162. Sayı: "Niyetteki Kudsî Güç"Bu Sayıyı Satın Al
Konu resmiNazar ve niyet üzerine...
İtikadKültür ve Medeniyet

Ramazan ayını idrak ettiğimiz şu mübarek günlerde, iki üç aydır dünyayı meşgul eden virüsün de etkisiyle, insan tekrar özne olmaya başladı. Neden mi dersiniz? Çünkü insan, uzun zamandır unutulmuş, üzerinden gün­dem oluşa da gündemin dışında tutulan, bu­na bağlı olarak her bir insan ferdinin de kendisini unuttuğu adeta insansız bir dünyada yaşıyorduk. Korona her ne kadar ekonomi ve bir derece askeri bağlamında konuşulur olsa da insanı öne çıkardı. İzole, sosyal mesafe, temassız yaşam gibi insanı insandan ve etraftan uzak tutan kavramlarla aynı cümlede kullanılsa da iletişim, pozitif, maske vb. kelimelerle ve saylar üzerinden ona vurgu yapıldı. Ve Ramazan-ı Şerif ile müşerref olduk. Sosyal alanlar nispeten kapalı da olsa her şey yeni bir düzen içerisinde saf tutmaya başladı. Bütün programlar ve alışkanlıklar yeniden tanzim edilir oldu. Ramazan’ın öznesi de elbette ki insandır ve yine öyle oldu. Etrafı, çevreyi, hastalıkları, biyolojiyi, fizyolo­jiyi çok ve sık olarak konuştuğumuz bütün bu süreçler içerisinde söz insana gelip dayandığında öne çıkan başka bir konu daha var ki o da insanın asıl tarafı, ruhu ve ruha ait olan şeyleri... Evet, insan bu dünyada belirli süre bir hayat sürüyor. Sonra ecel gelip, ahiret yurdu için biletini kesiyor. İnsan ahiret yolculuğunda yanında sadece amellerini götürebiliyor; ama iyi ama kötü… Özneleşen insanın öznesi de fiil ve hareketleri oluyor normal olarak. İş burada bitiyor mu? Hayır! Neden? Çünkü fillerin sadece yapılması değil, yapılmasındaki niyet ve nazar asıl belirleyen olduğunu Rabbimiz Şura Suresi, 20. ayette şöyle buyuruyor: “Kim ahiret kazancını istiyorsa, onun kazancını artırırız. Dünya kazancını isteyene de dünyalık veririz; ama onun ahirette bir nasibi olmaz.” Peygamber Efendimiz (sav) de Hz. Ömer (ra)’ın rivayet ettiği bir hadis-i şerifte mezkûr mevzuu şöyle beyan etmiştir: “Ameller niyetlere göre değer kazanır. Kişi neye niyet ettiyse onun karşılığını alır. Kimin niyeti Allah’a ve Resul’üne kavuşmak, onlara hicret etmekse, eline geçecek sevap da Allah’a ve Resul’üne hicret sevabıdır. Kim de elde edeceği bir dünyalığa veya evleneceği bir kadına kavuşmak için yola çıkmışsa, onun hicreti de hicret ettiği şeye göre değerlenir.” Bir gün gelecek ve dünyadan hicret edeceğiz, ahirete gideceğiz, istesek de istemesek de… her kim olursa olsun, ne yaptığı değil, hangi niyetle ve niçin yaptığı ehemmiyet arz etmektedir. Herkes kendisini yine kendisi bilir ve ameller niyetlere göredir. Hem “Velâyetin kerameti olduğu gibi, niyet-i hâlisanın dahi kerameti vardır. Samimiyetin dahi kerameti vardır.” İhlas ve samimiyet ise, sadece Allah için istemeyi, Allah için yapmayı ifade eder. İhlassız yapılan iş ve ameller ne kadar çok da olsa, esasta hiçbir ehemmiyeti haiz değildir. Hasılı dostlar dünya, siyaset, ekonomi, imtihan, dijital dünya vs. vs. bizi yani insanı bulmuşken hazır, biz de kendimizi bulmamız, bizdeki özneye “niyete ve nazara” yoğunlaşmamız hayati önem taşımaktadır. Günlük koşuşturma ve gafletten dolayı yakalamakta zorlandığımız, büyük zatların çilehanelere çekilerek, erbaine girerek, itikafa çekilerek aradıklarını buldukları ortam, atmosfer bizler için hem virüs hem de idrak ettiğimiz Ramazan ile birlikte hazır önümüze kadar geldi. Kendimizi ister istemez içinde buluverdik. Gelin bu fırsatı değerlendirelim. Ramazanımızı itikaf, evde kaldığımız günleri çilehane / erbain bereketiyle geçirelim. Kendimize gelelim. Kendimizi bulalım. İç dünyamızda huzuru yakalayalım. Nazar ve niyetlerimizi netleştirip kalan ömrümüzü Allah için tanzim ve sarf edelim… Ramazan-ı Şerifinizi tebrik eder, maddi manevi sağlık ve afiyetler dilerim.  

Metin UÇAR 01 Mayıs
Konu resmiTarihten Sayfalar
Tarih

Mekteb-i Tıbbiyye-i Şâhâne Mekteb-i Tıbbiyye-i Şâhâne, tıp eğitimi vermek üzere Sultan II. Abdülhamid Han tarafından yaptırılan bir tıp fakültesidir. Yapımına 1894’te başlanmış ve 1903 yılında ta­mamlanmıştır. Mekteb-i Tıb­­biyye-i Şâhâne adıyla eği­ti­­me başlanan külliyeyi, döne­min önde gelen mimarlarından Alexandre Vallaury ve Raimondo D'Aronco tasarlamışlardır. Fakülte bina­sı, Haydarpaşa Askerî Hasta­nesi ve Selimiye kışlasının mimarî tarzına benzer özellik göstermektedir. Toplamda 80 bin metrekarelik arsa üzerinde inşa edilmiştir. Dört kenarı koridorlarla çevrili dikdörtgen bir iç avlusu ile 54 bin metrekarelik inşaat alanına sahiptir. Mekteb-i Tıbbiyye-i Şâhâne, 1903-1909 yılları ara­sında Askerî Tıp Mektebi iken bu tarihten sonra bir sivil tıp mektebi olarak da hizmet vermiştir. Bünyesinde cerrahhane de barındıran Mekteb-i Tıbbiyye-i Şâhâne, botanik bahçesi ve tıbbî bitkileri ile eczacı yetiştirilmesine de katkı sağlamıştır. Binanın hemen civarında bir baytar mektebi kurulmuştur. Karşısında bulunan Haydarpaşa Asker Hastanesi ile yeraltı tüneli ve raylı sistem vasıtasıyla bağlantı sağlanmıştı. Bu sebeple bu hastane, öğrenciler için eğitim hastanesi olarak kullanılmıştır. Almanca, Fransızca ve Türkçe dillerinde eğitim verilen bu Tıp Mektebi’nden birçok siyasetçi ve bilim adamı yetişmiştir. 1933 yılına kadar tıbbiye olarak hizmet veren Mekteb-i Tıbbiyye-i Şahane, 1933-1983 yılları arasında Haydarpaşa Lisesi olarak eğitim vermiştir. 1983 yılında ise Marmara Üniversitesi’ne tahsis edilerek içerisinde Tıp Fakültesinin de bulunduğu eğitim külliyesi olarak hizmet vermiştir. Marmara Üniversitesi adına tahsisli olan Haydarpaşa Külliyesi, 15 Nisan 2015 tarihli Resmî Gazetede yayımlanarak yürürlüğe giren 27.03.2015 tarih ve 6639 sayılı Kanun gereğince sağlık temalı olarak kurulan ilk devlet üniversitesi olan Sağlık Bilimleri Üniversitesi’ne Mekteb-i Tıbbiyye-i Şâhâne adıyla hizmet vermek üzere tahsis edilmiştir. 3 Mayıs 1506Mekke Emiri Şerif Ebu Nümey doğdu Şerif Ebu Nümey, Şerif II. Berekât’ın oğludur. Yavuz Sultan Selim’in Mısır’ı fethinden sonra emirliklerini tasdik ettirmek ve itaatlerini bildirmek üzere Kahire’ye gitti. 5 Temmuz 1517’de Kahire’ye gelen Ebû Nümey, 6 Temmuz’da divana davet edildi. Burada babasının hediyelerini, Kâbe’nin anahtarlarını ve bazı mukaddes emanetleri Padişaha sunarak bağlılığını bildirdi. Kendisine büyük hürmet gösterildi. 12 Temmuz’da tekrar Padişahın huzuruna çıkıp el öptükten ve hil‘at giydirildikten sonra Mekke’ye dönmesine izin verildi. Yavuz Sultan Selim, emirlik sembolü olarak Şerif Berekât’a götürülmek üzere berat ve hil‘at vermiş, Haremeyn ahalisine dağıtılmak için de 200.000 altın ve bol miktarda zahire yollamıştı. Ayrıca Kansu Gavri tarafından Kahire’de hapsedilen bazı Mekke ileri gelenlerini serbest bırakıp Ebû Nümey ile birlikte geri dönmelerini sağlamıştı. Böylece Hicaz, Osmanlı idaresine girdiği gibi Osmanlı Padişahları da “Hâdimü’l-Haremeyn” sıfatıyla anılmaya başlandılar. Şerif Ebu Nümey, 23 Ocak 1584’de Vâdilibâr’da vefat etti; cenazesi Mekke’ye getirilerek Muallâ Kabristanı’na defnedildi. 19 Mayıs 1517Mısır’ın İskenderiye şehri Osmanlı hakimiyetine geçti İskenderiye, Ridâniye Savaşı’nın ardından Cafer Bey idaresindeki Osmanlı donanmasının buraya gelişiyle Osmanlı idaresine geçti. Donanmanın İskenderiye’ye vardığını haber alan Yavuz Sultan Selim de 2 Haziran’da şehre gelerek burada dört gün kaldı. İskenderiye, bundan sonra İstanbul’dan Kahire’ye uzanan deniz yolu üzerinde önemli bir liman olarak gelişmeye başladı. Hayır Bey’in beylerbeyliği zamanında bir Memlük emîri tarafından yönetilen şehrin liman gelirleri, Kanûnî Sultan Süleyman devrinden itibaren devlet adına alındığı gibi bu işlerle ilgili olarak buraya bir emin tayin edildi.   15 Mayıs 1948Büyük Felaket:Nekbe I. Dünya Savaşından sonra Filistin’de bir manda yönetimi kuran İngiltere, 15 Mayıs 1948’de manda yönetimine son vereceğini açıkladı. Bunun üzerine siyonist terör örgütleri (Irgun, Stern), Yahudilere ayrılan toprakları ve mümkün olduğu kadar daha fazlasını belirlenen gün gelmeden ele geçirmek için harekete geçtiler. Özellikle Nisan 1948’de iyice şiddetlenen çatışmalarda Arap halkını yok etmeye yöneldiler. Deir Yassin katliamında (9 Nisan 1948) çoğu kadın ve çocuk 254 kişi şehid oldu. 14 Mayıs’a kadar siyonistler Taberiye, Safed, Samakh, Hayfa ve Yafa’ya hâkim oldular. İngiltere’nin Filistin’den çekilmesinden birkaç saat önce Tel Aviv’de toplanan Yahudi Millî Konseyi (Vaad Leumi) yayımladığı deklarasyonla İsrail Devleti’nin kurulduğunu ilân etti. Amerika Birleşik Devletleri, bağımsızlığın ilânından on bir dakika, Sovyetler Birliği de bir gün sonra İsrail’i tanıdıklarını açıkladılar. Bağımsızlıkla birlikte David Ben Gurion başkan­lığında geçici bir hükümet kuruldu.

Ahmed Said GÜNDÜZ 01 Mayıs
Konu resmiNiyetteki Kudsî Güç
Kültür ve Medeniyet

Arkadaş! Bu niyet meselesi, benim kırk senelik ömrümün bir mahsulüdür. Evet, niyet öyle bir hâsiyete mâliktir ki, âdetleri, hareketleri ibadete çeviren pek acîb bir iksir ve bir mayadır. Ve kezâ niyet ölü ve meyyit olan hâletleri ihya eden ve canlı, hayatlı ibâdetlere çeviren bir ruhtur. Ve kezâ niyette öyle bir hâsiyet vardır ki, seyyiatı hasenata ve hasenatı seyyiata tahvil eder. Demek, niyet bir ruhtur. O ruhun ruhu da ihlâstır. Öyleyse, necat, halâs, ancak ihlâsladır. İşte bu hâsiyete binaendir ki, az bir zamanda çok ameller husule gelir. Buna binaendir ki, az bir ömürde Cennet, bütün lezâiz ve mehâsiniyle kazanılır. Ve niyetle insan daimî bir şâkir olur, şükür sevabını kazanır.”Mesnevi-i Nuriye Şüphe yok ki, tüm eylemler, hareketler ve ameller niyet denilen bir başlangıç noktasından yola çıkar. Hangi bilinç seviyesinde olursa olsun, her varlığın ve mahlukun yaratılıştan ödünç aldığı ruhsal ve manevi bir güçtür bu. Bir tohumun bir ağaca dönüşüp meyve vermesine kadarki tüm süreç, tohumun kalbinde gizli bir niyetin vücuduna delalettir. İster fail ister münfail olsun, niyet olmaksızın hiçbir şey, amel ya da süreç vücut bulamaz, bulsa da bir değer ifade etmez. Bir insanın hilkat ve fıtratında mündemiç olan büyüme, gelişme ve çeşitli hallere girebilme eğilimi de yaratılışa nakşedilmiş bir niyetin tezahürüdür. İnsanın varlığına, onu halife-i arz kılmak muradıyla üflenen ilahî nefes, bizzat bir niyet ve ilahî isim ve özelliklerin insanda yansıma bul­masını temin eden bir şereftir. O, ruh veren, can veren ve insanı hayatın en ekmeline mazhar kılan nefes ile birlikte, insanın varlığına dahil olan belki de en ilahî meziyetlerden bir tanesi niyet ve niyet edebilme kabiliyetidir. Hikmet-i ilahî, kendisini temsil yetkisi verdiği insana, o temsil vazifesini en ekmel bir surette yaparak, Rabbine ve onun rızasına liyakat kesbetmesini mümkün kılacak bir güç olarak “niyet edebilme” istidadını bahşetmiştir. Aksi takdirde insan, az bir zamanda, kısa bir ömürle, fani bir alemde hiçbir amel ve ibadetini ebede namzet, rızaya muvafık ve cenneti ve cemalullahı netice verecek bir mahiyet ile buluşturamayacaktı. İnsanın ebed aleminin rahmet, feyiz ve lütuflarla dolu memleketi olan cennete davet edilmesinin belki de en büyük sâik ve şâiki “küllî bir niyet” maharetidir. Zât-ı Zü’l-Celalin en parlak burhan-ı vahdeti olan hayatın en câmiiyetli tecellisine mazhar kılınan insanın, kâinatın sultanına muhatap olabilmesini mümkün kılan en mümtaz seciyesi, niyettir. İnsanın, Rabbi tarafından imtihan edilebilmesini mümkün kılan iradesi ve iradesinin tüm şubelerinin (tercih, itaat, sakınma, isyan, kabul vs.) çekirdeği niyettir. Esma-ı hüsnanın hazinelerinden istifade ve istifaza (feyizlenmek) ederek onlara mazhar ve ma’kes olup insanı, insan-ı kâmil mertebesine eriştirecek olan, niyettir. İnsanın sırrı, özü ve gerçek benliğinin merkezi olan gönlünün iman ve küfür karşısında takınacağı tavrı tebarüz ettirerek insanı a’lâ-yı illiyin ya da esfel-i safilin gerçekliği ile karşı karşıya bırakacak olan, niyettir. Emin olunuz ki bu liste çok daha uzatılabilir. Ancak biz niyeti gerek nitelikleri gerekse yaptırım gücündeki sır açısından incelemeye, tabiri caiz ise niyetin kalbine bakmaya niyet ettiğimiz için mevzumuza tekrar dönelim. Bilmek Yetmez Yaşadığımız asır, sadece bilmenin yetmediği bir asır haline gelmiştir. İnsan, bilme konusunda bilgiye ulaşma konusunda öylesine tarifsiz bir kolaylık ve hıza kavuşmuştur ki artık bir bilgiye sahip olmanın neredeyse hiçbir seçkinlik ve fark oluşturamadığı herkesin malumudur. Bundan böyle bilgiye ve bilmeye dair olan yetkinliklere çok ciddi farklar ve nitelikler eklemek ve “nasıl” ile ilgili kısmı teferruatlı bir şekilde bu sürece dahil etmek icap etmektedir. Çünkü bilmekten ve bilgiden murat, daha iyi bir şey yapabilmek, daha iyi biri olmak ve daha mutlu ve huzurlu olabilmektir. Oysa bilgi bugün insana tüm bunlar için gerekli ve yeterli motivasyonu sağlayamamaktadır. İhtiyaç duyulan bu motivasyonu artık herhangi bir bilgiden değil çok seçkin, nitelikli ve etkin bir bilgiden ve en mühimi o bilgi ile ilgili “nasıl” kısmının vuzuha kavuşturulmasından alabileceğiz. Harekete geçiremiyorsa bilgi edin­menin, davranış değişikliği sağlayamıyorsa bilginin nasıl bir faydasından söz edebiliriz ki? İşte tam da burası, o hayatî so­ru­ları sormanın yeri. Niyet ne­dir? Nasıl bir etkiye sahiptir? Ne­den bir etkiye sahiptir? Niyet­teki gücün kaynağı ya da o gücün sebeb-i husulü nedir? Niyet Nedir? Nasıl Bir Etkiye Sahiptir? Ders kitaplarında niyet şöyle tarif edilmektedir; istenilen sonucu elde etmeye yönelik bir hareketin yapılması için amaçlı plan. Özellikle bilim dünyasındaki gelişmeler, insan zihninin ve duygularının atom altı dünyaya olan etkisini gözlemleme imkânı verdiği için artık niyet ettiğimizde çevremizdeki süreçleri, olayları, kişileri, nesneleri hatta mesafe tanımaksızın birçok şeyi nasıl etkilediğimizi ortaya koymaktadır. Bu gelişmeler etrafında, İnstitute of Noetic Science Başkan Yardımcısı Marilyn Schlitz’in yapmış olduğu niyet tanımı çok düşündürücüdür. “Bir nesne ya da sonuca odaklı amaç ve fay­da içeren farkındalığın yan­­sı­tılmasıdır.” Bir kişinin bir gaye için, hikmet ve fayda içe­­ren bir farkındalığı, bir bilgi­yi izhar etmesi fiziki dünyada bir etki oluşturmaktadır. İnsan, Allah’ın (cc) en büyük, en değerli, en anlamlı ve en pahalı yatırımıdır. Dolayısıyla insanı tüm kapasite ve potansiyeli ile anlamak durumundayız. İnsan bir şeye gerçekten niyet ettiğinde, yaşadığı alemde birçok sebebi harekete geçiren bir sürecin düğmesine basmış oluyor. Tıpkı biz farkında olmasak da, cep telefonumuzun bir iki tuşuna bastığımızda santralleri, baz istasyonlarını ve uyduları ha­re­kete geçirmemiz gibi. Cenab-ı Hakk’ın lütfu ihsanı olarak bu asırdaki insanlara bah­şedilen çok önemli bir ni­met şudur: Eskiden sadece bir maneviyat ya da keramet ola­­rak açıklayabildiğimiz birçok hu­su­­­sun bugün iç yüzünü, ma­hi­­ye­ti­ni ve sırrını nere­deyse göz­­­lem­­­le­yerek idrak ede­bil­mek­­­­te­­yiz. Ez­cümle; bir suya ya da yi­ye­ceğe bazı duaların ya da Kur’an ayetlerinin okunması ile umulan şifa, bereket ve muvaffakiyet gibi ihsanlar, önceden keramet veya mucize olarak al­gı­lanıyordu. Yani bilme seviye­miz ve bilgi mahiyetimiz bununla sınırlıydı. (Bunlar elbette itikadî olarak keramet veya mucize olarak algılanmasında herhangi bir beis ya da sıkıntının olmadığı şeylerdir.) Bugün ise kudsî sözlerin, güzel, mübarek ve nuranî kelamın maddeye olan tesiri laboratuvarda gözlemlenebilmekte ve deneysel or­tamlarda ispat edilebilmekte­dir. Ayrıca olumlu ve yapıcı dü­şüncenin tüm bedenimizi gerek hücresel düzeyde gerekse hormonal düzeyde nasıl iyileştirdiği yine ilmî olarak gözlem alanımızda bulunmaktadır. Ya­ni bilginin ve bilmenin gerek mahiyetinde gerekse “nasıl” so­ru­suna cevap olabilme konu­sunda ciddi bir farkındalık ya­şa­yabilmekteyiz. Şimdi bu perspektiften niyet konusuna yaklaşmaya çalışacağız. *** İlk olarak kâinatın yaratılışını netice veren İlâhî niyeti anlamaya çalışalım. Hepimizin bildiği gibi âlemin yaratılışı, bilinmeye niyet etmiş bir Zât’ın (cc) iradesi ile tahakkuk etmiştir. Yani âlem, bir niyetin vücut bulmasıdır. Yaradan için zaman ve sıralılık bir tesir ifade etmediği için, niyet etmesi, irade etmesi ve netice olarak yaratması aynı küllî gayenin içinde aynı anda tahakkuk eden hakikatlerdir. Yani yüce Allah’ın (cc) niyet etmesi, irade etmesi ve yaratması aynı anda gerçek olur. Yalnız biz insanlar zaman, sıra ve ölçü olmaksızın anlama imkanına sahip olmadığımız için, Allah’ın (cc) yaratma eyleminden evvel irade, iradeden evvel de bir niyet ile bunları yapması şeklinde bu tefekkürü gerçekleştirebilmekteyiz. Her hâlükârda tüm bu yaratım sürecinin temeli, tohumu ve başlangıç noktası “niyettir”. Allah’ın (cc) tüm isim ve sıfatlarının tamamı ekmel manada olduklarından, “O” her neyi niyet ederse, o şey tüm hikmet ve güzellikleri ile “tam” olarak vücut bulur. Bu niyetin, insanın yaratılışına terettüp eden ciheti ise, biz insanlara yüklenmiş olan halifelik ve temsilcilik yetkisi sebebiyle özümüze, gönlümüze yani bize üflenen ruha gizlenmiş olan niyetin kudsî gücünün keşfidir. Kısacası, kendindeki ilâhî isim, hazine ve vasıflardan bizlere bir hikmet ölçüsü ile lütfeden Allah (cc), “niyet etmek” denilen ve kaynağı bizzat kendisi olan bu güçten de lütfetmiştir. Bizim bilmemiz, anlamamız ve en önemlisi keşfetmemiz gereken şey, “Bu güç nasıl çalışıyor?” “Bu gücü gücümüz haline getirmek için ne yapmamız gerekiyor?” ve “Bu gücü gerçekten kullanmış olanların sırrı nedir?” Niyet Nasıl İşler? Öncelikle ifade etmemiz gerekir ki, niyet ilâhî bir güçtür. Bu güç bir kanun, hikmet ve nizam ile yol izler, tecelli eder. İnsan nasıl bir hayat yaşar, nasıl bir yol izler ve nasıl tercihler yapar da bu kudsî güç kendisine bahşedilir. Bilmemiz gereken birinci nokta, niyet gücü insana üflenen ilâhî nefes ile yani ruh ile birlikte varlığına dahil olduğu için bu güç ruhsal bir güçtür. Mekânı kalptir, bir diğer ifade ile gönül. Bu da bize gösteriyor ki, bir kalp o ulvi niyet gücünün kendisinde yansıması için ne kadar hazır hale gelirse, ne kadar ihlas sırrına ererse, o güç o kalbe telemmü’ eder (o kalbe doğru bir parıltı olarak yansımaya başlar). Mesela bir havalimanı gerek teknik yeterlilik gerekse pist uzunluğu bakımından ne kadar uygunsa, bir uçağın, hatta büyük bir uçağın inişine o kadar hazır sayılır. Kalp de, ilâhî, rahmânî ve nurânî tecelliler için ne kadar hazır olursa bir takım manevî hâsse, latife ve sırların tecellisi o kadar mümkün olur. Kalbin hazır olması ne demek? Kalbin hazır olması evvela, her amelde, her duygu, her düşünce ve her anda Allah’ın (cc) rızasının esas maksat yapılması demektir. Allah’ı (cc) razı etmekten ve O’nu hoşnut etmekten daha sevimli, daha önemli, daha kıymetli ve daha makbul bir durumun mevcut olmadığını derin ve kuvvetli bir yakîn ile bilmek ve öylece yaşamaktır. Kısa bir süreliğine bu dünyada bulunan bir insan, bazı şeyleri, bazı gayeleri Rabbinin rızasından daha sevimli veya daha öncelikli görüyorsa, o kişinin kalbindeki ihlas zedelenmiş olacağından, niyetteki kudsî güçten mahrum kalacaktır. Rabbinin rızasını önceliği bilen kişinin yaşaması, tam bir bütünlük ile yaşamak demektir. Zandan, yargıdan, riyadan, şirk-i hafiden, ucbdan, süm’adan ve her türlü nefsî dolambaçlardan uzak bir hayat demektir. Bu, için ve dışın birlenmesidir. Bu bütünlük, ikinin bir edilmesidir. Söylediklerinden ve yaptıklarından başka/farklı bir iç’in bu­lun­mamasıdır. Kelimenin tam anlamıyla her anda ve yerde “Hak için yaşamak, Hak’la ya­şa­­mak” demektir. Bu seviyede ya­şamayı başaran bir kimse, en küçük bir şey yaparken bile Allah’ın razı olup olmayacağı mu­ha­sebesi ile yaşar. Allah (cc) ile olan ilişki ve iletişiminde sürekli çevirimiçi durumunda yaşamak demektir bu. Bu öyle bir hayatın ortaya konmasıdır ki, o hayata ve o hayatın değer ve kıymetine Allah’ın (cc) tâlip olmasıdır. Bizler gerçekten hâlisen livechillah yaşamaya niyet edersek, amelimizde O’nun rızasından başka bir şey gözetmezsek, Allah (cc) her daim yoldaşımız olur. Hayatımız bir projedir. Eğer biz o hayatı doğru bir istikamette yaşamaya niyet edersek, Allah (cc) da bizim hayat projemizin yatırımcısı ve bizim proje ortağımız olur. Hz. Ebu Hüreyre (radıyallahu anh) anlatıyor: “Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki: Allah Teâla Hazretleri şöyle ferman buyurdu:” “Kim benim veli kuluma düşmanlık ederse ben de ona harp ilan ederim. Kulumu bana yaklaştıran şeyler arasında en çok hoşuma gideni, ona farz kıldığım şeyleri eda etmesidir. Kulum bana nafile ibadetlerle yaklaşmaya devam eder, sonunda sevgime erer. Onu bir sevdim mi artık ben onun işittiği kulağı, gördüğü gözü, tuttuğu eli, yürüdüğü ayağı (aklettiği kalbi, konuştuğu dili) olurum. Benden bir şey isteyince onu veririm, benden sığınma talep etti mi onu himayeme alır, korurum.” (Buhârî, Rikak 38.) Kendisi için yaşamayı bırakarak sadece Allah (cc) için yaşamayı başaran bir insan, Rabbi ile arasındaki irtibattan kendi heva ve isteklerini tamamen çıkarmıştır. Bu seviyedeki bir kimsenin her sözü, her nazarı, her sükûtu, her sükûneti iyileştiricidir, ıslah edici ve irşâd edicidir. Bu seviyede yaşayan bir kul, yukarıdaki hadis-i şerifte beyan buyurulan mertebeye eriştiğinden sözü Hak sözü, nazarı da Hakk’ın nazarı olur. Nazar ile Niyet Mahiyet-i Eşyayı Tağyir Eder Bir gün birtakım gençler eğlenmek, işret etmek için pikniğe gitmeye karar verirler, yanlarına nevalelerini ve içecekleri şarabı da alarak yola çıkarlar. Mehmed Emin Tokâdî Hazretlerinin (ks.) evinin önünden geçtikleri sırada, Tokâdî Hazretleri gençlere, “Gençler nereye gidiyorsunuz?” diye sual eder, gençler biraz panik halinde önceden az çok tanıdıkları o mübarek zâtın heybetinden de çekinerek, “Şey, pikniğe gidiyoruz hocam” derler. Bunun üzerine Mehmed Emin Tokâdî Hazretleri (ks) “Çantalarınızda ne var, der. Gençler?” diye sual eder. Gençler, “Hocam piknik için hazır ettiğimiz yiyecekler, nevaleler bir de içmek için üzüm şerbetimiz var” derler. Mehmed Emin Tokâdî hazretleri (ks) ise, “Peki, öyle olsun” der. “Selametle gidin” buyurur. Gençler oradan uzaklaşınca derin bir oh çekerler. Piknik yapacakları alana gelince yiyeceklerini yemeye başlar ve özenle getirdikleri şaraplarını kadehlere doldururlar. Birkaç lokma yiyip şaraplarını yudumladıklarında, ağızlarına aldıkları içeceği büyük bir şaşkınlıkla tükürürler. Panik halinde birbirlerine sorarlar, “Biz yanımıza şarap almamış mıydık?” “Evet şarap almıştık. Peki, şişelerde neden şarap yerine üzüm şerbeti var?” diye düşünürken gençlerden biri uyanır. “Evet ya, hoca efendi, biz ona üzüm şerbetimiz olduğunu söyleyince o da bize öyle olsun demedi mi? Dediği gibi, şarabımız üzüm şerbeti oldu” der. Yaşadıkları bu hadise sebebiyle büyük bir pişmanlık içinde nedamet eder ve tövbe ile o alışkanlıklarını terk ederler. Bu hâdise kerametli bir hadisedir, doğru. Ancak bugün bizler niyetin içindeki kudsî gücün maddeyi nasıl etkilediğini ilmen idrak edebiliyoruz. Bediüzzaman Hazretleri, “Nazar ile niyet mahiyet-i eşyayı tağyir eder” der, Mesnevi-i Nuriye’de. Yukarıdaki örnekte olduğu gibi, Mehmed Emin Tokâdî Hazretleri, ıslah edici bir nazar ve halis bir niyet ile “Öyle olsun” dedi, o anda o niyetin ind-i İlâhîdeki makbuliyeti münasebetiyle, ayrıca hadis-i şerifte beyan buyurulan, “Ben bir kulumu sevdim mi onun konuşan dili olurum” ifadesinden hareketle “Öyle olsun” sözünü sanki Cenab-ı Hak zikretmişcesine, eşyanın mahiyetini değiştiren o kudsî güç devreye girmiş şarabı şerbet eylemiştir. *** Niyet, yapılan amelin hem mahiyetini hem de akıbetini tayin eden büyük bir güç ve öneme sahiptir. Zahiren, cihad ehli olup cengaverce savaşan bir kimsenin niyeti o kişinin akıbetini belirler. Aşağıdaki örnek bunun için manidardır. Kuzman, herkesin cesaret ve kahramanlığı ile bildiği bir kimseydi. Peygamberimiz (sav) daha önceden onun cehennem ehli olduğunu söylemiştir. Kuzman, bir savaş sonrası ağır yaralı bir hâlde iken, biri der: “Vallahi, bugün büyük cesaret gösterdin. Müjdeler olsun sana.” Kuzman der: “Ne müjdesi? Ben ancak kavmimin şerefi için savaştım. Yoksa savaşmazdım.” Daha sonra, yarası şiddetlenince, acıya dayanamaz, kendini öldürür. (İbnu Hişam, III, 93-94) Cihad meydanında ölüp cehenneme gitmek de yatağında halis bir şehit olma arzusu ile ölüp şehit sayılmak da niyetin kerametidir. Allah Resulü (sav) ferman etmiş, “Kim samimi bir şekilde şehitliği istese, yatağında ölse bile Allah onu şehitler menziline ulaştırır.” (İbnu Mace, Cihad, 15; Tirmizi, Fedailul-Cihad, 19) Niyetin öyle bir gücü vardır ki, i’lâ-yı kelimetullah için ömrü cenk meydanlarında geçen Halid bin Velid’in (ra) hayatındaki şu hadise de buna başka bir delildir. Halid b. Velid (R.A) Hîre’ye gel­­diğinde Acemlerin reisine mi­­sa­fir oldu. Müslümanlar ona, “Bu acemlerin seni ze­hir­le­me­le­rin­­­den sakın!” dediler. Bunun üzerine Hz. Halid bin Velid (ra), “Bana zehir getirin!” dedi. Getirildiğinde de “Bismillah” diyerek onu içti. Ama zehir kendisine hiçbir zarar vermedi.” (Taberi, Tarih II/567) Halid bin Velid (R.A), burada halis bir niyet ile ecelin değişmeyeceğini, Allah (cc) murad etmedikçe, kuluna hiçbir zararın temas edemeyeceğini, tamamen Allah’ın (cc) varlığına bir ispat gayesiyle ve aynı zamanda bir tebliğ şuuru ile davranmıştır. Niyet, mahall-i iman olan kalbin eylemidir. Cenab-ı Hak, hakiki bir iman ile dolu bir kalbin hiçbir niyetine bigâne kalmaz. Latıyfü’l-Habir olan Allah (cc), kalpteki en ince meyil ve duyguları bildiği için, her niyete, niyet edenin kâmeti nispetinde mukabele eder. Cenab-ı Hak, kalbimizi razı olduğu/olacağı niyetler, nur­lar ve feyizler ile doldursun. Âmin. Müminin Niyeti Amelinden Hayırlıdır Niyet, fani bir alemde kısa bir ömürle cennetin lütfedilmesine vesile olan -tabiri caiz ise- tıpkı asa-yı Musa (as) gibi, temas ettiği her şeye mucizevî bir etki yapmakta ve onu ebede namzet bir mahiyete kalb etmektedir (dönüştürmektedir). Mesela, “Eğer desen, şu külli hadsiz nimetlere karşı nasıl şu mahdut ve cüz’i şükrümle mukabele edebilirim? El-ce­vap: Küllî bir niyetle, hadsiz bir itikadla. Meselâ, nasıl ki bir adam, beş kuruş kıymetinde bir hediye ile bir padişahın huzuruna girer. Ve görür ki, her biri milyonlara değer hediyeler, makbul adamlardan gelmiş, orada dizilmiş. Onun kalbine gelir: ‘Benim hediyem hiçtir, ne yapayım?’ Birden der: ‘Ey seyyidim! Bütün şu kıymettar hediyeleri kendi namıma sana takdim ediyorum. Çünkü sen onlara lâyıksın. Eğer benim iktidarım olsaydı, bunların bir mislini sana hediye ederdim.’” (Sözler) Gerek Ettehiyyatü duasında bütün hayat sahiplerinin hayatları ile îfâ etmekte oldukları hamd ve tesbihleri hepsi adına Rabbimize sunma gayretimiz, gerekse zikir, dua ve salavatlarımızın sayısız bir değer görmesi umuduyla ifade ettiğimiz, ağaçların yaprakları adedince, denizlerin dalgaları adedince, yağmurların damlaları adedince gibi kelimeler, niyetimizin hadsiz bir mahiyette olduğuna delil olsun ve öylece kabul görsün istiyoruz. “Nebâtâtın tohumları ve çekir­dekleri, onların niyetleridir. Me­­se­lâ, kavun, kalbinde, nüve­ler su­re­tinde bin niyet eder ki, ‘Yâ Hâlıkım! Senin Esmâ-i Hüs­­nâ­nın nakışlarını yerin bir­çok yerlerinde ilân etmek iste­rim.’ Cenâb-ı Hak, gelecek şey­le­rin nasıl geleceklerini bil­diği için, onların niyetlerini bil­fiil ibadet gibi kabul eder. ‘Mü­mi­nin niyeti amelinden hayırlıdır’ şu sırra işaret eder.” (Sözler) Hem niyet o kadar mühim bir eylemdir ki, neredeyse tüm iba­detlerde esas olmuş hatta namaz ibadetinin 12 farzından birisi kılınmıştır. Dünyevî Ameller, Güzel Bir Niyetle İbadet Hükmünü Alır Namazını kılan bir kul, ebedî bir hayatı kazanmak için hemen her fırsatı değerlendirmeyi düşünmelidir. Bu makamda, Bediüzzaman Hazretlerinin (ks) 4. Söz’de ifade ettiği “Namaz kılanın diğer dünyevî amelleri güzel bir niyetle ibadet hükmünü alır” hakikati, bu manada muhteşem bir fırsattır. Yapacağımız tek şey, ciddi bir farkındalık ve disiplin içinde davranarak, mübah yani sevap ya da günah sayılmayan dünyevî işlerimizin tamamını sevaba dönüştürecek bir niyet ehli olmaktır. Mesela kıyafetlerimizi giymek mübahtır ama bizler kıyafetlerimizi giyerken bu işi, Cenab-ı Hakk’ın “avret yerlerimizi örtmemiz” ile ilgili emrine itaati niyetlenerek yaptığımızda, o basit iş/âdet bir anda bir ibadet oluyor. Mesela yemek yemek mübahtır. Bizler yemek yerken yediğimiz yemekle daha da güçlenerek taat ve ibadette daha faal olmaya niyet ettiğimizde, yemek yeme eylemi, farz olan namaz ibadetine vesile haline getirildiği için sevaba dönüşür. Zira fıkıhta bir kaide vardır, “maksat ibadet ise vesilesi de ibadettir”. Namaz kılması şartıyla bir kulun mübah fiilleri, sözünü ettiğimiz niyetlerle taçlandığında ibadet değeri taşır, o kıymette olur biiznillah. İnsan halis bir niyette bulunduğunda Cenab-ı Hak, nurânî bir tesir ya da varlık yaratır. Kişi bu niyete muvafık bir tarzda harekete geçer ve o niyeti amele dönüştürürse hem niyeti hem ameli sebebiyle ayrı ayrı ve kat kat ecir ve sevap kazanır. Kişi, kötü bir niyette bulunduğunda bu defa Allah (cc), kötü yani nurânî olmayan belki mülevves olan bir tesir ya da varlık yaratır, kişi bu kötü niyeti amele dönüştürmediği takdirde (sadece düşünce ve niyet seviyesinde kalması durumunda) o kulunu affeder, o menfi mahluk ve etkiyi de yok eder. Bediüzzaman Hazretleri (ks) gibi bir zatın, benim kırk sene­lik ömrümün bir mahsulüdür diye ifade ettiği niyet bahsi, ger­çekten hayatın en mühim sır­larından biri olmakla beraber, her an kendisi ile sınandığımız bir hakikattir. Haddi zatında, sırr-ı teklife medar olan dünyadaki mevcudiyetimiz, belki sadece ve sadece niyetimizi ortaya koymakla ihsas-ı rey ettiğimiz, hangi cephede olduğumuzu aşikâr eylediğimiz, hangi suyun sakası olduğumuzu âleme ilan ettiğimiz sırlı bir anlamı ifade ediyor. Aslında bizler bu dünyaya sadece niyetimizi -tıpkı bir bayrak gibi- dalgalandırmaya geldik. Amellerimizde elbette kusurlar, noksanlar ve yanlışlar olabilir. Ancak tüm bunların küllî bir kulluk niyeti içinde mütalaa edilmesini istiyorsak, her an uyanık olmanın, her an aklımda demenin ve en önemlisi her an bu fani alem­den göçüp gideceğimizin idrakinde olarak yaşamak mec­buriyetindeyiz. Sözlerimizi Hz. Peygamberimizin (sav) Sahih-i Buhari’de ilk sırayı almış olan şu hadisleri ile tamamlayalım. “Ameller ancak niyetlere göredir; herkesin niyeti ne ise eline geçecek odur.” Unutmayalım, niyet, ebede ta­lip olan maddî ve manevî mev­cudiyetimizi oraya salimen taşıma gücüne sahip en mühim ruhsal gücümüzdür.

Ahmet EFENDİ 01 Mayıs
Konu resmiSevgili Peygamberimiz Nasıl Kur'ân Okurdu?

Cenab-ı Hak Kur’ân-ı Kerim’de Sevgili Peygamberimize Kur’ân’ın nasıl okuması gerektiğini, Kur’ân tilavetinin usul ve kaidelerini açıkça ifade etmiş ve uyarılarda bulunmuştur. Kıraat ilmi Kur’ân-ı Kerim’in kelimelerinin ne şekilde okunacağını ve okunuş farklılıklarını tarif eden ilimdir.1 “Kur’ân” kelimesi “kıraat” kelimesi ile aynı kökten gelmektedir. Kıraat ilminin gayesi Kur’ân-ı Kerim’in kelimelerini telaffuz itibariyle doğru bir şekilde koruma altına almaktır. Ayrıca bozulmasına ve değişikliğe maruz kalmasına mani olmaktır.2 Sevgili peygam­berimizden nasıl geldiyse öylece muhafaza etmeyi temin etmektir. Kıraat ilmini öğrenmek ve öğretmek Müslümanlar üzerine farz-ı kifayedir. *** Kur’ân-ı Kerim âlemlerin Rabbi tarafından insanlara doğruyu, istikameti ve hakikati ders vermek için gönderilen mukaddes bir kitaptır. Sözlerin en güzeli ve apaçık bir nur olan Kur’ân-ı Kerim gönüllere şifa, müminlere rehber olarak indirilmiş mübarek bir zikirdir.3 Yüce dinimiz İslam’ın en temel kaynağı olan Kur’ân-ı Kerim, bir ümmi olan Sevgili Peygamberimize Rabbimiz tarafından Cebrail (as) vasıtasıyla peyder­pey indirilmiştir. Bu suretle, Resul-ü Ekrem efendimiz Kur’ ân-ı Kerim’in tilavet eğitimini doğrudan doğruya vahiy meleği Cebrail’den (as) talim etmiş olmaktadır. Cebrail (as) Allah-ü Teâlâ’dan Kur’ân’ın nasıl okunması gerektiğini talim ettiyse aynı şekilde Allah Resulüne arz etmiştir. Sevgili Peygamberimiz de Sahabe Efendilerimize öylece nakletmiştir. Bu sebeple birebir muallim tarafından talim edilen Kur’ân tilavetinde fem-i muhsin denilen eğitilmiş bir ağız çok önem arz etmektedir. Cebrail’in (as) her sene pey­gam­berimizle beraber Kur’ân’ın nazil olan kısmını karşılıklı olarak okumasına arz denilmek­tedir. Bir nevi kontrol gibi olan bu uy­gulama, Peygambe­ri­mi­zin ve­­­fat ettiği sene iki defa ol­muş­tur.4 Aynı şekilde Saha­be Efen­di­lerimizin Resul-ü Ek­rem’e Kur’ân’dan ezberledikleri yerleri dinleterek kontrol ettirmelerine de arza denilmektedir.5 Bu usul Kur’ân öğreniminde esas haline gelmiş ve günümüze kadar bu metod takip edilmiştir. Günümüzde Kur’ân tilaveti dinleme (mukabele) geleneği asr-ı saadetten bizlere miras kalan mübarek bir uygulamanın devamıdır. *** Cenab-ı Hak Kur’ân-ı Kerim’ de Sevgili Peygamberimize Kur’ ân’ın nasıl okuması gerektiğini, Kur’ân tilavetinin usul ve kaidelerini açıkça ifade etmiş ve uyarılarda bulunmuştur. “(Ey Habîbim!) Sana vahye­dil­­­me­si tamamlanmadan ön­ce Kur’ân(ı okuma)da acele et­­­me!”6 “(Kur’ân’ı) acele (ezber) et­mek için, dilini onunla kı­mıl­dat­ma!”7 “İnsanlara onu (iyice an­la­ya­bilmeleri için) dura dura oku!”8 “O halde onu (sana) oku­­­­­duğumuz zaman, artık (sen) onun okunuşunu takîb et!”9 “Ve o Kur’ân’ı tertil üzere oku!”10 Ayet-i kerimede geçen tertil ifadesi, bir şeyi düzen ve ahenkle, kusursuz bir şekilde beyan etmek manasına gelir. “Tertil üzere okumak” ise kelimeleri birbirine karıştırmadan, tecvit kurallarına riayet ederek, harflerin hakkını vererek tane tane okumak demektir.11 Sevgili Peygamberimiz her konuda olduğu gibi, Kur’ân tilaveti konusunda da ümmetine tam bir örnek olmuştur. Sevgili Peygamberimizin Kur’ân’ı nasıl tilavet ettiğine dair Sahabe Efendilerimizin gözlemleri şöyledir: Sevgili Peygamberimiz Kur’ân’ı Kerim’i tane tane,12 uzatılması gereken yerlerde uzatarak,13 durulması icab eden yerlerde durarak14 tilavet ederdi. Allah Resulü tilavet esnasında manaya çok önem verirdi. Ayet-i Kerimenin manasını derin derin düşünür, hissederek okurdu. Rahmet ile alaka­lı ayetleri okuduğu zaman Al­lah-ü Teâlâ’dan rahmet ister, dua ederdi. Azap ile alakalı ayetleri okuduğunda ise azabdan Allah’a sığınırdı. Cenab-ı Hakk’ın kusurdan münezzeh olduğunu ifade eden ayetleri okuduğunda ise onu tesbih ederdi.15 Derin derin düşünüp ağlayarak okurdu.16 Kendi ruh aleminde çok etkilendiği ayetleri okuduğu zaman onu tekrar tekrar tilavet ederdi. Bir gece namazda ‘Eğer onlara azap edersen onlar senin kullarındır; eğer bağışlarsan hiç şüphesiz sen mutlak güç sahibisin, hüküm ve hikmet sahibisin’ ayetini17 sabaha kadar tekrar tekrar okumuştur.18 Sevgili Peygamberimiz kendi­si­ni vahye bizzat muhatap his­se­diyor ve herkesten ve her şeyden önce bunu ortaya koyuyordu. Resul-ü Ekrem (sav) Hud suresinde geçen “Emrolundu­ğun gibi dos­doğru olmaya de­vam et!”19 ayetinden dolayı “Beni bu sûre ihtiyarlattı” buyur­muş­lardır.20 Sevgili peygamberimiz Kur’ân-ı Kerim’den hergün bir miktar okumayı kendisine vazife edinmiştir.21 *** Sevgili Peygamberimiz, Sahabe Efendilerimizden de Kur’ân din­lemiştir. İbn Mes’ud (ra) di­­yor ki: “Resul-ü Ekrem (sav) ben­den kendisine Kur’ân okumamı istedi. Nisâ Suresi’ni oku­­maya başladım. Surenin ‘Her ümmete bir şahid, seni de bun­­lara şahid getirdiğimizde du­rum­ları nasıl olacak’ ayeti­ne22 geldiğimde Peygamber (sav)’in gözlerinden yaşlar boşal­dığını gördüm.”23 *** Üstad Bediüzzaman Kur’ân’ı dinleme noktasında müminin nasıl bir halet-i ruhiyede ol­ması gerektiğini bir hadis-i şeriften iktibasla şöyle ifade der: “Kur’ân’ı yeni nazil oluyor gibi okumak ve dinlemek ve ondaki hitabat-ı İlahiyeyi güya geldiği ân-ı nüzulünde dinlemek ve o hitabı Resul-ü Ekrem aleyhissalâtü vesselamdan işitiyor gibi dinlemek, belki Hazret-i Cebrail (as)’dan, belki Mütekellim-i Ezeli’den (Allahu Teâlâ’dan) dinliyor gibi bir kudsî halete mazhar olur.”24 Kaynaklar: 1- Temel, Nihat, Kırâat ve Tecvid Istılahları, İfav, 2009, İstanbul,s. 852- Pakdil, Ramazan, Ta’lim Tecvid ve Kıraat, İfav, İstanbul 2017, s. 3533- Enbiya, 504- Karaçam, İsmail, Kur’an-ı Kerimin Faziletleri ve Okunma Kaideleri, İfav, İstanbul, 2015, s. 265- Temel, age., s. 36-376- Taha, 1147- Taha, 178- Isra, 1069- Taha, 1810- Müzzemmil, 411- Ünlü, Demirhan, Kur’an-ı Ke­rim’in Tecvidi, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları, Ankara, 1993, s. 2412- Tirmizî, Fezâilü’l-Kur’ân, 23; Nesâî, İftitah, 83, Kıyâmü’l-leyl, 1313- Buhârî, Fezâilü’l-Kur’ân, 29; Ebû Dâvûd, Vitr, 20; Nesâî, İftitâh, 82; İbn Mâce, İkâmetü’s- salevât, 179.14- Tirmizî, Kıraat, 1.15- İbn Mâce, İkâmetü’s-salât, 176.16- Münzirî, et-Terğîb ve’t-terhîb, II, 373.17- Maide, 11818- İbn Mâce, İkâmetü’s-salevât, 179.19- Hud, 11220- Tirmizî, Tefsîr (56), 6.21- Tirmizî, Fezâilü’l-Kur’an, 17.22- Nisa, 4123- Buhârî, Fezâilü’l-Kur’ân, 32; Müslim, Müsâfirîn, 247.24- 29. Mektub

Ahmed Hüsrev ACAR 01 Mayıs
Konu resmiHepimiz İhtiyarız
Kültür ve Medeniyet

‘Evde Kal’manın önemli olduğu bu dönemde gözler bir anda 65 yaş ve üstü ihtiyarlarımıza çevrildi. Bu süreç sosyal medyaya baygın gençlik için bir problem teşkil etmezken; ihtiyarlar için can sıkıntısına dönüşüyor. İhtiyarlar, yasaklara rağmen kendini dışarı vurmak istiyor, kuralları tanımıyor. Peki biz bu büyüklerimizi neden içeride tutamıyoruz, evde kalmalarını temin edemiyoruz? Gençler -maalesef- yalnız kalmak, tablet ve telefonuna gömülmek için fırsat kollarken, ihtiyarlar neden illa da yoğunluğa ve kalabalığa girmek istiyor? Sanırım bunun tek bir cevabı var: Sosyallik / yalnız kal­mak istememek. Evet, yalnızlık Allah’a mahsustur. İhtiyarlarımızın çoğunda okuma alışkanlığı da yok ne yazık ki; dolayısıyla bu ihtiyarlarımız kendilerini dışarıya vurmak istiyor, gözleriyle hayatı okumak istiyor, yeni bir haber duymak istiyor; hepsi bu! İşte böyle bir zamanda aklıma büyük mütefekkir Said Nur­si’ nin yazmış olduğu kıymetli bir eser olan İhtiyarlar Risalesi geldi. Bu mümtaz risaleyi yeniden okuma ihtiyacı duydum. Böyle bir atmosferde eserin önemini yeniden kavradım. İhtiyarlar Risalesi, Meryem Su­re­si’nin ilk ayetleri olan Hz. Ze­ke­riya Aleyhisselamın duası­nın bir tefsiridir. Hayatın içinde Kur’an’ın nasıl tefsir edi­­le­­bi­le­ceğinin en güzel örnek­le­rinden biridir. Said Nursi, kendi hayatından yola çıkarak, ihtiyarlığın nasıl olacağını gösteriyor bu eserinde bizlere. Risalede Kur’an’dan birçok ayetin manası tefsir edilmiş; birçok Hadis-i Şerifin manasına değinilmiş, ke­lam ilminden, sinemaya kadar birçok konuya imani çözümlemeler ve ölçüler ortaya konulmuş. Bu risalenin başka bir ilginç özelliği de, Nursi, kendi iç dünyasının kapılarını diğer eserlerinde olmadığı kadar okuyucularına açıyor. Özel duygularını paylaşıyor. Gençlik dönemimde, ilk okuduğumda kendisine olan muhabbetim bir kat daha artmıştı. İhtiyarlara olan saygım bir kat daha ziyadeleşmişti. Eski Said’den yeni Said’e geçiş döneminin ipuçları, bu sürecin bir anda değil de bir süreç içerisinde aşamalı olarak gerçekleştiğini yine bu risaleden anlamıştım. İhtiyarlarla paylaşılan ders gibi gözüken bu risale, bir o kadar da gençler için mesajlar içeriyor aslında. İmanın nuruyla hem kendisine hem de etrafındakilere ümit aşılayan bu eser, tüm insanlık için güzel bir ölçüdür. İhtiyarlar ve ihtiyarlarla hemhal olanlara güzel bir ölçüdür. Ömrü boyunca hem kendi hem de insanların faydasına bir şey ortaya koymak isteyenlerin, dikkatlice ve sindire sindire okuması gereken bir eserdir İhtiyarlar Risalesi. Eserin ikinci recasının girişinde sıralanan kelimeler ihtiyarlık, güz, ikindi vakti gibi betimlemeler, insanın ruhunu sarıyor, doğasıyla buluşturuyor; insana ölümü ve faniliği çağrıştırıyor. Dokuzuncu sözün dördüncü ve beşinci nüktesinde yer alan asr vaktiyle okunduğu zaman biraz daha anlam kazandırıyor tabii olarak. Bir diğer güzel ölçü ise, bu ri­sa­­lenin geneline de yayılmış olan enfüsi (öznel) tefekkür ile afaki (nesnel) tefekkürü bir­leş­tirmesi­nin örnekliği ve kendisiyle kâinat arasında kurduğu benzeş­medir. Bu benzeşme, insana ihtiyarlığı sevdiriyor, sevdiğini bekleyen birini gözlemlemek gibi bir duyguya kaptırıyor bir anda. “Ben ihtiyarladım, gündüz ihtiyarlamış...” gibi cümleler, Nur­si’nin eşsiz edebi yönüne vurgu yapıyor. Allah’ın kendisine tefekkür etmek için sunduğu manzaralar üzerine nasıl düşünüleceğini, nasıl bir tavır sergileyeceğini bizzat gösteriyor bu risalede. Kâinat manzaralarını restoran, kafe, eğlence merkezleri ya da man­zaraya karşı aleni olarak gü­nah işlenen yerler olarak gör­mekten öte, daha büyük bir işlevi olduğunu hatırlatıyor bizlere. “Bu son fasıldır ey gönül, nasıl geçersen geç” demekten öte; bunun tekrarı yok daha çok ibadet, daha çok tefekkür, daha çok insanlık dedirtiyor. Kâinattan ölüm dersini aldığında tahmini olarak 35-40 yaşında olan Nursi, birçok sinn-i kemale (olgunluk) ulaşmış insanın, kâinat kitabını doğru okuduğunda büyük dönüşümlere nasıl ulaşılabileceğini göstermiş bu risalede. Bu hususta, “ihtiyarlık sabahıyla uyanmak” tabirini kullanıyor. İhtiyarlığı bir uyanış olarak görüyor. İlginç bir mefhum gerçekten de... Üçüncü recada gençliği geceye benzeten Said Nursi’nin neden bu tabiri kullandığını anlamak için “Gençlik Rehberi” isimli eserini de dikkatlice okumak gerek. Gençlikte, akıldan çok hissiyatın galip gelmesi ve gençlik döneminde insanın gücü kuvveti yerindeyken kendisini Allah yolundan çevirecek bir çok imkan varken “ölüm” üzerine düşünmesi pek kolay değildir. İhtiyarlığı sabah olarak görmesi ise, ölümle gerçek bir yakınlaşma sağlıyor kuvvetli bir imanda... “İbadette gençlik kuvvetini sarf etmenin neticesi, dâr-ı saadette ebedî bir gençliktir.” Nursi, bu ifadeleriyle gençlik sermaye­si­nin çok iyi kullanılmasına dikkat çekiyor ve ikazlarda bulunuyor gençlere... İlginçtir, şiire nadiren yer veren Said Nursi, kendi yaşadığı ruh halini ifade etmek için benim de çok sevdiğim Malatyalı Niyazi-i Mısri’nin divanına atıf yapmış bu risalede. Risale-i Nurları telif etmeye başladığı zaman yanında Kur’an’dan başka bir kitap olmadığını düşünürsek, Niyazi-i Mısri divanın hepsi ya da bir kısmının hıfzında ya da belli kısımları hıfzında olması bile, oluşturulan algının aksine İslam mirasına sırtını dönmediğini, yeri geldiği zaman atıf yaptığını görüyoruz. Şiir, esere ve konuya farklı bir güzellik katmış. “Bir zaman gençlik gecesinin uykusundan ihtiyarlık sabahıyla uyandığım vakit kendime baktım, vücudum kabir tarafına bir inişten koşar gibi gidiyor. Niyazi-i Mısrî’nin; “Günde bir taşı bina-yı ömrümün düştü yere, Can yatar gafil, binası oldu viran bîhaber...” dediği gibi, ruhumuzun evi olan cismimiz de her gün bir taşı düşmekle yıpranıyor. Ve dünya ile bizi kuvvetli bağlayan ümitlerimiz, emellerimiz kopmaya başlıyor. Hadsiz dostlarımdan ve sev­dik­lerimden ayrılık zamanının yakınlaştığını hissettim. O manevi ve çok derin ve devasız görünen yaranın merhemini aradım, bulamadım. Yine Niyazi-i Mısrî gibi dedim ki: “Dil bekası, Hak fenâsı istedi mülk-ü tenim, Bir devâsız der­de düştüm, ah ki Lokman bî­ha­­ber...” “O manevi ve çok derin ve devasız görünen yaranın merhe­mi­­ni aradım, bulamadım.” Birçok in­san kendi maddi ve manevi ya­ra­larıyla yüzleşmekten kaçarken, görmezden gelirken Said Nursi, bu yaralardan kurtulmak için üzerine gidiyor, arıyor, belli bir süre bulamadığını belirtiyor. Demek aramak ayrı, bulmak ayrı, bulamamak ayrı bir imtihan. Bulamadım deyip bir köşeye çekilmektense gerekli fiili, kavli duayı yapıp Allah’a tevekkülün nasıl olacağını görüyoruz. Daha sonra bu yaralarının merheminin Sünnet-i Seniyye olduğuna işaret eden Nursi, ikinci recada farzlarını yerine getirme vurgusu varken, bu recada Sünnet-i Seniyye’ye uyma vurgusunu özellikle öne çıkarıyor. Ayrıca İhtiyarlar Risalesi’nin ge­nelinde baktığımızda Said Nur­si, kendi manevi yaralarının belirli zamanlarda tekrar nük­set­tiğini ifade ediyor: “İstanbul’da Yuşa Tepesinde, An­ka­ra’daki ehli dünya beni es­ki Said zannedip oraya gittim, İstanbul’a geldiğim vb.” gibi bir­çok yerde ve zamanda Nursi, bir­birine benzeyen ruh hallerini yaşadığını görüyoruz. “Bak ihtiyarlık şafağı kulakları­nın arkasından tulû etmeye baş­lamış, başının yarısı beyaz ke­fene sarılmış.” Evet, öyle haller var ki evveli de duâdır, ahiri de duâ...  İhtiyarlar Risalesi’ni okuyan bi­ri yaşlılara bakış açısını değiş­ti­re­bilir. Empati yapmaya vesile kılabilir. Nasıl bir şekilde yaşlanmak istediğini, nasıl yaşlanmak istemediğini, geleceğini gö­rür. Otobüse binerken ya da inerken, insanları iten yaşlı­lar­­dan olmak ya da otobüse bin­dikleri zaman oturacak yer bu­la­madıkları zaman ‘kalk ben oturacağım!’ tarzı emir kipli cümleleri kullanmak zorunda kalmadan, imanın nuruyla bu gününü ve yarınını nurlandırabilir. Bir Müslümana sorulan en tuhaf sorularından biri de -bana göre- “boş zamanlarınızda neler yapıyorsunuz?” sualidir. Bu soru en çok ihtiyarlara soruluyor bu günlerde. “Boş kaldın mı hemen (başka) işe koyul ve yalnız Rabbine yönel!” İşte bu süreçte İhtiyarlar Risalesi gibi İslam mütefekkirlerince kaleme alınmış eserler okunabilir. Müslüman, yaptığı işlerinde sadece Allah rızasını gözetir. Dolayısıyla mümin, ömür sermayesinin değerini bilen ve zamanını iyi değerlendirendir. Mümin, elindeki işi bitince, yeni bir iş veya ibadetin başlama zamanı geldiğini bilir. Biz burada fazla açıklama yapmadan, haddimizi aşmadan ge­ri­­sini okumak isteyenlere bıra­ka­rak, hayırlı ve huzurlu bir son vermesi için ihtiyarlarımızı Allah’a emanet edip kesiyoruz. Selam ve muhabbetle...

Mustafa KARADAĞLI 01 Mayıs
Konu resmiKrizi Fırsata Çevirelim
Kültür ve Medeniyet

“...Ve madem bu mahiyetteki nev‘-i benî-âdem, mizaç ve hilkat itiba­riyle gayet zayıf ve âciz; ve gayet acz ve fakrıyla beraber hadsiz ihtiyâcâtı ve teellümâtı olduğu halde; bütün bütün kuvvetinin ve ihtiyarının fevkınde olarak koca küre-i arz; o nev‘-i insana lüzumu bulunan her nevi‘ madenlere mahzen ve her nevi‘ taamlara ambar ve nev‘-i insanın hoşuna gidecek her çeşit mallara bir dükkân suretine getiren gayet kudretli ve hikmetli ve şefkatli bir mutasarrıf var ki, böyle nev‘-i insana bakıyor, besliyor, istediğini veriyor. Ve madem bu hakikatteki bir Rab hem insanı sever. Hem kendini insana sevdirir. Hem bâkîdir. Hem bâkî âlemleri var. Hem adâletle her işi görür. Ve hikmetle her işi yapıyor.” (Bedîüzzaman Saîd Nursî, Gençlik Rehberi, Sayfa 62) Hayatımız boyunca öyle zamanlar yaşarız ki, dünya imti­ha­nının şiddetlendiğini düşü­nürüz. Belki imtihanımızın şid­deti bir tık daha artacak olsa da­ya­na­mayacağımızdan korkarız. Bu hal, başıma veya başımı­za niçin geldi diye kendimizi hesaba çekeriz kimi zaman da. Gelen musibetten salimen çıkış yollarını ararız. Kendimizce dersler çıkarmaya çalışırız. Artık eskisi gibi umursamaz olmayacağımıza dair sözler veririz Cenab-ı Hakk’a, meleklerin şahitliğinde. Bu açılardan musibetin gelmesi istenmez ama başa geldiyse de bir hikmeti vardır. Özellikle biz ahirzaman Müslümanlarının gaf­­let uykusundan uyanmasını sağ­­la­­dığını defalarca gözlemle­mişizdir. Bu hususiyeti sebebiyle musibetler, menfî ibadet olarak vasıflandırılır. Çünkü neticesi itibariyle hayırlar geti­rirler. “Krizi fırsata çevirmek” diye meşhur bir söz var. Eğer başımıza gelen musibetleri birer kriz olarak değerlendirirsek, o zaman bu krizleri fırsata çevirmemiz gerekmektedir. Bu sayede zararlı çıkacağımızı düşündüğümüz süreçlerden, tam tersine kârlı çıkabiliriz. Peki krizleri fırsata  nasıl çevirebiliriz? Burada işin püf noktası sanırım, krizi iyi analiz etmemizden geçiyor. Öncelikle, ‘kriz’ diye vasıflandırdığımız sıkıntılı durumun artı ve eksilerini ortaya koymalıyız. Mesela eğer hastaysak, bir müd­­­det evde kalacağız demektir. Peki evde kalıyor olmamızın bi­ze ne gibi artıları olacak? Or­ta­­okul yıllarımda bizzat ya­şa­ya­rak bu faydalardan bazıla­rını müşahede ettim. Hasta ol­­duğum ve evde kaldığım za­­manlarda daha çok ders çalış­tığımı ve okul derslerimdeki im­tihanlardan da­ha yüksek puanlar aldığımı fark ettim. Bunu tüm hayatımıza teşmil ettiğimizde şu hakikatlerle karşılaşırız. Zaman zaman kişinin kendi başına kalıp, şahsî kemalatını arttırması gerekir. Muhtemelen bu açıdan en dezavantajlı asırda yaşıyoruz. Yani sosyal hayatın ve sanal alemin tavan yaptığı, ulaşım ve iletişim imkanlarının artmasıyla birlikte insanların telefonda ve sosyal medyada daha çok zaman geçirdiği ve çok fazla yer değiştirdiği bir zamandayız. Tüm bu imkanlar şahsi kemalatımıza çok az vakit ayırmamıza sebep oluyor. Bilgiye ulaşmak çok kolay, her yerde kütüphaneler var, internet üzerinden bile temel kaynaklara çok rahat ulaşabiliyoruz ama bilgiyi elde etme kaynaklarımız genelde facebook ve twitter gibi sosyal medyada slogan şeklinde yazılmış ‘caps’lerden ibaret. Bu doğruluğu şüpheli bilgilerle fikir sahibi olup, her konuda çok iyi malumatımız olduğunu zannediyoruz. Buna en güzel örnek Mevlâna Hazretleri üzerinden yaşanıyor. Birçok uy­dur­ma sözün altına Mevlâna ya­zılarak, o mübarek zata atfediliyor. Ve bu sözler üzerinden insanlar, çıkarımda bulunarak hayat felsefelerini belirliyorlar. Halbuki Mesnevî’yi açıp oku­salar, bu sözlerin Mevlâna Haz­retleri­ne ait olmadığını çok rahat gö­recekler. Uydurma söz­­lerin ba­tak­lığından kurtul­ma­­nın ça­­re­si hayatımız için öncelikli bir okuma listesi oluşturarak, bil­giyi doğrudan kaynağından al­maktır. Hususen muhtelif sebep­lerle evlerimizde kaldığımız zamanları da fırsata çevirerek, önem sırasına göre okumalarımızı yapmamız ve ilmi doğrudan kaynaklarından öğrenmeliyiz. Kur’ân-ı Kerim okumak her türlü okumanın üstündedir. Ayrıca düzenli aralıklarla oku­nan Kur’ân-ı Kerim meali, Ha­dis-i Şerifler ve ilmihal gibi kay­naklar da hayatımızda önceliğimizdir. Bunlardan sonra bizim için oluşturacağımız okuma listesinin ilk sırasında en önemli ilim olan iman ilmi ile ilgili kaynaklar gelmelidir. Asrımızda iman ilmini tahsil edeceğimiz yegâne eserin Risale-i Nur olduğunda -en azından benim için- şüphe yoktur. Bu açıdan okuma listemizin başına Risale-i Nur’u koyarak başlayalım. Oluşturacağımız okuma programıyla, Risale-i Nur Külliyatını devamlı ve bir program dahilinde okumak zorundayız. Çünkü imanımızı devamlı bir surette muhafaza etmemiz gerekiyor ve bunun için de marifetullah tahsilini hiçbir zaman bırakmamalıyız. Ardından bizim için İslamî kültürü sağlayacak İslam tarihi kitapları yer almalıdır. Burada muteber kitaplar arasında önemli bir yeri olan Mustafa Asım Köksal’ın İslam Tarihi ve Peygamberler Tarihi kitaplarını ilk sırada tavsiye edebiliriz. Peygamberlerin hayatlarından sonra Hayatü’s-Sahabe gelecektir. Onu ise, yine muteber kaynaklardan okuyacağımız İslam devletlerinin tarihi takip etmelidir. Bunların dışında her meslek erbabının kendine göre belirleyeceği okuma listeleri olabilir. Kişiler, ilgi alanlarına göre okuma listeleri oluşturabilirler. Veya fikrine, ilmine değer verilen kimi yazar, alim veya münevver kimseler tarafından hazırlanan okuma listeleri de mevcuttur. Bunlar da bizim için yol gösterici olabilir. Gözden kaçırılmaması gereken en önemli husus, ihtiyaç önceliğidir. Yani hangi bilgiye öncelikli ihtiyacımız varsa, ona dair kitaplara öncelik tanımamız lazımdır. Başımıza gelen musibetler, bize ne kadar acz ve fakr içinde olduğumuzu bir kere daha hatırlatmaktadır. İnsan, dünyanın sultanı da olsa; küçücük bir virüs, bütün saltanatını yerle bir edip dağıtabilir. Nasıl Nemrut’u topal bir sinek saltanatından ettiyse, aynen öyle de insanı aczde bırakan bir musibet geldiğinde; servet, güç ve şöhret sahibi olmak kimseyi kurtaramaz. Peki bu kadar acziyet ve zaaf içinde olan insan, niye hâlâ bu kadar dünyaya perestiş ediyor? Niye hâlâ bu kadar yüzü dünyaya dönük? Halbuki Cenab-ı Hak ihtiyacımız olan her şeyi, şu dünya bostanında bizim kullanmamız ve ihtiyaçlarımızı gidermemiz için yerleştirmiş. Rabbimiz, insana bakıyor, besliyor, istediğini veriyor. İnsanların ihtiyaçlarını karşılamaları için günaha girmelerine, birbirlerine zulmetmelerine gerek yok. Ya da fazla hırs yaparak, mal biriktirmelerine de gerek yok. Sonuçta, Rabbimiz ihtiyaçlarımızı devamlı olarak karşılıyor. Rezzâk ismiyle rızkımızı veriyor, vereceğini va’d ediyor. Üstelik şu hayatımızın geçiciliği herkesin malumudur. Ahirete nispetle dünyanın sinek kanadı kadar değeri yoktur. İki kapılı bir han gibi geçici bir konaklama yeri olan dünyadaki geçici makamlar için, geçici servetler için, geçici hakimiyetler için birbirimize zulmetmemize, birbirimizin hakkını hukukunu çiğnememize gerek yok. Şu günlerde kendimizi hesaba çekip, acaba zerre kadar da olsa, birinin hakkını yiyor muyuz ya da zerre kadar da olsa birinin haksız yere kalbini kırdık mı diye kendimizi muhasebe edelim. Hiçbir zaman nefsimizi pir ü pak görmeyelim. “Umumi musibetler, ekser nâsın hatasından geldiği cihetle, o insanların ekseri –kısm-ı a’zamı– tevbe ve nedamet ve istiğfar etmekle def’ olur.” (Emirdağ Lahikası, c. 1, s. 40) Bediüzzaman Hazretlerinin yu­karıda ifade ettiği gibi, krize dönüşen umumi musibetler, felaketler, salgın hastalıklar veya depremler, insanların çoğunluğunun yaptıkları hatalardan dolayı gelmektedir. Bu musibet ve felaketlere karşı maddi tedbir ve mücadelenin yanında, manevi mücadeleyi de ihmal etmemek gerekir. Aksi takdirde işin hikmet boyutu havada kalır. Gereken ders çıkarılmamış olur. Manevi mücadelenin en önemli ayağı istiğfardır. Hep beraber başta toplum olarak ve aslında dünya olarak tövbe etmeliyiz. Yaptığımız hatalardan, işlediğimiz günahlardan Cenab-ı Hakk’a sığınmalıyız. Ayrıca asrımızın en büyük iki manevi hastalığı olan ve bütün dünyayı saran ‘imansızlık’ ve ‘sefahet’ hastalıklarına karşı iman-ı tahkikiyi elde etmek için marifetullah ilmini tahsil etmek ve günahlardan kaçınmakla mücadele etmek zorundayız. Aksi takdirde, insanlık her zaman büyük felaketlerle karşılaşabilecektir. Peygamberler tarihinde bahisleri geçen ve geç­mişte helak olmuş kavim­lerin kıssaları bu hakikatin en büyük delilleri arasındadır. Onlar, onca ikaza rağmen kendilerine çeki düzen vermediler, tövbe-istiğfar etmediler. Akıbetleri berbad oldu. Akıbetimizin abad olmasını istiyorsak, musibetlerden ders çıkaralım, krizi fırsata çevirelim. Şu umumi musibetten kazançlı çıkalım inşaallah.

Arif Emre GÜNDÜZ 01 Mayıs
Konu resmiRabbimiz! Şeytanların Vesveselerinden Sana Sığınırız
İtikad

Vesvesenin Ehl-i İmana  Musallat Olmasının Hikmeti Yarattığı her şeyi güzel yapan Rabbimiz, kâinatı hayır, güzellik ve mükemmellik üzere yaratmıştır. Eşyanın vücuda gelmesinde hakiki maksat hüsündür. Kâinatta yaratılan şerler ise cüzîdir, esas maksat değildir. Yani çirkinlikler, çirkinlik için kâinata girmemiş; pek çok hikmetleri içinde barındıran bir maksatla vücuda gelmişlerdir. Bu sırra göre şeytandan gelen vesveseler dahi bir hikmete binaen gelmektedir. Evet, vesveseler, müminleri (aşırıya kaçma­mak ve vesveseye mağlup olmamak kaydıyla) rehavetten kurtarır.  Müteyakkız olmaya vesile olur. Tembellikten uzaklaştırır. Gayrete getirir. Araştırmaya sevk eder. Lakaytlığı atar. Ciddiyete davet eder. Cenâb-ı Hak, Kur’an-ı Kerim’de  وَ قُلْ رَبِّ اَعُوذُ بِكَ مِنْ هَمَزَاتِ الشَّيَاطٖينِۙ  “Ve de ki: Rabbim! Şeytanların vesveselerinden sana sığınırım.”1 buyurmaktadır. Müfessirler “hemezât” kelimesinin ço­ğul olarak gelmesi, şeytanın ves­veselerinin birçok çeşidi olduğunu vurgulamak içindir, demişler. Zira şeytanın kıyamete kadar insanları aldatacağına yemin etmesi, mühim işlerde, sekerât anında, bela, musibet ve yokluk zamanlarında şaşırtmak için insana defaatle vesvese vermesine binaen, Ce­nab-ı Hak, kullarına şeytanın şerrinden Rab­lerine sığınmaları gerektiğini ifade etmiştir. O halde insan her fırsatta şeytanın vesvesesinden Rabbine sığınmalıdır.2 Vesveselere Karşı Mücadele Yöntemi Başımıza gelen musibetlerle baş edebilmek, karşılaştığımız sıkıntılara karşı göğüs gerebilmek için, öncelikle musibetin ve sıkıntının mahiyetini kavramamız gerekir. Vesvese yapılan konuda bilgi sahibi olmak bizi onun zararından korur. Bilgisizlik, vesveseyi davet eder. İlim ise kovar. Sevgili Peygamberimiz (sav) “İlim cennet ehlinin feneridir”3 buyuruyor. O halde vesvese karanlığına, ilim feneriyle karşı koymak lazımdır. Vesvesenin zararından kurtulmanın önemli bir noktası da ona ehemmiyet vermemektir. Zira ehemmiyet verdikçe bü­yür, şişer. Ehemmiyet verilmez­se küçülür, dağılır. Nasıl ki insan, arı kovanına ilişse, arılar insanın başına üşüşürler. İnsan aldırmazsa dağılıp giderler. Evet, insana gelen vesveseler arı gibidir. Eğer üzerinde çok durulur ve uğraşılırsa, ehemmiyet verilip büyütülürse insanın kuvve-i maneviyesi kırılır. Aklını, sıhha­tini ve bütün malını bu yolda kaybedebilir. Vesveseyi gözümüzde büyütmek, vesveseye mağlup olmak demektir. Nasıl ki engin ve yakın bir tepeye çıkmaya niyet eden bir insan o mevkii gözünde büyütse, yüksek ve sarp bir dağ suretinde hayal etse o tepeye çıkmaya mecali kalmaz. Yola koyulmadan yorulur, vazgeçer. Aynen öyle de vesvese gözlerde büyütülürse kurtulması zorlaşır. Küçük görülürse küçülür. Ondan kurtulmaya bir gayret ve şevk gelir. Korkulmayacak şeylerden korkmak insanın hayatını zehir etmek için yeterlidir. Vesvesenin özü de budur. Sivrisineğin vızıltısını işiten evhamlı bir adam, kuruntusundan o sesi kulağında büyütür, aslan kükremesi zanneder, telaşa kapılır. Boş yere endişe duyar. Yine başka evhamlı bir adam, vasıtaya her bindiğinde hayalen salâsını işitip titrese hayat o insana zindan olur. Vesveseden gelen bu çeşit korku, kişiyi hasta eder. İşte vesveseye karşı en büyük silahlardan birisi de ondan korkmamaktır. Hayal Hüküm Değildir, Mesuliyeti Yoktur Kalp, mahall-i imandır. Şeytan ise, iman yüklü kalbi bozmak ve zehirlemek için sinsice çalışmayı (Rabbimizin izniyle) kendine vazife bilmektedir. Bu suretle şeytan müminin kalbine şüpheler atmaktadır. Mümin, imanının kuvvetiyle ve sağlam itikadıyla tuzağa düşmezse, bu sefer şeytan hayal vasıtasıyla, çirkin ve pis hatıraları ve edebe aykırı nahoş halleri canlandırmaya çalışmaktadır. Vesveseli şahıs, şeytanın bu hilesi karşısında, Cenab-ı Hakka karşı edepsizlik yapıyorum zannına kapılarak ümitsizliğe düşer. Korkulu ve endişeli halden kurtulmak için huzurdan kaçar, gaflete dalmak ister. Mümin bu vaziyetten kurtulmak için öncelikle bu batıl tasvirin ve bu pis hayalin bir hüküm olmadığını, yalnızca tahayyülden ibaret olduğunu bilmesi lazımdır. Buradaki tahayyül insanın iradesi ile bir şeyleri düşünmesi, hayal etmesi anlamında olmayıp şeytanın vesvese suretinde insanın iradesi dışında hayaline pis suretleri ve necis şeyleri getirmesi anlamındadır. Hükümden kasıt ise, hayale gelen o şeyleri tasdik edip kabul etmek manasına gelmektedir. Mesela şeytan tarafından müminin hayaline Cenâb-ı Hakkın zatı hakkında itikadı bozacak ve imanı zedeleyecek bir vesvese getirilse, bu bir tahayyül olduğu için ve irade dışında gerçekleştiği için, mümin bu gayr-i ihtiyari olan hayalden dolayı mesul olmaz. Mesul olması için, bu hayali iradesiyle sürdürüp sonra kalbiyle tasdik etmesi lazım gelir. Onun için diyebiliriz ki şeytanın vesvesesi ile çirkin ve necis şeyleri hayale getirmesi insanı küfre götürmez. Peki, mümin bu düşüncelerin kendi mahsulü olmadığına ve imanına bir zarar vermediğine nasıl kanaat getirecek? Mümin bu sıkıcı ve boğucu halden kendini nasıl kurtaracak? Bu soruların cevabı müminin kendi kalbiyle murakabe etmesine bağlıdır. Her bir müminin kalbi böylesi necis bir tahayyülden ızdırap duyar. Şeytanın eliyle hayale gelen bu çirkin şeyler mümini rahatsız eder. İşte kalbin bu tahayyülden duyduğu rahatsızlık ve ızdırap, bu nevi tahayyülün kalbe ait olmadığının bir delilidir. Şüphe yok ki bu nevi necis hayaller şeytandan gelmektedir. O halde şeytana ait olan bu sinsi hileyi, mümin kendi kalbine hamletmemeli şeytanın bu tuzağına karşı uyanık olmalıdır. Hayallerdeki Pislikler Mukad­des Manalara Zarar Vermez Hayalleri, ihtiyari ve gayr-i ihtiyari olmak üzere iki şekilde değerlendirmek mümkündür. İhtiyari olan hayaller, insanın iradesiyle gerçekleştirdiği hayallerdir. İnsan ihtiyarıyla (iradesiyle) bir şeyi hayal etmek istediği zaman, o şeyi kolaylıkla hayal edebilir. Bu nevi hayal, insanın iradesine bağlıdır. Güzel şeyleri hayal eden, hayalinin mahsulü ile nimetlenir. Güzelliklere ve iyiliklere nail olur. Fena ve çirkin şeyleri hayal eden ise mesul olur. Günaha ve süfliyata bir yol bulur. Bu nevi hayaller mevzumuzun dışındadır. Ancak gayr-i ihtiyari olan hayaller ise insanın iradesi dışında kalbine ve aklına gelen hayallerdir. Biz burada gayr-i ihtiyari olan ve şeytanın vesvesesi suretinde insana telkin ettiği hayallerden bahsedeceğiz. Şeytanın vesvesesi suretinde ge­len hayaller, insanın iradesi dı­şında olduğu için mesuliyeti yoktur. Mesela ibadet esnasında -hususan namazda- şeytan fena ve çirkin vesveseler ile müminin kalbine ve aklına saldırır. Bu çirkin vesveseyi def’ etmekle kendini meşgul eden kimse mağlup olur. O vesveseden kurtulmanın çaresi, vesvese ettiği husus üzerinde durmamak ve ibadet esnasında -tabiri caizse- o vesveseden gelen şüphelere karşı müdafaa vaziyeti alarak uğraşmamaktır. Yukarda bahsettiğimiz gibi arılar kendileriyle uğraşıldıkça hücum ederler. Arılara karışılmadığı takdirde terk edip giderler. Evet, şeytanın vesvesesi ile gelen hayallerdeki necaset kulun ibadetinin sıhhatine zarar vermez. Namaz kılan bir kimsenin karnındaki pislik namazın sıhhatine zarar vermediği gibi, mukaddes manaların pis suretlere temas etmesi yakınında bulunması zarar vermez. Keza, tefekkürî bir ibadete dalan kimsenin hayaline şeytanın telkiniyle süfli suretler gelse, o mübarek ibadete ve o ibadetteki mukaddes manalara zarar veremez. Nasıl ki, pis bir pencereden gökyüzüne bakılsa o penceredeki pislik ne bakana ve ne de gökyüzüne bulaşmaz. Aynen öyle de o çirkin ve necis şeyler, ne mübarek manalara ve ne de müminin imanına bir zarar vermez. Aynadaki yılan ısırmadığı gibi, ateşin resmi insanı yakmadığı gibi, şeytanın bu nevi vesveseleri de mümine -Allah’ın izniyle- zarar vermez. Asıl zarar, o hayale takılıp yoğunlaşmak ve zarar edeceği zannıyla kendini harap etmektir. Hayalin Zıtları Birbirine Yakın Etmesi İnsanın hayali sınır ve engel tanımaz. Bir anda pek çok yerleri gezebilir. Kısa bir zaman diliminde muhtelif hatıralara gidebilir. Bazen küçük bir nokta ile 20 sene öncesine gider, bazen ufak bir işaretle zihinde tozlanmış olan bir hatıraya geçer. Hayalin bu hızlı intikal etme özelliğindendir ki bazen mukaddes, mübarek şeyleri görmesine rağmen bir anda pis ve necis şeyler hatırına gelebilir. Zahirde birbirine zıt ve uzak olan iki görüntü hayale göre yakındır. Hayal özelliği gereği zıtları birbirine yakın kılmaktadır. Halbuki mübarek bir görüntü içinde o pis hayal hakikatçe birbirinden uzaktır. Fakat hayalce uzaklık, yakınlık sebebi olduğu için o iki zıt şey birbirine yakın gözükmektedir. Mesela ikram edilen zemzemi duayla içen kimse, bir anda ehl-i cehennemin “Orada bir kaynar su ve bir irinden başka, ne bir serinlik, ne de bir içecek tadarlar”4 ayeti aklına gelir. Kaynağı cennet olan zemzemi içerken birden hayalen cehennemin içe­ceklerine intikal edebilir. Hâl­buki cennet ve cehennem, ak ve kara gibi küfür ve iman gibi zıt olmasına rağmen, hayal, bu zıtlığı yakınlık olarak görür ve ikisini bir yerde tutar, birbirine komşu kılar. Şeytan, hayalin bu tarz hususiyetinden çok istifade etmektedir. İbadet halinde olan bir mümin huzur-u ilahide olmasına rağmen kendini bir anda süfli ve rezil bir hayalin içinde bulabilir. Bu hayalin içerisinde olan mümin telaşa kapılmadan, aklı başına geldiğinde, hayalindeki sefil vaziyetten geri dönmelidir. En önemlisi ve en ziyade dikkat edilmesi gereken, bu hayal üzerinde yoğunlaşarak meşgul olmamaktır. Üzüntüye gark olup üzerinde yoğunlaşmak, ehemmiyet vermek, o zayıf hayali ve münasebetsiz hatırayı alışkanlık haline getirir. Hatta hastalık dercesine çıkarır. Şunu iyi bilmek lazım ki, bu kalbi bir hastalık değildir. Ve genellikle insanın iradesinin dışında gerçekleştiği için mesuliyet yoktur. Nasıl ki meleğin ilhamına mazhar olan kalp ile şeytanın taarruzuna müptela olan kalp aynıdır. Bir kalpte iki zıt vazifeleri itibarıyla komşuluk etmektedir. Mesela bir asansöre iki kişi binse, biri mümin diğeri kafir olsa, asansör bu iki şahsı beraber taşımaktan dolayı bir zarara uğramaz. Bunun gibi, o müminin imanına da bir halel gelmez. Aynen öyle de insan bir fikrin başka fikirleri çağrıştırması neticesinde nezih fikirlerinin içerisine istemediği pis hayaller gelip girer. Fakat zarar vermez. İmanî Meselelerde Vesvese Vesvesenin en tehlikeli olanı, imanî meselelerde şeytanın ehl-i imanın hayaline şüphe su­­re­tiyle verdiği vesveselerdir. Vesveseli kişi, bir hüküm ifade etmeyen ve elinde olamayarak hayaline gelen bir manayı, aklı ve kalbi bu manayı onaylamış zannederek evhama düşer. Hüküm ifade eden şeylerde kesinlik anlamı vardır. “Allah vardır ve birdir.” Bu bir hüküm cümlesidir. Keza menfi manada “melekler yoktur” ifadesi de bir hüküm içermektedir. Mesela meleklerin olmadığına dair farazi bir düşünce içerisinde olmak, meleklerin olmadığını kabul etmek demek değildir. Veyahut tefekküri olarak, acaba ahiret olmasaydı nasıl olurdu, şeklinde bir düşünce içerisine dalan kimse, ahireti inkâr etmiş olmaz. Zira bu bir hüküm değil, sadece düşüncedir. Eğer “ahiret yoktur” şeklinde bir katiyet ve kesin bir karar içerse bu bir hüküm bildirir. İşte mümin, hüküm içermeyen ve mesul etmeyen ve irade dışında şeytan vasıtasıyla hayaline gelen fena düşünceler ile dehşete kapılır.  İmanına zarar verdiğini zanneder. Bu şeytanın bir telkinatı ve vesvesesidir. Mümin bu vesveseye aldanırsa kalbinin bozulduğunu, itikadı­na zarar geldiğini düşünür. Ve üstesinden gelemediği için ümitsizliğe düşer. Aklın tasdikinden ve kalbin onayından geçmeyen bir dalalet tasavvuru, dalalet değildir. Tasavvur kesinlik ifade etmeyip hüküm içermez. Tasdik ise hüküm bildirir. Nesne hakkında kesin bilgi verir. İman ve küfür birer tasdiktir. Unutulmamalıdır ki bu nevi düşünceler, kalp tasdik ederse tehlike arz etmektedir. Sünnet-i Seniyenin Vesveseleri İzale Etmesi Cenab-ı Hak Kur’an-ı Kerim’de “İçinizde olanı açıklasanız da onu gizleseniz de Allah sizi onunla hesaba çeker”5 bu­yur­maktadır. Bu ayet-i kerime nazil olduğunda sahabe-i Kiram Efendilerimiz ciddi bir endişeye düşmüşlerdir. Sevgili Peygamberimizin (sav) huzu­ru­­na gelip, “Yâ Resulallah! Na­­maz, oruç gibi takatimizin yet­tiği ibadetlerle mükellef tutul­duk. Halbuki şimdi bu ayet indi. Bizim buna takatimiz yetmeyecek!” dediler. Bunun üzerine Resul-ü Ekrem (sav): “Siz de evvelki ümmetlerin dediği gibi, ‘İşittik ve isyan ettik!’ mi diyeceksiniz? Siz, ‘İşittik ve itaat ettik; Rabbimiz! Mağfiretini dileriz; dönüş sanadır!’ deyin!” buyurdu. Ashâb-ı Kiram Efendilerimiz, Sevgili Peygamberimizden talim ettikleri bu dersi tekrara başladılar.  سَمِعْنَا وَاَطَعْنَا غُفْرَانَكَ رَبَّنَا وَ    اِلَيْكَ الْمَصٖيرُ Bu dersi okudukça dilleri yumuşadı, kalpleri sükûnet buldu. Böyle teslimiyetle dua ve niyaza devam ettiklerinden, bir müddet sonra “Allah, kimseyi gücünün yetmeyeceği bir şeyle mükellef tutmaz!” mealindeki ayet-i kerime -müminlere rahmet olarak- nazil oldu ve Sahabe Efendilerimizi endişeye sevk eden önceki ayetin hükmü kaldırıldı.6 Vesvesenin ve evhamın karanlıklarını gideren en büyük nur, Resul-ü Ekrem’in (sav) sünnetidir. Nasıl ki bir oda gece vakti güzel bir lamba ile aydınlanır. Zifiri karanlık bir gecede parlak yıldızların ortaya çıkması gökyüzünü ışıl ışıl eder. Aynen öyle de hayatımıza temas eden sünnetin her bir nüktesi, zulümatlı ve dalaletli olan vesveseli yollarda güneş gibi parlamakta, biçare müminin kalbine ferah ve sürur vermektedir. Halbuki o yollarda insan, zerre miktar sünnetten yüz çevirse, sünnetin rehberliğini terk etse şeytanın oyuncağı haline gelir, evhama mağlup olur, korku ve endişe­ler karşısında savunmasız kalır. Dağlar büyüklüğündeki yük­le­ri zayıf omzuna alır. Evet, sün­net-i seniyeye sımsıkı yapışan vesvesenin ağır yükünden kurtulur, huzur bulur. Namazda Huzuru Elde Etmek Vesvesenin Zararına Karşı Bir Kalkandır Namazda bir nevi özet halinde olan kısa manaları tefekkür, şeytanın vesvese, evham ve hücumuna karşı manevi bir kalkan hükmündedir. Hem mü­minin ibadetinde huşu ve hu­zuru temin etmesi açısından ol­dukça önemlidir. Müminlerin kıblegahı olan Kabe’nin namaza başlarken hayalen hatıra gelmesi bir huzur alametidir. Kabe’nin etrafında omuz omuza saf tutan müminler bir daire şeklinde Kabe’yi ihata etmektedirler. Hayalin yardımıyla başımızı kaldırıp uzak memlekette bulunan müminlerin oluşturdukları saflara baktığımızda onların da alem-i İslam’ı ihata ettiğini görürüz. Namaz kılan her bir mümin o saflara dahildir. Keza namazda söylenilen her bir sözün delili bu muazzam cemaattir. Namaz ile ilan edilen her bir davaya hüccet, bu nurani mübarek cemaatin topyekûn olarak ettikleri şehadetlerdir. Meselâ, mümin namazda  اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ dediği vakit, o mübarek cemaati oluşturan bütün müminler “Evet doğru söyledin” diye onun o sözünü tasdik ediyorlar. İşte bu tasdikler, hücum eden evhama, endişe veren vesveseye karşı manevi bir kalkan vazifesi görür. Böylece mümin vesvesenin şerrinden kurtulur. Aynı zamanda, duyguları ve latifeleri kıldığı namazdan zevklerini ve hisselerini alırlar. Kur’an’ın Nuru Olan Risale-i Nurların Tedavisi Kur’an’ın i’cazı, beyanı, üslubundaki zenginliği sarsılmaz, yüksek bir kale gibidir. Hiçbir şüphe, vehim ve vesvese hırsızları o kaleye giremez. Kur’an’ın her bir suresi, her bir ayeti o kalenin surları gibidir. Bu kaleye sığınan, vesveselerden kurtulur. Kur’an’ın bir nuru olan Risale-i Nurlar da bu asırdaki fitnelere ve şüphelere karşı Kur’anî bir metot kullanarak ehl-i imanın imdadına yetişmekte, onların imanlarına yardım etmektedir. Şeytanın vesveselerinden en ür­­kü­tücü olanı sekerât anında imana ilişmesi endişesidir. Se­ke­­rât vaktinde şeytanın vesvese­si, akla şüphe verip tereddüde dü­­şür­­meye çalışmaktır. Risale-i Nur­­lar, delil ve burhan ile iman ha­­ki­­kat­lerinin akla, kalbe, ruha ve latifelere yerleşip kökleşmesine vesile olduğundan, şeytan o yer­lere yetişememektedir. Evet, ka­fayı ve bütün aza ve asabı sa­ran ve sarsan vehim ve hayal, vesvese ve tasa, korku ve me­rak yangınının dehşetli ate­­şi­ni Risale-i Nur’un feyzi sön­dürebilir. Cenab-ı Hak ves­­ve­se­nin her türlüsünden mu­­ha­faza eylesin. Nurlardan hak­­kıyla istifade etmeyi cümle ehl-i imana nasib eylesin. Kaynaklar: 1- Mü’minûn Suresi, 972- Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat: 9-10/3666-36673- et-Tergib ve’t- Terhib, 1, 52.4- (Dünyada işledikleri amellere) uygun bir karşılık olarak, orada bir kaynar su ve bir irinden başka, ne bir serinlik, ne de bir içecek tadarlar! Çünki onlar (kendileri hakkında) bir hesab (görüleceğini) ummuyorlardı. (Nebe, 24-25-26)5- Bakara suresi, 2846- İbn-i Kesîr, c. 1, 257

Ahmed Hüsrev ACAR 01 Mayıs
Konu resmiBozulmuş Alarm Sistemi: Kaygı
Eğitim

Kaygı, insanın durumlara, yaşanan olaylara beklenenden fazla tepki vermesidir. Önce zihinde başlar. “Kötü şeyler olacak, tehlike var, güvende değilim” gibi düşünceler zihinde dolaşır.  Ülke ve dünya olarak zor ve alışık olmadığımız bir dönemden geçiyoruz. Bu dönemde gündemin ve medyanın etkisiyle çok fazla olumsuz mesaja maruz kalıyoruz. Mesajlar olumsuz dü­şüncelerimizi tetikliyor ve do­ğal olarak kaygı seviyemiz ar­tıyor. Belli bir seviyede kaygı hissetmemiz, bazı tedbirler al­mamız normal ve çok insani. Kay­gının şiddeti ve sıklığı arttı­ğında hayatın işleyişini, rutinini bozduğunda problemler başlıyor. Önce zihin yoruluyor sonra beden yorulmaya başlıyor ve içinden çıkılmaz bir hal alıyor. Peki, kaygı nasıl oluşuyor? Neler kaygıyı besler? Kaygıyı terapi almadan da yatıştırmak mümkün müdür? Kaygı, insanın durumlara, yaşanan olaylara beklenenden fazla tepki vermesidir. Önce zihinde başlar. “Kötü şeyler olacak, tehlike var, güvende değilim” gibi düşünceler zihinde dolaşır. Bu düşüncelerin oluşması için herhangi bir nesne veya hadise olmasına ihtiyaç yoktur, gerçeklikle ilgisi olmak zorunda değildir. Düşünceler duyguları tetikler ve sonucunda kaygı ve korku oluşur. Korkunun somut bir nesnesi vardır; yani bir olaydan sonra meydana gelir. Korkuyu, kaygıdan ayıran tek fark budur. Duygu oluştuktan sonra duyum meydana gelir. Yani beden tepki vermerye başlar; kızarma, terleme, titreme, kalp çarpıntısı, bulantı, kusma, karıncalanma, baş dönmesi, nefes darlığı, kabızlık… Kaygı, bedeni çok yorar. Kısaca, zihin bir düşünce üretir ve bu düşüncenin sonucunda bir duygu ve duyum oluşur. Kaygılı insanlar, her türlü mesajı olumsuz olarak algılayabilir, özellikle belirsiz mesajları. Bu durumu bozulmuş bir yangın alarmına benzetebiliriz. Normal­de yangın alarmı sadece belirli bir seviyede dumana ve ısıya duyarlıdır. O seviyenin altındaki duman ve ısıya tepki vermemektedir. Kaygılı bir zihin de bu alarm sistemi bozulmuştur ve en ufak ısı artışında ve dumanda sistem çalışmaya başlamaktadır. Bu da sürekli tetikte olmaya, kontrol ihtiyacına sebep olmaktadır. Yangın olmadan önlem almaya, var olan gücünü tüketmeye sebep olmaktadır. Gerçek bir yangını haber verebilmesi için alarm sisteminin tamir edilmeye ihtiyacı vardır. Kaygı, genetik geçişlidir. Fakat, kaygı yaşantıyla ortaya çıkar, sadece genetik yatkınlık tek başına yeterli değildir. Gen, camın altındaki sudur; yaşantıyla cam kırılır ve su gün yüzüne çıkar. Camı kıran faktörülerden ilki travmatik yaşantıdır. Yaşanan travmatik olay sonucunda güven duygusu zedelenmişitir. İkincisi ve en önemli olanı ebeveynin/çevrenin tutumlarıdır. Kaygılı, mükemmeliyetçi veya koruyucu bir ebeveyn kaygıyı besler. “Sen yapamazsın, düşersin, sen bırak ben yaparım, dışarısı tehlikeli, insanlara dikkat et…” gibi mesajlarla büyüyen çocuklar, “Dış dünya tehlikeli ve ben kendimi koruyamam” temel inancına sahiptir. Bu inanç ve düşüncenin etkisiyle, büyüdüğünde dahi bu inancın etkisinde olabilir. Üçüncüsü ise medyadır. Medya sürekli toplumsal kaygıyı besliyor. Haberler, reklamlar, yapılan programlar kaygıyı beslemek üzere tasarlanmıştır. Çünkü kaygı insanı harekete geçirmenin temel yoludur. Birçok ürün bu yolla pazarlanıyor. Alarm sistemi nasıl düzelecek? Kaygı nasıl yatıştırılacak? Öncelikle çevreden gelen olum­suz mesajları engellemek ge­re­kiyor. Kaygılı, mükemmeli­yetçi, müdahaleci dili bırakmak gerekiyor. Çünkü bu mesajlar geldikçe kaygı derinleşecek, dü­şün­cenin değişebilmesi için bu en önemli adım. Sadece dı­şa­rıdan gelen mesajları değil, içimizde oluşan mesajları da engellemek gerekiyor. “Kötü şey­ler olacak, tehlikedeyim, güvende değilim” gibi düşünceler zihne her geldiğinde buna karşı düşünceler oluşturulmalı. Başta karşı düşünceler çok kısık sesli ve cılız bir şekilde çıkacak ama tekrar ettikçe, inanarak karşısında durdukça bu değişecektir. Sonrasında medyadan kendi­mizi korumak çok önemli. Kaygı yükleyen programlardan, haberlerden uzak durulmalı. Gü­ze­li içimize almak bizim elimizde. Kısacası, kaygı düşüncede baş­lıyor. Düşünce değiştiğinde duy­­gu ve duyum otomatik ola­rak değişiyor. Üstad Bediüz­za­man’ın söylediği gibi, “Güzel gö­ren güzel düşünür, güzel düşünen hayatından lezzet alır.”

Mustafa RAMAZAN 01 Mayıs
Konu resmiDön, Kendine Bir Bak
Kültür ve Medeniyet

İnsan hem dünya hem de ahiret hayatının huzur ve saadeti için, öncelikle Rabbinin mahiyetine derc ettiği cami’iyetin farkında olmak durumundadır. Daha sonra neden bu mahiyetle yaratıldığını idrak etmesi gerekir. Mahiyetine uygun yaşayabilmesi için, kendini (nefsini) ve Rabbini bilmek ve tanımak zorundadır. Nefsini bilen Rabbini bilir. Rabbini bilen ve tanıyan nihayetsiz saadete, nimete, envara, esrara mazhar olur. Rabbinin hikmetle iş gördüğünü ve her şeye kadir olduğunu idrak eden insan için, dünya hadiseleri dağ olup üzerine gelse mukavemet eder, korkmaz, endişe etmez. Tam bir emniyetle Rabbine iltica eder, sükûn ve huzur bulur. İnsan, fıtrat-ı camia sahibidir. İlgisi sadece kendisine ya da ailesine münhasır değildir. Değil sadece kendisi ya da ailesi, tüm dünya, hatta kainattaki her hadise ilgilendirir insanı. Daha doğrusu insan -fıtratı sebebiyle- tüm kainatla ilgilenir, alakadar olur; ilgisiz kalamaz. Bizzat kendisine temas eden bir olaydan etkilenmesi çok normaldir, fakat insan kendisine teması mümkün olmayan dünyanın ücra bir köşesindeki bir olayla da ilgilidir, bundan da etkilenir. İşine yarayacak malumatları öğ­rendiği gibi, hiç işine yarama­yacak, faydası ya da zararı olmayacak malumatlara da kayıtsız kalamaz. Evinin bahçesi, tarlası ya da köyünün arazisini bildiği ve ilgilendiği gibi, belki hiç gidemeyeceği coğrafyalarla da ilgilenir, öğrenir. Evinde, kümesinde ya da ahırında beslediği hayvanları bildiği ve ilgilendiği gibi, ömründe belki hiç göremeyeceği hayvanlara da ilgi duyar. Üzerinde parlayan ay ya da güneşle ilgilendiği gibi, milyarlarca ışık yılı uzaklıktaki galaksilere de meraklıdır. Yani insan kâinatın ekser en­vaıyla alakadardır. Bu alakadarlık yüzünden müspet ya da menfi etkileneceği, elem duyacağı ya da lezzet alacağı hadiseler kâinat kadar çoktur ve büyüktür denilebilir. *** Bu fıtri hal insan için büyük bir ihsandır. İnsan, kendisine verilen bu özelliği sayesinde, kainattaki küçük büyük, uzak yakın her şeyi tefekkür edebilir, sayısız hikmetleri anlayabilir. Cenab-ı Hakk’ın, uçsuz bucaksız kâinatta tecelli eden isim ve sıfatlarını müşahede edebilir. Dolayısıyla en küçük zerreden en büyük galaksilere kadar her şey Cenab-ı Hakk’ı tanıtan birer ayet olur. Yani bu cami’ fıtrat, -kişinin ilgisi, istidat ve kabiliyeti nispetinde- kâinatı bir kitap gibi okuyabilme imkânı sunar insana. Diğer taraftan, içinde yaşadığımız bu dünya bir imtihan meydanıdır. Her istidadın, her imkânın, her ihsanın da bir imtihan ciheti vardır. Yani sahip olduklarımızı hayra veya şerre kullanma imtihanı. Ya da bize ihsan edilenleri veriliş maksadına uygun kullanıp kullan/a/mama imtihanı. Esasında, rıza-yı İlahiyi kazanma veya kaybetme imtihanı. *** İnsanın cami’ bir fıtrata sahip olması, kâinatı bir kitap gibi ayet ayet okuma ile kesrette boğulma arasında bir imtihanı da karşısına çıkarır. Kâinat ile alakadarlığı dolayısıyla ya bütün kâinatın ve hadiselerin tek bir sahibi ve idarecisi olduğunu bilir, inanır ve emniyet bulur; ya da idare ve tasarruf edemediği kâinat ve hadiseleri içinde boğulur, gider. Burada belirleyici husus, tabii ki imandır ve imandaki yakîndir. Evet yakîn önemlidir. Zira bizler iman ettiğimizde, Allah’ın var ve bir olduğuna bütün isim ve sıfatlarıyla iman ederiz. Yani her şeyin yegâne sahibi, kanun koyan, idare eden, rızık veren, şifa bahşeden, cezalandıran, mükafatlandıran, hayat veren, hayatın süresini belirleyen, öldüren, en küçüğünden en büyüğüne her şeyi ve her hadisatı yaratan, kâinatı içindekilerle beraber her an tasarrufunda tutan bir Allah’a iman ederiz. Bütün bunları ve saymaya takat getiremeyeceğimiz daha nice icraatı hiçbir ortak ve yardımcıya ihtiyaç duymaksızın kolaylıkla yapan bir Allah’a iman ederiz. O öyle bir zattır ki, nihayetsiz ilim, hikmet ve kudret sahibidir. Her şeyi bilerek ve hikmetle yaratır. İşte bu yüzden kimden gelirse gelsin, kime giderse gitsin, ister şuurlu ister şuursuz olsun, bütün hamd ve senalar Allah’a aittir denilmiştir. Çünkü yapan O’dur. -  Hastalandık, hangi doktor tedavi etmiş, hangi ilacı vermiş olursa olsun, şifa ihsan eden Allah’tır. -  Acıktık, kim hangi sebeple karnımızı doyurmuş olursa olsun, rızkı veren Allah’tır. -  Başımıza bir musibet geldi, kimin elinden hangi vesile ile gelmiş olursa olsun, bir hikmete binaen onu başımıza veren Allah’tır. -  Yolda yürürken ayağımız burkuldu düştük, her ne sebeple olursa olsun bu hadiseyi yaratan Allah’tır. -  Ellerimizi açtık, dua ediyoruz, dua ettiren Allah’tır. -  En küçüğünden en büyüğüne kadar her bir fiili, hareketi, olayı yaratan Allah’tır. -  Fıtraten alakadar olduğumuz her şeyi adaletle, hikmetle, intizamla, ölçüyle yaratan, çeviren, tasarruf eden yalnız ve yalnız Allah’tır. Şimdi burada denilebilir ki, biz Müslümanız, bunları zaten biliyoruz, bu kadar aşikâr olan şeyler neden peş peşe sıralanma ihtiyacı duyulmuş? Elbette her şeyi yaratan Allah’tır, bunun aksini hangi Müslüman söyler ki? Bilmek, söylemek, anlatmak işin sadece bir boyutudur. O zaman haydi, geliniz, her şeyi hikmetle yaratanın Allah olduğunu bildiğimiz şu hayatta kendimize bir bakalım: -  Şikayetlerimizi, memnuniyet­sizliklerimizi, öfkelerimizi, kor­­­­kularımızı, tedirginlikleri­mi­­zi, gerginliklerimizi, en­di­şe­­le­­ri­­mizi, hırslarımızı, kıs­kanç­lık­larımızı, belirsizlik hal­­le­ri­mi­zi, teslim olamayışımızı... vs. nereye koyacağız?  -  Acaba öyle mi olacak, şöyle mi olacak diye bir türlü hu­zur-u kalb ile emniyet bulamamamızı nereye koyacağız? -  Sanki hayatımız bizim elimizdeymiş gibi, Allah’a tevekkül ve itimat edemeyişimizi nasıl değerlendireceğiz? -  Dünya hadiselerinde sebep­lere takılıp kalışımızı ne ya­pacağız? Evet, imanımız var hamdolsun, lakin yakînimizde problemler var gibi görünüyor! Bütün bu olumsuz haller ve tavırlar az ya da çok kesrette boğulduğumuzu, sebeplere takıldığımızı, Rabbimizin icraatlarını göremediğimizi ihtar edip ikaz etmiyor mu? Mahiyetimizdeki cami’iyet, iman ve yakînimizdeki kuvvet ile birleştiğinde, alakadar olduğu­muz her mahluk ve hadise imanımıza kuvvet, ruhumuza sürur, kalbimize sevinç verir. Dehşet alacağımız hadiselere muhatap olduğumuzda, “Mevla görelim neyler, neylerse güzel eyler” dedirtir, bize emniyet telkin eder. Fakat aynı cami’iyet, iman za­fiyetiyle ve gafletle beraber kes­rette boğulmaya, sebeplere di­lenci olmaya, huzurumuzu ka­çır­maya, türlü evhamlara, muh­telif korkulara... hasılı, ru­ha ızdırap veren türlü sıkıntılara sebep olabilir. İnsan hem dünya hem de ahiret hayatının huzur ve saadeti için, öncelikle Rabbinin mahiyetine derc ettiği cami’iyetin farkında olmak durumundadır. Daha sonra neden bu mahiyetle yaratıldığını idrak etmesi gerekir. Mahiyetine uygun yaşayabilmesi için, kendini (nefsini) ve Rabbini bilmek ve tanımak zorundadır. Nefsini bilen Rabbini bilir. Rabbini bilen ve tanıyan nihayetsiz saadete, nimete, envara, esrara mazhar olur. Rabbinin hikmetle iş gördüğünü ve her şeye kadir olduğunu idrak eden insan için, dünya hadiseleri dağ olup üzerine gelse mukavemet eder, korkmaz, endişe etmez. Tam bir emniyetle Rabbine iltica eder, sükûn ve huzur bulur.

İbrahim KARABOĞA 01 Mayıs
Konu resmiCevşenü'l-Kebir Duasının Ehemmiyeti ve Bediüzzaman Hazretleri'nin Hayatındaki Yeri
Risale-i Nur

Bin hususi faydası, kuvveti, tesir ve keyfiyeti bulunan Cevşenü’l-Kebir Âl-i Beytin manevi mühim bir mirası ve feyiz kaynağıdır. Bediüzzaman Hazretleri Cevşenü’l-Kebir’i kendine üstad edinmiş ve her gün bir defa bazen iki üç defa tamamını okumuş, talebelerine okumalarını tavsiye etmiştir. قُلْ مَا يَعْبَؤُ۬ا بِكُمْ رَبّٖي لَوْلَا دُعَٓاؤُ۬كُمْۚ “(Ey Resulüm!) De ki: “Eğer duanız olmasa, Rabbim size ne diye ehemmiyet versin?”1 وَقَالَ رَبُّكُمُ ادْعُونٖٓي  اَسْتَجِبْ لَكُمْ “Bana dua edin, size icabet edeyim (duanıza cevap vereyim)”2 Bu ayetlerin ifade ettiği üzere insan dua etmekle emr olunmuştur. Bu ilahi vazifeyi en güzel ve en çok yapanlar ise peygamberlerdir. Yazımıza konu olan Cevşenü’l-Kebir duası da Peygamber Efendimizin (sav) en büyük dualarındandır. Sözlükte “zırh, savaş elbisesi” an­la­­mına gelen Cevşen, Arapça bir kelimedir. Cevşenü’l-Kebir de “Büyük Zırh” manasına gel­mek­­tedir. Cebrail (as)’ın bir gaz­ve­de, “Zırhı çıkar, onun ye­ri­ne bu Cevşen’i oku” diye va­hiy ola­rak getirdiği bir münacat­tır.3 Kur’an-ı Kerim’de “En güzel isimler Allah’ındır; o isimlerle O’na dua edin.”4 buyurulur ve bir çok ayette Rabbimiz farklı isimlerle kendisini tavsif etmektedir. Peygamber Efendimiz (sav) Cevşen duasında Rabbimize bin bir ismiyle dua etmiş ve cehennem ateşinden Allah’a sığınmıştır. Ayette geçen isimlerin hangi isimler olduğunu ve onlarla Cenab-ı Hakk’a nasıl dua edileceğini Cevşen duasıyla ümmetine göstermiştir. Bediüzzaman Hazretleri bu konuda şöyle der: “Çok esmaya mazhar ve çok va­zifelerle mükellef ve çok düşmanlara mübtela olan insan, mü­­­na­catında, istiazesinde çok isim­­leri zikreder. Nasıl ki nev-i in­sa­nın medar-ı fahri ve elhak en hakiki insan-ı kamil olan Muhammed-i Arabi Aleyhissa­latü Vesselam, Cevşenü’l-Ke­bir namındaki münacatında bin bir ismiyle dua ediyor; ateşten istiaze ediyor. İşte şu sırdandır ki sure-i  قُلْ اَعُوذُ بِرَبِّ النَّاسِ مَلِكِ النَّاسِ اِلٰهِ النَّاسِ مِنْ شَرِّ الْوَسْوَاسِ الْخَنَّاسِ   de üç unvan ile istiazeyi emrediyor ve  بِسْمِ الٰلّهِ  الرَّحْمَنِ الرَّحِيم  de üç ismiyle istianeyi gösteriyor.”7 İnsan bir kişiyi ne kadar iyi tanırsa ondan o ölçüde bahseder ve ona göre muhabbet besler ve medh ü senada bulunur. Aynen öyle de Peygamber Efendimizin (sav) Cevşen duasındaki Halıkımızı tavsiflerinden anlıyoruz ki, Rabbimizi en iyi tanıyan ve en çok seven O’dur (sav).  Marifetullahta terakki eden bütün ariflerin münacatlarının fevkinde bulunan Cevşen duası, Peygamberimizin marifetullahtaki büyük mertebesini göstermekte ve içindeki tavsifler de Muhammed Aleyhissalatü Vesselamın hak peygamber olduğunun delili olmaktadırlar.8 Cevşenü’l-Kebir duasında Kur’ an’da geçen tevhid, nübüvvet, haşir ve adalet, ibadet gibi ha­ki­­­­kat­­lerden bahsedilmekte­dir. Do­­­la­­­yı­sıyla Cevşenü’l - Ke­bir Kur’ an’dan süzülmüştür ve onun tam bir münacaatı ol­muş­­­­tur.9 Ve Asr-ı Saadetten bu za­­ma­na kadar gelen alim ve ev­­li­­ya­­ların hiçbiri Cevşen’deki Ce­nab-ı Hakkı isimleriyle tavsif et­­me hususuna yetişememeleri, dua­­da dahi Cevşenin bir benze­ri­­nin olmadığını göstermekte­dir.10 Bediüzzaman Hazretleri bu konuda şöyle der: “Kur’an’ın hakiki ve tam bir nevi münacatı ve Kur’an’dan çıkan ve Kur’an’ın bir çeşit hulasası olan Cevşenü’l-Kebir namındaki münacat-ı Peygamberide (sav) yüz defa  سُبْحَانَكَ يَا لآَ اِلٰهَ اِلآَّ اَنْتَ الْاَمَانُ الْاَمَانُ خَلِّصْنَا وَ اَجِرْنَا وَ نَجِّنَا      مِنَ النَّارِ  cümlesinin tekrarında, tevhid gibi kainatça en büyük hakikat; ve mahlukatın rububiyete karşı tesbih ve tahmid ve takdis gibi üç muazzam vazifesinden en ehem­miyetli bir vazifesi; ve şekavet-i ebediyeden kurtulmak gibi nev-i insanın en dehşetli meselesi ve ubudiyet ve acz-i beşerin en lüzumlu neticesi bulunması cihetiyle, binler defa tekrar edilse yine azdır.”12  اَلٰلّهُ نُورُ السَّمٰوَاتِ وَاْلاَرْضِۜ ” Allah göklerin ve yerin nurudur”13 ayetinin ifade ettiği gibi Allah’ın her bir ismi bu kainattaki bir alemi nurlandırır ve karanlıkları dağıtır. Bin bir isimle Allah’ın zikredildiği Cevşenü’l-Kebir dahi kâinatı baştan başa nurlandırır ve karanlıkları dağıtır, gafletleri ve tabiatları parça parça etmektedir.”14 Bediüzzaman Hazretleri’nin Hayatında Cevşen’in Yeri Bin hususi faydası, kuvveti, tesir ve keyfiyeti bulunan15 Cev­­şe­­nü’l-Kebir Âl-i Beytin  ma­ne­­vi mühim bir mirası ve fe­yiz kay­nağıdır. Bediüzzaman Haz­retleri Cevşenü’l-Kebir’i ken­dine üstad edinmiş ve her gün bir defa bazen iki üç defa tamamını okumuş, talebelerine okumalarını tavsiye etmiştir. Bediüzzaman Hazretleri bu konuda şöyle der: “On üç seneden beri (1933’de söylüyor) ism-i azamla beraber bin bir esma-i İlahiye içinde bulunan Cevşenü’l-Kebir ile ve o esma ile ulûm-u Kur’aniyenin hazinesini açan yüz yirmi risaleyi o esmanın feyziyle Kur’an’a tefsir yapan ve yirmi dört saatte yüz yetmiş defa Sekine ve ism-i azam denilen Esma-yı sitte-i meşhureyi bin üç yüz mükerrer âyâtla okuyan ve Âl-i Beytin manevi ve gayet mühim bir mirası ve bir maden-i feyzi olan Cevşenü’l-Kebir’i kendine üstad eden ve bidayette her günde bir defa bazan iki üç defa tamamını okuyan ve talebelerine tavsiye eden adam, Risale-i Nur müellifidir.”16 Bediüzzaman Hazretleri Cev­şe­nü’l-Kebir duasını İmam-ı Ga­zali ve Zeynelabidin’den (ra) ders aldığını ifade eder ve şöyle der: “Yeni Said’in hususi üstadı olan İmam-ı Rabbani, Gavs-ı A’zam ve İmam-ı Gazali, Zeynelabidin (ra) -hususen Cevşenü’l-Ke­bir münacatını bu iki imamdan ders almışım- ve Hazret-i Hü­se­yin ve İmam-ı Ali Kerremal­lahü Vechehüden aldığım ders, otuz seneden beri, hususen Cevşenü’l-Kebir’le daima onlara manevi irtibatımda, geçmiş hakikati ve şimdiki Risale-i Nur’dan bize gelen meşrebi almışım.”17 Bediüzzaman Hazretleri Ri­sa­le-i Nur’un Cevşenü’l-Kebir’ den feyiz aldığını ifade etmiş ve şöyle demiştir: “Yani, bin bir esma-yı İlahiyeye sarîhan ve işareten bakan ve bir cihet­te Kur’an’dan çıkan bir harika münacat olan ve marifetullahta terakki eden bütün ariflerin münacatlarının fevkinde bulu­nan; ve bir gazvede “Zırhını çıkar, onun yerine bu Cevşen’i oku” diye Cebrail’in vahiy getirdiği Cevşenü’l-Kebir münacatı içindeki hakikatler ve tam tamına Rabbisine karşı tavsifler, Muhammed Aleyhissalatü Vesselamın risaletine ve hak­kaniyetine şehadet ettiği gibi; Kur’an’dan tereşşuh eden ve bir cihette Cevşen’den feyiz alan ve tevellüd eden Resail-i Nûriye, yüz otuz parçasıyla risalet-i Muhammediye’ye (asm) bir tek hüccet; ve risaletinin bütün hakikatlerini aklen ve mantıken isbat etmesiyle, hatta felsefenin nazarında akıldan pek uzak meselelerini göz önünde gibi gayet kolay ve makul bir tarzda ders vermesiyle, Muhammed Aleyhissalatü Vesselamın sadıkıyetine ve risaletine külli bir surette şehadet eder.”18 Hastalıklara Karşı Cevşen Bediüzzaman Hazretleri münafık düşmanlarının maddi ve manevi zehirlerine karşı Cevşenü’l-Kebir ve Şah-ı Nakşibendi’nin Evrad-ı Kudsiye dualarının ken­disini ölüm tehlikesinden yir­mi defa kurtardığını ifade et­miş,19 hayatı boyunca her zaman devamlı olarak okumuştur. Bir zehirlenme vakıası olduğunda “Kardeşlerim! Merak etmeyiniz, Cevşen ve Evrad-ı Bahaiye bu defa dahi o dehşetli zehirin tehlikesine galebe etti; tehlike devresi geçti, fakat hastalık devam ediyor.”20 diyerek cevşenin ehemmiyeti üzerinde durmuştur. Duaya ihtiyacımızın en çok olduğu ahirzamanda bin farklı faydası ve tesiri bulunan ve Peygamberimizin (sav) münacatı olan Cevşenü’l-Kebir duasına daha çok ihtiyacımız var. Günahların akın akın geldiği ve kalplerimizi yaraladığı bu asırda Cevşendeki istiaze ve yakarışlar bizi Rabbimizin rahmetine sevk edecek ve sahil-i selamete ulaşmamıza vesile olacaktır. Son Söz Ya Rabbi! Şu güzel isimlerinin hürmetine senden istiyor, sana yalvarıyorum. Ey her şeye birliğinin mührünü vuran ve zatına ortak kabul etmeyen VÂHİD! Ey hiçbir hususta başkasına muhtaç olmayan tam kudret sahibi VÂCİD! Ey doğru yanlış, haklı haksız her şeyi gören, işiten ve bilen ŞÂHİD! Ey şan ve şeref, izzet ve kerem sahibi olan MECİD! Ey kullarını hayır ve hidayete, rahmet ve istikamete götüren RÂŞİD! Ey bütün varlıkları öldükten sonra diriltecek olan BÂİS! Ey yarattığı her mahlukun hayatına ve sahip olduğu şeyler üzerindeki tasarrufuna son vererek kainattaki her şeyin gerçek sahibi olan VÂRİS! Ey her türlü zarar, ancak kendi elinde olan ve hikmeti gereği dilediği kuluna bela ve sıkıntı veren, kendisini zarara sokan DÂRR! Ey her türlü hayır, ancak kendi elinde olan ve her mahlukuna faydalı olan şeyleri yaratan NÂFİ’! Ey kullarına doğruyu, hakkı ve hayrı emreden ve yolunu gösteren HÂDÎ! Sen her türlü noksanlıktan münezzehsin. Senden başka hiçbir ilah yoktur. El-Aman, el-Aman! Senin yüce dergahına sığınıyor, senden eman diliyoruz. Bizi Cehennem ateşinden muhafaza eyle!21 Kaynaklar: 1- Furkan Suresi, 77, Hayrat Neşriyat Meali2- Mümin Suresi, 60, Hayrat Neşriyat Meali3- Şualar 2, 15. Şua, 591, Altınbaşak Neş.4- Araf Suresi, 180, Hayrat Neşriyat Meali5- De ki: “Nâs’ın (insanların) Rab­bine sığınırım!” “İnsanların Me­­lik’ine (mutlak sâhib ve sul­tâ­­­nı­­na)!” “İnsanların İlâhına!” “O çok sinsi ves­vese verenin şerrinden!” (Nas Su­resi, 1-3, Hayrat Neş­riyat Meali)6- Rahmân, Rahîm olan Allah’ın ismiyle, Hayrat Neşriyat Meali7- Sözler Mecmuası, 24.söz 1.dal, 125, Altınbaşak Neş. 8- Şualar Mecmuası 2, 15. Şua, 591, Altınbaşak Neş.9- Asa-yı Musa Mecmuası, 10. Mesele, 56; Şualar Mecmuası 1, 11. Şua, 237, Altınbaşak Neş.10- Zülfikar Mecmuası, 344; Şualar Mecmuası 1, 119, Altınbaşak Neş.11- Seni (her türlü noksanlıktan) tenzih ederiz. Ey kendisinden başka ilah olmayan! El Aman El Aman! (Senin yüce dergahına sığınıyoruz, Senden eman diliyoruz) Bizi cehennem ateşinden halas eyle, bizi koru bize necat ver. (Arabi ibare)12- Asa-yı Musa Mecmuası, 10. Mesele, 56; Şualar Mecmuası 1, 11. Şua, 237, Altınbaşak Neş.13- Nur Suresi, 35, Hayrat Neşriyat Meali14- Kastamonu Lahikası, 299, Altınbaşak Neş.15- Lemalar Mecmuası, 17. Lema 13. Nokta, 138, Altınbaşak Neş. 16- Sikke-i Tasdik-i Gaybi Mecmuası, 28. Lema, 131, Altınbaşak Neş.17- Emirdağ Lahikası 118- Şualar Mecmuası 2, 15. Şua, 591, Altınbaşak Neş.19- Emirdağ Lahikası 120- Emirdağ Lahikası 121- Mealli Büyük Cevşen, Cevşenü’l-Kebir 69, Hayrat Neşriyat

Yakup KARATOPÇU 01 Mayıs
Konu resmiNur'dan Maddeler
Risale-i Nur

VESVESENİN 5 HİKMETİ1 1- Teyakkuza sebeptir. 2- Araştırmaya davet eder. 3- Ciddiyete vesiledir. 4- Lakaytlığı atar. 5- Umursamazlığı kovar. DAĞINIK İSLÂM MİLLETLERİNİ TEK VÜCUT HALİNE GETİRECEK 6 SIR2 1- Zaruret. Müslüman milletlerin maddeten geri kalmışlıkları içindeki fakr u zaruret halleri. 2- İncizâb. Bu fakr u zaruret halleri, onları birbirlerine çekip yaklaştıracaktır. 3- Temâyül. Karşılıklı olarak birbirlerine yak­laşmaları, birbirlerine meylet­meyi de netice verecektir. 4- Tecârüb. Birbirlerine olan bu meyilleri, karşılıklı tecrübe paylaşımını netice verecektir. 5- Tecâvüb. Tecrübe paylaşımının sonucunda gerek askerî, gerek de iktisadî alanda karşılıklı anlaşmalarla iş ve güç birliğine gidilerek ihtiyaçlara karşılıklı cevaplar verilecektir. 6- Tevâtür. Bu iş ve güç birliğinin muhteşem sonuçlarının görünmesi, dillere destan olacak bir tarzda (tevatür derecesinde) bu meselenin önemini ortaya koyacaktır ve dalga dalga diğer İslâm ülkeleri de bu ittihat halkasına dâhil olacaklardır.   BİR İDARECİDE OLMASI GEREKEN 4 VASIF3 1- Hamiyet.4 2- Sadakat. 3- Adalet. 4- İdarecilik. ŞU 3 ŞEYİ BİRBİRİNE KARIŞTIRANLAR İSLÂMİYET’İN KIYMETİNİ TAKDİR EDEMEZ5 1- İslâm’ın temel esasları ile İsrailiyâtı. 2- İman esasları ile hikâyeleri. 3- Hakikatler ile mecazî ifadeleri.   CENAB-I HAK DUALARA 3 ŞEKİLDE CEVAP VERİR6 1- Ya aynen istediğimizi verir. 2- Veya istediğimizden daha iyisini verir. 3- Veya istediğimizin zararlı olduğunu bildiği için hiç vermez.   EVLİYALAR HAKİKATİ 4 ŞEYLE GÖRÜR7 1- Amelle. 2- İbadetle. 3- Sülûkla (manevi makamlarda ilerlemeyle). 4- Riyazetle.   İDARECİLİK VE MEMURİYETİN 3 TEHLİKESİ8 1- İnsan fıtratına uygun değildir. 2- Tembelliğe müsaittir. 3- Gururu okşar.   Kaynaklar: 1- Sözler, s.1022- Mektubât, c.2, s.1163- Mektubât, c.2, s.1174- Hamiyet: Mukaddesatın, vatanın, milletin ve akrabaların şerefini koruma gayreti.5- Muhakemât, Asâr-ı Bedi’iyye, s.1606- Sözler, s.1087- www.erisale.com, Emirdağ Lâhikası, s.1278- Mektubât, c.2, s.126

Mustafa TOPÖZ 01 Mayıs
Konu resmiFuat Sezgin'den Alınacak Çok Dersler Var!
Kültür ve Medeniyet

Geçen sayımızda Fuat Sezgin Hoca’yı bir nebze tanı(t)maya çalıştık. Bu yazımızda Fuat Hoca’nın hayatından çıkaracağımız dersler üzerinde duracağız. İstanbul İslam, Bilim ve Teknoloji Müzesi 2008’de İstanbul İslam, Bilim ve Teknoloji Müzesi’ni kurdu. Sezgin bu müzede, Müslüman bilginler tarafından yapılmış aletlerin, bilimsel araç ve gereçlerin yazılı kaynaklara dayanarak yaptırdığı numunelerini sergiledi. Müzede 800 eser sergilenmektedir.1 Bu müze, Fuat Sezgin’in İslam alemine en büyük mirasıdır. Fu­at Sezgin, bütün hayatını İslam bilim tarihine adamış bir in­sandır. Gayesini şöyle ifade eder: “Müslümanların ilim dün­­­ya­sındaki yeri bilinmiyordu; çünkü bu zamana kadar Müs­­­lü­manların ilimdeki buluş­ları ciddi manada müdafaa edilmedi.” Türkler, mensubu bulundukları medeniyetin ne kadar yüksek olduğunu bu müzede görecekler.”2 diyor, Fuat Hoca. 400 Binden Fazla Eser İncelemesi Fuat Sezgin, Müslüman bilim adamları tarafından yazılmış orijinal eserlerin tıpkıbasımlarını içeren 1400 cilt kitap neşreder ekibiyle beraber.3 Gerek müzelerdeki eserlerin sergilenmesi gerekse diğer çalışmalar için 60 ülkede 400.000 cilt eser incelenir. Fuat Sezgin İslam Alemine Yeniden Özgüven Kazandırdı “Müslümanlar daha 7. yüzyılda Çin’e ulaşıyorlar. Madagaskar’a yerleşiyorlar. İslam dinamiktir. Ben Müslümanları o dinamizmle buluşturmaya çalışıyorum.” diyor, Fuat Hoca. Halbuki bu millete Batı medeniyeti adeta ulaşılmaz bir ütopya olarak tanıtıldı. Bütün bilimsel keşiflerin Batılılar tarafından yapıldığı yalanı ve algısı bilhassa İslam ülkeleri üzerinde yayıldı. Bir müddet sonra artık bu görüşü kendi insanımız bile savunur oldu. “Osmanlı ne yapmış ki? Bir toplu iğne bile yapmamış! Bir şeker bile üretmemiş” diyorlar. Haydi toplu iğne ufaktır göremezsin, İstanbul’daki minareleri de mi görmüyorsun! Bu aşağılık psikolojisi 17. yüzyılda başladı bizde. Fuat Sezgin Hoca Kâtip Çelebi’den (1609-1657) muhteşem bir coğrafyacı olarak bahseder. Cihannüma, Keşfü’z-Zünun gibi paha biçilmez eserlere imza atmış bir bilim adamımızdır. Böyle olmakla beraber onda Batı karşısında aşağılık kompleksini görür Fuat Hoca ve kalbi soğur Kâtip Çelebi’den. Osmanlıca Bilmek Özgüven Kazandırır İslam medeniyetinin büyüklü­ğü­nü kendi insanımıza anlat­mak, Batılılara anlatmaktan da­ha zor!”4 ifadesi Fuat Hoca’ nın acı bir tecrübesi olsa gerek. Bu vesileyle ben de bir hatıramı paylaşayım sizlerle. Bir iş adamını ziyarete gitmiştim. Birinin hâkim diğerinin savcı olduğunu sonradan öğrendiğim iki kişi kendi aralarında konuşuyorlardı. Biri, “Atalarımız hiç bilimsel buluş yapmamış, hep at üzerinde savaşmışlar” diyordu diğerine. Arkadaşı da onu tasdik ediyordu. Mecburen özür dileyerek araya girdim. Beyefendi dedim, siz Sü­ley­maniye Kütüphanesine git­­ti­niz mi? Hayır, dedi. Tabii, ora­­­da­ki Osmanlıca yazılmış ki­­tap­­ları da okumamışsınızdır. Zira orada çoğu el yazması 190.000 cilt kitap var. Sadece Anadolu’da 20 tane el yazması kütüphanemiz var. Yüzyıllardır dini kitaplarımız, milli kitaplarımız, şiirlerimiz, hikayelerimiz, bilimsel kitaplarımız hep Osmanlıca yazılmış ve biz onları okuyamıyoruz. Özrümüz kaba­hatimizden büyük. Hem atalarımızın kitaplarını okumuyoruz hem de atalarımız bilimsel çalışma yapmamış diye onlara iftira atıyoruz. Bir dane-i hakikat bir harman yalanı yutar. Yeter ki biz ne yaptığımızı bilelim. Kendimize güvenelim. Osmanlı Türkçesini gençlerimiz öğrenmeli. Kültürümüzden uzak bunca yılları heba ettiğimiz artık yeter! Fuat Sezgin Disiplinli Çalışmayı Öğretti Hocası Helmut Ritter sorar: Kaç saat çalışıyorsun? 13-14 saat diye cevap verir, Fuat Sezgin. Bu kadar çalışmayla bilim adamı olunmaz der hocası. Daha fazla çalışmalısın. Her yıl bir dil öğreneceksin. Çalışmasını 17-18 saate çıkarır Fuat Hoca. 27 dil bildiği söylenir. Mesela, Rusça ile yazılmış çok önemli bir eser görür, gider Rusya’ya 3-5 ay kalır, Rusçayı öğrenip o eseri orijinali üzerinden inceler. Fuat Sezgin Ülkeye Bağlılığı Öğretti Fuat Hoca, 27 Mayıs 1960 ihtilali neticesinde üniversitelerden uzaklaştırılan ve 147’likler olarak bilinen akademisyenler arasındaydı. Ülkenin önünü açan, çalışkan, dürüst, vatansever, dindar 147 akademisyen sorgusuz sualsiz sürgün edilir bu cennet vatandan. Fakat Fuat Hoca ülkesine hiç küsmez. Bilakis “Milletime bor­­cum var.” der. Almanya’da 50 yıla yakın kalmasına ve cazip teklifler almasına rağmen Al­man vatandaşı olmaz, sabırla mem­­leketine dönüp hizmet etme­yi bekler. Doğu Olmasaydı,Batı Olmazdı Bilim, insanlığın ortak malıdır. Mesela, Peygamberler mucize­leri ile hem insanlığa manevi rehberlik yapmış hem de bi­lim ve teknolojiye öncülük et­mişler­dir. Mesela, Nuh Aleyhisselam, insanlık gemi yapmasını bil­miyorken Hz. Cebrail’in öğ­­­ret­mesiyle ilk gemi yapımını in­­san­­lığa öğretmiştir. Müslümanlar, 7. yüzyıldan itibaren ilimleri Hintlilerden ve Yunanlılardan alıp 16. yüzyılın sonuna kadar ilimde yeni keşiflerde bulundular, öncü oldular. İslam medeniyetinin devamı olan Batı, İslam medeniyetinin bir çocuğudur. Lakin bu hırslı çocuk 17. yüzyıldan sonra dünyayı yağmalayarak her şeyi kendine mal etmekle kalmayıp, her şey kendi eseri gibi göstermiştir. Müslümanlar Neden Geriledi? Avrupalılar Müslümanlardan bil­­­giyi 10. yüzyıldan itibaren al­­maya başladılar. Bu süreç 700 yıl devam etti. 17. yüzyıldan iti­­baren öne geçmeye başladılar. Av­­ru­pa ilerledikçe Müslümanlar bi­limin kaynağını bilmedik­leri için onlara karşı aşağılık psi­ko­lojisine girdiler. Onların üstünlüğünü kabul ettiler. Çün­­kü Fuat Sezgin’in ifadesiyle, “Müslümanların ilimdeki bu­luş­ları ciddi manada müdafaa edilmedi.” Fuat Sezgin, tüm dünyaya bilimsel ilerleme sürecinin tek bir milletin değil, bütün bir insanlığın malı olduğunu göstermiştir. O, İslam bilim tarihinin üstüne çekilmiş örtüyü kaldırmaya çalışmış, kendilerine yüzyıllarca atalarının hiçbir bilimsel başarısı olmadığı öğretilmeye çalışılan İslam coğrafyasına gerçekleri göstererek, İslam coğrafyasına yeniden güven aşılamaya çalışmıştır. Sonuç Batı ve onların içimizdeki truva atları iki planı takip ediyorlar: Birincisi, ırkçılığı Müslümanlar arasına sokarak bizleri birbirimizden ayırıyorlar. İkincisi, alimlerimizi, bilim adamlarımı­zı, memlekete gerçek manada hizmet etmiş milli kahramanlarımızı itibarsızlaştırmaya çalı­şıyorlar. Maalesef bu algı operasyonu netice veriyor. Mesela, büyük bir müfessir, büyük bir hadis alimi, büyük bir dava adamı, büyük bir komutan, büyük bir medrese hocası, eşsiz bir kelam alimi, İslam davası uğruna 80 küsur senelik hayatında dünya lezzeti namına bir şey tatmamış, üstelik uzakta değil, Anadolu’nun bağrından çıkmış büyük alim Bediüzzaman Said Nursi Hazretleri bu itibarsızlaştırma operasyonuna o kadar çok maruz kalmış ki hala bunun izleri silinmiş değil. Bir öğretmen, vatana hainlik yapmış ve vatandaşlıktan çıkarılmış sözde bir şairden şiir okusa yadırganmaz ama Bediüzzamanın eşsiz eseri Risale-i Nur’dan bir cümle söylese kıyamet kopar. Ders kitaplarına yukarıda zikrettiğimiz kişilerin yazıları, şiirleri alınır ama Risale-i Nur’dan bir cümle alınmaz. Alimlerimiz İslam aleminin ortak değeridir. Onların yazdığı eserler bütün ümmetin malıdır. Öyle ise onlara sahip çıkmak sadece belirli bir kesime münhasır olmamalı. Müslüman alimler, ilahiyat ho­caları, diyanet camiası, vatan­sever insanlarımız artık bu oyu­nun farkına varın! Bu algıyı atın üzerinizden. Asrın bütün has­talıklarının tedavi reçetelerini Kur’an’dan alarak insanlığa sunan bu eserleri insanlarla buluşturalım. Ta ki şu eğitimdeki çaresizliğimizden ve çıkmaz sokak psikolojisinden hem kendimiz kurtulalım hem neslimizi kurtaralım. Fuat Sezgin’in kıymetini 50 yıl sonra anladık. Bediüzzaman’ı mahşer günü mü anlayacağız? Kaynaklar 1- Fuat Sezgin, Bilim Tarihi Sohbetleri, Timaş Yayınları, s. 40.2- Fuat Sezgin, Bilim Tarihi Sohbetleri, Timaş Yayınları, s. 33.3- Fuat Sezgin, Bilim Tarihi Sohbetleri, Timaş Yayınları, s. 39.4- Fuat Sezgin, Bilim Tarihi Sohbetleri, Timaş Yayınları, s. 42.

Mustafa YANKIN 01 Mayıs
Konu resmiŞiir Onu Arar
Kültür ve Medeniyet

Meşhur bir vecize vardır: “Arayanlar bulamaz; bulanlar arayanlardır.” İnsanoğlu her daim bir arayış içine girmiştir. Bazen varlığını bazen de var olmak üzerinden var etmenin arkasındaki sırrı sorgulamıştır. Bazıları bu arayışta kaybolmuş, bazıları insan-ı kâmil mertebesine ulaşmıştır. Bu arayış, başka maksat ve vesilelerle günümüzde de devam etmektedir. Bu arayışların araçlarından biri de şiir olmuştur. Şiir ahengiyle, musikisiyle, uyumuyla, derinliğiyle, belagat ve icazının kuvvetiyle her zaman insanları etkileme aracı olmuştur. Dolayısıyla arayan insan, kendisini şiiri yoluyla da ifade etmiştir. İnsanın arayışlarının başında Allah Teala gelmektedir. İnsan, Allah’ı aradıkça aslında kendisini aramış, “Nefsini tanıyan Rabbini bulur” sırrınca, Allah’ı tanımış, tanıdıkça kendisini bul­muştur. Şiir arayışın dilidir, aş­kın ifadesidir. Tarih bu ruh hal­lerinin yansımalarıyla doludur. Bulmayı Yunus’un aşkın ruh haliyle şöyle dillendirmiştir: Cennet cennet dedikleri Birkaç köşk ile birkaç huri İsteyene sen ver ânı Bana seni gerek seni Aramak fiilinin maksadı olan bulmak üzerinden şöyle bir pencere daha açalım. İnsanı Allah’a ulaştıran en güzel vesilelerden biri de Hz. Peygamber (sav)’dir. Nitekim Yüce Allah, mukaddes kitabımız olan Kur’an-ı Kerim’in Âl-i İmran Suresinin 31. ayetinde şöyle buyurmaktadır: “(Habibim, ya Muhammed) de ki: Eğer Allah’ı seviyorsanız, o hâlde bana tâbi olun ki, Allah (da) sizi sevsin ve günahlarınızı size bağışlasın!” Dolayısıyla ayetten de anlaya­bil­diğimiz kadarıyla Allah’a ulaş­mak için Hz. Peygamberi sev­mek ve onun sünnetine tabi olmak gerekmektedir. Bu hususta bazı şairler Hz. Peygambere olan muhabbetlerini anlatan şiirler yazmışlardır. Klâsik Türk şiiri geleneğinde Hz. Peygamber’i konu alan naat, şefaat name, ilahi vb. şiirler söz konusudur. Hatta bu şiir geleneğinde güzel bir naat yazmayanların tam şair olamadıkları görüşü de mevcuttur. E, normal de değil midir? Nihayetinde şiir aşkın dilidir. Aşkın son noktası da Allah’a olan muhabbettir. Muhabbetullahtır. Modern şiirde de bu türde şiirler yazılmaya devam etmiş midir? Elbette. Bu şiirlerden biri de Nurullah Genç’in “Yağmur” adlı na’tıdır. Şair arayışının bir neticesi olarak Yağmur’a ulaşmış ve Hz. Peygamber’e karşı olan sevgisini ve özlemini dile getirmiştir. Genç’e göre Hz. Peygambere yani ona yaklaştıkça kurtuluşa, mutluluğa ondan uzaklaştıkça hüsran ifade eden bir hüzne doğru gider. Bu, insanlar ve toplumlar için böyledir. Şair bu düşüncede yoğunlaştıkça ilk mısralar dökülür: Sensiz, ufuklarıma yalancı bir tan düştü Sensiz, kıtalar boyu uzanan vatan düştü Bir kölelik ruhuna mahkûm olunca gönül Yüzyıllardır dorukta bekleyen sultan düştü Bu mısralardan sonra na’tın hikâyesi başlar. Her arayışın bir hikâyesi olduğu gibi bu arayışın da bir hikâyesi vardır. Bu arayış şairin iki üç ay boyunca odasına kapanmasıdır. Öyle ya arayış sadece dağda, bayırda, uçsuz bucaksız yerlerde değil küçücük bir kalpte bile olabilir. Sonra da birçok şairimiz tarafından defalarca okunan ve belki de modern şiirde şu anda üzerine nazire yapılamamış bir şiir meyvesini vermiştir: “Yağmur…” Yağmur na’tı uzun bir şiir olmasına rağmen, gayet akıcı bir şekilde okunmaktadır. Okuru boğmaz ve her mısraında ayrı bir derinlik barındırır. Şiirin tamamını burada incelemek mümkün değil, ancak birkaç mısraa değinmek ve arayışın felsefesini kavramak önemli olacaktır. Bütün kâinat Hz. Peygamberin gelişini beklemektedir. Dağ, taş bile bu bekleyenlerin arasındadır. Ve şair yağmuru bekleyen bir taşın da kendisi olmasını istemektedir: Yağmur, seni bekleyen bir taş da ben olsaydım… Şair demişti ya onu kaybeden hüsrana uğrar diye. Şair, şiirde bu durumu sorgular ve bunun tespitini yapar. Hz. Peygamberden uzaklaştıkça düşmanlıklar çoğalmış, dostluklar yaban kalmış, yenilgilerimiz artmıştır: Yağmur, gülşenimize sensiz, baldıran düştü Düşmanlık içimizde; dostluklar yaban düştü Yenilgi, ilmek ilmek düğümlendi tarihe Her sayfaya talihsiz binlerce kurban düştü Şair onu aramaya devam eder. Onu aradıkça ondan ne kadar uzaklaştığımızı görür. Birçok güzel insanımızı kaybetmiş, umutlarımız tükenmiş, atalarımızın mirasını koruyamamış ve değerlerimizi yitirmişizdir: Sensiz, kaldırımlara nice güzel cân düştü Yarılan göğsümüzden umutlar bîcan düştü Yağmur, kaybettik bütün hazinesini ceddin En son, avucumuzdan inci ve mercan düştü Şairimiz onu arayıp bulmayı ümit etmiştir hep. Onu bulunca her yer yemyeşil filizlenir, çirkefin gövdesi dağılır, zulmetin çöplüğü temizlenir ve sonsuz bir mutluluğa erişilir: Yağmur, duysam içimin göklerimden sesini Yağarsın; taşlar bile yemyeşil filizlenir Yıldırımlar parçalar çirkefin gövdesini Sel gider ve zulmetin çöplüğü temizlenir Yağmur, bir gün kurtulup çağın kundaklarından Alsam, ölümsüzlüğü billur dudaklarından Biz, Bezmialem Valide Sultan’ın mührüne kazınan “Muhabbetten Muhammed oldu hasıl, Muhammedsiz muhabbetten ne hasıl? Zuhurundan Bezm-i alem oldu vasıl” sözleri çerçevesinde şiirin Hz. Peygambere yazılınca güzel olduğuna hem de şiirin Hz. Peygamberi aradığına değinmek istedik.  Allah bizi Hz. Peygamberin şefaatine nail eylesin… Âmin.

Ogün PEÇENEK 01 Mayıs
Konu resmiKoronavirüs (Covid-19) Hakkında Beslenme Önerileri
Sağlık

Oruç tutmak bağışıklığı artırmanın en etkili ve en kısa yoludur. Dünya Sağlık Örgütü tarafın­dan pandemi olarak ilan edi­­len koronovirüs hastalığı (Covid-19) ülkemizde de önemli bir halk sağlığı tehdidi oluşturmak­ta­dır. Koronavirü­sün bulaşmasını tek başına en­gel­leyebilecek ve­ya tedavi ede­bi­lecek herhangi bir gıda yok­tur. Fakat bağışıklık sistemi güç­lü olan kişilerin bu hastalığı da­ha hızlı atlattı­ğı gö­rül­­mektedir. Oruç tutmak ba­­­ğı­şıklığı artırmanın en etkili ve en kısa yoludur. Bunun yanı sıra sağlıklı beslenme, koronavi­rüs pandemisi bağlamında de­ğer­lendirildiğinde, orucun ba­ğı­şıklığa etkisini artırmak için sağlıklı bireylere yönelik beslenme önerilerini aşağıdaki şekilde sıralayabiliriz. Karantina uygulamalarında sağlıklı beslenme önemli olduğundan, Covid-19 ile ilgili sosyal izolasyonda birçok küresel sağlık kuruluşu karantina uygulamalarında en az iki haftalık ilaç ve gıda bulundurulmasını tav­siye etmektedir. Alınacak gı­da­ların olabildiğince besleyici, raf ömrü uzun ve dayanıklı olması uygun olacaktır. Bu zor dönemi olabildiğince rahat atlatmak için seçilecek gıdaların protein, lif, vitamin, mineral ve antioksidanlardan zengin olması dengeli beslenme yönünden büyük önem taşımaktadır. İftar ve sahur sofralarında sebze ve meyve tüketimi öncelikli olmalıdır. Dayanıklı gıda dendiğinde akla hemen gelmese de aslında günlük yeterli sebze ve meyve tüketimi her gün ve her öğünde sağlanmalıdır. Türkiye’ye Özgü Beslenme Rehberi’nde önerilen Sağlıklı Yemek Tabağı’na göre her ana öğünde tabağın bir çeyreği seb­­ze­lerden, diğer çeyreği tam tahıl ürünlerinden ve kalan ya­rı­­sı­nın eşit üç parça halinde mey­­velerden, yüksek proteinli gı­da­lardan (kurubaklagiller, et, yu­murta, balık, tavuk, yağlı to­humlar, vb.) ve süt ürünlerinden (süt, yoğurt, ayran, peynir vb.) gelmesi tavsiye edilmektedir. Bunların yanı sıra yeterli su tüketiminin sağlanması ve günlük beslenmede zeytinyağı kullanılması önerilmektedir. Bu bilgiler ışığında yiyecek alışve­rişlerinde sebze ve meyveye ağırlık verilmelidir. Taze sebze ve meyvenin bir kısmının daha sonra tüketilmeye ve/veya pişirilmeye uygun miktarlarda dondurularak saklanması da evden uzun süre çıkılamayan durumlarda sağlıklı beslenmenin sürekliliğinin sağlanabilmesi için gereklidir. Mevsime uygun ve dayanıklı sebze ve meyveler satın alınmalıdır. İçinde bulunduğumuz mevsim düşünüldüğünde mayıs ayı sebzeleri enginar, bezelye, bakla, taze sarımsak, taze soğan örnek verilebilir. Özellikle narenciye grubu meyveler bağışıklık sistemini destekleyici C vitamininden zengin olduğu için bu meyvelerin tüketimine ağırlık verilmeli, mümkünse yemeklere taze limon sıkılmalıdır. Dayanıklı sebzelerin raf ömrünü uzatmak için yıkanmadan ve kesilmeden buzdolabında saklanmaları gerekmektedir. Bunlara ek olarak kuru meyve, kuru bamya, patlıcan, biber, domates gibi gıdalar da raf ömrü uzun; lif ve mineral kaynağı gıdalar olduğu için evde bulundurulmak faydalı olacaktır. Kuru baklagiller her gün tüketilebilir. Oldukça dayanıklı ve besin değeri yüksek bir başka protein kaynağı alternatifi olarak kabul edilirler. Yeşil mercimek, kırmızı mercimek, nohut, fasulye çeşitleri, barbunya, vb. gıdalar her gün tüketilebilirler. Yalnız, pişirme süresi uzun olabilen bu ürünlerin bir gece suda ıslatılıp büyük miktarlarda haşlanıp daha sonra hızlıca pişirilebilecek şekilde buzlukta saklanması kuru baklagillerin tüketimini kolaylaştıracaktır. Kaliteli hayvansal protein tü­ketimine yönelik tavsiyeler: Yu­murta ve peynir çeşitleri uygun şartlarda saklandığında uzun süre dayanabilen kaliteli hay­vanî protein içeren gıdalardır. Hastalıklara neden olan virüs ve bakterilere karşı vücudun önemli savunma mekanizmalarından olan antikorların görevlerini yerine getirebilmeleri için her gün yeterli protein alınması gerekmektedir. Bunlara ek olarak probiyotik takviyeli ya da ev yapımı yoğurt ve kefir gibi ürünlerde bulunan faydalı mikroorganizmalar da bağışıklık sistemini destekleyici etkide bulunabildikleri için özellikle bu dönemde tüketilmesi tavsiye edilir. Tüketimi sınırlandırılması gereken yiyecek ve içecekler: Kan şekerini hızla yükselten şeker ve şekerli yiyecek ve içecekler, beyaz ekmek de dahil hamur işi ürünler, işlenmiş et ürünleri, aşırı tuz içeren besinlerdir. (Hazır soslar, cips gibi tuzlu ürünler, patlamış mısır, tuzlu kurabiyeler, vb.) Yemek hazırlarken temizlik ve iyi pişirmek önemlidir. Koronavirüsün gıdalarla bulaştığına dair henüz bir bulgu olmasa da gıda hazırlama süreçlerinde temizliğin en üst düzeyde sağlanması, et ürünleri başta olmak üzere pişen tüm yiyeceklerin yüksek iç sıcaklığa erişmesi yani iyi pişirilmesi oldukça önemlidir. Kaynak: Türkiye Diyetisyenler Derneği’nin Koronavirüs (Covid-19) Hakkında Beslenme Önerileri  

Edibe BEKİN 01 Mayıs
Konu resmiÇocuğun Dili: Oyun
Eğitim

Çocuk denilince akla gelen ilk kavramlardan birisi oyundur. Dünyanın neresine gidersek gidelim, o an içinde bulunulan durum ne olursa olsun çocuk oyun oynar. Doğumla birlikte önce kendi bedenini keşfetmekle başlayan oyun süreci, “ce’ eee” oyunuyla karşılıklı oyuna döner. Çocuğun hayatında bu denli önemli yer tutan oyun sadece eğlenmek ve keyifli vakit geçirmek için mi vardır? Oyun çocuğun dünyasında neye hizmet eder? Oyun, gelişimin dinamosudur. Çocuğun fiziki, akli, hissi, sosyal alanları başta olmak üzere gelişmeye ihtiyacı vardır. Sağlıklı gelişim göstermesinin en önemli yolu da doya doya oyun oynayabilmesinden geçer. Oyun oynayarak koşar, zıplar, atlar, taş tutar… böylelikle ince motor gelişimi ve kaba motor gelişimi desteklenmiş olur. Çocuk oyunda kazanmak için plan yapar, hesaplamalar yapar, sonraki adımı düşünmesi gerekir. Sek sek oynarken taşı hangi kareye, hangi hızla atacağını hesaplaması gerekir… farkında olmadan arka planda bilişsel hesaplama söz konusudur. Bu sayede zihnî gelişim desteklenir. Oyun içinde kazanmak, kaybetmek, üzülmek, heyecanlanmak, yetersiz hissetmek gibi farklı duyguları yaşar. Arkadaşının duygularını gözlemler. Bu sayede duyguları keşfeder, fark eder ve ifade etme yeteneği gelişir. Başkalarının duygularını okuma yeteneği de gelişmiş olur. Bu dönemde okullarda geliştirilmeye çalışılan birçok alan, çocuğun oynadığı oyunlar yoluyla desteklenir. Oyun, sosyalleşmeyi sağlar. Çocuk sıra beklemeyi, kurallara uymayı, başkasının hakkına saygı göstermeyi, gruba dahil olmayı oyunla öğrenir. Yeterince oyun oynamayan çocuk yeterince sosyalleşemez. Oyun, hayatın provasıdır. Oyun içinde anne, baba, öğretmen, doktor gibi çeşitli rollere girerek, bu hayatta kendini bekleyen rollere hazırlık yapar. Tecrübe sahibi olur. Oyun, ifade aracıdır. Yetişkinler sevinçlerini, üzüntülerini, sı­kıntılarını dille, kelimeleri kul­la­narak ifade edebilirler. Ço­cuk­lar duygu ve düşünceleri­ni ye­tiş­kinler gibi kelimelerle ifade­de edebilecek ne kelime hazinesine ne de zekâ işleyişine sahip değillerdir. Çocuklar duygu ve düşüncelerini oyun yoluyla ifade ederler. Çocuğun dili oyundur, kelimeleri ise oyuncaklarıdır. Gün içinde yaşadığı zorlukları oyunla ifade eder ve rahatlar. Çocuğun elinden oyunu almak, onun ifade gücünü de elinden almaktır. Oyun, iyileştirir. Çocuk oyun içinde öfkesini, üzüntüsünü, acı­sını oyun ve oyuncaklar yoluyla ifade eder. Oyun yoluyla ya­şa­dığı zorluklarla baş eder ve çö­zümleyemediği durumla­rı an­­­­­lam­landırır. Oyun başlı ba­şı­na çocuğun ruha ait yaralarını iyi­­­leştirir. Bundan dolayı oyun te­­ra­pisi yaklaşımı çocuk te­ra­pi­le­rinde sıklıkla tercih edilir. Çocuklar dertlerini -yetişkinlerden farklı olarak- oynayarak ifade eder ve iyileştirirler. Faydalarına rağmen maalesef günümüzde çocuklar yeterince oyun oynayamamaktadır. Anaokulu çocuğunun günde en az 5 saat, ilkokul çocuğunun günde en az 3 saat serbest oyun oynaması gerekmektedir. Günümüz dünyasında şehirleş­meyle birlikte oyun alanları ve eğitim sistemleriyle oyun za­man­ları çocukların elinden alın­mıştır. Şehirleşmenin ve eği­tim sistmlerinin yanına toplu­mun ve ebeveynlerin oyunu küçümseyen tavrı da eklenince, çocuklar en temel hakları olan oyundan nisbi veya tamamen mahrum kalmışlardır. Ve maalesef bu çocuklar, buldukları dar vakitlerde sanal oyunlara yönelmişlerdir. Halbuki sanal oyunlar, serbest oyunun sunduğu gelişim imkanlarını sunmadığı gibi, bilakistir. Çocukların ruh sağlığını korumak istiyorsak, oyun zamanlarını ve alanlarını çocuklara geri iade etmeliyiz. Çocuğun elinden oyunu almak gelişimini, kendisini ifade etmesini, ruhsal iyileşmesini elinden almak demektir.

Hilal RAMAZAN 01 Mayıs
Konu resmiİstanbul, Türk ve İslâm Eserleri  Müzesi’nde (TİEM) Bulunan “Mukaddes  Emânetler”
Kültür ve Medeniyet

“Emanât-ı Mukaddese” olarak da adlandırılan Kutsal Emânetler, İslâm dini tarihi açısından büyük önem taşıyan, Hz. Muhammed’e (sav) ve diğer İslâm büyüklerine ait bazı mübarek eşyalara verilen genel bir isimdir. “Mukaddes Emânetler” olarak da isimlendirilen bu emânetler nesilden nesile âile yadigârı olarak aktarılmış bir kısmı da halifelerin uğraşları sonucu bugünlere erişmişlerdir.  Mukaddes Emânetlerin toplan­ması ve muhâfazası Peygamber Efendimiz zamanında başlamıştır. Bilindiği gibi bunların en yaygın olanı Hz. Muhammed (sav)’in sakalının her ke­si­­­­li­şinde sahâbe tarafından top­­­­­lanan Sakal-ı Şerîf’leridir. As­­­­­hâb-ı Kirâm, büyük ihtimam ve hürmetle Peygamber Efen­di­­miz (sav)’e ait hatı­ra­­ları mu­ha­­faza etmişlerdir. Dört bü­­yük ha­­life devrinden sonra Eme­vî ve Abbâsî hali­fe­­leri; Pey­gam­ber Efen­di­miz (sav)’den, Üm­mehât-ül mü’mi­nîn (Mü’ minlerin anneleri, Pey­gam­ber Efen­dimiz’in mü­­bâ­­rek hanım­ları) ve As­hâb-ı Ki­râm’dan ka­lan her çeşit eşya ve ha­tıranın toplanmasına ve saklanmasına büyük ih­ti­mam göstermişlerdir. Bu kutsal eşyalar uğurlu sayıldığı ve uğur getirdiğine inanıldığı için teberrükât olarak da anılmaktadır. Sakal-ı Şerîf’ler (Lihye-i Saâdet) için sanatkârlar tarafından yapılan, her biri birer sanat eseri olan altın, gümüş, kristal, cam vb. muhafazalar sayesinde korunmuş ve diğer “Mukaddes Emânetler”le birlikte ayrı ayrı özel yapılmış, yedi ila dokuz kat arasında değişen ipek bohçalara kat kat sarmalanıp, dış etkenlere maruz kalmadan yüzyıllar boyunca ihtimamla muhâfaza edilmesi sağlanmıştır. Yavuz Sultan Selim’in Mısır se­ferinin ardından İstanbul’a ge­tirilen, sonraki dönemlerde sayısı sürekli artarak paha biçilmez bir hazine haline gelen Kutsal Emânetler, 500 yıldan fazla zamandır korunduğu Topkapı Sarayı’ndaki “Has Oda”da sergilenmektedir. Topkapı Sa­ra­­­yı’nda bulunan Mukaddes Emâ­­netler’in dışında, İstanbul Sul­­tan­ahmet’te bulunan Türk ve İslâm Eserleri Müzesi, Türk ve İslâm tarihine ışık tutan eser­­lerin yanı sıra İslâm dünyası­nın farklı köşelerinden gelmiş çok sayıda mukaddes emâneti de bünyesinde barındırmaktadır. Bu eserlerin en önemlileri; Sakal-ı Şerîfler, Kadem-i Saâdet, Hz. Hüseyin (ra) Efen­dimize ve Seyyid Ahmed Be­de­vî’ye ait destar parçaları, Veysel Karânî’ye ait hırka parçası, Ravza-i Mutahhara örtüsü, Kâ­be kapı örtüleri ve kuşak yazısı, Kâbe anahtarı, Hz Osman (ra) ve Hz. Ali’ye (ra) atfedilen deri üzerine yazılmış Kur’ân-ı Kerîm’ler yer almaktadır. Bu eserlerin önemli bir bölümü çeşitli türbelerden getirilip Türk ve İslâm Eserleri Müzesi’nde muhafaza edilen, ancak teşhir edilmeyen eserlerdir. Mukaddes Emânetler maddî ola­rak korunup muhafaza edilmelerinin yanı sıra; İslâm mülkünde dâima hiçbir eşyanın ulaşamayacağı bir yerde, her dâim müminlerin kalplerinde muhafaza edilmektedir. Belde-i Tayyib olan bu güzel şehir, İslâm Medeniyeti’nin emâneti olan bu mirasın koruyucusu olmayı sürdürüyor.  

Mustafa YILMAZ 01 Mayıs