1299’da kurulan Devlet-i Aliyye’nin -ilk padişahı Osman’ın kalbinden büyüyen- çınarı 1900’lü yılların ilk çeyreğinde dehşetli darbelerle sarsılmaya, gövdeye kurtlar gireli epey olsa da öldürücü darbelerin sesleri bu zamanda duyulmaya başlamıştı.Devlet-i Aliyye’nin manevi kurucusu Şeyh Edebali’nin, “Nereden geldiğini unutma ki nereye gideceğini unutmayasın” nasihatine ittiba’la altı yüz sene adalet ve merhametle hüküm sürüp i’la-yı kelimetullahı vazife bilen Osmanlı, aldığı bu darbelerle beş yüz senedir devam ettirdiği bu vazifeden de olmak gibi bir durumla karşı karşıya kalmıştır.Renklerin yeşilden sarı ve kahverengiye dönüp yaprakların tutunduğu daldan ayrıldığı sonbaharlar misal, o yılların sonbaharlarında Kur’an’ın okunmasından yazısına, müslümanın sarığından hayat tarzına her şey yara almış, Bediüzzaman Hazretlerinin “Osmanlı hükûmeti Avrupa ile hâmiledir; Avrupa gibi bir hükûmeti doğuracak” dediği gibi olmuş, coğrafyamızda İslam’a dair izler bir bir silinmeye çalışılmıştır; görünürde ekseriyetle de başarmışlardır.Lakin, Bilge kral Aliye’nin ifadesiyle, “Bizi toprağa gömdüler ama tohum olduğumuzu bilmiyorlardı.” Evet, Cenab-ı Hakk’ın Anadolu’da ihsan ettiği Risale-i Nur eserleri başta olarak hakikate tutunanların sayısı her gün artmış, çınar yeniden boy vermeye başlamıştır. En temelde Bediüzzaman Hazretlerinin ihsan-ı ilahi ile telif ettiği eserler ve onun etrafında teşkil ettiği cemaat sayesinde, yeni fakat fıtratımıza ters o dönemi isteyenlerin arzuları tam manasıyla gerçekleşmemiş, pamuk ipliğine bağlı olsa da irtibat devam etmiştir.Mesela Kur’an hakikatleri ve yazısı hiç fasıla görmeden ve dinamik bir topluluk içinde dalga dalga her tarafa taşınarak korunmuştur. Sünnet-i Seniyye hayat tarzı olarak tutunacak dal olmuş, kılık kıyafetten yeme içmeye kadar titiz bir süreç yaşanmaya başlanmıştır. Hapishane başta olarak pek çok zorluklar olsa da inayet-i İlahi yar olmuş, Akif’in “Doğrudan doğruya Kur’an’dan alıp ilhamı / Asrın idrakine söyletmeliyiz İslam’ı” ifadesiyle örtüşen bir diriliş hareketi her yöne uç vermiştir.Bugün rahmetinin sıcağında hayat bulduğumuz Kur’an ve iman hakikatleri, işte o günlerdeki kopmama, zor da olsa bağı devam ettirme gayretlerinin neticesi olarak caridir. Bize düşen ise o günlerde yapılanları ve buna mukabil gösterilen çabaları unutmamakla gitmemiz gereken yere selametle ulaşmaktır.Muallim Naci’ye atfedildiği şekliyle “Hafıza-i beşer nisyan ile maluldür”. Unutmanın nimet tarafları da olmakla birlikte, bazı şeylerin unutulmaması, unutulmuşsa da hatırlanması gerekir. Yoksa insan, bulutun içine girip yön duygusunu kaybeden paraşütçü gibi, istikametini kaybeder ve perişan olur. Maddi-manevi hayatı söner. Nasıl ki doğru için “iki nokta arasındaki en kısa çizgidir” denir ve iki referans noktasıyla ifade edilirse, insanın istikametini belirleyen iki tarafın birinde tövbe ve istiğfar, diğer tarafında dua ve tevekkül vardır. Referansı kaybolanın kendisi de kaybolur.Bundan bahisle biz de bu ay “Neyi Kaybettiğini Hatırla” diyerek farkındalığımızı tahrik etmek, unuttuklarımızı hatırlatmak istedik. Günümüzden geçmişe, tarihimizden bugünümüze bakmaya çalıştık. İstifadeye medar olması niyazıyla, dergi sizlere emanet.
Semerkand Şîrdâr MedresesiŞîrdâr Medresesi, Özbekistan’ın Semerkand şehrinde Maveraünnehir’in Özbek Hanlığının hâkimiyetinde olduğu dönemde inşa edilmiştir. Özbek Hanlığının askerî valisi Yalangtuş Bahadır tarafından İmam Kulı Han için mühendis-hakkâk İşana Vali’nin sorumluluğunda mimar Abdülcebbâr’a yaptırılmıştır. Şîrdâr Medresesi, Registan Meydanı adıyla ünlenen alanda yaptırılan ikinci medresedir. Diğer medreselerden biri 1417-1420 arasında yaptırılan Uluğ Bey Medresesi olup, bir diğeri ise 1647-1659 arasında yaptırılan Tilla-Kârî medresesidir. Şîrdâr Medresesinin inşaatı 1619’da başlamış ve 1636’da tamamlanmıştır. Medrese, yaklaşık 57×70 m ölçülerinde olup, hücreleri dikine gelişen dikdörtgen plan şemasındadır. Şîrdâr Medresesi inşa ve süsleme yönünden Timurlu döneminin özelliklerini taşımaktadır. Bütün yüzeyler sır altına renkli sırla uygulanmış ve terkipler oluşturan parçalardan ibaret mozaik çini ve sırlı tuğla ile kaplanmıştır. Geometrik ve tipik nebatî karakterli terkiplerin yanında hatlar da büyük yer tutar ve en çok fîrûze sırlı tuğlalarla oluşturulan kûfî yazılar dikkat çekmektedir. Bunlarda “(Ya) Allah”, “Muhammed”, “Allahuekber” gibi tekrarlanabilir ibareler söz konusudur. Bir kısım yerlerde şeritler halinde daha çok sülüs tarzında sûre ve ayetler de yer almaktadır. Bu usûl, benzeri şekilde içeride de bulunmaktadır. Bütün avlu revaklarının cepheleri ve eyvanların iç tarafları çini ve sırlı tuğlalarla bezenmiştir. Çinilerde sarı, lacivert, beyaz ve Türk mavisi en çok kullanılan renklerdir.1 Kasım 1520 İsyancı Canbirdî Gazalî, Halep’i kuşattıCanbirdî Gazalî’nin aslen Slovenyalı olduğu rivayet edilir. Sultan 2. Bayezid devrinde Osmanlı akıncıları tarafından esir alınıp İstanbul’a getirilmiştir ve oradan Memluk sultanına hediye olarak gönderilen yirmi esir arasında yer almıştır. Mısır’ın fethinden sonra Yavuz Sultan Selim’in affetmesiyle önce Kudüs’e sancak beyi, ardından Şam Beylerbeyi olarak atanmıştır. Yavuz’un vefatından sonra Kanunî Sultan Süleyman tahta çıkınca isyan etti. Beyrut, Trablusşam gibi kıyı şeridindeki yerleri ele geçirdi. Ardından Halep üzerine yürüdü ve şehri 1 Kasım 1520’de kuşattı. İsyanı boyunca da Safeviler’le irtibatını sürdüren Canbirdî, Osmanlı kuvvetlerinin baskısı sonucu kuşatmayı kaldırarak Şam’a çekilmek zorunda kaldı. Ferhad Paşa idaresindeki Osmanlı kuvvetleri, iki kol halinde Şam’a ilerledi. Canbirdî bu kuvvetleri Şam yakınlarında Mastaba’da karşılamak için hazırlıklar yaptı. 27 Ocak 1521’de yapılan savaşta Canbirdî’nin ordusu bozguna uğradı. Kendisi ise bir rivayete göre kaçarken arkadan yetişen bir asker tarafından öldürüldü.2 Kasım 1964 Faysal bin Abdülaziz,Suudî Arabistan kralı olduFaysal bin Abdülaziz, Suudî Arabistan’ın kurucusu Abdülaziz bin Suud’un oğludur. Riyad’da Kasım 1906’da dünyaya gelmiştir. 2 Kasım 1964’te kral oldu. 1973 Arap-İsrail Savaşı’nda Mısır ve Suriye’yi malî yönden destekledi. Savaştan sonra petrol ihraç eden Arap ülkelerinin Batılı ülkelere karşı petrol ambargosu uygulamalarında aktif rol oynadı ve bu yolla petrolü bir silâh olarak kullandı. Dış politikada Cemal Abdünnâsır’ın Arap birliği düşüncesine karşı İslâm birliğini savunan Kral Faysal, bu hususta büyük gayretler gösterdi. Müslüman ülke liderleriyle görüşmeler yaparak ilk İslâm Zirve Konferansı’nın 1969’da Rabat’ta toplanmasına ve İslâm Konferansı Teşkilatı’nın kurulup faaliyete geçirilmesine önemli katkılarda bulundu. 26 Mart 1975 tarihinde bir halk görüşmesi sırasında Amerika’da eğitim gören yeğeni Faysal bin Müsaid tarafından kendisine düzenlenen suikast sonucu hayatını kaybetti. 22 Kasım 632 Hz. Fâtıma (ra)vefat ettiPeygamber Efendimizin (sav) en küçük kızı olan Hz. Fâtıma (ra), Miladî 609 senesinde dünyaya gelmiştir. Lakabı “beyaz, parlak ve aydınlık yüzlü kadın” anlamında Zehra olmakla beraber, “iffetli ve namuslu kadın” anlamındaki Betül lakabıyla anıldığı da görülmektedir. Hz. Ali (ra) ile evlenen Hz. Fâtıma’nın (ra) bu evlilikten beş çocuğu olmuştur. Bu çocuklardan Muhassin küçük yaşta vefat etmiştir. Diğer çocukları Hz. Hasan (ra), Hz. Hüseyin (ra), Hz. Ümmü Külsûm (ra) ve Hz. Zeynep’tir (ra). Peygamber Efendimiz (sav), Hz. Fâtıma’ya (ra) son hastalığı sırasında Kur’ân-ı Kerîm’i Cebrâil ile her yıl bir defa birbirlerine okuduklarını, son sene Cebrâil’in aynı maksatla iki defa geldiğini söylemiştir. Bunun ise vefatının yaklaştığına işaret olduğunu söylemesi üzerine Hz. Fâtıma (ra) ağlamaya başlamıştır. Resûlullah’ın (sav), ailesinden ilk önce kendisine onun kavuşacağını, ayrıca onun mümin kadınların hanımefendisi olduğunu söylemesi üzerine de gülüp sevinmiştir. 22 Kasım 632’de vefat etti ve Cennetü’l-Baki kabristanına defnedildi.
“Hem gizli düşmanlarım hem nefsim, şeytanın telkiniyle zayıf bir damarımı arıyorlar ki, beni onunla yakalayıp nurlara tam ihlâs ile hizmetime zarar gelsin. En zayıf damar ve dehşetli mâni, hastalık damarıdır. Hastalığa ehemmiyet verildikçe, his, nefis, cisim galebe eder. Zarurettir, mecburiyet var, der; ruh ve kalbi susturur, doktoru müstebid bir hâkim gibi yapar ve tavsiyelerine ve gösterdiği ilaçlara itaate mecbur ediyor. Bu ise fedâkârâne, ihlâsla hizmete zarar verir.”Üstad Bediüzzaman Hazretleri, Emirdağ Lahikası üçüncü ciltte 432. mektup dahil kendisine ait 7 mektupta imzasını “hasta kardeşiniz” olarak atmıştır. Bu yedi mektubun altıncısında “Hasta ve gıdası pek az, fakat mesrur ve müferrah kardeşiniz”, son mektupta ise “Hasta fakat mesrur kardeşiniz” ifadelerini kullanmıştır.Hastalar Risalesiyle beraber değerlendirildiğinde son iki mektuptaki ifadeler daha anlaşılır olabiliyor. Zira Üstad Hazretleri bahsi geçen risalede, hastalığın hikmeti ve faydalarına dair verdiği dersle, imtihan dünyasının muvakkat sakinleri olan biz insanların, karşılaşacağımız hadiselere mukabil nasıl bir hal ve tavır içerisinde olmamız gereğini çok net ve güzel anlatıyor. Yirmi Beş Deva ile hastalığa nasıl bakmamız gerektiğini öğretmekle birlikte ruhumuzdaki yaraları da tedavi ediyor.Burası ayrıca okunup istifade edilebilir. Benim bu yazıda dikkat çekmek istediğim husus, yukarıda bashi geçen Lahika’ nın 442’nci mektubunda Üstad Bediüzzaman’ın, en zayıf ve dehşetli damar olarak hastalıktan bahsedip bizlere de faydası olur niyetiyle paylaştığı kısım.Mektuplardaki imzalarda geçen “hasta kardeşiniz” ifadelerinden Üstad’ın o dönem hasta olduğu anlaşılıyor. Lakin güvenebileceği, halis ve sadık sıfatlarıyla tavsif ettiği doktor talebelerine hastalıkla ilgili herhangi bir müracaatı yok. Tavsiye almıyor. İlaçlarını da almıyor. Hatta yanına geldiklerinde sanki hastalık hiç yokmuş gibi davranıyor. Ziyarete gelen doktor talebelerinin bu tavrına meraklandıklarını görünce de meseleyi onlara açıklarken bizlere de fayda sağlayacak şu izahı yapıyor:“Hem gizli düşmanlarım hem nefsim, şeytanın telkiniyle zayıf bir damarımı arıyorlar ki, beni onunla yakalayıp nurlara tam ihlâs ile hizmetime zarar gelsin. En zayıf damar ve dehşetli mâni, hastalık damarıdır. Hastalığa ehemmiyet verildikçe, his, nefis, cisim galebe eder. Zarurettir, mecburiyet var, der; ruh ve kalbi susturur, doktoru müstebid bir hâkim gibi yapar ve tavsiyelerine ve gösterdiği ilaçlara itaate mecbur ediyor. Bu ise fedâkârâne, ihlâsla hizmete zarar verir.”1Burayı okuduğumuzda birden nazarım kendime döndü. İman ve Kur’an hizmetlerinde nefsimin -Üstad’ın bahsettiği- bu damarı kullanma girişimleri ve muvaffak olduğu anlar geldi gözümün önüne.Diyelim ki akşam ders var, fakat bedenimde kırgınlık ve diyelim ki günün koşuşturmacasının verdiği yorgunluk da var. Eve gelmişim, kıyafetlerimi çıkarmış, yemeğimi yemiş, rehavet halini hissetmeye başlamışım. İşte bu noktada nefis galebe edip hafif ağrıyan başımı yerinden kalkamaz haldeymiş gibi vesvese vermeye başlıyor, hastalık düşüncesiyle uyarılan bedenim bir anda tutmaz hale geliveriyor. Eğer, hayır benim o derse muhakkak gitmem lazım, deyip harekete geçmezsem o akşam o ders kalıyor.Hüsrev Efendi’nin nefsin bu vesveselerinde alınması gereken tedbir olarak da okuyabileceğimiz bir mektubu var, Barla Lahikası’nda. Mektubun son kısmında şöyle diyor:“Sevgili Üstadım, mektubunuzda yorgunluğumdan bahis buyuruyorsunuz. Evet, bazen yoruluyorum. Fakat yorgunluktan istirahati arzu eden nefsimi, ruhum vazifeye davet ediyor ve ‘Belki bugünkü sa‘yim, keffâretü’z-zünûb olur. Çünkü Cenâb-ı Hakk’ın rahmeti vâsidir’ diyorum.”2Bu anlayışla hayatını iman ve Kur’an hizmetine vakfeden Hüsrev Efendi’ye dair Tarihçe-i Hayatta şöyle bir bilgi de aktarılır: “Sabahlara kadar okur, yazar, Risale-i Nur Hizmeti ve Kur’an-ı Kerîm yazmakla meşgul olurdu. Kendisi, bir zaman uykusunu bir saate kadar indirdiğini, eğer bir silahı olsa onunla o bir saat uykuyu da vurup ondan da kurtulmak istediğini anlatmıştı.”3Gerek Üstad Bediüzzaman Hazretleri gerekse Hüsrev Efendi bu cümleleri imkân ve rahat içinde söylemiyorlardı. Bilakis olabildiğince imkansızlıklar, baskılar, takipler, hapisler… vb. pek çok olmazlar içinde dillendiriyorlardı.Dönemin olumsuzlukları bir tarafa, olandan da mahrum edildikleri tabloyla baktığımızda kolay kurulacak cümleler değildi hiçbirisi. Fakat tek dertleri vardı; “fedâkârâne, ihlâsla hizmete zarar” gelmesin. Evet hem hizmet geri kalmasın hem de ihlas kaçmasın!Hastalık meselesine dönüyorum. Herkes için merhun/belirli bir vakit var. Ölüm hepimiz için gelecek. Amma Üstad’ın ifadesiyle “lüzumlu işler pek çoktur”. Hem hepimize bakan, mesuliyetimiz olan hizmetlerimiz olacaktır. Üstadlar buna ehemmiyet vermiş, üzerlerine düşen vazifeleri tamamlamak için gayret etmişlerdir. Bunu yavaşlatacak, kesintiye uğratacak, geri bıraktıracak her şeyi de feda etmişlerdir. İşte Üstad Bediüzzaman burada hastalığı “en zayıf damar ve dehşetli mâni” olarak tanımlamış, dost gözüken bir düşman gibi nefse ağır gelecek, beden ve ruhun gayretine dokunacak en masum tehlike olarak öne çıkarmıştır. Nihayet, “Olmaya devlet cihanda bir nefes sıhhat gibi” denmemiş miydi? Her şeyin başı sağlık, sağlık yoksa başkası da olmaz değil miydi?Evet, öyle ama burada ağır basacak ve lehine hareket edilecek konu, iman ve Kur’an hizmetinde nefsi tembelliğe ve mazerete, ruhu ve bedeni susturup bazı itaatlere mecbur etmemesidir.Şu ikaz buranın şifası olsun: “Sen hastalığın ağırlığından merak ediyorsun. O merakın senin hastalığını ağırlaştırıyor. Sen hastalığın hafifleşmesini istersen, merak etmemeye çalış. Yani hastalığın faydalarını ve sevabını ve çabuk geçeceğini düşün, merakı kaldır, hastalığın kökünü kes. Evet, merak, hastalığı ikileştirir; maddî hastalığın altında merak ile manevi bir hastalığı kalbine verir; maddî hastalık ona dayanır, devam eder. Eğer teslimiyetle, rıza ile ve hastalığın hikmetini düşünmekle o merak gitse, o maddî hastalığın mühim bir kökü kesilir, hafifleşir, kısmen gider.”4Bu konu genel anlamda da toplumda caridir ve hastalığı bahane ederek bir kısım kulluk vazifelerinden geri duran çok insanlar görebiliriz. Sağlık problemlerinden dolayı oruç tutamayan, soğuk algınlığı sebebiyle sabah namazına kalkmayan vb. Hele bu, sınırda nöbet tutan asker gibi, ahir zamanda iman ve Kur’an hizmetinde vaziyet almak ile ilgiliyse daha da başka yere oturmaktadır. Şahsi değil, umuma bakan bir mesuliyeti beraberinde getirmektedir. Askerlik yapanlar bilirler; diş sıkılır, nöbet tutulur.Varlığını Allah ve ümmetin selameti için ortaya koyan bir insandan bahsettiğimizde mesele çok daha başka bir mevki kazanmaktadır. Ömrü hapislerde ve sürgünlerde geçen, on dokuz defa zehirlenip soğuktan ölsün diyerek hapishanenin camları kırılıp hücresinin zeminine su dökülen Bediüzzaman Hazretleri, bütün şifasını gerçek manada Allah’tan bilmek ve öyle davranmak, yaptığı manevi hizmetlerin maneviyatıyla sıhhat bulmaktan5 başka bir çare görememiştir. Onca sıkıntılar, mahza mazeret olsa da orada bile nefse açık kapı bırakmamış, lüzumlu işlerin bitmesi için gayret etmiştir. Bu konuda da düşmanların eline fırsat vermemiş, manevi çalışmaların maddi şifaya nasıl tesir ettiğinin en canlı göstergelerinden biri olmuştur.Bize de faydası olur niyetiyle paylaşılan böyle önemli ve tesirli bir sırrın muhatapları olarak bizler de nefsi tembelliğe atacak, ruh ve bedenimizi susturup aman doktor şöyle dedi, başım çok kötü ağrıyor gibi mazeretlerle hizmetlerimizden geri kalmamanın yollarına bakacağız. Doktora gitmemek, ilaç kullanmamak değil mesele; mesele, üzerimize düşen hizmete bakan tarafların öncelikli olması. Canını dişine takarak, işte tam da bu cümle bağlamında gayur olabilmek, anam babam, tatlı canım sana fedadır ya Resulallah diyen sahabeler misali hareket edebilmek…Nefis şunu net olarak anlamalı: Bu adam her hâlükârda üzerine düşen hizmeti yapar, vesselam…Son not olarak şunu da hatırımızda tutalım ki: “Dünya muhabbeti bütün hataların başıdır.”6 Dünyada rahatı arayan hata eder. “Dünyada rahat yoktur.”7 Ancak karşılaşılan durumlarla Allah için, ahiretimiz için mücahede etmek vardır. Öyle mühim vakitlerden geçiyoruz ki, bir kısım bahanelere dayanarak yapacağımız tembelliklerden ciddi mesul oluruz. Bize emanet edilene gayret edenlerin gayretlerini ve yukarıya alınan sözlerini kendimize düstur edinip amel etmemiz gereken vakitlerdeyiz. Dinlenmeyi ve rahatı kabre bırakmalıyız.1- Emirdağ Lahikası 3, 2622- Barla Lahikası, 873- Bediüzzaman ve Hayru’l-Halefi Ahmed Hüsrev Altınbaşak, Hayrat Neşriyat, c. 3, s. 12164- Lemalar Mecmuası, 2175- “Kardeşlerim! Ben Nurlarla meşgul olduğum zamanlar sıkıntılar azalıyor. Demek vazifemiz Nurlarla iştigal etmektir ve geçici şeylere ehemmiyet vermemek ve sabır ve şükretmektir.” (Şualar, 550); “Mümkün olduğu kadar Nurlarla meşguliyet hem sıkıntıları izale eder hem beş nevi ibadet sayılabilir.” (Şualar, 534)6- Beyhakî, Şuabu’l-İman 7/338, No: 105017- İbn Hanbel, Zühd, s. 128
Sosyal medyadaki bir şahıs, on gram altını, sokak köpeklerinin bakımında kullanacağını ifade etmişti. Kendisine, dünyada açlık çeken çocuklar çok olduğunu bildirene de haddini bildirmişti(!): “Siz onlarla ilgilenin, biz de köpeklerle.” Yorum sizin.Kim kimi gezdiriyor?Tamamen bir Batı kültürü olan evde köpek beslemek, son zamanlarda küçük yerleşim yerlerinde bile yaygınlaşmış vaziyette maalesef. Halbuki dinimizin bu konuya yaklaşımı bellidir. Çoban köpeği, bekçi köpeği veya gerekiyorsa av köpeği olarak beslenebilir; harici caiz değildir. Çünkü, köpek temiz kabul edilmez. Yani, kendisi “pis” sayıldığı için, iyi bakmakla, yıkamakla, ilaçlamakla temiz sınıfına girmez. Tüyü ıslakken dokunan kimse veya hayvanın ağzının değdiği yer iyice temizlenmelidir.Bakıyorsun örtülü bir abla bile kucağında köpeğiyle dolaşıyor; öpüyor, evladı gibi muamele ediyor.Her gün birkaç defa dışarı çıkarıp gezdiriyor; aslında öyle zannediyor. Çünkü, köpek yürüyor o yürüyor, köpek duruyor o duruyor. İnsan ister istemez sormak istiyor; kim kimi gezdiriyor kardeşim? Diğer taraftan sakıncaları saymakla bitmiyor:Çoğu kimse, onlarla meşgul olurken, çocuk sahibi olma ihtiyacı bile hissetmiyor.Hatta kasıtlı olarak, çocuğu yerine koyuyor.Oysa insan, neslinin devamıyla da mükelleftir.Hayvanla çok meşgul olduğu için daha faydalı şeyler yapabileceği, aklına bile gelmiyor; halbuki insan potansiyelini ortaya çıkarmakla da vazifelidir.Yani, bu şekilde fazla vakit geçirmek de zamanın ve ömrün israfıdır.Ayrıca, çoğu ev köpeğinin çıkardığı masraf rakamları da enteresandır:Kısırlaştırma: 2450-3900 TL. Sezaryen: 3200-4300 TL.Veteriner Köpek Traşı: 950 TL ve 1350 TL.Günlük mama, kullanım eşyası vs. bir kenarda kalsın.Halbuki günümüzde 800 milyon insan temiz suya ulaşamıyor.Açlıktan ölen insan sayısı, 3 saniyede 1 kişi. Yani dakikada 20, bir saatte 1200, günde 28.800, senede 10 buçuk milyon insan eder. Hâl böyleyken, zaruret olmaksızın hayvanlara yapılan bu masraf, haddinin çok üzerindedir.Sosyal medyadaki bir şahıs, on gram altını, sokak köpeklerinin bakımında kullanacağını ifade etmişti. Kendisine, dünyada açlık çeken çocuklar çok olduğunu bildirene de haddini bildirmişti(!): “Siz onlarla ilgilenin, biz de köpeklerle.” Yorum sizin.İşte bu şekilde, faydası tartışılacak bir hayvana bu kadar masraf yapıp da günlük gezdirmesine kadar ihmal etmeyen Batı kültürü sevdalıları, yaşlı ana-babasının yüzüne bile bakmamakta, “onların da ihtiyacı var, alakadar olayım, dışarı çıkarayım” bile dememektedir.Hatta, şöyle bir haber hâlâ kulağımda: “Yanında yaşlı ana-babası bulunan Avrupalılar tatile giderken, onları bakım evlerine bırakmakta ve tatil dönüşü de yüzde doksanı orada unutma(!) eğilimi göstermektedir.” Buyurun!Bizde de benzeri yaygınlaşmaktadır, maalesef.Halbuki İslam Peygamberi (sav), cihada giderken bile, evde bakılmaya muhtaç ana-babası olanları geri göndermiştir. Ve ana-babaya itaatsizliği (onları incitmeyi), en büyük günahlar arasında saymıştır.Bugün tarımda ve ticarette içine düştüğümüz çıkmazlar, Ahilik Teşkilatı tarafından bundan 1000 yıl önce çözülmüştü.Sene 2024 ve gün geçmiyor ki sebze-meyve başta olmak üzere gıda maddeleri fiyatlarında fahiş dalgalanmalardan veya bir yerlere dökülen ürünlerin çokluğundan şikâyetler işitmeyelim. Gerek üreticilerden maliyetlerin yüksek olduğu yönünde, gerekse aradaki tüccarın yüksek kazanç elde ettikleri konusu, bu tarz şikayetlerin ana sebebi olarak gözükmektedir.Ayrıca, ticari ahlak da son derece zayıflamış durumdadır.Bazen de üretim planlamasının yetersizliği, bazı ürünlerin bir sene aşırı yüksek, sonraki sene ise çok düşük olmasının temel sebebi olarak karşımıza çıkıyor.Halbuki ecdat, Ahilik teşkilatı ile bütün bunların kökünü kurutmuştu; -aslında- meydana gelmesine mâni olmuştu.Çünkü İslam medeniyetlerinde, her alanda “koruyucu hekimlik” mantığı geçerlidir. Nebevi Tıbbın esası da bu değil midir?Batı medeniyeti ise, genel manada, problem ortaya çıktıktan sonra, çözümü ile uğraşma mantığında olmuştur.Şu anda Dünya Sağlık Örgütü (WHO) kontrolünde olan nerdeyse bütün sağlık sitemleri gibi bizimkinde de hastalık ortaya çıktıktan sonra teşhis konularak, standart tedavi metotları tatbik edilmektedir. Aşıların konusu ise, sadece bulaşıcı hastalıklardır.İslam Peygamberinin (sav) öğretisinde, hastalık ortaya çıkmadan, yani çıkmaması için gerekli tedbirlerin alınması vardır.Mesela, acıkmadan sofraya oturmamak, tam doymadan da kalkmak, bu husustaki anahtar bir sünnettir.Ayrıca bir şey yedikten sonra, 4-5 saat başka bir şey yememek de böyledir ve şimdiki tıp da bunları tavsiye etmeye başlamıştır.Yine Batı kültüründen aldığımız, her fırsatta atıştıracak bir şeyler arama alışkanlığı, yürürken yemek ve içmek, yemekte tam doyduktan sonra bir de üstüne tatlı veya meyve yemek, son derece zararlıdır. Büyük ihtimalle de obezite, tansiyon ve diyabet, hatta kalp hastalıklarının asıl sebepleri bu gibi alışkanlıklardır.Yine Batı Medeniyetinin icat ettiği “parfüm”, insan vücudundan kirlilikten dolayı yayılan kötü kokuları “bastırmak” için olmasına rağmen Müslümanlar, o kokuları kaynağından kurutmuş; yani vücut temizliğini gereken sıklıkta yapmıştır.Orta Çağ dedikleri -Batı için- hakikaten son derece karanlık olan bin seneyi aşkın bir zamanda, enteresandır, yıkanmayı günah(?) bile sayıyorlardı.Hatta Endülüs Emevî Devleti yıkılıp da oradaki Müslümanlar, İspanyollar tarafından şiddetli baskılarla tasfiye edildiği zamanlarda, aralarında gizlenmiş Müslümanları, “aşırı(!) temiz olmalarından” dolayı, ayırt edebiliyorlardı.Çünkü kendileri senede ancak bir veya iki defa yıkanırlardı.Ahilik Teşkilatına dönecek olursak, uygulamaları hakikaten günümüze de ışık olabilir. Mesela, ahlakı ön plana alması, çıraklık sürecinde katı davranılması (eksiksiz bin bir gün çıraklık), müşteriyi aldatan veya yanıltanlara işten men cezası verilmesi, herkesin kolayca işyeri açamaması, ziraat alanında iş yapmak isteyenlerin ekip-dikecekleri ürünleri ve miktarlarını izin dahilinde yapmaları gibi sadra şifa çok uygulamaları vardı.Hatta, 1800’lü senelerin ortalarında, Avrupa’dan gelen bazı araştırmacıların Ahiliğin doğduğu yerler olan Kayseri, Kırşehir ve Nevşehir gibi vilayetlerimizde kayda değer çalışmalar yapıp, şimdiki sitemlerini bunun üzerine bina ettikleri bilinmektedir.
Bediüzzaman Hazretleri, “(Habibim, ya Muhammed!) de ki: “Eğer Allah’ı seviyorsanız, o hâlde bana tâbi’ olun ki, Allah (da) sizi sevsin ve günahlarınızı size bağışlasın!” (Âl-i İmran, 31) ayetinin tefsirini yaparken “Sünneti Seniyye edebdir. Hiçbir meselesi yoktur ki; altında bir nur, bir edeb bulunmasın.” der. Bir işi yaparken sünnete uygun yapmanın Allah’ın rızasına ve sevgisine, dünya ve ahiret saadetine vesile olacağını ifade eder.Evet, Sünneti Seniyye edebdir. Edeb ise bir işi fıtrata uygun ve usulünce yapmaktır. İtidal ve istikameti muhafaza etmektir. Sünnete uymak ise tabir-i caizse işini yaparken Resulü Ekrem (sav)’in danışmanlığı, tecrübesi ve duasından faydalanmaktır. Böylece hayır ve saadeti, muvaffakiyet ve hüsn-i hatimeyi en suhuletli ve en emin bir yolla kazanabiliriz.Sünneti Seniyyeye günlük hayatta ne kadar muhtaç olduğumuza ve sünnet bize ne kadar büyük avantajlar sağladığına dair üç misal vermek istiyorum. İnşallah bu vesile ile “(Ey Resûlüm!) (Biz) seni ancak âlemlere bir rahmet olarak gönderdik.” (Enbiya, 107) ayetinin hakikatini daha iyi idrak ederiz.Birincisi şudur:Hazret-i Ömer’den rivayetle Peygamber Efendimiz buyuruyor ki “Kim bir belaya uğrayanı görürse bu duayı okusun:(اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ الَّذٖي عَافَانٖي مِمَّا ابْتَلَا كَ بِهٖ، وَفَضَّلَنٖي عَلٰى كَثٖيرٍ مِمَّنْ خَلَقَ تَفْضٖيلاً) Seni imtihan ettiği şeyde bana afiyet veren ve beni yarattıklarının birçoğundan üstün kılan Allah’a hamd olsun. Artık yaşadığı müddetçe her ne bela olursa olsun, ona maruz kalmaktan muhafaza edilir. Bu bela ona isabet etmez.” (İbn Mace, Tirmizi) Böylelikle toplumda çokça karşılaştığımız ve bizim ve çevremizin de başına gelebilecek dünyevi ve uhrevi pek çok bela, musibet, hastalık, felaket ve facialardan, hem de hayatımız boyunca, bizi muhafaza edecek bir duayı bizzat Seyyidü’l-Beşer Aleyhissalatü Vesselamdan öğreniyoruz. Bu duayı hayatında tatbik eden kendini ve sevdiklerini nice sıkıntı ve musibetlerden muhafaza eder biiznillah.İkincisi şudur:Bir gün kekeme bir adam Muhammed-i Arabi Aleyhissalatü Vesselam Efendimize gelip “Ey Allah’ın Resulü beni ticarette çok aldatıyorlar” der. Peygamberimiz de “Pazarlık yaparken aldatmak yok de.” (Buhari) buyurarak alışveriş ve ticaretimizde emniyet ve güveni sağlayacak mühim bir formülü bize öğretir. Ancak unutulmamalıdır ki “Emri bil maruf, nehyi ani’l-münkerde insanın nefsi asıl, başkaları fürudur” kuralı çok mühimdir. Gerçek maruf-münker vazifesi, en başta insanın kendisinden başlayarak yapılır. Her devirde bazı kişiler, Resule itaati söylerler, kendileri itaat etmezler; sadakayı emrederler, kendileri vermezler. İşte şu ayet-i kerimede onlar uyarılmaktadır: “Siz Kitabı okuyor olduğunuz hâlde, insanlara iyiliği emredip de kendinizi unutuyor musunuz? Hiç akıl erdirmez misiniz?” (Bakara, 44). O halde evvela ve bizzat kendi nefsimize “Aldatmak yok!” demeli, çok kazanmak değil, helal kazanmak için çabalamalıyız. Yoksa “Mutaffifîn’in (ölçü ve tartıda hîle yapanların) vay hâline! Onlar ki, insanlardan ölçerek (bir şey) aldıkları zaman, tam alırlar. Fakat onlara (bir şey vermek üzere) ölçtükleri veya onlara tarttıkları zaman eksik verirler. Onlar, gerçekten kendilerinin, (dehşeti pek) büyük bir gün için yeniden diriltilecek kimseler olduklarını sanmıyor(lar) mı?” (Mutaffifin, 1-5) ayetlerinde de ifade edildiği gibi, kıblesi şeriat değil de menfaat olan müsavatsız ve çifte standartlı, adaletsiz bir ticaret anlayışı, toplumu bozan ve “Yazıklar olsun!” denilerek kınanan bozuk bir yaklaşımdır. İnsanı helake götüren büyük bir günahtır. O halde bir kimse, önce kendisine, sonra ticaret yaptığı muhatabına “Aldatmak yok!” derse ticaretini Peygamber Efendimizin himaye ve garantörlüğüne alır.Üçüncüsü şudur:Bir hadisi şerifte, herhangi bir kula bir musibet isabet eder de “Muhakkak biz Allah’a âidiz ve muhakkak biz Ona döneceğiz.”, “Ey Allah’ım! Bu musibetten dolayı beni mükâfatlandır ve onun yerine bana ondan daha hayırlısını nasib buyur.” diye dua ederse mutlaka Allahu Teâla onu mükâfatlandırır ve önceki halinden daha güzelini nasib eder.” (Müslim) buyrulmaktadır. Bu hadisin ravilerinden olan Ümmü Seleme annemiz der ki: “Kocam Ebu Seleme vefat edince bu duayı okudum. Ancak içimden de ‘Ondan iyisini nerede bulacağım?’ diye geçiriyordum. Bir gün Resulullah (sav) evime geldi ve bana evlenme teklif etti. ‘Ben yaşlı ve çocuklu bir kadınım.’ dedim. Bana ‘Ben de artık yaşlandım hem senin çocuklarına da sahip çıkmak istiyorum.’ dedi. Ben yine, ‘Ben kıskanç biriyim sizin başka hanımlarınız da var’ dedim. Cevaben ‘Kıskançlığını gidermesi için Allah’a dua edeceğim’ dedi. Böylece bu duanın bereketiyle Allah Resulüyle evlenmek bahtiyarlığına eriştim.”Son olarak, şu hususu da ifade edelim; dinimizde “ala meratibihim” kaidesi vardır. Yani hakiki bir mümin ve müslüman olmak için, evvela sahih bir itikad ve tahkiki bir imana sahip olmamız gerekir. Unutulmamalıdır ki salih bir amel ancak sahih bir itikadla mümkündür. Daha sonra 32 ve 54 farzı işlemek ve kebair denilen büyük günahları terk etmek elzemdir. Bizi gayrete getiren kırmızı çizgilerimizin Kur’anî ve Muhammedî olması çok mühimdir. Ardından takva ve salih amel işlemek, yani günahtan sakınıp Allah’ın rızasını ve cenneti kazandıracak iyi amel ve ahlak sahibi olmak gerekir. Sonra sırasıyla müekked ve kuvvetli sünnetler gelir. “Sizden herkes, ihtiyaçlarının tamamını Rabbinden istesin, hatta kopan ayakkabı bağına varıncaya kadar istesin.” (Tirmizi) hadisini de bu kaideye göre anlayacak olursak “Allah’ tan rızası, cenneti ve cemalinden başlayarak yukarıdan aşağıya ta ayakkabı bağcıklarına varıncaya kadar bütün ihtiyaçlarımızı karşılamasını, bütün sıkıntılarımızı gidermesini, bütün iyilik ve hayrı tükenmez hazinelerinden ihsan etmesini, cümle dertlerimize deva, cümle hastalıklarımıza şifa vererek umduklarımıza nail, korktuklarımızdan emin eylemesini” istemiş oluruz. Bediüzzaman Hazretleri de:“Sünnet-i seniyenin merâtibi var. Bir kısmı vâcibdir, terk edilmez. O kısım, şeriat-ı garrâda tafsilatıyla beyan edilmiş. Onlar muhkemâttır, hiçbir cihette tebeddül etmez. Bir kısmı da nevâfil nevindendir. Nevâfil kısmı da iki kısımdır. Bir kısmı, ibadete tâbi olan sünnet-i seniyelerdir. Onlar da şeriat kitaplarında beyan edilmiştir. Onların tağyiri bidattir. Diğer kısmına, “âdâb” tabir ediliyor ki, siyer-i seniye kitaplarında zikredilmiştir. Onlara muhalefete, bid‘a denilmez. Fakat âdâb-ı Nebeviyeye bir nevi muhalefettir ve onların nurundan ve o hakiki edebden istifâde etmemektir. Bu kısım ise, örf ve âdât ve muamelat-ı fıtriyede Resul-ü Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm’ın tevatürle malum olan harekâtına ittibâ etmektir. Meselâ, söylemek âdâbını gösteren ve yemek ve içmek ve yatmak gibi hâlâtın âdâbının düsturlarını beyan eden ve muaşerete taalluk eden çok sünnet-i seniyeler vardır. Bu nevi sünnetlere, “âdâb” tabir edilir. Fakat o âdâba ittiba eden, âdâtını ibâdete çevirir, o edebden mühim bir feyiz alır. En küçük bir adabın mürââtı, Resûl-ü Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm’ı tahattur ettiriyor, kalbe bir nur veriyor.” ifadesiyle bu ehemmiyet sırasını takip eder ve sünnete ittibaa dinin muhkematından başlanarak ala meratibihim adablara kadar ittiba etmenin sünneti yaşamanın sağlıklı yolu olduğunu ifade eder. Yoksa farzları ve müekked sünnetleri terk edip görece daha az mühim bir kısım sünnetleri yaşamaya çalışmak çoğu zaman faydasız ve kıymetsizdir. “Hacılara su vermeyi ve Mescid-i Harâm’ı i’mâr etme (hizmetiyle meşgûl olan kimse)yi, Allah’a ve ahiret gününe iman eden ve Allah yolunda cihâd eden bir kimse gibi mi tuttunuz? (Hâlbuki onlar) Allah katında bir olmazlar. Allah ise, zalimler topluluğunu (isyanlarındaki ısrarları sebebiyle) hidâyete erdirmez.” (Tevbe, 19) ayeti bu hakikati de bize ders verir. “Zaruriyat ve müsellemat-ı diniyye” tabir edilen ve her mükellefin inanması ve uygulaması farz olan temel ilkeleri terk edip vicdanını rahatlatmak, göz boyamak gibi sebeplerle nafile nev’inden birtakım hizmetlerle meşgul olmanın Allah katında kıymet ifade etmediğini beyan eder. Bu hususa dair bir kıssayı paylaşmak istiyorum;Kerbela hadisesinin yaşandığı yıllarda bir adam İbn Ömer (ra)’a “Bir adam ihramlı iken örnek olarak sivrisinek gibi zararlı küçük haşereleri öldürmesi caiz olur mu?” diye sordu. İbn Ömer adama, “Nerelisin?” dedi. Adam, “Iraklıyım” karşılığını verdi. İbn Ömer, “Şuna bakın! Peygamber’in, onlar dünyadan iki reyhanımdır, dediğini işittiğim torunlarından birini öldürenler (Iraklılar gelmiş şimdi de) bana sivrisineğin kanını soruyorlar!” dedi. (Büyük günah işleme konusundaki cüretleriyle beraber bu gibi adamların basit işlere verdiği öneme şaşırarak ve garip karşılayarak böyle tepki verdi.) (Buhari).Cenab-ı Vahibü’l-Ataya’dan dua ve niyaz ediyoruz ki bizleri iman-ı tahkiki ve sahih bir itikaddan başlayarak “ala meratibihim” müekked sünnetler ve kuvvetli sünnetlerle beraber adab sünnetlere varıncaya kadar sünnet-i seniyyeyi ihyaya ve temessük etmeye muvaffak etsin. Âmin.
Kelimeler… Ciğerlerden gelen havanın ağız boşluğunda bir yerlere çarpmasıyla çıkan sesler idrak süzgecinden geçerek manidar kelimelere dönüşür. İnsan olma vasfının işaretçisidir kelimeler. Ruhun ve zihnin derinliklerinde olanı açığa çıkaran; muhatabın ruh ve fikir dünyasında bir iz bırakma kabiliyetine sahip olan sözler… Henüz anne kucağından kurtulup etrafı meraklı bakışlarla süzen bir yavrunun dudaklarından dökülen inci taneleridir.Bazen bir kabuldür insanı iki dünya saadetine ulaştıran; bazen ise bir ret, kahreden. Bir çığlık, bir dua, bir kahırdır mazlumların dudaklarında. Bir niyazdır, bir zikirdir, bir hayrettir dervişlerin ağızlarında. Sadırlardan satırlara dökülendir. İlahi kelamın neşvesidir. Yunusça söylemek gerekirse “ağulu aşı yağ ile bal eden”dir. Lisan dediğimiz şey canlıdır, tıpkı nebatat, hayvanat veya insanoğlu gibi. Lisanı meydana getiren kelimeler de öyle… Nice kelimeler vardır ki mülteci ruhludur. Hangi sebeple olursa olsun bir şekilde iltica etmiş ve yurt tutmuştur. Olgun, mana yüklü, mahir kelimeler… Yahut şımarık, haşarı… Sahip çıkılanlar olduğu gibi yüzüne bakılmayanları da olmuştur mülteci kelimelerin. Kimi bir çınar gibi bin yıldır dimdik ayaktadır; kimi ise serin selviler altında yatan, isimleri unutulmuş, nesilleri kesilmiş, “Bize de bir Fatiha okuyacak yok mu?” diyen emvata benzer. Katledilmiş, gadre uğramış, hatırası bile kalmamış. Adeta unutulduğu bile unutulmuştur. En acınası olanları da can çekişenlerdir. Elinden tutmak ister. İşitenlerin kulağında aşinalık ile yabancılık arası garip bir his uyandırır. Sahip çıkılmalıdır, zira kayıpları sadece kendileri ile sınırlı değildir. Onlar öldüklerinde yüklendikleri manaları da beraberinde götürür. İnsanoğlu sadece bir kelimeyi değil, belki onunla alakalı bir güzel hasleti de kaybeder. Kelimeler arasındaki ince farkların oluşturduğu mana ayrılıkları zenginliktir. Yazılsa bir derginin hacmini aşacak kadar çoktur bu nevi kelimeler, belki bir kısmına dokunup hayatlarını idame etmelerini sağlayabiliriz. Deniz yıldızı misali…Letâfet: Hoşluk, ince düşünceli olmak… Latif olan Rabbimizi bize hatırlatır ve O’nun lütuflarını… Lütuf ve kerem sahibi olmanın ilahi tarafını… Taltif etmenin ehemmiyetini, marifetin iltifata tabi olduğunu hatırlatır. “Kahrın da hoş lütfun da hoş” deme mertebesine gelen Aşık Yunus’un aşkını hissettirir.Hasbî: Bir karşılık beklemeden gönüllü olarak yapılan, Allah rızası için olan, karşılıksız… Pek çok şeyin kâr / zarar beklentisi ile yapıldığı şu zamanda dünyevi hesapları bir tarafa bırakarak yaptığı amelleri olmalıdır insanın. Hesabî olmak yerine hasbî olmak gerekir bazen. “Sizden bir ücret istemişsem, o halde o sizin olsun! Benim ücretim ancak Allah'a aittir. O ise her şeye hakkıyla şahittir.”1Nâdân: Cahil, bilmeyen… Belki bilmediğini bile bilmeyen… Bütün kötülüklerin membaı, temeli olan cehalet ile malul kişiler dost sınıfından olsalar bile düşmandan daha zararlı olabilir. Bazen de eşyanın zıddıyla bilinmesi hakikatiyle ilim ve hikmetin kıymetinin farkına varılmasına vesile olur nadanlar. Hersekli Arif Hikmet’in dediği gibi “Neşve-i irfânı dânâlar nâdânîden bulur / Acz ü hayret sâlike sermâye-i îkandır”. Öyle olsa bile uzak durmak lazımdır insanın nadan olanından zira “Nadanlar eder sohbeti nadan ile telezzüz/Divanelerin hemdemi divane gerektir (Ziya Paşa)”Düstur: Ana kural, temel kaide. Kırmızı çizgileri olmalı insanın, vazgeçilmez ve esnetilmez prensipleri… İş, aile ve toplum hayatını tanzim eden düsturlar… Bu düsturların en birincisi de şu olmalı: “Amelinizde rıza-yı ilâhî olmalı. Eğer O razı olsa bütün dünya küsse ehemmiyeti yok. Eğer O kabul etse bütün halk reddetse tesiri yok. O razı olduktan ve kabul ettikten sonra, isterse ve hikmeti iktiza ederse sizler istemek talebinde olmadığınız halde halklara da kabul ettirir, onları da razı eder.”2Feragat: Hakkından isteyerek vazgeçme, el çekme, sarf-ı nazar etme. İki inatçı keçinin hikâyesini hepimiz duymuşuzdur. Çocukluğumuzda öğretilen hisseli kıssalardan biri… Köprüde karşılaşan iki keçinin feragat etmemeleri sonucu hüsranla biten bir hikayedir. Bu kelime lügatlerimizden çıkalı sanki daha sabırsız olduk. Trafikteki tartışmaların pek çoğu bundan değil mi? Yerine göre “Tamam öyle oluversin kardeşim.” demek ne kadar çok meseleyi halleder.Müsamaha: Yumuşak olma, cömert davranma. Bugün aynı manayı vermek üzere kullanılan “hoşgörü” kelimesi tam olarak karşılamıyor sanki. Bir hata, bir kusur, bir yanlış “hoş” görülemez; görülmemeli. Yanlış yanlıştır, doğru doğrudur. Ancak müsamahakâr kişiler bir büyüklük gösterip de hataya düşen kişinin kusurunu affeder, onun hatasını düzeltebileceğine inanıp onu mahcup etmez. Bu bir cömertliktir ve Allah cömertleri sever.Civanmerd: Temiz, asil, âlîcenap, mert, yiğit (kimse), babayiğit. Bu iş paraya, cüsseye, makama bakmaz. Yürek işidir civanmertlik. Filistin’de İsrailli teröristlere sıkılan minicik yumrukların sahipleri gayet civanmert kimselerdir. “Filistin benim meselem değil.” diyen zengin Arap emirlerinden; uluslararası güya insan haklarından sorumlu örgütlerde bilmem ne görevlisi kravatlı, kara gözlüklü, kara düşünceli, yüreksiz ve umarsız bürokratlardan daha cesurdur. Zalimler için tehlikeli insandır civanmert. Namık Kemal’in dediği gibi: “Civanmerdân-ı milletle hazer gavgadan ey bîdâd / Erir şemşîr-i zulmün âteş-i hûn-ı hamiyetten” (Ey zalim, milletin civanmertleriyle kavgadan kaçın! Hamiyet kanının ateşiyle erir zulüm kılıcın).Muvaf fak: Başarı kazanmış, başarmış, başarılı. “Bundan böyle sana Kur’an’ı okutacağız da unutmayacaksın. Yalnız Allah’ın dilediği başkadır. Çünkü o açığı da bilir, gizliyi de... Seni en kolay yola muvaffak kılacağız.”3 ayetinin gölgesinde aramalıyız manayı. “Vefk” (uygunluk) kökünden gelir muvaffak kelimesi. Ayette geçen “tevfik”, hakkın takdirine uygun düşme manasındadır. Elbette kainattaki hadisat sebeplere bağlıdır, gayret bizden tevfik ise Allah’ tandır.Nedamet: Yaptığı iş veya davranışın sonucunu beğenmeyip yaptığına hayıflanma, pişman olma, pişmanlık. İnsan hatadan uzak değildir, nisyan ile maluldür. Mühim olan şey hatayı anlayıp nedamet göstermektir. Tövbe kapısını aralayıp bir daha aynı hatayı işlememek üzere azmetmektir. “Kusurunu görmemek o kusurdan daha büyük bir kusurdur. Ve kusurunu itiraf etmemek büyük bir noksanlıktır. Kişi kusurunu görse o kusur kusurluktan çıkar. İtiraf etse affa müstehak olur.”41- Sebe, 472- Lem’alar Risalesi, 21. Lem’a3- A’lâ Suresi, 6-8.4- Lem’alar Risalesi, 13. Lem’a
Tüm gelişmeler, faaliyetler ve oyunlar hep insan üzerinde gerçekleşmiştir ve gerçekleşmeye devam etmektedir. İnsanın gerek felsefi gerekse maddî tüm meşguliyetleri her zaman insana dönük ya da insanla ilgili olmuştur. İyilik ya da kötülük, hayır ve şer, insan bağlamında bir anlam ile buluşturulmaya çalışılır. Yani, mesela bir fikir ileri sürdünüz, söz konusu fikir insana ne vadediyor, insanı nasıl etkiliyor ve son kertede insanı neye dönüştürüyor. Bir fikir yerine bir icat üzerinden örneği yeni bir çerçeveye oturtmak gerekirse, mesela cep telefonunun icadıyla birlikte insanda neler değişti? Elbette gerek sosyolojik gerekse psikolojik çok şey değişmiştir. Tuhaf bir nokta olsa da maruz kalınan etkinin izahı sadedinde, söz konusu cihazın kullanımı nedeniyle insanın başparmağını kullanma yoğunluğunun artmasından dolayı insan beyninde yeni nörolojik ağların oluştuğu gözlenmiştir. Tüm bunlar gösteriyor ki, insan insanı etkiliyor. Sebep olduğu her faaliyet, ürettiği her fikir hayatta izler bırakıyor.Fakat biz bu yazımızda konunun insan üzerindeki etkilerinin sonucu olan, onun kimliğinde oluşturduğu tesirlere göz atmaya çalışacağız. Şüphesiz ki insan birçok etkiye maruz kalabilir; öğrenir, değişir, inanır, sever ya da bozulur; ancak tüm bunlar, insandaki kimliğin irili ufaklı değişimi ile yakından ilgilidir. Bu sürecin kültür ve medeniyet tarihimizin sergüzeşti ile yani hikâyesi ile doğrudan ilgisi vardır.Koskoca bir mahalle ya da köyün tek bir hane/aile gibi yakın, sıcak ve içten duygularla yaşadığı bir noktadan, bir apartmanda karşılıklı dairelerde oturan insanların birbirlerinin ismini dahi bilmediği bir noktaya nasıl geldiğimizden tutun, göçmen kuşların uçuş güzergâhlarında onlar için dinlenme, barınma ve gıda ihtiyaçlarını karşılamak adına tesisler yapan insanlar olmamızdan tutun, şimdi kendi mahallesindeki sokak hayvanlarını hunharca öldüren insana nasıl dönüştüğümüze kadar her şey, kimliğimiz ile yani bizim kim olduğumuzla ilgili bir hikâyenin varlığını gösterir. 17. yüzyılda fikrî tohumları atılmaya başlanan modernite, insanı köklerinden koparmayı ve onu “O” kişi yapan tüm geleneksel ve ananevî birikimi yok etmeye çalışan menhus bir içeriğe sahipti. Modern kelimesi kulağımıza hoş geliyorsa bu bizim kabahatimizdir. “Zamanın Ölçüsü” gibi manevi bir karşılık ile buluşturulsa da tarihin akışı içinde esnek bir kullanımına şahit olduğumuz bu kelime (modern), daha çok sekülerist (tek dünyacı) bir frekansa sahiptir. Mesela ilk defa 5. yüzyılda çok tanrılı Roma inancının yerine geçen tek tanrılı Hristiyanlık inancı için kullanılmış olan “modernus” kelimesi, bir sıfat olarak yeni olanı onaylayan ve gerekli görülen değişimi onaylamak anlamında kullanılmıştır. Bu sıfat kullanılırken kastedilen şey, artık çok tanrılı bir inancın anlamsız, abes ve gereksiz olduğu, olması gerekenin yani “modern” olanın tek tanrılı Hristiyanlık inancı olduğuna vurgu yapılmasıydı. Özetle ilk çağa göre orta çağ moderndir ama orta çağa göre de yeni çağ (aydınlanma çağı) daha moderndir. Anlamamız gereken; modern kelimesi “zamanın ölçüsü” demektir. Söz konu olan zaman ise geçmiş gitmiş olan zaman değil, yakın geçmişimizi de yok saymayan bir şimdiki zamanın ölçüsü.Aslında bu terimin ilk kullanım şekline bakıldığında, modern olmak ürkütücü olmaktan oldukça uzaktı. Ancak son üç yüz yıldır yaşandığı düşünülen aydınlanma çağının temel esası olarak, tanrı merkezli bir yaşamdan insan merkezli bir yaşama geçişi yani akıl çağına geçişi anlatmaya çalışması, “modern” kelimesinin acıklı yolculuğuna tanıklık etmemize imkân veriyor.Modern kelimesini anlarken onun “eskimeyeni” ifade ettiğini düşünmek, yapılan tanımlamaların hiçbirisi ile çelişmez ve tenakuza düşmez. Mesela aynı çağda yaşadığımız bir düşünür, bir filozof ya da şair, her ne kadar onunla muasır/çağdaş olsak da son derece demode (modern olmayan) fikir ve tutumlarıyla asla modern sayılamayacaktır. Modern olmak; eskimemek, güncelliğini korumak, revaçta kalabilmek demektir. Fakat ne yazık ki gerek kavramların üretimini gerekse kullanımını batılılara kaptırdığımız için, modern kelimesi de bugün bizim aleyhimizde kullanılan bir kelimeye dönüşmüştür. Aslında batının bu kavramsal üstünlüğü özellikle aydınlanma çağıyla birlikte psikolojik ve algısal bir savaşın da temelini oluşturmuştur. İslamiyet’in ve Kur’an’ın zaman üstülüğünün ve sonsuz üstünlüğünün üzerini örtmek için (hatırlayın kâfir kelimesinin bir anlamı da örten demekti) geliştirdikleri/oluşturdukları kavramlarla sinsi bir muhabere içine girmişlerdir. Geliştirilen argümanlara baktığınızda, İslamiyet’in modern bir anlayışın dışında kaldığı, Kur’an’ın çağdaş insanın ihtiyaçlarına cevap veremediği şeklinde spekülatif yaklaşımları görürsünüz. Modern ve onun gereklerini ifade eden modernite kelimeleri bu manada batının kuvvet atfettikleri silahlarındandır.Bu paradigmal zenginlikleri(!), onların kendilerini ve halklarını haklı ve mukni kılmalarına sebep oldu. Bugün batının, kendi doğusunda kalan millet ve medeniyetlere burun kıvırarak bakmasındaki temel saik bu “tanımlama avantajlarıdır”. Kendilerinden olmayanların geri, yobaz, vahşi, cahil ve kimliksiz olduklarına dair verdikleri hükümleri, bu tanımlama avantajları ile gerçekleştiriyor olması batının en büyük yanılgısıdır. Bizler Müslüman kimliğimizi tekrar keşfederek onu yeniden ihdas ettiğimiz takdirde, batının allı pullu boyasının bizim orijinal rengimiz karşısında akıp gideceğini görmek fevkalade mümkündür. Zira biz, dünyaya boyayı ve aldanışı değil, rengi ve fark edişi vadediyoruz.Mademki modern olmak, eskimemek, güncelliğini korumaktır, o halde soruyorum sizlere, zaman ihtiyarladıkça sürekli gençleşen Kur’an’ın müntesipleri midir kimliksiz olanlar yoksa bu hakikati tahrif ederek kendi bataklıklarını bir çiçek bahçesi gibi göstermeye çalışan batı mı? İlâhî bir sanat olan tabiattaki lale, sümbül ve gül kokusu ile ayılanlar mı kimliksiz, yoksa bir kimya laboratuvarında ürettikleri sentetik kokularla insanları sarhoş etmeye çalışan batı mı? Eşyanın esasının ve failinin binbir esmaya sahip bir kudreti mutlak olduğuna iman eden mi kimliksiz, yoksa eşyadaki bu emsalsiz sanat ve güzellikleri havaya, suya, toprağa ve güneşe veren batı mı kimliksiz?Kimlik dendiğinde akla gelmesi gereken şey, bir kişinin kendi varlığının kendinden menkul olmadığını bilmesidir. Yani insan, kendi var oluş sürecinde hem özne hem nesne olamaz. Bir resim, hem resim hem ressam olamaz. Dolayısıyla bu denklemden hareketle, kimlik sahibi olmak, yaratılış sürecinde nesne olduğumuzu (önce mahluk olduğumuzu ve bir bilinçle birlikte kul olduğumuzu idrak etmek) anlamaktır. Bu anlayışla birlikte, kimlik denilen niteliğin, yaratanın, yarattığı insan için öngördüğü konumun insan tarafından fark edilmesi ile elde edilen şerefli bir paye olduğunu idrak etmektir. Bu kimlik, haddini bilen insanın giydiği kulluk libasına onu yaratan kudretin taktığı rütbedir. Bu rütbeyi kimse çalarak ya da hilelerle elde edemediği gibi yok da edemez. Bunu hile ile elde eden de zaten o rütbenin insanı olmadığını tez elden açık eder. Tüm bu satırlar bizlere şunları göstermektedir ki; en modern hakikat Kur’an’dır. En modern insan Hz. Muhammed’dir (asm). En modern din ise İslamiyet’tir. Dolayısıyla hakiki Müslüman, zaman üstü bu hakikatlerin, güncel bir müntesibi, aktüel bir talebesi ve samimi bir temsilcisi olabilmeyi başaran kişidir. Yoksa modernitenin şeytani labirentlerinde kaybolan insanın, bu yüzyıldaki insanlara ne söyleyebileceği bir hakikat vardır ne de vadedebileceği bir cennet.Es’selam Alâ Men’ittebea’l Hüda
Şanlı tarihimizin, millî kültürümüzün en önemli unsurlarından biri yazımızdır. Aslında bize ait olan ve günümüzde artık Osmanlıca olarak tabir edilen tarihî Türkçe’miz bir yazı dilidir, farklı bir dil değildir. Konuyla ilgili aşağıdaki maddeleri gözden geçirelim:Birincisi: Kur’ân harfleri, şeâir-i İslamiye’dendir. Bediüzzaman Hazretleri bu İslam şiarına hayatı boyunca sahip çıkmış, eserlerini bu yazıyla te’lif etmiş, Risale-i Nur’a talebe olmak isteyenlere risaleleri hatt-ı Kur’ân’la yazma şartı koşmuştur. Kur’ân’ın bir tefsiri olan Nur risalelerinden doğrudan istifade edebilmek için İslam yazısını öğrenmemizi istemiştir.Bediüzzaman Hazretleri’nin hayru’l-halefi Hüsrev Efendi ise kendisini ziyarete gelenlere “Risale-i Nur’un lisanıyla konuşun. Risale-i Nur’un lisanı öz İstanbul lisanıdır” demiş ve bu şekilde Risale-i Nur’un muhafaza edip geliştirdiği gayet zengin bir Türkçe’nin Nur talebeleri vasıtasıyla yayılmasına çalışmıştır.1İkincisi: Kahraman ecdadımızın İslam’ı seçtiği günden bu yana Türkçe yazı dilinde kullandığı İslam harfleri, bin yıllık bir maziye sahiptir. Bediüzzaman hazretlerine göre Osmanlı Türkçesi, Türk Milletinin hatt-ı kadîmidir ve Risale-i Nur’un bir vazifesi, Kur’ân harflerini muhafaza etmektir. Bin seneden beri bu fedâkâr millet, bütün ruhuyla ve canıyla Kur’ân’ın hizmetinde emsalsiz bir kahramanlık göstermiştir.2İşte bu fedâkâr milletin evlatları ahir zamanın dehşetli fitneleri ve müthiş tahribatı içerisinde yeni telif edilen Risaleleri neşrederek Kur’ân’ın mana ve hakikatlerine hizmet ettikleri gibi yazı ve harflerine de hizmet ederek “hizmet-i Kur’âniye” manasını tam anlamıyla yaşayıp yaşatmaya gayret etmişlerdir.3Üçüncüsü: Bizim kültürümüz, bin yıllık eşsiz bir medeniyet üzerine bina edilmiştir. Osmanlı Türkçesini öğrenmek tarihimizle, kültür ve medeniyetimizle irtibat kurmak demektir. Eski(mez) harflerle okuyup yazabilmek emsalsiz bir hazinenin anahtarına sahip olmak gibidir. Bu zengin kültür hazinesine erişmek, düşünce dünyamız açısından da son derece önemlidir. Çünkü Osmanlı dönemi Türkçesi, günümüz Türkçesine kıyasla çok daha fazla kelime ve kavramlara sahiptir. İnsanlar ancak bildikleri kelime ve kavramlarla düşündükleri ve fikir ürettiklerine göre dildeki kelime dağarcığının kıymeti aşikârdır. Hem bir asır öncesine kadarki yazma ve basma eserlerin tamamı Osmanlıcadır. Bu sebeple Osmanlıca öğrenmek; tarihimize, kültürümüze ve ecdadımıza karşı vadesi çoktan dolmuş bir fikir borcudur.Hâsılı, şeâir-i İslamiye noktasında hatt-ı Kur’an’ı muhafaza etmek, şanlı tarihimizin bin yıllık kültürel birikimine birinci elden ulaşmak, hem gelecek nesillere sağlam bir kültür mirası bırakmak için ecdadımızın diline ve yazısına sahip çıkmamız gerekmez mi?1- Bediüzzaman Said Nursî ve Hayru’l Halefi Ahmed Hüsrev Altınbaşak, c. 3, s. 1231.2- Bediüzzaman Said Nursî, Şua’lar, s.326.3- Bediüzzaman Said Nursî ve Hayru’l Halefi Ahmed Hüsrev Altınbaşak, c. 3, s. 1226.
Dilimizin sınırları dünyamızın sınırları demektir.(Wittgenstein)Değer’e giden yolHer zaman şunu ifade etmişizdir:Değerler iki kaynaktan beslenir: Kur’ân ve Sünnet… Bu iki emanetten beslenmekle nurlanan kalbler, duygulara adeta güzel hasletlerin can-suyunu pompalar. Kendisi başlı başına bir edeb olan sünnet-i seniye ile bu güzel hasletler söze, fiile, tavra, hale yansır, ete kemiğe bürünür. Evet biliyoruz ki, günümüzde senelerdir bir değerler eğitimi furyası almış başını gidiyor. Sözde değerlerle, insanlığı kuşanmış iyi insan modeli aranıyor. Lakin bu değer arayışının ve değer dizaynının bahsettiğimiz iki kaynaktan bağının kesik olduğuna şahit oluyoruz. Allah aşkına, hayat rehberi olan Kur’ân’ın ahlakıyla ahlaklanma neticesini vermedikten sonra, dost ve düşmanının ittifakıyla en güvenilir ve doğru sözlü olan Seyyidü’l-Beşer’e (sav) bizi teslim etmedikten sonra değer tesmiyesiyle karşımıza çıkan kısır, fâni kavramlar; hakiki insana ve insaniyete ulaştırabilir mi?Kat’a ve asla. İlk günden bu yanaMilletçe hakiki insanı ve insaniyeti aradık. Evet İslamiyet’i hak din olarak kabul ettiğimiz o ilk günden bu yana. İslamiyet’in sancaktarlığını payesi ve kâmil insanın taşıdığı vasıfları işte emanet bırakılan Kur’ân ve sünnetten derledik. Veda hutbesinde en pak ağızdan ifade edilen bu iki mukaddes emanete sahip çıkmakla İslam medeniyetinin en büyük eseri olarak insanı ortaya koyduk.Vakit ilerledi. Toplumda, özellikle son iki asırda, Batı’nın bozuk felsefelerinin tesiriyle imanını kaybedenler, şüphe ve vesveselere düşenler oldu. Toplumun hayatını tesiri altına alan yozlaşmalar şahsın hayatından, insanın manasından başladı. Ahlaklar bozuldu. Yapılacak iman hamleleriyle arzulanan insan ve toplum modeline tekrar kavuşulacaktır inşallah. Yeter ki İslam medeniyetinin temeline yerleşen Kur’ân ve sünnetin şahsa ve topluma taşınmasında köprü olacak dinamikleri harekete geçirebilelim. Bunlardan birisiBelki de en önemlisi çok rahatça söyleyebiliriz ki dildir. Hiç şüphesiz bu dil, insanın kemal yolculuğuna açılan yolda, insan ile iki büyük emanet arasında köprü olan vasıfta bir dildir. Bu dil, Cennet dili olan Arapça ve yanı sıra Farsça ile zenginleşmiş hakikatlerle örülü Türkçedir. Kur’ân’ın yazısını kabul etmeyle, imani ve ahlaki hakikatlerin muhtaç olanlara aktarılmasında önemli bir vazifeyi icra eden ve etmekte olan “Osmanlı Türkçesi” isimli meşhur dildir. Kur’ân’ın yazısıyla hayat bulan, bu dille kalemden kaleme, dilden dile neşredilen eserlerle İslamiyet tanınmış, Allah’ın varlığı ve birliğine olan itikad kuvvetlenmiş, Peygamberimizin sünneti hayat tarzına dönüşmüştür. Hafızalar Kur’ân yolunda nurlanmış, kuvvet kazanmıştır. Gaflet perdesi yırtılmış, fenaya ve nisyana mübtela olan insan kendini bulmuş, hayatlar beka bulmuştur. Kalbler metanet kazanmış, gözler ve gönüller sekinet ile tanışmıştır.İnayet ve uhuvvet düsturuyla nice kalemler kınlarından çıkmış, kılıcın yapamadığını yapmıştır. Kur’ân harfleriyle satırlara taşınan hakikatler, idraklere ve vicdanlara yerleşmiştir. İslam harflerinin sayesinde/gölgesinde bir millet yetiştirmiştir. MeselaHatıra geldi, bahsetmeden geçmeyelim. İslam yazısıyla yazılan ikinci eserin ismi Atebetü’l Hakayık… Manası: Hakikatlerin eşiği. İslamiyet’i kabul ettiğimiz zamanda, hemen kapı başı bir eser. İslamiyet’e geçen koca bir millet… Talim edilecek çok şey var. Var ki bunlarla son ve Hak olan din yaşanacak. Hurafeler terk edilecek. İmanlar kuvvetlenecek. Alınlar secdeye gidecek. Güzel ahlak incileri sahiplenilecek.Türkistan’da yaşayan, doğuştan iki gözü kör olan Edib Ahmed te’life başlıyor, ayet ve hadislerin ışığında Kur’ân ve Sünnet’i temel alarak güzel ahlakı ruhlara işliyor, aşılıyor. Kaynaklarına istinaden asırlar boyu ruhlara tesir ediyor. Lakin dikkat: Güzel Türkçemizin güzelleşmeye başladığı ilk devrede, Kur’ân’ı, hakikatleriyle beraber harfleriyle de talim ettiren bir eser: Atebetü’l Hakayık.SonralarıMalum, birçok güzide eser. Bunlar üzerine teşekkül eden bir İslam ve insan medeniyeti. Mukaddes kitabımıza olan hürmetle hayatın içerisine çekilen hatt-ı Kur’ân. Sahifeler ve levhalar… Hepsi baş tacı. Ferdin ve toplumun inşasında gül çehreli goncaların, ter ü taze çocukluk demlerini Kur’ân harflerinin muhafazasında, gençlik bağına bağlandığı demler.Yiğit elbette…Düştüğü yerden kalkar. İnsanı insan yapan, toplumu toplum yapan değerleri derlediğimiz kaynaklar belli. Bu kaynaklarla bağın kesilmesi İslam yazısından uzaklaşmakla oldu, bu da belli. Yol yordamda elbette belli: Çocuklarımızı anne sütü çağında Kur’ân’ın harfleriyle buluşturmak... Anne sütüne teşbih edilen güzel Türkçe hakiki değerini başka nasıl bulabilir ki?Rabbimiz,خَيْرُكُمْ مَنْ تَعَلَّمَ الْقُرْآنَ وَعَلَّمَهُ hadisinin sırlarına mazhar olmayı ve bu sırları ferden fevcen hayatımıza yansıtmayı ihsan buyursun. Âmîn!
Tasavvuf ve İslamî tarikatlar, yüzyıllardır İslâmiyet’e büyük hizmetler yapmışlardır. Tasavvuf ve tarikat yoluyla birçokları manen büyük makamlar elde etmişlerdir. Bu yolla birçokları da nefislerini terbiye ederek, günahlardan uzak durmuşlar ve imanlarını kurtarmışlardır. Sonunda bizi Cenâb-ı Hakk’a vardıracak istikametli yollar içinde milyonlarca evliya yetiştirmiş tasavvuf ve tarikatın yeri, kıymeti ve ehemmiyeti büyüktür. Bedîüzzaman Hazretleri, Mektûbât adlı eserinde 29. Mektûb’un 9. Kısmı olan Telvîhât-ı Tis’a risâlesinde tarikatı o kadar güzel anlatıyor ki; “Tarikat Nedir?” sorusunu en makul, mantıkî ve ikna edici şekilde cevaplandırıyor. Bedîüzzaman Hazretlerinin Risâle-i Nûr’un birçok yerinde ifade ettiği hususları da göz önüne aldığımızda bütün manevî mesleklerin amacının nihâyetinde iman hakikatlerinin kişinin şahsında inkişaf etmesi yani gelişmesi ve açılması olduğunu anlıyoruz. Doğal olarak tarikatların neticede ulaşmak istedikleri ve istikametli gidenlerin ulaşacakları nokta iman hakikatlerinin kişide tahkiki hale gelmesidir. Böylece iman-ı tahkiki dediğimiz sarsılmaz, bükülmez, bid’a ve küfür rüzgârlarından etkilenmez bir imanî seviye elde edilir. Tarikatta, kalp Allah’ı zikrederek manen işlettirilir ve velâyet mertebeleri geçilir, iman-ı tahkiki elde edilir.Tarikatın özelliklerinden birisi de Allah zikriyle gelen manevî mutluluk ve zevklerdir. Şu asırda daha fazla hissedilen stres ve sıkıntılı hallerden sıyrılmanın ve kuvve-i maneviyenin (moral) düzeltilmesinin yöntemlerinden birisi Allah’ı zikretmektir. Allah’ı zikreden, hiçbir zaman yalnız olmadığını anlar. Yalnızlıktan korkmaya gerek yoktur. Her yerin Cenâb-ı Hakk’ın kulları ile dolu olduğunu bilir.Tarikat ile elde edilen velâyet (velilik), risâletin (peygamberlik) ve şerîatın (Kur’ân’ın hükümleri) delillerindendir. Çünkü velilikte iman hakikatleri, kalp gözü ve ruha ait manevî zevkler sayesinde dünya gözüyle görmüş gibi görülür. Böylece tarikattaki manevî zevk ve keşiflerle şerîatın hükümlerinin gerçek olduğu anlaşılır. İşte bu yönleri yüzünden kimileri tarikatı eleştirmişler ve tarikatların ortadan kalkmasına çalışmışlar. Halbuki istikametli tarikatlar, İslâmiyet’e çok büyük hizmetler etmişlerdir. İçlerine giren bazı ehil olmayanlar yüzünden yüzyıllardır bu kadar büyük hizmetler yapan bu manevî yolun bir anda silinip atılması insafsızlıktır. Tarikatlar, küfür âleminin ve Hristiyan siyasetinin İslâmiyet’in nurunu söndürmek için yaptıkları saldırılara karşı direnen üç büyük kaleden biridir. Fetihten itibaren 550 sene, Hilâfet merkezi olan İstanbul’un 550 ayrı noktasına yayılarak haçlılardan korumuşlardır. Camilerin arkalarındaki tekkelerde zikrederek “Allah, Allah!” diyen ehl-i tasavvuf, marifetullahtan ve imanlarından gelen kuvvetle İstanbul’un manevî bekçileri olmuşlardır. Sıradan bir ehl-i tarikatın imanına dalâlet ehli birisi saldırsa, kendisinden daha bilgili kişilerden daha iyi kendisini korur. Çünkü tarikatın verdiği manevî zevkle, şeyhini sever, ona bağlanır. Büyük günaha da girse, kâfir olmaz. Öyle kolay kolay şeyhini bırakmaz. Bu sayede imanını da korur. Sıkı sıkıya bağlı olduğu şeyhini ve tarikatını, onun gözünde kimse çürütemez. Şeyhine ve şeyhinin silsilesine olan bağlılığı onu zındıkadan kurtarır. Böyle avamdan, çok da bilgisi olmayan çok kişiler, nice âlimlere kıyasla kendilerini daha iyi muhafaza edebilmişlerdir. Tarikatın özellikle bu yönü, gerçekten toplumun önemli bir kesiminin iman dairesinde kalmasını sağlaması cihetiyle, bir çeşit iman kurtarma hizmeti vazifesi gördüğünü göstermektedir.Tarikat ehli eğer istikametli giderlerse yeterli imanî seviyeye gelerek ebedî ahiret saadetini kazanabilirler. Ayrıca tarikat vasıtasıyla kalpler manen gelişip, kişiler hakiki insan haline gelebilir. Tarikata giren kişi, aynı zamanda bir manevî silsileye bağlanmış oluyor. Girdiği yolun başlangıcından bulunduğu zamana kadar tarikat silsilesinde bulunan mübarek zatlar, onun ahiret yolculuğunda bir çeşit arkadaşı hükmündedir. Bu silsilenin bağlılarıyla birlikte yalnızlıktan kurtulup, silsilede bulunan her bir mübarek zat, onun için iman davasına önemli bir delil olmaktadır. Bu da onun kuvve-i maneviyesini güçlendirmektedir. Tarikatın verdiği terbiye ile iman çekirdeği çimlenir, büyür, yetişir. Allah’ı zikretmekten gelen kalbî uyanış ile tarikat ehli, dinin emri olan ibadetlerini isteyerek yapar. Allah’tan gelen her şeye teslim olup, tevekkül ederek ve rıza göstererek, gerçek zevk ve kedersiz lezzet tarikat aracılığıyla kazanılabilir. Tarikat yolunda gidenler ihlası kazanarak gizli şirk denilen riyadan uzak dururlar. Nefislerini manevî kirlerden temizleyerek, gururdan ve nefs-i emmârenin kötülüklerinden kurtulurlar. Kalben yaptıkları zikir ve aklen yaptıkları tefekkürle günlük işleri ibadet hükmüne geçebilir. Ayrıca tarikattaki seyr ü sülûk ile insan-ı kâmil (olgun insan) olmaya çalışılır. Yani samimi, gerçek bir Müslüman olmak hedeftir. Bedîüzzaman Hazretlerinin Telvîhât-ı Tis’a Risâlesinden yola çıkarak ifade ettiğim yukarıdaki hususların geçerli olabilmesi için, gidilen yolun istikametli olması, Sünnet-i Seniyye’nin ve Şerîat-ı Ahmediye’nin dışına çıkılmaması gerekir. Bazı yanlış yapanlar ve kötüye kullananlar yüzünden tüm tarikatlar ve ehl-i tasavvuf kötülenmemelidir. Osmanlı Devleti’nin son dönemlerinde tarikatı suiistimal eden ehliyetsiz kişilerin ortaya çıkmasıyla her bir tarikattan bir temsilcinin yer aldığı Meclis-i Meşâyih kurulmuştur. Bu sayede icazetsiz, usulsüz kendini şeyh ilan edenlere izin verilmemiştir. Risâle-i Nûr, nasıl ki hakikat mesleğiyle iman-ı tahkikliye ulaştırıyorsa, tarikat mesleğinin de nihaî amacı aynıdır. Bedîüzzaman Hazretleri, eserlerinin birçok yerinde Risâle-i Nûr’un tüm Müslümanların malı olduğunu ifade etmektedir. Ehl-i tarikat da bu sebeple Risâle-i Nûr’u okumalıdır. Risâle-i Nûr’dan istifade etmelidir. Bu risâleler sadece belli bir kesim için kaleme alınmamıştır. Bu asırda imanlarını kurtarmak ve tahkiki hâle getirmek isteyen herkesin okuması gereken bir tefsirdir.
Osmanlı Türkçesi, Kur’an harfleri ve geriye dönük bağ kurma dediğimizde neden Risale-i Nurlarla ilişkilendirdik cümlesi zihnimizi meşgul edebilir. Buraya takılıp kalmamak adına hemen bir açıklık getirelim.Kur’an harfleriyle tedrisatın, okuyup yazmanın, herhangi bir şekilde kullanmanın kesinlikle yasak olduğu bir dönem yaşadık. Gerekçe vardır yoktur, varsa da doğrudur yanlıştır kısmı uzun çeker, ayrıca konuşulabilir; fakat bir şekilde bu uygulama cari olmuş ve bizi tarih ve kültürümüze bağlayacak harf ve dahası lisanla bağımız koparılmaya çalışılmıştır. Bu noktada ciddi tartışmalar olmuş, siyasetçisinden edebiyatçısına, Yahudi kökenli olanından göçmenine pek çok kimse karşı çıkmıştır. Lakin olan olmuş ve önce harfler değişmiş, sonra da yavaş yavaş kelimeler ve lisan değişmeye başlamıştır.Bu değişimin önünde kimse duramadı, Bediüzzaman hariç. Evet, Bediüzzaman Hazretleri İslam’a dair çok şeyin muhafazasında olduğu gibi, Kur’an namına Osmanlı Türkçesinin harf karakterleri yani yazısı ve teraküm eden ilmi, dini, kültürel, tarihi kelimelerin korunmasında da başrol oynamıştır. Başarmıştır da…Nasıl mı? Gelin, beraberce hatırlayalım.Müslüman bir alim olan Bediüzzaman üç devir görmüş, bütün süreçlerde ve hayatı boyunca Kur’an’ın ve Sünnet-i Seniyyenin emrettiği hayat tarzını yaşamak konusunda dik durmuştur. İslam’ın şiarı kılık kıyafetinden yeme içmesine, yasak olduğu dönemlerde ezanı aslından okumaktan Kur’an harfleriyle yazıp okumaya kadar ne varsa canlı tutmada gayret etmiş ve hiçbir şekilde, hiçbir zaman diliminde vaz geçmemiştir. Kendisi böyle olmakla beraber etrafında toplanan talebeleri de aynı şekilde davranmış ve bu ortak hareket ediş kuvvetli bir direnç mekanizması haline gelerek, Osmanlı’da olup sonradan yasaklanan İslam’ın emrettiği bu şeylerin kitlesel olarak korunmasına imkân vermiştir.Çünkü Bediüzzaman’ın İslam’ ın emrettiğini yaşama manasındaki dik duruşu, gelen manevi erozyondan kurtulma çabası içinde olan ve tutunacak bir dal arayanlara dayanak olmuş, onun rol-modelliğinde savrulmaktan kurtulmalarına sebep olmuştur. Üstatları etrafında toplanan Nur Talebeleri, bütün yasaklamalara ve zorluklara rağmen üstatlarıyla irtibatta kalmışlar, fikri ve manevi salabetlerini temin ve tesis edecek Risale-i Nurun hem ortaya çıkmasında rol almışlar hem de istifade edip ettirerek kopmamayı temin eden köprü olmuşlardır.Bediüzzaman’ın Kur’an’dan istifadeyle asrın idrakine söylediği sözleri, -bulabildikleri kağıtlara- Kur’an harfleriyle yazmışlardır. Ortaya çıkan risaleleri Kur’an harfli asıllarından okumuş, yazarak çoğaltmış, eline geçecek diğerlerine de bu şekilde okutmuşlardır. Risale-i Nur etrafında, ülke çapında adeta bir üniversite kurulmuş, eserin olduğu her yer (hapishaneler de dahil) birer mektebe, dersliğe dönüşmüş ve imani, dini, kültürel, tarihi… dersler okutularak herkesi yakacak imansızlık ateşine karşı İbrahim-vari (as) bir gömlek giydirilmiştir. Risale-i Nurlarla muhatap olanlar o ateşten mahfuz kaldıkları gibi, halleri ve kavilleriyle de etrafındaki insanlara tutunacak birer dal olmuşlardır.Risale-i Nurun dairesine giren veya onunla muhatap olan kim varsa, imanın emrettiği ile yeni kanunların emrettiği arasında kalmaksızın vicdanının hükmüne razı gelip o büyük kopuşta sağlam kalanlar olmuşlardır. Dinsizlik ateşinin dünyayı kavurduğu o yakıcı mevsimde, okudukları iman dersleri sayesinde, Rablerine tutunup güvenmekle adeta cenneti yaşamışlardır.Bütün bunlarla beraber Bediüzzaman Hazretleri, büyük kırılmanın belki de tek istisnası olarak, Allah’ın onun etrafında teşkil ettiği insanlarla/cemaatle mutlak kopuşun en büyük engelleyicisi olmuştur. Duymuşsunuzdur, -Allah göstermesin- mesela kesilen bir el, şartlarında muhafaza edilerek korunursa, belli bir zaman içerisinde tekrar yerine dikilebilmektedir. Çünkü hayatiyeti hala devam ediyordur. İşte Bediüzzaman Hazretleri de Kur’an harflerini dini, tarihi ve kültürü ile bağı/iletişimi kesilmeye çalışılan toplumumuz içerisinde bir hayatiyet merkezi oluşturarak yani Kur’an harflerini farz-ı misal canlı bir yapı yani bir cemaat içerisinde muhafaza ederek, geçmiş ve ona ait ne varsa onlarla bağlarımızın kopmasını engellemiş, kendi değerlerinden beslenmeye devam eden o yapıyla da topluma can suyu olmuştur.Risale-i Nur etrafında toplanan talebeler, geçmişe dair gerçek bir kopuş yaşamamış, tam tersine yaşanmamasına vesile olmuşlardır. Burada olan şey çok önemlidir. Zira günümüzde Kur’an harfleriyle biriken belgeler arşivlerde muhafaza ediliyor, üniversitelerin bazı bölümlerinde Osmanlı Türkçesi dersleri veriliyor, lakin hiçbirisi lisanın toplumun içinde korunması gibi olmayacaktır. Bir ailede büyüğünden küçüğüne, bir toplulukta mühendisinden ilahiyatçısına, çobanından bürokratına kadar herkesin muhataplığıyla sürdürülen ve yaşatılan bir şeyin topluma maya olma özelliği diğer hiçbir şey de olma ihtimali yoktur. Bugün Osmanlı Türkçesi derslerinin örgün eğitimden yaygın eğitime, sivil toplumdan resmî kurumlara pek çok yerde muhatap bulabilmesinin altında da bu duruş vardır ki, meslekleri farklı da olsa maya tutan insanların gayretleriyle bu çalışmalar sürdürülebilmektedir. Makine mühendisliğini bitiren veya ev hanımı bir kardeşimiz bu dersleri verebilmektedir. Çünkü eğitim denilen şey esasında ortamdır. Onlar da çekirdekten yetişmiştir. Kopmadan canlı bir bünyede devam ettirilen şahs-ı manevinin muhataplığında ders görmüştür.Risale-i Nur bu haliyle bu zamanda başlı başına bir sefine-i Nuh’tur. Kopmamanın adıdır. Sadece yazısıyla mı? Elbette değil!Risale-i Nur eserleri, barındırdığı aşağı yukarı kırk bin kelime sayısıyla muhatap olanlara ciddi bir kelime ve mana zenginliği kazandırmaktadır. Bu kelimeler tarihi, dini, kültürel ve geçmişle bağı kurmamıza vesile olma kabiliyetleri cihetiyle önemli bir veri tabanıdır. Hani İngilizlerin tek bir İngiliz bile kalmasa Şekspir varsa tüm özellikleriyle yeniden bir İngiltere vücuda getirilebilir dedikleri cinsten. Yani Risale-i Nura muhatap olan bir kişi, imana dair sağlam bilgi ve ruh alabildiği gibi, Osmanlı son dönem, geçiş dönemi ve yeni dönem hakkında kod bilgilere de sahip olabilmektedir. Bu vesileyle geçmişten teraküm eden bilginin özüne ve künhüne vakıf olabilmekte, en önemli detay olarak ciddi bir nazar yani bakış açısı kazanabilmektedir.Yine günümüzde sıkça bahsedilen ve ehemmiyeti her gün daha belirgin hale gelen yazılım meselesinde, özellikle savunma sanayiinde, nasıl ki yerli ve milli nidalarıyla gayretli bir arayış içerisindeyiz, aynı şekilde bu asrın manevi dehşetinden kurtulmaya vesile olacak imani bilgi yani yazılım da Risale-i Nur’da mevcuttur dersek abartı olmaz. Zira bu eserler akıl, kalb ve vicdanların sadece yaralanmakla kalmayıp tarumar edildiği, fıtri ve kendi kültürüyle alude olmaktan çıkarılıp yabancılaştırıldığı son iki yüz yılda akıl ve kalbe hitap eden ve fabrika ayarlarına ama güncel versiyonuyla dönmeye vesile olma kabiliyetine sahiptir.Güncel versiyondan kastım, Mehmet Akif’in “Doğrudan doğruya Kur’an’dan alıp ilhamı, Asrın idrakine söyletmeliyiz İslam’ı” dediği cihetledir, ki işte bu tam da Risale-i Nur’dur.Şimdi bütün bunlardan sonra kendimize dönüp bakalım isterim. Yavuz Bülent Bakiler “Türkiye neden Avrupa’nın gerisinde?” diye bir sual sorar ve bunu okumadığımıza bağlar. Devamında ders kitapları üzerinden bir istatistik paylaşır. “Resmî rakamlara göre İngiltere’de 12 yıl eğitimden geçen çocukların ders kitapları 71 bin kelime ile yazılmaktadır. Bu rakam Japonya’da 40 bin, İtalya’da 32 bin. Üzülerek söylüyorum ki bu rakam Türkiye’de 6 bin veya 7 bin arası değişmektedir. Bir taraftan batı ülkelerinde 70 bin ila 40 bin arası, diğer tarafta ‘oku’ emrine rağmen okumayan ülkemizde 6-7 bin kelime. Bizim çocuklarımız ise bu 7 bin kelimenin %10’u ile düşünüp konuşuyorlar.”Bugün bu konuda değişiklikler muhakkak var, okuma ve anlama üzerine ciddi gayretler gösteriliyor. Burada önemli olan sadece kelime bilgisini artırmak değil elbette. Kendi kültürel ve dini değerlerimizi taşıyan kodlar olması olmazsa olmazdır. Bu noktaya ne zaman geliriz bilemiyorum. Lakin bu manasıyla ciddi bir kelime zenginliği olan Risale-i Nur eserlerine bu cihetle tekrar dikkatlerinizi çekmek isterim. Bir detay daha vereyim; 1926’ dan itibaren alsak son üç çeyrek asır daha da artarak toplumumuzda her yaştan ve meslekten insanın muhatap olduğu eserlerden, yani yapalım, edelim değil, yapılan ve kesintisiz devam eden bir eğitim sürecinden bahsediyoruz.Hadi bir detay daha söyleyeyim; Anadolu’ya -sözüm ona- komünizm girme saati bile hesaplanmıştı, İngilizler hilafetle bütün müslümanların ipini ellerine alacaklardı, bu ülkede bey, paşa, efendi bile denilmeyecekti… hiçbirisi onların istediği seviyede olmadı. Antivirüs gibi imdada gönderilen Nur Risaleleri, dinsizlik ve sair zararlı virüslere karşı panzehir oldu ve Anadolu’yu tekrar ayağa kaldırdı, hamdolsun.Raflarımızda çoklukla kitaplar vardır. Belki bazılarını diğerlerinden çok da okumuşuzdur. Amma Risale-i Nur, her gün belirli bir miktar okunan, hatta yazılan, içindeki hakikatleri ezberlenen bir eser olmuştur. Müzakere ve mütalaa ortamlarının kitabı olarak barika-i hakikatin tuluuna zemin teşkil etmiştir. En dinsize karşı bazen bir çobanı çıkarmış, dünyanın en iyi üniversitesinden mezun olmuş, kariyer yapmış bir akademisyen gibi konuşturmuştur. Ümidin, savunmanın, cihadın ve direnişin simgesi olmanın yanında, hayatlara dokunarak müspet manada değiştirerek ve koruyarak biz olmamızın ve dinsiz her türlü yapıya karşı direncimizin dinamosu olarak ayakta kalmamızı sağlamıştır.Dönemin milletvekillerinden birisi Bediüzzaman Hazretlerine gelerek, “Said, İngilizler senin eserlerindeki tesirli iman derslerinin farkına varmakla kalmayıp ona karşı mücadele edemeyeceklerini anlamışlar, bu sebeple tek çarenin senin vücudunu ortadan kaldırmak olduğuna hükmetmişler, kendine dikkat et” demiştir.Hadi canım sende diyorsanız, lütfen fotoğrafın bütününe bakınız.Demem o ki Risale-i Nur her ne kadar içimizde ve göz önünde bunca faaliyet yapıyor olsa da bazı çevrelerce gözden ırak tutulmaya, yasak esermiş gibi davranılmaya/gösterilmeye çalışılıyor. Batı ve doğunun neredeyse okunmadık kitabı kalmamışken, kendi topraklarımızda telif ve neşrolunan, bizi ve bize ait olanı en güçlü sesle ortaya koyan bu eserlere bigâne kalırsak bizi kurtaracak şekspir olamaz, bilesiniz!
Hayat, mücadele ve gayret gerektiren bir yolculuktur. Bizler de bu hayat yolculuğunda hem dünyamızı imar etmek hem de ahiretimizi kazanmak için mücadele eden yolcularız. Peki, bu yolculukta en önemli yardımcımız nedir? Elbette, şevk!Şevk, bizi gayrete getiren, içimizdeki enerjiyi harekete geçiren güçlü bir dinamodur. İnsanın bu çetin hayat mücadelesinde en büyük dayanağı, içten gelen şevkidir. Onsuz mücadele tesirsiz ve yetersizdir. Lakin hayatı yaşarken karşımıza birçok düşman çıkar. Bu düşmanlara karşı mücadele etmeyi öğrenmemiz hem dünyevî hem de uhrevî muvaffakiyetimizin anahtarıdır.En Büyük Düşman: Ümitsizlik Hayat meydanında mücadele ederken karşımıza çıkan ilk ve en büyük düşmanımız ümitsizliktir. Ümitsizlik, bu mücadelede bizi en çok zayıflatan ve yolumuzdan alıkoyan bir duygudur. Manevi gücümüzü zayıflatır, bir zehir gibi etkisiz hale getirir. Kişi bu duygunun esiri olursa, mücadele gücünü kaybeder ve çabalarını sürdüremez. Bu, kişinin ruhunu en derinden yaralayan bir zayıflık halidir. Bir işin zorluğunu görünce hemen pes etmek, “Yapamam, başaramam” demek, gayretimizi kırar. Bu noktada Allah’ın (لا تقنطوا) “Ümitsizliğe kapılmayın!” ayetini hatırlayarak, ümidimizi daima diri tutmalıyız. Ne kadar zor olursa olsun, ümitvar olmalı, karşımıza çıkan zorluklara göğüs germeliyiz. Evet, ümitsizliğe karşı en güçlü silah, Allah’ın rahmetine olan inancımızdır. Kişi, ne kadar zor durumda olursa olsun, Allah’ın rahmetinden ümit kesmemeli, sürekli olarak O’ndan yardım dilemelidir. (لا تقنطوا ) kılıcı, ümitsizliğe karşı insanın en güçlü dayanağıdır ve bu silah manevi anlamda bizi diri tutar.Despot Düşman: Üstün Olma ArzusuMaddi ve manevi çalışmalarımızın gayesi Hakk’a hizmettir. Hakk’a hizmet, doğruya, adalete ve hakkaniyete yönelmektir. Allah’a ve doğruya yönelmiş bir gayret aslında çatışmasız, huzurlu ve saf bir gayrettir. Ancak, zamanla bu hizmette başarılı oldukça, nefsin üstünlük devreye girebilir ve kişiyi yolundan saptırabilir. Bu kibir ve üstünlük arzusu, kişiyi asıl gayesinden uzaklaştırır ve ihlâsa zarar verebilir. Oysaki bizim niyetimiz, yalnızca Allah rızası olmalıdır. Bu noktada (Sadece Allah için olun!) prensibini hatırlayarak kibir ve üstünlük arzusuna kapılmadan işlerimize devam etmeliyiz. Bozguncu Düşman: AcelecilikAcelecilik, insanın hayat mücadelesinde en sık karşılaştığı düşmandır. Büyük idealler ve hedefler peşinde koşarken acelecilik devreye girer ve işlerin hemen neticeye varmasını isteriz. Oysa hayatta her şey sebep-sonuç zinciri içinde gerçekleşir ve aceleci tavırlar bu düzeni bozar; dolayısıyla hedefimize varamadan gayretimizi boşa çıkarır. Başarı, sabır ve sebatla gelir. Bu bağlamda, (Sabredin, sebat edin ve hazırlıklı olun!) ayeti bize rehber olmalıdır. Sabır, yalnızca zorluklar karşısında değil, süreçlerin fıtri akışını koruyarak hareket etmenin de anahtarıdır. Sabır kalkanı ile acelecilikten kaynaklanan zayıflıklardan korunarak gayretimizi kaybetmeden yola devam edebiliriz.Dağıtıcı Düşman: Bencillik ve Şahsi Çıkarlarİnsan, yaratılış itibariyle medenidir, yani sosyal bir varlıktır. Yalnız yaşamaya değil, toplum içinde diğer insanlarla birlikte yaşamaya ve ilişkiler kurmaya meyillidir. Ayrıca insan, fıtraten toplumsal düzen ve adalet içerisinde yaşaması gereken bir varlıktır. Bu düzen, insanın hem kendi haklarını hem de başkalarının haklarını gözetmesiyle sağlanır.Bencillik ve şahsi çıkarlar, insanın bu sorumluluklarını ve büyük ideallerini dağıtıp parçalar. Kendi çıkarlarını ön planda tutan kişi, topluma ve insanlığa hizmet edemez. Halbuki biz, başkalarına en fazla fayda sağlayan kişiler olmalıyız. Peygamber Efendimiz’inخَيْرُ النَّاسِ اَنْفَعُهُمْ لِلنَّاسِ “İnsanların en hayırlısı, insanlara en faydalı olandır.” hadisini rehber edinerek, yalnızca kendimiz için değil, tüm insanlık için çalışmalıyız. Fırsatçı Düşman: Başkalarının TembelliğiBaşkalarının tembelliği ve ilgisizliği, bizim de tembelliğe kapılmamıza yol açabilir. İnsan, çevresindeki insanların rehaveti ve gevşekliği karşısında etkilenip kendi himmetini, gayretini zayıflatabilir. “Onlar çalışmıyor, o halde ben niye çalışayım” demek, hayat yolunda büyük bir tuzaktır. Oysa Allah’a tevekkül eden bir mümin, sadece O’na dayanır. Mealen “Tevekkül edenler sadece Allah’a tevekkül etsin!” ayetini hayatımıza şiar edinmeliyiz.Gaddar Düşman: İşi Birbirine BırakmakZaman zaman nefsimiz bize acizlik ve güvensizlik hissi verebilir. Zorlandığımız ya da ilk etapta başaramadığımız bir meselede geri çekilip işi başkalarına havale etme yoluna gideriz. Bu, sanki yükümüzü hafifletiyormuş gibi görünse de aslında büyük bir yanılgıdır ve uzun vadede bir çözüm değildir. Fakat bu büyük bir aldanmışlık halidir ve uzun soluklu bir çözüm değildir. Yeryüzünde Allah’ın halifesi olarak yaratılan insan “Ben bu işi yapamam, bu yükü kaldıramam, başkası yapsın, memleketi ben mi kurtaracağım” diye düşündüğümüzde, “Siz hidayet üzere oldukça, sapkınların size zararı dokunmaz” ayetiyle moralimizi yüksek tutmalıyız. Biz yeter ki doğru yolda olalım, Allah yardımcımız olacaktır.Dinsiz Düşman: Allah’ın Vazifesine MüdahaleAllah’ın vazifesine müdahale etmek, insanın bilerek ya da bilmeyerek Allah’ın iradesi ve takdirine karışma çabasıdır. Kendi sınırlarını aşarak, hadiseleri kendi isteği doğrultusunda yönlendirmeye çalışmak, ilahi kudretin işleyişine müdahale etmek manasına gelir. Bu, Allah’ın planını sorgulamak veya değiştirmeye çalışmak demektir. Bu düşünce tarzı, dinsizlikle yakından ilişkilidir. Çünkü iman, Allah’ın her şeye hâkim olduğuna ve her işin O’nun iradesi ile gerçekleştiğine inanmayı gerektirir. Bu nedenle, bizler kendi vazifemizi yerine getirmeye çalışmalı, Allah’ın emirlerine bağlı kalmalı ve O’nun işlerine karışmamalıyız. “Emrolunduğun gibi dosdoğru ol!” hakikatine sarılarak bu tehlikeli düşünceye karşı durmalıyız.En Tehlikeli Düşman: Rahata MeyilHayat yolunda insanın karşısına çıkan en tehlikeli düşmanlarından biri, rahata meyildir. Rahat arayışı, çaba göstermeden kolay bir hayat arzulamak, aslında daha büyük meşakkatlerin doğmasına sebep olur. İnsan fıtratı gereği, mücadele ve gayretle gelişir. Gayret gösterilmeyen bir hayat, zamanla daha büyük sıkıntılara yol açarak insanı sefaletin ve çaresizliğin kucağına iter.Bediüzzaman Hazretleri (ra) rahat ve kolay yaşama isteğini, insanların karşılaştığı tüm sıkıntıların ve ahlaki çöküşlerin kaynağı olarak gösterir. Rahat arayışı, insanı tembelliğe, azim ve gayret eksikliğine sürükler, bu da manevi ve ahlaki çöküşe neden olur. Ona göre, rahat zahmettedir. Çalışma ve mücadele insanın fıtratına en münasip davranışlardır. Lezzet denilen şey de ancak hareketin neticesi olarak ihsan edilir. Her şeyin lezzeti o çabanın içerisindedir. İnsan ancak emeğinin karşılığını alabilir; hiçbir şey çaba sarf edilmeden elde edilemez. Bu yüzden, çaba ve mücadele hem dünyevi başarısı hem de manevi tatmin için vazgeçilmezdir.İnsan, kolay yoldan başarıya ulaşmak isteyebilir; ancak gerçek muvaffakiyet, sıkı çalışmakla gelir. لَيْسَ لِلْاِنْسَانِ اِلَّا مَا سَعٰي “İnsan için ancak çalıştığının karşılığı vardır.” ayetini kendimize rehber edinip, rahata kapılmadan zorluklara karşı direnmeliyiz. Unutmayalım ki, en büyük rahatlık zorlukların ardından gelir.Geliniz, bu mücadele dolu hayat yolunda, karşımıza çıkan tüm bu düşmanlara karşı daima şevkle ilerleyelim. Hizmet yolunda asla geri adım atmayalım. Unutmayalım ki, Allah yolunda samimiyetle çalışanlara en büyük yardımı yine O yapacaktır. Allah’ın yardımı ve inayeti daima bizimle olsun! Âmin!
Her halimize, her işimize ve her sözümüze dikkat etmeliyiz. Öyle ki, sözlerimiz, davranışlarımız, ayıplamalarımız, eleştirmelerimiz ve takdirlerimiz ya lehimize veya aleyhimize dua veya beddua hükmüne geçebilir. Çünkü her şeyi yaratan Allah’tır. Asıl nedenini bilemediğimiz için, verdiğimiz tepkilerin bir ucu Yaratana dokunabilir. Yani “kabak sahibine” dokunabilir; dikkatli olmalıyız. Her anımızı şuurlu bir şekilde yaşamalıyız. Bununla ilgili yakınlarımda gördüğüm üç tane hadiseden bahsedeceğim. Birincisi halaoğlumla ilgili bir hadisedir. Yeni evlenmişti. Evlendikten sonra bir türlü uyum sağlayamadı. İnsanın aile hayatı dünyadaki Cennetidir. Lakin ona bu evlilik cehennem oldu. Evlilikteki saygı ve sevgi tesis edilemedi. Ne kadar araya girenler olduysa da başarılı olamadılar. Bir türlü uyum ve imtizaç gerçekleşmedi. Kısacası evlilik aşısı tutmamıştı. Bu nedenle de ayrılık gerçekleşti.İnanmış bir gönül sahibi yakınımız, Halise Hanım, yeğeni için “Allahü Teâlâ kendi yaşına uygun çocuksuz birini denk getirse, hayırlı bir yuva kursa…” diye dualı bir cümle kurar. Bu cümleyi duyan cemaatten biri, kalbi iltihaplı ve Allah’a itimadı az bir ağız, “Ah ne var! Kasap, öyle istediğin yerden et kesse!” der. Bunun üzerine Halise Hanım, samimiyetini şöyle ifade eder: “Ben kasaptan değil, her şeye kadir olan Allah’tan istiyorum.”Gerçekten bir zaman sonra tam umulan şekilde bir evlilik gerçekleşti. Demek “kabak sahibi” yani sahibimiz bizi duyuyor. Kabak sahibinin duyduğuna inanan ve bilenler, nice kerametlere kavuşuyor. Ah, bizler de tam manasıyla Allah’a bi güvenebilsek! Aklımıza, ilmimize ve irademize güvendikçe başaramıyoruz. Tevekkülü, sabrı ve takvayı unuttukça nice musibetlere davetiye çıkarıyoruz. Yalnız “Allah’tan yardım dilemek ve yalnızca ona kul olmak varken” başımıza gelen belalar, nankörlüğümüzü yüzümüze haykırıyor.İkinci hadise, gurbet günlerimizde başımızdan geçen bir hadisedir. Bayram geliyordu. Sıla-i rahimi gerçekleştirmek de farz olduğu için memlekete gitmemiz gerekiyordu. Hanıma, “Memlekete giderken bir araba kapımızın önüne gelse, kapının önünde arabaya binsek, kapının önünde insek ne iyi olur?” dedim.Hanımın, “Heyhat, nasıl olacak o iş bey?” sorusuna, “Neden olmasın, Allah her şeye kadir! Öyle değil mi? Allah istedikten sonra her şey olur.” cevabını verdim. Sonradan yaşadıklarımızdan anladık ki, duanın icabet vaktiymiş. Gönülden ve dilden geçenlerin harika bir şekilde kabulüne şahit olduk.Günler günleri kovaladı. Derken, arefe gününe birkaç gün kaldı. Bir arkadaşım telefon etti. “Mehmed ağabey ben Antalya’ya gideceğim, eğer uygun görürsen beraber gidebiliriz.” dedi. Ben de “kabak sahibinin bu cevabını” duymuş ve kabul etmiş oldum. Rabbime şükrettim.O bayram, kapının önünden arabaya bindik ve kapının önünde indik. Dönüşte de tekrar kapının önünde binip kapının önünde indik. Hulasa, bütün sesleri duyup cevap veren birisi var. Yeter ki biz ondan, inanarak ve ona ihtiyacımızı bilerek isteyelim. Çünkü her şeyin dizgini ve anahtarı onun elindedir. Bir iş bir işe mâni olmaz. Onun için uzak yakın yoktur. Sinelerimizde gizlediklerimizi, gönlümüzde hapsettiklerimizi de bilir. Üçüncü hadise, öğretmenliğe yeni başladığım yıllarda yaşandı. Çok sevdiğim bir ağabeyimi ziyarete gittim. Hatırladıkça bazen, “Keşke gitmez olaydım!” derim. Biraz hoş sohbetten sonra bir ara, “Ne kadar para biriktirdin Mehmed?” diye sordu. Ben de “Üç bin mark.” dedim. O büyüğüm de gülerek bana “Çerez parası!” dedi. Elimde olmayarak, bu hor ve hakir gören görülüşten dolayı yüreğim cız etti. “Bu hal benim tercihim değil. Fakat ne diyebilirdim ki… Allah’ın rızık taksimine itiraz edecek de değilim. Anada yok, babada yok. Lakin Allah’ta var! İstediğine hesapsız verirken, bazen de birden alıverir.” dedim.Büyüklüğüne uymayan o alaycı ifadeyi, ona hiç yakıştıramadım. Kendisi, nasip olmuş, sıfırdan milyoner olmuş. Bundan olsa gerek, benim zar zor biriktirdiğim paraya “çerez parası” demişti. Ne var ki üç beş yıl içinde elinde ne var ne yok hepsi gitti. Birçok işler yaptı. En son yaptığı iş çerez satmaktı ve bu işten emekli oldu.Hayatımdan bu üç misal, “kadere fetva verdirmek” cümlesinin içini doldurmakla birlikte, dikkatli olmak konusunda ikaz da ediyor. Faydasını umarak paylaşmış oldum.
Ayet-i kerimede şöyle buyruluyor: “Birbirinizin gıybetini yapmayın; sizden biriniz ölmüş kardeşinin etini yemekten hoşlanır mı? İşte bundan tiksindiniz. O halde (ölmüş kardeşinizin etini yemekten farksız olan gıybet hususunda) Allah’tan korkun. Şüphesiz Allah tövbeleri çok kabul eden, rahmeti pek ziyade bol olandır. (Hucurat, 12)” Acaba gıybet niçin ölü eti yemeye benzetiliyor?Çünkü nasıl ölmüş kişi, kendisini savunamazsa, gıybeti yapılan kişi de orada hazır olmadığından savunma noktasında ölü gibidir ve kişi kardeşinin aleyhinde konuşmakla onun şerefini, haysiyetini bir güzel parçalamış ve yemiş olur. Allah’ın Resulü (sav) gıybeti şöyle tanımlar: “Gıybet nedir bilir misiniz? Gıybet, kardeşinizi hoşlanmayacağı şekilde gıyabında anmanızdır (Müslim, Birr).” Şöyle düşünelim; farz edelim ki hakkında konuştuğumuz kişi kapı dışında bizi dinliyor. Eğer hakkındaki konuşmamızdan hoşlanacaksa ve memnun kalacaksa o gıybet olmaz. Aksi halde konuşmamız onu üzecekse, kıracaksa ve incitecekse o, gıybet kapsamına girer. Gıybetin kötülüğü saymakla bitmez. Hadiste şöyle buyurulur: “Nasıl ateş odunu yer bitirirse gıybet de yapılan iyiliklerin sevabını yer bitirir.” Allah Resulü (sav) bir başka hadislerinde şöyle buyururlar: “Miraç Gecesi bir kavim gördüm. Cife yiyorlardı. Bunların kim olduğunu sordum. cevaben denildi ki: Bunlar, insan eti yiyenler; yani gıybet edenlerdir.”(Ebu Davud, Edeb) Bir gün Hz. Aişe validemiz (ra), “Ya Resulallah! Safiye’nin boyunun kısa olması size yetmez mi?” diye bir söz sarf etmiş bulunuyor. (Efendimiz (sav) bundan hoşlanmıyor.) Buyurdular ki: “Ey Ayşe! Öyle bir söz söyledin ki denize düşse denizi kirletirdi.” (Tirmizi) Ata el-Horasani (ra) diyor ki: “Birisi sizin gıybetinizi yaptığı zaman kederlenmeyin. Zira o, sevaplarını size bağışlamış olması hasebiyle bilmeden size büyük iyilik yapmış olmaktadır.” Ebu Muhammed der ki: “Kıyamet günü kişi, amel defterini eline aldığı zaman, dünyada iken yapmadığı bazı amel ve iyiliklerin sevabını görür. “Ya Rabbi! Bunlar bana nereden geldi?” dediği zaman: Bunlar, senin haberin olmadığı halde gıybetini yapan kimselerin senin defterine aktarılan sevaplarıdır.” Said Bin Cübeyr de şöyle diyor: “Kul, hayatında çok ameller yapar, iyilikler yapar ama amel defterinde bunların sevabını göremez. Sorduğunda cevaben denir ki: Dünyada gıybetini yaptığın kimselere senin sevapların aktarıldı.” Abdullah Bin Mübarek (ra) şöyle diyor: “Eğer ben gıybet edecek olsaydım, anne babamın gıybetini yapardım. Zira iyiliklerimi bağışlamama onlar, başkalarından daha çok layıktırlar.” Fudayl b. İyaz diyor ki: “Gıybet eden kimse bir mancınık kurarak güzel amellerini güneye, kuzeye, doğuya, batıya her tarafa savuran kimseye benzer.” Büyük fakîh ve mutasavvıflardan Süfyani Sevrî de şöyle diyor: “Kardeşinin seni nasıl anmasını istiyorsan sen de kardeşlerini öyle an! Gıybeti terk etmenin sevabı da çok büyüktür.” Vüheyb Bin el Verd (ra) diyor ki: “Yemin ederim ki bana göre gıybeti terk etmek, altından bir dağı sadaka vermekten daha kıymetlidir.” Veki’ bin el-Cerrahın (ra) sözü de şöyle: “Gıybeti terk etmenin şerefine bakın ki ondan, çok az kişi tamamen uzak kalabilmektedir.” İki kişi arasında kıyaslama yapmak da gıybet kapsamına girer. Süfyan-ı Sevri (ra) hastalandığında Yahudi iki doktor muayene için geliyorlar. Muayenelerini tamamlayıp çıktıktan sonra diyor ki: “Eğer gıybet olmasından korkmasaydım; biri diğerinden tıpta daha ileridir” derdim. Bir gün İsa Aleyhisselam havarileriyle birlikte giderken şöyle demiş: “Üzeri açılmış vaziyette uyuyan bir kimse görseniz ne yaparsınız?” Havariler, “Üzerini örteriz ya Ruhullah!” dediklerinde demiş ki: “Hayır! Siz tam tersine daha da üzerini açarsınız.” Havariler bu kez, “Nasıl olur ya Nebiyyallah?” dediklerinde İsa (as): “Bir kardeşinizin gıybeti yapıldığında siz de ilaveten o kardeşinizin aleyhinde bildiğiniz şeyleri söylüyorsunuz. Bu, uyumakta olan kardeşinizin açılmış olan elbisesini daha da açmaktan daha beter bir şeydir” diyor. Müminler kardeş olduklarına göre büyüklerimiz diyorlar ki: “Din kardeşini gıybet eden kimse, kendi elini kolunu ve herhangi bir azasını ısıran kimse gibidir.”Gaflet ettik gıybete düştük ne yapacağız? Efendimiz Aleyhissatü Vesselam buyuruyor ki: “Gıybetin kefareti, gıybeti edilen kardeşiniz için istiğfar etmenizdir.” Yani gıybete düştüğümüz zaman hemen “Ya Rabbî! Beni ve o kardeşimi affet, bağışla!” diye duaya yönelmek lazım. Cenab-ı Hak, gıybetin her türlüsünden muhafaza etsin. Gıybetten hakkıyla kaçınan bahtiyar kulları arasına bizleri dahil eylesin, amin.
Aile hayatının hayatı ve mutluluğu, samimi hürmet ve hakikî merhamet ile olabilir. Bu hakikî hürmet ve samimî merhamet ise; Allah’a ve ahirete imanla yani evliliği sadece dünyaya münhasır görmemek, refikasıyla ebedi alemlerde de beraber olmak inancıyla olabilir.Lütfen dikkat! Bu zamanda Müslümanlara en dehşetli darbe, aile cihetinden geliyor. Gücünü Kur’an, Sünnet-i Seniyye ve aileden alan toplumun yapısını bozmak için, her platformda, muhtelif dehşetli çalışmalar yürütülüyor. Eşler arasındaki hürmet ve merhamet zarar görüyor. Gençler, heva ve nefislerinin arzuları kamçılanarak sefahete ve ahlaksızlığa sevk ediliyor. Böylelikle Müslümanların sosyal hayatına, dolayısıyla din-i İslam’a zarar veriliyor.Halbuki, insanın dünya hayatındaki en önemli merkezi ailesidir ve aile, insanın dünyadaki cennetidir. Herkesin hanesi, onun küçük bir dünyasıdır. Her bir aile, küçük bir ümmettir. Ve aile, toplumun mayasıdır. Toplumun düzeni ve selameti, ailelerimizin kendi kültür ve ahlakımızla şekillenmesiyle mümkündür. Unutmayınız ki aile bozulup dağıldığı gün toplum da yoktur.Tarihimiz şahittir ki vatan savunması aileden başlar. Ailemizi koruyabilirsek, neslimize sahip çıkabilirsek, vatanımızı da değerlerimizi de koruyabiliriz. Öyleyse, ailenin tahribe çalışıldığı bu zamanda, elbette daha uyanık olmak, ailemize sahip çıkmayı en önemli vazife bilmek mecburiyetindeyiz. Kıymetli Dostlar!Aile hayatının hayatı ve mutluluğu, samimi hürmet ve hakikî merhamet ile olabilir. Bu hakikî hürmet ve samimî merhamet ise; Allah’a ve ahirete imanla yani evliliği sadece dünyaya münhasır görmemek, refikasıyla ebedi alemlerde de beraber olmak inancıyla olabilir.Aileye karşı girişilen bu dehşetli tehlikeye maruz kalmamanın tek çaresi; âdâb-ı İslamiye ve Peygamber Efendimizin sünnet-i seniyyesine uygun hareket etmektir.Müslüman bir ailede karı ve koca, “Benim eşim, ebedî bir âlemde, ebedî bir hayatta, daimî bir refika-i hayatımdır. Böyle daimî arkadaşlığın hatırı için her bir fedakârlığı ve merhameti yaparım.” diyerek eşine muhabbetle, şefkatle, merhametle bakabilir. Yoksa kısa bir süre beraberlikten sonra ebedî ayrılığa uğrayacak o arkadaşlık düşüncesi, elbette geçici ve mecazî bir merhamet ve yapmacık bir hürmeti netice verir. Sadece suret güzelliği ve bunun gibi başka menfaatler ve başka galip hisler, o hürmet ve merhameti yok edip o dünya cennetini, cehenneme çevirir.Hem biliyoruz ki dünya hayatı bir imtihandır. Ailede de ufak tefek sıkıntılar kaçınılmazdır. Burada mühim olan; karı koca, ellerinden geldiği kadar birbirilerinin kusurlarını ıslaha çalışmalıdır ki, ebedî arkadaşlıklarını muhafaza etsinler. Ne mutlu o kocaya ki, eşinin dindarlığına bakıp taklit eder; refikasını hayat-ı ebediyede kaybetmemek için mütedeyyin olur. Bahtiyardır o kadın ki, kocasının dindarlığına bakıp “Ebedî arkadaşımı kaybetmeyeyim” diye takvaya girer. Yazıklar olsun o karı kocaya ki, birbirinin günahını ve sefahetini taklit ediyorlar, birbirinin ateşe atılmasına yardım ediyorlar.Hasılı Dostlar! Hayatın lezzetini ve zevkini istiyorsak, hayatımızı iman ile hayatlandırmalı, farzlarla süslemeli ve günahlardan çekinmekle muhafaza etmeliyiz. Başka yol yok!
Rivayet odur ki Gönenli Mehmet Efendi, Sultan Ahmet Camii’ne tayin edilince çevreyi incelemiş. Fakir ve düşkün kimseleri bulup alâkadar olmak istemiş. O civarda oturan âmâ (kör) bir kimse olduğunu öğrenince ziyaretine gitmiş. Selâm verip:- Efendim ben Sultan Ahmet Camii’ne imam geldim. Hem sizi ziyaret etmek hem de üzerime düşen bir vazife varsa onu ifa etmek isterim, demiş.Âmâ adam:- Hoş geldiniz Efendi, Allah razı olsun, demiş.Mehmet Efendi:- Maaşınız falan var mı, diye sormuş.- Hayır, yok, cevabını vermiş adam.Mehmet Efendi:- Peki, başka yerden geliriniz falan, demiş.Âmâ adam:- Hayır, herhangi bir gelirim yok, demiş.- Peki, neyle geçiniyorsunuz, diye sorunca; âmâ adam öfkelenmiş:- Bundan size ne efendi? Bir de imamsınız. Rızık kimden hoca? Gidebilirsiniz, diye terslemiş.Mehmet Efendi çıkmak zorunda kalmış. Lâkin o gece gözüne uyku girmemiş. Ertesi gün sabah yine gitmiş ve kapıyı çalmış. Âmâ adam içeriden:- Kimsin? diye seslenmiş. Mehmet Efendi:- Dün kovduğun yüzsüz imam, cevabını vermiş. Âmâ adam kapıyı açmış:- Gene neye geldin, diye söylenmiş.Mehmet Efendi:- Hiç efendim, ziyaretinize geldim. Beni bin defa kovsanız da yine geleceğim demiş. Âmâ adam:- Adın ne senin? demiş.- Adım Mehmet Öğütçü, efendim. Gönenli Hoca diye tanırlar beni, diye karşılık vermiş. Âmâ adam bunu duyunca:- Buyur gir içeri, konuşalım, diyerek içeriye buyur etmiş. Mehmet Efendi içeri girince âmâ adam:- Kusura bakma hoca, dün kalbini kırdım. Hakkını helâl et, demiş. - Estağfirullah efendim. Sizin gözleriniz görmez, kimsenin yardımına ihtiyaç duymuyorsunuz bu nasıl oluyor? Sırrınız nedir, meraktayım deyince âmâ adam:- Benim sırrım şu Mehmet Efendi: Ben her gün kuşluk namazını kıldıktan sonra “Ya Rabbi! Kuşluk senindir, güzellik senindir, nimet ve her şey senindir. Eğer rızkım gökte ise, yere indir. Yerde ise, çıkar. Uzakta ise, yaklaştır. Haram ise, helâl et. Dar ise, genişlet ve elime ilet.” diye dua ederim. Sonra ellerimi yüzüme sürer sürmez, biri gelir sağ dizime vurur. “Aç elini!” der. O günkü ihtiyacımı verir gider. Kuşluk namazı kıldığım her gün bu böyle devam eder.Aynı zat bugün de geldi ve sağ dizime vurarak benim kısmetimi verdikten sonra, sol dizime vurarak, “Bunu da Gönenli Mehmet Efendi’ye ver.” dedi. Al kısmetini.Bu sözlerin duyan, Büyük âlim, fakirlerin ve talebelerin manevi babası Gönenli Mehmet Efendi “İlâhî ya Rabbi! Hikmetinden sual olunmaz.” diyerek içli içli ağlamaya başlamış.Mehmet Efendi bu hatırasını naklederken şunu ifade etmiştir: “O âmâ adamdan bu mübarek kısmeti aldıktan sonra ömrü hayatımda hiç darlık ve sıkıntı çekmedim.”Rızkını Rezzak olan Allah’tan bilmeyip de onun mahlûkundan beklemek, insanı Cenâb-ı Hak’tan uzaklaştırıp, başkasına muhtaç eder. Rabbim cümlemizi, rızkını Allah’tan bilen kullardan eylesin. Âmin.
İstanbul’u yenileştiren ve yerlisini şaşırtan istilâların en gizlisi ve en tesirlisi yabancı saatlerin hayatımıza girişi oldu. Saatten kasdımız, zamanı ölçen âlet değil, fakat bizzat zamandır.Eskiden kendimize göre yaşayışımız, düşünüşümüz, giyinişimiz ve kendimize göre dinden, ırktan ve ananeden hayat alan bir zevkimiz olduğu gibi, bu hayat üslûbuna göre de saatlerimiz ve günlerimiz vardı. Müslüman gününün başlangıcını şafağın parıltıları ve sonunu akşamın ışıkları tayin ederdi. Madenden sağlam kapaklar altında saklı tutulan eski masum saatlerin yelkovanları yorgun böcek ayakları tarzında, güneşin sema üzerindeki hareketiyle az çok ilgili bir hesaba uyarak, minenin rakamları üzerinde yürürler ve sahiplerini, zamandan aşağı-yukarı bir doğrulukla haberdar ederlerdi. Zaman sonsuz bahçe ve saatler, orada açan, kâh sağa, kâh sola meyleden, güneşten rengârenk çiçeklerdi.Yabancı saati alışkanlığından evvel bu iklimde, iki ucu gecelerin karanlığıyla simsiyah olan ve sırtı, çeşitli vakitlerin kırmızı, sarı ve lâcivert ateşleriyle yol yol boyalı, büyük bir canavar halinde, bir gece yarısından diğer bir gece yarısına kadar uzanan yirmi dört saatlik “gün” tanınmazdı. Işıkta başlayıp ışıkta biten, on iki saatlik, kısa, hafif, yaşanması kolay bir günümüz vardı. Müslümanın mesut olduğu günler, işte bu günlerdi; şerefli günlerin vakalarını bu saatlerle ölçtüler. Gerçi, astronomi hesaplarına göre bu saat iptidaî ve hatalı bir saatti. Fakat bu saat, hâtıraların kutsî saatiydi.Alafranga saatin âdetlerimiz ve işlerimizde kabulü ve alaturka saatin geri safa düşüp camilere, türbelere ve muvakkithanelere bırakılmış battal bir “eski saat” haline gelişi, hayata bakış tarzımız üzerinde korkunç bir tesire sahip olmamış değildir. Giden saatler babalarımızın öldüğü, annelerimizin evlendiği, bizim doğduğumuz, kervanların hareket ettiği ve orduların düşman şehirlerine girdiği saatlerdi. Bunlar, hayatı etrafımızda serbest bırakan geniş, kayıtsız dostlardı. Gelen yabancılar ise hayatımızı bozup onu meçhul bir düstura göre yeniden tanzim ettiler ve ruhlarımız için onu tanılmaz bir hale getirdiler. Yeni “ölçü” bir zelzele gibi, zaman manzaralarını etrafımızda altüst ederek, eski günün bütün setlerini harap etti ve geceyi gündüze katarak saadeti az, meşakkati çok, uzun, bulanık renkte bir yeni “gün” meydana getirdi. Bu, müslümanın eski mesut günü değil, sarhoşları, evsizleri, hırsızları ve katilleri çok ve yeraltında mümkün olduğu kadar fazla çalıştırılacak köleleri sayısız olan büyük medeniyetlerin acı ve sonu gelmez günüydü. Unutulan eski saatler içinde eksikliği en çok hasretle hatırlanan saat akşamın on ikisidir. Artık on iki, solgun yeşil sema altında, ilk yıldıza karşı müezzinin müslümanlara hitap ettiği, sokakların lâcivert bir sisle kapandığı, ışıkların yandığı, sinilerin kurulduğu ve yarasaların mahzenlerden çıkıp uçuştuğu o tesirli ve titrek saat değildir. Akşam telâkkisinden koparak, kâh öğlenin sıcağında ve kâh gece yarılarının karanlığında mevcut olmayan bir zamanı bildiren bu saat, şimdi hayatımızda renksiz ve şaşkın bir noktadır. Yeni saat, müslüman akşamının hüzünlü ve şaşaalı dakikasını dağıttığı gibi, yirmi dört saatlik yabancı günün getirdiği geçim şekli de bizi fecir âleminden uzak bıraktı.Başka memleketlerde fecri yalnız kırdan şehre sebze ve meyve getirenlerin ahmak gözleriyle, ızdırap çekenlerin şişkin kapaklar içinden bakan kırmızı ve perişan gözleri tanır. Bu zavallılar için fecrin parıltıları, yeniden boyuna geçirilecek olan hayat ipinin kanlı ilmeğini aydınlatan bir ışıktır. Halbuki fecir saati, müslüman için rüyasız bir uykunun sonu ve yıkanma, ibadet, neşe ve ümidin başlangıcıdır. Müslüman yüzü, kuş sesleri ve çiçek kokuları gibi fecrin en güzel tecellilerindendir. Kubbe ve minareleri o alaca saatte görmemiş olan gözler, taşa en ilâhî manayı veren o akılları hayrette bırakan mimarîyi anlamış değillerdir. Esmer camiler, fecirden itibaren semavî bir altın ve semavî bir çini ile kaplanır ve İslâm ustalarının tamamlanmamış eserleri o saatte tamamlanır. Bütün mâbedler içinde güneşten ilk ışık alan camidir. Bakır oklu minareler, güneşi en evvel görmek için havalarda yükselir.Şimdi heyhat, eski saatle beraber akşam da fecir de bitti. Birçoklarımız için fecir, artık gecedir. Ve birçoklarımızı güneş, yeni ve acayip bir uykunun ateşlerinden, eller kilitli, ağız çarpılmış, bacaklar bozuk çarşaflara dolaşmış, kıvranırken buluyor. Artık geç uyanıyoruz. Çünkü hayatımıza sokulan yeni ve fena günün eşiğinde çömelmiş, kin, arzu, hırs ve haset sürülerinin bizi ateş saçan gözlerle beklediğini biliyoruz. Artık fecri yalnız kümeslerimizdeki dargın ve mağrur horozlara bıraktık. Şimdi müslüman evindeki saat, başka bir âlemin vakitlerini gösterir gibi, bizim için gece olan saatleri gündüz ve gündüz olan saatleri gece renginde gösteriyor. Çölde yolunu şaşıranlar gibi biz şimdi zaman içinde kaybolmuş kimseleriz.
1590’da senesinde Manisa’da doğdu. 13 yaşında tahta geçti. Aziz Mahmud Hüdayi Hazretlerine “pederim” ifadesinde bulunacak kadar bağlı oldu, en güzel biçimde hürmette bulundu. 27 yaşında mide hastalığı sebebiyle vefat etti. Yaptırmış olduğu Sultan Ahmed Camiinin yanındaki türbeye defnedildi. Tek nüshası Millet Yazma Eser Kütüphanesinde bulunan bir divançede şiirlerini topladı. Şiirlerinde “Bahtî” mahlasını kullandı. Şu kıt’ası, Peygamberimize olan bağlılığını ve muhabbetini göstermesi açısından önem taşır: “Nola tâcum gibi başımda götürsem dâimKadem-i resmini ol şâh-ı rusulünGül-i gülzâr-ı nübüvvet o kadem sâhibidürAhmedâ durma yüzün sür kademine o gülün”Aşağıdaki münacat, ihlas başta olmak üzere çeşitli taleplerin Cenab-ı Hakk’ın dergâhına sunulması cihetiyle muhataplarında bir farkındalık sağlamaktadır.“İlâhî her nefes ilhâmun üzre olsun a‘mâlümRızân üzre geçe dâ’im cihân içre meh ü sâlüm”(İlhâm: Feyzle ibadın kalbine Cenâb-ı Hak bir şey ilkâ ve telkin etmek / A’mâl: Amelin cem’i, a’mâl-i sâliha / Rızâ: Hoşnudluk, memnuniyet-kader-i İlâhîye serfürû etme / Meh ü sâl: Ay ve sene) “Allah’ım! Amellerim, cümle işlerim her nefes, her an senin kalbime ilhamın üzerine dosdoğru olsun. Ve böylelikle dünya misafirliğimde her ayım her senem senin rızanı kazanmakla ve rızana teslimiyetle geçsin.”إِنَّمَا الْأَعْمَالُ بِالنِّيَّاتِ“Ameller, niyetlere göredir.”Sadakte, yâ Resulallah! En güzel niyet, her işinde her amelinde Allah’ın rızasını aramak. Onun rızasını kazanmaya çalışmak. Kesretli maddi menfaatleri, kasvetli arzuları elin tersiyle bir ücra kenara itmek. Bu uğurda değil bir cihanda, bin cihanda yalnız kalacağını bilse de illaki “rıza-yı İlahi” diyebilmek. Elbette ibadetlerde Allah’ın rızası aranmalıdır. Lakin bu arayış ibadetlere münhasır kalmamalıdır. Her bir an-ı seyyâle aynı tonda aynı hızda devam edebilmelidir. O vakit görülecektir ki güzel niyetin üzerine İlahi feyiz bulutlarıyla nefes nefes rahmet serpintileri yağdırılmaktadır. Gönül ülkesinin semaları, asr-ı saadet çarşısından renkler taşıyan Cennet-asa tefekkürle, şevkle tezyin olmaktadır.Ahhh, şu ihlâs!..* * *“Habîbün gitdügi yoldan çıkarma bir kadem taşraAnun şer‘-i şerîfi üzre olsun cümle ef‘âlüm” (Kadem: Adım / Taşra: Dışarı / Şer-i Şerîf: Peygamberimizin tebliğ buyurduğu usul-i mukaddese, şer-i Muhammedî / Ef’âl: Fiilin cem’i, ameller, işler)“(Allah’ım!) Habibinin gittiği yoldan bir adım bile dışarı çıkarma ki bütün fiillerim onun sünnet-i seniyesi üzerine olsun.”مَنْ أَطَاعَنٖي فَقَدْ أَطَاعَ الٰلهَّ Bana itaat eden Allah’a itaat etmiş olur. Sadakte, yâ Resulallah! Sana itaatle değil yıldızlara ulaşmak, yıldızların kendisi olundu. Mübarek kademin yalnız yaşarken izi izine takip edilmedi, bu takip asırlarca sürdü. Aynı tazeliğiyle, aynı samimiyetiyle. Emir ve nehiy; fiilin, kavlin, hâlin, tavrın ile ruhlara yerleşti. Hayatlar böylelikle hayat buldu. Ve insan “kâmil” oldu.Hem sana itaatle sadece ferd değil koca milletler ihya oldu. Yolunu selametle buldu. Dünyaya aranan huzuru getirdi. Beşeriyeti hakiki değerine yükseltti. Aynı yaşadığın zamanki gibi. Sana itaatle… Aranan insan sende, özlenen toplum sende. Ahhh, şu omuzumuzdaki emanet: sünnet!* * *“Hudâyâ enbiyânun silkine sâlik idüb dâ’imSülûküm togrı yoldan eyle artur ‘izz ü ikbâlüm” [Hudâyâ: Allah’ım! / Silk: Bir kimsenin tuttuğu yol meslek, inci boncuk dizilen iplik / Sâlik: Yola girici ve yol tutup gidici olan / Sülûk: Bir yola girme, bir yol tutup o yolda yürüme / İzz: İzzet, şeref (zilletin zıddı) / İkbâl: Tali’ ve bahtın teveccühü, müsadesi (kabul’den)]“Allah’ım! Daima, nebiler kervanının yolunun yolcusu eyleyip doğru yolda yol aldır. Ki izzet ve ikbâl bundadır.”قُلْ آمَنْتُ بِاللّٰهِ ثُمَّ اسْتَقِمْ“Allah’a inandım de, sonra da dosdoğru ol!”Sadakte, yâ Resulallah! Hani bunca nebi gelmiş,لَٓا اِلٰهَ اِلَّا اللّٰهُdava etmiş. Ahireti göstermiş, oraya hazırlık yaptırarak dünya hayatını manalı kılmış. Tutunanlar, istikamette gitmiş. Bahtiyar olmuş. İki cihan saadetini kazanmış.Öyle de şimdi, Bahti müstakim olmağı istemiş, çok mu? Asıl izzeti ikbali bu istikamette bulması Sultanlar Sultanına (sav) tabiiyetini göstermez mi? O nebilerden müteşekkil inci dizili halkanın Dürr-i Yektasına ümmet olmaklık büyük bir nasip değil mi? Ahhh, Muhammedü’l-Emin Aleyhissalatü Vesselamı ihtiyarlatan ayet-i kerimenin gösterdiği hatt-ı istikamet!* * *“Tekâsülden berî kıl cümle mahlûkun umûrındaKi hidmet kılmada kullarına olmaya ihmâlüm”(Tekâsül: Tembellik etme, üşenme, kaydsızlık, ihmâl / Berî: Sâlim, azâde, temizlenmiş / İhmâl: Bir şeyi hâli üzere terk etmek ve abes komak ve boşlamak)“(Allah’ım!) Cümle yaratılmışların işlerinde tembelliğe düşmekten beri kıl. Kıl ki kullarına hizmette bir ihmâlim olmaya.”خَيْرُ النَّاسِ مَنْ يَنْفَعُ النَّاسَ“İnsanların en hayırlısı, insanlara faydalı olandır.”Sadakte, ya Resulallah! Sen insanların hem dünyalarını hem ahiretlerini kurtardın. İmanı kalplere dem ve damarlara işleyecek derecede yerleştirdin. O imanla simsiyah bulutlarla kaplanmış şekavet asrını saadet asrına çevirdin. 23 senede, her yönüyle bozulmuş bir toplum iman güneşinin nuruyla aydınlandı. Bu sadece insana değil koca bir beşeriyete en büyük en mukaddes bir hizmet. Hem de ferd ferd, fevc fevc…Şimdi Yaradan için insana niçin hizmet edilmiyor, terk ediliyor? Tembellik tozları bünyeyi o kadar mı sardı? Evet, aynı şuura ihtiyacımız var. Sünnetinin ittibaıyla ve ihyasıyla canlanan, kıpırdanan bir şuura. Kora dönüşmüş imanın alevlenmesine. Bencillik dehlizlerinden çıkıp hamiyetperverliği kuşanmaya. İster sultan ol ister geda…Ahhh, şu Hakka ve Hak hesabına hizmet! Ayn-ı huzur…* * *“Çü ben Bahtî’ye virdün hâtırumda yog iken devletSana ısmarladum yâ Rab umûrum cümle ahvâlüm” (Devlet: Baht, tali’, saadet-câh ve nimet-müstakilen idâre olunan ve ülkesi, devlet-i Osmaniye / Umûr: Emr’in cem’i, işler / Ahvâl: Hâl’in cem’i, hâller)“Yâ Rab! Mademki Bahtî’ye hatırımda yok iken devlet verdin, (ben de) cümle hâllerimi sana ısmarladım.” يَامُحَوِّلَ الْحَوْلِ وَالْاَحْوَالِ حَوِّلْ حَالَنَٓا اِلٰٓى اَحْسَنِ الْحَالِ “Ey bütün hâlleri değiştirerek hâlden hâle çeviren Allah’ım, hâlimizi en güzel hâle çevir.”Yâ Resulallah! Duan duamızdır. En güzel hâl Rabbimizin razı olduğu “Senin hâlin ile hâllenmek”tir. Bunca devlet, bunca saadetin şükrü böylelikle mümkündür.Bu hâle arzını sunan Bahti’ye binler tebrik!* * *Bir Hadis:Nu’mân bin Beşîr’den rivayettir: Peygamberimiz, “Dua ibadetin ta kendisidir.” buyurdu. Sonra şu ayeti okudu: “Rabbiniz buyurdu ki: ‘Bana dua edin, size icabet edeyim (duanıza cevab vereyim)! Şübhesiz benim ibadetimden (yüz çevirip) kibirlenenler, yakında zelil olan kimseler olarak Cehenneme gireceklerdir!’” Me’haz: 1. Lügat-i Remzi, Lügat-i Naci, Kamus-ı Türki, Kubbealtı Lügati2. Divan-ı Adlî, Millet Kütüphanesi, Ali Emiri Manzum, No: 53, s. 1) (Sultan Ahmed’in kendi hattı)
Sözlükte “baş” anlamındaki Farsça “ser” ile Arapça “levha” kelimelerinden oluşan “serlevha” bir yazının başlığı demektir. Genellikle Kur’ân-ı Kerîm’de Fatiha ile Bakara suresinin ilk âyetlerinin yer aldığı karşılıklı sayfalarda görülür. Serlevha sayfasının tezhibi renk, desen ve motif bakımından zahriye sayfasının tezhibiyle uyumlu olur. Kur’ân-ı Kerim, Mushaf haline getirilip yazılmaya başlanmasından itibaren tarih boyunca Müslüman sanatkârlar tarafından en güzel şekilde tezyîn edilerek ona verilen ehemmiyeti göstermişlerdir. İlk dönemlerde Mushaf’ın istinsahı ve muhafazası ön planda tutularak süslemesi ikinci planda bırakılmıştır. Kur’ân’ın doğru okunabilmesi ve anlam bütünlüğü açısından kısımlarının belirlenmesi niyetiyle âyet sonlarına ve sure başlarına ufak motifler yerleştirilerek Mushaf tezyinatının ilk adımları atılmıştır. Serlevhalar Kur’ân-ı Kerîm’in tezyîn geleneğiyle oluşmaya başlayan bir form olsa da tarihte farklı alanlardaki pek çok kitabın ilk sayfalarında da göz alıcı tezyinat kullanılmıştır.Serlevha tezhibinde dönemlere göre özellikle Mushaf’larda farklı üslûplarla geliştirilerek İslâm süsleme sanatının en zengin örnekleri ortaya konmuştur. En erken süsleme örnekleri VIII. yüzyılda Mushaf’larda sure başlarında şerit, geçme, âyet sonlarında ise daire, renkli, altınlı, sade desenler şeklinde görülür. Daha sonraki dönemlere tarihlenen Mushaf örneklerinde sure başı yatay ve dikdörtgen tezhip ile çerçevelenmiş, sayfanın kenar boşluklarına cetvele bitişik sure başı gülü yarım daire veya damla biçiminde yapılmıştır. IX-X. yüzyıl Mushaf’ları çok sade geometrik desenlerle, sûre başları dar veya enli şeritlerle altın, kırmızı ve yeşil renkle boyanarak serlevha tezhibi oluşmaya başlamıştır. XI. yüzyıldan sonra dikine dikdörtgen biçiminde serlevha tezhibi formları tasarlanmış, sûre başı tezhipleri metni kuşatan çerçeve hâline gelmiştir. Desenlerde geometrik düzenlemeli geçmeler bu dönemin öne çıkan özelliklerindendir. XII. yüzyılın ilk çeyreğine ait serlevha tezhibi örneklerinde altının yeşil, kırmızı, kahverengi ve koyu mavinin eşliğinde çok kullanıldığı görülür. XIII. yüzyıla doğru renklerdeki azalmayla birlikte lâcivert öne çıkar. XIV. yüzyıl serlevha tezhibinde İlhanlılar ve bütün bir yüzyılı renk ve desenleriyle etkileyen Memlûkler döneminde Osmanlı klasik çağına zemin hazırlanmıştır. XV. yüzyılda Fâtih Sultan Mehmed dönemi kitap sanatlarında sık görülen unvan sayfası tezhibi yanında serlevha tezhibi örnekleri de vardır. Bu dönemde serlevha tezhibinde iplik, altın geçmeli ara suları, foyalı halkârî, rûmî motifi, Selçuklu tezhibinin zemin rengi olan kahverengi, yeşil, siyah, zeminde beyaz üç benek, ana zemin rengi kobalt mavisi ve altın başta olmak üzere mavinin tonları, kiremit kırmızısı en çok kullanılan renklerdir. Üsluplaştırılmış çiçek motiflerinin kullanımı ve renklerdeki zenginlik XV. yüzyılın ikinci yarısında yaygınlaşmıştır. Desenlerde üç boyutluluk hissi veren, taç yaprakları içe kıvrılmış hatâyî motifleri yer almış, tığlar sade geometrik şekillerden meydana gelmiştir. XIV. yüzyıldan XVI. yüzyılın ikinci yarısına kadar Fâtiha ve Bakara suresinin baş kısmının yer aldığı sayfalardaki tezhip, yazının etrafında en mükemmel şeklini almıştır. Her iki sayfada tezhip, yazı sahası dışında bütün sayfayı kaplayacak şekildedir ve birbiriyle aynı desene ve renge sahiptir. Bu dönemin Mushaf örneklerinde bazen bu iki sure metninin iki yanına koltuk denilen dikdörtgen veya kare biçiminde tezhipli kısımlar eklenmiştir.Osmanlı tezhibindeki sayfa tasarımında bir yandan geleneksel klasik üslup sürerken bir yandan yeni anlayış ve biçimler eklenir. Motif ve desende Barok ve Rokoko sanatının motifleri ve renkleri kendini gösterir. XIX. yüzyıl serlevha tezhiplerinde sayfa düzeni önceki devrin devamıdır. Bu dönemde Barok ve Rokoko karışımı üslûba daha sonraları simetrisi bulunmayan vazo, saksı ve sepetler, perde ve kurdele çeşitleri, fiyonklar eklenmiştir. Altın kullanımı bütün sayfayı kaplayacak kadar artmış, bezemeler son derece yoğun biçimde klasikten tamamen farklı bir anlayışla uygulanmaya başlanmıştır. Altın, varak haliyle yapıştırma olarak uygulanmış, desen bunun üzerine işlenmiştir. Bunların başında gölgeli boyanarak hacim kazanmış, vazo içinde çiçekler, bükülüp kıvrılmış yapraklar, örgülü şeritler ve kurdeleler gelir. Tabii üslûptaki çiçekler bu devrin en önemli özelliklerindendir.