210. Sayı: "Gençlik Yaş İşi Değil, Ruh İşidir (NFK)"Bu Sayıyı Satın Al
Konu resmiEy Gençler ve İhtiyarlar! Biliniz ki Bir Fabrikanın Çarkları Hükmündeyiz
İnsan

Derginin kapağına Necip Fazıl’ın “Gençlik yaş işi değil, ruh işidir” cümlesini aldığımızda vurgulamak istediğimiz şey, yapılacak işlerin önemi ve çokluğuydu. Yoksa gençler şöyle, ihtiyarlar böyle cümleleri kurmak değil.Nihayetinde insan kendi içinde bir bütün olduğu gibi, sosyal yapı içinde de farklılıklarıyla ve yaş farkına rağmen kuşaklarla da bir bütündür. İnsanlar hayata, hayatın sahibine ve kendilerine hizmet konusunda bir fabrikanın çarkları hükmündedirler.Binaenaleyh hasıl olacak neticeye ve bunun için de uyuma odaklanmak gerekmektedir.İnsan için en kıymetli şeyin, kendisine verilen muayyen ömür olduğunu öncelikle kaydedelim. Bu ömür içinde yaptığı her şeyin ahirette bir karşılığı olduğu ve hesabının sorulacağını da aklımızda tutalım. Neticede şöyle bir durum çıkar: insan kendisine verilen ömrün kıymetini bilmeli ve dünyaya gelişinden son nefesine kadar kendinden istenildiği şekilde gayret edebilmelidir.Yani tazelik, canlılık ve hareketlilik gibi manaları ifade ettiği üzere “Gençlik yaş işi değil, ruh işidir” diyebilmelidir. Dahası ona göre de hareket edebilmelidir. Hüsrev Altınbaşak Efendi, ileri yaşına ve hastalıklarına rağmen, yarım asırlık çalışmasıyla ortaya koyduğu Tevafuklu Kur’an nüshasının son çalışmalarında da bulunmuştur. Kendisine istirahat etmesini, bu işleri kendilerinin yapabileceğini söyleyen talebelerine “Kabirde çok dinleneceğiz” demiştir.Hakeza, Ebu Eyyub el-Ensari Hazretleri, Efendimiz (sav)’in müjdesine mazhar olmak niyetiyle, yaşı doksanı bulmasına rağmen o uzun yolculuğu yapmış ve İstanbul surları önüne gelmiştir. Burada da vefat etmiştir.Bununla birlikte Efendimiz (sav)’in etrafındaki sahabenin çoğu otuz yaş altında iman etmiş ve pek çok roller üstlenmişlerdir. Gencecik yaşlarında diplomatlık, öğretmenlik, özel kalemlik yapmışlar, ticaretle kıtalar aşıp İslam’ı tebliğ etmişlerdir.İnsanlar gençlikte dünyayı, yaşlılıkta gençleri düzeltmeye çalışır demişler. Yukarıdaki örneklerde bütünlük görülmekte, eğitim vermek de tecrübeden istifade etmekte fıtri akışı içinde devam etmiş, edebilmiştir.Ne var ki İstanbul’un fethi döneminde genç bir padişah, diğer tarafta tecrübeli bir devlet adamının yaşadıklarına da şahit olunmuştur. Sultan Mehmed müjde-i Nebeviye mazhar olmak gayretinde şevkle çalışırken, bu Çandarlı açısından, var olan huzurun kaçacağı, genç bir büyük işlere kalkışmakla -ona göre imkansıza girişmekle- herkesi sıkıntıya sokacağı, kendi hayaliyle insanları heba edeceği şeklinde yorumlanmış ve son noktaya kadar muhalefetine sebep olmuştur.Şu net ki hayal, enerji, coşkunluk olmadan olmayacağı gibi, tecrübe ve sekinet olmadan da olmaz. Yukarıda söylediğimiz fabrika gibi düşünürsek, küçük çarklar da olacak, büyük çarklar da. Olmazsa fabrika da olmaz. Fakat ne büyük çark küçüğe tahakküm edip yok sayacak ne de küçük çark büyüğe takaddüm edip yerini bozacak. Her iki durumda da sıkıntı yaşanır ve olması gereken mahsul/netice elde edilemez.Temelde ne gencin durumu ihtiyara karşı ne de ihtiyarın gence karşıdır. İkisi de Allah’a karşı mesuldür. Öyle ki gençlikte yapılan ibadet ve taat çok daha kıymetli görülmüş, ihtiyarların -sefahatte- gençlik taşkınlığına benzeyen yönleri lanetlenmiştir.

Metin UÇAR 01 Mayıs
Konu resmiTarihten Sayfalar
Tarih

Şam-ı ŞerîfŞam tabiri eskiden tüm Suriye’yi tanımlamak için kullanılırdı. Şam şehrinin adı günümüzde de Arap dünyasında kullanıldığı şekliyle Dımaşk’tı. Şam’ın fethi ilk olarak Hz. Halid bin Velid (ra) komutasındaki İslâm ordusu tarafından 635 senesinde gerçekleştirilmiştir. Bu sırada Hz. Ömer (ra), halife idi. Fethin ardından Bizans İmparatoru Heraklios, büyük bir ordu gönderdi ve Şam, Bizanslıların eline geçti. Şam’ı tekrardan ele geçiren Bizans ordusu, Yermük’de İslâm ordusuyla karşı karşıya geldi. Müslümanların kesin galibiyeti ile sonuçlanan savaşın ardından Aralık 636’da Şam tekrardan fethedilmiş oluyordu. Şam’ın valiliğine 639 senesinde Hz. Muaviye atandı. Emevî Devleti’nin 661’de kurulmasının ardından başşehir Şam oldu. Abbasîler döneminde başşehrin Bağdad’a taşınmasıyla birlikte eski görkemini kaybetse de her zaman İslâm dünyasının önemli şehirleri arasında yer aldı. Nureddin Zengi’nin 1174’te vefatının ardından Şam’ın yönetimi Selahaddin Eyyûbî’nin eline geçti. Haçlılara karşı mücadele eden Selahaddin Eyyûbî için Şam, ana karargâh konumundaydı. Memlûk Devletinin Mısır’da kurulmasından sonra 1250’de Şam’ın yönetimi Memlûklere geçti. Yavuz Sultan Selim’in 1516 Mercidabık Zaferiyle de Osmanlılar, Şam’da dört asır devam edecek hâkimiyetlerini tesis etmiş oluyorlardı. Emeviye Camii, Nureddin Zengî Külliyesi, Selahaddin Eyyûbî Türbesi, Selimiye Külliyesi, Muhyiddin İbnü’l-Arabî Türbesi, Murad Paşa Külliyesi, Süleymaniye Külliyesi, Derviş Paşa Camii, Sibâiye Camii, Sinan Paşa Camii vb. eserler Şam’daki mimarî mirasın önde gelenleri arasında sayılabilir. Bunların dışında son padişah Sultan VI. Mehmed Vahideddin ile Mevlâna Halid Bağdadî Hazretlerinin kabirleri de Şam’dadır.3 Mayıs 1906Akabe Meselesiİngiltere, 3 Mayıs 1906’da bir ültimatom vererek, Osmanlı Devleti’nin merkeze bağlı güçlerinin Mısır yerel güçleri lehine on gün içinde Sina Yarımadası’ndan ayrılmasını istemiştir. Ancak her ne kadar İngiliz askeri çıkmış olsa da Mısır, hukuken Osmanlı toprağıydı. Sultan II. Abdülhamid, Mısır’dan vazgeçme niyetinde değildi. Zaten bu sebepledir ki, yaverlerinden Rüşdü Bey’i bir askerî fırka ile Akabe’ye gönderip orayı işgal ettirmişti. Rüşdü Bey Akabe’ye girdikten sonra Sînâ yarımadasında Tâbe’yi de aldı. Sultan II. Abdülhamid, kararlı bir politikayla, yeni sınırın belirlenmesi için oluşturulacak komisyonun Türk ve Mısırlılardan teşekkül etmesini sağladı. 1 Ekim 1906’da imzalanan ve sekiz maddeden meydana gelen itilâfnâmeyle yeni sınır tespit edildi. Buna göre Tâbe Mısır Vilayetine, Akabe Osmanlı merkezî hükümetine bırakıldı. Türkiye, Mısır’daki haklarından Lozan Antlaşması ile vazgeçmiştir.15 Mayıs 1666Köprülüzade Fazıl Ahmed Paşa Girit seferine çıktıAhmed Paşa, 15 Mayıs 1666’da Girit seferine çıktı. Kandiye önlerinde toplanan Osmanlı kuvvetlerinin sayısı 70.000’e ulaşmıştı. Bu arada yirmi kadar Mısır gemisiyle Kaplan Mustafa Paşa kumandasındaki Osmanlı donan­ması da yardıma gelmişti. Kuşatma 25-26 Mayıs 1667 gecesi başladı. Üç sene devam eden çarpışmalar sonucunda Venedikliler Gi­rit Kalesi’ni teslime karar verdiler. İki taraf temsilcileri arasında birkaç gün devam eden görüşmelerin ardından 6 Eylül 1669 tarihinde on sekiz maddelik teslim şartları belirlendi. Üç hafta devam eden tahliyeden sonra Ve­zî­ri­âzam Ahmed Paşa şehrin anahtarlarını teslim almıştır.29 Mayıs 1868 Son Halife Abdülmecid Efendi doğduAbdülmecid Efendi, Sultan Abdülaziz’in oğlu olarak 29 Mayıs 1868’de İstanbul’da doğdu. Sultan VI. Mehmed Vahdeddin’in 4 Temmuz 1918’de tahta çıkması üzerine veliaht oldu. Kuvâ-yi Milliye lehinde beyanlarda bulundu. Hatta bir ara Ankara’ya gitmesi bile söz konusu oldu. Fakat İngilizler, millî harekâtın başına hânedandan birinin geçmesini istemiyorlardı. Bu sebeple, onu göz hapsine aldılar. Saltanatın kaldırılmasının ardından Türkiye Büyük Millet Meclisi, 19 Kasım 1922 günü Abdülmecid Efendi’yi halife seçti. 24 Kasım 1922 günü Topkapı Sarayı’ndaki Hırka-i Şerif Dairesi’nde yeni halifeye biat edildi. 3 Mart 1924’te Hilafet kaldırılıp, Osmanlı ailesi sürgüne gönderilince ülkeyi terk etmek zorunda kaldı. Paris’e yerleşen Abdülmecid Efendi, II. Dünya Savaşı’nda Paris bombalanırken 23 Ağustos 1944’te hayata gözlerini yumdu. Naaşı tahnit edilerek 10 yıl Paris Camii’nde bekletilmiştir. Nihayet 30 Mart 1954 tarihinde Cennetü’l-baki’ye defnedilmiştir.

Ahmed Said GÜNDÜZ 01 Mayıs
Konu resmiHem Gencim Hem İhtiyar
İnsan

Asıl olan ruhtur ve o da her daim gençtir. Ruh ihtiyarlamaz, inkişaf eder. Külliyet kazanır. Kendisini sınırlayan maddiyattan tecerrüd ettikçe alanı ve irtibatı genişler. Beden ise maddi olan her şeydeki neşvünema kanunu üzere filiz verir, büyür, serpilir, meyve verir, ihtiyarlar/zayıflar ve dağılır.Lisanımızda ve kültürümüzde önemli bir yer işgal eden “genç” ve “ihtiyar” iki güzel kelimedir. Hayatın içerisinde iki önemli devredir. Manaları itibariyle de insanı tarif eden iki şifredir.Genç, Farsça kökenli bir kelime olup “hazine” manasına gelmektedir. Kendisine bakan yönüyle, genç, hareketli, diri, canlı, terütaze olmayı ifade ederken, hayata, hayatın tecrübesi ve anlamını bilmeye karşı öğrenilecek şeylerin başında olmayı ifade etmektedir.Manaya, şifreye bakan yönüyle ise insanın bir hazine olduğunu ifade etmektedir. Evet insan, kâinat içindeki en parlak ve önemli aynadır. Her şeyin yaratıcısı olan Allah’ın, bütün kâinatta isimleri tecelli ve tezahür etmekle birlikte, bütün kâinatta tecelli eden bütün esma her bir insanda da bitamamiha tecelli, aynanın parlaklığına göre de tezahür etmektedir. Okyanus yüzeyinde misali, ısı, ışık ve elvan-ı seb’asıyla tecelli eden güneşin, her bir damlasında dahi bütün özellikleriyle tecelli etmesi gibi…İhtiyar kelimesi ise Arapça kökenli bir kelime olup “seçme, tercih etme” manalarına gel­mek­­tedir. Kendisine bakan yönüyle yaşlı, eski ifadesiyle koca, ko­camış yani beden olarak eski can­lılığını ve hareketliliğini kay­­betmişliği ifade eder. Amma velakin yaşanmışlıkları onu tecrübeli kılar. Hayatta tecrübe çok önemli bir kazanım­dır ve kıymeti bilinmelidir.Manaya, şifreye bakan yönünde ise tercih etme kısmı önem kazanır. İnsan cüzi de olsa, diğer mahlukat içerisinde tercih alanı en geniş olan varlıktır. Bu cihetiyle kâinatın en munis, kıymetli, önemli varlığı da olabilir; en gaddar, en sıkıntılı, en değersiz varlığına da dönüşebilir. Bu, işte elindeki bu tercihi doğru veya yanlış kullanmasına göre şekillenecektir.Bir başka cihetle, insanın elinde, benim diyebileceği cüzi iradesinden başka hiçbir şey yoktur. İrade kısmında da ister iyilik olsun ister kötülük, bunları var edemez, sadece karşısına çıkanı tercih edebilir. Yani ortaya çıkacak güzelliklerde insanın sahiplenme gibi bir durumu olamaz; ancak kötü olanlarda tercih ettiğinden dolayı mesuliyeti üzerine alabilir.Bu uzun çeken bir mesele. Fakat konuşulması, anlaşılması gereken önemli bir noktadır.Hayata, hayatımıza bakıldığında şu iki kelime bütün her şeyi özetler mahiyettedir desek yanlış olmaz kanaatindeyim. Bundandır ki bu iki yaş dönemi önemlidir. Bunun için gençler de yaşlılar da hep konuşula gelmişlerdir.Yukarıya yazılanlardan yola çıkarak bir iki başlık altında meseleyi genişletelim isterim.Gençlik En Büyük HazinemizEvet, gençlik en büyük hazinemiz. Zira genç hazine demektir. Hem de nüfus konusunda Türkiye, 2022 TÜİK verilerine göre %15,2 ile 22 Avrupa ülke­sinin önünde yer almaktadır. Bu cihetle bakıldığında önemli bir genç nüfusa sahibiz. Genç konusunda zenginiz.Fakat burada şu tespiti, belki de muhasebeyi yapmalıyız. Etrafınıza bakınız. Ortadoğu ve uzağına doğru doğu ve Afrika yeraltı zenginlikleri konusunda oldukça münbit/verimli. Ne var ki bunu değerlendirme konusunda yeterli bilgi ve teknolojiye sahip değil. Zenginlik kendilerinde olsa da onu alıp işleyen ve sahiplenip kaymağını yiyen hep batılılar oldu. Aynı durum genç nüfus için de geçerli. Milletler, öncelikle kültürel erozyon ve dünyaya entegrasyon ile başkalarıyla benzeşmeye yönelik yıpranma yaşandı yıllardır. Mesela, Osmanlının son döneminde başlayan kitap çevirileri ve hayatımıza giren tiyatro, kendimize ait değerlerin dışına çıkmak noktasında ilk hareket olurken, zaman geçtikçe gelişen teknolojiyle (radyo, televizyon, telefon ve internet) bu, önü alınamaz bir hal kazanmaya başladı. Bu kolaylaşan iletişim araçlarıyla dünya adeta tek elden idare edilir/yönlendirilir hale gelmeye başladı. Eskiden Amerika rüyası vardı, şimdilerde Kore, Çin rüyaları da görülür oldu…Necmeddin Erbakan Endo­nez­ya’ya gerçekleştirdiği bir seya­hat­te muhatabına Siyonizm vs. konusunda iki saate yakın konuşma yaptıktan sonra, muhatabı ona der ki: Sayın Başkan bir meseleyi atlıyorsunuz. O da Hollywood. Biz on beş senede Endonezya ruhuna ait bir nesil yetiştiriyoruz, adamlar iki saatte dönüştürüyorlar, demiş. Rivayet böyle. Hakikat payı var mı? Evet. Peki, nasıl olacak? Milletler kendi kültürleriyle, kendi inançlarıyla ve yaşantı tarzlarıyla gençlerini nasıl yetiştirecek ve daha da önemlisi bu hali nasıl koruyacak? Hazinelerine nasıl sahip çıkacak?Elbette bilgi ve teknikle. Yani yer altı zenginlikleri için nasıl ki bilgi ve teknolojiye ihtiyacımız var, onun gibi gençlerimiz konusunda da kendilerini keşfetmelerine yardımcı olacak, kendi değerlerine sahip çıkacakları imani ve kültürel bilgiyle onları buluşturmak ve kendilerini gerçekleştirecekleri imkanları önlerine açmakla olabilir. Gençler fethedilecek yerler değil, keşfedilecek varlıklardır. Sadece gözlerindeki perdeleri kaldırıp şunun bunun rüyasını görmeye bedel, kendi hakikatini fark ve keşfetmenin yollarını açmalıyız.Her şeyin temelinde inanç var. Bazıları Amerikan rüyasına inanır, bazıları Hakk’ın rızasına. Bediüzzaman Hazretleri bunu şu cümlelerle özetler:“Bilmedi o bizdeki din, hayatın esası. Millet ve İslâmiyet ayrı ayrı zannetti. Medeniyet müstemir, müstevlî vehmeyledi. Saadet-i hayatı içinde görüyordu. Şimdi zaman gösterdi, medeniyet sistemi bozuktu, hem muzırdı. Tecrübe-i kat‘iye bize bunu gösterdi: Din hayatın hayatı; hem nuru, hem esası; ihyâ-yı din ile olur şu milletin ihyası. İslâm bunu anladı. Başka dinin aksine, dinimize temessük derecesi nispeten milletin terakkisi. İhmâli nispetinde idi milletin tedennisi. Tarihî bir hakikat, ondan olmuş tenâsî.” (Sözler, 342)Yaş Yetmiş, İş Bitmiş mi?Bir Süleyman Semiz amcamız vardı. Hayatını Risale-i Nur hizmetine vakfetmiş, bu uğurda hayatının sonuna kadar gayret etmişti. Zaman zaman görüşmüştük, fakat ben kendimin olduğu bir görüşmede değil de sonradan aktarılan bir rivayette dinlemiştim. Ziyarete giden o aktaran kardeşlerle sohbet edip hizmetleri dinledikten sonra ağlamaya başlamış. Onlar da şaşırmışlar. Sebebini sormuşlar. O da “Ruhum hizmet etmek is­ti­yor, fakat ayaklarım destek ver­miyor, ona ağlıyorum” demiş.Ebu Eyyüb el-Ensari (ra) İstanbul surları dibine geldiğinde doksan yaşında olduğu söylenir. Efendimiz (sav)’in müjdesine mazhar olma umuduyla o günün şartlarında kilometrelerce yolu gelmiş bir ihtiyar.             Hayrat Vakfı’nın kurucusu Ri­sale-i Nurun çilekeş hizmetkar­larından ve Bediüzzaman Hazretlerinin hayrülhalefi Hüsrev Efendi ağır hastalıkları ve ilerlemiş yaşına rağmen elinden gelenin en iyisini yapmaya çalışıyor, kırk senede dokuz defa yazdığı Tevafuklu Kur’an nüshasının on sene sürecek son çalışmasına katkı sağlıyordu. Kendisine, “Efen­dim, siz zahmet buyurmayın, biz yaparız, lütfen istirahat edi­niz” diyen talebelerine “Kabirde çok dinleneceğiz” diyordu.Bu insanlar yaşlı mı? Evet. Yani yaşları ilerlemiş. Bu insanlar ihtiyar mı? Evet. Yani tercihlerini, yaşlarının ileri olmasına rağmen Hakk’ın rızası için kullanmaya devamda kullanıyorlar. Bedenleri el verdiği nispette ruhlarının gençliklerinden ve hayatta kazandıkları tecrübelerinden istifade ediyorlar.Genç Olmak mı,                            Genç Kalmak mı?Asıl olan ruhtur ve o da her daim gençtir. Ruh ihtiyarlamaz, inkişaf eder. Külliyet kazanır. Kendisini sınırlayan maddiyattan tecerrüd ettikçe alanı ve irtibatı genişler. Beden ise maddi olan her şeydeki neşvünema kanunu üzere filiz verir, büyür, serpilir, meyve verir, ihtiyarlar/zayıflar ve dağılır.Bundan dolayı gençlik ve yaşlılığı maddi bedenle ilişkili olarak değil, esma-yı İlahiyeye mazhar olması cihetiyle genç yani hazine olma; ihtiyarlığı da elindeki en kıymetli şey olan seçme üzerinden görüp bu özelliğiyle en değerli varlık olduğunun farkındalığıyla okumalıyız. Yani burada genç ve ihtiyar kavramlarını insan bütününde düşünüp “hem gencim hem de ihtiyar” diyebilmeliyiz. Gençlikte de ihtiyarlıkta da Allah’ın rızasını arama gayretinde olabilmeliyiz.Bazı ihtiyar/yaşını almış kişiler “ruhum genç” cümlesini yanlış anlamakla bir yanlışı tercih ediyorlar, kendilerini sefahat ve günahların kucağına atabiliyorlar. Bazı gençler de yaşları yeni olsa da ihtiyar kavramında ve halinde hareket edip onların olgunluğuyla Rablerine karşı ibadet ve taatte bulunabiliyorlar. Ki bunu Peygamber Efendimiz (sav) şu hadisi ile ifade etmiştir.“Gençlerinizin en hayırlısı, (sefahatten uzak durmakta ve temkinli davranmakta) ihtiyarlara benzeyendir. Yaşlılarınızın en fe­nası ise, (başını gaflete sokmak­ta ve nefsinin arzularına uymakta heva-perest) gençler gibi yaşayandır.” (Heysemî, Mec­ma­­u’z-Zevaid, X/270; İbn Hacer, el-Metalibu’l-Aliye, III/3)Hasılı, gençlik ve ihtiyarlık ayrıştığımız değil, buluştuğumuz yerdir. Bir an evvel kafamızı toplamalı ve küllerimizden yeniden doğmalıyız. Yaşlar farklı olsa da ruhumuz aynı nihayetinde. Sadece kaynağı bulup kana kana içmek şartıyla…

Metin UÇAR 01 Mayıs
Konu resmiYaş Altmış, İş Bitmiş mi?
İnsan

ABD’de yapılan bir araştırmada, ‘insanın en verimli çağının 65 yaş ve sonrası olduğu ortaya çıkmış’ desem, ne dersiniz?Yaşlı insanlara Türkçede “ihtiyar” da deriz.Bu “ihtiyar” sıfatının, bizde yaş­lılara hasmış gibi görünmesi­nin sebebi, Arapçada, “birkaç ihtimal arasından seçim yapmak, bilerek tercih etmek” manasındaki kullanımında gizlidir.“Gayr-ı ihtiyari”, “ihtiyar heye­ti” deyimleri de kanaatimce, tam yerinde kullandığımız tabirlerden. Fıtraten de nefsin geçici arzularının çoğunu terk etmiş olduğu, hayattan beklentilerine ulaştığı veya tatmin olduğu bir dönem olduğu için, bu çağdaki fikirler ayrıca ehemmiyeti haiz görülür. Yani, gençlikte bazen bile bile, biraz da cahil cesaretiyle maceralara atılabilmek, duygusal/yanlış hareketlerde bulunmak daha mümkün iken, ileriki yaşlarda hep daha temkinli düşünceler kararlarımıza hakimdir. Nitekim çoğu zaman “gençler” bozar, “olgun insanlar” düzeltir; öyle değil mi?Ayrıca, bütün dünya devlet idareciliğinde genç insanlar parmakla sayılır. ABD’de yapılan bir araştırmada, ‘insanın en verimli çağının 65 yaş ve sonrası olduğu ortaya çıkmış’ desem, ne dersiniz?Halbuki, bizde ve bizim gibi birçok ülkede, “yaşı altmış, işi bitmiş” kanaati oldukça yaygındır. Belki de bu farklılığın sebebi, bizim gibi iktisaden gelişmekte olan toplumlarda, iş yükünün fazlalığı, ücret tatminsizliği ve iş güvenlik tedbirlerinin daha düşük olmasından yıpranma yaşının ve bıkkınlığın daha erkene gelmesi olabilir. Öbür taraftan, fikir emeğinin kıymetinin yeterince anlaşılmamış olması da başka bir müessirdir elbette ki. Daha ileri ülkelerde “danışmanlıklar” son derece itibarlı iş alanları iken, maalesef bizde fikrin değeri henüz yeterince takdir edilebilmiş değildir. Yine gelişmiş ülkelerde avukatlık, şirket danışmanlığı ve sair hizmetler, saat birim fiyatıyla fiyatlandırılırken, bizde yoldan geçen vatandaş, hem de randevusuz olarak gözünün iliştiği büroya uğrayıp, meselesini halletmek maksadıyla sorularını sorduktan sonra, “Borcumuz nedir?” bile demeden “eyvallah!” deyip çıkabilmektedir. Hatta bir mali müşavir arkadaşım, kendisine başvuran bir vatandaşa problemini çözme karşılığında verdiği fiyat teklifine, “Bu rakamı niye vereyim, senin sermayen bir kalemden ibaret değil mi?” diye karşılık verdiğini aktardığında, onun yerine benim canım sıkıldı o an. Yine bizdeki yaygın bir düşünce tarzı, -güya- doktor muayene bedelinin yüksekliğini vurgulamak için, “Yaptığı ne ki, iki tık-tık, bir şık-şık, öde bilmem şu kadar parayı” denebilmektedir. Halbuki gerek mali müşavirlik çözümlerinin üretilebilmesi gerekse tıp doktorluğu, uzun gayretler, eğitimler, masraflar ve tecrübelerle ulaşılabilen neticeler olduğunu da her düşünen bilir.Sanki, biraz az düşünüyoruz ve az empati yapıyoruz.Yine, bazan tecrübeli bir iş insanından veya danışmandan duyulacak birkaç cümle, insanın uf kunu öyle açar ki, maddi olarak paha biçilemez. Yani, demem o ki, “akıl yaşta değil baştadır; fakat aklı da başa yaş getirir”.Elbette ki, rastgele veya verimsiz geçirilmiş bir hayatla alınan yaştan bahsetmiyoruz. Şuurlu, düzenli yaşamış hayat sahiplerinin tecrübesinden iyi istifade edilmeli. Yaşamış olduğu hayattan memnun kalmamış kimselerden ise, tersine mühendislik yoluyla, ibret almak maksadıyla dinlemek, her hâlükârda faydalı olacaktır.Zaten 65 yaşından sonraki insanın bedenen vereceği çok şey kalmamıştır; onun tecrübi fikir­lerini kastediyoruz. Yani, yaş iler­lemiş diye, bu gibi büyüklerin kalan ömrünün tamamını “emeklilik” adı altında, -eğer bulabilirse- bir dönüm bahçede, 2 keçi, 5 tavukla geçirmesi büyük israf olur herhalde. O uzun yılların tecrübesi, kendisiyle beraber toprağa girmemeli. Hatta düşünce tarzı belki de şöyle olmalı, her şahsi birikim ve tecrübe birer milli servettir ve azami ölçüde millete dönmelidir.Bu da üç ayakla olabilir: Birin­cisi, şahsın kendisi sorumlu dav­­ranıp tamamen kenara çekilmemesi, yeni tekliflere açık olması. İkincisi, kendisini ta­­­nı­yan işletme ve kurumların irtibatı kesmemesi, -ücret kar­­şı­lı­ğında olmak kaydıyla- ‘daimî danışman’ muamelesi gös­te­re­­­­rek kapısını açık tutması. Üçün­­cüsü ise, devletin bu ko­nu­­­da politika geliştirmesi ve teş­vik etmesidir. Böyle bir gayretin o kadar güzel neticeleri olacaktır ki, hesaba gelmez. Bazılarını şöylece sıralayabiliriz: * Topluma bilgisi ve ömrüyle katkıda bulunmuş büyüklerimize “unutulmuş” hissi yaşatmadan gösterilecek vefa ve saygı, ömürlerinin sonlarına kadar huzurlu ve yeni nesle dua ile yaşamaları. * Gerek kendi gözlerinde gerekse genç nesil tarafından işe yaramaz, âdeta bir yük gibi görülmekten kurtulmaları.* En mühimi de tecrübelerinden dolayı elde ettikleri bilgelikle, yeni nesillere ışık tutmaya devam etmeleridir. Bazan öyle olur ki, çoğu diplomalı genç çalışanın çözemediği problemi, tecrübe sahibi kimseler, kolaylıkla halledebilir.Evet emeklilik, birçok insanın öz­lediği bir durum olabilmekle be­ra­ber, bazı kimseler için haya­tın en sıkıcı zamanlarını da içinde barındırdığı, bir hakikattir.Özellikle iş hayatını büyük şehirde geçirmiş olan insanlar, kırsal alanlarda bir baba ocakları, verimli bir faaliyet imkanları yoksa, emekli olduklarına pişman bile olabilmektedirler.Elbette ki emeklilikten kastımız resmi olanı değil, tamamen ken­di köşesine çekilmiş olmaktır.Aslında emekliliğe olan talep, -yukarda da kısmen temas ettik- bir taraftan usanmışlık duygusuyla da alakalıdır. Yani, enerji ve kuvvet tükenmesi değil de aşırı sorumluluk yüklenmesi veya ücret düşüklüğü kaynaklı psikolojik tatminsizlik ve yıpranma daha çok ön plana çıkar.Başta peygamberler olmak üzere dava adamları, ilim adamları, son nefeslerine kadar hizmet etmişlerdir. Onları bilen bilir.Yani, hususi durumlar hariç, köşelerine çekilmek gibi bir düşünceleri asla olmamıştır.O şekil bir hayatı, bencillik ola­rak görmüş, hizmete ihti­yaç devam ettiği müddetçe, hiz­met etmek için ayakta dur­maya gayret etmişlerdir.Ne mutlu, ibret alıp hayatlarına tatbik edebilenlere!

İsmail ERDOĞAN 01 Mayıs
Konu resmiGençler İçin Rehber Kırk Beyit-1
İnsan

Birinci Beyit: Bazı beyitler vardır ki söyleyeni meçhul kalmıştır. Halka mal olmuştur. Aslında bunlarda iki cihet çok önemlidir. Birincisi, şair kasıt dahilinde melami-meşreb bir itikadla şahsını, kendini değil de sözünün hakikatini öne çıkarmaktadır. Nitekim “Parmak ayı gösterdiğinde aya bakılır, parmağa değil!” denmiştir. İkincisi ise şahsi bir kemalattan ziyade içtimai bir kemalat arzu edilmektedir.Yâ Rab bana bir feyz-i kanâat ver ki Nâmerde değil merde dahi eyleme muhtâc (Lâ)(Yâ Rab! Beni kanaat etmenin bereketiyle yetindir. Ki bırak namerd olanı merd olana dahi el açmaksızın, minnet etmeksizin seni -tevhidi- bulayım.)Genç Kardeşler, esmaya dikkat! Cenab-ı Hak Feyyaz-ı Mutlak’tır. Bu isminden feyiz gıdasını alanlar mesela ağaçlar öyle gürler, coşar ki eğer bu ismin koyduğu sınırlar olmazsa hakkını ve haddini aşar, her yeri kaplarlar. Tabir yerindeyse zemin yüzü daldan, budaktan, yapraktan geçilmez olur. Hazret-i Pîr’in tabiriyle ter ü taze bir bağa benzeyen şu gençlik çağında coşan hissiyatımıza da Resul-i Ekrem’in (asm) “Kanaat tükenmez bir hazinedir.” düsturuyla bir serhat belirlemeliyiz. Elbette, “Sadakte ya Nebi! Cennet bahçelerine seyahatimizde haram ve haramzadelerle tumturaklı patikalardan geçeriz. Bu halette helalle ama sadece helalle iktifa ile kalbimizi, ruhumuzu, aklımızı azad eyle! Üstadımıza Rehnüma olduğun gibi “İstemeyi istemem sırrını bize de lütfet!” demeliyiz. Rahmet hazinelerinin sahibine niyaz ile mahviyet içinde edeple el açıp bu güzel ahlakı talep etmeliyiz.Bul esmâdan kanaat hazinesinAl gençlik sofrasından iman dersin  İkinci Beyit: Bir başka “Lâ Edrî”… Kâbil-i feyz olamaz düşmeyicek hâke nebâtMütevâzı’ olanı rahmet-i Rahmân büyütür (Lâ)Hâk: (fa.) Toprak / Nebât: Bitki(Toprağa düşmedikçe tohum filiz mi verirmiş? Tevazu toprağına düşen insanı -mütevazı vasfıyla- hem dünya hem ahirette yüceltecek olan Rabbimizin rahmetidir.)Genç Kardeş, Rahim ismini de unutma! Rahman isminden fani, kısacık dünyada herkes nasibini alır. Ecdad der ya, “Allah deldiği boğazı aç komaz.” Ya Rahim? İşte sır burada. İmani bir terbiye ile ahlakını hüsn-i hat üzere hizaya sokanların, vurdumduymazlık yapmayıp haramı değil helali tercih edenlerin, dünyanın kısalığı gibi kısır olan pis lezzet ve hissiyattan yüz çevirenlerin çehreleri ahirette bu ismin tecellisiyle parlayacak. Gençlik bağının haram meyvelerine el uzatmayan bahtiyarlara selam olsun! “Allah rızası için alçak gönüllü olanı Allah yüceltir.” Elbette, “Sadakte ya Âlemlere Rahmet (asm)! Verdiğin nebevi rahmet dersi ile biliyoruz ki ahiretin tarlası olan şu dünya toprağına tohum misali düşen insanoğlu, kibri def ederek Rahman isminin tecellisi olan nimetlerde Mün’im-i Hakiki’nin rahmet elini görür, şükürle öper. Bu mikyasta da ahirette yücelecektir. Senin aşıladığın bu imanî tevazu dersi olmadan ahlakî tevazudan nasip mi olurmuş? Kur’ân’ın ahlakı ile ahlaklanan ahlakınla, sünnet-i seniye merasında ahlaklandır bizi. Üstadımıza lütfun olan bakır değil altın-misal tercih “tevazu ile lütufladır bizi!” demeliyiz. Azze ve celle olan Rabbimize getireceğimiz tekbirlerle tekebbürden azad olup, tevazu ahlakını talep etmeliyiz.Vakâr sâhibini Rahmân yüce eder Ukbâda Rahîm ismine ayna ederÜçüncü Beyit: Adana valiliği ile nam salmış olan Ziya Paşa’nın şiirleri, vefatından sonra “Eş‘âr-ı Ziyâ” isimli eserde toplanmıştır. İnsâna sadâkat yakışur görse de ikrâhYardımcısıdır doğruların Hazret-i Allâh (Ziya Paşa)İkrâh: Çirkinlik, zorluk(Kerih görülsek de insanoğluna yakışan dosdoğru olmaktır. Zira doğruların yardımcısı -tevhid ettiğimiz- Rabbimizdir.)Genc’im, ism-i Hak Rabbimizin esmasının belki de birincilerindendir! Bu ismin kâinattaki tecellilerine ayna olan insan, sıdktan / sadakatten hissedar olur. Şu bahar mevsiminde tefekkür edilen mevcudatın dili, “Ya Hak!” nidasını işitmeye yeter de artar. Bak baharın sakinlerine! Rızıkları ayrı, silahları ayrı, kıyafetleri ayrı… Ayrı, ayrı, ayrı… Tam bir adalet ve hikmetle döşenmiş yemyeşil haliçeler üstünde taze-dem bir hayat! Hayatın baharındaki gençlik bağı da adalet ve hikmetle kendine münhasır teçhizat ile donatılmıştır, rızıklandırılmıştır, nimetlendirilmiştir. Aslında dünyanın ve insanın baharının çok da farkı yoktur. “Sıdk” sıfatında en son ve en üstün durak olan Hatemü’l-Enbiya (asm), “Doğruluk insanı iyiliğe, iyilik de Cennet’e götürür.” buyurmuş, safi bir imandan damıtılmış hak ve hakikatin eliyle vasfa/sıfata bürünmüş sadakatin en büyük rehberi olmuştur. Elbette, “Sadakte ya Nebi! Kâinat kitabından hikmet dersini senden alırız. Bu derste toplattığın hakikat meyveleriyle cenneti netice verecek imanımıza iman katarız. İnşallahu Teâlâ! Nur rahlesine diz çöken talebeler olarak kalbimize kazandırdığın sadakat ile sünnet-i seniyye dairesinde istikamet çizeceğiz. Kur’ân’ın sadık talebesi olan Üstadımızla beraber ahir zamandan gencecik ‘sahabe-misal’ sıddık bir kardeş olacağız.” Set et göğsümüzü yalan sellerineYol et sıdkımızı Cennet köşklerine Dördüncü Beyit: Urfalı Şair Nabi, “Sakın terk-i edebden kûy-ı mahbûb-ı Hudâ’dır bu” mısraıyla başlayan na’tıyla tanınmış, makam-mevkileri sarsan samimi ve hürmetli bir Peygamber muhabbetiyle salavatlarla sarılı gönülleri ferahlandırmıştır.Ayıbdır âkıle şeytân beni aldattı demekKendi nefsimdir eden nefsime ilkâ-yı fesâd (Nabi)İlkâ-yı fesâd: Bozgunculuk telkin etmek, yerleştirmek(Bak hele! Hem akıllıyım der hem “Şeytan beni aldattı” söyler. Ayıp değil mi? Bilmez mi ki tüm fesad işleri nefse eken yine insanın kendi nefsidir.)Genç Arkadaşım, her kötülüğü emreden nefs-i emmare var! Lakin Rabbü’l Âlemin olan Rabbimiz var. Koca kâinatı kabza-i tasarrufunda tutarak terbiye eden odur. Devamlı mütalaa ettiğimiz âlemdeki düzen ve intizam, yardımlaşma vs. onun terbiyesinin güzel birer misalleridir. Yıldızlardan zerrelere kadar… Seradan Süreyya’ya kadar… Gençlik bağını fesada verecek, yollarına dikenler saçacak nefis düşmanını dize getiren nedir? Tabi ki Rabbimizin terbiyesini iman dersi olarak veren, nefislerin mürebbisi olan Seyyid-i Âlem (asm)’dır. “Mücahid, Yüce Allah’a itaat yolunda nefsinin isteklerine karşı mücadele eden kimsedir.” nasihatini baş tacı eden gençlerden olmayı bahtiyarlık bilen her genç haykırır: “Sadakte Seyyidî! Asr-ı saadetin nurdan bahçesinde, henüz 14’ünde, 15’inde, 16’sında terbiyesini senden alan gençlerin arasına ahir zamanın imanlı gençlerini de kabul et!” Rabbimiz afiyet ihsan eylesin!Yoktur mücâhidim nefsime bahâneMes’ûlüm tâ’atimden şeytâna da neBeşinci Beyit: Muallim Naci’nin, Mehmed Akif ve Yahya Kemal’e olan tesiri dikkat çekicidir. Lügat-i Naci isimli eseri onun dil’e ihtimamını ve Osmanlıcaya vukufiyetini gösterir.Hakperestim arz-ı ihlâs ettiğim dergâh birBir nefes tevhîdden ayrılmadım Allâh bir (Muallim Naci)(Taptığım -taat kıldığım- Hak’tır, ihlas ile sadece O’nun dergâhına yüz sürerim. Zira -O’na beni bağlayan- bir nefes dahi ayrılmadığım tevhid akidesidir.)Şu tevhid var ya Genç Kardeşim! Harf harf, kelime kelime, cümle cümle tüm âlemin manası bu tevhide hizmet ediyor. Her noktada her nükte de O (cc.) var. Cüz’de O, küll’de O… Hep O’nu okuyoruz. Hep O’na vasıl oluyoruz. Tevhid eden diller hep O’nu söyler. Yalnız insan mı, Meee’ler, Ciiiik’ler, Vak vak’lar…. Uğuldayan ağaçlar, çağıldayan sular, takırdayan taşlar…. Trenin çuf çufu dahi… “Kün!” emriyle var olmuş tüm kâinat! Hep bir ağızdan “Yektir Allah!” der. Kesrette vahdeti bulmak, “O Ehad’dir, O Vahid’dir!” demek… Gençlik’te kesretli bir şekilde dalgalanan hislerin istikametli rotası ancak bu tevhidle belirlenir. Hislerin coşkusundaki kalb ancak bu tevhidin suyu ile teskin olur. İşte Nâtık-ı Bürhân’ın (asm.) teminatıyla böyle bir “Tevhid, Cennete giriş sebebidir.” Elbette bu tevhidin tuğrasının bulunduğu iman biletini elde etmek isteyen her genç elini salavatlarla göğsüne götürerek, “Sadakte ya Nebi! İmanla kabre girmenin vesilesi olan Kelime-i şehadetteki iki rükn-i imani değil midir ki tevhid etmişler, hem ihlası da hem istikameti de hem envai Cennet-vari hasleti de bu rükünler ders vermektedir. Sun’-ı İlahi, kelâm-ı İlahi ile sohbet-i nebevi ile…” demelidir. Gençliğimize/gençlerimize tahkiki imanı nasib eyle ya İlahi!Tevhîdde ne sırlar gizli dil’inle gör“Allah bir” de Cennetleri gözünle görAltıncı Beyit: Mevlevi bir aileye mensup olan Şeyh Galib, genç yaşında henüz 24’ünde Divan’ını tertip etmiştir.Hoşça bak zâtına kim zübde-i âlemsin senMerdüm-i dîde-i ekvân olan âdemsin sen (Şeyh Galib)Zübde: En kıymetli kısım, öz / Merdüm-i dîde-i ekvân: Yaratılmışların göz bebeği(Niçin kendine iyi bakmazsın? Yaratılışındaki hakikati düşün… Ta ki insaniyetin -ve dahi genç­liğin- hakkını teslim edebilesin!)Bak Genç Kardeş! Allah Vahyinin Emini (asm) ne buyuruyor? “Mümin, yeşil ekine benzer. Rüz­gârla eğilir (fakat yıkılmaz). Rüzgâr sa­kin­leştiğinde yine doğrulur. İşte Mümin de böyledir, o da bela ve musibetler sebebiyle eğilir (fakat yıkılmaz). Kâfir ise sert ve dimdik selvi ağacına benzer ki Allah onu dilediği zaman (bir defada) söküp devirir.” İşte kâinatın özü olan, Risale-i Nûr’un ifadesiyle küçük kâinat olan insanın el-Mü’min ismine mazhar bir ayine olduğunda kavuşacağı kemalat mertebesi… Aksi el-Mâni, el-Kahhâr, el-Cebbâr vs. bazı Celalî isimlerinin cilvesi… Bedir’de kör kuyuya atılan leşlere karşı hakikati haykıran Paygamber (asm) sadası… Elbette… “Sadakte ya Nebi!” deriz, gen­cecik fidanlarımızı el-Mü’min isminin nuru altında sünnet-i seniyenin hayat suyunu köklerine vererek büyütürüz. Etrafında çocukların pervaneler olduğu Üstadın usulünce… Hamdolsun! İmân ile Mü’min vasfını alırsınO vakit insan ma’nâsını bulursun  Yedinci Beyit: Fuzuli: Su Kasidesi şairi…Vermeyen cânın sana bulmaz hayât-ı câvidânZinde-i câvid âna derler ki kurbândır sana (Fuzuli)Câvidân: (fa.) Ebedî, dâimî / Zinde-i câvid: (fa.) Ebedî diri(“Allah için al, Allah için ver!” deriz. Madem öyle, beka arzusunda olan sen için Hak yolunda canı kurbanda tereddüd olur muymuş?)Genç Kardeş, şüpheye yer yok! Allah yolunda verilen canlar, Allah’a verilmiştir. Bunun en üst makamı sadakat timsali sahabe efendimiz Ebubekir es-Sıddık (ra)’tır. Ağlayarak seslenmesiyle bizim can kulaklarımıza Habibullah (asm) sevgisi yerleştirmiştir: “Canım, malım sana feda olsun Ya Resulallah!” Hani bir göz için ne gözler feda edilir sırrı var ya! İşte o… Vatan sevgisini de buna kıyas et, başka sevgileri de… Rıza-yı ilahiyi esas maksad yaptıktan sonra, bunun ötesi olmaz. Rabbimiz “Vedüd”dür. O’nun muhabbetinin bir katresi dünyadaki tüm muhabbetlerden daha evladır. Üzerimizde cilvesi görülen muhabbeti ihlasla, katışıksız olarak O’na (cc) yönelttiğimizde hasıl olan muhabbet burcundaki rıza, sadece dünyaya değil, Cennet’lere dahi yeter, Cemal’i netice verir. Ter ü taze gençlik bağımızı Ebubekir (ra) misali muhabbet katreleriyle sulamaya var mıyız? Elbette evet… “Sadakte ya Sıddık! Cennet bahçelerindeki tahtlar üzerinde kurulan 33’lük mecliste dünya maceralarını seyretmek ne güzel!” Rabbimiz rahmetinden fazlından ihsan buyursun!Madem fenâyı istemezsin işte yolFedâ eyle vârını Hakk’a bekâ bulSekizinci Beyit: Arnavut asıllı olan Yahya Bey, sahib-i seyf ü kalem denilen asker şairlerdendir.Bir âlet-i mülahazadır cümle kâ’inatMaksûd olanı bilmek için âdem müdâm(Taşlıcalı Yahya)Mülahaza: Dikkatle bakma, ince düşünmek / Müdâm: Devamlı, sürekli(Elimizde kâinat isimli öyle bir tefekkür âleti var ki; arzulanan gizli hazinenin, yani Rabbimizi tanımanın kilitleri onunla kırılır.)Güzel Kardeş, tefekkür pencerelerinin pervazlarını henüz gençlikten aralamak gerek! Biliriz ki Cenab-ı Hak, Hakîm’dir. “Ol!” deyince oluverenlerde hikmetle bu esma okunur. İlim hattından gergef gergef işlenen hikmet nakışlarının sırrıyla, akıl ve kalb mezc olur. Kâinat kitabının her satırında cevelan ettirilen fikir, gizli hazineleri derk eder. Kalpteki iman, tahkiki oluverir. Gençlik hissiyatının tesirini, “Allah’ın yarattıkları üzerinde tefekkür edin...”   Nebevi emrinin imanî nefesiyle kıran her genç, elbette ciddiyetle ve hürmetle Muallim-i Ekber’e (asm) biatını tazeler: “Alâ re’si ya Nebi! Safi zihinlerimizi batılı tasvir etmekle bulandırmayacağız. Hakîm-i Zü’l-celâli mahlukatından sorup tanıyacağız. Fikriyatımızdan hakikate bazı katreler bazı deryalar suretiyle yelken açacağız. Ashab-ı Suffa’nın kardeşi medrese-i nuriyelerimizin tefekkür rahlesinden, irfan mektebleri inşa edeceğiz.” Bi-iznillah! Ver emr-i Kün’e hâs kâinata fikrinİşit halkın bin dille Hâlık’ı zikrinDokuzuncu Beyit: Hüseyin Fahreddin Dede, Fahrî mahlasıyla Türkçe ve Farsça şiirler yazan Mevlevi şeyhidir.Yâr kendin görmeye âyine intihâb eylemişSûret-i icâd-ı ‘âlemden bu ma’nâdır garâz(Hüseyin Fahreddin Dede)İntihâb: Seçmek(Baki yârimiz şu kâinatı bir ayna olarak seçmiş. Zira bu aynada sureti görülen her yaratılmış O’ndan (cc) haber verir, O’nu (cc) tanıtır.)Genç Arkadaşım! Rabbimizin Hâlık ismi, hikmetle ve sanatla yaratılmış tüm mahlukat üzerinde tecelli etmektedir. Biliriz ki her cemal sa­hibi güzelliğini hem kendisi görmek hem de baş­kalarının gözünden görmek ister. İşte Eşref-i Mahlukat’ın (asm) on sekiz bin âlemin yaratılış sebebini veren kenz-i mahfi hadisi: “Ben gizli bir hazine idim, bilinmek istedim; bilineyim diye halkı (kâinatı) yarattım.” Elbette gençlik baharında kendi ile beraber cümle yaratılmışların gaye-i hayatını iman tedrisiyle okuyan insan, “Sadakte ya Nebi!” teslimiyetiyle iman rükünlerini gençlik semasının sönmez ve söndürülmez güneşleri olarak yerleştirecektir. “İkra” emrinin şerhi babında Üstadın dilinden “Kendini / kâinatı oku!” hitabına muhatap olarak insaniyetini ve imtihan mekânı olan şu âlemi mütalaa edecektir. Hâlıkımız ziyadesiyle müstefid olanlardan eylesin!Yaradılış sırrın bulmaya göz gerekAynada hakikat görmeye öz gerekOnuncu Beyit Sezai-i Gülşeni, Halveti-Gülşeni tarikatının Edirne ve çevresinde yaygınlık kazanan Sezaiyye kolunun kurucusudur.Âdem-i ma’nayı mir’at eyleyenler zahirenSeyr eder Allah’ı halkta halkı da Allah’ta(Şeyh Sezâî)Mir’at: Ayna / Zâhiren: Görünüş olarak(Sen madem insan nedir öğrenmek istersin, etrafına bak! Her bir eseri seyr et de sahibini tanı, sahibini tanı da eserlerinin manasını, hakikatini anla! – Başka ellere verme! –)Gençler! Rabbimiz Bâtın’dır, Zâhir’dir. Her bir şeyin içyüzü ve dış sureti onun elindedir. Her bir şeyin suretinde “Külli şey’in Kâdir” sırrıyla -hikmet dersiyle- manadan haber vardır. Kudret kaleminin üzerinde hareket ettiği şu zaman satırına dizilmiş kün tecellisi olan her bir var ve her bir hadise bize kalemi tutanı gösterir, hatırlatır. Öyle de bu sırra vakıf gençler, âlem baharının ardından gelecek sonbahar, kış sahifelerinde kıraat ettikleri dehşet-engiz şiddetten nasihat ile nasibini alacak, dünyasını fena mühründen ibaret görmeyecektir. Bekaya ve Baki olana iştiyak duyacaktır. Gençlik nimetini takvası ile süsleyecektir. Kalplerindeki imanın manasını simalarına nur olarak yansıtacaktır. Olduğu gibi görünmek, göründüğü gibi olmak… Yazı da manası da bir… Şimdi kâinat kitabından çıkarılan dersin Fahr-i Âlem’in (asm) dilindeki “Mümin Müminin aynasıdır.” hakikatinden derlenme vaktidir. Elbette iman sahibi her genç genç’ce ikrar ile lütfu dillendirirler: “Sadakte, imanımızdan simamıza akseden nur ile Allah’ı hatırlamak/hatırlatmak ne güzel.… Alnımızdaki secde izi ile halife-i arz makamının genç mümessilleri olmak ne güzel… ‘Kardeşlerim!’ hitabına zamanın derelerinden ‘-İki emanet yolunda- Ruhumuzu teslim eyledik!’ Üstadî tabiriyle seslenmek ne güzel…” Her şeyi insan için, âlem-i asgar olan insanı da kendi için yaratan Rabbimiz ne yücedir!   Neler olur âlemde temâşâ eyleHak dîvândan kulluğa harf inşâ eyle

İbrahim SARITAŞ 01 Mayıs
Konu resmiGençlik ve İstikamet
İnsan

Gençlik bir nimet-i ilahiyedir. Gençlik nimetinin şükrü gençliği sefahat yolunda değil, istikametli yolda geçirmektir. Yani iffet, şecaat ve hikmet üzere hayatını tanzim etmektir. Evet, en hayırlı genç, ihtiyar gibi ölümü düşünüp ahiretine çalışarak, gençlik hevesâtına esîr olmayıp gaf lette boğulmayandır. İşte böyle müstakim bir gençlik hayatının sonucu ebedî bir gençliği elde etmektir. Ne mutlu dünyada istikameti muhafaza edip ahirette ebedî olarak genç kalanlara!İnsan bir yolcudur. O yolculuk ise, âlem-i ervâhtan, rahm-i mâderden, gençlikten, ihtiyar­lıktan, kabirden, berzahtan, ha­şirden, köprüden geçen ebe­dü’l-âbâd tarafına gidiştir.1 Gençlik bu yolculukta ömrün en bereketli aynı zamanda en tehlikeli çağıdır. İstikamet gençlikte sabrı kuşanmaktır. Her türlü bela, musibet ve hastalıklara karşı sabretmek gerektiği gibi Allah’a ibadete devam edebilme konusunda da sabırlı olmak gerekir. Çünkü farz olan oruç, sadece Ramazan ayında tutulan oruçtur. Kılmamız gereken namaz ise şu anki vakit namazıdır. Madem gelecek günler daha gelmedi. Öyleyse gelecekteki ibadet külfetini şimdi düşünmeyip sabırsızlık göstermemek bir istikamettir. Öte yandan haramlara karşı mesafeli duruşumuz, günah işlememe noktasında gayretimiz, sabrımız da bir istikamet göstergesi değil midir?İstikamet deyince doğruluk ve dürüstlük erdemleri öne çıkmaktadır. Doğru sözlü olma, dürüst davranma gibi davranışlar bir meziyettir ve hakikatte iman nurundan beslenmektedir. İmandan sonra bize en çok lazım olan şey doğruluktur, dürüstlüktür, istikamettir. “Emro­lunduğun gibi dosdoğru ol”2 ayeti buna işaret etmektedir.İstikamet; kuvve-i şeheviye’de iffeti, kuvve-i gadabiye’de şecaati ve kuvve-i akliye’de hikmeti esas tutmaktır. Hadd-i vasat üzere, orta yolda yürümektir. Tıpkı kabilelerin anlaşmazlık sebebiyle neredeyse kılıçlarını çekeceği hakem olayında Sevgili Peygamberimizin (asm) “hacerü’l-esved” taşını yerine yerleştirmedeki akıllıca çözümü gibi. Dost ve düşmanın ittifakıyla kemal-i iffet sahibi olan Peygamber Efendimizin (asm) yir­mi beş yaşında iken kendisin­den yaşça hayli büyük ve dul bir kadın olan Hz. Hatice (r.anha) ile evlenmesi ve bu ilk evliliğinin yaklaşık yirmi beş yıl sürmesi ve kendisine yapılan onca teklife rağmen hayatının bu gençlik döneminde başka bir kadınla evlenmemesi gibi.Allah’ın aslanı Hazreti Ali’nin tam düşmanın boynunu vuracakken yüzüne tüküren o kâfiri, “seni Allah için öldürecektim, şimdi ise nefsimin hissesi karıştı” diyerek salıvermesi gibi. Gençlikte, “Eğer istikamet, iffet ve takva beraber olmazsa, çok tehlikeleri var. Taşkınlıklarıyla, saadet-i ebediyesini ve hayat-ı uhreviyesini zedeler. Bel­­ki hayat-ı dünyeviyesini de ber­bad eder. Belki de bir iki se­ne gençlik zevkine bedel, ihti­yarlıkta çok seneler gam ve keder çeker.”3Gençlik bir nimet-i ilahiyedir. Gençlik nimetinin şükrü gençliği sefahat yolunda değil, istikametli yolda geçirmektir. Yani iffet, şecaat ve hikmet üzere hayatını tanzim etmektir. Evet, en hayırlı genç, ihtiyar gibi ölümü düşünüp ahiretine çalışarak, gençlik hevesâtına esîr olmayıp gaf lette boğulmayandır.4 İşte böyle müstakim bir gençlik hayatının sonucu ebedî bir gençliği elde etmektir. Ne mutlu dünyada istikameti muhafaza edip ahirette ebedî olarak genç kalanlara!1- Sözler, s. 1182- Hûd Suresi, 1123- Lem’alar, s. 2434- Mektubât, s. 126

Ali CİRİT 01 Mayıs
Konu resmiTarihe Yön Veren Gençler
Tarih

Akıl yaşta değil baştadır, diye bir atasözü vardır. Tarihin akışı içerisinde öyle gençler gelmiştir ki, nice tecrübeli, güngörmüş, bilge yaşlılardan daha büyük hizmetler ifa etmişlerdir. Bunun için önce dönüp Asr-ı Saadet’e bakmak gerekir. O kutlu günlerde karşımıza Hz. Musab bin Umeyr (ra) çıkar. Hz. Musab bin Umeyr (ra), Kureyş kabilesinin kollarından biri olan Abdüddâr oğullarından zengin bir ailenin çocuğuydu. Genç bir yaşta Müslüman olmuştu. Hem genç, hem yakışıklı, hem de zengin olduğu halde, tüm dünya nimetlerini elinin tersiyle iterek İslâm davasına başını koydu. Ailesinin şiddetle karşı çıkacağını bildiği için, ilk zamanlarda Müslüman olduğunu gizledi. Müslüman olduğu ortaya çıkınca, ailesi tarafından hapsedildi. Gördüğü işkenceler ve uygulanan baskılar, onu dininden döndüremedi. Habeşistan’a yapılan ilk hicrete katılarak, ailesinin baskısından bir nebze kurtulmuştur. Birinci Akabe Biatı’nda Müslüman olan Medineliler, memleketlerine dönünce Peygamber Efendimizden (asm) kendilerine İslâmiyet’i öğretecek birini göndermesini istemişlerdir. Bunun üzerine Resûlullah (asm), Medine’ye Hz. Musab’ı (ra) göndermiştir. Hz. Musab (ra), o zamana kadar nazil olan ayetleri ezbere bildiği için Medineli Müslümanlara Kur’ân okurdu. Bu sebeple Medine’de “Mukri’” diye anılmaktaydı. Medinelilere namaz kıldırır, İslam şeriatını ve fıkhını anlatırdı. İslâm’ı Resûlullah’ın (asm) tarzına uygun bir şekilde tebliğ etti. Medine’nin önde gelen şahsiyetlerinin hidayetine vesile oldu. İkinci Akabe Biatı’nda önemli bir rol oynamış ve hidayetine vesile olduklarının da arasında bulunduğu 75 kişi ile Mekke’ye gelmiştir. Hicretin ardından Peygamber Efendimiz (asm) onu Hz. Ebû Eyyûb el-Ensârî (ra) ve Hz. Sa’d bin Ebî Vakkâs (ra) ile kardeş yapmıştır. Bedir Gazvesine katılmış ve muhacirleri temsilen sancağı taşımıştı. Resûlullah (asm), Uhud Gazvesinde sancağı tüm Müslümanları temsilen taşıması için Hz. Musab’a (ra) teslim etmiştir. Uhud Gazvesi boyunca sancağı elinden düşürmemiştir. Peygamber Efendimizin (asm) yaralanmasına sebep olan İbn Kamîe, onun iki elini kesmesine rağmen sancağı kolları ile göğsü arasında sıkıştırarak taşımaya devam etmiştir. İbn Kamîe’nin mızrak darbesiyle şehid düşmüştür. Hz. Habbab bin Eret (ra) dedi ki: “Musab Uhud günü şehid olunca, kendisini saracak kısa bir hırkadan başka bir şey bulunmadı. Hırkayı baş tarafına çektik, ayakları açıldı. Ayaklarına doğru çektik, baş tarafı açıldı. Resûlullah (asm) bize: ‘Hırkayı baş tarafına çekiniz, ayaklarını ızhır otu ile kapatınız!’ buyurduktan sonra, kardeşi Ebu’r-Rum bin Umeyr, Âmir bin Rebia ve Suvayt bin Sa’d’ın Musab’ı kabre indirmelerini emir buyurdu.” (İbn Sa’d, 3/121-122)* * *Hz. Musab’dan (ra) sonra aklımıza Fatih Sultan Mehmed gelir. Daha 21 yaşındayken İstanbul’u fethetmiş ve Peygamber Efendimizin (asm) övgüsüne mazhar olmuştur. İstanbul’u fethedebilmek için o zamana kadar dökülmüş en büyük savaş topunu imal etmiş ve geçilmez denilen İstanbul surlarını yıkmıştır. Yüzlerce gemiyi karadan yürütüp Haliç’e indirmiştir. Arapça, Farsça, Rumca ve Slavca gibi birçok dil bilen Fatih, ulemaya son derece önem verir ve hürmet ederdi. Sırbistan, Mora Yarımadası, Bosna, Trabzon, Konya, Karaman, Niğde, Kırım, Otranto ve Boğdan, fethettiği yerlerin başında gelirler. Otranto, İtalya’da bir şehir olup, 1480 senesinde fethedilmiştir. Fatih’den sonra elimizden çıkmıştır. Ancak konumu itibariyle Fatih’in ufkunun genişliğini ve İ’lâ-yı Kelîmetullah yolundaki çabalarını göstermesi açısından önemlidir.* * *Tarihin sayfaları karıştırıldığında, Bağdad’ın kapılarını açan Genç Osman karşımıza çıkar. Osmanlı’nın cengâver padişahlarından olan Sultan 4. Murad, Bağdad’ı fethetmek için ordusuyla İstanbul’dan yola çıktığında takvimler, 8 Mayıs 1638’i gösteriyordu. Osmanlı ordusu, Bağdad’a giden güzergâh boyunca şehirlere uğraya uğraya gidiyordu. Her şehirden orduya katılanlar oluyordu. Ordu Aksaray’a gelince, daha 17 yaşında bıyıkları terlememiş Osman adında bir yiğit delikanlı da orduya katılmak istedi. Ancak yaşı küçük olduğu için sefere katılması uygun görülmedi. Aldığı olumsuz cevap, Genç Osman’ı vazgeçiremedi. Gizlice orduya katıldı. Bağdad’ın fethinde büyük yararlıklar gösterdi. Bağdad’ın burçlarına Osmanlı bayrağını dikti ve şehid oldu. Sultan 4. Murad’ın Genç Osman’ın şehadetine çok üzüldüğü anlatılır. Genç Osman’ın Bayburtlu olduğu, orduya katılabilmek için tarağın bıyıkta durması şartını sağlayamadığı için, demir tarağı dudağının üstüne batırıp durdurarak orduya katıldığı da rivayet edilir. Genç Osman hakkında Kayıkçı Kul Mustafa şu şiiri kaleme almıştı:Genç Osman dediğin bir küçük uşak,Beline bağlamış ibrişim kuşak,Askerin içinde birinci uşak,Allah Allah deyip geçer Genç Osman...Genç Osman dediğin bir küçük aslan,Bağdat’ın içine girilmez yastan,Her ana doğurmaz böyle bir aslan,Allah Allah deyip geçer Genç Osman...* * *Mevlâna Halid Bağdadî Hazretleri (ks), genç yaşlarındayken öğrenmesi gereken İslâmî ilimleri tahsil ederek tamamladı. Özellikle mantık ve kelâm ilimleri üzerinde daha fazla durdu. Daha 20 yaşındayken Süleymaniye şehrindeki medresenin sorumluluğunu üstlenmiş ve müderrisliğini yapmaya başlamıştır. Burada yedi yıl müderrislik yaptıktan sonra Hindistan’dan gelen Mirza Rahîmullah Azîmâbâdî adlı bir sûfînin tavsiyesiyle Hindistan’ın Delhî şehrinde yaşayan Nakşibendî şeyhi Abdullah Dihlevî Hazretlerine (ks) intisab etmek için yola çıktı. İran ve Afganistan’dan geçerek meşakkatli bir seyahatin sonunda Delhî’ye vardı. Yol boyunca geçtiği yerlerde Ehl-i Sünnet akâidinin müdafaasını yapıyordu. Abdullah Dihlevî Hazretlerinin yanında beş ay gibi kısa bir sürede seyr-i sülûkunu tamamlayarak icazet almış ve Süleymaniye’ye dönerek irşada başlamıştır. Daha sonra irşadını Bağdad’da ve ardından Şam’da devam ettirmiştir. Vefat ettiği 9 Haziran 1827 tarihinde 48 yaşındaydı ve ardında yüzlerce halife bıraktı. Nakşibendi tarikatının Şah-ı Nakşibendî ve İmam Rabbanî Hazretlerinden sonraki en önemli piri sayılır. Aynı zamanda müceddid olup, Ehl-i Sünnet’i müdafaa etmiş ve İslam birliğini savunmuştur. Tüm İslâm âlemine etkisi görülen bir irşad ortaya koymuştur. * * *Dr. Esad Feyzi Bey, X ışınlarının röntgen çekilirken kullanılabileceğini keşfettiğinde 23 yaşındaydı ve tıp fakültesinden yeni mezun olmuştu. Osmanlı Devleti’nin zaferiyle sonuçlanan 1897 Yunan Savaşında yaralanan askerlerimizin bazıları Yıldız’daki askerî hastaneye getiriliyorlardı. Burada askerlerin tedavi görmesi için onlarla ilgilenenler arasında Dr. Esad Feyzi Bey de vardı. Feyzi Bey, arkadaşı Rıfat Osman Bey ile birlikte bir askerin bileğine saplanan şarapnelin yerini X ışınını kullanarak tespit etmişlerdir. Bu sayede ameliyat sırasında doğrudan şarapnelin saplandığı noktaya müdahale edilmiştir. Dünyada tıp tarihinde bir ilk olan bu keşif, Sultan 2. Abdülhamid’e arz edilmiş ve o dönem çekilen röntgen filmi Servet-i Fünûn’da yayınlanmıştır.* * *Sultan 1. Ahmed, Sultanahmed Camii’ni yaptırıp ibadete açtığında 26 yaşındaydı. Kanunî Sultan Süleyman, Sırbistan’ın başkenti Belgrad’ı fethettiğinde 27, Rodos Adası’nı fethettiğinde 28 yaşındaydı. Çizdiği dünya haritası ile tanınan Pîrî Reîs, küçük yaşlardan itibaren amcası Kemal Reîs ile birlikte Akdeniz’de seferlere çıkmıştır. Akdeniz’de uğramadığı liman kalmamış ve meşhur Kitab-ı Bahriye’sini bu sayede kaleme almıştır. Yaptığı denizcilik hizmetleri sebebiyle, Sultan 2. Bayezid’in huzuruna çıktığında 25 yaşındaydı. Üstad Bedîüzzaman Hazretleri daha 13 yaşındayken üç ayda 80-90 cilt kitabı ezberlemiş, devrindeki tüm ulemanın üstünde bir ilmî seviyeye ulaşmıştı. Zaten zamanının eşsizi anlamına gelen “Bedîüzzaman” lakabı da bu sebeple ona henüz 16 yaşındayken verilmiştir. İman, Kur’ân, İslâm yolunda manen, maddeten ve ilmen hizmet etmek için hangi yaşta olduğumuz önemli değildir. Yeter ki, gerekli ve yeterli imanî şuura sahip olalım.

Arif Emre GÜNDÜZ 01 Mayıs
Konu resmiGençlerin Sorunu Herkesin Sorunudur
İnsan

Bütün ideolojilerin, siyasal hareketlerin, sosyal yapıların, ulusların, devletlerin, ümmetin ve ailelerin gelecek planlarında gençler yer almakta, geleceğe ilişkin hazırlıklar geleceğin gençlerine göre planlanmakta, planların hayata geçirilmesinin sorumluluğu da gençlerin omuzlarına yüklenmektedir. Gençler kimi zaman büyük davaların yüklenicisi, kimi zaman muhtemel ve muhayyel umutların yeşerticisi, kimi zaman ise hayal kırıklıklarının ve çöküşün de adresi olmaktadır. Çekirdek aileden millete ve ümmete ulaşan iç içe geçmiş bu sistemin, gençlerle olan ilişkisi elbette ki çok kapsamlı ve çözümlemesi girift bir mahiyet taşımaktadır.Bu ilişki sistemi içerisinde, Bediüzzaman Hazretleri Eskişehir hapishanesi penceresinden gençlere bakmış, gençlerin gelecekteki muhtemel üzüntülerini tefekkür ederek, onlar kendileri için gözyaşı dökmeden onlar için onlardan önce gözyaşı dökmüştür. Bediüzzaman’ın gençlerden beklentisi de bu minvalde olmuş, hayatlarını gelecekte üzülecekleri bir tarz üzere inşa etmemelerini nasihat etmiştir. Kendi hayatını da adeta bu amaca vakfetmiştir. “Izdırabım İslam’ın maruz kaldığı tehlikelerdir” ifadeleriyle izhar ettiği ızdırabının mahiyetinde, gençlerin gelecekteki maruz kalmaları muhtemel ızdıraplarından da bir hisse elbette ki vardır.Necip Fazıl’ın gençlikten beklentisi “Zaman bendedir ve mekân bana emanettir! şuurunda bir gençlik”tir. O da tasavvur ettiği bu gençlik için çektiği ızdırabı “ciğerimden kalemime kan çekerek yırtındığım, kıvrandığım ve zindanlarda çürüdüğüm bu gençlik karşısında, uykusuz, susuz, ekmeksiz, başımı secdeye mıhlayıp bir ömür Allah'a hamd etme makamındayım.” ifadeleriyle ve hamd ile dile getirmiştir.Mehmet Akif’in genç tasavvuru Asım’da ete kemiğe bürünür. İdeal gençlik Asım’ın nesli olur. Onun gençliğe nasihati, “Sen ki Asım’ın neslisin, çiğnetme namusunu. /At üstünden korkunun ve gafletin kâbusunu/ Ateşler yakıp Nemrut misali, atsalar seni/ Sakın hâ! Terk etmiyesin, imanını, dinini” mısralarında tezahür eder. Akif’in Çanakkale Şehitleri şiirinde “Asım’ın nesli diyordum ya nesilmiş gerçek” mısraında Asım’ın neslinin kahramanlığı çıkar karşımıza.Sezai Karakoç da genç Diriliş Neslinin bir eridir. “Yeni bir nesil gelmektedir. Bu, Diriliş Neslidir. Düşüş günümüzden bugüne tere batarak yapılan çalışmalar bunun içindir.” “Evet, biz diriliş erleri, Son Peygamberin Sancağı altına sığınıyoruz. Bu sancağın yere düşmemesi görevimizdir, varoluş hikmetimizdir” der Karakoç. Karakoç’un ızdırabı ve gençlerden beklentisi Diriliş Neslinin inşasıdır. Nurettin Topçu’nun ızdırabı da gençliktir. “Gençler bizden yeni bir hikmet, yeni bir insan mayası istiyorlar. Ne pahasına olursa olsun, biz bu mayayı yoğurmaya mecburuz” ifadeleriyle gençler karşısında kendisine bir sorumluluk yükler. Onun da gençlerden beklentisi, bir ideale sahip olmalarıdır. Topçu da nefsin esaretinden kurtulmuş gençlik idealize eder.Cahit Zarifoğlu, gençlerin tam bir şuura erebilmesi için bir zorunluluk ileri sürer. “Özellikle genç Müslümanlar, on binlercesi birden, tüm dünya Müslümanlarının pak temsilcileriyle kucaklaşmak, bütün renk ve ırk farklılıklarının mengenesini kırmak, bölgesel küçük oyunların ve hesapların kıskacından kurtulmak, kısaca tam bir İslâmî şuura ermek için hacca gitmek niyetinde ve zorundadır” der, “Bir Değirmendir Bu Dünya” eserinde.…………Bir değirmen olan bu dünya devranında, dünya devranını, sosyal, siyasal ve ekonomik hayatı döndürenlerin büyük bir kısmı gençlerdir. Hemen her seçim döneminde ilk defa oy kullanacak olan gençlerin sayısı merakla hesaplanır, ilk defa oy kullanacak gençlerin sonuçları nasıl etkilediği analiz edilir. Gelecek seçimlerde ilk defa kaç gencin oy kullanacağı tahmin edilir. Eğitim öğretim hayatının başladığı her dönem okul çağındaki gençlerin sayısının ne olduğu dile getirilir. İktisadi analizlerde çalışma hayatında olan olmayan gençlerden, çalışan gençler ve emekli olan yaşlıların rakamlarından mukayeselerle bahsedilir. Ülkelerin gücü mevzubahis olduğunda ne kadar askerlik çağında gence sahip olduğu göz önünde tutulur. X-Y-Z kuşakları olarak kategorik ayrımlar altında gençlerin ve genç adaylarının davranış kalıpları üzerinden, güncel ve gelecek üzerine öngörülerde bulunulmaya çalışılır. Gençlerin sorunları üzerine akademik çalışmalar, paneller, sempozyumlar tertip ettirilir. Gençlerle ilişkili doğrudan veya dolaylı muhtelif bakanlıklar, kurum ve kuruluşlar teşekkül ettirilir. Hasılı dünyanın odağında gençlerin olduğu, gençlerin odağında da dünyanın olduğu gençlere hissettirilir. Adeta dünya gençler için vardır. Nitekim hakikatte de öyledir…Bu satırlar yazılırken, eş zamanlı olarak gençler üzerine yapılmış bir araştırmaya da bir başka ekrandan göz atılmaktadır. Euronews’de “Gençlik Araştırması: Türkiye'de gençler için özgürlük her şeyden önemli” başlığı ile yer alan haber şu ifadelerle başlamaktadır. “Sosyal Demokrasi Vakfı SODEV, 19 Mayıs Atatürk’ü Anma, Gençlik ve Spor Bayramı vesilesiyle Türkiye’nin farklı bölgelerinde, farklı sosyo-ekonomik profillerine sahip gençlerin temel sorun alanları ve beklentilerini ölçen Gençlik Araştırması Raporu’nu kamuoyuyla paylaştı.” Haber’de Türkiye’nin genç nüfusu ile ilgili şu çarpıcı veri yer almaktadır “Avrupa İstatistik Ofisi (Eurostat) ve Türkiye İstatistik Kurumu (TÜİK) verilerinden derlenen bilgilere göre, toplam nüfusun yüzde 15’ini oluşturan 13 milyon genç nüfusuyla 20 AB üyesi ülkenin nüfusunu geride bırakan Türkiye’de…” Haberin devamında ise gençlerin beklentileri ve memnuniyetsizlikleri tercihleri üzerine veriler, oranlar sunulmaktadır. Bu vb. haber ve araştırmaların onlarcası belki muhtelif zamanlarda muhtelif platformlarda defalarca yer aldı, paylaşıldı. Haber içerisindeki belirtilen sonuçlar, öncelik sıralamaları, memnuniyet ölçütleri vs. de pek çok araştırmada büyük farklılıklar da içermiyor.Pek çok araştırma, bir değirmen olan bu dünya devranında, sosyal, siyasal ve ekonomik hayatının büyük bir kısmında öğütülenlerin de gençler olduğunu gösteriyor. Gençlerin afaki yolculuğu için kusursuz olarak kurgulanmaya çalışılan bu dünyada, gençlerin enfüsi yolculukları ihmal edilmektedir. Bilge Mimar Turgut Cansever’in meşhur sözünde; “Şehri imâr ederken nesli ihyâ etmeyi ihmal ederseniz, ihmâl ettiğiniz nesil imâr ettiğiniz şehri tahrip eder” demektedir. Bu tahrip illa fiziki müdahale ile tahrip olmasa gerek diye de değerlendirebiliriz. Gençlerin terk-i diyar etmek istemeleri bir tahriptir. Gençlerin terk-i diyar etmeyip bir gayret ile mücadele etmek istememeleri de bir tahriptir. Gençlerin memnuniyetsizlikleri de bir tahriptir. Bu tahribat hem gençler hem toplum nezdindedir. Gençlerin memnuniyetsizliklerinin gençlerin düşünsel ve ruhsal dünyalarındaki izdüşümü onları tahrip ederken, gençleri mutlu olmayan bir toplumun bütününe şamil ruhsal ve düşünsel izdüşümü de toplum nezdinde vuku bulmuş bir tahribattır. …………Gençlerin mutlu olmadıkları şeyler ile mütefekkirlerin gençler adına mutlu olmadıkları şeyler arasında devasa bir uçurum olduğu görülmektedir. Gençlerin ızdırap çektikleri şeyler ile gençler adına ızdırap çekilen şeyler arasında bir kesişim kümesi göze çarpmamaktadır. Gençlerin idealize ettikleri şeyler ile gençlere idealize edilen şeylerin farklı olduğu, mütefekkirlerin idealize ettiği hususların bir kısım gençler nezdinde hiç mevzubahis bile olmadığı görülmektedir.Yukarıda bahsi geçen mütefekkirlerin hepsi de ideal bir gençlik tasavvur ederken, gençlerin kendi iç dünyalarındaki yolculuklarına dikkat çekmektedirler. İnsanın kendi iç dünyasına ve kendi iç dünyasında yolculuğu, hemen her anı kuşatan sürekli mücadele içeren varoluşsal bir yolculuktur. İnsanın kendisini, gençliğini, ihtiyarlığını, dünyayı, varlığı, varlığını, kalbi, ruhu, aklı tanıma yolculuğudur. Rabbini, tanıma yolculuğudur. Eşref-i Mahlûkat olma yolculuğudur. İnsanın kendi enfüsi yolculuğu, muhasebeli bir yolculuktur. “Hesaba çekilmeden önce kendinizi hesaba çekiniz” düsturu muvacehesinde insanın kendisine, aklının kalbine, kalbinin aklına hesap vere vere yaptığı bir yolculuktur. Çetin bir yolculuktur. Bu yolculuk sadece, ne kadar olduğu meçhul olan ömür sermayesinin ahirinde değil, nasip olurda yaş kemale erince, eğer ömür varsa yolun sonu belirince değil, gençlikte, ihtiyarlıkta hayatın her anını kuşatması ihtiyaç olan bir yolculuktur.Necip Fazıl’ın dediği gibi “zaman bendedir ve mekân bana aittir” yolculuğudur.Gençleri zaman ve mekândan koparmaya matuf maruz kaldıkları bu tahribattan onları kurtarma sorumluluğu ve ızdırabı, bunu kendisine sorumluluk ve ızdırab kabul eden herkese aittir. Yukarıda bahsi geçen Mütefekkirler (ve bahsi geçmeyen daha niceleri) örneğinde olduğu gibi...

Ahmet Hüsrev ÇELİK 01 Mayıs
Konu resmiA-“Değer” Kalma: Gençlik Nimetinde Kal! (Hâtır’a Düşenler)
İnsan

 “O gençlik çağı, yemyeşil ter ü taze bir bağa benzer. Bol bol meyveler verir.” Mevlana Celaleddin (Kuddise sirruh)Gençlik cemresinin havaya düştüğü demler. İlk okumalarımız… Fikren ve hissen kalb-akıl cevelanında mezc olan pend-name tadında hakikatlerin vücudumuza aşı’lanışı, sonraki senelerin kısmi gençlik sarsıntıları için pan-zehir … 14/15/16 yaş hattında temerküz eden bir tabur genç, ellerinde teksirler: Suya kanarcasına, havada suyu kıvamında dövercesine… Bir zaman…Demişti Üstad Hazretleri, beraber yanı başına oturtarak ve gördüğü manzarayı henüz lisenin ilk adımında olan kalbimizden beraber seyrettirmişti. Hatt-ı Kur’ân üzerinden…Evvela, çok ibtidai olan bu okuma ve tefekkürümüzde “Eskişehir Hapishanesinin Penceresi” Üstadımızın tasarrufuyla her ne kadar gençlik hakikatlerine açılmış olsa da tarihçe-i hayatındaki ard-limana açılamamıştı. Geçen dersler ve neşredilen hakikatlerle gördük ki ortada bir “çile” var. Lakin Üstadca… Anlamayanlar, “Aziz Üstadım!” diye başlatılan süslü terennümlerle çok üzülmesinden dem vurdular. Fakat en çok kendilerinin zarar verdiğini dillendirmediler dahi. Akıllarınca giz ettiler: Hasbünallah!Manevi Sinema…Nedir, ne değildir? O yaşlarda tam idrak edemedik. De… On yıllar geçip giderken çevremizdeki “cehennem hurisi”-emsali taifelerin – hem de aynı tarif edildiği şekilde – ihtiyarlık silüeti ve kabir toprağı derinliğinde eridiğini/mahva yürüdüğünü görünce hayali olan bu sinemanın hakikate açılan perdelerini müşahede ettik. TV’lerin evleri efsunlayan puslu havasının tesirinden kurtulduğumuz gençlik bahçesinin bayırında lütfedilen TV-girmez hane-i nuriye­le­rimizde, Üstadca manevi si­ne­maların bir başka seyrine koyulduk/asr-ı saadet coşkusu yaşadık.Ağlayışına…Hayret ettik! Koca Üstad dedik... Nasıl ağlar? Ağladığını asrın idrakine göre söylettirilen kelime ve cümlelerinde nasıl söyler? İtiraf gibi… Neuzubillah!... Az sonra: Asırlar katarının son halkasındaki belki de Besmele-misal lokomotifindeki hakikat mesleğini ve hakikat dürbününü görünce meseleyi çok iyi anladık. Hakikat pınarı Nebevî asrın ardından asırlar boyu tasavvufla işlenen aşkın yerini acz, fakr, tefekkür, şefkatin aldığını gördük. Akan göz yaşının şefkat katreleri olduğunu bildik. Bu katrelerin pınarının, kadınların yüzsüz yüzünden çıkan ve gençleri pervaneler gibi sefahet ateşe atan cazibedar fitneye kar­şı olan çaresizlik değil de kollarını açıp ateşten çevirmeye çalışan Âlemlere Rahmet olan Efendimiz (sav)’in sünnet-i seniyyesi olduğunu derk ettik. Ya seyyar dünyalar ve                     seyyal kâinatlar…Bunlara ne demeli? Takılıp kaldık, ya hu! Nasıl yani, dedik: Tablacı gibi mi, sel gibi mi? Tam da öyle olduğuna, sonraları aldığımız “Ya Baki ente’l-Baki!” dersiyle mutmain oldu kalbimiz. Üstadımızın dilinden çıkan hakikat hangi burçta dillenmişse o burcun rengiyle boyanır. Mevzu sefahat ve fani lezzetler ise… Elbette sefahat ateşine atılan genç, dünyanın zevklerinin, lezzetlerinin geçici olduğunu bilmeliydi. Her mevsimin tablaları, vagonları kendine has nimetler ve lezzetler ile dolup boşalmıyor muydu? Yıldızlardan tut zerrelere kadar -insan da dahil- küçük büyük tüm kâinatlar, bitişe, zevale sel gibi akmıyor muydu? Sefahat ateşinde, pis lezzetlerde yanmaya değer miydi yani. Hem de o Baki dururken, ona iman ile yönelmek lezzeti varken.Şu Hayvanlık…Bahane mi olurmuş günaha? Denilir mi hiç, “Hayvan gibi hayatımı geçireceğim.” Hem de Nur Risalelerinin müellifinin karşısında. Sonra Üstadca cevap alırsın.Gençliğimizin tan vaktinde teslimiyetin ardından bir ara durduk ve sorduk; nasıl bilebilir ki Üstad, bir tavuğun geçmişin elemlerinden geleceğin endişelerinden azade olduğunu, hâzır zamandan büyük bir lezzet aldığını? Yani insan gibi olmadığını. İçine mi girdi ki? Aklımıza gelmemiş, kalbimizde tahattur etmemişti, ta ki Süleyman’a (as.) kuş dili öğretenin, yaştan kuruya her şeyin var olduğu Kur’ân-ı Mu’cizü’l-beyânı indi­re­nin Kelam sıfatının sahibi olduğunu ders alıncaya kadar… Kuru asma çubuğunda asılı yüzer rahmetin şurup tulumbacıklarını emziren salkımlarla tefekkür yollu “Ve Hüve ala Külli şey’in Kadir” sırrını tevhid dersi olarak alıncaya kadar… Nübüvvet bahçesinde sadece insan değil deve, ceylan, keler, kurt ve sair canlı-cansız tüm sakinlerle tekellüm eden Hace-i Kâinat’ı (asm) hakiki manada tanıyıp iman edinceye kadar. Ey sıdk! Teslimiyetlerin ardı sıra seni kucaklamak ne bahtiyarlık!Uhuvvet ve hürmetmiş…Hı’… bize uhuvveti ve ihtiramı telkin eder bir de sefalet ehli bedbahtlar. Veyl! Haramın binası olmaz deriz… Anlamazlar. Süfli lezzetlerde minicik bir insaniyet ve bu insaniyetten beklenen ahlakın su-i ahlaka kalb edişinden başka elde bir şey kalmaz… Bilmezler.Nerede iman ehlinin kardeşliği, hürmeti, muhabbeti, himmeti. Sudur eden: Güzel ahlak, safi/temiz lezzet. Nedir Üstadca? Elbette helal dairesi keyfe kâfidir.Dağlar kadar değil kâinatlar kadar fark… Mikyas dahi kabul eder değil.Yahudinin cam parçaları…Elmas fiyatına alır ya! Dünya hayatı fani ve kısaaaa, ahiret hayatı baki ve uzuuuun: sakın iltibas etme. Faniye beka kıy­meti verme. Yoksa hayatın Allah’la değil, fiskosla (evle, araba­ya, pa­­rayla pulla/malla mülkle el­ha­­sıl) geçer. Maâzallah!Mutantan zahiri bir galebe! Yazık, tedenni etmiş akıl, kalb ve ruha… Pis heves ve rezil nefse inkılab eden bu nimetlere, cihazlara.Mazlum ehl-i imana cenneti kazandıran, haricindeki bedbaht­lara cehennemi kazandıran genç­lik nimetinin Mün’im-i Ha­ki­kisine ziyadesiyle hamd ve şükürler olsun!Ya Rabbe’l-Âlemin!(İsa Aleyhisselamı 6. semada durduran iğnenin sırrını derk eden Terzi Baba’ya ithafen) Ya Rabbi bize ve her mevsimindeki gençlerimize bu dünya için Allah dedirtme!

İbrahim SARITAŞ 01 Mayıs
Konu resmiCömertlik, İsraf ve Denge
İtikad

Alimlerimiz ihtiyaçlarımızı zaruriyyat, haciyyat ve tahsiniyyat olmak üzere üç ana başlıkta toplamışlardır. Zaruriyyat; can, nesil, akıl, mal ve dinin muhafazası yolunda duyulan ihtiyaçlardır. Bunlar hayatın olmazsa olmazlarıdır. Haciyyat; karşılanmadığı taktirde insanı sıkıntıya düşürecek ihtiyaçlara denilmektedir. Tahsiniyyat ise, etik ve estetik açıdan hayatı kolaylaştıran ve güzelleştiren ihtiyaçlardır. Alimlerimiz bu üçlü tasnifin içine girmeyen harcamaların ve nefsani isteklerin israf olduğunu belirtmektedir. Alimlerimiz mezkûr üç ana ihtiyaç grubunun herhangi birisinde israfa varacak boyutlarda harcama yapmayı da doğru bulmamaktadır.Kur’an ve Sünnette CömertlikCömert Farsça cevân-merd ke­li­­­mesinden Türkçeleştiril­miş­tir. Cö­mertlik kavramı İslâm ah­lâ­kı literatüründe genellikle se­hâ, sehâvet ve cûd terimle­riy­le ifa­de edilir. Istılahta ise “El­deki imkânları meşru ölçüler içinde, gönüllü olarak ve karşılık beklemeden başkalarının yararına sunma eğilimi” olarak tanımlanmaktadır.1Yüce Allah “Siz hayra ne harcarsanız, Allah onun yerine başkasını verir”2 ve “Hayır ola­rak harcadıklarınız kendi iyi­liğiniz içindir. Yapacağınız ha­yırları ancak Allah’ın rızası­nı kazanmak için yapmalısınız. Hayır olarak verdiğiniz ne varsa, karşılığı size tam olarak ödenir ve asla haksızlığa uğratılmazsınız.”3 buyurmakla kulları cömertliğe davet etmektedir. Ancak cömertliğin bir neticesi olan hayır, infak, ikram gibi şeyler Allah’ın rızasını kazanmak için olması gerektiği vurgulanmaktadır. Yoksa insanlar cömert desin diye yapılan işler gösterişten başka bir şey değildir. Kişinin şan, şöhret, makam ve mevki hırsı gibi safi olmayan duygularını tatmin etmek için malını sarf etmesi cömertlik olarak isimlendirilemez. İhlassız bir ameldir. Bununla beraber kişinin hayra harcadığı ne varsa, Allah tarafından kendine tekrar gönderileceği müjdelenmiştir.Cenab-ı Hak “Malını (Allah katında) temizlenmek için ve­ren, (günahlardan) en çok sa­kı­­­nan (müminler) ise, ondan (ateş­ten) uzaklaştırılacaktır.”4 bu­­yur­makla, cömert olan ikram eden, malını Allah yolunda in­sanlara infak eden kimse­nin ateşten uzaklaştırılacağı ifa­de edilmiştir.Sevgili Peygamberimiz sadece iki kişiye gıpta edilebileceğini söylemiştir. Bu iki kişiden biri Allah’ın verdiği malı Allah yolunda harcamayı başarabilen kimsedir. Diğeri ise Allah’ın kendisine verdiği ilim ile hikmeti doğru kullanıp, başkalarına öğreten kimsedir.5Resul-i Ekrem (sav), cömertliği dalları dünyaya kadar uzanan cennet ağaçlarından bir ağaç olarak tavsif etmektedir. Kim o ağacın dallarından birine tu­­tu­nursa, o dal onu cennete gö­türür buyurmaktadır.6 Gö­rül­­dü­ğü gibi Peygamberimiz, cömert­liğin kişiyi cennete ulaştıracak bir vesile olduğunu ifade etmektedir.Sevgili Peygamberimiz başka bir hadisinde ise şöyle bu­yur­muş­­tur: “Her sabah iki melek iner. Biri Ya Rab! İyilik edene malının karşılığını ver, der. Diğeri de: Ya Rab! Cimrilik edenin malını telef et, diye dua eder.”7 Yukarıda be­­lir­­tilen ayet ve hadislerde ol­du­ğu gibi daha birçok ayet ve hadiste cömertlik tavsiye edilmiş, övülmüştür.Kur’an ve Sünnette İsrafİsraf, sözlükte “haddi aşma, ha­ta, cehalet, gaflet” gibi anlamlara gelen “seref” kökünden tü­re­tilmiş olup genel olarak inanç, söz ve davranışta dinin, akıl veya örfün uygun gördüğü ölçülerin dışına çıkmayı, özellikle mal veya imkânları meşru olmayan amaçlar için saçıp savurmayı ifade eder.8 Cenab-ı Hak, “Ey Ademoğulları, her mescit yanında ziynetle­ri­ni­zi takının. Yiyin, için ve israf etmeyin. Çünkü O, israf edenleri sevmez.”9 buyurmakla helal olarak yeme içmeyi uygun görürken, haddi aşarak israfa giren kişileri de uyarmıştır. İsraf edenleri Allah’ın sevmediği kullar olarak sınıflandırmış, büyük bir günah olduğunu tembihlemiştir.Allah Teala akrabaya yoksula ve yolda kalmışa hakkını vermeyi tavsiye etmiş, ancak kişinin israf ederek malını saçıp savurmaması gerektiğini açıkça dile getirmiştir. Saçıp-savuran kimseleri şeytanın kardeşleri olarak tanımlamıştır.10Asr-ı Saadette bir bedevî abdest hakkında sorular sormak üzere Hz. Peygambere (sav) gelmişti. Peygamberimiz azalarını üçer kere yıkayarak abdesti ona gös­termiş ve şöyle buyurmuştu: “İşte abdest böyle alınır. Kim bun­dan daha fazlasını yaparsa hatalı davranmış, haddini aşmış ve zulmetmiş olur.” 11Bir defasında ise Resûlullah Sa’d’ın (ra) yanına uğradı, o sırada Sa’d abdest alıyordu. Peygamberimiz (suyu çok harcadığını görünce) ona, “Bu israf nedir? Ey Sa’d” dedi. Sa’d de (taaccüble) “Abdestte israf olur mu?” diye sordu. Peygamberimiz “Evet! (Olur). Suları akıp giden bir nehir kenarında bile olsan (suyu fazla kullanırsan israf etmiş olursun)” buyurdu.12Sevgili Peygamberimizin bildirdiğine göre “Allah, annelere hürmetsizlik etmeyi, kız çocukları diri diri gömmeyi ve (vermeniz gereken şeyleri) vermeyip (hakkınız olmayan şeyleri) almayı size haram kılmıştır. Dedikodu etmeyi, (anlamsız) çok soru sormayı ve malı israf etmeyi ise sizin için hoş karşılamamıştır.” 13Bediüzzaman’a Göre Cömertlik ve İsrafBediüzzaman Hazretlerine göre, yapılan ihsanlar Allah he­sabına olmazsa üç zararı vardır. Buna göre; verilen mal Allah namına verilmediği için, manen minnet edilir, fakiri de minnet içinde bırakır. İkinci zarar ise ihsanda bulunulan kimsenin hayır duasından mahrum olunur. Üçüncü olarak, Allah’ın -kullarına ulaştırması için- dağıtım görevlisi olarak vazifelendirdiği insan, o malın gerçek sahibini kendi zanneder ve verilen nimete nankörlük etmiş olur.14Bediüzzaman Hazretlerine göre cömertliğin tam manasıyla gerçekleşmesi için ihsan, millet hesabına, muhtaca ve fakire olmalıdır. Eğer muhtaç olmayan şahsa yapılırsa onu tembelliğe ve çingeneliğe alıştırır.15Bediüzzaman Hazretlerine gö­re israf şükre zıttır; nimetin kıy­me­­tini değersizleştirmektir. İs­raf, be­reketsizliğe ve sıhhatin bo­zul­masına sebep olur. Başkalarına el açtırarak kişinin izzetini kırar.16 İsraf hırsı sonuç verir. Hırs ise üç şeye sebeb olur:1) Kanaatsizliktir. Kanaatsizlik çalışmaya, kazanmaya olan şevki kırar. Şükür yerine şikâyete sebep olur, kişiyi tembelleştirir. İnsana helal olan az parayı terk ettirip haram olan, zahmetsiz mala yönlendirir. Bu yolda izzetini ve şerefini kaybettirir.2) Mahrumiyet ve Zarara Uğramaktır. Hırs sebebiyle kişi umduklarına ulaşamaz, istiskale uğrar; yardım ve kolaylıklardan mahrum kalır. Örneğin; rızka muhtaç ağaçların fıtrî kanaatleri onların rızkını onlara koştururken; hayvânâtın hırsla meşakkat ve noksaniyet içinde rızka koşmaları, hırsın büyük zararını ve kanaatin büyük menfaatini göstermektedir. Hem zayıf yavruların kendi lisanlarınca hal itibariyle kanaatleri, süt gibi lâtif bir gıdanın, ummadığı bir yerden onlara akmasına sebep olurken, canavarların hırsla noksan ve pis rızıklarına saldırması bir diğer örnektir.3) İhlassızlığa sebep olur. Ahirete müteallik amellerini yaralar. Çünkü hırs sahibi kimse insanların teveccühünü ve beğenisini kazanmak ister. İnsanların teveccühünü kazanmak eğilimi katıksız, halis ihlasın kazanılmasını engeller.17Cömertlik ve İsraf Arasındaki DengeAllah Teala “Eli sıkı olma, büs­­bütün eli açık da olma ki, her­­kes tarafından ayıplanan (is­raf­tan ötürü de) kaybettiklerine hasret çeken bir hale düşmeyesin.”18 ve “Rahman’ın o has kulları, harcamalarında ne israf eder ne de eli sıkı davranırlar; bu ikisinin arasında bir denge tuttururlar.”19 ayetleri ile müminlere israf ile cömertlik arasında bir istikameti göstermektedir. Yukarıdaki ayetleri alimlerimiz şöyle değerlendirmektedir. Buna göre yapılan harcamalar ve infak hem kendini hem ailesine, çoluk çocuğuna darlık vermeyecek surette gerçekleşmektedir. Hukemâ, “Her insan için, ifrat ve tefrit olmak üzere, iki uç söz konusudur ki, bu ikisi de kınanmaktadır” demişlerdir. Binâenaleyh cimrilik, vermeme, eli sıkı ol­ma tefrittir. İsraf, büsbütün ver­mek, saçıp savurmak ifrattır ki, her ikisi de yerilmiş ve kınanmıştır, kötüdür. Üstün huy, âdil ve orta olandır. Nite­kim Cenâb-ı Hak, “Böylece sizi, vasat (örnek, mutedil) bir ümmet yapmışızdır.”20 buyurmaktadır.Alimlerimiz ihtiyaçlarımızı zaruriyyat, haciyyat ve tahsiniyyat olmak üzere üç ana başlıkta toplamışlardır. Zaruriyyat; can, nesil, akıl, mal ve dinin muhafazası yolunda duyulan ihtiyaçlardır. Bunlar hayatın olmazsa olmazlarıdır. Haciyyat; karşılanmadığı taktirde insanı sıkıntıya düşürecek ihtiyaçlara denilmektedir. Tahsiniyyat ise, etik ve estetik açıdan hayatı kolaylaştıran ve güzelleştiren ihtiyaçlardır. Alimlerimiz bu üçlü tasnifin içine girmeyen harcamaların ve nefsani isteklerin israf olduğunu belirtmektedir. Alimlerimiz mezkûr üç ana ihtiyaç grubunun herhangi birisinde israfa varacak boyutlarda harcama yapmayı da doğru bulmamaktadır.Övülmüş cömertlik ile yerilmiş israf arasındaki fark açıktır. Ayet ve hadislerden anladığımız kadarıyla harcamaların israfa kaçmaması için bazı ölçüler şöyledir:1) Harcamalar helal dairede ol­malıdır. Kişinin helal dairesi dışında yaptığı ve dinimizce ha­ram olarak nitelendirilen her har­cama israftır. Örneğin sigara gü­nümüzde birçok alimin ifadesiyle haram kabul edilmektedir ve onun için ona harcanan para israftır. 2) Kişinin harcamalarıyla ailesini zor bir duruma sokmaması gereğidir. 3) Harcamalar kibir, gösteriş ve insanlara duyurmak amaçlarıyla yapılmamalıdır.4) Yapılan harcamalar ihtiyaç dairesi dışında olmamalıdır. İhtiyaç olmadığı halde rengini beğendim, şeklini beğendim diyerek kullanılmayacak bir ürünün alınması maalesef asrımızın hastalığıdır.5) İhtiyaç dairesinde olup gereğinden fazla olan harcama da israftır. Resulallah’ın abdest alınacak suyun fazlasını israf olarak değerlendirmesi bu ölçüye örnektir. Kişinin abdest alması için yeterli olan su misal iki litre iken beş litre su kullanmak ihtiyacın fazlası demektir ki bu da israftır.1- Mustafa Çağrıcı, Cömertlik, DİA, İstanbul 1993, C.8, s. 722- Sebe, 393- Bakara, 2724- Leyl, 17-185- Buhârî, İlim 15, Zekât 5, Ahkâm 3; Müslim, Müsâfirîn 2686- Beyhakî, Şuabü’l-Îmân, VII, 4357- Buhârî, Zekât 27; Müslim, Zekât 578- Cengiz Kallek, İsraf, DİA, c. 23, s. 178-1809- A’raf, 3110- İsra, 26-2711- Nesai, Taharet, 10512- İbn Mâce, Tahâret, 4813- Buhârî, İstikrâz, 1914- Mektubat, s.11915- Mektubat, s.41416- Lemalar, s.14517- Lemalar, s. 15218- İsra, 2919- Furkan, 6720- Razi, Mefatihu’l-Gayb,

Abdulkadir ERTAŞ 01 Mayıs
Konu resmiİnsan, Dil ve Ontoloji
Risale-i Nur

“O Allah ki insanı yarattı ve ona beyanı öğretti” Sözler, kelimeler o kadar muktedir o kadar kudretli varlıklardır ki, kelimelerin insanda oluşturabileceği etki potansiyeli o kadar büyüktür ki, Allah lütfeder o kelimeleri doğru bir şekilde sıralayabilirsek, oluşan o cümlenin insanda oluşturacağı etkiyi tasavvur etmek mümkün değildir. Bazı bilimsel çalışmalarda bazı formüller vardır, öyle bir formül oluşturur ki bilim insanı, o formülle ortaya çıkacak olan netice insanlarda şaşkınlığa sebep olur. Sadece bir formüldür oysa. Mesela, içinde x’in olduğu, y’nin olduğu, z’nin olduğu artının, eksinin, karekökün olduğu bir formül düşünün. Özellikle fizik ve kimya derslerinde, karatahtada, lise hayatımız boyunca gördüğümüz formüllerden bir tanesini düşünün. Bu formülde sıralı ögeler vardır. Bu ögeler bilinmeyenlerin bilinmesi için vardır. Neticede formül bize bir şey anlatır. Suyu anlatır, havayı anlatır, hidrojeni anlatır, sülfürik asiti anlatır. O formülün dilini bilen o formülün ne anlattığını şüphesiz ki anlar. Konuştuğumuz dil de bundan farklı değildir. Eğer o kelimeleri doğru bir şekilde sıralamayı bilirse bir kimse, (buraya dikkat edin) konuşmanın, ifade etmenin, hitap etmenin, beyanda bulunmanın ne kadar büyük bir şey olduğunu ama ne kadar büyük bir şey olduğunu görecektir. Rahman suresi 3-4. ayetlerde Allahu Teala hazretleri, “O Allah ki insanı yarattı ve ona beyanı öğretti” buyurarak, insana kendini ifade etmeyi öğretti demiştir. Düşünün, insana kendini ifade etmeyi Allah öğretti, bunu nasıl anlamalıyız? Bizim yaratılışımızda, bizim hilkatimizde, bizim fıtratımızda kendimizi ifade etme becerisi var ve bu beceri bizzat bizi yaratan Allah’ın bize öğrettiği. Bize yazılımını gömdüğü o programı, içimize yerleştirdiği bir süreç olarak düşünün. Yoksa formel bir ortamda yüz yüze bir eğitim gibi düşünmemek gerekiyor. Yaratılışımızda Allah’ın bizim fıtratımıza yerleştirdiği/öğrettiği bir beyan becerisi var. Bütün bunları söylememin sebebi şu: Kelimelerin doğru bir şekilde sıralanması, tıpkı bilim­sel bir formülün izah ettiği, ispat ettiği, hayatta bir kolaylık anlamına gelen bir hakikate işaret etmesi gibi, doğru kelimeleri doğru bir sıralamayla -ki doğru sıralamadan maksat o kelimelerle anlatmaya çalıştığımız hakikatin izzetini koruyarak, hakikatin şanını koruyarak, o hakikatin ruhunu muhafaza ederek- sıralamaktır. Bugün birçok insanın birçok ortamda çeşitli amaç ve iddialarla yaptığı konuşmalar var. İnsanlar konuşmaktadırlar; bu doğru ama bu konuşmaların amaçlarına ulaşamayışının sebebi, kelimelerin manevi anlamda yaratılışa uygun, fıtrata uygun bir şekilde sıralanmamış olmasıdır. Her ne kadar Tanrı tanımaz bir filozof da olsa, Nietzsche’nin bir cümlesi var: “insanlar yaşamak istemedikleri hakikate kulaklarını tıkarlar.” Yani insanlar, hayatlarına geçirmeyeceklerse, o hakikatlere kulaklarını tıkarlar. Bütün bunlar size şunun için söyleniyor: İnsanın anlamı keşfedilecek bir anlamdır, icat edilecek bir anlam değil. Birçok insan hakikati biliyor, insanlar gerçeğin farkındalar. İnsan, olmakta olanın ve olacak olanın da farkında. Başına ne geleceğini biliyor. İnsan için aslında sır da yok. Çünkü insan, kendi içine tüm cevapların yerleştirildiği bir mahiyettedir. Sadece fıtratının eğilim ve yönelimlerini izlese, onu hakikate götürecek birçok ilahi yardımı fark edebilecektir. Bundan dolayı bir hakikatle karşılaştığımız zaman, kendimizi o hakikate çok aşina hisseder o hakikatle ünsiyet içinde buluruz. Bunun sebebi, biz hakikate uygun yaratılmışız. Hakikate uygun yaratılmış olmak demek, hakikatle karşılaştığınızda o hakikatin sizin hayatınızın egemen rengi olmasını sağlamaya yönelik iradeyi göstermeniz demektir. Hakikatle karşılaşmak demek; onu kabul ettiğinizde, yaralarımızın üzerine bir ilaç gibi, bir merhem gibi sürdüğümüzde ilk etapta bazı acılara sebep olsa da, canımızı yaksa da, netice itibarıyla akıbeti şifa olan bir tedavi sürecini başlatmış olmak demektir. Merhemi yaraya sürmek, iyileşmenin başlangıcıdır. Acı bir şurubu içmek ya da bir enjeksiyon/iğne olmak, bunların hepsi başlangıçta canımızı yakabilir, ağzımızın tadını kaçırabilir. Fakat bunların sonucunda şifanın geleceğini bilen insan ne yapıyor, bütün bu acı lezzetlere, bütün bu sıkıntılı süreçlere rıza gösteriyor. İşte insanın yaşamak istemedi­ği hakikatlere kulaklarını tıka­ma­sı gerçeğinden hareketle, bu­gün paylaşacağımız gerçeklerin ha­yatınızın gerçeği olması için irade göstermeniz, mevcut alışkanlıklarınızdan uzaklaşma iradesini sergileyebilmeniz ya da yeni olanın, yeni fark ettiğinizin ya da zaten bildiğiniz halde belki bugün biraz daha estetik ve tesirli bir surette hayatınıza girmesine izin vereceğiniz gerçeklerin sizi dönüştürmesine, yer­leşik alışkanlıklarınızın ba­zı­­­la­rın­dan kopmanıza, yeni, önemli, kalıcı ve geleceğinizi umutlu bir vaat içerisinde size sunan yeni alışkanlıkları, hayatınıza alma iradesini göstermeniz gerekmektedir. İnsan, çok önemli bir meyvedir. Kâinat ağacının yaratılma sebebi de kendisidir, kâinat ağacının neticesi de kendisidir. İnsanın potansiyeli, onu yaratan kudrete yönelik ilgi ve sevgisi, insanın, onu yaratan Rabbe karşı muhabbetle bir itaat ve ibadet tutumuyla yönelmesi kâinatın yaratılmasına bir vesile olmuştur. Bu vesile aynı zamanda kâinat ağacının yaratılmasının gayesidir de. İnsan hem vesiledir hem gayedir. Yaratılan kâinatın en son meyvesi insanın kendisidir. Tohum toprağa atıldığında küçücük bir parçadır, ne dalı vardır ne gövdesi ne yaprağı vardır, bir tohumdur. Bu tohum yeşerir, büyür, ağaç olur. Ağacın bütün çalışmaları bittikten sonra bu ağaç meyve verir. Biz buradan şunu anlayabiliriz: ağacın tüm gayreti, o elmayı vermek içindir. Ağaç, o elma ortaya çıksın diye büyümüştür... Kâinat, tüm yaratılma evreleri geride kaldıktan sonra, en şerefli misafirin -kendisi için hazırlandığı insanın- oraya gelmesi adına yaratılmış, hazırlanmış ve bunca evreden geçmiş bir alemi ifade etmektedir. İnsan, kâinat ağacının hem vesilesi hem gayesidir. Dolayısıyla vesile ve gaye olması insanın sırtına çok büyük bir yükün yüklendiği anlamına gelir. İnsanın kendi sırtındaki yükü, aslında farkında olmadığı ve hatırlamadığı bir zamanda nasıl olup da kabul ettiğini bize Rabbimiz bildiriyor. Biz aslında bu dünyaya gelme, yani bu dünyadaki varlığımızın bir anlam ve gaye ile buluşması adına yaşadığımız süreçte, bir emaneti kabul etmiş olmaktan dolayı buraya geldiğimizi hatırlamalı ya da en azından bilmeli ve/veya öğrenmeliyiz. Ahzab suresinde Allahu Teala Hazretleri “Muhakkak ki biz emaneti göklere, yere ve dağlara arz ettik de (onlar) onu yüklenmekten çekindiler ve ondan korktular; insan ise onu yükleniverdi. Doğrusu o çok zâlim, çok câhildir” buyurmaktadır. İnsan o emaneti kabul ettiği için kâinatın yaratılmasına sebep olmuş, bu imtihan meydanının kurulmasına vesile olmuştur. Çok büyük hayırlar ve ebedi meyve ve neticeler veren bu imtihan süreci Rabbimizin ilâhi ve nihayetsiz hikmetlerini bünyesinde barındıran çok gizemli bir süreçtir ve biz bu sürecin baş kahramanıyız. Kıymetli muhatabım! Lütfen in­sanların, yeryüzünün, asırların, geçmişin ve geleceğin ka­la­ba­lığının sizin kendinizi herhangi biri gibi görmenize yol açacak bir sürece sokmasına izin vermeyin. Evet milyarlarca insan var; bu doğru ve sen bu milyarlarca insanın içindesin; bu da doğru. Bu, senin Allah katındaki önem, değer ve anlamından zerre kadar bir azalmaya sebep olmuyor. İnsanlar burayı göremiyorlar; kalabalıklara, yığınlara, kitlelere bakıyorlar ve “benim ne önemim var ki” diye düşünüyorlar. Bu hakikati belki bir cümle olarak söylemiyor. Bunu bir isyan gibi bir özeleştiri ya da bir yerinme gibi söylemiyor, lakin insan bunu bir iç konuşma, bir alt metin düşünce sistematiğinin altındaki inanışlar şeklinde yaşıyor. Şunu bil ve asla aklından çıkarma! Sen en önemlisin. Önemli olan sensin. Senin en önemli olduğunu senin bilmen ve hatırlaman gerekiyor. Yaratılışın sebebi sensin. Yaratılışın en kıymetli meyvesi sensin. Allah için herkes gibi, sen de özelsin. İnsanın bu özel statüsünü fark etmesi gerekiyor. Mesela basit bir örnek vereyim: Senin hayatının devam etmesi için maddi ve manevi ihtiyaçların var ve bunların hepsinin kesintisiz bir hazine kaynağından an be an sana akıtılmakta olduğunun farkındasın. Senin hayatın şu anda canlılık anlamında devam ediyorsa, (Lütfen dikkat et!) biyolojik varlığının devamı, ne kadar iyi beslenirsen beslen, ne kadar sağlıklı bir ortamda bulunursa bulun, bunların sonucu değildir. Çünkü hiç de uygun olmayan hayati ortamlarda hayatları devam eden insanlar var. Hayatımızın devam etmesi uygun ortamların mevcudiyetine bağlı bir devamlılığı ifade ediyor olsaydı çok zor şartlarda hayatları devam eden insanların durumunu açıklayamazdık. Bizim hayatımızın devam etmesinin sebebi, Allah’ın bizim yaşamamızı istemesinden dolayıdır. Şu anda sadece ve sadece senin yaşamanı istiyor. “Senin bir önemin yok ki herkes yaşıyor!” Şeytan, size kendi değerinizi göremeyin diye tekrar tekrar bu vesveseyi telkin eder. Senin önemli olduğunun en büyük ispatı, hayatının devam etmesidir. Hayatının devam etmesinin en büyük anlamı da yaratıcı gücün hala senin potansiyelini ortaya koyma gerekliliğini ifade eder. Allah seninle ilgili bir imtihan açmış. Ezel ve ebed sultanı olduğu, önceyi ve sonrayı bugünü ve yarını bildiği halde, yaratmış olduğu mahlukata, meleklere, şahitlere bizim bildiğimiz ve bilmediğimiz alemlerin sakinlerine senin kendi potansiyelini ortaya koymanla ilgili süreci tıpkı umutlu bir bekleyiş gibi, Rabbimiz de takip ediyor. Ve sen kendi gerçeğini fark edip, Allah’ın senden istediği iradeyi gösterip bir anlamla buluşursan, Allah’ın yaratmış olduğu bu alemde kendi mevcudiyetini bir kıymetle buluşturup nitelikli bir şekilde arz-ı endam edersen, o zaman Allahu Teala Hazretleri bütün mahlukata meleklere ve bizim bildiğimiz ve bilmediğimiz tüm şahitlere, “İşte benim kulum. Gördünüz mü bakın ne güzel söyledi, ne güzel yaptı. Bakın, ne kadar büyük meydan okudu. Bakın, benim için nasıl dayandı. Bakın, bana yönelik nasıl şükretti. Bakın, beni nasıl milletin içinde zikretti” der. Biz bu gezegendeki varlığımızın manasını, bizi var eden kudret ile bağladığımız zaman açığa çıkacak bir mana olarak görmek durumundayız.Allah ile bağlantı kurulmadığında, bizi yaratan kudret ile irtibata geçmediğimizde, onunla temas etmediğimizde bu varlığın ışığı yanmaz. Nasıl ki tavandaki lambanın ışığının yanması için oradaki ampulün elektrikle temas etmesi gerekir; elektrikle temas etmediği zaman o ampul ne kadar pahalı bir ampul olursa olsun, isterse dünyanın en pahalı avizesi olursa olsun, güzelliği nasıl açığa çıkmıyor, nasıl ışık yanmıyor, nasıl görünür hale gelmiyorsa, insanın içindeki güzellikler, insanın içindeki kıymet ve potansiyel ilahi bir bağlantı olmaksızın açığa çıkmıyor, parlamıyor. Onun için insanın kendi anlamını açığa çıkartması, kendi anlamını keşfetmesi ve keşfettiği anlam ile bir antlaşma imzalaması gerekmektedir. Anlamı keşfettik, dedik ki; beni Allah yarattı, kendisi için yarattı, alemi benim için beni kendisi için yarattı, ben kimin için yaratıldığımı, ne için yaratıldığımı artık biliyorum, buradan hareketle, ortaya öyle bir hayat koymalıyız ki, insan bunu yaptığında bu, insanın Rabbi ile arasında anlamlı bir bağlantı kurduğunun en büyük ispatı olsun. Eğer o bağlantıyı kuramaz, irtibatı gerçekleştiremez, o temasla o irtibat ile varlığımıza bir değer ve bir şan katma iradesini gösteremezsek, o zaman biz, etten ve kemikten, sadece biyolojik varlığı devam eden niteliksiz bir canlıdan ibaret kalırız. Bakınız, ne hayat diyorum ne yaşamak; canlılık diyorum. İnsan aynı zamanda bir canlıdır da. Bir niteliği olursa bir vasfı, bir özelliği, bir farkındalığı, bir şuuru, bir iradesi, bir aşkı, bir davası, bir duası, bir sevdası, adandığı bir gerçek olursa; artık o canlıya canlı demiyoruz, insan diyoruz. Artık o, Allah’ın onu hangi amaçla yarattığını fark etmiş ve varlığını ve hayatını ona adamış bir insan haline geliyor. Amacın yoksa, hatta bu amaç seni uykusuz bırakacak kadar güçlü bir amaç değilse ve bu amaç senin günlük hayatının en egemen rengini oluşturmuyorsa -Allah aşkına- neden yaşıyorsun? Faturalarını ödemek için mi? Kredi kartı taksitlerini ödemek için mi? İnternette sörf yapmak, like atıp like almak için mi? Ya da duyduğun acıları azaltmak için mi? Ne için yaşıyorsun? Gerekçelerin hangisini gündeme getirirseniz getirin, Allah’a bakan bir yönü olmayan kesinlikle yok olmaya mahkumdur. “O’nun zatından (ve rızasına uygun olandan) başka her şey, helâk olucudur.” (Kasas Suresi 88) Her şey helak olacak, her şey yok olacak, her şey anlamını kaybedecek, her şey tuzla buz olacak, her şey zayi olacak, her şey zevale mahkûm olacak. Ancak ve ancak Allah’a bakan bir ciheti varsa işte bu, bunun dışındadır. Birçok insanı ben hayvanları seviyorum, ben doğaya saygılıyım, diğer insanlara saygılıyım, benim hayatta hiç kimseye zarar verdiğimi kimse görmemiştir diyerek, hümanist temaları kendi kişiliklerini övmek niyetiyle zikretmiş halde görüyorsunuz. Fiili süreç gayet asil. Peki şu soruya ne diyeceksin: Bütün bunları neden yapıyorsun? Bu hayvana karşı saygının sebebi ne? Yolda bir araba çarpmış zavallı bir hayvancığın durumu senin canını neden acıtıyor? Bilmeden bastığın bir çiçeğin ayağının altında ezildiğini gördüğünde neden yok sayamıyorsun? Neden? Çünkü senin içinde sana rağmen parlayan bir cevher var. O cevher, insanın içine Rabbimizin kudret ve hikmet kalemiyle, fıtrat kalemi ile yazmış olduğu vicdan cevheridir. O, Allah’ın yaratmış olduğu hakikati biliyor, hakikati fark ediyor, hakikati tanıyor. Ama imtihan kısmında, kendini ifade etme sürecinde gerçeği hakikate uygun bir şekilde dile getirmiyorsun. “Bütün bunları neden yapıyorsun?” sorusu önemli, çünkü durmadan ka­za­nan bir insan kazandığı paraları ne yapacak? Hangi hesaba yatıracak ya da bu paralar nerede birikecek? Çok büyük ilgi, alaka, sempati, ün, şöhret topluyorsun; peki, bütün bu popülarite ne işe yarayacak? Bütün bunları ne yapmak için elde ettin, para kazanmak için mi? İnsanların sana karşı olan hayranlığı ile psikolojik bir açlığı gidermek için mi? Dikkat edin, dünyanın en önemli gibi gözüken unsur ve ögeleri, zevk ve lezzetleri yaratıcı kudret ile bağlantılandırmadığınızda, Allah’la irtibatlan­dırmadığınızda, gerekçesi Allah’ ın sevgisi ve rızası olmadığında yaptığınız amel havada öylesine geziyor. İyiliğinizin bir adresi yoksa, sizin hayatınız da bir anlam ve değer ifade etmeyecektir. İyiliğinizin adresini bel­li etmeli ve belirlemeli ve iyi­likleri o adrese yönelik yapma­lısınız. İnsanların bilmesine gerek yok, çünkü insanlar sizin hiçbir iyiliğinize hakkıyla karşılık verebilecek değillerdir ve üstelik iyilik, karşılığı insanlar tarafından verilebilecek bir değer de değildir. İyilik, sadece ve sadece iyiliği hem kavramsal seviyede hem de hakiki varlığıyla yaratan zata yönelik bir şekilde ifa edilmelidir. Allah iyilik diye bir şey yaratmasaydı biz iyiliğin ne olduğunu nereden bilecektik. Allah, bize bir idrak vermeseydi, biz iyilik diye kavramsal bir gerçekliği nasıl düşünüp çözecektik. Allah, bizim içimize fıtrat ve vicdan koymasaydı, iyiliğe nasıl ilgi duyacaktık. Allahu Teala Hazretleri bu dünyayı kendi isim ve sıfatlarının tecelli ve tezahürü için yaratmasaydı ve bizi bu aleme bir müfettiş nazır, bu konularda uzman ve olanı biteni idrak etme, idrak ettiğini izah etme gücüne sahip bir varlık olarak yaratmasaydı, biz iyilikle nasıl ilişki kuracaktık. Biz kötü olandan neden kaçıyoruz, pis olandan neden uzaklaşıyoruz, batıldan neden kaçıyoruz? Dikkatlice bakın, hiçbir dini telkin almamış olsanız bile, fıtratınızın iyiliğe koştuğunu, kötülükten kaçtığını temiz olana yaklaştığını, pisten uzaklaştığını fark edersiniz. En temizini, en güzelini, en sağlıklı olanını seçersiniz. Pazarda domates alırken çürük olanı seçmez, alacağınız her şeyin en iyi olmasını istersiniz. Bu konuda bir eğitim almamış olsanız bile, yani pazara gittiği zaman domatesin iyisiyle kötüsü arasında bir fark görmeyen kafa yapınız olamazdı. Çünkü siz iyi olanın müşterisisiniz, iyi olanı seçersiniz. Aynen bunun gibi insan bu dünyadaki anlamını bulmak için, eğer felsefi bir yolculuk yapacaksa bile, ontolojik anlamda bir keşfin peşinde ise bile kendi kendine karşısına çıkan seçeneklere şöylece bir bakmalı; benim anlamım nereden geliyor, benim bir anlamım var mı ya da ben anlamsız mıyım, sorularını sormalıdır.İnsan eğer vicdanı hala çalışıyorsa, vicdanı hala yayın yapıyorsa, anlamsızlığı asla kabul etmeyecektir. Eğer anlamsızlık insan için bir anlam ifade ediyor olsaydı “Niçin?” diye bir soru kelimesi olmazdı. Biz niçin, niçin diye bir soru edatı kullanırız biliyor musunuz? Mesela, birisi bir şey yaptı, anlam arıyoruz. Bunu bana neden söyledin, anlam arıyoruz. Ben neden buradayım, anlam arıyorum. Niçin sorusu eğer insanların lügatine girdiyse, insan kolektif aklıyla ve vicdanıyla anlam arıyordur, mana arıyordur, gerekçe arıyordur, sebep arıyordur ve bir hikmet arıyordur. Nedenselliğin onu götüreceği yere gitmeye fazlasıyla isteklidir insan. Ben neden varım, benim anlamım ne, ben anlamsızlığı kabul etmiyorum diyordur. Sen de kabul etmiyorsun. İçin de kabul etmiyor, fıtratın da kabul etmiyor, vicdanın inim inim inliyor ve insan bir anlamsızlık karşısında kaldığında nasıl tepki gösteriyor, bu durumda şöyle söylemiyor muyuz: Ne kadar anlamsız. Tüm birliktelikler, tüm sevgiler, tüm anlaşmalar, tüm aşklar, coşkular, neşeler tüm yaşamsal faaliyetler, tüm fiiller, tüm gayretler, hep bir anlam üzerinde yükselir. İşte insan kendisi ile ilgili anlamın nereden kaynaklandığı­na ilişkin felsefi yolculuğu sıra­sın­da eğer anlamsızlığa karşı bü­yük bir tepkiselliği varsa, an­lam­sızlığı hazmedemiyorsa, an­lam­sızlığı içi kabul etmiyorsa, an­lamsızlık onun canını yakıyorsa, anlamsızlık kör bir kuyu, karanlık bir dehliz gibi geliyorsa, o zaman insan, onun anlamını ortaya çıkartacak olan iradenin onu var eden Kudret’in iradesi olduğunu bilmek durumundadır. İnsan tabiat gibi cansız, şuursuz, camid, etkisiz, iradesiz, cahil bir yapının kendi varlığının sebebi olduğunu düşünemez. Ben tabiatın bir neticesiyim ya da beni sebepler var etti gibi aklın, kalbin ve vicdanın kabul etmeyeceği bir gerekçe ile kendi anlamını bulamayacağını içiyle, vicdanıyla çok iyi bilir. Sebepler hava, su, toprak, ateş, rüzgâr, tüm bunlar benim varlığımın sebebidir gibi bir düşünce ve inanış, insanın içinin kabul etmeyeceği bir yaklaşımdır. İşte bunun için insanın kendi anlamını fark etmesi, ancak ona o mevcudiyeti ihsan eden, insanın varlığını insana sunan, insana insanı hediye eden Kudret’in insana vermiş olduğu anlamla fark edilir. Yukarıda, insan bir anlamı icat edecek değildir, bir anlamı uyduracak değildir dedim. İnsan kendi yaratılışı ile ilgili anlamı keşfedecek. Senin vazifen işte varlığında mündemiç olan bu anlamı, manayı ve hikmeti keşfetmektir. Bundan dolayı insanın anlamını bulmadaki en iddialı kaynak, onu yaratan kudrettir. Bakınız, kâinatın yaratılması ile ilgili süreçlerde bir kısmı vehmî bile olsa, ancak ve ancak az önce saymış olduğum potansiyel sebepler vardır: Ya kendi kendine oldu, ya tabiat yaptı, ya sebepler yaptı, ya da kudreti sonsuz bir zat yaptı. Birinci, ikinci ve üçüncü sebeplerin hiç birisinin bizi yaratmakla ilgili bir iddiası ve ifadesi yok. Tabiatın, insanı biz yarattık dediğini duydunuz mu? Sebeplerin, insan bizim eserimiz dediğini duydunuz mu? Kendi kendine olmak gibi saçma sapan bir kavramsallığın insanın vücudunda bir etkiye sahip olduğunu ihsas edecek, hissettirecek bir irade beyan ettiğini gördünüz mü? Onların hepsi lâl, hepsi dilsiz, kör ve sağır, camid, cahil ve şuursuz. İnsan gibi aklı, zikri, fikri, şuuru, idraki, maddi ve manevi nihayetsiz manalara gebe olan varlığı, ancak kudreti, ilmi, iradesi nihayetsiz bir zatın iradesi ve o iradenin neticesiyle vücut bulabilir. İşte bundan dolayı, bizim anlamımız, bizi yaratan kudretin bize verdiği anlamdan başka bir anlam değildir. Allahu Teala Hazretleri, “Muhakkak ki biz, insanı karışık bir nutfeden (hakir bir damla sudan süzülmüş hulâsadan) yarattık” buyurmaktadır. Bize de yaratılışımıza da ve hatta yaratılıştaki biyokimyasal sürece bile sahip çıkıp izah eden sadece Allah’tır (cc). Yaratılışımıza ve bize sahip çıkan Rabbimiz, şüphesiz ki, bu yaratılış ile neyi murad ettiğini de defaatle beyan etmiştir. Yaptığımızı en iyi yapmak. Evet Rabbimizin bizi tabi tuttuğu imtihanın temeli budur. Yaptığın işi en iyi yapma disiplinine sahip olmak, yaratılışı da yaratıcıyı da ciddiye almak demektir. Bu imtihandaki zorluk da sadece budur. Yani, boşvermemek, laubali olmamak. Biz imtihan için buradayız, sınanmak için buradayız, imtihan kelimesinin kökü “mihne”dir. Eskiler bilirler; mihnet, zorluk demektir. Bir zorluk sürecidir. Rabbimiz demiri hazır gönderir ama çeliği değil. Çelik, insanın demiri yoğun ateşe tabi tutmasıyla ortaya çıkan demirin ateşe dayanan kısımdır. Aynen bunun gibi, insan, birçok özellikler ile yaratılmıştır ve bu özellikleri ile içine gireceği bir takım imtihan (zorluk) süreçlerinden çelik gibi çıkmak durumundadır. Hulasa insan, sırrı kendinde saklı olan, kendisi en büyük soru ve en manidar cevap olan bu gizemli varlığını keşfe memurdur. İlâhî mesajları içinde barındıran Kur’an-ı Kerim’e ne kadar ciddi bir surette odaklanır, içindeki ulvi hakikatler için ne kadar adanırsa, bu sırlar bir bir ayan olacaktır. Eğer bizler Kur’an’ın sırlarına talip olmazsak, dünyanın isi, pası, pusu, entrikası ve şeytanın dümenleri ve cendereleri içinde savrulup kayboluruz.Rabbimiz bizlere en kıymetli, ulvi ve muteber kariyerin kendisinin rızasını kazanmak olduğunu idrak edebilmeyi kendi kapısından kendi hazinesinden ihsan eylesin. Âmin.Es-selam meni’t-tebea’l-Hûda

Ahmet EFENDİ 01 Mayıs
Konu resmiGazze ile Olan İmtihanımız
İnsan

İmtihanların önem sırası zaman zaman yer değiştirebiliyor. Şu anda sınandığımız, testten geçirildiğimiz sınavların başında Gazze hadisesi var diye düşünürüz. Acaba Gazze olaylarıyla başımıza açılan imtihanı kazanmanın neresindeyiz? Bu sorunun cevabını ararken, konuya müteallik ve imtihanımıza dönük bazı sorular aklımıza göründü; paylaşmak istedik. Dünya imtihan meydanı. Küçük büyük, acı tatlı her olay neticede bir imtihan sorusu. İmtihan olma özelliği taşımayan hiçbir hadise -kesinlikle- yok. İnsanın hayatını dolduran her türlü olay ve oluşumun cevap anahtarlarının da başlıca şu beş kavramda toplandığını söyleyebiliriz: Sabır, şükür, rıza (başa gelenleri gönül hoşluğuyla karşılamak; (“Hoştur bana senden gelen, ha gonca gül ha diken” diyebilmek), tevekkül ve teslimiyet. İmtihan vesilelerini de bir bakıma iki kısımda değerlendirmek mümkün: 1. Devam edip giden demirbaş nitelikli imtihan soruları. 2. Gelip geçici günübirlik imtihan soruları. İnsan, birçok zaman ağır imtihanların arasından yüz akıyla geçebilirken, ufak tefek imtihan vesilelerine takılıp kalabiliyor; yani denizden geçip gölde boğulabiliyor. Bunun sebeplerinden biri ve belki birincisi, basit ve sıradan olayların imtihan olma keyfiyetlerinin (küçük harflerle yazılı olmalarından) fark edilmemeleri veya geç fark edildikleri için farkına varıldığında da başka imtihan soruları devreye girmiş olması ve onların aleyhe yazılması noktasında olabiliyor. Onun için acı tatlı, küçük büyük her olayın imtihan vesilesi olduğu hususundaki bilinci kuvvetlendirmekten başka çare gözükmüyor. Unutmamalı ki evdeki küçük aksiliklerden ve tatsızlıklardan tut, ta dışarıda karşılaştığımız nahoş görüntülere ve maruz kaldığımız haksız muamelelere, hatta karşılaşmak istemediğimiz kimselerle karşılaşmaya varıncaya kadar her şey, kesin kes bir imtihandır; boyumuzun ölçüsünü almak üzere başımıza getirilmiş bir test sorusudur. Olayın mahiyetine göre yukarıda geçen cevap anahtarlarından birini devreye sokarak kendimize yakışan davranışı tercih ettiğimiz takdirde sınavı kazanmış, aynı zamanda yaratılış gayemiz olan kemalât yolunda terakki etmiş oluruz inşallah. İmtihanların önem sırası zaman zaman yer değiştirebiliyor. Şu anda sınandığımız, testten geçirildiğimiz sınavların başında Gazze hadisesi var diye düşünürüz. Acaba Gazze olaylarıyla başımıza açılan imtihanı kazanmanın neresindeyiz? Bu sorunun cevabını ararken, konuya müteallik ve imtihanımıza dönük bazı sorular aklımıza göründü; paylaşmak istedik. - Sofraya oturduğumuzda damak zevkimize gölge sürecek eksiklere takılıp kalıyor muyuz; yani şu niye yok, bu niye eksik, salatasız, ayransız sofra mı olur havalarına mı giriyoruz, yoksa Gazzeli kardeşlerimiz bu sofrayı bulsalar, dünyanın en mükellef sofrasına oturmuş gibi mutlu olurlar, hatta önümdeki yiyeceklerden sadece bir çeşidini bulsalar bile bu onları mutlu etmeye yeter diye mi düşünüyoruz? Maalesef hayvan yemleriyle ayakta kalmaya çalışıyorlar diye düşünmeye yönelebiliyor muyuz? Eğer sofraya oturduğumuzda bu düşüncelere kapı açabiliyorsak, sınavı kazanma yolundayız demektir. Yoksa kazanmanın söz konusu olmadığı yerde kaybetmekten başka bir şey olabilir mi? - Çocuğumuz hastalandığında veya torunumuz ufak tefek ka­zalara uğrayıp basit yaralar al­dığında kendi üzüntümüze hap­solup kalıyor muyuz; yoksa bu üzüntümüzü, Gazze'de binlerce kolu bacağı kopan, derin yaralar alan ve doğru dürüst tedavi de olamayan masumların yaşadığı derin acılar adına üzülmeye tahvil edebiliyor muyuz? Bunu yapabiliyorsak sınavı kazanma yolundayız demektir. Aksi halde kazanmanın olmadığı yerde kaybetmekten başka ne olabilir? - Bilhassa zevk ve keyfe bakan harcamalardan bir kısıntıya gi­dip de bu türden harcamaları bir kenarda biriktirip Gazze için yapılacak yardım kampanyalarını gözetir bir haletle tanışıklığımız var mı? Varsa ne a’la. Kazanma sürecindeyiz demektir. Yoksa sere serpe harcamalarımıza devam edip de yardıma gelince, yasak savar gibi bir tutumla işi geçiştirmeye devam ediyorsak, kayıp içindeyiz demektir. - Ailevi bir problem olmadığı halde Gazze’de ve benzeri İslam beldelerinde zulüm gören ehl-i İslam’ın derdiyle dertmend ol­manın yansımalarıyla üzerimiz­de bariz bir durgunluk ve neşesizlik hali varsa, bu konuda geçer notu hak etmişiz demektir. Gülmelerimizde ve neşelenmelerimizde hiçbir azalma ve eksilme yoksa kaybetme sürecinde olduğumuzun resmidir. Kudüs Fatih’inin, fetih gerçekleşince­ye kadar gülmeyi kendisine ya­sakladığını hepimiz biliyoruz. Bunları hatırlamanın, hatır­la­yıp da kendi çapımızda bir şe­kilde uygulamaya koymanın tam zamanı değil mi? - Uğradığımız ufak tefek ekonomik zararlar için üzülürken, Filistinli kardeşlerimizin enka­za dönmüş olan vatanlarını dü­şün­meye gönlümüz intikal et­miyorsa, “Müslümanların derdi ile dertlenmeyen bizden değildir” hadis-i şerifini bir daha yeniden değerlendirmemiz lazım gelir diye düşünürüz. Hasılı hayatımızın farklı farklı aşamalarında, zulüm gören kardeşlerimizin acılarıyla buluşturacak bir yol aramayı kendimize vazife edinmeliyiz. Yoksa bugünler de geçer ama ileride, bir vicdan muhasebesi yapmak üzere geriye dönüp baktığımız zaman, başımızı öne eğdirecek ve derin pişmanlıklara neden olacak bir tavır, tutum ve gidişat içinde olduğumuzu görürsek, telafisi mümkün olmayan acılara mahkûm olabiliriz. Rabbim her nevi imtihanı kazanmış olarak huzuruna aldığı bahtiyarlar arasına bizleri de dahil eylesin! Âmin.

Osman AKTAŞ 01 Mayıs
Konu resmiAdab-ı Muaşerette Bir Ölçü
İnsan

Kur’ân-ı Azimuşşan beşeriyete dünya ve ahiret saadetini temin etmek için nazil olmuştur. Bir kimse Kur’ân’a iman edip onun imametine tabi oldukça yücelir, ehl-i cennet ve ehl-i saadet olur. Ona sırtını dönerse alçalır, cehennem ehli olur.Kelamullaha tabi olmak, ona anlayışlı bir muhatap olup onun hidayetiyle nurlanmakla mümkündür. Bediüzzaman Hazretleri, “Kur’ân ayine ister, vekil istemez.” buyurarak Kur’ân’a intisap etmenin onu savunmakla, propaganda ve reklamını yapmakla olmayacağını beyan eder. Gerçek manasıyla intisabın Kur’ân ahlakıyla ahlaklanmakla, şeriatıyla hükmetmekle, itaate emrettiği Hz. Muhammed’in (asm) sünnetini yaşamakla mümkün olacağına vurgu yapar.Kitaba iman ve intisabın öyle bir mertebesi vardır ki “Allah bize yeter, O ne güzel vekildir.” (Ali İmran, 173) ayetinin işaret ettiği Kur’ân’ın bize vekil olmasıdır. Ayetlerine öyle bir iman, intisab, teslimiyet ve itikadla mazhar ve masadak olalım ki ayetleri kalbimizi mesken edinip yerleşsin. Nefis ve malımızı, mukabili ayetler olmak üzere, iftihar ve memnuniyetle Cenab-ı Hakka öyle bir satalım ki ayetleri bize vekil, nasir, veli ve şefaatçi olsunlar. Demek marifet vekil olmakta değil, Kur’ân’ı kendine dava vekili yapabilmektedir. Hadiste, “Cennetin dereceleri Kur’ân surelerinin ayetleri kadardır. Kur’ân’ı gereği gibi amel ederek okuyan kimse Cennete girince onun derecesinin üzerinde hiç kimse bulunmaz.” (Camiüssağir-2296) buyrularak Ayat-ı Kuraniyye’ye intisabın kıymeti ifade edilmiştir.Kuran’da dikkatimi çeken hükümlerden biri de aile ve sosyal hayatımızda saadet ve selameti elde etmek için koyduğu düsturlardan olan ve uzak çevre, yakın çevre ve ailemize karşı nasıl davranmamız gerektiğini beyan eden ayetlerdir.Uzak Çevre İçin: “Affedin!”“Af ve kolaylık yolunu tut; iyiliği emret ve cahillerden yüz çevir!” (A’râf, 199)Hz. Ali affı “takat” olarak tanımlamıştır. Akrabalık ve yakın komşuluk münasebeti olmadan ilişki kurduğumuz ve alışverişimizin olduğu insanlarla kötü niyet, ihmal ve su-i istimal olmadan ellerinden geleni yaptıklarında eksik ve kusurlarını mümkün olduğunca telafi edin demektir. Unutmayalım ki mükemmeliyetçilik insanı ve çevresini yorar. Aceleci ve mükemmeliyetçi insanların daha çabuk depresyona girdikleri tespit edilmiştir. Mevlâna Hazretlerine atfedilen mısralarda şöyle denmiştir:“Yüzde ısrar etme doksan da olur / İnsan dediğinde noksan da olur / Bu dünyada kusursuz dost arayan / Gün gelir eldeki dosttan da olur.” Şûrâ Suresi 40. ayette, “Bir kö­tü­lüğün cezâsı ise, onun mis­li olan bir kötülüktür. Artık kim affeder ve ıslah eder (arayı düzeltir)se, işte onun mü­kâfâtı Allah’a âiddir. Muhakkak ki O, zalimleri sevmez.” buyrularak adalet, insaf ölçüsü verilmiştir. Bizi hakiki manada muslih ve muhsin olmaya teşvik etmiştir.Yakın Çevre İçin:   “Affedin, Aldırmayın!”“İçinizden faziletli ve servet sâ­hibi kimseler, akrabalara, yoksullara ve Allah yolunda hicret edenlere bir şey vermemeye ye­min etmesin; affetsinler, al­dırmasınlar! Dikkat edin, (si­zin onları bağışlamanıza mü­kâ­faten) Allah’ın (da) sizi ba­ğış­lamasını arzu etmez misiniz? Çünkü Allah, Gafûr (çok bağışlayan)dır, Rahîm (çok merhamet eden)dir.” (Nûr, 22)Ebû Bekri’s Sıddîk (ra) Hazretleri, kızı Aişe annemize iftira atılması (ifk) hadisesine karışan Mıstah namındaki bir akrabasına, öteden beri yaptığı maddî yardımı keserek, artık vermeyeceğine yemin etmişti. Ayet, bu hadise üzerine nazil olmuştur. Bu ayette, Hazret-i Sıddık’ın (ra) faziletine işaret edilmekle birlikte hem ona hem bütün müminlere, muhtaç insanlara yaptıkları yardımları kesmemeleri tavsiye edilmektedir (Celaleyn Şerhi, c. 5, s. 278). Ayette akraba ve muhtaçlara on­ların kusurlarına bakılmadan, hatalarının görmezden geli­nerek iyilikle muamele edil­mesi gerektiği tavsiye edilmiş­tir. Ayrıca empati kurularak kulluk vazifelerimizde Sünnete ve Şeriata muhalif pek çok kusurlu hareketimiz varken Allah’tan nasıl bağışlanma ve beraatimizi istiyorsak, af ve mağ­firet için dua ediyorsak, öyle de başkalarının hata ve ku­surlarına karşı halim ve hoşgö­rülü olmamız istenmektedir. Sıla-ı Rahimi gö­zetmemizin ehemmiyeti vur­­­gu­lanmaktadır. Peygamber Efendimiz de bu hususta, “Ak­ra­basının yaptığı iyiliğe aynıyla karşılık veren, onları koruyup gözetmiş sayılmaz. Akrabayı koruyup gözeten kişi, kendisiyle alâkayı kestikleri zaman bile, onlara iyilik etmeye devam edendir.” (Buhari, Edeb, 15; Ebu Davud, Zekât, 45) buyurarak bize doğrusunu haber vermiştir.Aile Efradımıza: “Affet! Aldırma! Bağışla!”“Ey iman edenler! Şüphesiz ki eşlerinizden ve çocuklarınızdan size düşman olan vardır. O hâlde onlardan sakının! Eğer affeder, kusurlarına bakmaz ve bağışlarsanız, artık şüphesiz ki Allah, Gafûr (çok bağışlayan)dır, Rahîm (çok merhamet eden)dir.” (Teğâbun, 14)İbn-i Abbas’a (ra) bu ayet hakkında sual edildiğinde şöyle demiştir: “Bunlar Mekke ahalisinden bazı kimselerdi ki Müslüman olup Resul-i Ekrem’in (asm) yanına gelmek istemişlerdi. Fakat zevceleri ve evladları kendilerini terk etmelerini arzu etmeyip hicretlerine mâni olmuşlardı. Bu kimseler bilahare hicret edip Resulullah’ın (asm) yanına vardıklarında, daha evvel hicret edenlerin kendilerine nazaran dinî malumatlarının çok inkişaf ettiğini görmüşler, hicretlerine mâni olan zevce ve evladlarını cezalandırmak istemişlerdi. Bunun üzerine bu ayet nazil olmuştur.” (İbn-i Kesir, c. 3, s. 510)Bir zaman bir haber yapılmıştı. Mütedeyyin ve muhafazakâr bir ailenin lise talebesi olan kızları DHKP-C adlı terör örgütünün propagandasına kanmış, evden kaçıp okulunu bırakarak izini kaybettirmişti. Örgütün kızlı-erkekli karma hücre evlerinde kalmaya başlamış ve eylemlerde gözaltına alınmıştı. Ailesi kızlarını bulunca hemen bağrına basmış, onu incitip korkutmadan ikna etmiş, örgütün pençesinden kurtarmıştı. Kız daha sonra tesettürlü bir şekilde röportaj vermiş, pişmanlığını dile getirmişti. İçinde yaşadığımız bu fitneli zamanda bu ve benzeri hadiseler maalesef sıklıkla yaşanmaktadır. Evden kocaya kaçan, kocası tarafından sahip çıkılmayıp kapıya konulan, ailesi tarafından da evlatlıktan reddedilen ve çaresizce çırpınan nice genç kızlar vardır. İşte Kur’ân-ı Azimuşşan, aile efradımıza bu derece yanlış ve günah yapsalar dahi nasıl davranmamız gerektiğini ders vermektedir.Bataklıkta dahi olsalar evlatları çekip çıkarmak gerektiğini, incitip zarar da verseler onların ıslahına çalışıp salih amel sahibi kullar olmaları için gayret etmek gerektiğini bildiriyor. “Ey iman edenler! Kendinizi ve ailenizi, yakıtı insanlar ve taşlar olan bir ateşten koruyun!” (Tahrîm, 6) ayetinin emrine itaat edip aile ve evlatlarımızın iki cihan saadeti için samimi, ciddi, fedakâr ve gayret sahibi bir Mümin ve Müslüman olmamız gerektiği beyan ediliyor.Aile efradımızı iyilikle elde tutmak istiyorsak, fenalığına karşı iyilikle mukabele etmeliyiz. Karşılıklı sevgi, hürmet, muhabbet, bağlılık oluşması için çalışmalıyız. Hata ve kusurlarına iyilikle ve anlayışla mukabele edersek nedamet eder, dost olurlar. Anne ve babalar muslih ve kerîm olmalıdır. Evlatlarını dünyada kendilerine duacı, ahirette şefaatçi yapmak için ellerinden geldiğince Âl-i İmran’ın, Âl-i İbrahim’in, Âl-i Muhammed’in edebiyle ailesini edeblendirmelidirler. Cenab-ı Hak…Bizi, anne ve babamızı, hanım ve çocuklarımızı iki cihan saadetiyle şereflendirsin. Bu dünyada bir sofra başında topladığı gibi cennet sofrasında da hepimizi buluştursun. Âmin.

Muhammed Said ARPACI 01 Mayıs
Konu resmiO Sarsıcı Soru
İtikad

Bir adam telaşlı bir şekilde Mes­cid-i Nebevî’ye girdi ve gür sesiyle Peygamberimize “Ey Allah’ın Resulü, kıyamet ne zaman kopacak?” diye sordu. Ashâb-ı kiram, ona susmasını işaret ettiyse de o, aynı soruyu sesini alçaltmadan üç defa tekrarladı. Resul-i Ekrem (sav), önce namazı kıldırdı, sonra da “Kıyametin ne zaman kopacağını soran kişi nerede?” diye sordu. Adam, “Benim, Ya Resûlallah” diye cevap verdi. Peygamberimiz, şu sarsıcı soruyu sordu: “Peki sen kıyamet için ne hazırladın?”Soruyu soran kişi bu defa “Benim çok fazla amelim yok. Fakat ben, Allah ve Resul’ünü gerçekten çok seviyorum” deyince, Peygamberimiz (sav) şöy­le buyurdu: “Kişi sevdiğiyle be­ra­berdir, sen de sevdiğinle be­ra­ber olacaksın.”1Öncelikle, hakikat şu ki ömür bir sermayedir ve hızla tükenip gidiyor. Ve ben de bu sorunun muhatabıyım: “Peki ben kıyamet için ne hazırladım?”Tam burada bahsi geçen gerçeğe yol bulan şu hikâyeyi hatırladım. Adam çarşıda ava avaz bağırıyordu, “Sermayesi eriyip giden şu adama yardım edecek kimse yok mu?” diye… Zira adam buz satıyordu, hava sıcaktı ve buzlar eriyordu. O da telaşla sermayesini nakde döndürme derdindeydi.Bunu gören Cüneyd-i Bağdadi Hazretleri, yere çöktü ve başını iki elinin arasına alıp kalakaldı. Etrafındakiler ne olduğunu sorduğunda, dikkatleri buz satan adama çevirdi ve şöyle dedi:Şu buz satan adamın sözleri beni sarstı. Bütün dengemi bozdu. Bakın! Elindeki sermaye sıcak karşısında eriyip gidiyor ve o da sermayesini değerlendirme telaşıyla koşuşturup bağırıp çağırıyor. Yaz biz? Bizim sermayemiz de ömrümüz değil mi? Zaman karşısında hızla tükenip gitmiyor mu? Peki, biz ne yapıyoruz? Sermayemiz hakkında şu adamın telaşının kaçta kaçı hangimizde var?1- Buhârî, Edeb, 96

Metin Said SERDENGEÇTİ 01 Mayıs
Konu resmiHayrat Vakfı 50, Yılında
Kültür ve Medeniyet

Bundan tam 50 sene önce büyük bir ihsan-ı ilahi ve iltifat-ı rahmaninin eseriyle kurulan ve müntesibi olmakla büyük bir şeref ve memnuniyet duyduğumuz, ülkemizin en güzide müesseselerinden biri olan Hayrât Vakfı, aradan geçen uzun senelere rağmen, ilk günkü usul ve kaidelerine tamı tamına bağlı olarak, kemal-i ciddiyetle, başta kendi memleketimizde ve dünyanın pek çok muhtelif bölgelerinde hizmetlere devam etmektedir. “Bir malın maliki tarafından dinî, içtimaî ve hayrî bir gayeye ebediyen tahsisi” şeklinde özetlenen vakıf kelimesi, aynı zamanda hukukî bir işlemle kurulan ve İslâm medeniyetinin önemli unsurlarından birini teşkil eden hayır müessesesini ifade etmektedir.İslâm tarihinde bilinen ilk vakfın, Hz. İbrahim (as)’ın Hac yollarını düzenlemesi, Zemzem kuyusunu inşa etmesi ve Kâbe-i Muazzama’yı tamir ederek vakfetmesi olduğu kabul edilir.Medine’de sahip olduğu yedi arazisini ve daha sonra Fedek ve Hayber hurmalıklarından hissesine düşeni vakfeden Resul-i Ekrem (asm) ve onu takip eden başta Cihar-ı Yâr-ı Güzin efendilerimiz ve diğer seçkin sahabeler vakıf müessesesini öyle ihya etmişlerdi ki, Hz. Câbir (ra) onları: “Ben Muhacir ve Ensar’dan mal ve güç sâhibi bir şahsı bilmem ki, bir vakıf ve tasaddukta bulunmuş olmasın” diyerek tarif etmektedir.İmam-ı Şafii Hazretleri vakıflar için, “Bu müesseseler İslâm’a mah­sustur, cahiliye döneminde va­kıf yoktur. Zira o devirde husule getirilen eserler, Allah’a yakınlık maksadıyla değil, sırf övünme ga­yeli yapılmış şeylerdir” der.İslâm medeniyetinin mihenk taşı olan vakıflar 8. yüzyılın ortalarından 19. yüzyılın sonlarına kadar bütün İslâm ülke­lerinin özellikle de Osmanlı Devleti’nin sosyal, ekonomik ve kültürel hayatında son derece etkili olmuştur. Vakıfların temelinde insanlığa karşı şahsî ve vicdanî mesuliyet hissi, iyilik, şefkat, yardımlaşma ve dayanışma duyguları yatmaktadır.Âl-i İmran süresinde yer alan, “Sevmekte olduğunuz şeylerden (Allah yolunda) sarf etmedikçe, (gerçek) iyiliğe asla erişemezsiniz. O hâlde her ne sarf ederseniz, artık şüphesiz ki Allah, onu hakkıyla bilendir.” ayetini kendilerine şiar edinen Müslümanlar, infakı kalıcı hale getirmeye gayret etmişlerdir. Hem sahabeler hem de onları takip eden nesiller, vakıfların kesintisiz birer hayır çeşmesi olduğu şuuruyla hareket etmiştir. Böylece İslâm dünyasının dört bir köşesi, iyiliğin ve hayırların insanlığa ulaştığı en kıymetli kaynaklar olan vakıflarla donatılmıştır.Bu girizgâhtan sonra geliniz hep beraber hayalen yarım asır öncesine gidelim. Bediüzzaman Hazretleri’nin hayru’l-halefi Ahmed Hüsrev Altınbaşak Hazretleri, 1974’te Buca kapalı cezaevinden çıktıktan sonra ziyaretine gelen talebelerine en son yazdığı dokuzuncu Kur’an-ı Kerim’i göstererek, “Kur’an-ı Kerim’deki tevafuklar bu dokuzuncu nüsha ile kemale erdi. Yeni kuracağımız bir vakıf üzerinden artık bunu basıp neşredeceğiz” diyordu.Hüsrev Efendi, kurulacak vakıfla alakalı istişareler yapmak üzere otuz kadar talebesini o günlerde Isparta’ya davet etmişti. İstişareye katılanların “Vakfın ismi ne olacak efendim?” diye sormaları üzerine, önce “Tevafuklu Kur’an-ı Kerim’i Tab Vakfı” diye cevap vermişti. “Efendim, bu isim biraz uzun olmaz mı?” sualinin ardından başını eğdi ve kısa bir sessizlikten sonra, “Hayrât Vakfı olsun kardeşim.” dedi. Herkes “Bu isim çok güzel efendim.” diyerek beğendiklerini ifade ettiler. Böylece Sevgili Üstadımız Bediüzzaman Hazretlerinin en büyük gaye-i hayali ve vasiyetlerinden biri olan tevafuklu Kur’an’ı tab ve neşretmek için gerekli ilk adım burada, taşıyla toprağıyla mübarek Isparta’da 1974 Nisan ayı başında atılmış oldu. Daha sonraki günlerde vakfın kurulması için gerekli resmi işlemler de tamamlanarak merkezi İstanbul olmak üzere, 16 Nisan 1974 tarihinde Hayrât Vakfı resmen kurulmuş oldu.Bu vakfın tek bir gayesi vardı: O da Allah’ın kelamını insanlara en güzel bir surette göstermek ve yalnız Cenab-ı Hakkın rızasını kazanmaktı. Bunun dışında hiçbir dünyevi maksat ve hedef söz konusu değildi. Başta Hüsrev Efendi olmak üzere beraberinde bulunan talebeleri, aynı mukaddes gaye etrafında toplanmışlardı.Fevkalade gayret ve himmet isteyen ve Kur’an-ı Kerim’i yazma tarihinde bir ilk olan bu usulle, yazıları son derece şirin ve okunuşu gayet kolay yeni bir Mushaf-ı şerif ortaya çıkmıştı. Hüsrev Efendi’nin hayatının son üç senesi Hayrat Vakfı’nda Tevafuklu Kur’an-ı Kerim’i baskıya hazırlamakla geçti.Bu uzun ve yorucu çalışmalar esnasında Hüsrev Efendinin hasta ve yaşlı haline rağmen büyük bir azim ve fedakârlıkla çalıştığını gören talebeleri, “Efendim biraz da istirahat etseniz” dediklerinde, “Kardeşlerim kabirde çok istirahat edeceğiz inşallah” diye cevap veriyordu.Evet… Bundan tam 50 sene önce büyük bir ihsan-ı ilahi ve iltifat-ı rahmaninin eseriyle kurulan ve müntesibi olmakla büyük bir şeref ve memnuniyet duyduğumuz, ülkemizin en güzide müesseselerinden biri olan Hayrât Vakfı, aradan geçen uzun senelere rağmen, ilk günkü usul ve kaidelerine tamı tamına bağlı olarak, kemal-i ciddiyetle, başta kendi memleketimizde ve dünyanın pek çok muhtelif bölgelerinde hizmetlere devam etmektedir. Kur’an-ı Kerim’in öğrenilmesi, öğretilmesi, ezberlenmesi, tab ve neşredilmesi, hurufunun muhafaza edilmesi, Kur’an ve iman hakikatlerinin akıllara, kalplere ulaştırılması noktasında sa’y ü gayret etmektedir.Yüce Rabbimiz son nefesimize kadar bizleri bu kudsi çatı altında imana ve Kur’an’a tam ve halis bir sadakat, daimî ve sarsılmaz bir sebat ile ihlas düsturlarını esas alarak hizmet eden bahtiyarlardan eylesin. Vakfımızı, Risale-i Nur talebelerini ve bütün ehl-i imanı da insi ve cinni şeytanların şerlerinden her daim muhafaza eylesin. Âmin.

İrfan MEKTEBİ 01 Mayıs
Konu resmiKur’ân-ı Kerîm Mahfazaları
Kültür ve Medeniyet

İçinde bir şey saklanan kutu, kılıf; saklama, koruma yeri vb. anlamlara gelen mahfaza, Müslüman sanatkârların elinde, Kur’ân-ı Kerîm’lerin saklandığı “Kur’ân-ı Kerîm Mahfazalarıyla” bir sanata dönüşmüştür.İslâm sanatı, İslâm’ın hâkim olduğu topraklarda üretilen, İs­lâm medeniyetinin izlerini ta­şıyan, İslâm’ın varlık ve hayata bakışını yansıtan, İslâmî bir kimlikle, birbirinden çok uzak ülkeleri birleştirerek ortaya çıkan bir kültürün ve medeniyetin ifadesidir. Ortaya konulan bu eserler zamana ve coğrafyaya bağlı olarak çeşitlilik gösterse de bunların ge­rek mânevî amaçlarındaki bir­lik gerekse sergiledikleri este­tik zevk ve anlayıştaki tutarlılık İslâm’ın güç ve soluğunun açık bir kanıtıdır.Sanatlarını, İslâmî duyarlılığın tezâhürü ve Allah’a ibâdet etme amacının bir aracı olarak ortaya koyan sanatçılar, her dâim güzeli aramış, ürettikleri eserlerle Allah’ın rızasını kazanmakla birlikte hem göze hem de ruha hitap etme gayreti içerisinde olmuşlardır. İslâm’ın hâkim olduğu coğrafyalarda tarih boyunca sanatkârların ürettiği eserlerde vurgu, her zaman ortak değer olan İslâm olmuştur.İçinde bir şey saklanan kutu, kılıf; saklama, koruma yeri vb. anlamlara gelen mahfaza, Müslüman sanatkârların elinde, Kur’ân-ı Kerîm’lerin saklandığı “Kur’ân-ı Kerîm Mahfazalarıyla” bir sanata dönüşmüştür.Kur’ân’a olan hürmetin bir ifadesi olarak XVI. yy. itibariyle Kur’ân mahfazalarının görkemli örnekleri Osmanlı ile kul­­lanılmaya başlanmış ve bir Türk İslâm sanatı olarak, İslâm me­­deniyetinin hâkim olduğu coğ­rafyalara yayılmıştır. Kur’ân mahfazaları, desen, tarz ve formlarına bakılarak İstanbul ve Şam işi olarak ikiye ayrılır. Anadolu ve Balkan çevresindekiler İstanbul işi, Suriye ve çevresindekiler ise Şam işidir. Kur’ân’a saygının tezâhürü olarak ortaya çıkan Kur’ân mahfazaları çoğunlukla selâtin camilerde, tekke, zaviye, kütüphane, konak, padişah, şehzâde ile din ve devlet büyüklerinin türbelerinde bulunurdu. Osmanlı Devleti’nde saray hi­mayesinde olan bir nevi sanat akademisi diyebileceğimiz Ehl-i Hiref-i Hâssa teşkilatında diğer birçok sanatla birlikte Kur’ân mahfazalarında da sa­ray sanatkârları eşsiz eserler üret­mişlerdir. Saray himayesindeki sanatkârlar tarafından üretilen tek kubbeli camileri andıran, Kur’ân’a du­yulan engin saygının ifadesi ola­rak bel seviyesinin üzerinde yer­den yükseltilmiş yaklaşık 1 ila 1,5 metre yüksekliğinde, el yaz­­ması kıymetli Mushaf veya cüz­­lerin korunması amacıyla ya­pılmıştır. Gövdeleri dikdörtgen prizma formunda sert ahşap üzerine abanoz kaplanmış, yüzeyleri fildişi, sedef, bağa ve gümüş tel kakmalarla bezenmiş, kimileri de değerli taşlarla süslenmiştir. Mahfazaların gövdesi, biri kaide olacak şekilde iki kademelidir. Alt kısmın yan yüzleri genelde abanoz kaplama üzerine sedef ve fildişi kakma; rûmî, palmet, salbekli şemse, çinbulutları ve köşebentlerle, onların çevresi renkli ahşap, fildişi, sedef ve tel kakma tersyüz “Y” motifinin tekrarından oluşan bordürlerle süslüdür. İkinci kademeye abanoz ve fildişi kakmalı, palmet ve rûmî dizili bordürle geçilir. Geçmeler arasında kalan geometrik parçalar sedef ve abanoz, konturları ise ahşap ve tel kakmalıdır. Kubbe şeklindeki kapağın altıgen kasnağı, altıgen ve yıldızlardan oluşan mozaik kompozisyonlarla, geometrik ve stilize çiçek desenleriyle kaplıdır. Kubbenin üzeri, konturlar içinde sedef, fildişi ve abanoz kullanılarak yapılmış baklava desenli kakmalarla süslenmiştir. Kapak içleri siyah, kırmızı, bordo, krem renkli boyalı, zemin üzerine kalemişi Edirnekârî tekniği ile rûmi ve palmet kompozisyonlarından oluşan şemselerle bezenmiştir. Bu bezemelerin yanı sıra fildişi veya sedefle, Kûfi, talik ve sülüs hatla; Bakara Suresi 255. âyet, Neml Sûresi 30. âyet, Fetih Suresi 28 ve 29. âyet, Haşr Suresi 22 ve 24. âyetler, besmele, Kur’ân’ın fazileti hakkında hadîs-i şerifler ile çeşitli duâların kuşak halinde yazıldığı örnekler de vardır.Unutulmaya yüz tutan bir sanat olan Kur’ân mahfazaları, duyarlı sanatkârlar tarafından yeniden üretilmeye başlanmış, gerek koleksiyonlarda gerekse yeni inşa edilen büyük camilerde boy göstermeye başlamıştır. Örnekleri günümüze kadar gelen, eşsiz eserler üretip bizlere miras bırakan tüm sanatkarları minnet, şükran ve hayırla yad ediyoruz. Hepsinin ruhları şad, mekânları cennet olsun. 

Mustafa YILMAZ 01 Mayıs