
Balkanlar denince, tarihi, kültürel ve akrabalık bağlarımızın yoğun olduğu bir coğrafya akla gelmektedir. Balkanlar, asırlara uzanan dostluk ve kardeşliğin coğrafyasıdır. Bu kadar köklü beraberliklerimizin olduğu Balkan ülkelerinin birçoğuna bugün vizesiz olarak gidilebilmektedir. Ulaşım bakımından ülkemizdeki bazı şehirlere yapılacak seyahatlerden daha kısa sürede ulaşma imkanı vardır. Havayoluyla herhangi bir Balkan ülkesi başkentine, İstanbul’dan, ortalama bir buçuk saatte varılabilmektedir. Ayrıca Balkanlar stratejik konumuyla Avrupa’ya açılan bir kapıdır. Bütün bunlar, Balkanların geleceğini inşa etmek için bizlere büyük bir şevk vermekte aynı zamanda büyük bir mesuliyeti de omzumuza yüklemektedir. Proje ve Koordinasyon Türkiye son yıllarda birçok alanda iyileşmeler gerçekleştirerek kendi iç dinamiklerini etkin hale getirmeye başladı. Bunun bir dışa yansıması olarak birçok ülkede olduğu gibi Balkanlar’da da varlığını daha çok hissettirebilecek bir konuma kavuştu. Elçilikler, TİKA Ofisleri, Yunus Emre Kültür Merkezleri, Türk Taburları, ilgili STK, Kurum ve Kuruluşların artan etkinliği bunun bir göstergesidir. Bu pozitif etkinlik, koordineli bir şekilde Balkan coğrafyasına fayda sağlayabilecek projelere dönüştürülmelidir. Bu projeler hazırlanırken ve uygulanırken kurumlar arasındaki koordinasyona dikkat edilmelidir. Balkanlarla Sürekli İşbirliği ve Temas Projesi Yürütme Kurulu tarafından, yaklaşık altı aydır altı Balkan ülkesinde yapılan temaslar ve incelemeler neticesinde bir takım proje başlıkları belirlendi. İki yıl sürecek olan temas ve inceleme süreci devam ederken diğer taraftan şimdiye kadar belirlenen proje başlıkları projelendirilmekte ve uygulamaya konulmaktadır. Bu kapsamda belirlenen projeler bir proje havuzunda toplanmaktadır. Balkanların geleceğini hep birlikte inşa etmek idealini taşıyan herkesi havuzdaki bu projelere destek olmaya davet ediyoruz. Proje Havuzundaki Bazı Projeler Yaz Kursları Projesi, Uyuşturucuyla Sivil Mücadele Projesi, İmam Yetiştirme Projesi, Okul Öncesi Eğitim Projesi, Balkan Yetimleri Projesi, Tetova Yurt Projesi, Üsküp Hafızlık Okulu Projesi, Cazibeli Gençlik Merkezi Projesi, Arnavutça 300 Bin Elifba Projesi, Osmanlı Türkçesi Kursu Projesi, Balkan Entelektüeller Birliği Projesi, Medya Oluşum ve Gelişim Projesi.

Türk İşbirliği ve Koordinasyon Ajansı Başkanlığı’nın katkılarıyla Arnavutluk’un Elbasan şehrinde Elbasan Müftülüğü ve Elbasan Belediyesi tarafından organize edilen 1. Helal ve Sağlıklı Ürünler Fuarı düzenlenen törenle açıldı. TİKA’nın katkılarıyla Elbasan Müftülüğü ve Elbasan Belediyesi tarafından düzenlenen fuarda Arnavutluk ve diğer Balkan ülkelerindeki firmalar tarafından üretilen helal sertifikalı ürünler sergilendi. Kurban Bayramı süresince açık olan fuar, vatandaşlar tarafından büyük ilgi gördü. 1. Helal ve Sağlıklı Ürünler Fuarı’nın açılışına, Elbasan Belediye Başkanı Qazim Sejdini, Elbasan Müftüsü Agim Duka, TİKA yetkilileri ve çok sayıda vatandaş katıldı. Fuarın açılışında konuşan Elbasan Müftüsü Duka, Arnavutların din alanında özgürlüğüne 90’lı yıllarda kavuşmasından itibaren İslam dünyasındaki gelişmeleri takip ettiklerini belirtti. Özellikle de son dönemde Müslümanlar arasında önemi artan helal standartlarda gıda tüketimine özen gösterildiğini ifade eden Elbasan Müftüsü Duka, Arnavut Müslümanların helal ve sağlıklı ürünlere ulaşımını kolaylaştırmak, bu alanda üretim yapan firmaları bir araya getirmek amacıyla böyle bir fuar organize ettiklerini kaydetti. Elbasan Müftüsü Duka, fuar organizasyonuna desteğinden dolayı TİKA’ya teşekkürlerini iletti. Elbasan Belediye Başkanı Sejdini ise, 1. Helal ve Sağlıklı Ürünler Fuarı’nın Elbasan şehrinde düzenlemesinden dolayı onur duyduklarını söyledi. Belediye olarak helal gıda standartlarının yaygınlaştırılmasında üzerlerine düşen görevi yapacaklarını belirten Elbasan Belediye Başkanı Sejdini, TİKA’nın Elbasan şehri başta olmak üzere Arnavutluk’ta gerçekleştirdiği projelerle Arnavut halkının yanında olduğunu ifade etti. Arnavutlar tarafından büyük bir beğeniyle karşılanan ve TİKA tarafından desteklenen fuar organizasyonuyla, halkın bilinçli bir tüketici olmasının sağlanması yanında, Kurban bayramının düzenlenen konser programları ve çocuklar için kurulan lunapark ile şenlik havasında kutlanmasına vesile kılınarak toplumsal birlik ve beraberliğe katkı sağlanması amaçlandı.

Mekke sokaklarında büyük bir telaş ve üzüntüyle koşan küçük kız adeta uçarcasına Kâbe’ye ulaştı. Yaşından beklenmeyecek bir cesaret ve kuvvetle âhir zaman Nebî’si olan babasının omuzları arasına secdede iken bırakılan deve işkembesini alıp yere attı. Bu çirkin hareket müşrikler tarafından yüce Nebî’ye eziyet olsun diye yapılmıştı. Küçük Fâtıma secdesi devam eden âlemler sultanı’nın üzerini temizledi. Yine aynı cesaretle müşriklerin karşısına geçip çakmak çakmak gözleriyle onlara öfke ve kızgınlıkla haykırdı. Azgın müşrikler ise sanki dilleri tutulmuş gibi hiç bir cevap veremeden sadece bakakaldılar. Bu esnada namazını tamamlayan âlemlerin sultanı ellerini semaya kaldırıp ona bu çirkin hareketi reva görenleri ismen rabbine havale etmişti bile. Çok geçmeyecek hepsi hakettikleri sonu bulacaklardı. Evet henüz 10 yaşındaki Fâtıma babasının imdadına yetişmişti. Çünkü o ‘Ümmü Ebîha’ idi yani babasının annesi. Allah Resûlü (sav) ona bir anneye davranıldığı gibi büyük bir sevgi ve saygıyla davranıyordu. Hz. Fâtıma ise annesi Hz. Hatice’nin yokluğunda babasına bir anne şefkat ve titizliğiyle kol kanat gerip destek oluyordu. HZ. FÂTIMA’NIN AHLÂKI Hz. Fâtıma Allah Resûlü’nün (sav) en küçük kızıydı. Onun bir çok güzel isim ve lâkabları vardı. O öncelikle Fâtıma idi. Ona Fâtıma ismini neden verdiğini Allah Resûlü (sav) şöyle açıklar: “Allah Teâlâ kıyamet günü o, evlatları ve bütün nesli ile cehennem ateşinin arasını ayıracaktır, ateşi onlardan uzak tutacaktır.” O yüzünün beyazlığı, parlaklığı ve nuru ile Zehra’ydı. Öyle ki Hz. Aişe “Hz. Fâtıma’nın yüzü karanlık gecelerde bile önünde iğneye iplik geçirilebilecek kadar aydınlık ve parlaktı.” der. O her türlü dünyevi kirden uzak Tâhire’ydi. O iffet ve namus timsali Azrâ’ydı. O Allah Resûlü’nün (sav) mübarek ve pak neslinin sebeb-i vesilesi olan Kevser’di, Mübârek’ti. O binti Resûlüllah’tı. Babasının bir parçasıydı. O dünya ile her türlü alakasını kesen ve Allah’a ömrünü adayan eşi bulunmaz Betül’dü. O imanı, doğruluğu, bereketi, vakarı çok üstün olan Sıddıka, Zekiye, Râziye idi. O âhir zaman Nebî’sinin ifadesiyle “İnsandan olma huriydi.” Hz. Fâtıma vahyin gölgesindeki nübüvvet ve risalet evinde yetişen bir güldü. O Gül’ün Gülüydü. Her türlü ilim, marifet, edeb ve ahlâk dersini güzel ahlâkı tamamlamak üzere gönderilen yüce nebi’den ve cennet kadınlarının en hayırlılarından birisi olan annesi Hz. Hatice’den almıştı. Sabırlı, cesur, ağırbaşlı, ilim ve hikmet sahibi, iffet ve haya sembolüydü. Hz. Aişe “Fâtıma’nın babası dışında Fâtıma’dan daha doğru sözlü başka kimse görmedim” derdi. Allah Resûlü (sav) ise: “Fâtıma dünyanın en üstün kadınıdır ve Fâtıma benden bir parçadır.” Hz. Fâtıma bir gün Resûlüllah’ın (sav) bir sualini kendisine soran Hz. Ali’ye “Kadınlar için en hayırlı şey, erkeklere bakmamaları ve erkeklerin de onlarla görüşmemeleridir.”1 diye cevap verdi. Bunu duyan Allah Resûlü (sav) “Hakikaten Fâtıma benden bir parçadır.” dedi. Hz. Fâtıma hitabet ve belağatta da çok üstündü. Hz. Aişe bu hususta: “Fâtıma’nın konuşması peygambere herkesten daha çok benziyordu”2 demiştir. Nasıl benzemesin ki; Hz. Fâtıma Kelâmullah’a muhatab bir baba ve ilmin kapısı bir eşin hitabetine en çok şahit olup istifade eden biriydi. Hz. Fâtıma aynı zamanda cihada da iştirak etmiş, yaralılarla ilgilenmiş, Uhud savasında babasını tedavi etmişti. Hicretten ise nasibini fazlasıyla almıştır. HZ. FÂTIMA’NIN İZDİVACI VE EHLİ BEYT Allah Resûlü (sav) kızı Fâtıma için Cenab-ı Hakk’ın emri ile Hz. Ali’yi münasip gördü ve onları evlendirdi. İkisi de nübüvvet terbiyesi içinde yetişmiş bu iki gencin nikahı göklerde kıyıldı. Nebi-i Zi-şan kızına: “Ey kızım! Vallahi, ben seni herkesten daha âlim, daha ahlâklı, daha faziletli ve ilk önce müslüman olan biri ile evlendiriyorum.” ve “Allah’ın yeryüzünde senin için iki kişi seçmesine razı değil misin. Onlardan biri baban, diğeri ise eşindir.”3 buyurdu. Allah’ın arslanı, arabın efendisi, Resûl’ün kardeşi ünvanlarına sahip Hz. Ali ile cennet kadınlarının en hayırlılarından birisi olan Hz. Fâtıma’nın tezevvücünde bir çok bereket mucizesi yaşanmıştı. Bu cennet düğününden ikramsız, nasipsiz kimse kalmamıştı. O öyle bir düğündü ki Cebrail ve Mikail yetmiş bin melek ile bu düğüne iştirak edip şereflendirmişlerdi. Bu mukaddes aile sade ve yoksulluk içinde bir hayat yaşamakla beraber büyük bir iman, sabır, şükür ve teslimiyet ile hayatlarını geçirdiler. Bu izdivaçdan kısa bir süre sonra hicretin dördüncü senesinde cennet gençlerinin efendilerinden biri olan Hz. Hasan dünya’ya teşrif etti. İsmi Allah Resûlü tarafından verildi. Cennet gençlerinin ikincisi Hz. Hüseyin de ismini yine dedesinden alarak o nurlu yuvaya dahil oldu. Hz. Ali : “Hasan göğsünden başına kadar Resûlüllah’a en çok benzeyendi. Hüseyin ise, buradan aşağısı, Resûlüllah’a en çok benzeyendi.”4 Allah Resûlü’nün (sav) pak nesli bu iki cennet genciyle devam etmiştir. Hz. Fâtıma’nın Hasan ve Hüseyinden sonra Muhsin, Zeyneb, Ümmü Gülsüm ve Rukiye isimli çocukları da olmuştu. Fakat Muhsin küçük yaşta vefat etmiştir. Hz. Fâtıma evlendikten sonra da Resûlüllah’a yakınlığı devam etmiş, ona komşu olmuştu. Allah Resûlü (sav) daima onu ve torunlarını ziyaret eder, hatırlarını sorar, namaza kaldırırdı. Sefere çıktığı zaman vedalaştığı en son kişi ve sefer dönüşü ilk ziyaret ettiği Fâtıma’sı olurdu. Yine bir sabah erken vakitte sırtında bir cübbe olduğu halde evinden çıktı . Yanına önce Hasan geldi. Onu dizine oturttu. Sonra Hüseyin geldi. Onu da öptü kokladı diğer dizine oturttu. Daha sonra kızı Fâtıma geldi. Onu da cübbesinin içine aldı. Ardından Allah’ın arslanı Ali çıkageldi, o da cübbenin içinde yerini aldı. Bunun üzerine yüce nebi Ahzab suresinden “ Ey Peygamberin ev halkı, ey Ehl-i Beyt! Allah, sizden ancak günah kirini gidermek ve sizi tertemiz yapmak istiyor” ayetini okudu. Daha sonra “ Bunlar benim Ehl-i Beytimdir. Allah’ım onlardan kusur ve hatayı gider, pak ve tertemiz kıl’ diye dua etti ve buyurdu ki: “Ben bir ağaç gibiyim. Fâtıma o ağacın dalı, Ali gövdesi ve Hasan ile Hüseyin de meyveleri gibidir. Bizim taraftarlarımız, sevenlerimiz ise o ağacın yapraklarıdır. Bu ağacın kökü adn cennetindedir ve kendisi, dalları, gövdesi, meyvesi ve yaprakları tamamıyla hepsi cennette olacaktır.” KUR’AN’LA GELEN MÜJDE Bir gün Hz. Hasan ve Hüseyin hastalanmıştı. Hz. Ömer’in tavsiyesi üzerine Hz. Fâtıma ve Hz. Ali çocuklarının iyileşmesi halinde üç gün oruç tutmayı nezrettiler. Ve çocukların şifa bulması ile de ailecek oruca başladılar. Hz. Fâtıma, bir komşudan belli bir iş karşılığı aldıkları arpayı öğütüp aile fertleri adedince ekmek yapmıştı. Tam iftar edecekleri sırada kapıya gelen bir miskinin yardım isteğine mukabil ekmeklerin hepsini ona verdiler ve suyla iftar ettiler. Bu ikinci gün bir yetimin, üçüncü gün de bir esirin iftar vakti kapılarına gelerek yardım talep etmeleriyle devam etti. Bütün yiyeceklerini bu insanlara verdikleri için üç gün su ile iftar ettiler. Üç günün sonunda açlıktan takatleri kesilmiş bir şekilde şefkat ve rahmet peygamberinin yanına geldiler. Peygamber güllerinin bu hazin hali Resûlüllah’ı (sav) çok müteessir etti. “Allahım yardım et! Muhammed’in ehli beyti açlıktan ölüyor” diye rabbine nida etti. Bunun üzerine Cibril-i Emin İnsan Sûresi’ni vahyetti. Sûrenin bir yerinde bu kutlu ailenin başına gelen bu hadise medh-ü sena ile zikrediliyordu: “Bu kullar, dünya hayatında iken sözlerinde durur, adadıkları şeyi yerine getirir ve felaketi bütün ufukları tutan kıyamet gününden endişe ederlerdi. Kendileri de ihtiyaç duydukları halde yiyeceklerini, sırf Allah’ın rızasına ermek için fakire, yetime ve esire ikram ederler. Ve derler ki: Biz size sırf Allah rızası için ikram ediyoruz, yoksa sizden bir karşılık istemediğimiz gibi bir teşekkür bile beklemiyoruz.” Hz. Fâtıma babasının ölüm döşeğinde iken kulağına fısıldadığı; “Ona ehli beytinden en önce kavuşacak kişinin kendisi olduğu”5 müjdesi ile sevinmekle beraber babasını kaybettikten sonra onun ne güldüğü ne de neşelendiği görülmedi. Sürekli Allah Resûlü’nün (sav) kabrini ziyaret eder, gözyaşı akıtır hatta bazen hüznünden bayıldığı olurdu. Bu ayrılığa ancak altı ay dayanabilmişti. O öyle iffet ve haya timsali idi ki bugünkü tabutların ilk şekli onun arzusuyla gerçekleşmişti. Sadece bir örtü altında götürülen kadın cenazelerinin bedenlerinin belli olmasından rahatsızlık duyuyordu. Habeşistan’daki bir uygulamayı beğenerek, hasta yatağında, kenarları yüksekce bir tahtanın içinde ve gece cenazesinin götürülmesini vasiyet etti. Ve âlemlerin sultanı şöyle buyurmuştur : “Benim kabrimi ziyaret eden hayatımda beni ziyeret etmiş sayılır. Hz. Fâtıma’yı ziyaret eden beni ziyaret etmiş gibidir. Hz. Ali’yi ziyaret eden Hz. Fâtıma’yı, Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin’i ziyaret eden Ali’yi ve Ali ve Fâtıma’nın neslinden olanları ziyaret eden o ikisini ziyaret etmiş gibidir.” Cenab-ı Hak şefaatlerine nail eylesin. Kaynaklar: 1- İs’afü’r- Ragıbin, İbnü’s- Sabban 2 - Müslim, Ebu Davut3-İbni Sa’d, Tabakat 4 - İbni Kesir5- Müsned, Ahmed b. Hanbel

Ayet-i Kerime’de Cenab-ı Hakk, Habibi Hz. Muhammed’e (asm) hitaben: “Hevâsını (nefsânî arzularını) kendisine ilâh edinen kimseyi gördün mü? O hâlde (vazîfen sâdece tebliğ iken) onun üzerine sen mi vekîl olacaksın? Yoksa gerçekten onların çoğunun (söz) dinleyeceklerini veya akıl erdireceklerini mi sanıyorsun? Onlar ancak hayvanlar gibidir; hattâ onlar yolca daha sapıktırlar.”1 buyurarak insanın kendi nefsine uyması ve İslamiyet’in dışındaki sapıklık yollarına düşmesinin insanı gerçek insanlıktan çıkaracağını belirtir. Eğer insan hidayet yolunu terk ederse, Cenab-ı Hakk’ın kendisine verdiği akıl vesilesiyle hayvanlara muhalif olarak, geçmiş ve gelecekteki elemlerle hayvanlardan daha aşağı, sıkıntılı bir hayat yaşar. Bediüzzaman Hazretleri, imanın insanı gerçek insan ettiğini, hatta bütün varlıklar içinde bir sultan haline getirdiğini, insanın asıl vazifesinin iman edip islamî hayatı yaşamak olduğunu beyan eder. Küfrün ise insanı, açlık, susuzluk ve ölüm gibi kendisini rahatsız eden şeylere karşı gayet âciz, fakat zulüm cihetinde çok cana kıyan bir canavar haline getirdiğini anlatır. Evet, “İmansız ve ibadetsiz yaşanan bir hayat, gerçek bir hayat değildir” denilebilir. Bu çok önemli iddiaya delil ise şudur: mesela bir adam için, kesinlikle gerçekleşecek ve bozulması mümkün olmayan bir idam kararı çıkmış. Hem aynı karar bütün dost ve sevdikleri için de verilmiş. Ya bir gün sonra veya bir sene sonra veyahut birkaç sene sonra sırası geldiğinde o karar infaz edilecektir. O adam bakıyor ki, her gün sevdiklerinden birisi idam ediliyor. Kendisi de ümitsizlik ve çaresizlik içinde idamını bekliyor. Acaba bu adama bütün dünyanın saltanatı verilse, her türlü zevk ve sefa sunulsa gözü önünde gördüğü bu idamlarla birlikte o dünya saltanatından hiçbir zevk ve lezzet alabilir mi? Bu adam mutlu bir hayat yaşıyor denilebilir mi? Kesinlikle o idamı her hatırlayışında ve idam edilenleri her gördüğünde, kendisi idam ediliyormuş gibi, kalbinde, ruhunda ve beyninde o elem ve ızdırabı yaşar. Dünya onun için bir zindan ve hayat ise işkence olur. İşte Allah’a ve âhirete inanmayanların yaşadıkları hayat böyledir. Zira yolunu şaşırmış felsefenin etkisinde kalan, âhirete inanmayan ehl-i dalalet, ölümü hem kendisi hem de bütün sevdikleri, hatta insanlık damarıyla acıdığı bütün varlıklar için, idam ve yokluk olarak kabul ettiğinden ve her gün ölüm pençesinden kurtulamayanların elemlerini hissettiğinden, yaşadığı hayat bir azab ve işkenceden ibaret olur. Böyle bir insanın dünyada yaşadığı hayattan lezzet alması hiç mümkün müdür? Bu kimseler, ancak kendi akıllarını uyutmak veya bu elemleri geçici olarak unutmak için sarhoşluğa ve eğlenceye atılırlar. Şu da bilinmeli ki ölümü unutmak veya görmemek, ölümden kurtulmaya bir çare değildir. Biz onu görmesek de o bizi bulacaktır. Allah’a ve âhirete inanan ve inandığını da yaşayan bir insan, dünyada zindanda bile olsa bahtiyardır; mutlu bir hayat yaşar. Zira zindanda çektiği sıkıntıların ibadet olarak ona sevap kazandırdığını bilir. O kişi ölümün de, bir idam kararı olmadığını belki bir saat hayatı, dünyanın mutluluk içinde yaşanan bin sene hayatından daha üstün olan, cennet hayatına kavuşmak olduğunu kabul eder. Hatta cennet hayatının bile bin senesi, bir saatine karşılık gelmeyen Cenab-ı Hakk’ın cemalini görmeye vesile olduğuna inanır. Böylece mümin olan insan, hem kendine hem sevdiklerine hem bütün varlıklara gelecek olan, inanmayanların yokluk kabul ettiği ölümün eleminden kurtulmuş olur. Evet, ölüm yokluk, hiçlik değildir. Belki insanın Rabb-i Rahîmine ve daimi bir hayata kavuşmasıdır. Nasıl ki, ruh, ruhlar âleminden ayrılıp anne rahmine geldiğinde yok olmuyor. Tıpkı nizamiyeden giren bir adamın, askeri elbiseyi giymesi gibi, o ruh da anne rahmine gelip dünya askerliğini yapması için ceset giyer. Anne rahminde de daimi durdurulmadan dünyaya gönderilir. Oradan da ayrılırken yok olmuyor. Dünyaya gelişiyle de daha mükemmel bir hayata kavuşuyor. Bilindiği gibi anne rahminde iken göz, kulak, dil, el, ayak gibi âzâlar verildiği halde onlardan istifade edilmez. Fakat hakîm olan Allah onları boş yere vermiş değil. Ancak dünyaya geldikten sonra bunlar devreye giriyor. Askerden terhis edildiği gibi vazifesi biten her ferd terhis olup âhiret denilen asıl vatanına gidiyor. Şüphesiz bir insanın dünyadan ayrılması yok olması demek değildir. Belki daha güzel bir âleme geçmesidir. Bakıyoruz ki insanın anne rahminde kullanmadığı, ancak dünyaya geldiğinde kullandığı azalar gibi, Cenab-ı Hakk’ın insana verdiği birçok duygu vardır. Mesela, insan daimî yaşamak istiyor. Ve dostlarıyla, kedersiz olarak daimi bir surette beraber kalmak istiyor. Bunlar gibi insanın daha birçok arzu ve istekleri var. Fakat bunları dünyada kullanamıyor. Şüphesiz her işi hikmetli olan Allah, onları âhirette kullanmak üzere vermiştir. Eğer Cenab-ı Hakk vermek istemeseydi, dostlarıyla beraber genç olarak daimi bir yaşama isteğini de vermezdi. Evet, midenin istediği her türlü nimetleri verdiği gibi, elbette insanın da istediği ebedi yaşama ve sonsuz saadeti verecektir. Madem insan var; öyleyse onu yaratan Allah da var. Madem Allah var; öyleyse insanın layık olduğu sonsuz mükâfat ve ceza da vardır. Bu da ancak âhiretin, cennet ve cehennemin varlığı ile mümkün olabilir. Kaynak: 1) Furkan 43,44

Medresetü’z-Zehrâ, son yıllarda önemi daha iyi anlaşılan ve yüzyılın projesi olarak nitelendirilebilecek, temelleri çok sağlam bir yaklaşım ve birikime dayanan bir projedir. Medresetü’z-Zehrâ yaklaşımının hakikatini ifade eden ve çekirdeğini oluşturan Risale-i Nur harekâtı ise, bu projenin hakkaniyetini gösteren ve iki asrı şekillendiren en önemli dinamiğidir. Bugün dünyanın her tarafına ulaşmış, milyonlarca takipçisi ve etbaı olan bu hareketin liderinin ve ortaya koyduğu yaklaşımın stratejik olduğu aşikârdır. Strateji kelimesine; yol, yöntem, hedeflere nasıl ulaşılacağını gösteren bir nevi yol haritası gibi anlamlar yüklenebilir. Stratejik yaklaşıma veya stratejik düşünceye ise, daha olaylar vukua gelmeden önce analiz ederek tahmin yapmak ve önceden yapılacak hamlelerle, olayların gidişatına yön verebilmek denilebilir. Yani proaktif davranıp, gelecekteki fırsatları şimdiden sezerek, o fırsatları değerlendirmek veya tehditleri tahmin ederek onlardan etkilenmemek için şimdiden tedbir almak ve onların adeta mecrasını değiştirmek olarak nitelendirebiliriz. Konumuza başlık olan stratejik uygulama ise, öngörülen stratejilerin yeri ve zamanı geldiğinde hayata geçirilmesidir. İşte Medresetü’z-Zehrâ, Bedîüzzaman Hazretleri’nin hayatının gayesi olan bir stratejik uygulamasıdır. O, bu projesiyle bugün kan ağlayan bir coğrafyanın kaderini değiştirmek istemiş ve bunun için elinden gelen her şeyi ömrünün sonuna kadar yapmıştır. Kader-i İlahi ise O’nun bu projesini genişleterek tüm dünyaya şamil bir hale getirmiştir. İnşaallah maddi suretinin günün şartlarına uygun bir şekilde te’sisi ile de, başta bu coğrafya olmak üzere bütün dünya gerçek saadete ulaşacaktır. Şimdi ilerleyen satırlarda, Medresetü’z-Zehrâ bir proje olarak düşünülerek Bedîüzzaman’ın stratejik uygulaması olarak ele alınıp, temelindeki vizyon irdelenmeye çalışılacaktır. MEDRESETÜ’Z-ZEHRÂ’NIN TEMELİNDEKİ VİZYON Vizyon, ulaşılmak istenen en temel hedef, ideal ve gaye, adeta gayat-ul gayat (gayelerin gayesi) demektir. Gaye-i hayal veya mefkure olarak da ifade edilen vizyon, öyle bir ruhtur ki, insanı ayakta tutan, motive eden, insanın rüyalarına giren, bütün hayatını gerçekte idare eden ve yönlendiren en önemli teşvik unsurudur. Bir kimsenin kıymeti, idealleri ile ölçülür. İdeali yüksek olan insanlar yüksek ruhlu insanlardır. Vizyon ise, insanın zamana karşı ayakta durabilmesini sağlayan en önemli ve en büyük idealidir. Karanlıkların etrafı tamamen sardığı bir hengâmede bile, yüksek ideal sahibi vizyoner kişilikler ayakta durabilmiş, peşinden gelenlerin yolunu aydınlatıcı birer kandil hükmüne geçmişlerdir. İşte kendisinin ve âlem-i İslam’ın en sıkıntılı günlerinde Bedîüzzaman Hazretleri’ni ayakta tutan, onun idealleri ve vizyonu idi. Yüksek ruhlu ve vizyoner bir kişiliği olan üstadın ümmetin çok sıkıntıya düştüğü, ümitlerin kesildiği bir hengâmede "Evet ümitvar olunuz! Şu istikbal inkılâbı içerisinde en yüksek gür sadâ, İslâm’ın sadâsı olacaktır." (Hizmet Rehberi, 239)1 demesi onun vizyonerliğini göstermektedir. Bu vizyonerliğinden ve yüksek ideallerinden aldığı motivasyonu, sadece onu değil, onun açtığı bu yolda yürüyen milyonlarca insanı da aynı şevkle götürmekte, onları bir arada tutmaktadır. Bunu başarırken “Kur’an’ın sönmez ve söndürülemez manevî bir güneş hükmünde olduğunu, Dünyaya göstermek ve isbat etmek ve Medresetü’z-Zehrâ’nın hakikatini gerçekleştirmek.” gibi bir vizyon sahibi olan Bedîüzzaman Hazretleri, bu mefkure için hayatını ortaya koymuştur. Risale-i Nurların birçok yerinde yeri geldikçe Medresetü’z-Zehrâ idealini, “en büyük gaye ve düşüncesi”, “gaye-i hayalim” ve “hayatımın bir neticesi” (Kastamonu Lahikası, 206;229; Emirdağ Lahikası-2, 109)” olarak zikretmiştir. Ümmetin her kürbet anında Al-i Beytten bir gavsın imdada geleceği ve ümmete gelecek tehditleri müceddidler vasıtasıyla izale edileceği ifade edilmiştir. Adeta her asrın tehditleri Müceddidler ile fırsata çevrilmiştir. O halde her bir Müceddid stratejik bakış açısına sahiptir denilebilir. Her asırda insanlığın rehberi olan bu mübarek zatlar, stratejik yaklaşımları ile unutulan sünnetleri ihya etmiş, İslamiyeti o asrın fehmine uygun tarz da yeniden yorumlamış ve ehl-i sünneti bida ve hurafe tehlikesinden muhafaza ederek stratejileri hayata geçirmişlerdir. Elbette sebeb-i vücudu, vazife-i fıtratı ve misyonu, “Kur'ân'ın imanî hakikatlerini tahkikî bir surette ehl-i imana bildirip, onları küfr-ü mutlaktan ve idam-ı ebedîden kurtarmak, bu mübarek milleti de her nevi anarşilikten muhafaza etmek ve tüm bidatlere karşı Şeairi ihya etmek suretiyle Kur’an’a ve imana hizmet etmek” olan bu asrın imamının da bu tarz bir yaklaşımının olması gerekir ve yaptığı hizmetlerle de bunu ispat etmiştir. 2 Bedîüzzaman’ın misyonu, vizyonu denildiğinde elbette tüm hayatı söz konusudur. Fakat stratejilerinin uygulanması daha çok Risale-i Nur’ların neşri ile hayata geçtiğinden odak noktası Risale-i Nur olmuştur. Adeta stratejik analizlerin ekserisi eski Said döneminde yapılmış, stratejilerin uygulanmasının ağlebi yeni Said zamanında olmuştur. Zaten Üstad Hazretleri Risale-i Nur’ları sebeb-i vücudum olarak nitelendirmektedir ki, bu da Bedîüzzaman’ın misyonu ve vizyonu ne ise adeta Risale-Nurların misyon ve vizyonunun da o olduğunu göstermektedir. Aynı zamanda Bedîüzzaman Hazretleri sadece bir teorisyen değildir. Ortaya koyduğu stratejilerin aynı zamanda uygulayıcısı da olmuştur. Her zaman talebeleriyle uygulamalarda bulunmuş, onları kontrol etmiş, denetlemiş, takip etmiş, motive etmiş, şevklendirmiş, gerektiğinde önlem almış ve mükemmel bir yönetim sergilemiş, muazzam bir liderlik örneği ortaya koymuştur. Bugün yeryüzüne yayılan nur medreseleri, onun yolundan yürüyen milyonlarca talebesi bu uygulamacı liderliğinin bir meyvesidir. İşte Medresetü’z-Zehrâ projesi de Üstad’ın bu vizyoner yaklaşımının bir ürünüdür. MEDRESETÜ’Z-ZEHRÂ’NIN HAKİKATİ Bedîüzzaman Hazretleri, misyonunu gerçekleştirmek ve vizyonuna ulaşmak için stratejik uygulama olarak eski Said döneminde Medresetü’z-Zehrâ Projesi için mücadeleler vermiş, meyvesini Yeni Said döneminde Risale-i Nur Projesini hayata geçirerek almıştır. Eski Said olarak nitelendirdiği Risale-i Nur öncesi hayatında genellikle şahsi ağırlıklı mücadele yapmış, Osmanlı’nın yıkılış zamanı ve Harb-i Umumi hengâmı olduğundan Medresetü’z-Zehrâ Projesi akim kalmış, tesirleri tüm âlem-i İslamı kuşatamamıştır. Lakin yeni Said dönemi ile birlikte, eski mücadelelerini temele alarak, bireysel mücadeleden cemaat ve kitap eksenli bir mücadeleye girişmiş, bunu da Risale-i Nur’u merkeze alarak yapmıştır. Adeta Risale-i Nur projesi, bir süreç halini almış ve Üstad’ın tüm hayatının gayesi ve sebeb-i vücudu haline gelmiştir. Bunu kendisi de şu sözlerle ifade etmiştir. “Hem o şuur-u imaniyle, netice-i hayatım ve sebeb-i saadetim ve vazife-i fıtratım olan Resail-ün Nur” (Şualar, 63). Başta dini ve fenni ilimleri birleştirme stratejisi olmak üzere birçok stratejiyi temel alan ve “Eskiden beri bir gaye-i hayalim” olarak nitelendirdiği Medresetü’z-Zehrâ projesi, maddi suret olarak her ne kadar akim kalmış gibi görünse de Medresetü’z-Zehrâ’nın hakikati Risale-i Nur’lar vasıtasıyla gerçekleştirilmiştir. Bu önemli konuyu Üstad Hazretleri, “Medresetü’z-Zehrâ hakikati ise, istikbalde çıkacak olan Risale-i Nur'a bir beşik, bir zemin ihzar etmek idi ki; bilmediği, ihtiyarsız olarak ona sevkolunuyordu. Bir hiss-i kabl-el vuku' ile o nuranî hakikatı, bir maddî surette arıyordu” deyip, Sultan Reşad ve Yeni Meclis'den aldığı maddi destekler sonrası temeli attığı ve birinci cihan harbi sebebiyle akim kalan Medresetü’z-Zehrâ projesini, “Fakat Cenab-ı Erhamürrâhimîn o medresenin manevî hüviyetini Isparta Vilayetinde tesis eyledi, Risale-i Nur'u tecessüm ettirdi.” (Kastamonu Lahikası,79) diyerek bu hakikati ifade etmiştir. Ayrıca, “Zâten o Medrese-i Nuriye şakirdleri benim nazarımda, eskiden beri bir gaye-i hayalim olan Medresetü’z-Zehrâ 'nın talebeleri suretinde düşünüyordum. Ve derdim: "Onlar bunlar oldu veya bunlar onların dümdarlarıdır." (Kastamonu Lahikası, 251) diyerek Risale-i Nur talebelerini, Medresetü’z-Zehrâ talebeleri olarak nitelendirmiştir ve manevi hüviyetini, Medresetü’z-Zehrâ erkânlarının tam olarak yerine getirdiğini ifade etmiştir (Emirdağ Lahikası-2,109). Medresetü’z-Zehrâ'nın maddî tesisine çok maniler bulunduğundan, şimdilik Nur şakirdlerinin heyet-i mecmuasını da Medresetü’z-Zehrâ’nın hakikati olarak nitelendirmiştir (Emirdağ Lahikası-1, 240). Bu ifadelerde açıkça görüldüğü üzere her ne kadar Medresetü’z-Zehrâ Projesinin maddi sureti henüz tesis edilememiş olsa da, hakiki sureti Risale-i Nur ile gerçekleştirilmiştir. MEDRESETÜ’Z-ZEHRÂ’YA TEMEL OLUŞTURAN STRATEJİLER Medresetü’z-Zehrâ fikrinin temelini oluşturan Bedîüzzaman Hazretleri’nin stratejik yaklaşımıdır. Yüksek ideallerine ulaşmak ve misyonunu gerçekleştirmek için yaptığı analizler ile âlem-i İslam’ın etrafını çevreleyen küfr-ü mutlak ve zındıka tehdidini açıkça gören ve âlem-i İslam’ın zayıf yönlerini de tesbit etmiş olan Bedîüzzaman Hazretleri, stratejilerini ortaya koymuş ve Risale-i Nur hizmetinde açıkça hayata geçirmiştir. Attığı bu stratejik adımlar sayesinde bir milletin makûs tarihini değiştirmiş, İslam’a sancaktarlık yapan bu aziz milleti aslına dönüştürecek tohumları sine-i millete serpmiştir. Bedîüzzaman Hazretleri, ekseriyetle analizi yaptıktan sonra stratejisini ve çözüm önerisini de ardından ifade etmektedir. Çoğu zaman stratejilerinin uygulanmasının Risale- Nur hizmeti ile gerçekleştiğini de yetiştirdiği nesli ve Risale-i Nur’ları delil göstererek isbat etmektedir. Bu konuların derinlemesine incelenmesi konuyu uzatacağından okuyucuya bir fikir vermesi ve örnek olması açısından Medresetü’z-Zehrâ ile ilgili stratejilerinden en önemli birkaç tanesi burada zikredilecektir.3 Dini ve Fenni İlimleri Birleştirme Stratejisini ortaya koyan Üstad Hazretleri bunu Risale-i Nur ile gerçekleştirmiştir ki Medresetü’z-Zehrâ’nın en temel özelliği de dini ve fenni ilimlerin birleştirilmesi konusundaki farkındalıktadır. Meclisteki konuşmasında bazı meb'usların kendisine sorduğu: “Yalnız sen medrese usûlüyle, sırf İslâmiyet noktasında gidiyorsun; halbuki şimdi garblılara benzemek lâzım.” sorusuna, Bedîüzzaman: O vilayat-ı şarkıye, âlem-i İslâmın bir nevi merkezi hükmündedir; fünun-u cedide yanında, ulûm-u diniye de lâzım ve elzemdir. Çünki ekser enbiyanın şarkta, ekser hükemanın garbda gelmesi gösteriyor ki; şarkın terakkiyatı dinle kaimdir. Başka vilayetlerde sırf fünun-u cedide okuttursanız da, şarkta her halde millet, vatan maslahatı namına, ulûm-u diniye esas olmalıdır.” (Tarihçe-i Hayat, 143) diye cevap vermiştir. Hem, “Vicdanın ziyası, ulûm-u diniyedir. Aklın nuru, fünun-u medeniyedir. İkisinin imtizacıyla hakikat tecelli eder. O iki cenah ile talebenin himmeti pervaz eder. İftirak ettikleri vakit; birincisinde taassub, ikincisinde hile, şübhe tevellüd eder.” (Münazarat, 86) şeklindeki analizleri ile ortaya koyduğu dini ve fenni ilimleri birleştirme stratejisini yine Risale-i Nur vasıtasıyla “Tefekkür-ü imanî dersiyle tabiiyyun ve maddiyyunun boğulduğu aynı mes'elelerde tevhid nurunu gösteriyor; iman hakikatlerini madde âleminden temsiller ve deliller göstererek izah ediyor. Liselerde, üniversitelerde okutulan ilim ve fenlerin aynı mes'elelerinde iman hakikatlerinin isbatını güneş zuhurunda gösteriyor” (Barla Lahikası, 7-8) diyerek gerçekleştirdiğinden bahsetmektedir. Akıl ve Kalbi Birleştirme Stratejisi ile Bedîüzzaman Hazretleri fıtrat-ı insana en uygun olan Kur'anî yolu ortaya koymuş ve bu temel üzerine Risale-i Nurların yaklaşımını inşaa etmiştir. Dini ve fenni ilmleri birleştirme stratejisiyle beraber bir bütün halinde düşünülmesi gereken bu strateji ile Bedîüzzaman, akıl, kalp ve vicdanın birleştirilmesi üzerinde de durmuştur. Akıl ehli denildiğinde, aklın önderliğinde hakikati arayan Kelâm ulemasını ve İslam feylesoflarını, kalb ehli denildiğinde de yalnız kalbin inkişafı ile giden ehl-i tarikatı da bu bağlamda mülahaza etmek uygun olacaktır. Çünkü Üstad, Risale-i Nur’da, bu mezci özellikle vurgulamaktadır. İşte bu düşünceyi temele alan Bedîüzzaman Hazretleri, ayrı ayrı iken birbirini tenkit eden medrese, mektep ve tekkeyi Medresetü’z-Zehrâ çatısı altında birleştirmeyi hedeflemiş bunu Risale-i Nur’lar ile gerçekleştirmiştir. Aşağıdaki Üstad’ın yaptığı analizi, ürettiği stratejiyi, Medresetü’z-Zehrâ ile bu stratejiyi uygulamak istediğini, Risale-i Nurlar vasıtasıyla bu uygulamayı gerçekleştirdiğini kendi ifadelerinden dinleyelim: “Yüz defa söylemişim, yine söyleyeceğim: Ehl-i medrese, ehl-i mekteb, ehl-i tekkenin musalahalarıdır. Tâ, temayül ve tebadül-ü efkâriyle lâekall maksadda ittihad eylesinler. Teessüf ile görülüyor ki: Onların tebayün-ü efkârı, ittihadı tefrik ettiği gibi; tehalüf-ü meşaribi de, terakkiyi tevkif etmiştir. Zira herbiri mesleğine taassub, başkasının mesleğine sathiyeti itibariyle tefrit ve ifrat ederek; biri diğerini tadlil, öteki de berikini techil eyliyor.” (Münazarat, 90) diyerek analiz yapıp, çözümün kalbi ve aklı birleştirecek bir stratejiden geçtiğini açıklıyor ve “Şu medrese neşredeceği semeratla, tamim edeceği ziya ile İslâmiyete edeceği hizmetle ukûl yanında en a'lâ bir mekteb olduğu gibi; kulûb yanında en ekmel bir medrese, vicdanlar nazarında en mukaddes bir zaviyeyi temsil edecektir. Nasıl medrese, öyle de mekteb, öyle de tekke olduğundan” (Münazarat, 88) diyerek Medresetü’z-Zehrâ’nın bu stratejinin bir uygulaması olduğunu ifade ediyor. Maddi suretini gerçekleştiremediğinden Medresetü’z-Zehrâ da uygulayamadığı bu stratejisini, “Risale-i Nur hem aklı, hem kalbi tenvir eder, nurlandırır; hem nefsi müsahhar eder. Bunun içindir ki; yalnız akılla giden ehl-i mekteb ve ehl-i felsefe ve kalb yoluyla giden ehl-i tasavvuf, Risale-i Nur'a sarılıyorlar. Ve ehl-i mekteb ve felsefe anlıyorlar ki, hakikî münevverlik; akıl ve kalb nurunun mezciyle kabildir. Yalnız akılla gitmek, aklı göze indiriyor. Bu hal ise, bir kanadı kırık olanın mahkûm olduğu sukutu netice veriyor. İhlaslı, hâlis ehl-i tasavvuf idrak ediyor ki, demek zaman eski zaman değildir; böyle bir zamanda, hem kalb ile, hem akıl ile bizi hakikat yolunda götürecek ve hakikata vâsıl edecek Kur'anî bir yol lâzımdır ki, biz zülcenaheyn olabilelim İntibaha gelmiş olan ehl-i medrese vâkıf oluyorlar ki; eski zamanda medrese usûlü ile onbeş senede elde edilebilen imanî ve İslâmî netice, bu zamanda Risale-i Nur'la onbeş haftada elde edilebiliyor” (Tarihçe-i Hayat, 695) diyerek Medresetü’z-Zehrâ’nın hakikatini ortaya koyan Risale-i Nur hizmeti ile bu stratejiyi uyguladığını ve başarılı olduğunu söylüyor. İttihad ve Uhuvvet Stratejisi ile Bedîüzzaman Hazretleri, bugün her biri bir başka emperyalist güç tarafından parçalanmış, sömürge veya kukla iktidarlar hâkimiyetinde olan İslam topluluklarının ancak ittihad ile ayakta durabileceğini ve İslam kardeşliği ile hayatta kalabileceklerini o zamanlar analiz etmiş ve açacağı bu medrese ile bu kardeşliği tesis etmek adına önemli bir misyonu yükleneceğini ifade etmiştir. Yoksa Türk olmayan Müslümanlar, Türk'e hakikî kardeşliğini hissedemeyecek. Şimdi bu kadar düşmanlara karşı, teavün ve tesanüde muhtacız” (Tarihçe-i Hayat, 143) diyerek bu hakikati ifade etmiştir. Ancak cihan harbi sebebiyle asırların projesi maalesef akim kalmış ve Osmanlı Devleti’nin parçalanması ile adeta İslam âlemi parça parça olmuştur. Irkçılık ve kavmiyetçilik damarının ehl-i küfür tarafından işletilmesi ile İslam âleminin can damarları koparılmıştır. Bugün hala bunun acıları yüreklerimizi dağlamaktadır. Her ne kadar Medresetü’z-Zehrâ ile şuan bu gerçekleştirilememiş olsa da, Risale-i Nur hizmeti ile bugün insanların zihinlerindeki kavmiyetçilik fikri yıkılmış, Kürd, Türk, Arab aynı medresede ders alabilir hale getirilmiştir. Üstad neseben olarak Kürd olmasına rağmen, onun hizmetinin sancaktarları Türkler olmuş ve Üstadları ile her daim iftihar etmişlerdir. Bugün sadece saydığımız kavimler değil, yeryüzünde, rengi, dili, ırkı ne olura olsun birçok insan Risale-i nur medreselerinde kardeşlik duygularıyla omuz omuza ders almaktadır. Bu ise, Üstadımızın bu stratejisinin Risale-i Nur vasıtasıyla hayata geçirildiğinin apaçık bir göstergesidir. Yukarıdaki açıklamalara bakılınca Bedîüzzaman Hazretleri, vizyonu ve gaye-i hayali olan Medresetü’z-Zehrâ’nın hakikatine temel oluşturan stratejilerini, Risale-i Nurlar vasıtasıyla hayata geçirdiğini bizzat kendisi ifade etmiştir. Bu medresenin merkezini, şubelerini, işleyiş tarzını ve talebelerinin yetkinliklerini4 dahi ortaya koymuş ve Nur Medreseleri ile uygulamıştır. STRATEJİK UYGULAMA VE RİSALE-İ NUR MEDRESELERİ Önceki satırlarda değinildiği üzere, Medresetü’z-Zehrâ’nın hakikatı olan Risale-i Nur vasıtasıyla, adeta sath-ı vatanın her köşesi nur medreseleri ile bir açıköğretim Medresetü’z-Zehrâsı haline gelmiştir. Bedîüzzaman Hazretleri’nin stratejileri Risale-i Nur’lar ile uygulanmıştır ve Medresetü’z-Zehrâ’nın Hakikatini oluşturan bu tarz hizmet anlayışı, Nur Medreseleri vasıtasıyla hayata geçirilmiştir. Nur Medreseleri Üstad Hazretleri’nin hayatta iken uygulattığı bir metodu olmuştur. Bu konuyu Bedîüzzaman Hazretleri, “Aziz, sıddık kardeşlerim ve manevî Medresetü’z-Zehrâ 'nın Nur şakirdleri! Ben Isparta'ya geldiğim vakit, Isparta'da İmam-Hatib ve Vaiz Mektebinin açılacağını haber aldım. O mektebe kaydolacak talebelerin ekserisi Nurcu olmaları münasebetiyle o mektebin civarında gayr-ı resmî bir surette bir Nur Medresesi açılıp, o mektebi bir nevi Medrese-i Nuriye yapmak fikriyle bir hatıra kalbime geldi. Bir iki gün sonra güya bir ders vereceğim diye etrafta şâyi' olmasıyla o dersimi dinlemek için rical ve nisa kafilelerinin etraftan gelmeleriyle anlaşıldı ki, böyle nim-resmî ve umumî bir Medrese-i Nuriye açılsa o derece kalabalık ve tehacüm olacak ki, kabil olmayacak. Afyon'da mahkemeye gittiğimiz vakit ki gibi pek çok lüzumsuz içtimalar olmak ihtimali bulunduğundan o hatıra terk edildi. (Şartlar olgunlaşınca, sonraları bu tarz yerler de açıldı ve uygulamalar devam etmektedir-MA). Kalbe bu ikinci hakikat ihtar edildi. Hakikat da şudur: Her bir adam eğer hanesinde dört-beş çoluk çocuğu bulunsa kendi hanesini bir küçük Medrese-i Nuriyeye çevirsin. Eğer yoksa yalnız ise, çok alâkadar komşularından üç-dört zât birleşsin ve bu heyet bulundukları haneyi küçük bir Medrese-i Nuriye ittihaz etsin” (Emirdağ Lahikası-2, 103-104). Şeklinde ifade ederek ve talebelerine uygulatarak, Risale-i Nur’a gönül verenlerin evlerini birer Medresetü’z-Zehrâ uygulama merkezi ve birer derslik haline getirmiştir. Öyle ki Üstad Hazretleri, Medresetü’z-Zehrâ’nın hakikati olarak ifade ettiği Risale-i Nur hizmeti için hapishaneleri bile bu medresenin bir şubesi olarak nitelendirmiştir. “Bu işsiz ve muzaaf maddî ve manevî kışta, Medresetü’z-Zehrâ'nın bir dershanesi olan bu Medrese-i Yusufiye’de (Şualar, 313); İnşâallah bu medrese-i Yusufiye dahi, Medresetü’z-Zehrâ'nın bir mübarek dershanesi olacak (Şualar, 486)” diyerek dersliklerini geniş tutmuş, hapishaneleri adeta birer fakülte olarak vasıflandırmıştır. Hem “Hapishaneleri bir dershane-i Nuriye olduğu gibi, inşâallah Denizli Vilayeti de bir nevi Medresetü’z-Zehrâ hükmüne geçecek” (Emirdağ Lahikası-1, 110) diyerek başka illeri de yine Medresetü’z-Zehrâ’nın şubeleri olarak nitelendirmektedir. Ama Isparta’nın bu konudaki önemini birçok yerde ifade etmiştir. Medresetü’z-Zehrâ-i Ekber (Kastamonu Lahikası, 236) olarak nitelendirdiği Isparta’yı bazen direkt olarak Isparta’yı Risale-i Nur'un bir Medresetü’z-Zehrâsı olarak vasıflandırmıştır.(Kastamonu Lahikası, 139;206;229; Emirdağ Lahikası-1, 142). Bazen manevi Medresetü’z-Zehrâ olarak nitelendirmiştir (Lem'alar, 199; Kastamonu Lahikası, 238; Emirdağ Lahikası-1, 251). Bazen de Medresetü’z-Zehrâ'nın merkezi (Emirdağ Lahikası-1, 170;175) şeklinde zikretmiştir. Dolayısıyla başta Isparta olmak üzere, Risale-i Nur derslerinin okunduğu, anlaşıldığı ve kapıları, gönlü Üstada açılan her şehir, hatta marifetullaha açılan her kapı, adeta Medresetü’z-Zehrâ’nın bahçesinden açılan bir kapı gibi Üstad’ın ruhunu şad etmiştir ve edecektir. Bedîüzzaman Hazretleri, stratejik uygulamalarını kaderin taksimine razı olarak Risale-i Nur ile bizzat kendisi liderliği ile gerçekleştirmiş ve vizyonuna ulaşmıştır. O üzerine düşeni yapmış, bizlere maddi suretinin gerçekleştirilmesi idealini emanet bırakmıştır. MADDİ SURETİNİN GERÇEKLEŞTİRİLMESİ Üstad, Medresetü’z-Zehrâ projesini manevi bir surette Risale-i Nur vasıtasıyla gerçekleştirirken, maddi suretinin gerçekleşmesini, “Cenab-ı Erhamürrâhimîn o medresenin manevî hüviyetini Isparta Vilayetinde tesis eyledi, Risale-i Nur'u tecessüm ettirdi. İnşâallah istikbalde Risale-i Nur şakirdleri, o âlî hakikatın maddî suretini de tesis etmeye muvaffak olacaklar (Kastamonu Lahikası, 79)” ; “Ey yüz sene sonra gelenler! Şu kal'anın başında bir Medrese-i Nuriye çiçeğini yapınız. Cismen dirilmemiş, fakat ruhen bâki ve geniş bir heyette yaşayan Medresetü’z-Zehrâ 'yı cismanî bir surette bina ediniz, demektir (Emirdağ Lahikası-2, 111 )” diyerek talebelerine adeta müjdeli bir vasiyet olarak bırakmış ve onlara bu hedefi ve ideali göstermiştir. Bu vazifeyi her ne kadar talebelerinin omuzlarına tevdi etmiş olsa da, aynen eski Said döneminde “Kırk seneden beri takib ettiğim ve Sultan Reşad'ın yirmi bin altun ve eski müstebidler hükûmetinin Millet Meclisi'nde yüz altmış üç meb'usun imzasıyla yüzelli bin banknotu küşadı için tahsisat verdikleri” diye ifade ettiği ve azami gayret gösterdiği gibi, Yeni Said döneminde de ne zaman fırsatını bulsa bu konuda çalışmaktan ve fırsatları değerlendirmekten geri durmamıştır. Bütün kısıtlamalar ve engellere rağmen Reis-i Cumhura kadar sesini duyurabilmiş ve “Fiilen yapılmasa dahi bu mananın anlaşılması büyük bir fâl-i hayırdır” diyerek Medresetü’z-Zehrâ’nın hakikatinin devlet erkânları tarafından anlaşılmasına bile büyük bir değer vermiş ve talebelerine bunu bir müjde olarak şu şekilde ifade etmiştir: “Nurculara ehemmiyetli bir müjde! Kırk seneden beri takib ettiğim ve Sultan Reşad'ın yirmi bin altun ve eski müstebidler hükûmetinin Millet Meclisi'nde yüz altmışüç meb'usun imzasıyla yüzelli bin banknotu küşadı için tahsisat verdikleri; hem âlem-i İslâm'ın, hem şarkın, hem bu milletin en mühim bir işi olan Van Vilayetinde Câmi-ül Ezher gibi bir İslâm Dârülfünun'u ve büyük üniversitesi olan Medresetü’z-Zehrâ 'nın yapılması lüzumunu yeni hükûmetin reisi de anlamış ki; büyük memleket işleri içinde sizlere müjde olarak gönderdiğim aşağıdaki haberi vermiş. Fiilen yapılmasa dahi bu mananın anlaşılması büyük bir fâl-i hayırdır. İşte Meclis'te Reisicumhur büyük işler sırasında ehemmiyetli nutkunda bu gelen fıkrayı söylemiş: "Van havalisinde Doğu Üniversitesi'nin kurulması için Maarif Vekâleti’nin tedkikatına giriştiğini" söyleyen Celal Bayar, "Doğu Vilayetlerimizden olan Van'da böyle bir irfan müessesesinin kurulması için bütün müşkilât iktiham olunmalı ve önümüzdeki bütçe yılında işe başlanmalıdır" demiştir. (Emirdağ Lahikası-2, 35).” Aynı zamanda Üstad bu ifadeleriyle, Medresetü’z-Zehrâ’nın maddi suretinin tesis edilmesinin, bu milletin Ona bir vefa borcu olduğunu hissettirmektedir. İnşallah bu müjdeyi daha gayretli, planlı, koordineli çalışarak gerçekleştirmeyi Allah bizlere nasib eylesin. SON BİR BAKIŞ Son olarak yazıyı, konunun bugünlere uzanan etkisinin tarih seyri açısından önemini ve omzumuzdaki bu vedianın ne kadar ehemmiyetli olduğunu göstermesi bakımından Medresetü’z-Zehrâ’nın mebde' ve çekirdeği olan Risale-i Nur'un bu vatana olan hizmetini ve Medresetü’z-Zehrâ’nın maddi sureti ile yapacağı hizmeti ortaya koyan talebelerinin ifadeleri ile bitirimek gayet manidar düşecektir. Talebelerinin, Üstad Hazretleri adına Âlem-i İslam’ın şuan içinden geçtiği buhranlı günlerin nedenini ve çıkış yolunu ifade ederken adeta tarihe not düşmüşler ve bunu Medresetü’z-Zehrâ’nın maddi suretinin tesisini temele alan açıklamaları ile şu şekilde ifade etmişlerdir: “Şimdi umum beşerde sulh-u umumî için yani beşerin ifsad edilmemesi için çareler aranıyor, paktlar kuruluyor. Ve madem bu hükûmet-i İslâmiye musalahat-ı umumiye ve hükûmetin selâmeti için Yugoslavya'ya tâ İspanya'ya kadar onları okşayarak dostluk kurmaya çalışıyor. İşte bunların çare-i yegânesinin bir delili olarak gösteriyoruz ki, tesis edilecek Şark Dârülfünununun ilk müteşebbisinin bir ders kitabı olan ve ulûm-u müsbete ve fenniye ile ulûm-u imaniyeyi barıştıran ve bu otuz seneden beri bütün feylesoflara meydan okuyan ve resmî ülemaya dokunduğu ve eski hükûmetle resmen mübareze ettiği halde bütün bunlar tarafından takdir ve tahsine mazhar olan ve mahkemelerde beraet kazanan Risale-i Nur'un bu vatan ve millete temin ettiği asayiş ve emniyettir ki; İslâm memleketlerinde, hususan Fas'ta, Mısır ve Suriye ve İran gibi yerlerde vuku' bulan dâhilî karışıklıkların bu vatanda görülmemesidir. İşte nasıl ki bu vatan ve millette Risale-i Nur -emniyet ve asayişin ihlâline sair memleketlerden daha ziyade esbab bulunmasına rağmen- asayişi temin etmesi gösteriyor ki; o Doğu Üniversitesi'nin tesisi, beşeri müsalemet-i umumiyeye mazhar kılacaktır. Çünki şimdi tahribat manevî olduğu için ona mukabil tamirci manevî bir atom bombası lâzımdır. İşte bu zamanda tahribatın manevî olduğuna ve ona karşı mukabelenin de ancak tamirci manevî atom bombasıyla mümkün olabileceğine kat'î bir delil olarak üniversitenin mebde' ve çekirdeği olan Risale-i Nur'un bu otuz sene içerisinde Avrupa'dan gelen dehşetli dalalet ve felsefe ve dinsizlik hücumlarına bir sed teşkil etmesidir. O manevî tahribata karşı Risale-i Nur tamirci ve manevî bir atom bombası olmuş. Üstadımızın hastalığı münasebetiyle hizmetinde bulunan Nur Talebeleri” (Emirdağ Lahikası-2, 185 - 186 ) Cenab-ı Hakk, bizlere Üstadımızın bu beşaretli vediasını gerçekleştirmeyi nasib etsin ve Medresetü’z-Zehrâ’yı Âlem-i İslamın İttihadı ve bu sıkıntılı günlerinden kurtuluşu için bir vesile kılsın. Amin… Kaynaklar: Yazıdaki tüm referanslar, Risale-i Nur Okuma-4 isimli programdaki sayfalar esas alınarak kaynak gösterilmiştir. Bediüzzamanın misyonu ve vizyonu hakkında daha detaylı bir araştırma için Bkz. www.makalem.org / Yazarlar /Mecit Asaf / Bediüzzamanın Misyonu ve Vizyonu Bediüzzamanın stratejik analizleri, stratejileri hakkında daha detaylı araştırmalar, Bediüzzamanın Stratejik Yönetim yaklaşımı yazı dizisinde ilerleyen zamanlarda yayınlanacaktır. www.makalem.org / Yazarlar /Mecit Asaf sayfasını takip ediniz. Risale-i Nur talebelerinin Yetkinlikleri için için Bkz. www.makalem.org / yazarlar /Mecit Asaf / Risale-i Nur Talebelerinin Yetkinlikleri

Her devrin itibar ettiği metalar var; ‘bilgi’ bugünün en değerli cevheri ve sahip olmak için en çok mücadele edilen zenginlik. Geçmişe nispetle bilgiye ulaşmak da çok kolay artık, adeta yağmur gibi bilgi yağıyor şeş cihetten üzerimize. Öyle ki yağan bu bilgi sağanağı zaman zaman sele hatta tsunamiye dönüşüyor; önüne kattığı yığınları derin uçurumlara, ateş dağlarına veya sonu gelmez yokuşlara sürüklüyor! Bilgiye ulaşma suhuleti veya tersten ifade edilecek olursa bilginin insana ulaşma kolaylığı beraberinde bazen sonu gelmez bir keşmekeşe bazen de telaş verici bir vesveseye sebep oluyor. Veya bu kolaylık, şayet ‘temyiz edici’ bir irade yoksa insanlardaki bilgi heyecanından çok cehalet ateşini körüklüyor! Bu ateş de hikmet ve hakikat namına ne varsa kül ediyor! Çünkü bu kolaylık kontrol edilebilen bir kolaylık değil, tahrip edici bir kolaylık! Her değerli şey gibi bilginin de sahtesi var çünkü! Her merğub meta gibi bilgi ile de kitleler bir yönlendirilmek isteniyor çünkü! Savaşlar bile medya üzerinden bilgi alıp bilgi satarak yapılıyor bugün! Zamanın sakinleri, sonuçta, çok şey bilen ama çok az bilgili insanlar haline geliyorlar! Her önüne gelen yemekten birkaç lokma alıp sonunda mide fesadı yaşayan insan gibi akıl midesini her türlü bilgiyle gelişigüzel dolduran insanlar da akıl fesadına maruz kalıyorlar! Bugünkü umumi vaziyetimiz bu değil mi? İyi düşünelim ve samimi olalım: Bu kadar bulanık suyun arasında temiz ve pak bir çeşmeye ihtiyacımız yok mu? *** Bilgiyi saymak için makinelerin her yanımızı sardığı şimdilerde bilginin saygınlığı aslında kıymetine münasip bir seviyede değil! Çabuk kullanılıp atılan bir ihtiyaç malzemesi gibi! Tüketim alışkanlıkları bilgi tüketimine de yansımış! Tüketip yenisine iştahla saldırıyoruz. Ama kolay ulaşılan bilgilerin bizi ‘bilim’e ulaştırdığını iddia edebilir miyiz? Bu bilgilerin ‘ilim’ kırıntıları olabileceğini düşünebilir miyiz? Hele bu bilgilerin ‘hikmet’e giden yolun taşları mesabesinde olduğunu zannedebilir miyiz? Böyle düşünür ve kabul edersek yanılırız! Yanarız da! Bugün en çok ihtiyacımız olan şey ‘çok şey bilmek’ değil yahut ‘her şeyden bir şeyler bilmek’ değil, bir şeyleri ve lüzumlu bir sahadaki bir şeyleri çok iyi bilmek. Yani ‘hazımlı ve derinlikli’ bilgi… Bu bilgiyi de ‘hikmet’ aşkı ve ‘marifet’ nazarıyla ‘ilm’e inkılâp ettirmek ve bu suretle faydalı kılmak. Asıl mesele bu! Ne bilirsen, hangi sahada bilim yaparsan yahut hangi ilimle meşgul olursan ol, kâinattaki nizamı anlamaya, insanoğluna hizmet etmeye odaklı olmalı. Bu zihniyetin teşekkülü ve bu şuurun teessüsü bugünkü popüler bakış açısıyla mümkün değil! Bugünkü hakim medeniyetin kodlarıyla tespit edilen vizyon ve misyonla bu hedefe ulaşmak bu anlayışa erişmek imkansız. Nazarları değiştirmek, ezberleri bozmak, gözlükleri yenilemek gerek önce. *** Bugün, bu bakış açısıyla âlim, ilim adamı, bilim insanı yetiştiren müesseseler yok mu? Artık var ve çoğalıyor. Ama henüz yolun çok başındalar. Asrı kasıp kavuran ‘tereddüt’ ve popüler olmayan ‘kıymetli’ye olan ‘az rağbet’ akil adamları düşündürüyor. Oysa düşünme değil, fiiliyat zamanı artık. İhtiyacımız olan, içi ‘cevher dolu’ bir [parantez.] *** 1435 senesi, inşallah bu parantezi açtığımız ve içini doldurduğumuz bir sene olur. Hayırlı mübarek olsun.

“Maaşımın fazlası millet malıdır” Bedîüzzaman Hazretleri Dâru’l-Hikmeti’l - İslâmiye’de iken zarûretten fazla kendine masraf yapmıyordu. Ve maişetçe neden bu kadar muktesid yaşıyorsun diyenlere cevâben: “Ben sevâd-ı âzama tâbi olmak isterim. Sevâd-ı âzam ise, bu kadar tedârik edebilir. Ben ekalliyet-i müsrifeye tâbi olmak istemem.” demişlerdir. Üstad Hazretleri, hakaikten on iki telifâtını din nâmına tab’ ettirdi. Aldığı maaştan toplanan paraları o telifâtların masraf-ı tab’iyesine verdi. Yalnız bir iki küçüğü müstesna olmak üzere, diğerlerini meccânen etrâfa verdi. Niçin sattırmadığı suâl edildiğinde diyorlardı ki: “Maaştan bana kût-u lâyemût câizdir. Fazlası millet malıdır. Bu sûretle millete iade ediyorum.” Çözüm Hz. Mevlânâ zamanında bir adam meyve toplamak üzere bir meyve ağacının tepesine çıkmıştı. Ağacın sâhibi bundan haberdâr olup adamdan ağaçtan inmesini istedi. Ağaç sâhibi çok ısrar edince, adam inat etti ve “Bu ağaçtan inersem karım boş olsun.” diye yemin etti. Üç gün üç gece ağaçta kalan adam için çeşit çeşit fetvalar alındı, fakat adam ağaçtan inmedi. En son konu, Hz. Mevlânâ’ya soruldu. Hz. Mevlânâ: “Yemininin bozulmaması için o adam, o ağaçtan diğer bir ağaca geçsin, ondan insin. Eğer bu ağacın yanında başka bir ağaç yoksa bir atın üzerine, oradan da yere insin. Böylece yemini bozulmaz.” dedi. Adam bu çözümü kabul etti ve ağaçtan indi. Hicaz Demiryolu Medine Tren İstasyonu İnşasına 1 Eylül 1900 târihinde başlanan Hicaz Demiryolu, 31 Ağustos 1908’de Medine’ye ulaşmış ve işletmeye açılmıştır. Son istasyon olan Medine İstasyonu günümüzde hâlâ ayakta durmaktadır. Dünya Savaşına kadar aktif bir şekilde kullanılan Hicaz Demiryolu, 1918’den itibaren âtıl vaziyete bürünmüştür. Uzun yıllar bakımsız kalan Medine İstasyonu ise, dört yıllık bir restorasyon çalışmasının sonunda 2004 senesinde ziyarete açılmıştır. Yenileme çalışmaları sırasında içindeki vagonlar da restore edilen istasyon, Mescid-i Nebevî’ye 2 km uzaklıkta bulunmaktadır. İstasyonun yakınında yine Sultan 2. Abdülhamid tarafından yaptırılan Amberiye Câmii bulunmaktadır. 02 Kasım 1920İlk radyo canlı yayını yapıldı Radyo vericisinden ilk profesyonel radyo yayıncılığı, Amerika Birleşik Devletleri'nin Pittsburg kentinde gerçekleşti. Westinghouse fabrikası radyosu olan, K.D.K.A. adlı istasyonun ilk yayını, seçim haberleriydi. 1922 yılında, yine Amerika Birleşik Devletleri'nde, ilk ticarî radyo WEAF, yayına başladı. Amerika'da başlayan radyo yayıncılığı gelişmeleri, kısa sürede Avrupa ülkelerine de yayıldı ve 1922 yılında, İngiltere'de radyo yayını başladı. Aynı yıl, Fransa'da ve Sovyetler Birliği'nde, 1923'te Almanya'da radyo yayınları başladı. Türkiye'de de radyolu döneme, batı ülkelerinden kısa bir süre sonra, 1927 yılında geçildi. 14 Kasım 1984İSEDAK İstanbul’da çalışmalarına başladı İslâm İşbirliği Teşkilatı Ekonomik ve Ticarî İşbirliği Daimî Komitesi (İSEDAK), İslâm dünyasının çok taraflı ekonomik ve ticarî işbirliğine yönelik ana platformudur. İSEDAK, İslâm ümmetinin ortak kalkınma sorunlarını belirlemek ve çözümler üretmek üzere merkezî bir Forum olarak hizmet verir. İİT'nin dört daimî komitesinden biri olan İSEDAK, 1981 yılında Mekke/Taif'te düzenlenen 3. İslâm Zirve Konferansı tarafından kurulmuştur. 1984 yılında Kazablanka'da gerçekleştirilen 4. İslâm Zirve Konferansı'nda Türkiye Cumhuriyeti Cumhurbaşkanı’nın İSEDAK Daimî Başkanlığını üstlenmesiyle operasyonel hâle gelmiştir ve aynı yıl Bakanlar düzeyindeki ilk toplantısını gerçekleştirmiştir. İSEDAK, dört kıtaya yayılmış 57 üye ülke ve 5 gözlemci ülkeye sâhiptir. 25 Kasım 1072Sultan Alparslan vefat etti Selçuk Bey’in torunu olan Davud Çağrı Bey’in oğludur. 1029’da dünyaya gelmiştir. Küçük yaşta ata binip ok atmayı öğrenen Alparslan, cesareti ve yiğitliğiyle ünlenmiştir. Babasının vefatının ardından Horasan Vâliliğine getirildi. 1063’de amcası Muhammed Tuğrul Bey vefat edince de Selçuklu Devleti’nin başına geçti. İlk seferini Gürcistan ve Doğu Anadolu'ya yaptı. Bu seferde oğlu Melikşah ve veziri Nizamülmülk de bulunuyordu. Doğu Roma’nın elinde bulunan Kars ve Ani bölgesine kadar ilerleyerek buraları ele geçirdi. Bu fethi neticesinde Abbasî Halifesi Kaim bi-Emrillah, Sultan'a “Ebû Feth” lakabını vermiştir. Sultan Aparslan, 1071’de Malazgirt’te Doğu Roma ordularını mağlub ederek, Anadolu’nun kapılarının Türklere açılmasına vesile olmuştur.

Fetret, vahiy ve semavi hükümlerin sükûn ve duraklama zamanı olduğu için, iki peygamber-i zîşan devirleri arasındaki zamana denir. Hatta yürürlükte olan bir dinin hükümleri kendilerine ulaşıp hakkıyla anlatılmayan kişiler için de fetret devri geçerlidir. Onlara da ehl-i fetret denilir. Fahreddin Razi Tefsir-i Kebirinde fetret meselesi ile ilgili olarak şu açıklamayı yapmaktadır: وَمَا كُنَّا مُعَذِّبَ حَتّٰى نَبْعَثَ رَسُولًا “Biz bir peygamber göndermedikçe (kimseye) azap ediciler değiliz.” (İsra, 15 ) İmam Eş’âri ve Şafiî uleması bu âyet-i kerimenin açık emrine istinaden kendilerine elçi gönderilmeyen ve ehl-i fetret sayılan kişiler, bilmedikleri için, velev ki dini hükümleri değiştirseler, bozsalar hatta putlara da tapsalar yine de ehl-i necat olduklarını kabul ederler. Zira bu âyetin açık ifadesiyle kendilerine azap verilmediğinden onların, akıllarıyla hak dini bulmalarının farz olmadığını söylemektedirler. Eğer farziyet bulunsaydı, terkinde ceza olarak azap verilirdi, diyorlar. Hem bu âyetin hükmünü isbat için de şu iki âyet-i kerimeyi delil göstermektedirler: “(Biz) müjdeleyiciler ve (aynı zamanda) korkutucular olarak nice peygamberler (gönderdik) ki, o peygamberlerden sonra, insanların Allah’a karşı bir delil(ler)i ve (mazeretleri) olmasın! (Nisâ, 165) “Eğer biz, onları bundan (peygamber veya Kur'ân'dan) önce bir azap ile yok etseydik, muhakkak ‘Ey Rabbimiz! bize bir peygamber gönderseydin de, alçak ve rezil olmadan önce âyetlerine uysaydık, olmaz mıydı?’ diyeceklerdi.” (Tâhâ, 134)” (Fahreddin Razi, Tefsir-i Kebir) “Eğer “Resûl-i Ekrem (asm), ehl-i fetretten olan İmrü’ül-Kays, Hatem-i Taî ve bir kısım sahâbelerin babaları için ateş ehl-i olduklarını söylemiştir.” denilse bile şübhesiz onların hakkındaki hadisler ahâdi, yani bir kişiden rivâyet edildikleri için yukarıdaki âyetlerin kat’i ifadelerine karşı delil olamaz. Belki bu âyetlere göre o hadisleri izah etmek icab eder.” (Cevheretü’t-Tevhid Şerhi) “Maturudî mezhebine göre, âyette geçen elçiden maksat akıldır. Akıl, doğru ile yanlışı ayıracak bir kabiliyettedir. Onun için aklı olan her insan, yaratıldığını bilir ve kendisini bir yaratanın olması gerektiğini bilmekten sorumlu hale getirir. Ama ibadete ait hükümler akıl ile bilinemeyeceğinden bu konuda fetret ehline bir sorumluluk terettüp etmez. Yani fetret, iman için değil amel için geçerlidir.” Bedîüzzaman Hazretleri de bu meseleyi şöyle açıklamaktadır: “(Beşinci Nükte) Sual ediyorsunuz ki: Zaman-ı fetrette, Resûl-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm'ın ecdadı bir din ile mütedeyyin mi idiler? (yani bir dine bağlı mı idiler?) [Elcevab] Hazret-i İbrahim Aleyhisselâm'ın, bilâhere gaflet ve manevî zulümat perdeleri altında kalan ve hususî bazı insanlarda cereyan eden bakiye-i dini ile mütedeyyin olduğuna rivayat vardır. Elbette Hazret-i İbrahim Aleyhisselâm'dan gelen ve Resûl-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm'ı netice veren bir silsile-i nuraniyeyi teşkil eden efrad, elbette din-i hak nurundan lâkayd kalmamışlar ve zulümat-ı küfre mağlub olmamışlar. Fakat zaman-ı fetrette رَسُولاً نَبْعَثَ حَتّىَ مُعَذِّبِينَ كُنَّا وَمَا sırrıyla; ehl-i fetret, ehl-i necattırlar. Bi’l-ittifak, teferruattaki hatiatlarından (hatalarından) muahazeleri (azap görmeleri) yoktur. İmam-ı Şafiî ve İmam-ı Eş'arîce; küfre de girse, usûl-i imanîde bulunmazsa, yine ehl-i necattır. Çünki teklif-i İlahî irsal ile (elçinin gönderilmesiyle) olur ve irsal dahi, ıttıla' ile (onun elçi olduğunu bilmekle) teklif takarrur eder (kesinleşir). Madem gaflet ve mürur-ı zaman (zamanın geçmesi), enbiya-i salifenin (geçmiş peygamberlerin) dinlerini setretmiş (örtmüş); o ehl-i fetret zamanına hüccet (delil) olamaz. İtaat etse sevab görür, etmezse azap görmez. Çünki mahfî (gizli) kaldığı için hüccet olamaz.” (Mektubat 237) “İmam Gazalî de, Peygamberimizin (asm) gönderilmesinden sonra, O'nun davetini duymayanlarla ilgili olarak insanları üç sınıfa ayırmıştır: Peygamberin (asm) davetini duymamış, kendisinden haberdar da olmamış olanlardır. Bu sınıfa giren insanlar kesin olarak ehl-i necat olup cennetliktir. Peygamberin (asm) davetini, gösterdiği mucizeleri ve güzel ahlâkını anlamakla beraber bilerek îman etmemiş olanlardır. Bu sınıf kesin olarak azaba uğratılacaktır. Peygamberin (asm) ismini duydukları halde, aleyhinde yapılan menfî propagandalardan başka bir şey duymadıklarından, kimse onlara doğruyu söyleyip onları teşvik etmediğinden alâka göstermeyenlerdir. Bunların da ehl-i necat olacaklarını, yani Cennete gireceklerini umarım.” Öyleyse şu anda dünyanın herhangi bir yerinde yaşayan bir insan komünist, Hıristiyan, Yahudi veya neye inanıyor olursa olsun bulunduğu toplumda Peygamberimiz (asm) ve İslâmiyeti duymadıysa veyahut yanlış olarak duyduysa, bu kişiye Peygamberimiz (asm) ve İslâmiyet hakkıyla tanıtılmadıkça yukarıda geçen açıklamalara binaen o kişi ehl-i fetret sayılır. Bedîüzzaman Hazretleri de bu hakikati şu şekilde ifade etmektedir: "Âhirzamanda madem fetret derecesinde din ve din-i Muhammediye’ye (asm) bir lâkaydlık perdesi gelmiş ve madem âhirzamanda Hz. İsa'nın din-i hakikisi hükmedecek ve İslâmiyet ile omuz omuza gelecek. Elbette şimdi fetret gibi karanlıkta kalan (İslâmiyet kendilerine hakkıyla tebliğ edilmeyen) Hz. İsa'ya mensub Hıristiyanların çektikleri felâketler, onlar hakkında bir nevi şehadettir." (Kastamonu Lahikası, s.77) Bu durumda şöyle bir sual akla gelebilir: “Kendilerine tebliğ yapılan ve teklif imtihanından geçen de cennete gidiyor, kendisine tebliğ yapılmayan da cennete gidiyor? Aralarında hiçbir fark yokmuş gibi gözüküyor, bu nasıl olur?” Bu suale bir misal ile cevap vermek mümkündür: Bin tane çekirdeği bulunan bir zât hikmet ve maslahatın gereği olarak bunlardan beş yüzünü toprağa gömerek ekiyor. Neticede hepsi çürüyor. Kalanlardan 250 tanesini daha ekiyor. Bunlar çürümeden bağında hepsi birer ağaç oluyor. Şüphesiz bu adam geriye kalan 250 adedini de “bunlar ekilip ağaç olmadı” diyerek çürümüş olanlara yapılan muameleyi yapıp çöpe atmayacaktır. Belki bağında ağaç olup büyüyenlere sahip çıktığı gibi o çekirdeklere de sahip çıkacaktır. İşte bu örnek gibi Cenab-ı Hakk da hikmet ve maslahatın gereği olarak bu dünya imtihan meydanını kurmuştur. İnsanları dünyaya göndererek o imtihana tabi’ tutuyor. Birçoğu bile bile küfür ve dalalete gidiyor. Bunlar o çürümüş çekirdekler gibi çöp tenekesi hükmündeki Cehenneme atılarak ceza ve azaba maruz kalıyor. Bir kısmı da iman ve amel-i salih ile imtihanı kazanıp Cennet saraylarında saadetle yaşıyor. Cenab-ı Hakk hikmet ve adaletinin muktezası olarak, ekilmeyen çekirdekler gibi imtihana tabi tutulmayan ehl-i fetreti de, ehl-i küfür ve dalalete azap verdiği gibi Cehenneme atıp onlara azap vermeyecektir. İman ve ibadetle Cennet ve saadete mazhar olanlara sahip çıktığı gibi, elbette bu ehl-i fetrete sahip çıkması hikmetin muktezasıdır. Yalnız şu var ki, iman ve ibadetle bütün hisleri ve duyguları gelişen müminlerin Cennetten istifadeleri ve aldıkları mükâfatla, çekirdek gibi kalan ve az gelişen ehl-i fetretin istifadesi ve mükâfatı bir olmayacaktır. Fakat ehl-i fetretin yaptıkları iyilikler veya başlarına gelen sıkıntılar veyahut bile bile başkalarına yaptıkları zulümlerle ilgili olarak, İmam-ı Rabbani’nin “Ehl-i fetret ahirette sorgulanacaktır.” manasındaki ifadesinden şunu anlamak mümkündür: Nasıl ki rahmet-i İlahiye kurbanlık olarak kesilen bir hayvanı ahirette mükâfatsız bırakmıyor ve hadis-i şerifte adalet-i İlahiyenin neticesi olarak ‘boynuzsuz koyunun hakkı, boynuzlu koyundan alınacaktır’ buyrulduğu gibi, elbette ehl-i fetret bütün yaptıkları iyilikler ve başlarına gelen felaketlerden veya zulüm ve haksızlıklarıyla şeriat-ı fıtriye denilen fıtrî kanunlara veya şefkat hissine muhalefetlerinden dolayı, hikmet ve adalet-i İlahiyenin bir neticesi olarak cehennem azabıyla değil, belki ahirette kendilerine münasib bir mükâfat ve mücazatları olacaktır. (Allahu a’lem)

Peygamber Efendimiz (SAV) vefat edip refik’ul âlâsına kavuştuktan sonra, sahabelerin büyük bir kısmı artık Mekke ve Medine şehirlerinde duramaz olmuşlardı. Nereye baksalar, Nebiler Nebisinden bir iz görüyorlardı çünkü. Bu onların acısına acı, hüznüne hüzün katıyordu. Hatta Peygamber Efendimiz’in müezzini Bilal-i Habeşi’nin de bu vefattan sonra bir daha ezan okumadığı; Nebiler Nebisinden firkatin tesiriyle diyar diyar dolaşmaya başladığı bilinen bir vakıadır. Yüzbinlerce sahabe, Sevgili’nin âhiret yurduna göçüşünden sonra dünyanın farklı bölgelerine doğru yola koyulmuşlardı. Amaçları elbette ki ilâ-yı kelimetullahtı. Hindistan, Afrika, Suriye, İran, Türkistan, Bizans, Çin, Mezopotamya gibi farklı diyarlarda Kur’an-ı Kerim’i ve İslam dininin esaslarını tebliğ ediyorlardı. Sahabelerin gerçekleştirdikleri bu seyahatlerin asıl maksadı, bizatihi tebliğdi. Çünkü "tebliğ" misyonu Hz. Muhammed’den (asm) kendilerine kalan en büyük mirastı. Canlarından çok sevdikleri Peygamberlerinin vasiyetine uymak için Kur’an-ı Kerim’in hakikatlerini bütün kâinata yaymak istiyorlardı. Eğer o günlerde göklere bir yol bulup gidebilseydiler, muhakkak ki yıldızlara bile kelimeyi tevhidin hakikatini ve Hz. Muhammed (asm) aşkını nakşedeceklerdi. Çünkü onlar hayatlarının en kudsî anılarını Hz. Muhammed’le (asm) yaşamışlardı ve bu kutlu yaşanmışlıkları başka coğrafyalardaki insanlarla da paylaşmak istiyorlardı. Peygamber’in (sav) getirdiği dinin hakikatlerini bütün insanlar öğrenmeliydi. Ancak o zaman Sevgili Peygamberlerinin vasiyetini yerine getirmiş olacaklardı. Sahabelerin bir kısmı daha Emevi devleti kurulmadan, Hicaz bölgesinde ve başka coğrafyalarda vefat etmişlerdi. Ancak Peygamberimiz döneminde çocuk ya da genç olan pek çok sahabe vardı ki, onlar Emevi devleti döneminde de hayattaydılar. Emevi devletinin kurucusu Hz. Muaviye’nin kendisi de bir sahabeydi ve vahiy katiplerindendi. Onun döneminde henüz on binlerce sahabenin hayatta olduğunu varsayabiliriz. İşte bu sahabeler, Hz. Muhammed’in (asm) öğrettiği dinin esaslarını yaymak adına Emevi ordusuyla birlikte gazalara katılıyor, onlardan bir kısmı şehit bir kısmı da gazi oluyordu. Katıldıkları gazalarda şehit olan sahabeler şehit oldukları yere defnediliyorlardı. Kıbrıs, İstanbul, Suriye, Diyarbakır, Urfa gibi diyarlarda pek çok sahabenin medfun olması, işte bu sırdan dolayıdır. İstanbul’da medfun Eyüp Sultan, Kıbrıs’taki Hala Sultan, bu sahabelerin en bilinenleridir. Fatih Sultan Mehmed, İstanbul’u fethettiğinde, hocası Ak Şemseddin’in de telkiniyle ilk iş olarak sahabe mezarlarını araştırmaya ve bu sahabeler adına makamlar, türbeler ve camiler inşa etmeye başlamıştı. Bu büyük dahinin bu gayretleri elbette boşuna değildi. Bu sayede Hıristiyanların bir merkezi olan İstanbul, çok kısa bir sürede İslam dünyasının kalbi konumuna yükselecekti. Memleketlerinden binlerce kilometre uzakta şehit olan bu fedâkar sahabelere karşı bütün İslam dünyası adına bir minnet borcu ifa edilmiş olacaktı. Sahabe mezarlarıyla içli dışlı yaşayan İstanbul’un çocukları da, o kutlu insanlara özenecekler, onlar gibi imanlı, fedâkâr, ihlaslı olacaklardı. Bu da yeni fethedilen ve müslümanlaşan bu şehirde, sahabe şuuruyla şekillenmiş yeni bir nesil oluşturmak adına önemliydi. Mekan ve insan arasındaki etkileşimin farkında olan genç Fâtih, İstanbul’da yaşayan insanları sahabe iklimine yönlendirecek mekanlar inşa etmesinin gereğinin de farkındaydı. Bu Bizans şehrini kuşatmak için buralara kadar gelen ve buralarda şehit olan sahabelerin manevi varlığı, bütün müslümanları birleştirecek kuvvetli bir simge olacaktı. Bu sayede tefrikaların yerini ittifaklar alacak, yeni ülkeler fethetme heyecanıyla bütün Müslüman ahali, tek yürek olarak, sahabe yurdu bir payitahta sahip devlet-i âliyenin yanında yer alacaktı. Doğurduğu sonuçlar ne olursa olsun, 670’li yıllarda, İslam ordularının İstanbul’u kuşattığı ve bu kuşatma sırasında bazı sahabelerin şehit düştüğü bilinmektedir. Muhtemelen Emevi ordularını bu kuşatmalara sevk eden de sahabelerin büyükleriydi. Çünkü onlar, bu beldelerin fethedileceği müjdesini Hz. Muhammed’den işitmişler, bu müjdeye masadak olabilmek için Kıbrıs, Afrika, Yemen, Kudüs, Türkistan, Anadolu, İstanbul gibi stratejik noktaların fetihlerine girişmişlerdi. Hatta Endülüs Emevilerinin İspanya’ya geçmelerinin ardında, Hz. Muhammed’in (asm) Roma’nın fethedilmesi ile ilgili hadislerinin de etkisi vardır. Bu amaçla müslümanlar daha ilk yıllarda Avrupa kıtasına geçmeyi kafalarına koymuşlardı diyebiliriz. İstanbul’a gerçekleştirilen İslam akınları elbette öyle birdenbire ve kolay olmamıştı. İslam orduları sığınacakları, kışı geçirecekleri korunaklı yerler aramaya başladılar. İstanbul’a yakınlığı ve korunaklı üç limanıyla stratejik bir öneme sahip Kyzikos (Kapıdağ-Bandırma) kentini de fethetmeleri gerekiyordu. Bunu gerçekleştirebilmek için batı kaynaklarında geçtiği şekliyle yüzlerce donanmayla Panamoras (Bandırma) limanına demirlediler. Zaten o dönemde, Bandırma ile Erdek arasında bulunan Kizikos antik kentinden daha güvenilir bir sığınak bulmaları mümkün değildi. Hem gece gündüz kalabilecekleri hazır konutlar da mevcuttu burada. Kısa bir kuşatmanın ardından kent ele geçirildi ve Bandırma, İstanbul kuşatması için bir üs haline getirildi. İslam orduları İstanbul’a geçmeden önce, bu bölgede aylarca konaklamışlar ve ardından vakti geldiğinde İstanbul’u kuşatmışlardı. Yani şu an İstanbul’da medfun bulunan, başta Eyüp Sultan Hazretleri olmak üzere pek çok sahabe, şehit olmadan önce Bandırmanın, Kapıdağın, Erdek’in, Edincik’in topraklarında dolaşmışlar, belki de bu beldelerin gelecekte İslamla müşerref olması için dualar da ederek, İstanbul’u kuşatma hazırlıklarına devam etmişlerdi. Bu gerçek Kyzikos kazılarını gerçekleştiren ekibin resmi sitesinde şöyle ifade edilmektedir: "M.S. 672-678 yılları arasında Emevi halifesi Muaviye’nin Bizans’a yaptığı seferde kışın Kyzikos’da kaldığı biliniyor." İslam ordularının seferleri ileriki on yıllarda da devam etmiştir. Büyük bir ihtimalle bu ordular da, konaklama merkezi olarak, Kapıdağ, Bandırma, Edincik ve Erdek gibi şehirleri seçmişlerdi. Bölgede bir zamanlar Müslüman Arapların hüküm sürdüğüne delil olabilecek pek çok örnek de mevcuttur. Her yaz, yerli ve yabancı turist akınına uğrayan Avşa Adasının eskiden "Arap Adası" olarak anıldığı, bu adadaki "Yiğitler" köyünün eski isminin "Araplar" olduğu bilinmektedir. Erdek ve Edincik yakınlarındaki bir bölgenin "Belkıs" olarak adlandırılması ve hatta bu isimle Kur’an’da geçen Hz. Süleyman’ın kıssası arasında bir bağlantı kurulmaya çalışılması da incelenmesi gereken bir vakıadır. Edincik, Bandırma ve Erdek gibi yerleşim yerlerinde yaşayanlarla konuştuğumuzda, geçmişten beri yöre halkının bu bölgede sahabe mezarlarının olduğuna inandığı ortaya çıkmaktadır. Bu inanışın dayandığı maddi kanıtlar da vardı elbette. Şu anda çok kesin maddi bulgulara ulaşılmasa da tarihi gerçekler, bu bölgede sahabelerin ve tâbiinden savaşçıların bir dönem ikamet ettiğini inkâr etmeyi engellemektedir. Bölgede gerçekleştirilecek kazılarda ve deniz altı araştırmalarında o dönemde bölgede konaklamış olan sahabelere ait bazı kalıntılara ulaşılabilir. Sahabelerin 668, 670 ve ardından 680’li yıllara kadar yaşayıp yaşamadığı sorusu elbette haklı gerekçeleri olan bir sorudur ama sanırım ortaya koyacağımız bir tek örnek, bu sorunun da cevabı olabilecek niteliktedir: “Hz. Sa'd, Ensârın Hazrec kabîlesi kolundandır. Babasının ismi Sa'd bin Mâlik olup, hicretten önce Müslüman olmuştur. Sa'd, dört halîfe devrinde çeşitli savaşlara katıldı. Gittiği şehirlerde yeni Müslüman olanlara dîn bilgilerini öğretti. 712 yılında Medîne'de vefât etti.”(http://www.ilkvahiy.net/mubarek-zaatlar/medinede-en-son-olen-sahabi-sehl-bin-sad-33817/ ) Örnekteki gibi 712 yılına kadar yaşayan sahabeler varsa, elbette 668 yılına kadar yaşayan binlerce sahabe vardır. Örnek vermek gerekirse, Hz. Muhammed’in vefatı sırasında 10 yaşlarında olan bir sahabe 668 yılında 46 yaşında, 20 yaşında olan bir sahabe 56 yaşlarında olacaktır. 70, 80 yaşındaki pek çok sahabe de elbette Hz. Muhammed’in fetih müjdesine nail olmak için bu gibi seferlere katılmıştır. Bunda mantığa ters bir durum söz konusu değildir. Bu tarihi bilgilerin günümüz koşullarında ne önem ifade ettiğini açıklayalım isterseniz. Bir Müslüman için, kendi yaşadığı beldede sahabelerin de yaşamış olduğunu bilmek, onların da aynı havayı soluduğunu, aynı topraklarda yürüdüğünü tefekkür etmek elbette önemlidir. Çünkü o sahabeleri sahabe kılan, başka kimse ile değil, âlemlerin Efendisi Hz. Muhammed (sav)’le yaptıkları nurlu sohbetlerdir. Hz. Muhammed’in (sav) nuru, mutlaka o sahabelere de aksetmiştir. O sahabelerin kendi beldesinde vefat ettiğini ve onların da bu beldede kabirleri olduğunu düşünmek, Müslüman için ayrı bir öneme sahiptir. Anadolu ve dünya tarihi açısından oldukça önemli bir tarihi kent olan Kyzikos’un tarihi, akademik çevrelerce anlatılırken; 670’li yıllarda İstanbul’u fethetmek için bu bölgede konaklayan insanların, sadece ve sadece "tahrip edici Araplar" olduğunu ifade eden beyanlarda bulunulması, yüreğimizi yaralamaktadır. Çölün ortasında birbirini yiyen bedevi Arapların, nasıl olup da Arabistan çöllerinden İstanbul’a gelebilecek ufka ulaştıklarını ve denizcilikle alakası olmayan bu insanların, kısa bir süre içerisinde bu şehri deniz yoluyla fethedebilme cüretini nasıl gösterebildiklerini düşünmemiz gerekmiyor mu? Elbette Kizikos antik kenti insanlık için önemlidir ama Hz. Muhammed’in (sav) arkadaşlarının bu kenti bir üs olarak kullanmış olmaları çok mu önemsizdir? Onun için mi, bu kentin tarihi anlatılırken bu insanlardan "tahripkâr Araplar" olarak bahsedilmektedir? Neden bu insanların arasında pek çok sahabe olduğu da ifade edilmemektedir? Paganist Kizikos’u yüceltmek adına, Tevhid hakikatine imanımızın sebebi olan sahabeleri aşağılamak yakışıksız bir davranış değil midir? İstesek de istemesek de, memnun olsak da olmasak da, Bandırma, Erdek, Kapıdağ, Edincik, İslam’ın ilk yılları ile yakından irtibatlıdır. Mekke’nin, Medine’nin sokaklarında gezer gibi sahabeler, bu beldelerde de yıllarca dolaşmışlar, burada maddi-manevi izler bırakmışlardır. Bu bölgede sahabe ve tabiin evlatlarının yerleşip kaldığı, bazı yer adlarından da anlaşılabilmektedir. Yine bu bölgede pek çok sahabe ve tabiin mezarının varlığı, çeşitli söylencelerle bugüne kadar ulaşabilmiştir. Söylenceden öte, bu bölgede de sahabe mezarlarının olabileceği kuvvetle muhtemeldir. Hatta uyarılarımızı dikkate alan bilim adamları da bu gerçeği itiraf etmektedir. Mesela 18 Haziran 2012 tarihli Yeni Şafak Gazetesinde, Bandırma’da en azından 16 sahabenin mezarının bulunduğu bilim adamlarının araştırmalarıyla da ortaya konmuştur. Bu böyle olmalıdır çünkü, Kizikos’ta da bir savaş yaşanmıştır ve muhtemelen bu savaşta şehit olanlar da olmuştur. Bu şehit olanlar arasında sahabelerin olmaması imkansız gibidir. Bu sefere çıkan sahabelerin çoğu yola şehit olmak için çıkmışlardır zaten. Çünkü biricik sevgililerine, hasretine dayanamadıkları Hz. Muhammed’e (sav) kavuşmak istemektedirler. Uzun deniz yolculukları sonucunda hastalanan, zayıf düşen tâbiinden, sahabeden pek çok kişinin naaşının bu limanlara defn edilmiş olması da mümkündür. Buralarda hastalıklar gibi sebeplerle vefat eden sahabeler de vardır elbet. Erdek Dilek Tepesinde bulunan ve zamanla efsanelerle anılan mezarın sahabelerden birine ait olmadığını kim söyleyebilir? Daha bunlar gibi Edincik ve Kapıdağ bölgesinde nice mezarlar var ki, yatır olarak anılmakta, bölge insanları tarafından bu isimsiz mezarlar ziyaret edilmektedir. Sonuç olarak şunu söylemek gerekir ki, 670’li yıllarda İslam ordularıyla birlikte pek çok sahabenin Kizikos (Bandırma, Erdek, Edincik) şehrine geldiği gün gibi aşikârdır. Yine bu sahabelerden ve onların evlatlarından, bu savaş yolculukları sırasında pek çok kişi de vefat etmişti. Peki bu insanlara karşı hiç mi minnet borcumuz yoktur? Onların kutlu mücadelelerini neden her zaman hatırlamıyoruz? Neden onların yaşadıkları gibi yaşamıyor da, o kutlu insanların bir ömür mücadele ettikleri Bizans’ın kötülüklerine, zulümlerine bulanıyoruz. Bandırma, Erdek, Kapıdağ, Edincik gibi yerleşim birimlerinde at koşturan sahabeleri anmanın en doğru yolu, herhalde onlar gibi yaşamaya, kâinatı onlar gibi görmeye, onlar gibi hakikatleri yaymaya çalışmak olmalıdır. Onların yaptığı gibi, kudsi amaçlarımız uğruna kıtalar ötesi yolculuklara çıkabilmesini bilmeliyiz her şeyden önce. Ama öncelikle sahabelerin bu topraklarda yaşadığını nesillerimize öğretmemiz, her fırsatta hatırlatmamız gerekiyor. Evet, İslam yurdunun sınırlarını Hz. Muhammed hadisleriyle belirlemiş, sahabeler de kanlarıyla bu sınırları belirginleştirmişlerdir. Vatanımızın harcının, daha 670’li yıllarda sahabe kanlarıyla karılmaya başlandığını çocuklarımıza açıkça anlatmalıyız. Bunun için belediyelerimize ve vatandaşlarımıza da büyük iş düşüyor. Öncelikle, Bandırma, Erdek, Kapıdağ, Edincik, Avşa gibi yerleşim yerlerinde, Fâtih ve hocası Akşemseddin’in yaptığı gibi sahabelerin bu şehirlere adım atışını temsil eden makamlar, mescidler, kitabeler inşa edilmelidir. Bu hazırlıkların ardından Peygamberin dostlarını örnek alan, yalan söylemeyen, zulmetmeyen, ahlaklı, sevgi ve saygı dolu yeni bir “Sahabe Nesli” inşa etmeliyiz ki, ülkemiz dünyayı kuşatan zulüm karanlıklarını aydınlatan bir adalet güneşi olsun.

Projenin kapsamı ve amacı nedir? Milli Eğitim Bakanlığı Hayat Boyu Öğrenme Genel Müdürlüğü ile Hayrat Vakfı arasında Nisan ayında imzalanan işbirliği protokolü çerçevesinde tüm Türkiye’de Osmanlı Türkçesi ve Kur’an okuma kurslarını başlatılıyoruz. Protokolün amacı şudur: “Milli Eğitim Bakanlığı Hayat Boyu Öğrenme Genel Müdürlüğü ve Hayrat Vakfı işbirliği ile Milli kültürün en önemli kaynaklarını teşkil eden kütüphaneler, arşivler ile diğer şahıs ve kurumlarda mevcut olan Osmanlıca basma ve yazma eserleri okuyup anlayacak, bu eserlerdeki bilgi ve belgelerden azami derecede faydalanacak ve bunları kültür hayatına kazandıracak Osmanlı Türkçesi kurslarını, Osmanlı Türkçesi’ni öğretecek elemanların yetiştirilmesiyle birlikte kutsal kitabımız Kur’an-ı Kerim’in okunmasını sağlayan Kur’an ve tecvitli okuma kursları düzenlemektir.” Protokol ne zamana kadar geçerli? Protokol iki yıl için geçerli ama kursların durumuna göre Milli Eğitim Bakanlığı tarafından bir yıl daha uzatılabilir. Kurslar kaç merkezde açılacak? Türkiye geneli konusunda mutabakatımız var, bu da 900’den fazla merkez demek oluyor. Öncelikle 300’e yakın il ve ilçe merkezimizde kurslarımızı açacağız. Zamanla bu sayı daha da artacak. Kurs ücreti ne kadar? Kurslarımız ücretsizdir. Bu hizmetle halkımızın geçmişiyle, milli ve manevi değerleriyle irtibat kurabilecek bir donanıma sahip olmasını istiyoruz. Aslında gayet kolay olan gerek Osmanlıca öğrenimi gerekse Kur’an okumasını daha da kolaylaştırmak istiyoruz. Bununla birlikte kurslardaki eğitim disiplinini sağlamak adına kursiyerlerimizin devamlılığını temin etmeye gayret edeceğiz. Kursların sonunda sertifika verilecek mi? Kurslarımız tamamen uzman öğreticiler tarafından verilecek ve kurs sonunda devamlılık sorunu olmayan ve yapılacak imtihanda yeterli puan alan her kursiyerimize sertifika vereceğiz. Elbette burada amaç sertifika değil, Osmanlı Türkçesi veya Kur’an okumada başarı kazanmaktır. Sertifika ile de bu başarıyı belgelemek istiyoruz. Niçin Osmanlı Türkçesi? Milli kültürümüzün temelini teşkil eden eserlerimizin hemen hemen tamamı Osmanlıcadır. Hâlbuki yeni neslimiz kim bilir hangi dedesinden kalmış bir kitap veya eski bir tapu senedinin, bir paranın, bir çeşme kitabesi, tarihi bir çarşı girişi, ya da belki hergün altından geçtiği üniversite giriş kapısında yazılı olan Osmanlıca metnin gerek muhteva gerekse estetik zevkini yudumlamaktan mahrumdur. Kendi memleketimizde ecdadımızın her zaman şeref duyduğumuz bin yıllık şanlı bir tarih koridorundan bizlere armağan ettikleri sayısız güzide eserler bugün fikri ve estetik boyutta çoğumuza maalesef bir turiste olduğu kadar uzak, anlamsız ve yabancıdır. Buna rağmen ne gariptir ki tamamen bize ait olan ve günümüzde artık Osmanlıca olarak tabir edilen Tarihi Türkiye Türkçesi’ni biz yazı dili olmaktan öte ayrı bir lisan zannedenlerimizin sayısı maalesef hiç de az değildir. Ve yedi asır cihana hükmetmiş bir milletin çocukları artık önüne konulan çevirilerin dışında atalarının bugüne kadar ki kültür birikiminden istifade edememektedirler. Bu çevirilerin birçoğunun eksik ya da hatalı olduğu ise ayrı bir vakadır. Başbakanlık Osmanlı Arşivleri’nde yüzlerce kişilik kadroyla yıllardan beri üstelik sadece belgelerin tasnifine yönelik daha çok yıllara muhtaç çalışmaların da gösterdiği gibi her biri başlı başına birer değer olan bu güzide eserlerin, tarihi metin ve evrakların teker teker şimdiki yazıya çevrilmesine ne yeterli sayıda teknik elemanımız vardır ne de zaman buna müsaittir. Üzüntüyle belirtelim ki batılı araştırmacıların hem konuşma dili cihetiyle Türkçeyi hem de bir yazı dili olan Osmanlı Türkçesini öğrenerek yaptıkları derli toplu araştırmalardan bugün Osmanlının torunlarından ancak İngilizce bilenler istifade edebilirken bilimsel çevirileri yapılan bu yabancı kaynaklar da ne gariptir ki bir sokak ötede ki kendi milli kütüphanelerimizi referans göstermektedir. Osmanlıcayı öğrenmek öz yurdunda kendi kültürüne yabancı kalmış bir neslin vicdan muhasebesinde ecdadına ve tarihine karşı vadesi çoktan dolmuş bir fikir borcudur. Kayıt olmam için ne yapmam gerekiyor? En yakınımızda bulunan bir halk eğitimi merkezine müracaat etmek yahut www.osmanlicaegitim.com veya www.kuranegitimi.com sitelerine girerek online olarak istenilen bilgileri doldurmak yeterli olacaktır. Hayrat Vakfı’nı tanıyabilir miyiz? Hayrât Vakfı, 1974 yılında Üstâd Bedîüzzamân Hazretleri’nin talebesi ve kendisinden sonra vazîfesini devrettiği en yakın da‘vâ arkadaşı Ahmed Husrev Altınbaşak tarafından İstanbul Küçükçekmece’de kuruldu. Vakfımızın ana gayeleri, kuruluş senedinde şöyle tanımlanmıştır: “Orta ve yüksek dereceli mekteplere, bütün meslekî okul ve enstitülere devam eden talebelere yurtlar açmak, yiyecek ve yatacak yerler temin etmek, onların daha bilgili, faziletli, ahlâklı, vatansever birer insan olarak yetişmeleri için meslekî ve kültürel kurslar, dershaneler, kütüphaneler ve eğitim kurumları açmak, İhtisas için yurt dışına talebeler göndermek, gitmiş olanlara burs vermek, Mütevellî heyetinin ittifakı ile her türlü ilmî, tarihî, dinî eserleri basmak, neşretmek, Kur’ân-ı Kerîm basmak ve baskı işleri için dâhilden ve hariçten kâğıt ve matbaa makinaları temin etmek, matbaa kurmak, Vakfa bağışlanacak menkul ve gayrimenkulleri vakıf gayesi istikametinde kullanmak, idare etmek, vakıf kaynaklarını geliştirmek, Fakirlere, fakir hastalara, dul ve yetimlere vakfın imkânları nisbetinde her türlü yardımda bulunmak.” Vakfımız, bu güzel ve ulvî gayeler istikametinde otuz iki senedir faaliyet göstermektedir.

Hayrat İnsani Yardım Derneği, her yıl olduğu gibi bu yıl da, vekâlet yoluyla verilen kurbanları dünyanın muhtelif ülkelerinde yetkilileri vasıtasıyla kestirerek fakirlere ulaştırdı. Bu kurban organizasyonlarından biri de üç yıldır harbin ve zulmün devam ettiği açlık ve kıtlığın kol gezdiği SURİYE’de icra edildi. İdlip vilayetine bağlı ilçe, kasaba ve köyler olmak üzere toplam otuz beş merkezde, Hayrat İnsani Yardım Derneği tarafından 750 kurban kesildi. Mücahitlerin koruması altında kesilen kurbanlar, şehit ailelerine, mültecilere, İslam ahkâmının tahsil edildiği okullara, esir ailelerine, fukaralara, mücahitlere ve mücahit ailelerine dağıtıldı. Muhasara altında olan kasabalara kadar ulaştırılan kurban etleri, başta çocuklar olmak üzere bütün halka büyük bir sevinç yaşattı. Kurban eti dağıtılan birçok kişi üç senedir et yemediklerini beyan ederek, HAYRAT İNSANİ YARDIM DERNEĞİ'NE böyle mutlu, huzurlu ve anlamlı bir bayramı yaşamalarına vesile olduğundan dolayı çok teşekkür ettiler. Hayrat insani yardım derneğinin bomba sesleri altında gerçekleştirdiği bu kurban organizasyonuna, Suriye’den Yerel Devrim Meclisi, Selkın Avukatları Birliği ve Müderrisler ev sahipliği yaptılar. Hayrat İnsani Yardım Derneği Suriye’de, kurban organizasyonunun yanı sıra ilaç, gıda, un ve elbise yardımı da yapıyor. Ayrıca bu bölgedeki su sıkıntısını hafifletmek adına kuyu kazma faaliyetlerine de başlandı. Kilometrelerce uzaklıktan sırtlarıyla su taşıyan halk, Hayrat İnsani Yardım Derneğinin açtığı kuyulardan istifade etmeye başladılar. Hayrat İnsani Yardım Derneği, Suriye’de olduğu gibi bütün dünyadaki mazlumların imdadına koşmaya devam ediyor.

Hayrat İnsani Yardım Derneği üç yıldır savaşın devam ettiği Suriye’de, halkın su ihtiyacını gidermek için kuyu kazma çalışmalarına başladı. Boru hatlarının patlaması, Salkin halkının ve mültecilerin nüfusunun çok olmasından dolayı mevcut sular halka yetmiyor. Bu sebeple halk yeterince vücut temizliğini yapamıyor. Bundan mütevellid, tifo, leşmaniye, sil, kulira ve deri hastalığı gibi hastalıklara mübtela oluyorlar. Hayrat İnsani Yardım Derneği, bu mazlum halka gıda, ilaç ve elbise yardımının yanında su temini noktasında da kolları sıvadı ve kuyu kazma faaliyetlerine başladı. Şu an itibariyle 6 kuyunun kazılmasına başlanıldı. Bunlardan bir tanesi hizmet vermeye başladı. Geçen hafta açılışını yaptığımız bu kuyudan binlerce halk istifade ediyor. Hayrat İnsani Yardım Derneği jeoloji mü-hendislerimizin de destekleriyle, okullarda, mültecilerin yoğun olduğu mahallelerde İdlip ve Selkın bölgesinde yaklaşık 100 kuyu kazmayı hedefliyor. Bir kuyunun toplam maliyeti 4000 tl.

Makedonya Yugoslavya’nın parçalanmasından sonra kurulan Makedonya hala devlet olma sorununu yaşamaktadır. Güneyindeki bölgeden dolayı Yunanistan, isim konusunda sorun yaratmaktadır. Bu sorun Makedonya’nın AB ve NATO üyeliği yolunda engel teşkil etmektedir. Bu ülkenin kilisesini tanımayan Sırbistan’la, dilini ve tarihini tanımayan Bulgaristan’la da sorunları vardır. Diğer taraftan Makedonya devleti antik Makedon kimliği oluşturması için 400 milyon Avroluk anıt ve heykel projeleriyle (Üsküp 2014 Projesi çerçevesinde) bu kimliği oluşturma gayretindedir. Bunun da sadece Hrıstiyan ve Makedon elementlere yönelik olduğunu vurgulamak gerekir. Bununla Üsküp’ün bir Osmanlı şehir görüntüsünü yok edip, Antik Slav şehir yapısına büründürmek amaçlanmaktadır. Bu sorunlar Makedonya’ya bir durgunluk getirmiş durumdadır. Bundan dolayı yabancı yatırımlar eksik, kültür ve etnikler arası hoşgörü de olması gereken seviyeden uzaktadır. 2011 yılında, Makedonya nüfusunun dini durumunu tespit edecek nüfus sayımı başarısız oldu. Dolayısıyla yapılan analizlere göre Makedonya’da % 40’ın üzerinde Müslüman nüfus yaşamaktadır. Müslümanların çoğunluğunu Arnavutlar, ardından Türk, Boşnak ve Rumlar teşkil etmektedir. Ancak saat kulelerine haçların dikilmesi, camilerin yakılması ve inşaatına izin verilmemesi, Makedonya Diyanet İşleri Başkanlığına vakıf mallarının iade edilmemesi, Makedonya Müslümanlarının kimliklerinin korunması ve güçlenmesi için de dışarıdan bir enjekteye ihtiyaç duyulduğu aşikardır. Bu, başta Makedonya Diyanet İşleri Başkanlığı, Medrese (İmam Hatipler), İslami Bilimler Fakültesi ve bilimsel, kültürel, yayıncılık ve medya üzerinden gerçekleşecek projelerle mümkündür. Bütün bu sorunlara rağmen asırlarca devam eden geleneksel İslam anlayışından ve yapılan bir sürü çalışmalardan dolayı Müslümanların durumu çok da kötü sayılmaz. Ancak daha çok yapılacak işler olduğunu vurgulamak gerekir. Kosova Bosna ile aynı kaderi paylaşan Kosova’da savaş yaralarını hala saramamıştır. Ancak 2008 yılında bağımsızlığını ilan eden Kosova, 100’ün üzerinde ülke tarafından tanınmıştır. Fakat hala hiçbir uluslararası kuruluşa üye olamamıştır. Özellikle Kosova’nın kuzeyinde (Mitrovica ve civari) yaşayan Sırpların, Kosova’nın kuzeyini ayırma isteği önemli bir sorun teşkil etmektedir. Burda da bu kırılgan siyasi istikrarı, başta Amerika olmak üzere, uluslararası güçler, dengede tutmaya çalışmaktadır. Türkiye’nin son yıllarda Kosova’ya yönelik ilgisi ve her alanda attığı adımlar, bazı Batı ülkelerinin denge politikalarını engellemiş, yönünü değiştirmeye sebep olmuş, böylece güç anlamında Kosova bölgede önemli unsur haline gelmektedir. Ancak bu bölgenin parçalanma sesleri günden güne artmaktadır. Bunun gölgesinde Nisan 2013’te Thaçi-Daçiç arasında yapılan antlaşmaya göre Kosova’da bulunan sırpların da bölge politikası oluşturma hakkı doğmuştur. Kosova’nın kültürel, dini ve ilmi durumu çok ilginçtir. 70’li yıllardan beri faaliyette olan Priştine Üniversitesi, yüksek öğrenim sunmuştur. Her ne kadar bu alanda başarılı olunsa da, dönemin sisteminden dolayı Osmanlı devletinden ve geleneksel kültürel İslam’dan uzak, komunist ve atesit bir nesil yetiştirmiştir. Geçen dönemlerde Türk Eğitim Bakanı’nın Kosova tarih kitaplarındaki Osmanlı karşıtı kavramlarının okul kitaplarından kaldırılması talebini hepimiz biliyoruz. Bu talep ciddi tepkilere yol açmış ve yabancı düşmanlığa (ksenofobiye) kadar varmıştır. Bu durum ve okullarda dini eğitimin dahil etmeme mücadelesi, Kosova’da dini ve entellektüel alanda daha çok çalışmaların yapılması gereğini göz önüne sermektedir. Eğitim alanında yapılması gereken çalışmalar, kültürel projeler ve özellikle Priştine ve diğer şehirlerdeki medreselerin (imam hatiplerin) ve İslami İlimler Fakültesinin güçlendirilmesi Kosova’da ki İslam potansiyelini daha güçlü hale getirecektir. Başta Kosova Diyanet İşlerine, medyaya ve sosyal hayatın diğer alanlarına yeni yatırımlar kaçınılmazdır. 1999 savaşından sonra Hristiyan veya liberal soluklu onlarca Batı sivil kuruluşları kuruldu. Bunların çalışmalarının İslam dışı bir geleneğe sahip olunması için toplumda etkileri mevcuttur.

Takva; korkma, sakınma, Allah korkusuyla günahtan kaçınmakta, Allah'ın emir ve yasaklarına uymakta titizlik gösterme. Allah'ın himâyesine girmek, emrini tutup azabından korunma anlamında Kur’ânî bir terimdir. Kur’ân-ı Kerîm’de Cenâb-ı Hak mealen şöyle buyuruyor: “Ey Âdemoğulları! Size avret yerlerinizi örtecek bir elbise ile (giyinip süsleneceğiniz) bir süs elbisesi indirdik. Bir de takva elbisesi ki, bu (hepsinden) daha hayırlıdır. Bu (maddî ve mânevî elbiseler), Allah’ın âyetlerindendir; tâ ki ibret alsınlar.” (A’raf, 26) Âyet-i kerimede geçen “takva elbisesi” hakkında müfessirler, hayâdır, amel-i sâlihtir, Allah korkusudur, harpte koruyucu âletlerdir, mânevî temizliktir gibi çeşitli görüşler ileri sürmüşlerdir. (Râzi, c.7/14, 55) Bedîüzzaman Hazretleri Kastamonu Lâhikası’nda takva hakkında şu ibareyi kullanıyor: “Bugünlerde Kur’ân-ı Hakîm'in nazarında îmandan sonra en ziyade esas tutulan takva ve amel-i sâlih esaslarını düşündüm.” demek ki Kur’ân-ı Kerîm îmandan sonra en çok üzerinde durduğu konulardan bir tanesi takva konusudur. Bunun nedenini Bedîüzzaman Hazretleri şu şekilde açıklıyor. “Takva, menhiyattan (İlâhî emirle men edilmiş olanlar) ve günahlardan içtinab etmek (kaçınmak); ve amel-i sâlih, emir dairesinde hareket ve hayrat kazanmaktır. Her zaman def'-i şer (şerden kaçınma), celb-i nef'a (fayda kazanmağa) râcih olmakla (tercih edilmekle) beraber; bu tahribat ve sefahet ve câzibedar hevesat zamanında bu takva olan def'-i mefasid (fesad olan hertürlü şeyden kaçınma) ve terk-i kebair (büyük günahları terketme) üssü’l-esas olup büyük bir rüchaniyet kesbetmiş (önem kazanmış).” Bu cümleleri örneklerle şu şekilde açıklayabiliriz: Elimizde delik bir su kabı var, biz buna su doldurmaya çalışıyoruz. O kabın deliğini tâmir etmek takvadır. Günahları o kabı delebilecek zararlı, sivri maddeleri kaba yaklaştırmamak da takvadır. O kabı suyla doldurmak da amel-i sâlihtir. Eğer biz deliği tâmir etmeden suyu doldurursak ya da sağlam olan kabımıza suyu doldurup sonra delersek kabı doldurduğumuz suyun hiçbir ehemmiyeti kalmaz. Yahut yıkılmak üzere olan bir ev olsun. Bizim o evin içine badana boya ya da süsleme yapmadan önce o evi yıkacak tehditleri ortadan kaldırmamız gerekecektir. Evi boyama, tezyin etme daha sonraki iştir. İşte takva, o evi yıkacak tehditleri ortadan kaldırmaktır. Zira aksi takdirde Efendimizin (asm) şu hadis-i şerifine maazallah mâsadak olma ihtimali vardır: “Ümmetimden müflis o kişidir ki; kıyamet günü namaz, oruç ve zekât gibi ameller ile gelir. Buna karşılık ona buna sövmüş, iftira etmiş, kiminin malını yemiş, kiminin kanını dökmüş ve kimini de dövmüştür. Âhirette bu iyilikleri hak sâhiplerine dağıtılır. İyilikleri yetmeyip bittiği zaman da hak sâhiplerinin günahlarından bir kısmı alınıp kendisine yüklenir ve cehenneme atılır.” Cenâb-ı Hak bizleri muhafaza eylesin. Âmin. Peygamber Efendimiz (asm) başka bir hadis-i şerifinde takvayı şu şekilde açıklıyor; “Helâl belli. Haram da bellidir. Fakat bu ikisinin arasında şüpheli şeyler vardır. Bu nedenle şüphelerden korunan, dinini ve ırzını temiz tutmuş olur. Şüphelere düsen, harama da düşer. Nasıl koruluğun kenarında koyun otlatan çobanın koyunlarının her an koruluğa girme ihtimali varsa, şüpheli şeylerden korunmayanın harama düşme ihtimali de öylece vardır. Haberiniz olsun ki, her hükümdarın koruluğu vardır. Allah'ın korusu da haramlardır.” (Buhârî, Îman, 39; Müslim, Müsâkat, 107; Ebû Davud, Büyû', 3; Tirmizî Büyû', 1; Neseî, Büyû', 2; İbn Mâce, Fiten, 14; Ahmed b. Hanbel, IV, 267). Takvada en önemli mevzu haramı terk etmektir. Sonra sırasıyla mekruhlardan kaçınmak ve şüpheli şeyleri terk etmek gerekir. Efendimizin (asm) hadis-i şeriflerinde vurguladığı gibi şüpheli şeylerde harama düşme tehlikesi vardır. Kur’ân’da takvayı över mâhiyette daha çok âyet vardır. Bunlardan bazılarının meâli şöyledir: “Kim takva sâhibi olur (Allah’tan korkar)sa, Allah ona bir çıkış yolu ihsan eder ve ona beklemediği yerden rızık verir. Kim Allah’a güvenirse O kendisine yeter. Şüphesiz Allah emrini yerine getirendir. Allah her şey için bir ölçü koymuştur.” (et-Talak, 65/2, 3) Hz. Muhammed (asm) duâlarında Yüce Allah’tan çeşitli nimetleri talep ederken, takvayı da istemiştir ve bu şekilde duâ etmesiyle, takvanın önemine ifade etmiştir. Bedîüzzaman Hazretleri de; “Bu zamanda tahribat ve menfî cereyan dehşetlendiği için, takva bu tahribata karşı en büyük esastır. Farzlarını yapan, kebireleri (büyük günahları) işlemeyen, kurtulur. Böyle kebair-i azîme (çok büyük günahlar) içinde amel-i sâlihin ihlâsla muvaffakıyeti pek azdır. Hem az bir amel-i sâlih, bu ağır şerait içinde çok hükmündedir. Hem takva içinde bir nevi amel-i sâlih var. Çünkü bir haramın terki vâcibdir. Bir vâcibi işlemek, çok sünnetlere mukabil sevabı var. Takva, böyle zamanlarda, binler günahın tehacümünde (hücumunda) bir tek içtinab (kaçınmak), az bir amelle, yüzer günah terkinde, yüzer vâcib işlenmiş oluyor. Bu ehemmiyetli nokta niyetiyle, takva nâmıyla ve günahtan kaçınmak kasdıyla, menfî ibadetten gelen ehemmiyetli âmâl-i sâlihadır. Bedîüzzaman Hazretleri îmana, Kur’ân’a hizmet ediyorum diyen herkesin takva silahına sarılması gerektiğine vurgu yaparak kaçınmak maksadıyla günahlardan uzak durmanın bu zamanda muvaffak olmanın başlıca şartı olduğunu bize bildiriyor. Ve az bir amelle takva kuvvetine dayananların sahâbeler gibi sevapları kazanabileceğini bizlere müjdeliyor. Bedîüzzaman Hazretleri bu dehşetli zamanda takva kuvvetini kazanmak için ihlâsı esas tutmamızı ve ihlâsdan sonra birbirimize duâlarla yardımcı olmamızı tavsiye ediyor. Cenâb-ı Hak cümlemize takva elbisesini en güzel surette giydirsin. Bizlere takva, hayâ ve amel-i salih nimetlerini tattırsın. Âmin.

Ahlat Selçuklu Meydan Mezarlığı Mezar taşları, bir işaret taşı olmasının ötesinde dînî ve millî kimliğin taşlara işlenmiş kültürel yansımasıdır. Taşların birer lisan, kitâbelerin de o taşlarla hemzebân olduğu mezar taşları hayatla ölüm, ölüyle ziyaretçi arasında mesaj taşıyan, geçmişten günümüze gelen önemli belgelerdir. Mezar taşı kitâbeleri, üzerindeki âyet-i kerîme, hadîs-i şerîf ve dualar, o şehrin müslüman geçmişine, yaşayışına şâhitlik etmesi ve toplumun tarihi açısından çok önemlidir. İslâm kültür ve medeniyetinin hâkim olduğu bölgeler arasında mezarlıklar ve mezar taşları Anadolu coğrafyasında ayrı bir yeri ve önemi bulunmaktadır. Yüzyıllar boyunca değişik kültürleri üzerinde barındıran, onları birbiriyle kaynaştıran ve XI. yüzyıldan itibaren Türk yurdu haline gelen Anadolu’da bu tarihten sonra İslâm öncesi döneme ait inançlar, burada yaşayan eski kültürlere ait gelenekler İslâm inancıyla birleşerek bir mezar kültürü ortaya çıkartmıştır. Bu kültürü yansıtan, oldukça zengin çeşitlilikte binlerce mezar taşı Anadolu’nun değişik bölgelerinde bulunmaktadır. Ölüm fikrinin mücessem tasvirini yaşayanlara bu kadar munis ve cana yakın gösteren; hüzün ve zerâfet dolu mezarlıklarında binlerce anıtsal mezar taşı bulunan Bitlis’in Ahlat ilçesi bu merkezlerin başında gelmektedir. İslâm devrinde büyük küçük on iki devlet ve hânedanın idaresi altında kalmış, Evliya Çelebi’nin “Oğuz Taifesi Şehri, Selçukluların Kubbetü’l İslâm, Osmanlıların Ata Şehri” dediği Ahlat’ta Ortaçağ Türk mimarisi mezar tiplerinin topluca incelenebileceği adeta bir açık hava müzesi görünümündedir. 1000 civarındaki şâhideli olmak üzere, 8000’in üzerinde âbidevî mezar taşı bulunmaktadır. Bu mezar taşları alışılmış ölçülerden çok büyük, 3.50 m. yüksekliğe varan ve her cephesinde hat, motif, figür ve bezemelerle süslenmiş; dikdörtgen prizma şeklindeki şâhideler Ahlat mezar taşlarını karakterize ve temsil etmektedir. Dünya’da bir eşine daha rastlanılmayan, 210 dönümlük alana sahip Ahlat Selçuklu Meydan Mezarlığı Türkiye’nin, hatta bütün İslâm âleminin en büyük tarihi mezarlığıdır. Ahlat mezar taşları hem ölçü hem muhteva bakımından bir âbide karakterindedir. Bu mezar anıtları Türk sanatının ve kültür tarihinin sekiz yüz yıllık belgeleri hükmündedir. Ahlat mezar taşları, sayıları, âbidevi karakterleri, tip ve tezyinatlarının özelliği ve tarihi ehemmiyetinden dolayı dînî ve kültürel hayatımızda müstesna bir yer işgal etmektedir. Ahlat Selçuklu Meydan Mezarlığında; Malazgirt Meydan Savaşı’nda şehit düşenlerin yanı sıra, Ahlatşahlar, Eyyûbîler, Moğol istilası devrinde ölenler, Bitlis hâkimleri Rûzegiler ve Safeviler dönemlerinde vefat edenler defnedilmiştir. Ahlat tarihi mezar taşı kitâbelerinde âyet-i kerîmeler, hadîs-i şerîfler, dualar ve Hikmetli Sözler (Kelâm-ı Kibâr) yazmakta olup bazıları şunlardır: Âyet-i Kerîmeler “Ayetü’l Kürsî’nin tamamı. Bakara/255 “O Allah, Ehad’dir (birdir)!” İhlas Suresi/1 - Bazen de Surenin tamamı “Onun (o yerin) üzerindeki herkes (ve herşey) fânîdir.” Rahman/26 “(Ancak) celâl (azamet ve kahır) ve ikram sâhibi Rabbinin vechi (Zât'ı ve O'nun rızâsı için olan şeyler) bâki kalır.” Rahman/27 “Allah, adâleti kâim kılarak kendisinden başka ilâh olmadığına şâhidlik etti; melekler ve ilim sâhibleri de (adâletle kâim olarak buna şâhidlik ettiler). O'ndan başka ilâh yoktur; (O,) Azîz (kudreti dâimâ galib gelen)dir, Hakîm (her işi hikmetli olan)dır.” Al-i İmran/18 “Sizi ancak boşuna yarattığımızı ve gerçekten siz bize döndürülmeyeceğinizi mi sandınız?” Mu’minun/115 “Rableri onlara, tarafından bir rahmet ve bir rıdvânı (en büyük ihsan olarak kendilerinden râzı olduğunu) ve onlar için içlerinde dâimî ni'metler bulunan Cennetleri müjdeler!” Tevbe/21 “Her nefis ölümü tadıcıdır; sonra ancak bize döndürüleceksiniz.” Ankebut/57 ”Kim sâlih bir amel işlerse, artık kendi lehinedir; kim de kötülük ederse, o takdirde (o da) kendi aleyhinedir. Rabbin ise kullar(ın)a aslâ zulmedici değildir!” Fussilet/46 Hadîs-i Şerîfler Dünya bir saatlik bir müddettir, onu ibadetle geçir. Ölüm bir kapıdır, herkes oradan geçer. Dünya ahiret ehline, ahiret dünya ehline haramdır. Dünya ahiretin tarlasıdır. Duâlar Bize kötü muamele yapma ya Rahim! Allah onun yalnızlığını gidersin. Allah günahlarını affetsin! Ey Allah’ım ona acı, ona rahmet et! Allah göçünü kolaylaştırsın, rahmetine daldırsın, garibine rahmet etsin, onu cennetinde oturtsun ve yaptığı iyiliklerini kabul, günahlarını affetsin. Hikmetli Sözler (Kelâm-ı Kibar) Ölüm bir kadehtir, herkes ondan içer. Her fikir sahibi insan için bir gerçektir ki, ömür kısa bir elbise gibidir.

Osmanlı'dan tarihe not düşen kareler Osmanlı'nın sosyo-kültürel hayatına ışık tutan binlerce fotoğraftan seçilen 70 kare "Osmanlı'dan Tarihe Not Düşen Kareler" isimli albüm eserde toplandı. Eser, tarihi bilgiyle yoğurulmasının yanında fotoğrafların sosyal analizlerinin yapılmış olması nedeniyle büyük önem taşıyor. Çamlıca Basım Yayın Sarayburnu Kitaplığı'ndan çıkan eser, Tarihçi - Yazar Soner Demirsoy tarafından titiz bir araştırma neticesinde hazırlandı. Fotoğraf uzmanı olarak da bilinen Demirsoy yaptığı açıklamada, "Sultan İkinci Abdülhamid Han'ın 'Her resim bir fikirdir. Bir resim yüz sayfalık bir yazı ile ifâde olunamayacak siyâsî ve hissî mânâları telkin eder. Onun için ben, tahrîrî münderecâttan (yazılı bilgilerden) ziyâde, resimlerden istifâde ederim.' sözü çok meşhurdur. Ulu Hakan'ın bu sözü lafta kalmamış ve kendi döneminde Osmanlı Devleti’nin bütün coğrafyası ve çalışmaları fotoğraflarla kayıt altına alınmıştır. Yine, bu dönemde “Osmanlı Devleti'nde dikkate şayan ne varsa hepsinin fotoğrafı çekilmelidir' düşüncesinden hareketle işe koyulan yerli ve yabancı fotoğrafçılar o günün şartlarını fotoğraf karelerinde dondurmuşlardır. Biz de bu dönemde çekilen fotoğraflara yolculuk yaptık" dedi. Tarihçi - Yazar Soner Demirsoy 100 yılı aşkın bir süre önce çekilmiş binlerce fotoğraf karesini tek tek inceleyerek aralarından 70 kareyi seçti. Osmanlı'nın son demlerindeki şehirlerin yüzüne, sosyo-kültürel tarihine ayna tutan bu fotoğrafların taşıdığı manayı, hem fotoğrafçı gözüyle hem de tarihçi kimliği ile yorumladı. Bunun neticesinde aynı gök kubbenin altında yaşadığımız bu coğrafyada bizden önceki insanlar ne yer, ne içer, nasıl giyinir, hayatını nasıl devam ettirirlerdi? Mimari bakımdan Osmanlı coğrafyası nasıldı? gibi daha pek çok soruya bu kitapta cevap buluyor. Türk edebiyatının wikipediası çıktı Ahmet Yesevi Üniversitesi'nin desteği ve Cumhurbaşkanlığı Genel Sekreteri Prof. Dr. İsen'in başkanlığında hazırlanan, "Türk Edebiyatı İsimler Sözlüğü Projesi" bir toplantıyla tanıtıldı. İsen, Türkçe'nin başlangıcından 20. yüzyıla kadarki divan ve tekke edebiyatına ait şair ve yazarların edebi birikiminin bütününü kapsayacak, bilimsel verilere dayılı bir biyografi sözlük hazırladıklarını bildirdi. Sözlüğün, titiz bir inceleme ve editörlük aşamasından sonra genel ağ ortamında dünyanın hizmetine sunulduğunu belirten İsen, bu yılın başında başlayan çalışmaların, gelecek yıl tamamlanmasının planlandığını söyledi. Projede, önce madde başı olarak yer alacak isimlerin belirlendiğini anlatan İsen, bu isimlerin editörler tarafından kendi içinde kategorilere ayrılarak her ismin edebiyat tarihindeki konumu ölçüsünde çalışmada yer almasının sağlandığını vurguladı. Türk Edebiyatı İsimler Sözlüğü'nde yer alan maddelerin, belirli aralıklarla yeni araştırmalar ışığında güncelleneceğini kaydeden İsen, daha önce de benzer çalışmalar yürütüldüğünü ancak bunun kadar kapsamlı olamadığını söyledi. "Tezkirelere Göre Divan Edebiyatı İsimler Sözlüğü" adlı çalışmada 3 bin 180 yazar ve şair ismi belirlendiğini, bu çalışmayla sayının 12 bin 138'e ulaşacağını öngördüklerini anlatan İsen, "Daha önce tezkirelerde gündeme gelmemiş ama eserleriyle edebiyat dünyasında var olmuş isimlerin tanıtılarak, bu zengin birikimin kütüphanelerin tozlu sayfalarında kalmaktan kurtarılması amaçlanmaktadır" dedi. Taksim’e yeni cami projesi Yüksek Mimar Ahmet Vefik Alp Başbakan Tayyip Erdoğan'ın geçen yıl 'fazla modern' bulduğu tasarımını revize etti ve bir aydır Başbakan'ın masasında bekleyen yeni projesini ilk kez anlattı. İlk hali fazla modern bulunan proje değişikliklerin ardından Başbakan Erdoğan’a iletildi. Eski projede dört halifeyi sembolize eden dört hilal ve İslam kültürünü sembolize eden bir büyük hilal yerine daha ‘sakin’ bir minare geldi. Caminin kubbesini oluşturan doku değişti. Sonsuzluk hissi veren çizgilerin yerini Kur’an’dan ayetler içeren yazılar aldı. Taksim’deki eski mescidin yerine kurulması planlanan cami için, 2 bin 500 metrekarelik alandan yerin yedi kat altına inilerek 17 bin metrekarelik inşaat alanı çıkarıldı. Başbakan’ın masasındaki proje hayata geçerse Taksim Camii’nde 70 kişilik kadınlar balkonuyla birlikte 1450 kişi birlikte ibadet edebilecek. Alp, projenin detaylarını şöyle anlattı: “İşe üç yıl önce başladık ama Başbakan Erdoğan’ın İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanlığı döneminde de toplantılar yapmıştık. Taksim Camii Kültür ve Sanat Vakfı’na (o zaman dernekti) Sayın Erdoğan başkanlık ediyordu. Taksim Camii sanıyorum Necmettin Erbakan’ın hayaliydi ve yer olarak Gezi Parkı da düşünülüyordu. Bense hem tepkiler azalır, hem de Boğaz’dan görülür diye Atatürk Kütüphanesi yönündeki minibüs durağı olarak kullanılan bölgeyi önermiştim. 28 Şubat vs, konu gündemden düştü. Üç yıl önce vakıf ‘yeni arsa bulduk’ diye geldi. Eski eser olarak tescilli, Taksim’e adını veren su sarnıcının (İstanbul’a su buradan taksim ediliyormuş) arkasındaki, yakın geçmişe kadar otopark olarak kullanılan 2 bin 500 metrekarelik arazi için anlaşılmıştı. Bizden önce de üç ayrı mimara üç proje çizdirmişler ama kabul görmemiş. Kendilerine en başta şunu söyledik: Bizden Mimar Sinan kopyası çıkmaz. Çünkü mimari, gününü yansıtıyorsa değerlidir.”