân, Câbir bin Semure, Zeyd bin Erkam, Mürre el-Behzî, Şurahbi’l bin Simt, Ukbe bin Âmir, Sevbân, Sa’d bin Ebi Vakkâs, Seleme bin Nüfeyl el-Hadramî, İmrân bin Husayn’dan –yani 17 sahâbeden- nakledildiğini zikreder. Bir kısım âlimler bu hadisin mütevatir olduğunu söylemişlerdir. Bu hadiste Ehl-i Sünnete işaret vardır. Çünkü tarih boyunca pek çok bid’at fırkası çıkmış, Ehl-i Sünnetle mücadele etmiş, fakat neticede her zaman Ehl-i Sünnet galip gelmiştir. “İsrailoğullarının başına ne geldi ise, hepsi karış karış Ümmetimin de başına gelecek. Hatta onlardan biri aleni olarak annesiyle zina etse, ümmetimden de bunu yapan olacak. İsrailoğulları 72 millete ayrıldı. Ümmetim ise 73 millete (fırkaya) ayrılacak. Onlardan bir millet (cemaat) hariç hepsi cehennemliktir.” “Ey Allah’ın Resulü, o (kurtulacak olan fırka) hangisidir?” diye sordular. O da “Benim ve ashabımın yolunda olanlar” buyurdu.  — Tirmizi, Ebu Davud, Taberani Kettani bu hadisin Sahâbelerden Abdullah ibn-i Abbas, Abdullah bin Amr, Amr bin Avf, Avf bin Mâlik, Câbir, Ebu Hureyre, Ebu’d-Derdâ, Enes, Hz. Ali, Katâde, Muâviye bin Ebi Süfyân, Sa’d bin Ebi Vakkâs, Ümâme, Vâsile tarafından rivâyet edildiğini ve bu hadisin mütevatir olduğunu söyler. ( Kettani, Nazmü’l-Mütenasir, S. 57, Darü’l-Kütübü’l-İlmiye, Lübnan, 1987) İslâm’ın ilk döneminden bugüne kadar bir takım fırkalar ortaya çıkmış, fakat Ehl-i Sünnetin haricinde hiçbiri, sahâbelerin yolunu devam ettirmemiştir. Örneğin Şia ve Hâriciler Sahâbeleri tekfir etmişler, Mutezile Kur’ân’ı Sahâbenin anladığı ve tefsir ettiğinden farklı tefsir etmiş, pek çok hadisi de inkâr etmişlerdir. Ehl-i Sünnetse Peygamberimizin (sav) ve Sahâbelerin yolunu aynen devam ettirmiştir. “Allah her yüz sene başında  bu dini yenileyecek bir müceddid gönderir.” — Ebu Davud, C.4, S.480,  Hn. 4291, Çağrı Y. Bu hadisi Ebu Davud’dan başka Taberani, Hakim, Beyhaki de rivâyet etmiştir. Acluni “Hadisin ravileri sika olup, hadis âlimleri bu hadisin sahihliğinde müttefiktirler” der. (Keşfü’l-Hafa, Hn.740) Peygamberimiz (sav), madem her asırda bu dini tecdid edecek müceddidlerin Allah tarafından gönderileceğini beyan etmiştir; öyleyse her asırda bu nuranî zâtların gelmiş olması gerekmektedir. Tecdid faaliyeti günümüze gelinceye kadar pek çok âlimler ve evliyalarla gerçekleştirilmiştir. Bu nuranî zâtların hepsi Ehl-i Sünnet içinden çıkmıştır.

İdris TÜZÜN 01 Şubat
Konu resmiİDSB Vites Büyüttü
İnsan

 senesinde İstanbul’da kurulan ve 44 ülkeden 175 üyesi ile devasa bir yapı haline gelen İslam Dünyası Sivil Toplum Kuruluşları Birliği (İDSB) 2010 senesinin başında vites büyüttü. 17-25 Ocak’ta Endonezya’nın başkenti Jakarta’da İslâm dünyasından 150 genci bir araya getiren İDSB, bu ayın 16’sında da Ankara’da tanıtım toplantısı tertip ediyor. Türkiye Büyük Millet Meclisi (TBMM) Başkanı Mehmet Ali Şahin’in katılımıyla gerçekleşecek toplantıya çok sayıda milletvekili, büyükelçi ve bürokratın yanında birçok sivil toplum kuruluşu başkanı ve temsilcisinin katılımı bekleniyor. Genel Sekreter Necmi Sadıkoğlu başkanlığındaki İslam Dünyası STK’ları Birliği (İDSB) heyeti, 7 Ocak Perşembe günü TBMM Başkanı Mehmet Ali Şahin ve Başbakan Yardımcısı Bülent Arınç’ı ziyaret etti.  Başbakanlıktaki makamında İDSB heyeti ile görüşen Arınç’a İDSB faaliyetleri hakkında bilgi verildi ve Başbakan Yardımcısı Arınç, 16 Şubat’ta Ankara’da düzenlenecek tanıtım toplantısına davet edildi. İDSB faaliyetlerini çok önemsediğini ve İDSB’nin önemli bir vazife ifa ettiğini ifade eden Arınç, İDSB’nin önümüzdeki dönem programlarında üzerlerine düşenler olursa memnuniyetle yerine getireceklerini belirtti. Görüşme sonunda Başbakan Yardımcısı Bülent Arınç’a İDSB’ye desteklerinden dolayı teşekkür plaketi verildi. Aynı gün TBMM Başkanı Mehmet Ali Şahin tarafından kabul edilen İDSB heyeti, TBMM Başkanına İDSB faaliyetleri hakkında bilgi verildi. Başkan Şahin, İDSB’yi çok yakından takip ettiğini ve 44 ülkeden 175 üyesiyle çok büyük bir teşkilat olan İDSB’nin Türkiye dışındaki faaliyetlerini artırmasını arzu ettiğini ifade etti. Sivil toplumun gücünün altını çizen Başkan Şahin, İDSB heyetinden İslam dünyasındaki sivil toplum yapılanması hakkında bilgi aldı. Toplantı sonunda TBMM Başkanı Şahin, İDSB Genel Sekreteri Necmi Sadıkoğlu ve heyet üyelerine ayrı ayrı plaket verdi. Genel Sekreter Sadıkoğlu da Başkan Şahin’e teşekkür plaketi takdim etti.    Görüşmeler sonunda İDSB Türkiye Temsilcisi Ali Kurt, TBMM Başkanı Mehmet Ali Şahin’e ve Başbakan Yardımcısı Bülent Arınç’a, Hayrât Neşriyat’ın hususi olarak hazırladığı Kur’ân-ı Kerîm’den hediye etti.     İDSB, 2010 senesi içerisinde Nisan ayında Malezya’nın başkenti Kualalumpur’da konsey toplantısı düzenleyecek. Haziran ayında Kudüs’te Mescid-i Aksa ve Kudüs’le ilgili bir toplantı tertip edecek. İDSB heyeti, Temmuz ayının başında Chicago’da düzenlenecek olan Kuzey Amerika İslam Birliği (ISNA)’nın 47. Konvensiyonuna katılacak. Temmuz ayının sonunda da İDSB IV. Gençlik Buluşması İstanbul’da gerçekleştirilecek. 

İrfan MEKTEBİ 01 Şubat