200. Sayı: "Gerçek Özgürlük"Bu Sayıyı Satın Al
Konu resmiGerçek Özgürlük
İnsan

Her nefis hür ve müstakil olmak ister, fakat akıl ve vicdan bilir ki insan binlerle kayıtlarla mukayyettir. Eğer insan nefsin, arzu ve isteklerin hükmü altına girerse kaybetmeye mahkûm olacağı, hayat boyu devam edecek bir çatışma ve sıkıntıyı da omuzlarına almış demektir. İnsan ilk yaratıldığında, kendisine hiçbir sıkıntısının olmayacak, her türlü imkânın var olduğu bir ortam sunulmuş, fakat tek bir yasak konulmuştu. Ne zaman insan o kapıdan/yasaktan geçti, o zaman mihnet ve sıkıntı yurduna, aynı zamanda kabiliyet ve istidatlarının açığa çıkacağı bir meydan-ı imtihana gönderilmiştir. Burada da imkanlar olmakla birlikte emir de yasak da artmıştır. Sual ve imtihan sahnesi açılmıştır. Şeytanın iğvasıyla beraber nefis, heva ve heves de devreye girmiştir. Bunlar tarafından, yasak zincirini kırmakla hür olacağı düşüncesi işlenmeye başlamış, kendine ait hiçbir şeyi olmayan insana emir ve külli irade dışına çıkmakla müstakil ve serbest olacağı zehirli bilgisi şırınga edilmiş ve edilmeye devam edilmektedir. İnsanı istikamette tutan ve buna bağlı olarak her türlü nimetten istifade ettiren ve nihayetinde daha güzeline ulaştıracak olan, kendisini ve her şeyi yaratan Rabbinin emir ve yasaklarına uymaktır. İnsan, yaratılış itibariyle bunlara uyarsa denizdeki balık nasıl özgürce yüzüyor, ağaçların kökleri sert toprakta nasıl kolayca yol alıyor, havadaki kuş nasıl özgürce uçabiliyorsa insan da dünyada selametle yaşar ve ölüm kapısından geçerek ebedi özgürlük yurduna selametle ulaşabilir. Aksi takdirde Allah’ın emir ve yasaklarından çıkmakla nefsin, heva ve hevesin köleliğiyle başlayan bir sürü tutsaklıklar ve mahkumiyetlere mecbur olur. Hayatı, toprakta yüzmeye çalışan balığa döner. Özgürlük cümleleriyle attığı bu adımların hepsi nefis ve şeytanın köleliğine götürür. İnsanın varlık sebebi, Allah’a kulluktur; onun emir ve yasaklarını dinlemesi, ona göre hareket etmesidir. İnsan, Allah’ın koyduğu kurallara uyacaktır! Bugün insanlara özgürlük adı altında kuralsızlık ve isyan aşılanmaktadır. Başörtü ve tesettür esaret, çıplaklık özgürlük gösterilmektedir. Allah’ın emirlerine uymak esaret, yasakladıklarının tersini yapmak özgürlük olarak telkin edilmektedir. Bu konuda da inanılmaz bir mahalle baskısı uygulanmaktadır. Allah’ın takdir ettiği cinsiyet meselesinde bile insanın sözüm ona özgür iradesiyle seçim yapması, Allah’ın tercihine karşı gelmesi ve gösterilen hedeflere doğru hareket etmesi istenmektedir. Allah’ın koyduğu tabiat kanunlarına sıkı sıkıya yapışan isyankar kafalar, insanın manevi halini düzenleyen ve kemalata taşıyan şeriat denildiğinde ise şeytanın diklendiği gibi diklenmekte, yine şeytanın “Öyle ise beni azdırmandan dolayı (ben de) mutlaka onlar(ı saptırmak) için, senin dosdoğru yoluna oturacağım!” dediği gibi peşlerinden herkesi sürüklemekle Allah’la savaşa girişmekte ve insanın ve dünyanın düzenini bozmaktadırlar. Ve bunu özgürlük adı altında yapmaktadırlar. Lütfen kendimize gelelim ve nefsimizin ve şeytanın bu oyunlarına kanmayalım. Gerçek özgürlük Allah’a kulluktadır. Emir ve yasaklarına riayet etmektedir. Koyduğu kurallara uymaktadır.  

Metin UÇAR 01 Temmuz
Konu resmiTarihten Sayfalar
Tarih

İzmir Saat Kulesi Konak Meydanı'nda yer alan ve İzmir’in sembolü olan Saat Kulesi, Sultan II. Abdülhamid’in tahta çıkışının 25. yılını kutlamak amacıyla yaptırılmıştır. Saat kulesinin yapım süreci 1 Ağustos 1900 tarihinde Vali Mehmed Kâmil Paşa başkanlığında toplanan kurulun verdiği karar ile başlamıştır. Saat kulesi, çeşmeli olacak ve Sarı Kışla yakınında yapılacaktı. İnşaat sürecini yönetmek üzere aralarında Vilâyet İdare Meclisi Üyesi Abdülkadir Paşa, İzmir Belediye Reisi Eşref Paşa ve Askeriyeden Kaymakam Şevket Bey’in de olduğu altı kişilik bir komisyon oluşturuldu. Çeşmeli saat kulesinin projesi, İzmirli mimar Raymond Charles Pere tarafından hazırlandı. Saat kulesinin Mimar Raymond Pere’nin hazırlamış olduğu plan ve çizimlerine sadık kalınarak, 90 santimetre yüksekliğinde som gümüşten bir maketi yapılarak Sultan II. Abdülhamid’e hediye edilmiştir. Taban, 81 metrekare üzerine sekizgen şekilde ve dört basamaklı mermer bir platform üzerine yapılmıştır. Yüksekliği 25 metre olup, dört katlıdır. Sekizgen platformun dar kenarlarında, dörder küçük sütun üzerine oturan sebiller yer alır. At nalı kemerli, baldaken biçimli sebillerin üçer çeşmesi ve kurnası ile ortasında fıskiyeleri vardır. Fıskiyelerden iki tanesi günümüze ulaşamamıştır. Baldakenlerin üzerini alemli kubbeler örter. Sebiller arasındaki geniş dört cephede, at nalı kemerli, demir şebekeli birer açıklık bulunur. Bu açıklıklardan deniz tarafında olanı kapıdır. Kulenin dört tarafında bulunan 75 cm çapındaki saatlerinin Alman İmparatoru II. Wilhelm tarafından hediye edildiği iddia edilmektedir. Sultan’ın 25. cülus yılını simgelemesi sebebi ile 25 musluklu olarak tasarlanan sekizgen havuzu ve yakınındaki İzmir Sarı Kışla günümüze ulaşamamıştır. Üzerindeki Osmanlı armaları, tuğraların yasaklanarak kazındığı dönemde sökülmüştür. 15 Temmuz 1861Meclis-i Ahkâm-ı Adliye kuruldu İlk olarak Meclis-i Vâlâ-yı Ahkâm-ı Adliye adıyla teşekkül ettirilmiştir. Padişah ve şey­hül­islâmın huzurunda yapılan törenden son­ra 31 Mart 1838’de faaliyete geçti. Çalış­ma ye­ri Gülhane Kasrı’ydı. Özellikle ilk dö­nem­ler­de belgelerde geçen “meclis-i âlî” tabiri de Meclis-i Vâlâ’yı nitelemek için kullanılırdı. Meclisin görevi, yapılması düşünülen ve “tanzîmât-ı hayriyye, tanzîmât-ı mülkiyye” olarak adlandırılan reformların gerçekleştiril­mesi amacıyla kanun ve nizamları hazırlamak ve Dâr-ı Şûrâ-yı Bâbıâlî, Dâr-ı Şûrâ-yı Askerî’nin tanzim ettiği mazbatalara son şek­lini vermekti. Ayrıca çıkardığı kanun ve ni­zam­nâmelerin uygulanıp uygulanmadığını denetleme hakkına sahipti. Meclis-i Vâlâ, 8 Mart 1840’ta Sultan Abdülmecid’in katıldığı bir merasimle Bâbıâli’de inşa edilen yeni binasına taşındı. Meclis-i Vâlâ-yı Ahkâm-ı Adliye ile Meclis-i Âlî-i Tanzîmat gibi iki reform meclisinin mevcudiyeti bazı sıkıntı ve kargaşalara sebep olduğu için 15 Temmuz 1861’de yapılan bir düzenlemeyle iki meclis Meclis-i Ahkâm-ı Adliyye adıyla birleştirildi. 21 Temmuz 1718Pasarofça Antlaşması Osmanlı Devleti ile Venedik ve Avusturya arasında imzalanmıştır. 21, 28 Haziran ve 12 Temmuz’da yapılan toplantılardan sonra yirmi altı maddelik barış antlaşması ile Osmanlı Devleti Venedik’e sadece, Bosna ile Raguza arasında Venedik’in serbest bir yol bırakması ve bu güzergâh üzerinde daha önce kendisine ait üç palankanın Osmanlı sınırları içine alınması şartıyla savaş sırasında zapt ettiği Çuka (Cerigo) adasını iade etti. Venedikliler ayrıca Korfu adası karşısındaki Butrinto sahil şehrini, güneyde Akdeniz kıyısındaki İfrindos, Preveze ve karşısındaki Voniçe şehir ve kalelerini aldılar. Tazminat talebine karşılık olarak ithalât ve ihracatta gümrük vergisinin %5’ten %3’e düşürülmesinde anlaşmaya varıldı. Böylece yetmiş günün sonunda Avusturya ve Venedik ile yapılan muahedelerin metinlerinin hazırlanması 21 Temmuz 1718 tarihinde tamamlanarak her iki devlet delegeleri tarafından imzalandı. 31 Temmuz 855Ahmed bin Hanbel Hazretleri (ra) vefat etti İmam Ahmed bin Hanbel Hazretleri (ra) 780 yılında Bağdat’ta dünyaya gelmiştir. Soyu Peygamber Efendimizin (asm) dedelerinden Nizâr’la birleşerek Hz. İsmail’e (as) kadar uzanır. Kur’ân-ı Kerîm’i ezberledikten ve Bağ­­datlı âlimlerden bir müddet gramer ve fı­kıh okuduktan sonra hadis öğrenmeye başladı (795). İlk hocalarından biri, kendisinden pek çok hadis yazdığı tanınmış muhaddis Hüşeym bin Beşîr (ra) olup diğer hocaları arasında Süfyân bin Uyeyne, Yahya bin Saîd el-Kattân, Abdurrahman bin Mehdî, İmam Şâfiî ve Abdürrezzâk bin Hemmâm (ra.ecmain) gibi âlimler bulunmaktadır. En çok hadis yazdığı hocası Vekî‘ bin Cerrâh’tır (ra). İmam Şâfiî’den (ra) ise fıkıh ve usûl-i fıkıh öğrenmiştir. El-Müsned’deki rivayetlerine göre hocalarının sayısı 280 kadardır. Dört hak mezhepten biri olan Hanbelî mezhebinin imamıdır. Bağdat’da 31 Temmuz 855 tarihinde vefat etmiş olup, cenazesinde 1 milyon kişinin bulunduğu rivayet edilmiştir.

Ahmed Said GÜNDÜZ 01 Temmuz
Konu resmiNefsinden Feragat Etmeyen Gerçek Özgürlüğe Kavuşamaz
İnsan

Nefsinden feragat etmeyen, gerçek özgürlüğe kavuşamaz; çünkü insan vazifeli, sosyal ve vicdan sahibi bir varlık olarak var edilmiştir.  Nefsinden feragat etmeyen, ger­­çek özgürlüğe kavuşamaz; çün­­kü insan vazifeli, sosyal ve vic­dan sahibi bir varlık olarak var edilmiştir. Evvela buradaki “nefis” ve “özgürlük” ıstılahları ile ne kastediliyor, ona bakmak gerekir. Nefis, kişinin menfaatleri, fikir­leri, maddi rahatı, hatta bazı inançları bile olabilir. Yeri geldiğinde bunlardan feragat etmeyen, esnek davranamayan, kendisini çok dar bir alana hapsetmiş gibi, ruhunun âdeta mengenede sıkıldığını hissedebilir. Özgürlük ise, hürriyet, huzur, vicdan rahatlığı, hakiki serbestlik ve nihayetinde gelen ferahlık olsa gerek. İblis’in Âdem (as)’ı kıskanması, Kabil’in Habil’e tahammülsüzlüğü, Yusuf (as)’ın kardeşlerinin kendilerini içine attıkları vaziyet, hep aynıydı. Yani, nefislerinden taviz vermek istememe çabasıydı. Zannediyor musunuz ki dışar­da rahatça dolaşan kardeşleri, kuyunun dibinde bulunan Yusuf’tan daha rahattılar. De­ğil­­­diler! Yusuf (as) masum olduğu için kalbi rahat, onlar ise hasut ve haktan saptıkları için huzursuzdular. Bedenleri hür olsa da ruhları yıllar boyu rahata eremedi. Kıskançlık duygularına söz geçirememeleri, büyük bir hata yapmalarına sebep olmuştu. Yine, nefislerine mahkûm olup, iftira ile onu zindana attıranlar, sarayda, fakat manen azap içinde yaşarken, o, zindanı hem kendisi hem de diğer kader mahkumları için gülistana çe­vir­mişti. Kârun, dünyanın en zengini olduğu halde, rahat ve huzurlu muydu? Hayır! Musa (as)’dan işittiklerinin hakikat olduğunu çok iyi biliyordu. Fakat nefis ve enaniyeti, bir taraftan da Musa ve Harun’u kıskanması, o servetini tesirsiz kılmış, rahatını elinden almış, hayat alanını daraltmıştı. İsrailoğulları, kendi kavimleri dışında başka kavimlerin iyiliğini istemedikleri için, onlardan gelen peygamberlere tahammül edemediler ve koca yeryüzünde binlerce yıldır rahat yüzü göremediler; hep dışlandılar.  Sığındıkları milletlerden daima hor ve hakir muamelesi gördüler. Halbuki Bahira, kendisi İsevî olduğu halde, gelecek peygambere iman etmeye çoktan hazırdı ve huzurluydu. Ebu Cehil, batıldaki mevkiinden ve sahip olduklarından taviz vermeye yanaşmadığı için bir türlü rahata eremedi. Sık sık günaha giren kimseler de benzer halde değil midirler? Nefsin arzularına boyun eğdik­leri için ruhları sıkılmakta, kalp­leri daralmaktadır. Çünkü fıtrat yalan söylemez ve harama, çirkin işlere gönül rahatlığıyla giremez. Vicdan azabı, pişmanlık, içlerinin bir tarafını tırmalayıp durur. Haramlara karşı sabırlı davrananlar ise, hep kalp huzuru içerisinde bulunurlar. Âdeta, dünyadayken cenneti ya­şarlar. İmkânı varken, sıcak-soğuk ve zorluk bahanesiyle rahatını terk edip de felakete uğramış insanların yardımına koşamayanların kalpleri ve ruhları, nasıl rahata erebilir? Maddi imkanları iyi olanlar, muh­­taç durumda olanlarla veya eş-dostlarıyla paylaştıkları zaman huzurludur. Bunu her­­­­­han­gi bir tecrübeli insandan duymak da mümkündür. “Cimri” olarak tanınan kimseler, se­­vil­­­mez ve çevresinden saygı da görmez. Hele, herkesin ner­deyse her yerden haber alabildiği günümüzde, üç saniyede bir insanın açlıktan öldüğü hakikati karşısında, başta Müslüman toplumlar olmak üzere, duyar­sız kalmak mümkün değildir. Vicdan sahibi herhangi bir kim­se, bunu normal sayamaz; kendinden bir şeyler feda etmeden, rahat uyuyamaz. VAZGEÇTİKLERİN KADAR ÖZGÜRSÜN Vazgeçmek, affetmek, unutmak... İnsana hakikaten huzur veren fiiller. İstediği şeyi elde etmek için haddinden fazla çaba sarf etmek, gerektiğinde vazgeçmeyi bil­memek ise, çoğu zaman şiddetli baş ağrısıdır. İntikam ve kin duygularını devam ettirmek, “keskin sirke küpüne zarar” kabilinden sadece sahibine zarar verir. Dolayısıyla, vicdanımızın ve ruhumuzun hürriyetini istiyorsak, yerinde ve zamanında bazı haklarımızdan vazgeçmeyi, affetmeyi ve unutmayı de öğrenmemiz gerekir. İnsanın içinde kalan hırs, kin ve intikam gibi duygular gözünü kör eder, vicdanını tesirsiz hale getirir, adalet duygusunu saf dışı bırakır. İnsanı, kendinden alıp, birilerine köle eden duygulardan birisi de mecazi aşktır. Ne düşündüğünü ve ne yaptığını bilemez hale getirir. Yanlış kararlar aldırır. Kişi ne zaman ki vazgeçer, o zaman hayatı normal seyrine döner. Ticari hayatta da azimli olmak takdir edilmiştir. Fakat, bir işle alakalı maksadını tek gaye edinmek, zararlı neticelere götürebilir. Hatta iş hayatında, “fikrinize âşık olmayın” diye bir kaide ve tavsiye vardır. Yani, kendinizce fikriniz ne kadar kıymetli ve orijinal olursa olsun, ehil kimselerle istişare etmeniz ve gerektiğinde bu fikrinize veya projenize ekleme ve çıkarmalar yapılmasına müsaade etmeniz, ileride büyük üzüntüler yaşamanıza mâni olabilir. Bazan da -maddi durumu zayıf kimselerdeki- alacaktan vazgeçmek, uzun süre kafada problem olarak kalmasından çok daha sağlıklı neticeler verebilir. Öbür taraftan, tâcından ve tahtından vazgeçip, hakiki hürriye­tine kavuşan hakikat ehilleri de yaşamıştır tarihte. İbrahim Ethem (ks) ve Aziz Mahmud Hüdai Hazretleri gibi. Son asrın münevver aklı Bediüzzaman Said Nursi Hazretleri de kendi­si­­ne teklif edilen makam ve be­ra­be­rindeki maddi imkanları, hakiki hürriyetinden taviz vermemek maksadıyla elinin tersiyle itmiştir. Sonra, o davayı devralan Ahmed Hüsrev Altınbaşak. Atadan kalma servetiyle ülkemizin sayılı zenginlerindeyken, harcamış, hep harcamış ve vak­fetmiş. Nesi varsa, ömrüyle, emeğiyle beraber hep o ulvî ga­ye için sarf etmiş. Ve arkalarından giden nice dava ehilleri… Kariyer, mevki, ticaret ve birçok şeyden vazgeçip, çok da tepkileri göze alıp, hayatlarını hak davalarına adamış çoğu genç, nice vakıf insanlar, canlarımız. Hepsine de çok şey borçluyuz. Onları her bir duamıza katmasak olmaz ha! Selametle kalın!

İsmail ERDOĞAN 01 Temmuz
Konu resmiOkumaya Kendinden Başlamak
İnsan

Necisin? Kimsin? Nereden Geliyorsun? Nereye Gidiyorsun? Bugün modern bilim bu soruları ontoloji bilimi içinde mütalaa etmektedir.  Seyrettiğim uzay filmlerinin neredeyse hepsinde insanın merakını ve hakikat arayışını merkeze alan kurgular olduğuna tanık oldum. Arayış ve merak duygusunun tatmin edilmesine ilişkin beklentilerin çoğunlukla karşılanmadığı belirsiz sonlar vardı bu filmlerin tamamında. İnsan arıyordu, doğru ama aradığı neydi ve onu nerede arıyordu. Uçsuz bucaksız bir alem planlamasında acaba insana ve onun köken ve amacına ilişkin cevaplar insandan bu kadar uzak yerlere ya da bilinmez koordinatlara saklanmış olabilir miydi? Ya da insanı kendi varlığına ilişkin soruların cevaplarını bulma konusunda gözünü evrenin derinliklerine sevk eden akıl sağlıklı mıdır? İşte bu ve benzeri sorular -ki ontolojik sorulardır- ne yazık ki bilim kurumunu oligarşik bir boyunduruk altına alan dessas ve şeytanî bir akıl tarafından tasarlanmış ve insan, kazanmak istiyorsa bu kumar masasına oturmak zorunda bırakılmıştır. Seyrettiğim bir filmde, öğretmen henüz ilkokul seviyesindeki bir öğrenciye tahtaya yazdığı kareköklü bir işlemi çözmesini söyler. Çocuk uzun uzun probleme bakar ve sonra eline almış olduğu silgi ile problemi siler ve sırasına oturur. İlk etapta başarısız ya da bir hileye başvuran bir çocuk izlenimi edinmek kolaydır. Ama çocuk daha derin bir gerçeğe tercümanlık etmiştir. “Asıl sorun bir soru’nun dayatılmasıdır”. İnsan ile ilgili sırların ve cevapların bulunacağı yer olarak evrenin derinliklerinin gösterilmesi de tıpkı bu dayatma gibidir. Haddi zatında insana bu cevaplar için uzayın bilinmez derinliklerini gösteren aklın asıl amacı, o cevapların bulunamayacağı uçsuz bucaksız bir araştırma sahasını insana dayatmaktır. Sonuç olarak insan, orada ne bir cevap ne de kendisi ile ilgili bir gerçek bulabilecektir. Şeytan da buna benzer bir şey yapmadı mı insanı kandırmak için. Cennette, insanın kafasını karıştıracak ve onu yüksek bir bilinç seviyesinden alçak bir zihin seviyesine indirecek olan bir operasyon başlattı. İnsan, “işittik ve itaat ettik” diyerek teslimiyet içinde olmaya davet edilmişti ve itaate memur kılınmıştı. Ama şeytan bu iki eylemin arasına yani işitme ve itaat etme eylemleri arasına başka bir eylem sokmuştur. Düşünelim, daha kazançlı bir seçenek var: eğer şu ağaca yaklaşırsanız ebedî hale geleceksiniz. Oysa ebediyet insanın yaratılışında yani fıtratında yani içinde mün­demiç kılınmıştı. Şeytan, in­sanın dikkatini içinden başka bir yere, insanın dışında bir yere çekmişti. Tıpkı bugün bilimin, insanın dikkatini insan dışındaki bir aleme çekmesi gibi. İnsan, yaratılışındaki hikmetli fıtratı sayesinde hem saf bilgiye hem de hakiki bilgi kaynaklarına ulaşabilecek istidattadır. Mesela “ontoloji” bir bilim dalı olarak kabul edilir. Bu bilime adını veren ontoloji, varlık bilimi ya da varoluş bilimi anlamına gelmektedir. İnsanın karşı karşıya kaldığı en çetin sorular ki, beşeriyetin tüm bilge, dahi, alim ve arif şahsiyetleri hep bu sorulara cevap aramıştır: Necisin? Kimsin? Nereden Geliyorsun? Nereye Gidiyorsun? Bugün modern bilim bu soruları ontoloji bilimi içinde mütalaa etmektedir. Gelin görün ki söz konusu bilim branşı, daha baştan sürece var olmak ve varoluş zaviyesinden bakmaktadır. İnsanın mevcudiyetindeki özneyi yok sayan bu bakış açısı, ilâhî bilgi ve bildirimlere en başından kapısını kapatmaktadır. Tabiri caizse güneşe gözünü kapayan ve yıldız böceği hükmündeki aklı ile zifiri karanlıklardan çıkmaya çalışan aciz bir insan olmaya mahkûm edilmektedir insan. Oysa insanın hakikati insanın içine saklanmıştır. Fâtır-ı Enver olan Rabbimiz, insanın fıtratını öylesine hikmetli nakışlarla dokumuştur ki, sadece fıtrî yönelimler bile insana rehberlik etmeye kâfi ve onun dalalet vadilerinde kaybolmasına manidir. İnsanı insana kör ve Rabbine nankör yapan o dessas akıl, huzuru ve saadeti vahdet ve tevhidde bulabilecek olan insanı kesret bataklıklarında bo­ğulmaya terk etmiştir. Hal böy­le olunca zahiren mutantan, cafcaflı ve gösterişli bilimsel(!) çalışmalar, insanın hakikatini insandan uzaklaştırmıştır. Çağımız insanı bu girdaplarda kaybolmuş ve dalalet rüzgarları ile savrulmuş ve menzil-i maksuttan fersah fersah uzak düşmüştür. Elbette ki alem ve alemin ufukları insan için hikmetli mesaj ve tecellilerle doludur, ancak hakikat arayışının enfüsî bir başlangıç noktası olduğunu bilmek icap eder. En kaliteli alet ve araçlarla bile olsa arama sahası yanlış olduğunda aranan şeyin bulunması gayrı kabildir, imkansızdır. Pozitif bilimler evrene nazar etmiş ama evrenin yaratılma sebebi olan ve evrenin kendi hizmetine sunulduğu insanı bazen gafletle bazen de kasten ıskalamıştır. Oysa alemdeki sırlar ve kapılar, anahtarı insanda saklı kılınan bir mahiyet arz etmektedir. Bu sırları ve o hayatî cevapları arayan insan, en başta varoluş yerine yaratılış kelimesini kullanma cesareti ve bilgeliği göstermelidir. Zât-ı Vâcibü’l-Vü­cud olan yani kâinatın yara­tı­lı­şı ve oradaki esma ve nakışla­rın kaçınılmaz bir neticesi olarak varlığı zaruri olan Allah’ı devre dışı bırakan bir bakış açısının hakikat ile buluşması düşünülemez. Hiç kimse bir matematik işleminde ‘elde var bir’i unutarak doğru bir netice elde edemez. Yani aslında Zât-ı Vâcibü’l-Vücud demek elde var bir demektir, onsuz hiçbir işlem doğru yapılamaz. Nefis ve ene ile bencil bir tarzda bu hesabın içinden çıkmaya çalışan ya da bu gafil halleriyle insana rehberlik yapmaya çalışanların insanı ulaştırabilecekleri bir gerçeklik yoktur. Zira ego denilen vehmî kimlik, yaratıcıdan rol çalmaya çalışan ya da onu devre dışı bırakmaya çalışan, kendi heva ve hezeyanlarını hakikat sayarak alemi o çerçeveden açıklamaya çalışan bir fısk ve dalalet talebesidir. Yıllar evvel okuduğum bir kitapta EGO için Exclude God of Out yani Allah’ı devre dışı bırakmak ifadesinin kullanılması gerçekten manidardır. İmanî ve Kur’anî bir nazarla bakıldığında gerek insanın gerekse alemin mahiyet ve tanımı fıtrata uygun bir suhulet ile zahir olacaktır. Satırlarımızı Üstad Bediüzzaman Hazretlerinin (ks) Onbeşinci Söz’de emsalsiz bir paradigma ile ifade ettiği şu hakikatlerle nihayete erdirelim. “Evet, zeminde ezdâd içtimâ et­­miş, eşrâr ahyâra karışmış; iç­­lerinde münâkaşât başlamış. O sebepten, ihtilâfât ve ız­tı­râ­bât düşmüş; ve ondan, imti­hâ­­nât ve müsâbakat teklif edil­­miş; ve ondan, terakkiyât ve tedenniyât çıkmış. Şu hakikatin hikmeti şudur ki: Be­şer, şecere-i hilkatin en son cü­zü olan meyvesidir. Malumdur ki, bir şeyin semeresi, en uzak, en cemiyetli, en nazik, en ehemmiyetli cüzüdür. İşte bunun için, semere-i âlem olan insan, en câmi’, en bedî, en âciz, en zayıf ve en latif bir mucize-i kudret olduğundan, beşiği ve meskeni olan zemin, asu­mana nisbe­ten, maddeten kü­­çüklüğüyle ve hakaretiyle be­ra­ber, manen ve san’aten bü­­­­­tün kâinatın kalbi, merke­zi, bütün mu’cizât-ı sanatın meş­he­ri, sergisi ve bütün te­cel­li­yât-ı esmâsının mazharı, nok­ta-i mihrâkiyesi ve nihayetsiz faaliyet-i Rabbâniyenin mahşeri ve ma’kesi ve hadsiz hallâkıyet-i İlâhiyenin, hususan nebâtât ve hayvanâtın kesretli envâ-ı sağîresinde cevâdâne icadın medar ve çarşısı ve pek geniş ahiret âlemlerindeki mas­nuâtın küçük mikyasta nu­mu­ne­gâhı ve mensucât-ı ebediyenin süratle işleyen tezgâhı ve menâzır-ı sermediyenin süratle değişen taklidgâhı ve besâtîn-i dâimenin tohumcuklarına süratle sünbüllenen dar ve muvakkat mezraası ve terbiyegâhı olmuştur.” Es’selam Men’ittebea’l Hüdâ.    

Ahmet EFENDİ 01 Temmuz
Konu resmiNurun Yılmaz Hizmet Erleri!
Risale-i Nur

Ey, Nur’un yılmaz hizmet erleri!Hep mâni olmak ister, size birileri;Sebat edip, gitmediniz hiç geri;Hiç kurumadı alnınızın teri. Evde hizmet; yolda hizmet; işte hizmet;Hakiki, riyasız, halis; budur işte hizmet! Ne bir beklenti ne bir menfaati var;Vefakâr, cefakâr ve azimkârlar.‘Hizmet’ denilince, hemen koşarlar;Gören mü’minler, yerlerinde coşarlar. Evde hizmet; yolda hizmet; işte hizmet;Hakiki, riyasız, halis; budur işte hizmet! Kılı kırk yarar, yine yolunda teklemez.Onu yemez; bunu yemez; şunu yemez.Onun boğazı, başka Boğaz’a benzemez;Çanakkale gibidir; murdar şeyler geçemez! Evde hizmet; yolda hizmet; işte hizmet;Hakiki, riyasız, halis; budur işte hizmet! Kollarını öyle bir açarlar ki sana;Gözleri, hep nur saçarcasına;‘Gel kardeşim, gel’ derler; anlasana!Sanki hepsi birer yeni Mevlana! Evde hizmet; yolda hizmet; işte hizmet;Hakiki, riyasız, halis; budur işte hizmet! Konuştuğu iman, sünnet ve Kur’an;Yumuşak huyludur; munisçe duran;Sanma ekmeğini alır, başına vuran;‘Keçe Külahlıdır” o; bilir Moskof’a soran! Evde hizmet; yolda hizmet; işte hizmet;Hakiki, riyasız, halis; budur işte hizmet! Gayeleri nur; gönülleri nur; kendileri nur,Onlarda ne kibir, ne menfaat, ne de gurur,İçlerinde sade bir muhabbet durur.Yürekleri, “Hak, Hak” diye vurur. Ne mutlu bana ki; içimde bir huzur,En arkada olsam da kafidir bu sürur. Rüyasını anlatıyor, merhum ehl-i tarik pederim:“Öyle bir sarık sarmıştı Sevgili Peygamberim;O’nun nuruyla dolmuştu hane-i fakirim;Usulü sizler gibiydi, ey mahdum-u keremim.”

İsmail ERDOĞAN 01 Temmuz
Konu resmiHangi Özgürlük?
İnsan

Arapçada hürriyet olarak ifade edilen kavram, modern zamanlarda özgürlük olarak ifade edilegelmiştir. Özgürlüğe;  dinin, felsefenin, siyasetin yaptığı tanımlar farklıdır. Bundan dolayı özgürlük tartışılan da bir kavramdır. “Birinin engellenmeden ya da sınırlandırılmadan istediğini seçebilmesi, yapabilmesi ve hareket edebilmesi durumu” olarak tanımlandığı gibi, “Başkasına zarar vermedikten sonra kişinin istediğini yapması” tanımı da günümüzde ön plana çıkarılan yaklaşımlardan biridir. Fransız ihtilalinin özgürlük anlayışı 1924 Anayasamıza da aynen yansımış ve “Hürriyet başkalarına zarar vermeyecek her şeyi yapabilmektir. Tabii haklardan olan hürriyetin herkes için sınırını başkalarının hürriyetlerinin sınırıdır. Bu sınırı ancak kanun çizer” denilmektedir. Kişinin başkasına zarar vermedikten sonra istediğini yapabilme anlayışı günümüz de toplumlara bir hayat tarzı, bir felsefe olarak sunulmaktadır. Hz. Lut (as)’ın kavminin yapmış olduğu sapkın fiillerin günümüz yansımaları da bu bakış açısıyla değerlendirmeye tabi tutulmaya çalışılmakta ve bireysel özgürlük alanı içinde gösterilmeye çalışılmaktadır.   Özgürlük, yerine göre algı ve manipülasyonların aracı olarak da kullanılmıştır. “1900’lü  yılların başlarında Amerika’da kadınların halk arasında sigara içmesi ayıplanıyor, doğru bulunmuyordu. (Tıpkı yakın zamana kadar bizde olduğu gibi.) Ayrıca kadınların umuma açık yerlerde sigara içmesi bazı yasalarla yasaklanmıştı. Kadınlar arasında sigara içme oranı oldukça düşüktü (%5 civarında). American Company’nin sahibi George Washington Hill, sigara kullanımının kadınlar arasında da yaygınlaştırılması halinde, cirosunun büyük bir artış göstereceğini biliyordu. Bu amaçla halkla ilişkiler ve pazarlama tarihinin öncü isimlerinden Edward Bernays ile bir anlaşma yaptı. Edward Bernays, birçok psikoloğun da görüşlerini aldıktan sonra oldukça ilginç bir proje hazırladı. Bir grup feminist kadınla anlaşarak onları örgütledi. Bu kadınlar New York’ta her yıl yapılan Paskalya yürüyüşüne katılacak, geçit esnasında sigaralarını yakacaklardı. Projenin ana teması şuydu: Kadınlar Amerika’da erkekler tarafından baskıya uğruyor, özgürlükleri kısıtlanıyordu. Sigara, bu erkek egemen baskıya karşı başkaldırma anlamına geliyordu. Ayrıca Amerika’nın özgürlüğünü sembolize eden Özgürlük Heykeli de elinde bir meşale tutuyordu. Kadınların ellerinde yanan sigaralar da onların erkek egemen düzene karşı “Özgürlük meşaleleri” olacaktı. Bernays bir grup gazeteciyle de anlaşmıştı. Geçit esnasında sigara içen kadınların fotoğraflarını çekecek, kampanyanın teması doğrultusunda haberleştireceklerdi. Kampanya o denli başarılı oldu ki, kampanya öncesine kadar 1923 yılında kadınların sadece %5’i sigara içerken, bu rakam 1929 yılında  %12’ye ve sonraki birkaç yıl içinde de %35’e çıktı. Bernays kadınların sigara içmesini “kadınların özgürlüğü” olarak kodlamıştı. Toplumda medyanın da desteğiyle “sigara içen kadınlar özgür kadınlardır” algısı oluşturulmuştu. Konu, kadının özgürlüğü bağlamında tartışılırken, Lucky Strike firması sigara satışlarını katlamış, kasasını doldurmuştu. Bernays’in toplumun önüne çıkıp, “Kadınların sigara içmesi tütün şirketlerinin cirolarını arttıracak. Bütün kadınlara sesleniyorum, lütfen sigara içmeye başlayın” demesi herhalde saçma olurdu. Ama amaçlanan ve olan şey tam da buydu. Sigara içmenin kadınları özgür yapacağı Bernays’in kadınlar için ürettiği sahte bir amaçtı.”  Günümüz de özgürlük üzerine yapılan nice algılar vardır. Örneğin kadınların tesettürü bir esaret olarak, özgürlük kısıtlayıcı bir durum olarak lanse edilebilmektedir. Eşine yardımcı olma, iş bölümü sadedinde ev hanımlığı da yine “ekonomik özgürlük” anlayışı ile hanımları çalışma hayatına itmeye yöneltmekle birlikte, evinde çalışan hanımların yaptığı iş, evlat yetiştirme vs. ise “çalışmadan” sayılmamaktadır. Dini yaşamak da yine genel anlamda özgürlüğü kısıtlayıcı bir durum olarak gösterilmeye çalışılmaktadır. Peki nedir hakiki özgürlük? Başkalarına zarar vermedikten sonra istediğini yapmak mı? Kendi istediğini yaptığını zannederken, başkalarının mesela nefsinin, şeytanın, ideolojilerin kölesi, planı, reklam aracı olmak mı? Hayatı iman ve tevhidi bakış açısıyla değerlendiren Üstad Bediüzzaman hakiki hürriyeti Münazarat isimli eserinde şöyle tarif etmektedir. “Sual: Hürriyeti bize çok fena tefsir etmişler. Hatta âdeta hürriyette insan, her ne sefahat ve rezalet işlese, başkasına zarar etmemek şartıyla bir şey denilmez. Acaba böyle midir? Cevap: Öyleler hürriyeti değil, belki sefahat ve rezaletlerini ilan ile çocuk bahanesi gibi bir hezeyan ediyorlar. Zira nazenin hürriyet, âdâb-ı şeriatla müteeddibe ve mütezeyyinedir. Yoksa sefahat ve rezaletteki hürriyet, hürriyet değildir. Belki hayvanlıktır, şeytanın is­tib­dâdıdır, nefs-i emmâreye esîr olmaktır. Hürriyet, umumi efradın zerrât-ı hürriyâtının mu­hassalıdır. Hürriyetin şe’ni odur ki ne nefsine ne gayrıya zararı dokunmasın. Belki hürriyet budur ki, ka­nun-u adâlet ve te’dîbden baş­ka, hiç kimse kimseye tahak­küm et­mesin. Herkesin hukuku mah­­fuz kalsın. Herkes ha­re­kât-ı meş­rû­asında şahane serbest olsun.  لَا يَجْعَلْ بَعْضُكُمْ بَعْضًا اَرْبَابًا مِنْ دُونِ اللّٰهِ nehyinin sırrına mazhar olsun.” (Münazarat) Evet, görüldüğü üzere Üstad Be­di­üz­zaman İnsanın başka­sı­na za­rar vermediği sürece is­te­di­­ği­ni yapabilmesini hakiki hür­­ri­yet olarak görmüyor. Çün­­­kü insanın kendi vücudu onun değildir, ona emanettir. Ken­­­di nefsine de zarar veremez. Bunun çerçevesini, meşru sınırlarını ise din yani İslam çizer.  Yoksa insanın istediği günahı işlemesi, istediği hayat tarzını benimseyip yapması ve “Bu günah, bu fiil beni ilgilendirir” diyerek o tarz bir özgürlük anlayışını savunmasını özgürlük olarak değil, olsa olsa bir hayvanlık, şeytanın baskısı altına girmek ve kötülüğü emreden nefse esir olmak olarak görür. Yine Bediüzzaman, bir arada yaşamaya mecbur olan insanların birbirleriyle olan münasebetlerini düzenleyen kanunların adalet üzere olmasının gereğiyle birlikte insanların meşru sınırlarda yapabileceği davranış ve tercihlerine de müdahale etmemesine “Bazılarınız bazılarınızı rab edinmesin” diye buyurulan Ali İmran 64’üncü ayet-i kerimesini de bu hususta delil olarak getirir. Görüldüğü üzere bu hakiki özgürlük anlayışının tezahürüdür ki, kişi nefsine de zarar vermesin, başkasına da. Ve başkasının özgürlük alanını keyfi olarak kısıtlanmasın ve kı­sıt­lanmaya da rıza gösterilmesin. Şu halde yazımızın başlığındaki soruyu şöyle cevaplandırarak yazımızı nihayetlendirilelim. Hangi özgürlük?  Allah’a iman ile gelen özgürlük.

Enes KARA 01 Temmuz
Konu resmiİnsan, Sahiplik İddiasından Kurtuldukça Özgürleşir
İnsan

Ey ayrılıktan üzülen yaralı gönül! Şu dünya ebedi midir? Ey firakta incinen mahzun kalp! Sen bu dünyada baki mi kalacaksın? Ve ey elim eleme giriftar olan ve bir yangın yurdunu andıran ruh! Şu ayrılık denen şey sonsuz mudur? Hayır, hayır hayır. Ne dünya baki ne insan ebedi ve ne de firak sonsuz. O halde şu dehşetli ayrılık acısından ve şiddetli firak eleminden feryat yersizdir. Madem “O” var, kavuşmak da var! Kâinatın hamuru ayrılıkla yoğrulmuştur Dünyanın özünde ve yüzünde ayrılık vardır. Şu yeryüzü meydanı firaklarla doludur. Mevcudatın süslü ve tatlı görüntüsünün arkasında gayet ağır bir ayrılık sahnesi vardır. Varlıkların ziynetli maskelerinin altında ayrılığın korkunç yüzü bulunur. Bu elim ayrılıklar ve feci firaklar ve bunlardan hâsıl olan hüzünler, aciz ve zayıf olan insanın omzuna konulmuş ağır yüklerdir. Beşerin başına toplanmış büyük belalardır. İnsan şu dünyada gözünü nereye çevirse bir elveda ülkesi, nereye baksa bir hicret hali, ne tarafa nazar etse bir göç kervanı görecektir. Güneşin her akşam hazin ayrılığı, kamerin çeşitli evrelerle zaman zaman kaybolması, güz mevsiminde mahlûkatın firakları, ünsiyet edilen nesnelerin ve eşyaların fenaları, eskiyen elbiseler, tükenen yiyecekler, işte bütün bunlar zevalin sesi ve firakın gürültüsüdür. Tatlı bir kar tanesinin ılık bir yağmurla erimesi, yaprakların renkten renge girmesi, küçük bir çocuğun çok sevdiği kedisinden ayrı kalması, bir delikanlının tutkuyla sevdiği küheylanından ayrılması insanda tarifsiz bir hicran duygusu oluşturmaktadır. Firak acısının en ağırı, şüphesiz annenin yavrusunu kaybetmesi, kişinin refika-i hayatını (hayat arkadaşını) yitirmesidir. Madem ayrılık hayatımızı böylesine çepeçevre kuşatmış, o halde ayrılığın iç yüzünü iyi anlamak mahiyetini güzel kavramak gerekir. Hareket eden her şey ayrılıktan nasibini alır Hayatta insanı en çok üzen, en fazla etkileyen, derinden yaralayan ve bunalıma sevk eden en büyük acı, ayrılık acısıdır. Ne yazık ki insan, ayrılıktan kaçamaz. Firaktan kurtulamaz. Sevdiklerini ayrılığın amansız ve zamansız saldırılarına karşı koruyamaz. Nihayet, hareket eden bütün varlıklar ayrılıktan nasiplerini alacaklardır. Şairlerin bütün feryatlarının özünde ayrılık ateşi vardır. Ozanları dertli dertli söyleten, âşıkları diyar diyar gezdiren, ayrılık ateşidir. Kimi şairler ayrılığı devasız bir dert olarak tarif etmiş, kimi kavuşmanın hayaliyle ah u figan etmiş, kimi ayrılığın boynunu cellada vurdurarak firaktan intikam almış, kimi de zehirli bir lokmaya benzeterek ayrılığın ağrısını ve ağırlığını ifade etmiştir. Ayrılık acısının sebebi insanın kendisidir İnsan, ayrılığa mâni olamasa da ayrılık acısını nispeten kontrol altına alabilir. Hiç olmazsa ayrılığın yüzünü bir parça güzelleştirebilir. Genelde firak ateşini harlayan ve hicran denizinde boğulmak derecesine gelen bizzat insanın kendisidir. Evet, kabahat insandadır. Hata insana aittir. Ayrılık acısı, insanın ayrılığı yanlış anlamasıyla başlar. Ayrılığın acısı, hatalı bir kabulün neticesidir. İnsan bu dünyaya sığmayan kalbini dünya ve içindekiler için verildi zanneder, yanlış anlar, sevgisini masivaya sarf eder; aksiyle tokat yer. İnsan ölümü bir bitiş olarak tasavvur eder, onu yanlış anlar, üzülür, nihayetsiz hüzünlere gark olur; dehşetli bir sille yer. Sonbaharda pek çok mevcudat göç eder; insan yok oldu zanneder. Yazık oldu, der. Yanlış anlar. Sonsuz bir kederin içine atar kendini. Hâlbuki güz mevsimindeki o vefat hadiseleri, Allah’ın başka başka isimlerine ayna görevi görmekten ibarettir. Mahlûkat için daha renkli, daha bereketli, daha şirin, yepyeni bir başlangıcın adıdır. Ölüm, aslında hem yeni bir hayatın hem de sonsuz bir saadetin başlangıcıdır. İnsanın kalbi geniştir. Dünya ve içindekiler insanın kalbine dar gelir. Zira kalpler, Allah’a aittir. Kalpleri ancak onun sevgisi doyurabilir. Kalpler ancak onun muhabbetiyle dolabilir. Yoksa kalpler hep aç, hep bî-ilaç kalacaktır. Firakın rengi karadır İnsanın geçmişle alakası ve gelecekle bağı vardır. Varlıklarla münasebeti ve kâinatla bir ilişkisi vardır. Bu sebeple onların firakları insanı derinden etkiler; ruhunu parçalar, kalbini dağlar, sonsuz elemleri bir yağmur gibi insanın üzerine boşaltır. Evet! Ayrılık; kör, sağır, dilsiz, nurdan uzak, teselliden nasipsiz bir musibettir. Firakın elemi, cehennemî bir elemdir. Cehenneme gitmeden cehennemi yaşamak demektir. Ayrılıkta zaman farklı işler. Saniyeler saatlere, günler yıllara dönüşür. Gönül üşür, kalp mahzun olur. Ruh, adeta bir fırtınaya tutulur. Dünyada her şeyin bir acısı vardır. Her acının da bir rengi. Firakın rengi siyahtır, koyu karanlıktır. Her bir acı bir tokat hükmündeyse en büyük tokat firakın tokadıdır. Ayrılık acısı vahşi bir hayvanın pençeleri arasında can çekişen ve can havliyle feryat figan eden bir adamın haline benzer. İnsan, geçmeyen ayrılık zamanının azabından, zamanın Halık’ına teslim olarak kurtulabilir. Firak ile kararan dünyasını, karanlığı ve aydınlığı yaratan Rabbine sığınarak aydınlatabilir. Yüzüne yapışan firak tokadının acısını, Cemalullah’a olan iştiyak ile giderebilir. Vahşi hayvanın pençeleri arasında ızdıraba gark olan ruhunu ve bedenini, canını ve bütün varını Allah yolunda feda ederek kurtulabilir. Geçici kavuşmalara değil, ebedi buluşmalara talibiz Allah için ayrılık, dünyevî/nef­sanî kavuşmadan daha tatlıdır. Zira dünyevî bütün kavuşmaların sonu ebedi ayrılık, Allah için bütün ayrılıkların sonu da ebedi kavuşmadır. Dünyevi hiçbir kavuşmanın sevinci, firakın manasını anlamaktan daha lezzetli değildir. İnsan, her hâlükârda sevdiğinden ayrılacaktır. O halde bu ayrılığa bir çare bulmak gerekir. Geçici kavuşmanın verdiği sevinç, ebedi ayrılığın hüznünü gideremez. Bizim, dünyadaki ayrılıklara geçici çözümler değil, kalıcı çözümler bulmamız gerekir. Firak ateşiyle alevler içinde yanan bir gönlü geçici tedaviler tatmin etmez. Geçici kavuşmalara değil, ebedi buluşmalara talip olmalıyız. Ayrılığı doğru okuyamazsak ayrılık bizim canımıza okur Firak doğru okunmazsa çok canlar yakar. Doğru okunursa manevi bir Burak’a inkılap eder. Ehl-i dünya nazarında bütün varlıklar ayrılık darbeleriyle can çekişen, feryat figan eden birer ağıtçı suretindedir. Firaklar bela, vefatlar ebedi bir idam hükmündedir. Peygamber Efendimizin (asm) irşadıyla ehl-i imanın nazarında kâinat, Rabbimizi tanıtan bir kitaptır. O kitabın hışırtıları hükmünde olan kâinattaki bütün sesler, tespih ve zikirdir. Ayrılıklar, umumen aynadarlığın parlak görüntüsüdür. Bir bir ahirete giden komşuların, omuzlarda izleri kalan dostların, beraber yol yürünen arkadaşların, aynı safta hizaya duran kardeşlerin vefatları, onları Allah’a ve Efendimize (asm) götürecek olan bir davetiye hükmündedir. Ayrılığın özünü görenin yüzü güler. Firakın iç yüzünü anlayan huzura erer. Ayrılık, insanın sevdiklerini parçalayan yok eden bir canavar değil, insana hakiki sevgiyi gösteren ve gerçek manada sevmeyi öğreten manevi bir melek hükmündedir. Yüzleri dünyanın fenasından bakinin beka yurduna çeviren bir vasıtadır. Madem o var, kavuşmak da var Ayrılık ile kavuşma iki ayrı menzil gibidir. Ayrılık acısını yaşayan insanın yüzü kavuşmaya dönüktür. Zira ayrılığın memleketinden çıkmış, kavuşmanın menziline doğru yol almaya başlamıştır. Evet, ayrılık başladığında kavuşma anı yaklaşıyor demektir. Tıpkı kum saati gibi. Boşalan ve azalan taraf firaka aittir. Dolan taraf ise kavuşmanın ve buluşmanın tarafıdır. Her ayrılık kavuşmanın habercisidir. Haddizatında ayrılık, kavuşmaya gebedir. Ağırlığı ve acısı ondandır. Müminin nazarında ayrılık, bir daire üzerindeki harekete benzer. İnsan döner, döner, nihayet kaybettiğine kavuşur. Küfür nazarıyla ayrılık ise bir düzlem üzerinde hareket etmeye benzer. Kâfir gittikçe uzaklaşır, uzaklaştıkça sevdiklerini kaybeder ve dostlarından ebedi ayrılır.     Karanlık dünyayı ve karanlık istikbali ancak baki olan Allah aydınlatabilir. Kısa ve elemli ömür dakikalarını ancak O nurlandırabilir. İnsanın, yüzünü, kalbinin en değerli arzusuna beş para kıymet vermeyen, fani ve fena varlıklardan en küçük bir hatırat-ı kalbini büyük bir ihtimamla yerine getiren Zat-ı Zülcelal’e dönmediği sürece kurtuluşa ermesi mümkün değildir. Sevdiklerimizin ayrılığı ile oluşan yaraları ancak seven, sevilen ve sevmeyi bize öğreten Allah tedavi edebilir. İnsan mütemadiyen ayrılık acılarıyla kıvranmakta olan aciz bir varlıktır. Nihayetsiz kudret ve merhamet sahibi Allah’a iman ve itimat etmezse o acılarını dindirecek hiçbir çare yeryüzünde mevcut değildir. Ancak Allah’a teslim olmakla ayrılık yaralarını iyileştirebilir. Ancak ona iman ve itaat ile firak belasından kurtulabilir. Ancak ibadet ile Allah’a yakınlaşarak gayet ağır olan ayrılık ağrılarını dindirebilir. Allah’ın merhameti sonsuz ayrılığa müsaade etmez Rabbimizin Rahîm, Hakîm, Ve­­dud gibi isimleri şefkat ve mer­­hameti, kavuşmayı, buluş­mayı bir ve beraber olmayı gerektirir. Hakiki anlamda zevale ve firaka müsaade etmez. Allah’ın rahmeti ebedi ayrılığın, muhabbete ve şefkate hücum etmesine müsaade etmez. Sonsuz ayrılıkta sonsuz üzüntü vardır. Fakat Cenab-ı Hak, nihayetsiz merhamet, lütuf ve kerem sahibi olduğu için ebedi yokluğa ve sonu gelmeyen ayrılık acısına müsaade etmemiştir. Bu sebeple nihayetsiz ayrılığı ve neticesindeki sonu gelmeyen üzüntüyü yokluğa atmış ve insanları bu belanın pençesinden kurtarmıştır. Yani Allah, sonsuz ayrılığa ve bitmek bilmeyen ayrılık acısına yokluğu musallat etmiştir. Ayrılıklar baki değildir. Dolayısıyla ayrılık acısı da baki değildir. Ayrılığın hem kendi hem acısı yok olup gidecektir. Allah’ın rahmetiyle bitmeyen hicran hiçe inecek, tükenemeyen firak fena bulacaktır. İmandan gelen nur ayrılık yangınını durdurur Firak belalarına imanın nuru kâfi gelir. İman, insana kopmaz bir ümit, kırılmaz bir umut, sönmez bir ziya, bitmez bir teselli verir. Ayrılık acısının devası imandadır. Mümine hakiki ayrılık yoktur. Allah ile bağı kuvvetli olan bir mümin hakiki ayrılık acısı çekmez. Mümine göre kâinat, vazifeli birer memur hükmündedirler. Mevcudat görevlerini yapmaktadır. Mümin için firaklar geçicidir ve tahammül edilebilirdir. Binaenaleyh, Allah’a dayanan kimse hiçbir zorluktan korkmaz. Ayrılık acısının en büyük ilacı­nın, baki ve sermedi olan Al­lah’a yönelmek olduğunu unutmamak gerekir. İmandan gelen nur, firak ateşini söndürür. Gece-gündüz ayrılık ateşiyle yanan kalpleri, ancak imanın nuru söndürür. Firaksız ve elemsiz bir hayat yalnızca Allah’a yönelmekle mümkündür. İnsanın en fazla ruhunu daraltan ve en ziyade kalbini karartan şey, ayrılmalardan gelen elemlerdir. İşte iman nuru, o elemleri, yeniden kavuşmak ve bir daha buluşmak ümidiyle ortadan kaldırmaktadır. Ayrılık yarasının ilacı ahiret inancı Kişi, kuvvetli bir bağ kurduğu ve sevdiği her şeyin ayrılığından dolayı üzüntü duyar. O ayrılığın acısını kapatmak için ahirete ait bir münasebet kuramazsa dünya dolusu elemi kalbinde duyar. Firak ateşiyle yanmaktan insanı halas edecek ve kurtaracak ancak ahiret inancıdır. Süfli ve maddi firakların hem geçmişi hem geleceği karanlıktır. Bu yüzden kâfirin dünyası karanlıkla, hiçlikle ve yoklukla doludur. Müminin dünyası saadetle, nurla ve huzurla doludur. Ayrılıkla boğuşan hicranın etkisiyle zihni daralan ve ufku kararan mümin hemen gözünü, gönlünü, özünü ve yüzünü ahirete çevirmelidir. Nefesi daralana bir nefestir ahiret inancı. Ateş içre ateşte yananlara bir ırmaktır ahiret inancı. Umuttur, insana güç verir, ümittir insanı yaşatır saadetin ta kendisidir ahiret inancı. Hakiki vuslatın özü ve ölümün iç yüzü Firakın en acısı, şüphesiz mevttir. Ehl-i iman için ölüm, şu dünya zindanından cennet bahçelerine bir davettir. Allah-u Teâlâ’nın bir lütfudur. Dünyaya ait vazifelerin zahmetlerinden rahmet-i ilahiyenin nihayetsiz ikramlarına geçiştir. Faniden bekaya intikaldir. Daha önce giden dostlara kavuşmadır. Gerçek vatanımıza seyahattir. Eksiklerin kemale ermesi, yarım kalan şeylerin tamamlanmasıdır. Dünyada her şey yarım kalır. Dünyada her şey eksiktir. İşte ahiret bu yarımların ve eksiklerin tamamlandığı yerdir. Kusurların giderildiği mekândır. Noksandan kemale bir adımdır. Maddi ve manevi daha güzel daha nurani daha parlak bir kemale yolculuktur. Sahiplenmek bir yüktür, yü­kü mülkün sahibine teslim et! Dünya ve içindekilere olan bağ­lar zayıfladıkça ayrılık zama­nın­daki acılar hafifler. Yani dünya ile ilişkimiz arttıkça bela ve musibetimiz de artar. İnsan bir şeye sahiplik iddiasında keskinleştikçe belaya giriftar olur. Ancak o sahiplik mecazileşirse yük hafifler. En büyük miras; çok mal bırak­mak değil, bırakılan mala asla sahip olunamayacağı hakikati­ni ders vermektir. Dünya ve için­dekilere sahip oldukça insa­nın acısının artacağı gerçeği he­nüz dünyadayken müşahede edi­len bir hakikattir. Sahip oldukça özgürleşeceğini zanneder insan, hâlbuki sahiplendikçe köleleşir. Elindekilerin tutsağı haline dönüşür. Sahiplik iddiasından kurtuldukça özgürleşir. Esasen hayat bir denizdir. Ne kadar çok eşyaya sarılırsa insan o kadar dibe batar. Ne kadar çok elindekilerden kurtulursa o kadar çok yukarı çıkar. Elinde olmayanı terk etmek kolaydır. Zor olan, elindeyken bırakabilmektir. Tıpkı Hz. Yusuf (as) gibi. Aslında ayrılığın hakikati budur. Dünyanın bütün saadetlerine kavuşmuşken dünyanın faniliğini görüp bekaya talip olup, Bakî’ye teslim olmak. Evet, bazı ayrılıklar pek çok kavuşmadan daha kıymetlidir. Ayrılığı doğru okuyanlar, her şey elindeyken Hakk’a ve hakikate yönelebilenlerdir. Fani âlemin kavuşmaları ne kadar ihtişamlı da olsa, baki âlemin buluşmalarının yanında hiç hükmündedir. Evet, dünyada hakiki kavuşma yoktur. Zira bütün kavuşmaların sonunda muhakkak ayrılık vardır. Ayrılık rahmettir, zira dost var demektir Bin bir çeşit ayrılıklarla donatılmış şu dünyada, lezzetlerin saman alevi gibi yanıp söndüğü bu hayatta samimi dostlarla görüşmek en büyük bir teselli kaynağıdır. Halis ve Allah için olan dostluklarda ayrılık söz konusu olamaz. Ayrılık sadece dünyevi dostluklarda vardır. Samimi ve hasbi arkadaşlığın meyvesi her türlü saadetin merkezi olan ahirette mümkündür. Zira bu dünya sıkıcı, boğucu, hüzünlü, fanidir. Garazsız, karşılıksız, pürüzsüz bir dostluğun semeresi ancak kusursuz ve ebedi olan cennette mümkün olabilir. Ayrıca ayrılık rahmettir. Zira dost var demektir. Dost olmazsa kimden ayrılık olacak? Dostun olmayışı sahipsizlikten gelen karanlık bir hüzündür. Dostun varlığıyla ortaya çıkan ayrılık ise insana kavuşmaya karşı şiddetli bir iştiyak verir. Ümit aşılar. Var olan bir şeyi beklemek, olmayan her şeyden daha hayırlıdır. Zira vardır ve mevcuttur. *** İnsan bu dünyada cenneti de cehennemi de manen kendi içinde yaşar. Ayrılığı kavrayamayanların cehennemi içlerindedir. Ayrılığı, kavuşmanın bir başlangıcı olarak görenlerin cenneti de içlerindedir. Evet, insan kalbindeki muhabbetleri, muhabbetin sahibi olan hakiki mahbuba yöneltmelidir. *** Ayrılık da kavuşma da Allah’ın elindedir. Ayrılıklar O’ndan de­ğil, O’na olmalıdır. Ayrılık geçici, kavuşma bakidir. Dünyaya ait ayrılıklar mecazidir. Hakiki olan ayrılıklar firak-ı Ahmedî (asm) ve firak-ı Rahmanî’dir. Ay­­rılıklar Rabbi­mizden ve Efen­­­di­­miz­den olmadığı süre­ce her ay­rı­lık yeniden doğuş de­mek­­tir. Hakiki mümin, Allah’ın aldıklarının hüznüyle değil verdiklerinin şükrüyle meş­gul olur. *** Bir şeyin güzelliği zıttı ile bilinir. Bir şeyin mükemmelliği zıttı ile anlaşılır. Sürur, sevinç, saadet gibi güzel şeyler acı, elem ve hüzün olmadan tam anlaşılamazlar. Işık, karanlık ile ortaya çıkar. Keza ayrılık olmazsa kavuşmanın da bir lezzeti olmayacaktır. *** Ey ayrılıktan üzülen yaralı gönül! Şu dünya ebedi midir? Ey firakta incinen mahzun kalp! Sen bu dünyada baki mi kalacaksın? Ve ey elim eleme giriftar olan ve bir yangın yurdunu andıran ruh! Şu ayrılık denen şey sonsuz mudur? Hayır, hayır hayır. Ne dünya baki ne insan ebedi ve ne de firak sonsuz. O halde şu dehşetli ayrılık acısından ve şiddetli firak eleminden feryat yersizdir. Madem “O” var, kavuşmak da var!

Ahmed Hüsrev ACAR 01 Temmuz
Konu resmiHürriyeti “Değer”lendirme Hürriyetimi Kullanıyorum
İnsan

Mazilere bak yürüAlnın yüzün ak yürüEsaret zinciriniKırıncaya dek yürü “Ekmeksiz yaşarım ama hürriyetsiz yaşayamam.” der Sevgili Üstad Bediüzzman; fezleke tadında, veciz bir ifade ile; Kur’ân’ı Hakim’in vecîz ifadelerini kelâmına giyindirerekten. Böylelikle, sessiz haykırışını şeref madalyası yapar.  Hürriyet kitaplarının ve hitaplarının ser-levhası olarak maddi ve manevi âlemlerin mihraplarına ve minberlerine ser-tâc eder. Nakş-ı kademi yolunda salavatlarla teyakkuzda bulunduğumuz Reh­ber-i Mutlak’ın (asm) ümmeti olan bizler de talebe teşrikiyle aynen sesleniyoruz: Bizleri her çeşit nimetleriyle nimetlendiren, Mün’im-i Rahim olan Rabbimize binler şükürler! Bakalım şeş cihetlerimize… Mute hazır bekliyor. Dillerden dillere gezinir, mübarek başının saç kılları Nebi’nin. Hz. Halid bin Velid (ra)’in külahı içerisinde mahfûz olan ile son bulur harb. Başta Peygamber şairi olan Hz. Abdullah bin Revaha’nın (ra) kalbinden hürriyet muhasebesiyle dile gelen, tüm orduya şamil olan bir imtihan beratıdır. Sonu Cennet-i A’lâ… Mescid-i Nebevi’den yapılan canlı yayının neticesinde yürekten yüreğe aşılanan; muzaffer olma edası ve hürriyetidir. Evvelinde ve ahirinde aynı eda ve zafer vardır. Bedir, Uhud, Hendek, Hayber, Huneyn vs… Nice sefer, nice zafer; evrad-ı kudsiyye adedince… Her ayrı çiçeği mezcedip dererek bal alırcasına. Her şeyden bir şeyi yaratana şükürler olsun! * * * Şimdi işitelim… Hâlâ asırları deliverip ulaşan nübüvvetin sesini… Şânlı Nebi’nin ve kardeşlerinin; başımıza, gönlümüze, kulaklarımıza hitaplarını. Başta Gül-i Ra’nâ Efendimiz… Evine, Haremeyn’e, mekânlara ve asırlara sığışmayan, beş vakit tazeliğiyle hürriyetimizi vaz’ eden ikâmesini; hakiki hürriyetin ilk adımı olan “ehad” sadası­nın binler, milyonlar Bilal’leri saadet diyarında sakin edişini. Mescid-i Aksa’nın safında 124 bin peygamberin aynı hürri­yet hattında saf tutuşunu; Yu­suf’u kuyudan kurtaran fakat Mısır’da dünya servetine hapsetmeyen sırrı hatırlayalım. Hazret-i Nuh’un istiklâlini hatırlayalım ve selam durup hazır olalım sünnet-i seniyye gemisini. Necat vasıtasına hürriyet imzasını atalım. Elbette ki dönüp fikrediyoruz… Her bir güne şükrediyoruz. Beklediğimiz, bekliyor olduğumuz hürriyetin iman ve İslam suyuyla nasıl da arılanmakta ve dalgalanmakta olduğunu görüyoruz. Asırlardır elden ele, yürekten yüreğe taşıdığımız is­tiklâl bayrağını fethin gününe- günlerine nişane ediyoruz. * * * İşte görünüyor… Adl isminin tecellisi Medine nefesli, Mekke dokunuşlu olan... Hem seher vakitlerinin her anında tefekkür, zerrelerce his­sediliyor... Önce secde vaktinde bin bir a’zânın tefekkür sermayesi ile zırhını kuşanıyor… Bak, teşehhüdünle sen, halife-i zemin olmaktasın… Ve dahi… Güneşin tulû’unda aynı minval üzere yer ve gök kâinat kitabının satırları olmakta, cümle ve kelimelerini bir bir okutturmakta...  Beşeriyet kemâlât-ı hür­ri­yete seslenmekte: Ya Rabbi! “Ekmeksiz yaşarım fakat hürriyetsiz yaşayamam!”… Bize de bi-temamiha bu hakikati dile getiren üstadımız ve üstadları­mız hürmetine “Nebevi bir hürriyeti” ihsan buyur! Cümlemize ve neslimize… 

İbrahim SARITAŞ 01 Temmuz
Konu resmiZulmetten Nura / Karanlıktan Aydınlığa
İnsan

Rabbim 15 Temmuz şehitleri ve sair şüheda hürmetine vatan, din ve namusumuzu düşmanların şerrinden emin eylesin… Bir Cuma akşamıydı; biraderim Fatih mesaiden sonra yanımıza gelmişti. Hafta sonunu birlikte geçirmeye karar vermiştik. Saat 21:00 civarı yemeğimizi yemiş, hoş bir muhabbete başlamıştık. O sıralarda vakıftan arkadaşlar sürekli mesaj çekiyorlar, memleketimizin selameti için Fetih Suresi, cevşen, sekine, salavat vs. okumamızı, yazı yazmamızı istiyorlardı. Memleketimizin selameti, alem-i islamın ferec ve kurtuluşu için sık sık hatimler yaptığımız için, evdeki misafir muhabbetinden kaynaklı, bu measj bildirilerine sonra cevap veririm, diye düşündüm. Fa­kat mesajların normalin üstün­de sıklıkla gelmesi üzerine toparlandım. 22:00 sıralarında kıymetli büyüğüm, Sarıyer’in manevi kalekolu tabir ettiğim İbrahim abimi aradım. Dedim ki; - Abi vakıfdan arkadaşlar arıyor, memleketimizin selameti için Fetih suresi okumamızı arzu ediyorlar. Müsaitseniz aile efradıyla birlikte dua edin, dedim. İbrahim abi; - Ali kardeş, şimdi televizyondan gelişmeleri izliyoruz. Sıkıntı ciddi, dedi. Bunun üzerine hemen haber ka­nallarına baktım, darbe olası­lığı üzerinde duruluyor. Sayın Başbakanın konuşmasını dinledim, durum ciddi. Bu sırada siyasi çalışmaları olan mahallemizin Nizameddin abisini aradım, dedim ki; - Abi darbe oluyor, haberin var mı? Birden heyecanlandı: - Yok Ali kardeşim, ne darbesi dedi? - Abi sen haber kanallarına bak. Durum çok ciddi. İlçe teşkilatından arkadaşları ara, durum nedir haberleşelim, dedim. Arkasından Eyyüp abi, Sami kardeş vs. aradım, bir haber ağı oluştu. Mevcut mesaj gruplarına da bildiri bıraktım. Bu gelişmeler olurken TRT’de darbecilerin bildirisi okunmaya başlandı. Bunun üzerine biraderim Fatih’e; - Kardeşim abdestini al, yatsıyı kılıp çıkıyoruz, dedim Sonrasında, Sarıyer’de irtibatlı olduğumuz arkadaşları aradım; “Zaman durma zamanı değil, memleketimize sahip çıkma zamanıdır” dedim. Biraderimle yatsı namazını, Fetih Suresi’ni okuyarak kıldık. Tesbihatı yolda yaparız, diyerek harekete geçtik. Bu sırada tarihe not düşmek için Facebook hesabıma şu notu yazdım: “Darbe severlerin son hamlesi olacaktır inşallah.” Eşim ve kızım; - Nereye gidiyorsunuz? Ya size bir şey olursa diye söylendiler. - Bakın, mülkün sahibi Allah. Eğer bugün fiili duamızı yapmazsak yarınımız pişmanlıklarla dolu olacak. Siz burada dualarınızı okuyacaksınız, bizse dışarıya çıkıp duruşumuzla Allah’ın rahmetini celp etmeye çalışacagız. Eğer ömrümüzün sonuna kadar vicdan azbıyla yaşamak istemiyorsak bize düşen; zalimlerin boğmaya, yok etmeye çalıştığı irademize sahip çıkmaktır. Vedalaştık ve çıktık. Çıkarken Cumhurbaşkanımızın çağrısını duymak bize ayrı bir güç kattı. İrademizin arkasında duran bir idareye sahip çıkmak boynumuzun borcu olmuştu. Eyüp Abi, oğlu Ebubekir, Kardeşim Fatih’le yola düştük. Hedefimiz AK Parti İl binasıydı. Diğer arkadaşlar da farklı noktalara yöneldiler. Kağıthane’deki Hasbahçe civarına geldiğimizde yolun kapatıldığını gördük. Arabamızı park edip yaya olarak yola düştük. Cendere yolu tekbir sesleriyle inliyordu. Şahsım itibarıyla slogan atmayı pek beceremem ama o gün bir şey olmuştu. Sela seslerine karışan tekbir seslerimiz adeta yüreğimize ayrı bir cesaret katmıştı. O gün ölüm korkusunun yüreğimizden sökülüp gittiğini görür gibiydim. Nitekim sabaha kadar bu korkudan eser kalmayacaktı yüreklerimizde. Sütlüce dolaylarında belediye otobüsüne bindik; hedef Ata­türk Havaalanıydı. Çünkü Cum­­­hurbaşkanımızın oraya ge­le­­ce­­ğine dair duyumlar almıştık. Otobüsteki genç arkadaşların tehlikenin yoğun olduğu yerlere gitme heyecanı, milletimiz adına onur duymama sebeb oldu. Serden geçen bu gençlerin duruşu, inayet-i ilâhiyenin celbine sebeb olacak diye güçlü bir kanaat oluşturdu bende. Bir millet uyanıyordu, inşallah bir daha uyumamak üzere… Geliş-gidiş altı şeritli yol ana-baba gününe dönmüştü adeta. Otobüs Bahçelievler’den sonra ilerleyemez oldu. Tekrar indik. Yollar yedisinden yetmişine in­sanlarla dolmuştu. Çocuğu ku­cağında olan kadınlarımız, beli bükülmüş bastonlu ihtiyarlarımız, delikanlılarımız “bu memleketi size yedirmeyeceğiz” manasında tekbirler getirerek ilerliyorlardı. Saat üç sıraları havaalanına vardık. Oluk oluk insan akmıştı adeta oraya. Bir kısım insanlar havaalanına yürürken, bir kısmı da geri dönmeye başlamıştı. “Biz de dönelim mi?” diye konuşmaya başlamıştık ki üzerimizden geçen bir uçak ve sonrasında bomba sesi… herkes bir yerlere savruldu. Hayatımda ilk kez böyle gürültülü bir ses duymuştum. Her yer titredi bir anda. Halkta bir iki dakika tedirginlik oldu. Ama sonrasında boşalmaya başlayan o meydan öyle bir doldu ki aman Allah’ım… insanlar adeta ölüme gülerek koşuyordu. Bu manzara beni müthiş duygulandırdı. Dedim ki; “Bu duruşa Rabbimin Rahmeti coşar… Zalimler bu duruş karşısında başarılı olamazlar…” Sabah namazı vakti girdi. Arkadaşlarla havalanı yakınındaki camiye gittik. Aman Ya Rabbi! Bu ne ihtişam, bu nasıl bir manzara… İnsanlar secdeye kapanmak, Rahman’a yakarmak için birbiriyle yarışıyor adeta. Cami avlusu hınca hınç insanlarla dolu. Düşmana dik duran başların hakka eğilmesi ne kutsi bir manzara… Namazımızı kılıp, havalanına geçtik. Saat yediye kadar nöbete devam ettik. Gelen haberlerin ülkemizin selamette olduğunu bildirmesiyle de dönüş kararı aldık. Eve geldik ama uyumak ne mümkün… Üzücü, bir o kadar da sevindirici şehadet haberleriyle birlikte, ülkemizin bu fecaatten kurtulması en büyük sevinç kaynağımız olmuştu. Yine tarihe not düşmek amacıyla sosyal medya hesabımdan şu mesajı ve fotoğrafı paylaştım ülkemin aydınlık sabahında. “Rabbime hamd ü senalar olsun ki FETO'ya muhabbeti hiçbir zaman kalbime koymadı ve hiçbir zaman sempatiyle baktırmadı. Bu vatan haini darbecilere hala sempati besleyen varsa bir tek kelam etmeden sayfamdan ayrılsın... hele hele oyundu, sanaryoydu gibi lafları kesinlikle etmesin...” Gün içinde biraz dinlendikten sonra vatan nöbetine başladık ilk günden ve şunu anladık ki; “şuur, duruş ve bilincini manevi dinamiklerden alan lider ve halk pek çok zafere gebedir”. Rabbim 15 Temmuz şehitleri ve sair şüheda hürmetine vatan, din ve namusumuzu düşmanların şerrinden emin eylesin…

Ali SEMERCİ 01 Temmuz
Konu resmiİki Tarz-ı Hürriyet
İnsan

“Hür doğdum, hür yaşarım kime ne?” türküsünün yankılandığı şu seküler dünyada insan “hürriyet”in manasını ve “gerçekte hür olup olmadığını” haklı olarak sorguluyor. Kendini özgür olarak tanımlayanlar, köle olarak yaşadığını düşündüğü insanları da özgürleştirme gayretine giriyor. İnsaniyet adına… Şu soruları biz de soralım kendimize ve cevaplarını arayalım: Acaba insan gerçekten özgür bir varlık mıdır? İradesi, düşünceleri ve hareketlerinde özgür mü? Özgürlük aslında nedir? Pek çok noktada iki kutba ayrılarak kutuplaşan düşünce dünyasında bu mevzuda da iki kabul, iki tarz mevcut… Bunlardan birisi ve belki de en “popüler” olanı, özgürlüğü sınır tanımazlık olarak kabul ediyor ve ona göre de davranıyor. “Hür doğdum hür yaşarım, kime ne?” kafasında yani. “Dilediğim gibi giyinirim, dişimin kesebildiği her şeyi yerim, canımın her istediğini düşünmeden yaparım, hiçbir sınırı kabul etmem…” Başkalarının özgürlüğünün bit­tiği noktaya dikkat etmeden uy­gulanan hürriyet anlayışı sos­yal hayat için de bir tehdittir. Bu tarz düşüncenin sefih bir hayat tarzını netice vermesi de yüksek bir ihtimaldir. Üstad Bediüzzaman hazretleri Münazarat’ta her şeyin bir rafızisi olduğunu, hürriyetin rafızisinin de sefihler olduğunu ifade ediyor. Devamında bu tarz hürriyetin vahşi hayvanlarda da bulunduğundan, hatta o biçare hayvanların tek tesellisinin özgürlükleri olduğundan söz ediyor. Necip Fazıl ise sınır tanımaz özgürlük anlayışını “eşek hürriyeti” olarak adlandırıyor. Hatta sosyalleşme özelliği gösteren ve koloni halinde yaşayan bazı canlılar, başkasının hakkına el uzatılma durumunda onu cezalandırma yoluna gidebiliyor. Özgürlüğü sadece “başkasının özgürlüğünün başladığı noktaya” indirgersek bu hayvanlarda da olan bir özelliktir. İkinci tarz hürriyetin ne olduğunu yine Mü­nazarat’tan öğreniyoruz: “Saadet-saray-ı medeniyette oturmuş ve marifet ve fazilet ve İslâmiyet terbiyesiyle ve hulleleriyle mütezeyyine olan hürriyet…” Yani gerçek hürriyetin temelinde marifet, fazilet ve İslamiyet var. İnsanın sınırsız hürriyetinin olmadığının delili şu dünyamızdır. Zamanla ve mekanla kayıtlıyız. Hayalimizin sınırlarına elimiz yetişmiyor, en başta bedenimiz bizi sınırlıyor. Jean Jacques Rousseau, “İnsan özgür doğmuştur ama her yerde zincire vurulmuştur.” diyerek bu hakikate dikkat çeker. Rousseau, aynı zamanda insanın özgürlüğünün istediği her şeyi yapabilmesinde değil; istemediği hiçbir şeyi yapmak zorunda olmamasında olduğunu savunur. El-hak doğrudur. Dürtülerinin ve çevrenin istediği şeyleri yapmamasındadır özgürlük. Mesela sigara içmek bir özgürlük müdür yoksa bir tutsaklık mıdır? Bağımlısı olduğumuz her şeyi özgürce yaptığımızı düşünürken aslında hürriyetimizi kaybettiğimizin farkında değiliz. Fıtrata aykırı olan her şey “modern” dünyanın bize dayatması değil midir? Ne dinleyeceğimize, ne giyeceğimize ve neyi nasıl yiyeceğimize “moda” ile birlikte “akımlar” karar verirken özgürlükten bahsedebilir miyiz? Bütün bunlar günden güne kendini daha çok hissettirirken hala nasıl özgür kalabiliriz? Eski bir çocuk oyunu vardır: körebe. Çocuklardan biri gözlerini kapatır ve diğer çocukları yakalamaya çalışır. Ebe olan çocuk, gözlerini kapattıktan sonra özgürce hareket edemez çünkü güvende değildir. Her an düşme tehlikesi ile karşı karşıyadır. O zaman özgürlüğün güvenle alakasının olduğu söylenebilir. O halde “İnsan özgür müdür?” sorusundan önce “İnsan güvende midir?” sorusunu sormalıyız. Bu dünyada güvende olduğumuz söylenemez. “Çünkü insan nihayetsiz aczi ve nihayetsiz düşmanları ve hadsiz fakrı ve hadsiz ihtiyaçları” ile hayatını sürdürür. Virüs, deprem, kuraklık, hastalıklar… Yüz bin çeşit elemi hisseden insanın hayatı her an tehlikededir. Peki ölüm sonrasına ait hayatın tehlikeleri yok mudur? Asıl büyük tehlikeler oradadır ve oraya aittir. Çünkü sonsuz bir hayatı tehdit etmektedir. Nefis, heva, mal ve mülke düşkünlük, şehvet, şöhret, enaniyet… Bütün bu tehlikelere rağmen insan nasıl olur da Rabbinin kendisi için koyduğu sınırları görmezden gelir ve yok sayar. Asıl hürriyet, fıtratın çizdiği sınırlara dikkat etmek, haddi aşmamaktır.

Tarık ÇELİK 01 Temmuz
Konu resmiBerceste (3)
İnsan

Cihân ârâ cihân içredir ârâyı bilmezler O mâhiler ki deryâ içredir deryâyı bilmezler.                                                    Hayâli Kıymet bilmeyişimiz, kıymetli oluşumuzu anlamayışımız yeni değil. Mezarlıklar “eyvahlarla, keşkelerle” dolup taşar. İnsan soyu elde edemediklerine yanar durur da elde ettiklerinin neler olduğunun farkına bile varamaz. Farkına varmaya başladığında ise güneş batmak üzeredir. Ne yazık ki zaman kumbaramızı biriktirerek gidemiyoruz. Her geçen gün nakitlerimiz daha da azalmakta. Behçet Necatigil’in “temiz ve aziz olanın peşinden gitmek.” sözü o yüzden son derece önemlidir. Ancak “temiz ve aziz” olanın peşinden gitmek bir şuur işidir. Şuuru oluşturan malzemenin harcında ise bilgi, tecrübe, kültür, aile, çevre, rol model, daha özelde muvazene, iç hesaplaşma, yaşanmışlıklar, psikolojik nedenler gibi faktörler yer alır.  “Enfüsi daire” diye tabir ettiğimiz kendi bedenimiz ve bedenimizin dışındaki afaki dairede kıymet bilmenin tezahürü de iç hesaplaşmadan geçer.  Kendi bedenine yabancı olan başkasına dost olabilir mi? Carl Gustav Jung’un “Kendi yüreğine bakabilme cesareti gösterenler gönlünün muradını keşfedenlerdir.” ifadesi, özden kabuğa doğru gidişin ipuçlarını verir. Öğretmenlik yaptığım yıllarda bazı şeylerin kıymetini kavrama adına öğrencilerime bir etkinlik yaptırmıştım. Amacım eğlenceli bir oyunla deryada balık olmamalarını sağlamaktı. İki öğrencimi tahtaya kaldırdım. Birisine, “Gözlerini kapat ve bir an için kendini kör olarak düşün”; diğerine de “Sen de arkadaşının elinden tut, ona etrafında gördüklerini bir bir anlat.” dedim. Çocuklarımın ikisi de çok heyecanlıydı. Birisi ilk defa körlüğün nasıl bir şey olduğunu hissetmeye çalışacak; diğeri ise kör birine yardımcı olmanın hazzını yaşayacaktı. Ben de böylece öğrencilerimin birbirlerinin yaşam alanlarına girebilmelerini sağlamış olacaktım. Rehberlik yapan öğrencim, elinden tutarak onu sınıfta bir taraftan gezdiriyor, diğer taraftan da etrafında gördüklerini anlatıyordu: “Gel seni sınıfımızdaki mevsim şeridinin yanına götüreyim. Sonbahar, kış, ilkbahar, yaz. Kış mevsimini anlatan resimde bir kardan adam ve burnunda bir havuç, etrafında ise şarkı söyleyerek oynayan çocuklar var. Uzakta bulunan ağaçlarda ise tek bir yaprak bile yok. Evlerin bacasından dumanlar yükselmekte. Şimdi de güzel yazı köşesine gidelim. Hasan arkadaşımızın Yeşilay’la ilgili güzel bir yazısı var. Yazısının altına da sigara ve içkinin sağlığa zararlı olduğunu gösteren bir resim yapmış. Resmin üzerine de kırmızı kalemle çizilmiş büyük bir çarpı işareti. Az ileride sağda Fen ve Teknoloji dersinde yaptığımız performans görevlerimiz. Arkadaşlarımızın yaptığı evler, arabalar, geri dönüşüm kutusu, elektrik devresi… Şimdi de pencere kenarına gidelim. Dur, acele etme, bir yere çarpacaksın! İşte geldik. Dışarıda güneşli masmavi güzel bir hava. Okulun dışında sebze ve meyve satan tablacılar var.  Hemen tören yaptığımız alanın yanında ise bayrağımız. Daha ötelerde gelip geçen arabalar var.  Bahçenin sonuna konan bir çöp kovası. Okulumuzun duvar kenarlarında ise bu sene dikilmiş kavak ve çam ağaçları. Bu ağaçların kimisi filizlenmiş kimisi de filizlenmek üzere. Üzerlerinde sığırcık kuşlar ötüşmekte…” Kör taklidi yapan öğrencim daha fazla dayanamayarak gözlerini açtı ve bana: “Öğretmenim sahiden sınıfımızda bu anlatılanlar var mıydı? Bahçemiz bu kadar güzel miydi? Sınıfımıza, çevremize hiç bu gözle bakmamıştım.” dedi, hayretle. Körleşmenin açık bir tezahürü olan bu etkinlikle de anlatmış oldum ki ülfet toprağını üzerimizden ancak elimizden kayıp giden nimetlerden sonra anlayabiliyoruz. Doğruluğunu teste tabi tutmadım ama şöyle bir olay anlatılır: Adamın biri fakirlikten şikâyetçi imiş. Bir gün Mevlâna Hazretlerinin yanına giderek şöyle demiş: “Ben çok fakir biriyim. Bana dua et de zengin olayım.” Mevlâna hazretleri ise şöyle cevap vermiş: “Sana şu Konya’nın bütün bağını, bahçesini, kasırlarını versem bana bir gözünü verir misin?” Adam şaşırarak: “Hayır, vermem.” demiş. Mevlâna Hazretleri devam etmiş: “Peki, sana şu koca dünyayı içindekilerle birlikte verseler iki gözünü verir misin?” Adam: “Hayır, değil iki gözü mü, birini bile vermem” diye yinelemiş. Mevlâna: “O zaman sen, dünyanın en zenginisin; çünkü sende olan organlar çok pahalı. Baksana dünyada olan hiçbir nesneyle değiştirmiyorsun.” diyerek adama ibretlik bir ders vermiş. İşte dostlar bizim asıl zenginliğimiz farkına varamadığımız varlığımızın ta kendisidir, gerisi teferruat. “Ne yanar kimse bana âteş-i dilden özge Ne açar kimse kapım bâd-ı sabâdan gayrı” Fuzûlî Yalnızlığı, “insan, teklik, kalabalık, gurbet” gibi sözcüklere başvurmadan hatta “ateş, kapı, rüzgâr” gibi ilgisiz kelimelerle anlatan, bir doğa olayını güzel bir sebebe bağlayarak bizlere hüsn-ü ta’lil sanatının en güzel örneklerini gösteren enfes bir şiir. Beyitte bir insanın sadece kendisine yanabileceğinden bahsedilir. Şair kapısını çalacak birini arar, ancak esen rüzgârdan başka ne yazık ki kapısını çalan yoktur. Yaklaşık beş yüzyıl öncesi bir yalnızlıktan bahseden Fuzuli, eğer bugün modern dünyanın yaşadığı yalnızlığı görmüş olsaydı, o şiiri yazdığından dolayı belki de bin defa pişmanlık duyacaktı. Zira tarihin hiçbir dönemiyle kıyas kabul edilmeyecek kadar bir yalnızlık girdabında debeleniyoruz. En kalabalık şehirler ıssızlığımızın en fazla hissedildiği yerler. Metropollerin borularından öldürücü yalnızlık akmakta. Şairin dediği gibi “Bunca telefon direğine rağmen kimse kimseyi duymuyor.” Her türlü iletişim araçlarına sahip oluşumuz ölçüsünde yalnızlığımız da o nispette artıyor. Teknoloji, yakınlarımızla hatta kendimizle olan bağımızı her geçen gün biraz daha koparıyor. Bu halin uzun süre devam etmesi bir takım ciddi psikolojik rahatsızlıklara, daha da ötesinde insanı kendisiyle konuşmaya başlayan bir deliye dönüştürebilir. Aynalarla konuşmaya başlamışsak vay halimize! Yalnızlık üzerine yapılan araştırmalar yapayalnız insanların yüksek ölüm riski, depresyon, diyabet ve zihinsel birtakım problemlerle karşı karşıya kaldıklarını gösteriyor. Sorun çaresiz değildir elbet. Dostlarınızla, sevdiklerinizle buluşup birkaç lafın belini kırmak, hısım akrabayı ziyaret etmek, sivil toplum kuruluşlarına katılmak, toplu halde yapılan etkinliklere iştirak etmek, sportif ya da sanatsal bir etkinliğin içerisinde yer almak gibi yalnızlığınızın merhemi olabilir. Ancak üzerine gidilmeyen bir yalnızlık, zamanla insanı saran bir ahtapota dönüşebilir. Zorunlu hallerin dışında gurbete giderek tek başınıza bir hayat sürmeyin. Sorunlardan uzaklaşmak sizi başkalarından değil, sadece kendinizden uzaklaştırır. İnanın bir yaraya merhem olmak en başta size iyi gelecektir. Sosyal bir varlık oluşumuz yalnız kalamayacağımız, anlamına da gelmemelidir. Kemâlât merdivenine tırmanmada yalnızlık önemli bir kilometre taşıdır. Fakat hayat felsefesine dönüşen, kronikleşen bir yalnızlığın faturası çok ağır olabilir. İnsan niçin tek kalmayı seçer? Ailesinden, akrabalarından, dostlarından ya da arkadaşlarından yenilen bir darbe, ilgi görememek, işini ya da iş yerini değiştirmek, işini eve taşımak, işsiz kalmak, tanımadığı başka bir şehre yerleşmek, bencillik, maddi çıkar gibi nedenler bizleri münferit bir hayatın kucağına atar. Ancak insanoğlu bunları değiştirebilme imkân ve kabiliyetine sahiptir. Olumsuz gibi görünen bu faktörler insana yeni kapılar dahi açabilir. Milyonlarca takipçisi olan birisinin yalnızlığının, cep telefonu dahi kullanmayan birinin yalnızlığından çok daha fazla olduğu düşünüyorum. Tuşların kalbi yoktur. Sizi göremez; sevincinizi, kederinizi hissedemezler. Anlattıklarınızın değeri hiçbir emoji işareti bilemez. Duygularınızı sadece bir el işaretiyle ya da bir gülücükle geçiştirir gider. Bizim mekanik, araçlara değil et ve kemikten inşa edilmiş, dahası yüreği, duygusu olan insanlara ihtiyacımız var.   

Necati İLMEN 01 Temmuz
Konu resmiMezheb İmamlarının Yaşadıkları Sıkıntılar
Tarih

Dört hak mezhebin bu dört imâmı sadece ilimleriyle değil, aynı zamanda hayatlarıyla da bizlere örnek olmaktadırlar. Hepsi de her zaman hakkı söylemişler ve hakkı dile getirirken hiçbir otoriteden çekinmemişlerdir. Bunun için hapis yatmışlar, işkence görmüşlerdir. Zulme uğramalarına rağmen hiçbir zaman isyan etmemişlerdir. İsyan etmek isteyenlere sabrı tavsiye etmişlerdir. Kimse, onları para, mal, mülk, makam ve mevki ile kendi tarafına çekememiştir. Devlet başkanları bile böyle dünyalıklarla onları kendi istedikleri yönde konuşturamamışlardır. İmamlar, son nefeslerine kadar ilimle uğraşmışlar ve talebe yetiştirmişlerdir.  Ehl-i Sünnet ve’l-Cemâat, Peygamber Efendimiz’in (asm) ve Ashâb-ı Kirâm’ın İslâmiyet’in esas meselelerinde takip ettikleri yoldan gidenler anlamına gelmektedir. Ehl-i Sünnet’in amelî mezhepleri dört tanedir. Her bir mezhep, kurucusunun adıyla anılır. Mezhep imamlarının hayatları incelendiğinde birçok ortak noktalarla karşılaşmaktayız. Bu ortak noktalardan birisi de hayatlarında çektikleri sıkıntılardır. Daha doğrusu on­­lara çektirilen sıkıntılar ve re­­va görülen eziyetlerdir. Hak etmedikleri halde uğradıkları zulme rağmen hak bildiklerini söylemekten ve yapmaktan vaz geçmemişlerdir. Son nefeslerine kadar ilmî çalışmalarına ve talebe yetiştirmeye devam etmişlerdir. İmâm-ı Âzam Ebû Hanîfe (ra) Asıl adı, Numan bin Sabit’dir. Ona Ebû Hanîfe künyesinin verilmesinin Irak’da “hanîfe” adı verilen bir çeşit divit ve yazı hokkasını yanında bulundurmasından kaynaklandığı düşünülmektedir. Amelî mezhepte onu takip edenlere “Hanefî” denilmiştir. Kûfe’de 699 senesinde dünyaya gelen İmâm-ı Âzam Hazretleri’nin Fars kökenli olduğu bilinmektedir. Son Emevî Halifesi II. Mervan, Emevîlerin Ehl-i Beyt’e olan tavırlarını eleştiren âlimlere makam-mevki vererek gönüllerini almak istiyordu. Böylece Emevî Hilafet’ine olan muhalif cereyanı yumuşatacağını düşünüyordu. Bu çerçevede İmâm-ı Âzam Hazretlerine Kûfe kadılığı veya beytülmâl eminliği teklif etti. Ancak olumsuz cevap aldı. Bunun üzerine de teklifi­ni kabul etmesi için İmâm-ı Âzam Hazretleri’nin dövdürmüş ve hapse attırmıştır. Muhtemelen 747-748 seneleri arasında gerçekleşen bu hadiseler sonucunda hapiste sağlığı bozulan İmâm-ı Âzam Hazretleri’ni Kû­fe valisi hapisten çıkararak Mekke’ye gitmesine izin vermiştir. Hapisten çıkması, onun hakkındaki nihaî karar olmayıp, arkadaşlarıyla konuyu istişare etmesi içindi. İmâm-ı Âzam Hazretleri, iki yıl sonraki Abbasî ihtilaline kadar Mekke’de kaldı. Emevî hanedanı yıkılıp yerine Abbasî hanedanı iktidara gelince, Kûfe’ye geri dönüp ders vermeye devam etmiştir. Ömrünün son yıllarına doğru bu sefer Abbasî Halifesi Mansur, ona Bağdat kadılığını teklif etmiştir. İmâm-ı Âzam Hazretleri, bu teklifi de reddetmiştir. Bu sebeple yine işkence gördüğü ve hapse atıldığı rivayet edilmektedir. Muhtemelen vefat etmeden kısa bir süre ön­ce hapisten çıktı. Kendisine zul­metmesine rağmen cenazesine Halife Mansur da katılmıştı. İmâm-ı Mâlik bin Enes (ra) Medine’de 712 senesinde dünyaya gelmiştir. Dedesi Mâlik (ra) Tabiîn’in büyüklerindendi ve Hz. Osman (ra) şehid ol­duğunda onu kefenleyip def­neden dört kişiden biriydi. İmâm-ı Mâlik Hazretleri de aynı İmâm-ı Âzam Hazretleri gibi işkenceye uğramış ve hapse atılmıştır. Kırbaçlanarak hapse atılmasına sebep olarak, boşanmanın zorla yaptırılması durumunda hükümsüz olaca­ğı­na dair bir Hadîs-i Şerîf’i nakletmesi gerekçe gösterilmişti. Ayrıca Halife Mansur’a değil de, o sıralarda isyan eden Muhammed en-Nefsüzzekiyye’ye biat edilmesini teşvik ettiği iddiası da öne sürülmüştü. Yapılan işkencelerden dolayı omzu sakatlandı. Hakkındaki ithamların gerçek olmadığı anlaşılınca, serbest bırakıldı. Hac için Medine’ye gelen Halife Mansur, bizzat İmâm-ı Mâlik Hazretlerinden özür dilemiştir. İmâm-ı Şafiî (ra) Gazze’de 767 senesinde dünyaya gelmiş olup, asıl adı Muhammed bin İdris’dir. İki yaşındayken babası vefat edince annesi, onu Mekke’ye götürmüştür. Yirmili yaşlarının başındayken İmâm-ı Mâlik Hazretlerinden ders almak için Medine’ye gider. İmâm-ı Mâlik Hazretleri vefat edene kadar, onun ders halkasında yer aldı. Yemen’deki bir devlet görevini kabul ederek, 795 senesinde oraya gitti. Yemen’deyken Hz. Osman’ın (ra) torunu Cemile Hanım ile evlendi. Buradaki görevi sırasında devlet yönetimine karşı bir hareketin içinde olduğu iddiasıyla tutuklandı. Halife Harun Reşid’in huzuruna çıkarıldı. İdamla yargılandı (800). İddia edilen suçlardan beraat etti ama bir müddet Bağdat’da göz hapsinde tutuldu. Halife Harun Reşid, bu göz hapsi süresince İmam Şafiî Hazretlerini tanıma fırsatı buldu ve bir süre sonra Mekke’ye dönmesine izin verdi. Hayatının son yıllarını Mısır’da geçirdi. Mısır’dayken İmâm-ı Şafiî Hazretlerinin fikirlerinden rahatsız olanlar, onu valiye şikâyet ettiler. Vali, İmâm Şafiî Hazretleri hakkında sürgün kararı vermiştir. İmâm Şafiî Hazretleri, Mısır’ı terk etmek için üç gün süre ister. Üçüncü günün sonunda Mısır valisi hayatını kaybedince, sürgün emri iptal olur. Böylece İmâm-ı Şafiî Hazretleri, ömrünün kalan kısmını Mısır’da geçirmiştir. İmâm-ı Ahmed bin Hanbel (ra) Bağdat’da 780 senesinde dünyaya gelmiştir. İmâm Şafiî Hazretleri ve Süfyan bin Uyeyne Hazretleri gibi birçok âlimden ders almıştır. Kendi ifadesiyle hocalarının sayısı 280’i bulmuştur. Kırk yaşından sonra talebeliği bırakıp Hadîs dersleri vermeye başladı. Etrafında toplanan talebelerinin sayısı beş bini buluyordu. Abbasî Halifesi Memun, Hilâfet’inin son yıllarında Mutezile görüşünü benimseyenlerin etkisinde kalmıştı. Kur’ân’ın mahlûk olduğunu kabul etmeyen âlimleri cezalandırıyordu. Bu yüzden çoğu âlim zulme uğramamak için bu fikri kabul ettiklerini beyan etmişlerdir. Ancak Ahmed bin Hanbel Hazretleri, onlarla aynı görüşte olmadığını belirtmiş ve bu kanaatinden vazgeçmeyeceğini bildirmiştir. Halife Memun, Ahmed bin Hanbel Hazretleri ve onun gibi halku’l-Kur’ân hususunda muhalefet eden Muhammed bin Nuh’un yanına getirtilmesini emretti. O sırada Tarsus’daydı. Ahmed bin Hanbel Hazretleri ile Muhammed bin Nuh, Rakka’ya geldiklerinde Halife Memun’un öldüğü haberi geldi. Bu arada Muhammed bin Nuh da gördüğü işkencelere dayanamayarak vefat etti. Bu olaylar üzerine Ahmed bin Hanbel Hazretleri, Bağdat’a getirtildi. Yeni Halife Mu‘tasım-Billâh’ın tutumu da önceki Halife ile aynıydı. İki buçuk yıla yakın devam eden işkenceli hapis hayatı sonunda serbest bırakıldı ama ona karşı tutum değişmedi. 842 senesinde Halife olan Vâsik-Billâh zamanında, halku’l-Kur’ân meselesi mekteplerde okutulmaya başlanınca, halk isyan etmek istedi. Bunun için Ahmed bin Hanbel Hazretlerine başvurdular. Ancak o, gördüğü onca zulme karşın isyan etmek isteyenlere sabrı tavsiye etti. İsyana engel olmasına rağmen beş yıl boyunca Halife Vâsik-Billâh tarafından ev hapsinde tutuldu. Bu süre içerisinde Cuma namazlarına bile gidemedi, çocuklarının dışında kimseye Hadîs dersi veremedi. Vâsik-Billâh’dan sonra 847 senesinde Halife olan Mütevekkil döneminde halku’l-Kur’ân meselesinde vazgeçildi. Ama ye­ni Halife Mütevekkil, bir isyan­cıyı barındırdığı iddiasıyla Ahmed bin Hanbel Hazretlerinin evini arattırdı. Suçlamalar asılsız çıkınca Halife Mütevekkil, Ahmed bin Hanbel Hazretlerinin gönlünü almaya çalıştı. Ahmed bin Hanbel Hazretleri, Halife’den gelen ve istemeyerek kabul ettiği hediyeleri, fakir fukaraya dağıttı. Halife’nin teklif ettiği kadılık görevini kabul eden oğlu Salih’e gücendi. Halife’nin ihsanlarını, hediyelerini ve maaşını kabul eden çocuklarına kırgındı ve onlardan gelen hiçbir yemeği yemedi. 31 Temmuz 855 tarihinde vefat etti. Cenazesinde bir milyona yakın kişinin bulunduğu tahmin edilmektedir. Netice olarak dört hak mezhebin bu dört imâmı sadece ilimleriyle değil, aynı zamanda hayatlarıyla da bizlere örnek olmaktadırlar. Hepsi de her zaman hakkı söylemişler ve hakkı dile getirirken hiçbir otoriteden çekinmemişlerdir. Bunun için hapis yatmışlar, işkence görmüşlerdir. Zulme uğramalarına rağmen hiçbir zaman isyan etmemişlerdir. İsyan etmek isteyenlere sabrı tavsiye etmişlerdir. Kimse, onları para, mal, mülk, makam ve mevki ile kendi tarafına çekememiştir. Devlet başkanları bile böyle dünyalıklarla onları kendi istedikleri yönde konuşturamamışlardır. İmamlar, son nefeslerine kadar ilimle uğraşmışlar ve talebe yetiştirmişlerdir.

Arif Emre GÜNDÜZ 01 Temmuz
Konu resmiBaşlasın Türkiye Yüzyılı: Yarın Değil Hemen Şimdi
Kültür ve Medeniyet

Türkiye Yüzyılı demek Adriyatik’ten Çin Seddine, Kırım’dan Yemen’e, Bosna’dan Sudan’a kadar uzanan geni bir coğrafyada ya da/ veya yine Necip Fazıl’ın coğrafi tasviriyle “Yemen’den Viyana’ya Fas’tan Kafkasya’ya kadar en aşağı 10 milyon kilometre kare bir zemin üzerinde... Evet, böyle bir zemin üzerinde..” parlak bir istikbal demektir.  28 Mayıs seçimleri sonrasında Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın gö­reve başlama töreninin gerçek­leştirildiği 3 Haziran 2023 ta­ri­hinde, töreni naklen veren bazı TV kanalları töreni “Türkiye Yüzyılının İlk Günü” yazısıyla birlikte ekranlara verdiler.  Seçimler öncesi süreçte ise “Başlasın Türkiye Yüzyılı: Yarın Değil Şimdi” nakaratının dillerden sıkça ve çokça dökülmesi, afişlerde de bu ifadenin yaygın şekilde kullanılması elbette ki bir tesadüf değil, bir tezahürdü. Bu tezahür; hem on yıllardır ümitle beklenen, hem gelsin ve gerçekleşsin diye dua edilen, hem tahayyül edilen, hem geç­mişin tarihin parlak yüzyılların­dan tahattur edilen, hem gelecekte vaki olacağına tam kanaat getirilen, hem mahiyeti üzerine devasa bir mefkûre inşa edilen, hem o gün gelsin diye azami gayret edilen bir tezahürdü. Bugün “Hemen Şimdi” dediğimiz ve artık bir adım atarak, Türkiye Yüzyılı zamanında yaşamaya başladığımız, bu tarihi zaman diliminde yaşamanın nasip olduğu bu vakitler, yüzyıla yakın dünümüzde yaşayanlarca özlemle ve müjdeyle yarınlar olarak nitelendirilmiştir. Bugün “hemen şimdi” olarak ifa­delendirilen, bu anın bu günün gelmesi, gelebilmesi için büyük mücadeleler verilmiştir. Kimi zaman karınca misali yolunda bulunulmuş, kimi zaman dev adımlar ile yürünmüş, kimi zaman setler ile karşılaşıldığında ise tahayyüller ile mücadele azmi tahkim olunmuştur. Geçen, koca bir yüzyıl bugünlerdeki “hemen şimdi” seslenişini duymak için ilmek ilmek işlenmiştir. Emek emek mücadele edilmiştir. Yüce bir millet, koca bir devlet, muhteşem bir miras, yüzyıl boyunca etrafı ateş çemberi ile çevrili bir coğrafyadan sağ selamet geçmiş, geçirilmiştir. Bugün artık yarına ertelemediğimiz, vaktinin tekrar geldiğini tüm dünyaya ilan ettiğimiz, Türkiye Yüzyılının hemen şimdi dediğimiz bu ‘an’ı için bekleyişimiz, yüzyıl öncesinden başlamıştır. Türk binyılının bir parçasını oluşturan bir imparatorluğun çöküşü sonrası, milli mücadele, yeni Türkiye’nin kurulması, Türkiye’nin derlenip toparlanması, yeniden ayağa kalkması için Türk bin yılına kısa bir fasıla verilmek zorunda kalınmıştır. Gerek çöküş ve gerekse yeniden kuruluş ve sonrası süreçte, yarınlara ilişkin umutlar yeşermeye, yeşertilmeye, yarınlara ilişkin umutlar telkin edilmeye, yarınlara ilişkin umutlar öngörülmeye ve yarınlara varmak için kuvve-i maneviye takviye edilmeye başlanmıştır. Türkiye Yüzyılına gelinen bu uzun yolda; yol gösteren, umut veren, nice duraklar, nice uğraklar, nice köşe taşları, nice kılavuzlar, nice âlimler, nice şairler, nice sanatkarlar, nice mütefekkirler, nice askerler, nice siyasetçiler, nice isimli ve isimsiz kahramanlar yer almıştır. Müslümanların dünyanın her tarafında sıkıntıda olduğu bir dönemde Bediüzzaman’ın "Ümitvar olunuz. Şu istikbal inkılâbı içinde, en yüksek gür sada İslâmın sadası olacaktır!" çıkışı, o günlerden yarına matufen söylenmiştir. Zira "Ne yapayım, acele ettim, kışta geldim; sizler cennet-âsâ bir baharda geleceksiniz.” İfadeleri de yine o günlerden bakıldığında, o günlerden öteye, yarınlara tekabül etmektedir. Ancak o günlerde “istikbal” olan ise artık bugünler için yarına değil, hemen şimdiye tekabül eden bir başlangıç içermektedir. Bugünün yarınında ise henüz olmayana bir özlem değil bugün başlamış olanın devamı, devamlılığı söz konusudur. Bosna’da soykırım devam ederken 13 Şubat 1993’te Cumhurbaşkanı Özal’ın himayelerinde İstanbul Taksim’de Bosna Mitingi düzenlenmiş, Cumhurbaşkanı Özal bu mitingde yaptığı konuşmasında, Türkiye’nin Müslüman bir ülke olduğunu ifade etmiştir. Özal’ın bu miting de yaptığı konuşmada adeta bugünkü Türkiye tasavvur ve tahayyül etmiştir. “Bosna-Hersek’in kaderi Endülüs gibi olmayacaktır. And olsun ki, Türkiye Cumhuriyeti var oldukça Bosna-Hersek’in yok olmasına göz yummayacaktır.” sözleri de 1993 Türkiye’sinden geleceği ve bugünleri kuşatan ifadelerdir. Bu mitingden 25 sene sonra Bosna Hersek’in 25. kuruluş yıldönümü sebebiyle düzenlenen “Saraybosna ile 25 yıl” programı kapsamında konuşma yapan Cumhurbaşkanı Erdoğan, Bosna Hersek’in ilk Cumhurbaşkanı İzzetbegoviç’i ölümünden önce hastanede ziyaret ettiğini belirterek, “Kendisi buradaki sohbetimizde ellerimden tutarak ‘Dualarımız sizinle, Bosna’mı koru, Bosna’ma sahip çık. Buralar hep Evlad-ı Fatihan’dır, o size emanettir” şeklindeki vasiyetini nakletmiştir. Şüphesiz ki Aliya’nın bu vasiyeti, Türkiye Yüzyılının arefesinde, Türkiye Yüzyılının Güçlü Türkiye’sine bir emanettir. 1965 yılında Necip Fazıl’ın Milli Türk Talebe Birliği’ndeki hitabında “Gençler! Bugün mü yarın mı bilemem. Fakat Ayasofya açılacak. Türk’ün bu vatanda kalıp kalmayacağından şüphesi olanlar Ayasofya’nın da açılıp açılmayacağından şüphe edebilir. Ayasofya açılacak. Hem de öylesine açılacak ki, kaybedilen bütün manalar zincire vurulmuş, kan revan içinde masumlar gibi ağlaya ağlaya üstünü başını yırta yırta onun açılan kapılarından dışarıya vuracak.”  Sözleri de o gün için müphem ama o günlerin yarını için katiyet içeren ifadelerdir. Necip Fazıl’ın “açılacak” olarak gelecek zamanı kuşatan ifadesi. Bugün için yarına ertelenmiş değil, Türkiye Yüzyılının “hemen şimdi” olarak nitelendirilmiş zaman diliminin bidayetine, arefesine tekabül etmektedir. Nitekim Ayasofya açılmış, Ayasofya’nın “yarın değil hemen şimdisi” olan Ayasofya Yüzyılı başlamıştır. Necip Fazıl’ın belirttiği gibi kaybedilmiş bütün manalar onun kapılarından artık dışarıya vurmaya başlamıştır. O küllenmiş ancak Türkiye Yüzyılı ifadesi ile yeniden alevlenen manalardan birisi de Türkiye Yüzyılının mahiyetinde mündemiç olan, Prof. Dr. Osman Turan’ın gayet geniş bir hacimle tarif ve tavsif ettiği “Türk Cihan Hâkimiyeti Mefkûresidir”. Başörtülü öğrencilerin üniversitelere girmelerinin yasak olduğu dönemlerde Erbakan, o günlerden yarınlara bakarak yakın gelecekte başörtülü öğrencilere “Rektörler hoş geldin evladım diyecek, o Rektör millete, milletin inancına, milletin tarihine selam duracak” demiştir. O günlerde, bahsedilen bu yarınların hiçbir zaman gelmeyeceğini, o günlerin bin yıl süreceğini söyleyenlere rağmen o yarınlar gelmiş, bin yıl çarçabuk geçivermiş, artık ertelenen ve beklenilen bir yarın olmaktan çıkmış, yarın değil “hemen şimdi” olan bir hal üzere yaşanılıp, milletin inanç ve tarihine saygıyla birlikte Türkiye Yüzyılı içinde yol alınmaya başlanmıştır. Türkiye Yüzyılının hemen şimdi başlayabilmesi için Türkiye Yüzyılını başlatacak, başlatmak isteyen. Türkiye Yüzyılını yarına taşıyacak, taşımak isteyen, bu kutlu yürüyüşte yükün altına girmek, bir ucundan tutmak, her ne yapabiliyorsa ona emek vermek isteyen, genç - ihtiyar, kadın – erkek, her kesim ve her kesin önündeki engeller kaldırılmıştır. Türkiye, Türkiye Yüzyılının zuhuru olan adımları hızla atmaya başlamıştır. Türkiye Yüzyılı çok boyutu bulunan ve her birinin eş zamanlı yürütülmesi gereken ve yürütülen bir süreçtir. Türkiye Yüzyılının bir boyutunu yukarıda çok kısaca özetlediğimiz örneklendirdiğimiz gibi Türkiye’nin kendi evlatlarının önündeki engellerin kaldırılması, prangaların kırılması ön koşul olarak oluşturmuştur. Türkiye Yüzyılı 1000 yılı aşan bir mefkûreye dayanmaktadır. Milli, manevi, dini değerler Türkiye Yüzyılının ruhunu oluşturmaktadır. Türkiye yüzyılı iç politikadan dış politikaya, ekonomiden milli teknoloji hamlesine kadar geniş bir yelpazeyi kuşatmaktadır. Türkiye Yüzyılının çok boyutluluğu içerisinde; milli, manevi, tarihi değerleri selamlamanın yanı sıra teknolojik, hususen savunma sanayisinde yerlilik millîlik ve tam bağımsızlık, boyutu bulunmaktadır. Bu anlamda; Fırtına, onuk, tarantula, toruk, ural, keskin, zargana, atmaca, kargı, zigana, acar, alkar, ihtar, sancar, serdar, songar, tulpar, mildar, milkar, TCG, Bayratar, Sar, Sancaktar, Tb2, Aksungur, Samur, Kirpi, Kapgan, Malazgirt, Ejder, Kanuni, Ejder Yalçın, Zıpkın, Toros, Alpagut, Kargu, Kaan, Kızılelma vd. gibi yazmaya devam etsek listenin uzayacağı çok sayıda yerli ve milli silahlar Türkiye Yüzyılının önemli unsurlarıdır. Bunların yanı sıra TCG Anadolu, TOGG, Denizlerde sismik araştırma ve sondaj filosu bu sürecin sürekliliğini sağlayacak yarınlara taşıyacak önemli araçlardır. Türkiye’nin Suriye’den can havliyle ülkemize sığınan mazlumlara kucak açması, Türkiye’nin Suriye’nin kuzeyindeki terör örgütlerine yönelik düzenlediği operasyonlar, Libya ile imzaladığı anlaşmalar, Doğu Akdeniz’deki varlığı, Karabağ zaferine olan desteği, Türk Devletlerinin birlikteliğinin Teşkilata dönüşmesi ve Türk Devletleri Teşkilatının kurulması, gerek İİT dönem başkanlığı döneminde ve gerekse sair zamanlarda Filistin ve Kudüs meselesini Türkiye’nin sahiplenmesi, BM Genel Kurulu’nun Birinci Dünya Savaşı’nın 100. yıl dönümünde gerçekleştirilen 69. Genel Kurulundan başlayarak sonraki hemen her Genel Kurulunda Cumhurbaşkanı Er­do­ğan’ın “Dünya 5’ten Büyüktür” çıkışı gibi bölgesel ve küresele ilişkin her birinin üzerine uzun uzun yazılıp konuşulabilecek pek çok hadise & husus Türkiye Yüzyılının vaktinin geldiğinin ve başladığının, zuhur ettiğinin göstergeleri olmuştur. Burada, Ekim 2017’de Venezuela Devlet Başkanı Nicolas Maduro’nun Türkiye’ye gelerek söylediği sözleri tekrar hatırlamak gerekmektedir. O tarihte de Maduro’nun bu sözlerine dikkat çekerek “Yeni Bir Güç Doğuyor” başlığı ile bu dergimizin sayfalarına taşımıştık. Maduro’nun “Dünya iş birliğine, barışa ve eşitliğe dayanan bir denge üzerinde yeni güç odaklarının ve kutuplarının doğacağını, böylece dünyanın yeni bir dengeye kavuşacağını düşünüyorum. Bu dünya için mücadele edilmeli. O yüzden Türkiye’ye geldik çünkü Tür­kiye’ye inanıyoruz. Yeni bir gü­cün doğduğunu biliyoruz” ifa­deleri, Türkiye Yüzyılının  üzerimize doğmasının, Tulû vaktinin geldiğinin, görüldüğünün delilleridir. Türkiye Yüzyılı demek Adriya­tik’ten Çin Seddine, Kırım’dan Yemen’e, Bosna’dan Sudan’a kadar uzanan geni bir coğrafyada ya da/ veya yine Necip Fazıl’ın coğrafi tasviriyle “Yemen’den Viyana’ya Fas’tan Kafkasya’ya kadar en aşağı 10 milyon kilometre kare bir zemin üzerinde... Evet, böyle bir zemin üzerinde..” parlak bir istikbal demektir. Bediüzzaman’ın ifadeleriyle “bi­­ze parlak bir istikbal, ecne­bî­le­­re müşevveş bir mâzi düşmüş” O halde Yarın Değil Hemen Şimdi, Başlasın Türkiye Yüzyılı Hayırlı ve Muvaffakiyetli Olsun.

Ahmet Hüsrev ÇELİK 01 Temmuz
Konu resmiDüğünlerimizde Nebevî Ölçülere Riayet Edelim
İtikad

Her işimizde olduğu gibi düğünlerimizde de Allah’ın rızasına, Resul’ünün sünnetine uygun davranmalı, evlilikleri kolaylaştırmalıyız. Düğünlerimizi harama ve günaha bulaşmadan, israfa ve gösterişe dönüştürmeden yapmaya gayret etmeliyiz.  Yaz ayları adeta düğün mevsimidir. Okulların tatil olması ve hava şartlarının da müsait olması sebebiyle bu aylarda düğün merasimlerinde gözle görülür bir artış yaşanmaktadır. Evlilik Allah’ın emri, Resûlüllah’ ın sünnetidir. Sevgili Peygamberimiz (asm) şöyle buyurmuştur: “İzdivâç ediniz, çoğalınız. Ben kıyamette, sizin kesretinizle iftihar edeceğim.”1 İzdivaç, dünyada mutluluğa ve berekete, ahirette ise huzura ve cennete ulaştıran önemli bir başlangıçtır. Sevgili Peygamberimizin buyurduğu gibi, “dinin yarısını korumaya” vesiledir.2 Evliliğin ilk adımı olan nikâh ve düğünlerimiz, sevdiklerimizin şâhidliği ve duaları eşliğinde gerçekleşen vazgeçilmez merasimlerdir. Düğün vesilesiyle yeni bir ailenin kurulduğu ilan edilir. Sevinçler paylaşılır. Geleceğe dair umutlar perçinlenir. Eşler arasında muhabbet ve merhamet lütfetmesi, onlara sağlıklı ve hayırlı nesiller ihsan etmesi için Allah’a dua edilir. İslami esaslara göre kurulan ve devam eden bir aile hayatı, bu dünyada cennet gibi bir hayatı netice verir. Çünkü hürmet, muhabbet ve şefkat esaslı bir hanede bir taraftan aile efradının huzuru ve mutluluğu temin edilirken, diğer taraftan toplumun saadet ve emniyetine katkı sağlanmış olur. Dinimiz hem düğün hazırlıklarımızın hem de nikâh ve düğün merasimlerimizin kolaylaştırılmasını öğütler. Her işimizde olduğu gibi düğünlerimizin de gösterişten uzak ve sade yapılmasını tavsiye eder. Nitekim Resul-i Ekrem (sav) bir hadisinde şöyle buyurur: “En bereketli nikâh, zorluğu ve külfeti en az olanıdır.”3 Peygamber Efendimiz (sav), sevgili kızı Fâtıma’yla amcasının oğlu Hz. Ali’yi evlendirmişti. Hz. Fâtıma’nın çeyizi, bir parça kadife, bir su tulumu ve bir yastıktan ibaretti. Hz. Fâtıma’nın çeyizi gibi mehri ve düğün yemeği de gayet sadeydi. Bu mütevazı düğüne şahit olanlar, “Biz, Fâtıma’nın düğününden daha güzel bir düğün görmedik.” demişlerdi.4 Maalesef, günümüzde evlenmek isteyen birçok gencimiz, dü­ğün masraflarının makul öl­çüleri aşması sebebiyle zorlan­mak­ta, hatta evlilikten uzak dur­mak­tadır. Aileler, gereğinden fazla yapılan düğün harcamaları ile düğünden sonra uzun süre borç ödemektedir. Bu durum genç çiftlerin, evliliklerinin ilk yıllarını maddi sıkıntı içerisinde geçirmelerine sebep olmaktadır. Hâlbuki Nebevî ölçü açıktır: “Kolaylaştırın, zor­­laştırmayın! Müjdeleyin, nef­­ret ettirmeyin!”5 İmâm-ı A‘zam Ebu Hanife Hazretleri ise şöyle  demiştir:  لَٓا اِسْرَافَ فِي الْخَيْرِ كَمَا لَا خَيْرَ فِي الْاِسْرَافِ  Yani: “Hayırda ve ihsanda; fakat müstahak olanlara, israf ol­ma­dığı gibi, israfta da hiçbir hayır yoktur.”6 Her işimizde olduğu gibi düğünlerimizde de Allah’ın rızasına, Resul’ünün sünnetine uygun davranmalı, evlilikleri kolaylaştırmalıyız. Düğünlerimizi harama ve günaha bulaşmadan, israfa ve gösterişe dönüştürmeden yapmaya gayret etmeliyiz. Merasimlerimizde İslam’ın çiz­di­ği meşruiyet dairesinde ha­re­ket etmeli, ölçülü ve dengeli ol­malı, helale ve harama riayet etmeliyiz. Düğünlerimizi, Kur’ ân’da “Kendileriyle huzur bulmamız için bizlere eşler yarattığını ve aramızda muhabbet ve merhamet bağları var ettiğini”7 buyuran Rabbimize şükretmek için birer vesile kılmalıyız. 1- İmâm-ı Gazâlî, İhyâü Ulûmi’d-Dîn, Nikâh Kitâbı, s. 98.2- Beyhakî, Şuabü’l-İman, IV, 382.3- İbn Hanbel, VI, 83.4- İbn Mâce, Nikâh, 24.5- Buhârî, İlim, 11.6- Lem’alar, s. 151.7- Rûm suresi, 30/21.

Ali CİRİT 01 Temmuz
Konu resmiOsmanlı İmparatorluğu ve Açe Krallığı Diplomasisi
Tarih

Endonezya takımadalarındaki millet, kadim zamanlardan beri dünya ticaret faaliyetleri yoluyla dünyanın farklı yerleri ile bağlantı sağlamıştır. Nusantara denilen bu bölge, Çin ovalarını batıya doğru bağlayan ve buradaki kavimlerin çeşitli etnik kökenler, dinler ve kültürlerle etkileşime girmesine izin veren ticaret yollarının üzerinden geçer. Özellikle bu bölgedeki Malaka Boğazı, uluslararası ticaret yollarındaki en önemli ticaret merkezidir. Bu itibarla, stratejik bir konuma sahiptir. Bu milletler arasındaki ilişkiler ticaret kapsamında kalmamış, takımadalardaki krallıklar tarafından daha da ileri götürülen diplomatik ilişkilere de uzanmıştır. Öyle ki, 13. yüzyıla ge­lin­diğinde takımadalardaki tüm siyasi satrancın İslam’la şe­­kil­­lendiği görünmektedir. Samudra Pasai, Ternate, Demak, Aceh (Açe), Banten, Cirebon ve Mataram gibi büyük sultanlıklar bu dönemde kendini gösterdi. Böylece İslam, takımadaların sosyal hayatında baskın olmaya başladı. Büyük çapta İslam’a girişler oldu. Takımadalardaki İslamlaşma, İs­­­lam davetinin öncüleri ve mer­­­kezleri olarak Nusantara ve Or­­­ta Doğu’daki İslam devletleri ara­­sında daha yoğun ilişkilere zemin hazırlamıştır. Osmanlı Devleti’nin 14. yüzyılda iktidara gelmesiyle ilişkiler daha da gelişti. Osmanlı Türklerinin gücü yeni ve büyük imparatorluk olarak ortaya çıktı. Böylece, dünyanın diğer bölgelerindeki İslam hükümdarları gibi Nusantara da dikkatlerini bu şanlı devlete çevirdi. Osmanlı Türklerinin ünü dün­yanın bir numaralı İslam hü­kümdarı olarak takımadalara, özellikle Açe, Sumatra ve Java bölgelerine hızla yayıldı. Osmanlı hükümdarları ile en güçlü diplomatik ilişkilere Açe sahip oldu. Bu, büyük bir krallık ve metropol olarak Açe’nin Hint Okyanusu sularında gidip gelen çeşitli uluslarla diplomatik ilişkiler kurmaya çok açık olduğu gerçeğinden başka bir şey değildi. Bu ilişkiler sayesinde Açe’nin o dönemde İslam dünyasında siyasi gücü elinde bulunduran Osmanlı Türkleri de dahil olmak üzere uluslararası dünyanın dinamiklerine ilişkin diğer milletlerle iletişim kurması ve onlardan bilgi alması daha kolaydı. Açe Sultanlığının siyasi elitleri başından beri uluslararası bir siyasi paradigmaya sahiplerdi. Açe Sultanlığının kurucusu Ali Mugayat Syah (1511-1530), hükümdarlığı döneminde Do­ğu ve Batı’daki diğer İslam böl­geleriyle siyasi, ekonomik, kül­türel ve dini alanlarda ilişki­ler kurmaya çalışmıştı. Bu paradigma daha sonra halef padişahlar tarafından sürdürüldü. Bu, İslami güçlerin uluslararası bir ittifakı inşa etme girişimi olarak anlaşılabilir. Açe büyük bir şevkle Osmanlı Türkleri, Hindistan, Johor, Jepara, Demak ve Ternate gibi diğer İslam krallıklarıyla Pan-İslam ittifakı kurdu. Bakır Topla Beliren Diplomasi Bugüne kadar, bazı Açeliler -özellikle tarihle ilgilenenler- “Lada Secupak” adlı bakır top hak­kında güçlü bir izlenime sahiptir. Yöresel bir biber tü­rü­nün adını taşıyan bu top, Osmanlı Türk sultanının Açe sultanlığına ikisi arasındaki ilişkinin bir sembolü olarak ve Malaka’da yerleşik hale gelen Portekiz birlikleriyle başa çıkmak için askeri bir yardım idi. Biber hediyesinin karşılığında gönderilmişti. Bu topun Açe’ye ulaşması, Açe sultanlığının İstanbul’a gönder­diği “bir avuç biber” diplomasi elçisinin 7 Ocak 1566’da İs­tan­bul’a gitmesinin mahsu­lü­dür. Elçinin adı Hüseyin Efen­di’dir. Sultan Alauddin Riayat Syah Al-Kahhar, onu, kendisine hediye olarak tasarlanan çeşitli mallarla Sultan I. Süleyman’la görüşmesi için gönderdi. Ancak Hüseyin, o sırada Macaristan’da Zigetvar Savaşı’nda birliklerine liderlik ettiği için padişahla görüşemedi. Hüseyin, Sultan I. Sü­ley­man’ın savaştan dönüşünü oldukça uzun bir süre beklemek zorunda kaldı. Hüseyin, iki yıl boyunca Sultan I. Süleyman’ın dönüşünü beklemeye devam etti. Başlangıçta Padişah’a verilmek istenen hediye, bekleme süresi boyunca kendi ihtiyaçlarını karşılamak için kullanıldığı için çok az kal­dı. Hüseyin, Sultan I. Süleyman ile ne yazık ki görüşeme­di, çünkü Padişah 6 Eylül 1566’da İstanbul’a dönemeden Macaristan’da vefat etti. Baş Nazır Sokullu Mehmed Paşa, başlangıçta padişahın ölümünü birkaç hafta sonra Veliaht Sultan II. Selim tahta çıkana kadar gizli tuttu. Sultan II. Selim’in resmen Os­manlı İmparatorluğu’nun hü­kümdarı olmasının ardından, Hüseyin nihayet Osmanlı İm­paratorluğu’nun yeni padişahı ile tanışabildi ve Açe sultanlığından bir mektup ve kalan bir avuçluk hediyeyi takdim etme niyetini iletti. Bugün hala Topkapı Sarayı’nda muhafaza edilen mektupta, Açe sultanı kendisini Osmanlı’nın ve padişahın kulu olarak gördüğünü, Yemen ve Aden Bey­ler­beyi’nin dostu olduğunu ifa­­de ediyor, yardım gelmezse Müs­­lümanların yok olacağını ya­zı­yordu. Bir kap dolusu biberi alıp Açe Sultanı’nın mektubunu okuyan Sultan II. Selim, isteğini yerine getirmeye karar verdi. O sırada Malaka’da Portekizlilerin karşı karşıya olduğu askeri alanda Açe’yi güçlendirmek için bakır toplarla birlikte bir bölük askerin gönderilmesini emretti. Büyük bir gemi içinde ustalar, zanaatkarlar, bakır toplar ve askerlerle Açe’ye gitti. “Lada Secupak” topu dört asır boyunca Açe Sultanlığının koruması altında ve halkının gururu haline geldi. 1874 yılına gelindiğinde, Açe’nin birçok ye­­­­nilgiye uğramasına neden olan ikinci bir Hollanda Açe iş­ga­li oldu. O zaman “Lada Secu­pak” topu ve diğer birkaç top Hol­landalılar tarafından ülkele­ri­ne nakledildi. Açe Sultanlığının gururu olan top şimdiye ka­dar Hollanda’daki Bronbeek Mü­zesi’nde saklanmaktadır. Lakin Açeliler, ne o topu ne de Osmanlı’yı asla unutmamakta ve yüreklerinde saklamaktadır. Yardım için gelen Osmanlı askerlerinin medfun olduğu Se­la­haddin Şehitliği içerisinde hala o topun konuşlandırıldığı yeri muhafaza etmektedir. Os­manlı’yı hayır ve dua ile yad etmektedirler. Kaynaklar: Ash-Shalabi, Ali Muhammad. 2011. Bangkit dan Runtuhnya Khilafah Utsmaniya. Jakarta: Pustaka Al-Ka­utsar.Azra, Azyumardi. 2007. Jaringan Ulama Timur Tengah dan Kepulauan Nusantara Abad XVII-XVIII. Jakarta: Kencana Prenada Media Grup. Kuntowijoyo. 2004. Raja Priyayi dan Kawula. Yogyakarta: OmbakEl-Ibrahimy, M Nur. 1993. Selayang Pandang Langkah Diplomasi Kerajaan Aceh. Jakarta: Gramedia Widiasarana Indonesia.Ozay, Mehmet. 2013. Kesultanan Aceh dan Turki, Antara Fakta dan Legenda. Aceh: Pusat Kebudayaan Aceh dan Turki.

Celal AKAR 01 Temmuz
Konu resmiOsmanlı’da Kadın Mezar Taşı Başlıkları
Kültür ve Medeniyet

Osmanlı mezar taşlarında üç önemli sanat göze çarpmaktadır. İnce taş işçiliği, yazı sanatı ve mezar taşı kitâbelerinde bulunan dînî ve edebî ifadeler. Yapı olarak mezar taşları birbirlerine benzer özellikler göstermektedir. Ana farklılık erkek ve kadın mezar taşı kitâbelerinde görülür. Erkek mezar taşlarında ölünün statüsüne göre bir başlık bulunmasına karşın, kadın mezar taşlarında çiçek motifleri başlık olarak yer alır. Erkek mezar taşları başlık taşımalarına karşılık, kadın mezar taşlarında daha çok kadın zarâfetini yansıtan çiçek motifleri bulunmaktadır. Bu özellikteki mezar taşları itinalı süslemesi ve usta bir hattatın kaleminden çıkan kitâbesi ile gelip geçeni kolaylıkla tesiri altına alabilmektedir. Osmanlı Kadın Mezar Taşları büyük özenle yapılmış, çiçeklerle bezenmiş, sembollerle donatılmış ve zarâfet kokan birer sanat şâheserleridir. Osmanlı, kadını bir çiçek olarak görmüş, hayatta iken kadınları korumuş ve kollamış, öldüğünde ise mezar taşlarını çiçeklerle bezemiştir. Uzaktan bakıldığında her biri canlı kadın gibi duran bu zarâfet ve estetik harikası Osmanlı kadın şâhideleri ecdadımızın kadına nasıl baktığının ve onlara ne kadar değer verdiğinin şahitleridirler. Osmanlı Kadın Mezar Taşları yakından incelendiğinde zarif bir başlık olan “Hotoz” görünür. Yuvarlak bir başlık olan hotoz, hanım zarâfetini yansıtacak şekilde boyun kısmının her tarafında lâle, sümbül, karanfil, gül gibi çiçek demetleri ile bezeli olmakla birlikte vazo içine konulmuş değişik çiçekler de yer alır. Genellikle basık yarım küre şeklinde olan bu başlıklar, bazen dilimli ya da halkalı olabilmekte, bazı örneklerde ise yüzey kısmının dönemin üslûbunda desenlerle bezendiği görülmektedir. Boyun kısımları çoğunlukla maddî gücünü yansıtmak isteyenlerin, muhtemelen sağlıklarında sahip oldukları kolye, gerdanlık gibi ziynet eşyalarını nakşettirdikleri de görülmektedir. Onlar da kendi sosyal statülerini, herhalde böyle belirtmişlerdir. Kadın mezar taşlarında rastlanılan bir başka mezar taşı modeli ise “Cami” figürleridir. 19. yy da başlayan batı etkisi ile başlayan bu akım çoğunlukla Ege bölgesinde görülen bir özelliktir. Kadının dinine bağlılığını ve Allah’a olan inancını temsil eden bu cami figürleri de kadîm medeniyetimizin İslâm dinine bağlı olduğunun kadınlar tarafından şâhidelerle gösterilmesidir. Kadın mezar taşlarında, Türk Kültürünün İslâm öncesinden başlayan ve binlerce yıl içe­risinde olgunlaşan kültür öge­lerini mutlaka bulursunuz. Son­suzluğu simgeleyen şua-güneş, zorluğu ve feleğin sillesini gösteren çark-ı felek, zarâfet ve Hz. peygamberin sembolü gül, Allah’a olan imanı gösteren lâle, cennet meyveleri üzüm ve nar, mezarlık ağacı olarak bilinen ve mezar­larımızla özdeşleşmiş olan servi çok sık görülen sembollerdir. Her birinde derin manalar bulunan bu semboller, kadınların milletin anaları olduklarını göstermek için Osmanlı mezar taşlarına bu semboller işlenmiştir. İslâmiyet kadına pek büyük bir mevkî ve şeref vermiştir. Osmanlı’da ve eski Türk geleneklerinde kadına saygı hâkimdi ve kadın her zaman baş tacıydı. Öldükten sonra mezar taşlarının ihtişamlı olmaları, gösterilen ihtimam ve önemin neticesidir. Buna muvâzi olarak kadın mezar taşları da kadının zarâfetin yansıtacak özellikte ve güzellikte olmuştur. Bu durum Osmanlı’nın kadına bakıştaki farkını ve yüksek zevkini göstermektedir. Erkek Mezar taşlarındaki başlık ve ince taş işleme sanatına karşılık kadın mezar taşı kitâbeleri oldukça süslü ve ihtişamlıdır. Bu taşları meydana getiren yüksek kültürün kadına bakış ve yaklaşımını bu taşların yapısında görmek mümkündür. Kadın mezar taşlarında başlık olarak çoğu zaman bir çiçek demetini görmek mümkündür. Bu buket içerisinde güllerin aslında bir rivayete göre sahip olunan çocuklara işâret ettiği de söylenir. Her ne olursa olsun kadın mezar taşı kitâbelerinin yapısı ve süslemesi bize Osmanlının yüksek kültür ve sanat anlayışına işaret etmektedir. ,

Mustafa YILMAZ 01 Temmuz