
1989 yılından beri her sene 14-20 Nisan tarihinde, ülkemizde ‘Kutlu Doğum Haftası’ programları icra ediliyor. Mevlid gecesine ilaveten, miladi tarihle Peygamber Efendimiz (sav)’in doğum yıldönümü vesilesiyle Sevgili Efendimiz’i tanıtan ve anlatan bir dizi faaliyet bu hafta içerisinde gerçekleştiriliyor. Önceleri bazı dar, resmi ve sönük programlarla geçiştirilen, 28 Şubat döneminde ise meş’um gayeler için suistimal edilen ve yaşanan tedirginliklerden dolayı bir süre hepten zayıflatılan bu haftalar, son yıllarda sivil toplum kuruluşlarının gayretleri ve Diyanet İşleri Başkanlığı’nın son dönem yaşadığı olumlu değişimin de tesiriyle hem derinlik ve kalite hem de yaygınlık kazandı. Son yıllarda sayısı hayli artan ve kalitesi çok yükselen bu etkinlikler vesilesiyle hem Peygamber Efendimiz (sav) hakkında daha çok bilgi ediniyor hem de Efendimiz’e olan sevgimizi ve bağlılığımızı tazeliyoruz. Konferans, panel, sempozyum türü toplantılar, makale-şiir yarışmaları, konserler, sergiler, mevlid-i şerif programları tüm memlekette büyük bir coşkuyla gerçekleştiriliyo Bir haftaya bazen haftanın da dışına taşarak aya yayılan bu etkinliklerin ‘kalıcı tesirler’ bırakmasının umulması kadar, ‘sürekli müesseseler’ doğurması da beklenmeli. Bunun yanında, bilinen kalıpların dışına çıkarak daha derinlikli ve toplumun her kesimini kucaklayan programların üretilmesi de bir başka beklenti. Peygamber Efendimiz (sav) hepimiz için ‘En Güzel Örnek ‘Nebevi Hayat Tarzı’ ise bizim için en ideal ve ulaşmayı hedeflediğimiz yegâne ‘hayat tarzı’. Oysa siyer okunma oranları, hadis malumatımız, Efendimiz’in sünnetinin hayatımızdaki yeri, O’nun mesajını ve sünnetini bize taşıyan sahabelere aşinalığımız bizi ‘ihya’ edecek, bize ‘istikamet’ verecek seviyelerde değil. Dolayısıyla yapılması gerekenin sürekli eğitim merkezlerinin artırılması, sırf bu gaye için kurulan müesseselerce yıla yayılan programların tertip edilmesi olduğu açıkça gözüküyor Kutlu doğum haftaları da önümüzdeki senelerde, yıllık programların tanıtılacağı veya şevk kazandıracak, yoğunlaştırılmış çalışmaların icra edileceği bir hüviyete bürünebilir. Bugün ve her zaman, her bir insan, Sevgili Peygamberimiz’in mesajına ve müjdesine muhtaç. Bu mesaj ve müjdenin nefsimize, asrımıza ve neslimize ulaştırılması için ise bizler, daha çok çalışmaya, yapılanları daha ileri götürmeye, çıtayı daha yukarıya çekmeye mecbur ve mükellefiz. Şimdiden bu yılki ‘Kutlu Doğum Haftası’nın bereketli geçmesini temenni ediyorum. Allah’a emanet olunuz.

1892-1907 Van Van’da tanınmış âlim bulunmadığından Van Valisi Hasan Paşa’nın daveti üzerine Bedîüzzaman Hz., 1892 senesinde Van’a gitti. Van’da on beş sene kalarak milleti tenvîr ve irşâd etti. Van’da bulunduğu vakitler Vâli ve Hükûmetin ileri gelen şahsiyetleriyle temâs ederek; “Bu asırda yalnız eski tarzdaki ilm-i kelâmın, İslâm dîni hakkındaki şübheleri red ve cerhe kâfî olmadığına kanâat hâsıl ettim.” demiştir. Bu sözü söyledikten otuz-kırk sene sonra ilm-i kelâmda bir teceddüd yapan Risâle-i Nûr Külliyâtını telîfe başlamıştır. Van’da bulunduğu sıralarda Fizik, Kimya, Tarih, Coğrafya, Riyâziyât, Jeoloji, Astronomi ve Felsefe gibi ilimlere de hârika bir şekilde sâhib olduğu görülmüştür. Avrupa ilimlerinden suâller sorulduğu zaman da hemen cevâblandırıyordu. Hindistan cevizleri Bir gün bir adam hindistan cevizi toplamaya çıkmış, topladığı meyveleri atına tepeleme doldurmuş ve köyüne doğru yola koyulmuştu. Ne var ki yönünü kaybetmişti. Yolda bir çocuğa rastladı ve ona köye ulaşmasının ne kadar zaman alacağını sordu. Atın üstündeki yüke bakan çocuk: “Yavaş gidersen çok geçmeden ulaşırsın. Ama hızlı gidersen bütün gün sürebilir.” dedi. Adam bu garip sözlere hiçbir anlam veremeyip atını hızla sürdü. Ancak hindistan cevizleri yere düşünce, inip onları toplamak zorunda kaldı. Daha sonra, kaybettiği zamanı kazanmak için atını yine kamçıladı. Hayvan can havliyle koşmaya başlayınca, hindistan cevizleri yine yere düşüp sağa sola dağıldı. Adam bir kez daha atından indi ve yere düşen meyveleri topladı… Ve bu işi defalarca yapıp evine ulaştığında vakit çoktan akşamı geçmişti. (Murat Çiftkaya, Gökkuşağı Öyküleri) Ayn-ı Zübeyde Mekke-Taif yolu üzerindeki Tâd Dağ'ının eteğinden çıkarak Huneyn Vadisinde akan suların Mekke’ye ulaştırılması için yapılan kanallara Ayn-ı Zübeyde denilmektedir. Ayn-ı Huneyn veya Ayn-ı Arafat da denilen bu kanallar, 828-829 yılları arasında Abbasî Halifesi Harun Reşid’in eşi Zübeyde Hanım tarafından yaptırılmıştır. Huneyn Vadisinde akan sular önce Arafat’a indirilmiş ve bir havuz vasıtasıyla çevreye taksim edilmiş, daha sonra ise kanallar vasıtasıyla Mekke’ye ulaştırılmıştır. Zamanla tahrib olan kanallar, Osmanlı döneminde Mihrimah Sultan tarafından Mimar Sinan’a yenilettirilmiştir. Günümüzde Arafat’tan Müzdelife’ye giderken yolun sağında görülen taş kemerler işte bu su kanallarıdır. 01 Nisan 1262 Ahi Evran Vefat Etti Asıl ismi Şeyh Nasîruddin Mahmûd Ahi Evran bin Abbas’tır. 1175’de İran’ın Hoy şehrinde dünyaya gelmiştir. Hem maddî, hem manevî ilimleri tahsil ettikten sonra irşad faaliyetleri için Anadolu’ya geldi. Bir yandan debbağlık mesleğini icra ederken, bir yandan da Denizli, Konya ve Kayseri’de ikâmet ettikten sonra birçok şehri ve kasabayı gezerek Ahilik teşkilâtının kuruluşunda ve yayılışında önemli rol oynadı. 1262’de Kırşehir’de vefat etti. Ahi Evran’ın kurucusu olarak kabul edildiği ahilik, esnâfların ticarî hayatlarını İslâmî esaslara göre düzenleyen bir sistem ve teşkilât görevini ifa etmekteydi. Ahiliğin temel esasları; sosyal dayanışma ve hizmet, samimiyet, cömertlik, Allah’tan başkasına kul olmama, insan sevgisi, iyi niyet, merhamet ve dürüstlük olarak ifade edilmektedir. 12 Nisan 1204 İstanbulHaçlılar Tarafından Yağma Edildi Katolik Hristiyanlardan oluşan 4. Haçlı Ordusu, İstanbul’u işgal ederek yağmaladı. Tarihe Latin işgali olarak da geçen bu yağmalama dönemi yaklaşık 60 sene devam etti. Dünyanın en güzel şehri, çok kısa zamanda harap ve bakımsız bir hâle geldi. 400.000’lik İstanbul nüfûsu, 40.000’e kadar düştü. Yağmalamadan Ayasofya dahil bütün tarihî eserler nasiblerini aldılar. Gözleri dönmüş, aç gözlü Haçlılar, günümüzde hâlâ Sultanahmed Meydanında bulunan Örme Sütunun pirinç kaplamalarını dahi altın zannederek, söküp Roma’ya götürdüler. İstanbul bu olaydan sonra 1453’deki fethe kadar bir daha kendini toparlayamadı. Fetihten önce daha çok terk edilmiş bir şehir görünümündeydi. Ancak fetihle birlikte İstanbul, tekrar dünyanın en gözde şehri hâline gelmiştir. 14 Nisan 1548 Şehzade Camii İbadete Açıldı Kanunî Sultan Süleyman tarafından, genç yaşta hayatını kaybeden Şehzade Mustafa için Mimar Sinan’a yaptırılmıştır. 1543’de yapımına başlanan cami, 1548’de tamamlanarak ibadete açılmıştır. Mimar Sinan’ın çıraklık eserim dediği caminin üzerini 18.42 metre çapında bir orta kubbe ve bu kubbenin tesirini tamamlayıp devam ettirmek üzere dört büyük yarım kubbe örtmektedir. Büyük kubbe dört fil ayağı üzerine oturmaktadır. Hünkar mahfili, harimin solunda sütunlar üzerindedir. Minber ve mihrab saf mermerden sanatkârane işlenmiş olup; kafesli ve parmaklıklıdır. Yine büyük bir sanat eseri olan müezzin mahfili sekiz sütün üzerinde durmaktadır. Avlusu 12 sütuna dayanan 16 kubbe ile çevrili olan caminin ikişer şerefeli iki minaresi vardır.

Malumdur ki, İslâmiyet’e göre iki daire vardır. Birisi itikat dairesidir ki, her şeyi Cenâb-ı Hakk’tan bilmektir. Yani Allah’ın icadatında ve terbiye ediciliğinde şeriki ve ortağı olmadığı gibi, icraatında ve işlerinde dahi ortağı olamaz. Evet, âlemde hakiki tesir yalnız O’nundur; kâinatta hiçbir varlığın ve sebebin zerre kadar tesiri yoktur. Nasıl ki güneşe karşı tutulan bir ayna, kendi kabiliyetine göre güneşin suretini içine alır, ışığını karşıya yansıtır. Hiçbir zaman o ayna, karşıya yansıttığı ışığın zerresine bile sahip olamaz. Belki o ışığın asıl kaynağı ve sahibi güneştir. Aynen öyle de bütün sebepler vasıtasıyla bize gelen her şeyin asıl kaynağı ve hakiki sahibi Cenâb-ı Hakk’tır. Sebepler ancak birer aynadır; o yaptıkları işlerin bir cüz’üne bile sahip olamazlar. Mesela; bir ağaca baktığımızda; o ağacın yaprak ve çiçek açtığını, meyve verdiğini ve onun içinde çekirdekler yaptığını ve o çekirdeklerde bütün ağacın plan ve projesini yazdığını görüyoruz. Hâlbuki bu işleri, değil o akılsız ve şuursuz ağacın yapması, belki bütün insanlar Eflatun kadar zeki olsalar ve bir araya gelseler ve en son teknolojiyi de kullansalar yine o ağacın yaptığı o mükemmel işleri yapamazlar. Demek o ağaç, yapılan işlerin asıl sahibi değildir; belki o bir aynadır. Ona akseden Kudret-i İlahiye, bütün o işleri yapıp o ağaç vasıtası ile bizlere yansıtıyor. Buna kıyasen insanlardan gelen konuşma ve iyilikler; evliyalardan gelen feyiz ve bereket, âlimlerden gelen ilim ve marifet hatta peygamberlerden gelen iman ve hidâyet, onların asıl malları değildir. Onlar o işlerin en küçüğüne bile sahip olamazlar. Neuzubillah, onları yaptıkları işlerin asıl sahibi kabul etmek, şirk ve dalâlet olur. Evet, itikadın gereği olarak ایا ك نستعین yani “Yalnız senden yardım dileriz.” Ve bütün yardımların asıl sahibi sensin. Bu manada başkalarından yardım istemek ve o yardımı onların asıl malı kabul etmek, şirk olur. İkincisi esbap dairesidir. Dünya hikmet yeri olduğundan Cenab-ı Hakk’ın adet kanunlarının gereği olarak, her bir neticeyi elde etmek için bir sebep yaratmıştır. Âyet-i kerimede “Şübhesiz ki biz, ona (Zülkarneyn’e) yeryüzünde imkân verdik ve kendisine (istediği) her şeyden bir sebep (ulaşması için bir yol) verdik. Böylece (o da batıya doğru, bir yol) bir sebep ta‘kib etti.” (Kehf 84-85) “Sonra bir sebep (bir yol daha) tuttu. (Kehf, 92)” buyrulmuştur. Görüldüğü gibi burada bir âyet, sebeplere sarılmanın ve yapışmanın önemine işaret etmek için, aynı surede üç defa tekrar edilmiştir. Ragıb (ra) bu âyetin anlamını şöyle açıklıyor: “Yüce Allah Zülkarneyn’e, neticeye ulaşması için, sebep olabilecek her türlü bilgi ve vasıtayı vermiş; o da bu vasıtalardan birine başvurmuştur. Öyleyse sebep, bir şeyin oluşmasına vesile olandır.” Mesela, ilaçlar şifaya sebep olduğu gibi; su içmek, yemek yemek, havayı teneffüs etmek de yaşamanın sebepleridir. Sonbahar ve kış mevsimleri birçok bitkilerin ve hayvanların ölümüne sebep olduğu gibi ilkbahar ve yaz da onlardan birçoğunun yaratılmasına sebepdir. Çalışmak, ticaret yapıp iş yapmak, maişetin ve gelirin sebepleri olduğu gibi; kendisinden herhangi bir maddi yardım istediğimiz kişiler de, bize gelen o yardımlara birer sebeptirler. Aynı zamanda peygamberler, evliyalar ve âlimler de onların vesilesi ile bize gelen manevi feyiz, bereket ve öğrendiğimiz ilimlere birer sebeptirler. Zira Cenâb-ı Hakk’ın izzeti her şeye üstün gelmesi ve azameti, büyüklüğü ister ki sebepler Kudret-i İlahiye ile yapılan işler arasında perde olsun ta ki aklın zahirine göre çirkin görünen şeyler, doğrudan doğruya Allah’ın kudretine verilmesin. Dünya hikmet yeri olduğundan her işte sebeplerin perde olması ile beraber, o işin asıl sahibi olan ve yapan ise Kudret-i İlahiyedir. Evet, bu hakikati en güzel şekilde izah eden şu âyet-i kerimedir: فَلَمْ تَقْتُلُوهُمْ وَلَكِنَّ اللّهَ قَتَلَهُمْ وَمَا رَمَيْتَ إِذْ رَمَيْتَ وَلَكِنَّ اللّهَ رَمَى “İ şte onları (Bedir’de aslında, siz) öldürmediniz, velâkin onları Allah öldürdü! (O bir avuç toprağı) attığın zaman da (sen) atmadın, fakat Allah attı!” Sebepler noktasında baktığımızda, sahabeler o müşrikleri öldürdüğü ve Peygamberimiz (asm) bir avuç toprağı düşmanların yüzüne attığı halde, itikat cihetinde Cenâb-ı Hakk, açık bir şekilde müşrikleri öldüren de toprağı atan da kendisi olduğunu kat’i olarak ifade eder. Gerçek tesirin kendisine ait olduğunu, kendisinden başkasına verilmemesi gerektiğini ve böyle itikat etmemiz ve inanmamız lazım geldiğini bize ders verir. Demek bu âyette hem sebepler boyutu hem de itikat boyutu vardır. Peygamberimiz (asm) “Nasıl olsa toprağı Allah atıyor” diye toprak atmayı ihmal etmediği gibi, sahabeler de “Hakikat noktasında madem müşrikleri öldüren Allah’tır” diyerek savaşı ihmal etmemişlerdir. Zira sebeplere riâyet etmek fiili bir duadır. Onun için bu dünyada, imtihan gereği olarak, Kudret-i ilahiye, bir varlığı ancak gereken sebep ve şartların oluşmasıyla yaratır. ایا ك نستعین yani “maddi olsun manevi olsun yalnız senden yardım diliyoruz” “iyyâke” kelimesinin önde gelmesi, hasrı yani “İster maddi ister manevi olsun hiçbir varlıktan yardım dilemeyiz. Ey Rabbimiz, ancak Senden yardım dileriz” manasını ifade eder. أَلَمْ تَعْلَمْ أَنَّ اللّهَ لَهُ مُلْكُ السَّمَاوَاتِ وَالأَرْضِ وَمَا لَكُم مِّن دُونِ اللّهِ مِن وَلِيٍّ وَلاَ نَصِيرٍ “Bilmez misiniz ki, göklerin ve yerin saltanatı Allah’ındır ve sizin için Allah’tan başka bir dost ve yardımcı yoktur.” (Bakara, 107) bu âyet-i kerime’de de ifade edildiği gibi, bize yardım edecek Allah’tan başka hiçbir dost ve yardımcımız bulunmuyor. Bu ve buna benzer âyetlerin açık ifadelerine bakarsak; ister yaşayan ister ölen, ister maddi ister manevi olsun hiçbir varlıktan yardım beklenmez. Buna göre bir insanın çocuğundan su istemesi veyahut doktordan ve ilaçtan tedavi beklemesi gibi, herhangi bir sebepten yardım beklemek dahi, şirk sayılır. Hâlbuki başka âyet ve hadislerde de şöyle ifade edilmektedir. وَتَعَاوَنُواْ عَلَى الْبرِّ وَالتَّقْوَى وَلاَ تَعَاوَنُواْ عَلَى الإِثْمِ وَالْعُدْوَانِ İyilikte ve kötülükten sakınmakta birbirinizle yardımlaşın; günah ve düşmanlıkta yardımlaşmayın.» (Maide, 5/2) Burada “İyilikte yardımlaşın, günah ve düşmanlıkta yardımlaşmayın.” demekle gelen yardımı insanlara vermektedir. Hadis-i şerifte ise: Peygamber Efendimiz (asm)’a “Bir mümin sadaka vermek için “Çalışmaya gücü yetmezse ne yapar, ne dersiniz?” denildi. “Sıkıntıya düşmüş bir muhtaca yardım eder.” buyurdu. Yine hadis-i şeriflerde: “Müslüman’ın işini gören, hac ve umre yapmış gibi sevaba kavuşur.” [Hatib] “Din kardeşine yardım edenin yardımcısı, Allahü Teâlâdır.” [Müslim] buyrulmuştur. Bu âyet ve hadisler gibi birçok âyet ve hadislerde “Ancak Allah’dan yardım dilenir.” cümlesinin zahirine muhalif manalar ifade edilmektedir. Demek bunların arasında farklılığı ifade eden hakikati anlamamız gerekir. O hakikat ise şudur: “Yardım ancak Allah’dan dilenir.” ifadesi, nasıl inanmamız ve itikat etmemiz gerektiğini ifade eder. Yani ister sebepler vesilesiyle ister doğrudan Cenâb-ı Hakk’tan gelsin, bütün yardımların hepsi Allah’dandır ve onların asıl sahibi de O’dur. Sebeplerden dahi, sebep olduğundan dolayı, bir yardım dilesek, yine o sebebin bir perde olduğunu ve onun arkasında doğrudan doğruya Kudret-i İlahiyeyi görüp yardımın ondan geldiğine inanmak gerekir. Ehl-i imanın yaptığı da budur. Ama sebeplere müracaat ise fiili bir duadır. Yoksa sebeplerin bir araya gelmesi, sebeplerle meydana gelen neticeyi yaratmak için değildir. Belki sebeplerin oluşturulması ise neticeleri Cenâb-ı Hakk’tan istemek için, Allah’ın rızasına uygun bir vaziyet almaktır. Hatta çift sürmek dahi, saban ile rahmet hazinesinin kapısını çalmak manasındadır. Yapılan bu çeşit dualar, Cenâb-ı Hakk’ın isim ve sıfatlarına yönelik olduğundan, çoğunlukla kabul olur. Yukarıda izah edildiği gibi, itikat dairesi ile esbab dairesini karıştırmamak icab eder. Kur’ân-ı Kerim’in emrettiği üzere, her şeyin asıl sahibi Allah olduğunu kabul ettiğimiz yerde, sebeplere hakiki tesir vermemek gerektiği gibi, sebepleri tamamen devre dışı bırakmak, onlara sebeplik vazifesini vermemek de hatadır; Kur’ân-ı Kerim’e muhalefettir. Aynı zamanda o sebeplere müracaat ederken, onlara müracaat ettiğimiz gibi, onları sebep oldukları işlere sahib kabul etmek de şirk ve dalalettir. Öyleyse şirk ve dalalete düşmemek için, sebeplere müracaat etmekle beraber, neticeleri de Cenab-ı Hakk’tan bilmemiz gerekmektedir. Bediüzzaman Hazretleri de, sebepler meselesini şu mealde açıklamaktadır: Sebepler, Kudret-i İlahiye ile kudretin yaptıkları arasında bir perdedir. Çünkü Cenab-ı Hakk’ın izzeti ve büyüklüğü onu gerektirir. Fakat o sebeplerin perdesi arkasında iş gören Allah’ın kudretidir. Çünki Allah’ın birliği ve celali öyle olmasını ister. Cenab-ı Hakk’ın memurları ise, onun saltanatının idaresinde icraatçı değildirler. Ancak o saltanata dellallık yaparlar. Rububiyet-i İlahiye'nin yaptığı haşmetli icraatı temaşa ederler. Sebepler denilen o memurların varlığı, kudretin izzetini ve rububiyetin şaşaasını göstermek içindir. Ta ki bizzat, görünüşte çirkin ve pis işlerle, Kudretin teması görünmesin. Cenab-ı Hakk, âciz ve fakir olan bir padişah gibi, âcizliğini ve fakirliğini gidermek için, o memurları idaresine ortak yapmamıştır. Demek sebeplerin varlığı, aklın zahiren çirkin gördüğü şeylerden, kudretin muhafazası içindir. Zira aynanın ön ve arkası gibi, her şeyin bir mülk ciheti var ki, aynanın arka yüzüne benzer; hangi renk ile boyanırsa onu gösterir. Diğeri ise melekûttur ki, aynanın parlak yüzüne benzer. Mülk ve zahir yüzünde Kudret-i İlahiyenin izzetine ve kemaline zıt düşen durumlar vardır. Sebeplerin varlığı, çirkin görünen durumların onlara verilmesi içindir. Fakat melekûtiyet ve hakikat cihetinde, her şey şeffaf ve güzeldir. Kudretin bizzat yapmasına münasiptir. İzzetine zıt düşecek bir durum yoktur. Onun için sebepler sadece görünüşte vardır. Hakikat noktasında gerçek tesirleri yoktur. Hem zahirî sebeplerin diğer bir hikmeti de şudur ki: Haksız şikâyetler ve batıl itirazlar, adaletle iş gören Allah’a değil de, o sebeplere gitsin. Çünkü kusur onlarındır. Ve onların kabiliyetsizliğinden ileri gelmektedir. Bu hikmete latif ve manevi bir misal suretinde rivâyet ediliyor ki: Hazret-i Azrail (as), Cenab-ı Hakk’a demiş ki: “Ruhları almak vazifesinde senin kulların benden şikâyet edecekler.” Cenab-ı Hakk hikmet lisanıyla ona demiş ki: “Senin ile kullarımın arasına musibetler, hastalıklar perdesini bırakacağım. Ta ki şikâyetleri onlara gidip senden küsmesinler.” Evet, nasıl ki, hastalıklar perdedir. Ve ölümde tevehhüm edilen fenalıklar da o hastalıklara verilir. Ruhların alınmasında, gerçek olarak tahakkuk eden hikmet ve güzellik ise, Azrail (as)ın, vazifesine aittir. Öyle de Hazreti Azrail dahi bir perdedir; ruhların alınmasında zahiren merhametsiz görünen ve rahmetin kemaline münasib düşmeyen bazı hallere merci’ olmak içindir. “Evet, izzet ve azamet ister ki, esbab perdedar-ı dest-i kudret ola aklın nazarında... Tevhid ve celal ister ki; esbab ellerini çeksinler tesir-i hakikîden...”

İran’ın büyük şairlerinden Sadi-i Şirazî, Mevlâna Celâleddin-i Rumî’yi ziyâret etmiş ve yazdığı “Gülistan” adlı kitabını da takdim etmiş. Mevlâna kitabı okuduktan sonra, Sadi merakla “Nasıl buldunuz?” diye sormuş. Mevlâna tebessüm ederek “Bînemek” yani “Tuzsuz” demiş. Böyle bir karşılığı beklemeyen Sadi bocalamış, şaşırmış, üzülmüş. Mevlâna “Helvaest” yani “Helva gibi” diyerek sözünü tamamlamış. Bu söz Sadi’nin memnuniyetine ve tebessüm etmesine sebep olmuş. Mevlâna’nın “tuzsuz” ifâdesi tahkir üslubundadır. Fakat ikinci “helva gibi” ifâdesi bir takdirdir ve “tuzsuz” sözünün şaka olarak söylendiğinin delilidir. *** Şaka ayrıdır, istihza (alay) ayrıdır. Fakat toplumumuzda şakayla, alayı, istihzayı birbirine karıştıran, şaka yapayım derken insanlarla alay eden, bu yüzden insanlarla arası açılan veya insanların arasını açan insanlar oldukça çoktur. Tabii bunun yanında alaylarını, tahkirlerini nâzikçe şaka üslubunda takdim eden insanlarımız da var. Onlar, lisan-ı halleriyle nâzikçe “Ben seninle alay ediyorum, fakat lütfen şaka olarak kabul et!” derler. Şakada muhâtabı rencide etmemek, memnun etmek, tebessüm ettirmek ön plana çıkar. Bu halde kalmak şartıyla şakalar -eski tabirle latifeler- dostlukları pekiştirir, sohbetlerin daha tatlı olmasına vesile olur. Alayda, muhâtabı küçümseme, hakaret, rezil etme ön plana çıkar. Bazı şakalar üstü örtülü -nâzik- istihzalardır. *** Yemeğe tuz atmadan yemeğin tadını alamayız, ama gereğinden fazla tuz attığımız zaman da yemeği yiyemeyiz. En lezzetli yemekler atılan tuzun kıvamıyla doğru orantılıdır. Beşerî münâsebetlerde de mizahın, şakanın yeri tuzun yemeklerdeki yeri gibidir. Yerli yerinde şaka yapıyorsanız, latifenin kıvamını iyi ayarlıyor, insanları tahkir etmeden tebessüm etmelerine, gülmelerine vesile oluyorsanız siz her zaman aranan, bulunmaz bir adamsınız demektir. İnsanlarla hiç mizahda bulunmuyor, şaka yapmıyorsanız, siz tatsız, tuzsuz, buz gibi soğuk bir adamsınız demektir. Fakat ölçüyü kaçırıyor ve aşırı şaka yapıyorsanız, çok sulu, ciddiyetsiz, aynı zamanda ciddiye alınmaz bir şahıssınız demektir. Peygamberimizin de (asm) zaman zaman sahâbeleriyle şakalaştığı olmuştur. O’nun şakalarına baktığımızda, O’nun şakalarının oldukça nezih ve ölçülü şakalar olduğunu görürüz. Şöyle der “Ben de sizin gibi bir beşerim, şaka yaparım.” “Ben şaka yaparım, fakat haktan başka bir şey söylemem” (Kenzü’l-Ummal, hn: 8320, 8329) Şakalar, latifeler dostluğu, samimiyeti, neşeyi artırır. Fakat fazla atılan tuz yemeği yenmez hâle getirdiği gibi, ölçüye dikkat edilmezse şakalar, dostluk ve samimiyeti de bitirir. Eskilerin dediği gibi “Latife, latif gerek”. *** Şakaları şaka olmaktan çıkaran iki husus vardır. Birincisi, şaka ile alay arasındaki farkı bilmeyen kişilerin “şaka yapıyorum” diyerek muhâtapla alay edip onu tahkir etmesidir. Bu durum muhâtabı kırar, sinirlendirir ve onun da tahkir etmesine dolayısıyla, aranın bozulmasına sebep olur. Bu yüzden Peygamberimiz (asm) “Kardeşinle münâkaşa etme ve ona (aşırı derecede) şaka da yapma” (Tirmizî) buyurmuştur. Hz Ali de “Şaka, kin ve düşmanlığı netice verir” demiştir. Hz. Ömer etrafındakilere “Mizaha niçin mizah denmiştir, biliyor musunuz?” dedi. Onlar “Hayır!” dediler. Şöyle dedi “Çünkü o haktan uzaklaştı (bu yüzden ona mizah dendi.). (Arapçada “زاح” “zaha” kelimesi uzaklaşmak, ayrılmak mânâsına gelir.) Şakaları şaka olmaktan çıkaran ikinci konu da seviyesiz, münâsebetsiz insanlara şaka yapmaktır. Siz seviyeli nezih şaka yapıyor olabilirsiniz. Fakat muhâtabınız nerede susup, nerede konuşulacağını bilmeyen biriyse, siz ölçülü bile olsanız; onlar ölçüye riayet etmez, sizin nezih şakalarınıza, kaba şakalarıyla mukabele ederler ve ortalığı karıştırırlar. Hulâsa; etrafımızdaki insanlarla şakalaşalım, ancak şaka esnasında söyleyeceğimiz sözlerin kıvamına dikkat ettiğimiz kadar, muhâtabın kıvamına da dikkat edelim. *** Burada istihza üzerinde de durmamız gerekir. İstihza toplumlarda düşmanlıkların, ayrılıkların çıkmasının en büyük sebeblerindendir. Mü’minleri birleştirmek, kaynaştırmak Kur’ân ve sünnetin en büyük hedeflerindendir. Bu yüzden bir zehir gibi bu birliği bozma istidadında olan istihza ve istihzanın menbaı olan gurur, kibir de yasaklanmış, haram kılınmıştır. İstihzayı kaldırmaya vesile olan şefkat ve merhamet de teşvik edilmiştir. Burada kul hakkına tecâvüz olan istihza ile ilgili bazı âyet ve hadisleri zikredelim. Hucûrat Sûresi’nin 11. âyetinde şöyle buyrulur “Ey îman edenler! Bir topluluk başka bir toplulukla alay etmesin, belki de onlar kendilerinden daha hayırlıdırlar. Kadınlar da başka kadınları alaya almasınlar, belki onlar kendilerinden daha hayırlıdırlar. Birbirinizi ayıplamayın; birbirinizi kötü lakaplarla çağırmayın; inandıktan sonra yoldan çıkmış olmak ne kötü bir isimdir. (Bu tür fiillerden) tevbe etmeyenler, işte onlar zâlimlerdir.” “İnsanları arkadan çekiştirip, kaş göz hareketleriyle alay edenlerin (hümeze ve lümezenin) vay hâline!” (Hucûrat, 1) Bu konuda Peygamberimiz (asm)’in bazı hadisleri de şöyle: “Birbirinize hased etmeyiniz! Birbirinize öfkelenmeyiniz! Birbirinize sırt çevirmeyiniz! Müslüman müslümanın kardeşidir. Ona zulmetmez, onu terk etmez, onu hakir görmez. Ey Allah’ın kulları, kardeş olunuz! Kişiye şer olarak Müslüman kardeşini hor görmesi (veya hakaret etmesi) yeter. Her müslümanın diğer müslümana malı, ırzı ve kanı haramdır.” (Müslim, Ahmed, Ebû Davud) “Müslümanların en hayırlısı, Müslümanların elinden ve dilinden selâmette kaldığı kimsedir.” (Müslim) Sahâbelerden Muaz, Peygamberimizden nasihat istemişti. Peygamberimiz dilini gösterip “Buna sâhip ol!” buyurdu. Muaz “Yâ Resûlallah! Konuştuklarımızdan dolayı hesaba çekilecek miyiz?” dedi. Peygamberimiz ona hitaben “Anan seni kaybetsin. İnsanları yüzü koyun cehenneme düşüren bu dilleridir” buyurdu. “Haksız yere müslümana eziyet eden, Allah’ın evini yıkmış gibidir.” (Taberanî) “Kim bir müslümana eziyet ederse, o bana eziyet etmiş demektir. Kim bana eziyet ederse, o da Allah’a eziyet etmiş olur.” (Taberanî) “(Mahşerde) insanlarla alay eden şahsa cennetin bir kapısı açılır ve ona “Buraya gel!” denilir. Üzüntü ve gamla o kapıya gelir. Geldiği vakit kapı onun yüzüne kapatılır. Sonra ona başka bir kapı açılır ve “Buraya gel!” denilir. Yine üzüntü ve gamla o kapıya gider, kapıya yaklaştığı anda kapı yüzüne kapatılır. Bu hâl devamlı tekrarlanır. Hatta ona bir kapı (gerçekten) açılır ve “Buraya, buraya!” denilir, fakat o (ümidini kestiğinden) kapıya gitmez.” (Kenzü’l-Ummal, 8328) “Miraca çıkarıldığımda, ateşten makaslarla derileri kesilen erkeklere rastladım. Bunlar kimlerdir yâ Cebrail?” dedim. Bunlar zina için süslenenlerdir” dedi. Sonra bir pislik çukuruna rastladım çok pis kokuyordu. Oradan acı acı bağırmalar işittim. “Bunlar kimlerdir? Yâ Cebrail!” dediğimde “Bunlar zina için süslenen ve onlara helal olmayanı yapan kadınlardır” dedi. Daha sonra memelerinden asılan bir gurup kadınlara ve erkeklere rastladım. “Bunlar kimlerdir ey Cebrail?” deyince de “Bunlar kaş ve gözleriyle işâret ederek insanlarla alay ve gıybet edenlerdir.” dedi. Bu Allah (cc)’ın “Arkadan çekiştirmeyi, yüze karşı (el, kaş, göz işâretleriyle) alay etmeyi ve ayıplamayı âdet edinenlerin vay hâline.” (Hümeze, 1) âyetiyle bildirilmiştir.” (Beyhaki)

“İradene hâkim, vicdanına esir ol.” Mevlana yüzyıl, insanlık tarihinde, özellikle Avrupa tarihinde çok önemli bir yer tutar. Zira bu dönemde rönesans-reform hareketleri ile birlikle seküler hayat formu, eğitim, kültür, sanat, siyaset, ekonomi gibi hayatın tüm alanlarını işgal etmeye başlamıştır. Alt tabakanın, aristokrasiye ve kiliseye karşı kazanmaya çalıştığı ekonomik özgürlük mücadelesi; ardında insanlığa liberalizmi, laisizmi, kapitalizmi miras bırakmış, insanlık özgür olacağını zannederlerken, aslında mahkûm olmuştur. Beşeriyet -sözde- özgürlüğün görünmeyen yüzü olan modern kölelik ile karşı karşıya kalmıştır. Tüm bu gelişmeler, vicdanının insana fısıldadığı “olması gerekenlere” karşı kulak tıkamasına, toplumsal vicdanın dahi susmasına sebep olmuştur. Biz bu yazımızda, Kapitalizmin bastırdığı vicdanın sesine karşılık, İslamiyet’in, onun özelinde İslam iktisadının vicdanlardaki yansımasına, toplumsal vicdanın canlandırılmasına ve yeniden aktif hale getirilmesine sağladığı birçok faydadan bazılarına değinmeye çalışacağız. İslamiyet, sadece ahiret hayatını tanzim eden bir din değildir. İslamiyet insanların dünyadaki ve ukbadaki saadetlerin diğer adıdır. Yani İslamiyet, dünya hayatında dahi insanlığın saadeti için ne gerekiyorsa hepsini va’zetmiş, hayatın bütün kurum ve kuruluşları hakkında tanzim faaliyetine girişmiş bir dindir. Bundan dolayı onu, Batılıların hristiyanlığa yaptığı gibi hayatın bütün alanlarından çekip, mabedlere tıkmaya çalışmak, bu suretle terakkiyi ve bahsettiğimiz sözde özgürlüğü elde etmeye çalışmak son derece yanlıştır, tehlikelidir ve anlamsızdır. Çünkü bu, halka kul olmayı, Hakk’a kul olmaya tercih etmenin, zaten tahrif edilerek hakikati kalmamış bir sistemin pasif hale getirilmesiyle elde edilen -sadece ekonomik- terakkiye mukabil, her yeri ilk günkü gibi saf ve hakikat olan bir sistemi ve kurallarını, medenileşmek narası ile terk etmekten başka bir şey değildir. Ayrıca bu soyutlama faaliyeti, sadece hakka, doğruya taraftar olan vicdanlara karşı da bir taarruzdur, bir susturma politikasıdır. İslamiyet, kapitalizm gibi, eşya için vicdanın sesini bastırmayı öğretmez. Hem insanı, rasyonalite telakkisiyle, nefsin esiri bir tutum ile başkalarının acınacak vaziyetlerine karşı, vicdanın sesine kulak tıkamaya mecbur kılmaz. Çünkü İslamiyet’te, insan ile mal arasında kurulan ilişki, diğer sistemlerden çok farklıdır. İmam Gazali’den bir iktibas ile bu farkı arz etmeye çalışalım. İmam Gazali bu ilişkiyi şöyle anlatır: “İnsanın hayattaki gayesi Allah’ı bilmek, sevmek ve ona ibadet etmektir. Fakat bu gayesini gerçekleştirebilmesi için, insanın hayatını öncelikle idame ettirmesi gerekir. Bunu da yemek, giyinme, barınma gibi fiziki ihtiyaçlarını karşılamadan gerçekleştiremez.”[1] Bu ifadeden açıkça anlaşılıyor ki, Gazali’ye göre eşya, ancak mukaddes gayelere vasıl olmada bir araçtır. İmam Gazali, iktisadi faaliyetin ve üretim sürecinin başlangıcına değindikten sonra, meydana gelebilecek bir tehlikeden bahseder. “Ona göre süreç bir kere başlayınca, her zaman başlangıçtaki gayesinin sınırları içerisinde kalmaz ve genellikle, kendisi bizatihi gaye haline gelir ve bu asıl gayeden sapış, zamanla, birçok dini ve ahlaki probleme yol açar.”[2] İmam Gazali, iktisadi faaliyetler ve etkilerinden bahsederken, insanın, çevresi ile duygusal ve ruhani ilişkisinden de bahseder. Bu ilişkinin önemli tarafı İmam Gazali’nin iktisadi faaliyetlerin etkilerinin temel bir ahlaki ve dini problemler kaynağı olarak görmesidir. Burada Gazali, iktisadi hayatın insanlar üzerindeki, ruhani ve duygusal tesirlerine değinmektedir.[3] Yani, yukarıda bahsettiğimiz toplumsal vicdana karşı bir yozlaştırma, bir taarruz hareketi, iktisadi faaliyetler ile pekâla gerçekleştirilebilir ve gerçekleştiriliyor. Şayet iktisadi hayat, yukarıda değinildiği gibi, ahlaki ve dini hayat için hem bir ön şart hem de potansiyel bir tehlike kaynağı ise, iktisadi hayatı, arzu edilmeyen zararların ortadan kaldırabileceği ve nihai -kudsi- amaca bir vasıta yapabilecek bir düzene sokmak gerekir ki, aslında bahsettiğimiz İslam ekonomisinden başka bir şey değildir. İslamiyet’in sahip olduğu eşsiz değerler, toplumsal refahın, terakkinin, dayanışmanın teminatıdır. Bu eşsiz değerlerden sadece birkaç tanesine, biraz değinmeye çalışalım. İslam ekonomisi ne şahsı, ne de cemaati ihmal etmeyen bir yapıya sahiptir. “İslâm’ın sosyal ve iktisadî ilkelerinden en önemlisi toplumculuktur (cemaatçiliktir). Toplum çıkarları her zaman kişi çıkarlarından üstün tutulmuştur.[4] İslâm insana güvenir ve onun kişiliğini (şahsiyetini) güçlendirip toplumun hizmetine vermek ister. Hizmet ilkesi böyle dayanışmacı bir toplum oluşturmayı hedef almıştır.” [5] İslam ekonomisinin diğer bir güzel yanı da infâka dayanmasıdır. “Yani İslâm ekonomisi biriktirmeye değil harcamaya dayanır. Daha teknik bir deyişle gelir oluşmasının temeline tasarrufu değil harcamayı koyar. Bütün toplum, kişinin kendisinden başlayarak en yakınlardan dış halkalara kadar infâk ile birbirine bağlanır. İşte bu noktada arz yönlü ekonomi gündeme gelir. Bu yaklaşıma göre ekonomi insan içindir. Çağdaş kapitalist anlayışta olduğu gibi insan ekonomi için değildir.” [6] İslâm’ın malî siyaseti ise, devletin gerekli harcamalarını sağlamakla yetinmez. Aynı zamanda sosyal denge ve genel dayanışmanın hâkim kılınması için yapılan çalışmalara da katkıda bulunur.[7] İslam ekonomisinde ‘işçi’ kavramı çağdaş ‘işçi’ kavramından daha geniştir. Yine İslâm farklı emeğe farklı ücret ödenmesinden yanadır. Fakat emekçi ile onun emeğini kiralayan arasında hayat standardı farkı olmamalıdır.[8] İslâm ekonomisinin kâr anlayışı da, diğer-lerinden farklıdır. “Kapitalistlerin sağladığı sınırsız ve anormal kârlar açıkça toplumun sömürülmesini hedef almıştır. Bu tür kârlar kapitalist ekonominin ana özelliklerinden olan tekel ve kartellerin bir sonucudur. Ama İslâm; tekeli, malın biriktirilmesini, fiyatların yükseltilmesini beklemek amacıyla üretimi piyasaya sürmeyip stokta bekletmeyi, tümden yasaklamıştır. Çünkü kapitalist ekonomide çok yaygın olan bu tür davranışlar iyilikle, bağışla, yardımlaşma duygusuyla ve toplum yararıyla taban tabana zıttır.”[9] Netice olarak diyebiliriz ki, burada değinmeye çalıştığımız, İslamiyet’in, özelde İslam ekonomisinin, toplumsal vicdandaki pozitif etkileri, insanlara kattığı dayanışma ruhu reddedilemeyecek kadar sarihtir. Toplumsal dayanışmanın yeniden sağlanabilmesi, insanların, vicdanlarının seslerini yeniden dinleyebilmesi, insan-eşya arasındaki ilişkinin sağlıklı bir şekilde yeniden anlaşılması, ancak İslamiyet’in ihyasından geçmektedir. Hiç olmazsa iktisadi faaliyetlerin, vicdanlardaki menfi yansımalarını halletmenin yolu, İslam ekonomisinin her yönüyle ortaya konulması ve tatbiki ile mümkündür. Yoksa kapitalizmin sağırlaştırdığı kulaklarımız, vicdanımızın sesini hep duymazlıktan gelecek, aklımız bahaneler üretmeye, hevamız bizi sürüklemeye devam edecektir. Umuyor ve istiyoruz ki, vicdanlar doğruları haykırırken, yeniden kalplerimiz, aklımızın ürettiği mazeretlerin ve hevai hislerimizin üstünde bir telakki ile olması gereken yolu, hakikatin yolunu tutsun. , Kaynaklar: [1] Prof. Dr. Sabri Orman, İktisat, Tarih ve Toplum, 2. Baskı, İstanbul, Küre Yay., 2010, s. 362.[2] Orman, A.g.e., s. 362.[3] İhya, III, s. 224.[4] Müslümanlar, kendileri fakirlik ve ihtiyaç içerisinde olsalar bile diğer kardeşlerini kendi öz canlarına tercih ederler. (Haşr Suresi, 59/9) âyeti toplumcu yaklaşıma bir örnektir.[5] Prof. Dr. Ahmet Tabakoğlu, İslam İktisadına Giriş, İstanbul, Dergah Yay., 2008, s. 66.[6] A.g.e.[7] Muhammed Bakır es-Sadr, İslam Ekonomi Doktrini, (Çevrimiçi, 2012) http://islamekonomisi.org/islam-ekonomisindeki-bazi-baglanti-orguleri/ .[8] Tabakoğlu, A.g.e., s. 69.[9] Prof. Dr. M. A. Mannan, (Çevrimiçi, 2012) http://islamekonomisi.org/faiz-dunya-barisi-ve-kar/.

Tevâfuk, Allah’ın inayet ve tevfikinin bir işareti, kerametler zincirinin menbaı, Kur’ânî sırların, Cifir ve Ebced ilimlerinin bir anahtarıdır. Bununla birlikte Allah’ın himayeti (koruması) altında yapılan hizmetlerin başarıya ulaşmasında nurani bir vesile, hizmette şevki, kelamda ziyneti (süsü) artıran bir unsurdur. Tevâfuk, derecesine göre bazı durumlarda delil olarak da kabul edilebilir. Bu noktadan hareketle Risâle-i Nur’da tevâfukun parlak bir surette gözükmesi, onun makbuliyetinin bir alameti olduğu gibi aynı zamanda pek çok gaybî işaretleri de ihtiva eden manevi bir göstergesidir. Şimdi Risâle-i Nurda tevâfukun taşıdığı manalar hakkında zikredilen ifadelere kısaca bir göz atalım: “İlm-i cifrin bir nev’i ve bir anahtarı olan tevâfuk cihetiyle ….”(1) “Tevâfuk bir kaç cihette bir şeyi gösterse, delâlet derecesinde bir işarettir. Bazen bir tek tevâfuk, bazı karâinle (ipuçlarıyla) delâlet (delil olma) hükmüne geçer.”(2) “Esrar-ı Kur’âniyenin bir anahtarı ve ilm-i cifrin mühim bir miftahı (anahtar) olan tevâfukata dair…”(3) “Evet, Risâle-i Nurun bir silsile-i kerametinin menbaı olan tevâfuk,”(4) “İlm-i cifr’in mühim bir düsturu ve ulum-u hafiyenin (gizli ilimlerin) mühim bir anahtarı ve bir kısım esrar-ı gaybiye-i Kur’âniyenin (Kur’ânın gaybi sırlarının) mühim bir miftahı olan tevâfuk…”(5) “Evet, kudsi bir şeyin zarf ve kılıfı, o kudsi şeyden arızi (sonradan olana ait) bir kudsiyet (mukaddeslik) aldığına binaen tavâfukta gördüğümüz işarat-ı kudsiye ile tevâfuk nazarımızda bir kudsiyet kesb etmiştir.” (kazanmıştır)(6) “Hem tevâfuk alamet-i tevfik olduğu cihetle nazarımızda mübarek olmuştur.”(7) “Hem tevâfuk ittifaka işaret, ittifak ise ittihada emare, ittihat ise vahdete âlamet, vahdet ise tevhide delalet, tevhid ise Kur’ân’ın dört mühim esasından en mühim esası olduğundan, tevâfuk nazarımızda yüksek bir meymenet (bereket, kutlu olma) almıştır.”(8) “Hem tevâfuk şevki tezyid (artırma) ve kelamı tezyin (süsleme) ettiğinden nazarımızda güzelleşmiştir.”(9) Yukarıda temas edilen noktalarda, tevâfuk gayet ehemmiyetlidir. Onun içindir ki Risâle-i Nurda, tevâfuka büyük bir ehemmiyet verilmiş; Sikke-i Tasdik-i Gaybî mecmuası neredeyse bu mevzu ile alakalı bahislere tahsis edilmiştir. Risâle-i Nurların yazılmasında görülen tevâfuklar, bir taraftan yazanların şevklerini artırırken; diğer taraftan insanların nazarlarını Kur’ân harflerine ve o mübarek harflerin sırlı hususiyetlerine çevirmiştir. Risâle-i Nur'da kendini gösteren tevâfuk, kıyamete kadar devam edecek bir kerametler zinciridir. Yani ne zaman yazılsa yahut okunsa, harika bir keramet tarzında bir tevâfukla karşılaşabilirsiniz. Bu da Risâle-i Nur'un makbuliyetinin, hakkaniyetinin ve yapılan işin (yazılıp okunmasının) rıza-yı ilahiye nail olduğunun bir delili olacaktır. RİSALE-İ NUR’UN YAZILIŞINDA GÖRÜLEN MANİDAR TEVÂFUKLAR Risâle-i Nur'ların yazılması zor şartlar altında gerçekleşmiştir. Çoğu zaman hapishanelerde yahut ücra köşelerde, gizliden gizliye yazı yazılabilecek her türlü kâğıda (kibrit kutuları ve sigara kâğıtları da dâhil) Risâleleri yazarak dışarıdaki Nur talebelerine ulaştırıyorlar. Onlar da bu gelen yazıları temize çekip daha sonra çoğaltmak üzere tüm memleket sathına gönderiyorlardı. Bütün bunlar pek çok zahmet ve meşakkatle yapılabiliyordu. Böylece memleketin her köşesinde nurani hizmetler dalga dalga yayılıyor, Risâle-i Nur’un girdiği yerlerde manevi hizmetler yeşeriyordu. Rejim baskısı, yasaklar, tutuklamalar, hapisler, mahkemeler, sürgünler Nur Risâlelerinin yayılmasını bir türlü engelleyemiyordu. İşte tam da böyle bir ortamda Risâleleri yazanları şevklendirecek, baskılara karşı sebat ve metanetlerini arttıracak, yaptıkları ulvi hizmetleri geniş dairelere taşımalarını netice verecek manidar tevâfukların ortaya çıkması Allah’ın bir lütfudur. Bu tevâfuklar sayesinde eserleri yazanlar, okuyanlar kerametvâri hallere mazhar olmanın verdiği ter-ü taze şevkle cansiperane hizmete sarılmışlar; Risâle-i Nurları, cihana yaymayı hedef bilmişlerdir. Tevâfukun kerametli bir surette kıyamete kadar devam edecek olması, her daim Nur talebelerinin şevklerini artırıp hizmete sadıkane bağlanmalarına sebep olacaktır. Şimdi şu harikulade hikmetli tevâfuktan bazı numunelere birlikte bakalım: ONUNCU SÖZ’DE GÖRÜLEN TEVÂFUKLAR Onuncu Söz, Risâle-i Nur’un ilk yazılan risâlelerindendir. Bu risâlede tezahür eden tevâfuk, gerçekten hayret vericidir. Hafız Ali (rahmetullahi aleyh) isimli talebesinin yazdığı onuncu söz nüshasında, tüm sayfalarda satır başlarına denk gelen eliflerin toplam adedi 193 tür. “Onuncu Söz” ibaresinin ebced hesabıyla değeri 193 etmektedir. Bu Risâlenin müellifi olan “Bediüzzaman”ın ebcedi değeri ise yalnızca bir farkla 192’dir. Bu Risâlede haşri ders veren (Rum Suresi, 50) ayeti ile kıyametin dehşetine işaret eden (Hac Suresi, 1-2) ayetlerinin harflerinin toplamının 193 etmesi hiçbir şekilde tesadüftür denilemez. Bu Risâlenin hatimesinde zikredilen (Lokman Suresi, 28) ayeti ile hem Onuncu Sözde hem de Yirmi Dokuzuncu Söz’de zikredilen “Zilzal” Suresinin harflerinin toplamı yine bir tek farkla 194 etmesi hiçbir surette tesadüf eseri olamaz. Hem bu risâledeki satır başına gelen 193 elifle birlikte satırların toplam adedi 998 etmektedir. Bu sayı ise “Risâleten Nur” isminin ebcedi değeri olan 998’e tam tevâfuk ediyor. Aynı zamanda “ innel haşra hakkun ve sıdkun” cümlesinin makam-ı ebcedisi 998 dir. Hem “imanu bi yevmil ahirah” cümlesinin ebcedi değeri de 998 dir. Bütün bunlarla birlikte “Besmele”nin makam-ı ebcedisi olan 999’a bir farkla tevâfuku Onuncu Söz’ün ne kadar yüksek noktalara baktığını ortaya koymaktadır. YİRMİ DOKUZUNCU SÖZ’DEKİ TeVâFUKLAR Risâle-i Nurun bir şâheseri olan “Yirmi Dokuzuncu Söz” Risâlesinde de “Onuncu Söz'e” benzer tevâfuklar görülmektedir. Yirmi dokuzuncu Söz'de satır başlarına gelen eliflerin adedi 501 dir. “Said Nursi” isminin ebced değeri de 501 dir. Bunun yanında; Üç müstensihin (Nüshayı çoğaltanın) birbirinden habersiz bir şekilde farklı yerlerde yazdıkları halde bütün nüshalarda harika tevâfukların görülmesi, Acemi bir müstensihin, bir gecede acele ile yazdığı nüshada eserin yazılması tamamlandıktan sonra bu harika tevâfukların fark edilmesi, Yirmi dokuzuncu Söz'ün başında zikredilen (Kadir suresi, 4) ayetinin harflerinin sayısının 29 etmesi, Bu Risâle telif edildikten beş sene sonra nüsha çoğaltılması esnasında eliflerin bilerek denk getirilmediği, bilakis nüsha yazıldıktan sonra eliflerin denk geldiğinin bilinmesi, Sayfalarda tevâfukun dışında kalan harflerle elifler toplamının, Risâle-i Nurun telif edildiği tarih olan “hicri 1341” (Miladi 1926) ile telifin bittiği tarih olan “hicri 1364” (Miladi 1949)’a ayrı ayrı bakması, 1364-1341 = 23 etmesi. Bu sayının, Kur’ân-ı Azimüşşanın 23 senede nazil olması ve onun bu asırdaki bir tefsiri olan Risâle-i Nurun telifinin 23 yılda tamamlamasına tevâfuk etmesi, Bu Risâlenin satır başına denk gelen eliflerinin toplamı = 501 34. sahifede tevâfuktan hariç iki [TE] harfinin makam-ı ebcedisi = 800 35. sahifede tevâfuktan hariç iki [BE] makam-ı ebcedisi =4 Toplamı 1305 eder. Bu rakamın, müellifin Kur’ân-ı Azimüşşanı hatmedip ilme başladığı tarih olan 1305’e denk gelmesi gibi tevâfuklar, tesadüfe havale edilebilir mi? İKTİSAT RİSALESİNDE TEZAHÜR EDEN MANİDAR TEVÂFUK “Cây-ı hayret ve medar-ı ibret bir tevâfuk: bu iktisad Risâlesini, üçü acemî olarak beş-altı ayrı ayrı müstensih, ayrı ayrı yerde, ayrı ayrı nüshalardan yazıp birbirinden uzak, hatları birbirinden ayrı, hiç elifleri düşünmeyerek yazdıkları her bir nüshanın elifleri; duasız elli bir, dua ile beraber elli üçte tevâfuk etmekle beraber; İktisad Risâlesi’nin tarih-i te’lif ve istinsahı olan Rumice elli bir ve Arabî elli üç tarihine tevâfuku ise, şübhesiz tesadüf olamaz. İktisaddaki bereketin keramet derecesine çıktığına bir işarettir. Ve bu seneye, “Sene-i İktisad” tesmiyesi (isimlendirmesi) lâyıktır. Evet, zaman iki sene sonra bu keramet-i iktisadiyeyi, İkinci Harb-i Umumiyede her taraftaki açlık ve tahribat ve israfatla ve nev-i beşer ve herkes iktisada mecbur olmasıyla isbat etti. ÇOK LATİF BİR TEVÂFUK “Bu güzel (71) fihriste (750) tamam (481) oldu (51). İşte makam-ı ebcedi ile tarih-i te’lifini gösterip 1353 olan bu zamanın tarihine (Miladi 1935) Tevâfuk ediyor. Yazan kâtibin haberi yok ve hesab-ı ebcedi bilmezken kitabın hitamında gelişigüzel (Bu güzel (71) fihriste (750) tamam (481) oldu (51). yazmış. Ben tashihte hesap ettim. Bu latif tevâfuk çıktı. Demek fihriste güzeldir ki, bu güzel tevâfuku gösterdi.” (11) 19. MEKTUP VE 25. SÖZDE ZAHİR OLAN HARİKA TEVÂFUKLAR 19. Mektup Risâlesi, Peygamber Efendi-miz'in (asm) mucizelerini anlatarak peygamberliğinin hakkaniyetini güneş gibi zahir ve bahir (apaçık) delillerle ispat eden harika bir eserdir. Bu Risâleyi sekiz müstensih, ayrı ayrı yerlerde birbirinden habersiz bir şekilde yazıyor. Altmış sayfada “Resul-ü Ekrem Aleyhissalatü ves'selam” ibareleri hangi sayfada ve kaç tane olursa olsun mutlaka birbirine tevâfuk ediyor. Yine 25. Söz Risâlesi ki, Üstad hazretleri bu Risâle için “Risâle-i Nurun bir güneşidir.” buyuruyor. Bu Risâlede de “Kur’ân” kelimeleri, hangi sayfada ve kaç adet olursa olsun bütün risâlede mutlaka tevâfuk ediyor. İsterseniz bu hususta Bediüzzaman Hazretleri ne diyor O’na bakalım: “Hâlbuki tesadüf, olsa olsa bir sahifede kesretli emsal kelimeleri bulunsa, yarı yarıya tevâfuk olur, ancak bir-iki sahifede tamamen tevâfuk edebilir. O halde böyle umum sahifelerde (Resul-ü Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm) kelimesi; iki olsun üç olsun, dört olsun veya daha ziyade olsun, kemal-i mizan ile birbirinin yüzüne baksa; elbette tesadüf olması mümkün değildir. Hem sekiz ayrı ayrı müstensihin bozamadığı bir tevâfukun, kuvvetli bir işaret-i gaybiye, içinde olduğunu gösterir. Nasıl ki ehl-i belâgatın kitaplarında, belâgatın derecatı bulunduğu halde; Kur’ân-ı Hakîm’deki belâgat, derece-i i’caza çıkmış. Kimsenin haddi değil ki ona yetişsin. Öyle de; mu’cizat-ı Ahmediyenin bir âyinesi olan Ondokuzuncu Mektub ve mu’cizat-ı Kur’âniyenin bir tercümanı olan Yirmibeşinci Söz ve Kur’ânın bir nevi tefsiri olan Risâle-i Nur eczalarında tevâfukat, umum kitabların fevkinde bir derece-i garabet gösteriyor. Ve ondan anlaşılıyor ki; mu’cizat-ı Kur’âniye ve mu’cizat-ı Ahmediye’nin bir nevi kerametidir ki, o âyinelerde tecelli ve temessül ediyor.” (12) Kaynaklar: (1)Lemalar, 27 Altınbaşak Neşriyat Osmanlıca asıl nüsha(2) Lemalar, 36 Altınbaşak Neşriyat Osmanlıca asıl nüsha(3) Lemalar, 47 Altınbaşak Neşriyat Osmanlıca asıl nüsha(4) Sikke-i Tasdik-i Gaybi, 25 Altınbaşak Neşriyat Osmanlıca asıl nüsha(5)Mektubat 1, 196 Altınbaşak Neşriyat Osmanlıca asıl nüsha(6) Mektubat 1, 196 Altınbaşak Neşriyat Osmanlıca asıl nüsha(7) Mektubat 1, 196 Altınbaşak Neşriyat Osmanlıca asıl nüsha(8) Mektubat 1, 196 Altınbaşak Neşriyat Osmanlıca asıl nüsha(9) Mektubat 1, 196 Altınbaşak Neşriyat Osmanlıca asıl nüsha(10) Lemalar, 155 Altınbaşak Neşriyat Osmanlıca asıl nüsha(11) Mektubat 1, 224 Altınbaşak Neşriyat Osmanlıca asıl nüsha(12) Mektubat 1, 251 Altınbaşak Neşriyat Osmanlıca asıl nüsha

Mülakat: Sırrı Er sunucu, televizyon ve radyo program yapımcısıMülakat yapan: Ercan KÖKSAL Dil, bir milletin kimliği, hatta kendisidir. Diline sahip çıkmayan milletlerin dünya tarihi içerisinde yer bulamayacağı da bilinen bir gerçektir. Değerli hocam TRT’de sunuculuk-spikerlik yapan Sırrı Er ile Divan Araştırma ve Eğitim Derneği’nde vermiş olduğu Etkili ve Güzel Konuşma dersleri öncesinde Türkçe ve Osmanlı Türkçesi üzerine güzel ve bilgilendirici bir sohbet gerçekleştirdik. Şimdi sizlerle bu sohbetin metnini paylaşıyoruz. TRT’de Sunuculuk- Spikerlik yapıyorsunuz. Görüntülü ve sesli yayıncılığı da yakından takip eden, bilen bir isimsiniz. Medyadaki dil kullanımı konusunda neler söylemek istersiniz? Zaman zaman günümüz gençlerinin Türkçeyi doğru bir şekilde kullanamadıklarından şikâyet ederiz. Bu gençlerin Türkçeyi güzel konuşmaları için elimizden geleni yaptık mı? Seneca, “Toprak ne kadar zengin olursa olsun, ekilmedikçe mahsul vermez” diyor. Gerçekten kafalar da toprak gibidir, ekilmeyen beyinlerden mahsul alınamaz. TV kanallarındaki tartışma programlarında bir hengâmedir gidiyor. Her kafadan bir ses çıkıyor, herkes doğru ya da yanlış, iyi ya da kötü bir şeyler söylüyor. Bizlerin öncelikle, “Mülâhaza ve münâzara nasıl yapılır?” konusundaki kuralları, tekrar gözden geçirip, bu ilmi baştan aşağıya yeniden öğrenmemiz gerekiyor! TV kanallarındaki açık oturumlardan sürekli takip ediyoruz; tartışma programları gerektiği gibi yönetilmediği hâlde birçoğunun ne söylediğini ve hattâ neyi ifâde etmeye çalıştığını anlamakta zorlanıyoruz. Katılımcısı, uzmanı ve siyasetçisi ise bir başka havada. Maksat, “Lâf olsun torba dolsun” ve “Her kafadan bir ses çıksın” olunca işte ortaya şu an yaşadığımız manzara çıkıyor. Kendimizi ifâde edemediğimiz gibi kendisini ifade etmeye çalışana da fırsat vermiyoruz. Sonra da, “Konuşmayı niçin beceremiyoruz?” diye birbirimize sorup duruyoruz. Evet konuşmayı bilmiyor ve bakın neler yapıyoruz: Her şeyden evvel “Şiir dili” olan güzelim Türkçemizi, çok kötü kullanıyoruz. Kendimizi geliştiremediğimiz için kelime hazinemiz yetersiz ve dolayısıyla kendimizi ifade edemiyor, üstüne üstlük kavram kargaşasına sebebiyet veriyoruz. Kavga ediyoruz. Sinirliyiz, saygısızız, dikkatle dinlemiyor, sık sık söz kesme kabalığında bulunuyoruz. Bütün bunları sadece televizyonlarda ve radyolarda yapılan açık oturumlarda mı görüyoruz? Hayır! Milletin en yüce makamı olan TBMM’de görmüyor muyuz? Bize söz verildiğinde de duygu ve düşüncelerimizi derli toplu bir şekilde sunacağımıza; sözü gereksiz ifadeler, tanımlamalar ve tekrarlarla sürekli uzatmıyor muyuz? Kısacası, meseleyi aydınlatacağımıza, sağlıklı bir bilgi vereceğimize, sürekli ahkâm kesiyor ve sonrasında kavga ediyor, ağza alınmayacak sözler sarf ediyor bunu devamlı yapıyoruz. Çünkü bütün bunlara sebebiyet veren bir radyo ve televizyon yayıncılığı anlayışımız var. Dile, bilime, eğitime, kültüre, sanata, âdâba ve ahlâka gereken önemi vermiyoruz. Konfiçyüs; “Bana bir dil verin, size bir millet vereyim” der. Sizce dil, gerçekten bir millet meydana getirme kudretine sahip midir? Dilin insan toplulukları içinde çeşitli vazifeleri vardır. Dil, bir topluluğu oluşturan fertler arasında anlaşmayı sağlar. O insanların babalarının, dedelerinin, atalarının yüzyıllar boyunca elde ettiği tecrübeleri muhafaza eder ve onları nesillerden nesillere aktarır. Bir milletin uzun ve çeşitli tecrübelerle oluşturduğu kavramları, kelimeler ve deyimler hâlinde kalıplara sokar, böylece millî düşünce faaliyetini düzenler. Müşterek düşünce ve ifade birliği içinde bir araya getirdiği toplulukların manevî varlığını korur ve insan topluluklarını müşterek bir fikir faaliyeti içinde birleştirerek onları bir millet hâline getirir. Millet denilen topluluğu bir araya getiren maddî ve manevî unsurların en önemlisi din ve dildir. Kırım atasözü bakın bu gerçeği nasıl anlatıyor: “Dilini kaybeden biri, özünü, milliyetini kaybeder.” Dil yalnız “İyi sabahlar, nasılsın?, karnın aç mı?, nereye gidiyorsun?”dan ibaret değildir. Dil; ilmi, sanatı, edebiyâtı, felsefeyi, hissi, ruhu ve fikri anlatmalıdır. Türkçe’de söz götürmez bir canlılıkla yaşayan Arapça ve Farsça kelimeleri özleştirmek hem lüzûmsuz, hem imkânsızdır. Lüzûmsuz, çünkü, bir dilde yaşayan kelime, yabancı da olsa, o dilin uyrukluğuna girmiş, onunla deyimler, atasözleri yapılmış, o dilin milliyetini kabul etmiştir. Dünyanın bütün dillerinde olduğu gibi, yeni bir kelimenin eski ve canlı bir kelimeye halef olduğu görülmemiştir. Yeni kelimenin hayat şartlarından bazıları da, kuraldan ziyâde şiveye uygunluğu, âhengidir; fakat mânâ bu şartların en başındadır. Ekmek kelimesinin gerisinde bir tarih yatar. Geçim sağlayan para veya kazanç için “Ekmek parası” deyimini kullanırız.İnsanlar, ekmek parasını türlü türlü işlerde çalışarak kazanırlar. Geçim sağlayan iş yeri için “Ekmek kapısı” deriz. İnsanların, kendileri ve çoluk çocuklarının geçimini sağlamak hiç de kolay olmadığı için, “Ekmek aslanın ağzında” ifadesini kullanırız. Geçim sağlamak için çalışıp uğraşmak, “Ekmek kavgası”dır. Kendisi çalışmayıp başkasının kazancı ile geçinenler için, “Ekmek elden, su gölden” tabirini kullanırız. Bir ailede geçimin sağlanmasına katılmayan tüketici durumundaki insanlardan “Ekmek düşmanı” diye bahsederiz. Birinin “Ekmeği ile oynamak” onun geçim kaynağını tehlikeye düşürmektir. Birini işinden çıkarmak, onun “Ekmeğiyle oynamak” veya onu “Ekmeğinden etmek”tir. “Birinin ekmeğine gözkoymak” veya “Göz dikmek”onun geçimini sağlayan işini elinden almaya çalışmaktır. “Birinin ekmeğine yağ sürmek”, aslında istenmediği halde, birinin işine yarayacak şekilde davranmaktır. “Ekmeğin hangi tarafının yağlı olduğunu” bilenler, çıkarlarının hangi tarafta olduğunu bilenlerdir. Çalıştığı işten, geçimini karşılayacak kadar kazanç sağlayan biri, “Ekmeğini çıkarmış” veya “Kazanmıştır”. Birinin yanında çalışarak kendi geçimini sağlayan biri, “Onun ekmeğini yiyen insandır.” Büyük bir sıkıntıya ve üzüntüye katlanan insan, “Ekmeğini kana doğramış”tır. Geçimini sağlamakta çok becerikli olan biri, “Ekmeğini taştan çıkaran insandır.” Karnı aç insan için, “Açın gözü ekmek teknesinde olur” ve “Açın koynunda ekmek durmaz” gibi deyimler kullanırız. Gördüğünüz gibi bir “ekmek” kelimesinin gerisinde bir tarih, bir kültür yatar. “Ekmek” kelimesi yüzyıllar boyunca işlenmek suretiyle dilimize böylesine bir mânâ zenginliği kazandırmıştır. Sonra “Ekmek kadayıfı”, “Ekmek tatlısı”, “Kızarmış ekmek” gibi sözlerimiz de vardır. Ekmeğin yerine uydurulan, “Doyum” ya da “Doyut” bu ruhtan mahrumdur. Milli kültürün inşası ve bu kültürün sonraki nesillere aktarılmasında dilin işlevi hakkında neler söylemek istersiniz? Dil mevzuunda apaçık bir hâdiseye büyük ehemmiyet verilmelidir: Herkes ve her millet, çok iyi bilir ki yeryüzünde “mekteb” denilen, okuma ve öğrenme yurtları kurulduğundan beri, her millet, bu mekteplerde her şeyden çok, çocuklarına kendi dillerini öğretir. Dil öğrenimi, bütün bir tahsil, hattâ bütün bir hayat boyunca devam eder. Meselâ bizde her çocuk, mektebe, anadilini bir ev ve aile Türkçesi hâlinde öğrenmiş olarak gider. Yâni Türkçeyi bilerek gider. Bu böyle iken ilk mektepler, Türkçeyi bilen bu çocuklara, bir taraftan bütün derslerini Türk Dili ile okutarak; öte yandan, dilbilgisi dersi, okuma dersi, kompozisyon dersi adı altında, müstakil ve ısrarlı dil dersleri vererek, yine en çok Türkçeyi öğretirler. İlk mektebi bitiren çocuğa, orta mektepde artık Türkçe dersi gösterilmemek fikri bir an bile akla gelmez ve ortamektepte, lisede dil ve edebiyât dersleri hep, Türkçe’yi daha güzel bir Türkçe hâlinde öğretmek gâyesiyle devam eder. Bu yetmiyormuş gibi, liselerden sonra, üniversitelerde de bir Dil ve Edebiyât Fakültesi vardır. Bizde değil ama, başka memleketlerde, gençler, çocuklar, dillerinin bir ömür boyunca öğrenilecek incelikleri, güzellikleri; bilinmesi zarurî hususiyetleri ve o dillerle oluşturulmuş şaheserlerin dil, kültür ve sanat değerleri hakkında son mektep bilgilerini bu fakültelerde tamamlar ve dillerinde bir “mütehassıs” olarak yetişirler. Burada dillerinin derinliklerini öğrenme melekesi kazandıklarından, “dil öğrenme hâdisesi”, fakülteler hattâ doktoralar bittikten sonra da bir ömür boyu devam eder. Neden? Çünkü dillerin, işte bu kadar çok insan tarafından bu bitmez tükenmez zaman içinde meydana çıkarılacak daha birçok incelikleri, derinlikleri, yücelikleri vardır. Çünkü; “Türkçe ağzımda annemin sütüdür.” diyen şâirin çok güzel söylediği gibi, mekteplere evlerden gelen çocukların ağzında dil, “anne sütü” kadar saf ve temiz bir ev ve aile lisânıdır. Ancak bu güzel “çocuk dili”, bu temiz ve sevgili, “ev-âile” ve “halk Türkçesi”, tıpkı “anne sütü” gibi, büyüyen vücutlar, gelişen dimağlar, dil ve kültür yollarında şahlanan insanlar ve milletler için kâfi değildir. Bunun içindir ki mekteplerde okul çocuklarına, gittikçe anadillerinin üstüne yükselerek öğretilen dil, bir taraftan çeşitli ses değerleriyle mûsıkîleşen; öte yanda, durmaksızın bilgi, görgü, fikir ve sanat maddeleriyle beslenen bir “kültür ve tefekkür lisânı”dır. Ancak, böyle bir dili lâyıkıyle öğrenebilmek için dili bütün dil, kültür, sanat ve târih değerleriyle yakından tanıyıp sevmek lâzımdır. O dilin hâline olduğu kadar, mazisine de hürmet etmek lâzımdır. O dilin, vücûda geldiği “ortak medeniyetler” içindeki yerini ve değerini; bilhassa bu medeniyetler içindeki millî hamlelerini bilmek, anlamak ve sevmek lâzımdır. Bilmek lâzımdır ki “millî dil sevgisi”, millet sevgisinin büyük ve bölünmez parçasıdır. Türkiye’de bir Yâhya Kemâl Türkçesi, bir Reşat Nuri Türkçesi, bir Refik Hâlid, Hâlide Edîb, Faruk Nafiz, Orhan Seyfi, hattâ Said Faik ve Orhan Veli Türkçesi bugün hâlâ en sevilen Türkçe ise; bir Yûnus Emre ve bir Karacaoğlan Türkçesi birbirinden farksız, güzel Türkçeler hâlinde hâlâ en çok sevilen dillerse, bunu milletimizin büyük ve millî “dil şuûru”na ve başka dillere mağlûp olmamak için asırlarca yürüttüğü “dil savaşları”na borçluyuz. Ancak, Türkçe’yi “büyük dil” olarak yaşatmak için tutulacak yol, asla bugünkü kısırlaştırma, uydurma ve soysuzlaştırma yolu değildir. Unutmamak lâzımdır ki “ortak medeniyetler”, birbirlerine geniş ölçüde ticarî ve sınaî mahsûl yanında, “kültür, tefekkür, teknik ve sanat” kelimeleri de verirler.İslâm Medeniyeti asırlarında kültür ve tefekkür dili Arapça olduğu için, Türkçemiz, ister istemez bu dillerden faydalanmıştı. Fakat Arapça’dan ve Farsça’dan faydalanmak, bilhassa Anadolu ve Balkan Türkiyesi’ndeki güzel Türkçe’yi asla yıkmadı. Bunun güneş gibi aydınlık misâli şu “yaşayan Türkçe”dir. Sizce dil ve toplum arasında nasıl bir irtibat vardır? Dilin toplum üzerindeki etkisi hakkında neler söyleyebiliriz? Türkçe’nin son yıllarda ziyan edilen bir hazinesi de “İstanbul konuşması”dır. İstanbul konuşmasının, bir şehri, diğerlerinden üstün gören bir zihniyetle övüldüğünü sanmak büyük hatadır. Her medeniyet dili, o medeniyete kültür merkezliği yapan şehirlerde işlenir. Bu sebeple dünyanın her ülkesinde her dilin en iyi konuşulduğu bir yer, bir bölge, bir şehir vardır. Londra İngilizcesi; Berlin Almancası ne ise İstanbul Türkçesi de öyledir. Hatta Fransızlar, bu mevzuda daha ileri giderek, uzun zaman, Paris Fransızcasından da üstün ve merkezî bir sanat lisânı düşünmüşlerdir. Buna göre en güzel Fransızca, bu dilin Paris’de Comedie Française’de konuşulan şeklidir. Standart Fransızca, Standart İngilizce, bütün standart diller, her dilin asırlarca işlenerek, en iyi, en doğru, en güzel konuşulduğu bir bölgedeki üstün lisandır. O kadar ki eğer radyo, bâzı spikerlerin tesadüfen iyi konuştukları “İstanbul Türkçesi”ni, millî, güzel, hattâ ilmî bir anlayışla ve her türlü uydurma dil müdahalelerinden uzak kalarak, bütün memlekete “En güzel Türkçe” diye yaymak lüzumunu anlasa, bu dil, diğer dillerin aynı vâsıta ile çok iyi yaptıkları gibi, yeniden, bütün milletin sevdiği ve kullandığı, yüksek bir dil olurdu. İstanbul Türkçesi, daha ilk anlarından başlayarak yalnız İstanbullular tarafından değil, imparatorluğun her tarafından gelen Türkler -ve Türkleşenler- tarafından işlene işlene güzelleşmiş lisândır. O kadar ki bu dilin güzelleşmesi için, asırlarca, bütün bir imparatorluk çalışmıştır. Aynı dil, bilhassa yazı dili olarak, bütün imparatorluk coğrafyasındaki Münevver Türkler tarafından elbirliğiyle yükseltilmiştir. Dünkü zihniyet, Türkiye’ye, hattâ işlenmemiş halk Türkçesi’ni yaymak şeklinde, hayli sol bir zihniyet olduğu için, bunu bilhassa yanılmışlara anlatmak kolay değildir. Ancak Yâhya Kemâl’in şu nüktesi, bu yolda yardımcı olabilir: Yâhya Kemâl, bir gün heyecanlı bir gencin Ulus idarehanesine gelip şunları söylediğine şahit olmuştu: – Hâlâ İstanbul Türkçesi diyorlar!.. Bıktık bu teraneden. Bugün Türkiye’nin başkenti Ankara’dır. Yazınız! Bundan sonra Türkçe’ye Ankara köylerinin dili hâkim olacaktır. Diğer tanınmış bir yazarımıza hitâben söylenen bu sözlere, büyük şâir hak vermiş: “Bu genç doğru söylüyor, İstanbul Türkçesi yanılmıştır. Doğru dil, Ankara köylerinde konuşulan Türkçe’dir. Meselâ İstanbul, ‘otobüs’e otobüs diyor, halk dilinde ise buna otobos denir. Çünkü otobüs, ancak oto-bos sesiyle ifâde edilebilir, iriyarı bir vâsıtadır. Buna mukabil, İstanbul’da profesör denilen kelimeye halkımız pürüfüsür der. Eh, bizim profesörlerimize de ancak bu ikinci isim yaraşır.” demiş. Bu sözler şakadır, bir Yâhya Kemâl esprisidir, bir taşla birkaç kuş vurmaktır. Ama işte böyle bir zihniyete verilecek cevap da budur. Günümüzde kullandığımız Türkçe sizce düşüncelerimizi ifade etmekte yeterli midir? Türkçenin gücü ve zaafları hakkında neler söyleyebiliriz? İnkılâplar, onları yapan “Büyük insan”ların elinden çıkıp da “Küçük insan”ların ellerine düşünce bütün tılsımlarını kaybederler. Türk Dil İnkılâbı’nın da acıklı macerası böyledir. Mustafa Kemal’’in ölümü üzerine onun en yakın adamları tarafından Türkçe’ye vurulan darbeler ve yapılan çirkinlikler artık inkılâbın en ateşli insanlarının bile zevklerine batıyor. Fâlih Rıfkı Atay, keskin kalemiyle ve gazetesiyle bu çirkinliğin karşısındadır. Bir yazısında şöyle söylüyor: “Nedir bu devrik cümle? Nasıl bir memlekettir o ki tarihçisi, ‘İstanbul’u Fâtih Sultan Mehmed aldı.’ der, romancısı, ‘Aldı İstanbul’u Fâtih.’ diye yazar”. “Nasıl bir Millî Eğitim’dir ki bu anarşinin okullara ve Türkçe dersine sokulmasına izin verir”. “Ne demek bölgesel? Niçin duygusal? İlle Arap nisbet ‘î’ sine bu yüzdeyüz uydurma kalıbı karşılık almak istiyoruz?” diyor ki haklıdır. Çünkü bu “sel” ve “sal” ekleri, uydurmacıların en gülünç uydurmalarındandır. Türk dilini değiştirme ve bozma emri almış olanları galiba özenerek hep dangul dungul, kaba saba, hattâ Türkçe’yi doğru dürüst konuşamayan kimselerden seçmek de bu hengâmede uygulanan kurnazlıklardır. Bu seçilmişler de pek tabiî olarak, uydurmacayı kendi eşsiz zevklerine göre tertipler ve öyle seslendirirler. Hani, Bolulu bir ağa, İstanbul’a gelecek olmuş. Hemşehrileri, aman, ağa; demişler, İstanbullular çok ince konuşurlar sakın orda bir kabalık edip bizi mahcub eyleme! O da İstanbul’a gelip de kendisine, “Ağa Hazretleri nerelisiniz?” diye sorulunca hemen şu ince cevâbı yapıştırmış: “Bölülüyüm.” İşte bizim dilcilerimizin hikâyesi de böyledir. Dilde kaba nedir? Yontulmuş nedir? Dil mûsikîsi nasıl bir şeydir? Hattâ, neden dilde ses güzelliği, kelime zenginliğinden çok daha kıymetlidir? Bilmezler. Âlem, dilini güzel konuşanlara asalet ûnvanı verir, bizimkiler Nâzım Hikmet’in dilinden konuşarak: “Düşmanıyım asaletin kelimelerde bile” mısrâına uyarlar. Gramerci Hikâye meşhurdur: Bir nahivci, yâni gramerci, bir gün bir gemiye biner. Denizde yol alırken kaptana şunu sorar: “Kaptan, gramer bilir misin?” Kaptan: “Hayır, bilmem.” der. Gramerci, bütün hazmedilmemiş bilgilerin sâliklerinde görülen bir gururla kasılarak meş’um hükmü bastırır “Öyleyse yarı ömrün ziyan oldu!” derken, denizde fırtına kopar.Sular bir anda karışır, gemi, dalgalar üzerinde fındık kabuğu gibi salı çatırdamaya başlar. Bu sefer de gemici gramerciye sorar: “Efendi, yüzmek bilirmisin?” Adam dehşet içinde “Hayır, bilmem!” deyince, gemici, mukadder hükmü söylemek zorunda kalır. “Öyleyse bütün ömrün ziyan oldu!” Türkiye’de dil mevzuları, çoğu zaman bu gramerci anlayışın pençesindedir. Dilde sadeleşme ya da Öz Türkçecilik hareketi hakkında düşünceleriniz nelerdir? Dile dışardan bir müdahale sizce doğru mudur? Türk diline, dilin sadeleşmesine, Türk Edebiyâtına büyük hizmetleri dokunan, öğretmen ve yazar merhum Nihâd Sâmi Banarlı’nın “Türkçenin Sırları” isimli eserinden: İsmail Müştak’la Rûşen Eşref’in ve daha başkalarının bulunduğu bir mecliste Mustafa Kemâl, Dil İnkılâbı’nda çalışmak üzere şâir Yahyâ Kemâl’in çağrılmasını istemişti. Mustafa Kemâl, Türkçeyi o kadar iyi kullanan bir büyük şâirin dil dâvâsında vâzife almasını ısrarla istiyordu. Yahyâ Kemâl, bu teveccühe teşekkür etti ve: - Lûtfen Paşa Hazretlerine arz ediniz, dedi; benim yaşayan Türkçeye karşı bir vehmim vardır. Benim dilde ilmim yok, yalnız böyle bir vehmim vardır. Ben bu vehimle baş başa kalmak istiyorum. Beni affetsinler. Böylece bir müddet, Mustafa Kemâl emrinde, Yahyâ Kemâl de vehminde ısrar ettiler. Neticede dil işlerine Yahyâ Kemâl’in iltihâkı mümkün olmadı. Gel zaman git zaman, dilde Yahyâ Kemâl haklı çıkıp da Mustafa Kemal, mutlak bir emirle uydurma Türkçeden tabii Türkçeye dönme işini yine aynı adamlara yaptırmaya başlayınca o zamanın uydurmacıları, bugünkülerin Mustafa Kemâl’e rağmen, Türkçe değildir diye dilimizden atmaya yeltendikleri nice Türkçeleşmiş kelimenin, hem de hâlis Türkçe olduğunu isbat yolunda birbirleriyle cidden gülünç bir yarışmaya girdiler. O günler Mustafa Kemâl, yine bir meclis topladı. Mecliste Mustafa Kemâl’in çok yakınında yer verilen şair Yahyâ Kemâl’e Mustafa Kemal, şiirlerinin birini okuması ricâsında bulundu. Bunun sebebini hemen sezen Yahyâ Kemâl, o mecliste “Ses” gibi, “Açık Deniz” gibi yeni şiirleriyle birkaç gazelini okudu. Şiirleri büyük bir zevkle dinleyen Mustafa Kemal, meclistekilere: -Beyler! İşte hakiki ve güzel Türkçe budur, dedi ve aynı büyüklükle ilâve etti: -Yahyâ Kemâl Bey!.. Hatırlıyor musunuz? Sizi dil çalışmalarına dâvet ettiğim zaman, bana: “Benim dilde ilmim değil, sadece vehmim vardır, müsâade edin, ben bu vehimle baş başa kalayım.” demiştiniz. Şimdi hep birlikte anlıyoruz ki dil dâvâsında siz haklı çıktınız. Yahyâ Kemâl, derhâl, bir incelikle doğruldu; eğildi ceketini düğmeledi ve: - Paşam, dedi. Size karşı haklı çıkmak, çok tehlikeli değil mi? Mustafa Kemâl, bu sözdeki nükteyi ve bu sözdeki ince vehmi, tabii çok iyi anlamıştı: - Hayır, asla! diye çok samimi konuştu. Çünkü, bu aynı zamanda bizim millete ve tarihe karşı haklı çıkmamız demektir, sizin o zamanki vehminiz, bizi bugün mes’ûd ediyor. Sonra yanındakilere döndü: -Görüyorsunuz ya, beyler, dedi. Yahya Kemâl Bey’in vehmi, sizin ilminizi mağlûp etti!.. Bazen öyle olurdu. Vehimler, sahte hatta sahte olmayan ilimleri bile yenebilirdi. Bu, vehmi duyan ruhların büyüklüğüyle ölçülürdü. Cümlede vehim mi ilmin, ilim mi vehmin yerinde kullanılmıştı? Bunu ancak dinleyenlerin akılları anlayacaktı. Tam da konu buraya gelmişken, harf inkılabı hakkında neler söylersiniz? Konfiçyüs der ki “Bir milleti yok etmek istiyorsanız önce o milletin diliyle işe başlayın”. Harf devrimi ile birlikte bin yıllık tarihimiz maalesef talan edilmiştir. Mc Arthur’un bir sözü vardır. “Doğacaklarıyla ölmüşleri arasında köprü kuramayan milletlerin yaşamaya hakkı yoktur.” Bizler üzülerek söylüyorum, babalarımızın, dedelerimizin, ninelerimizin mezar taşlarını okuyamıyor, Süleymaniye’de, Beyazıt’ta bulunan kütüphalere girip ecdadın bize miras olarak bırakmış olduğu eserleri okuyamıyoruz. Harf devrimiyle birlikte akşam başını âlim olarak yastığa koyan sabah cahil olarak kalkmıştır. Böyle bir uygulamanın dünyada eşi ve benzeri yoktur. Latin alfabesine karşı değiliz. Osmanlı Türkçesi’nin yanısıra (Kastımız alfabedir.) Latin alfabesi öğretilebilirdi. Değerli hocam bu soruyu aynı zamanda talebeniz olarak soruyorum. Derslerinizde Osmanlı Türkçesinde mevcut kelimelerin kullanımında özel bir hassasiyet taşıdığınızı gözlemliyorum. Hatta öyle kelimeler oluyor ki anlamları ve yazılışları için dakikalarca lügat karıştırıyoruz. Osmanlı Türkçesi’ni bilmek konuşmacıya ne gibi ayrıcalık kazandırır? Allah uzun ömür versin, Hocam Toron Karacaoğlu derdi ki Osmanlı Türkçesi’ne vâkıf olamayan dili doğru kullanamaz.” Osmanlı Türkçesi, kelime ve kavram olarak söylüyorum bunu, kelime dağarcığımızın zenginleşmesine de yardımcı olur. Kelime dağarcığımız ne kadar geniş olursa kendimizi o oranda ifade ederiz. Yahya Kemal merhum, “Kelime dağarcığınız ne kadar zenginse aklınızı o oranda kullanırsınız” diyor. Biz bugün maalesef ikiyüz ikiyüzelli kelimeyle konuşmaya çalışıyoruz. Hal böyle olunca, birbirimizle sağlıklı bir iletişim kuramıyoruz. Son zamanlarda duyduğumuz sözlerin başında “Ben seni anlamıyorum” “Sen beni anlamıyorsun”, “Biz seninle anlaşamıyoruz.” Bütün bunlar konuşamamanın getirdiği sıkıntılardır. Epiktetos, “Konuşmak sanattır, dinlemek ve anlamak ayrı bir sanattır”, Yusuf Has Hacib de “İki dinle bir söyle” der. Dinlemek konuşmak kadar önemlidir. Kulun yaratıcıyla irtibatında bile dilin, konuşmanın, ifadenin, talep etmenin önemi ortaya çıkıyor. Gelişigüzel, laf olsun torba dolsun diye konuşmamalıyız. Kutadgu Bililg’de Yusuf Has Hacib; “Kişide dilince değişir kader Ya yurda baş olur ya da başı gider” Yunus Emre de ; “Söz ola kese savası Söz ola kestire başı Söz ola agulu aşı Bali le yağ ede bir söz” Konuşma, yaratıcının insanoğluna bahşettiği en büyük lütûftur. Yüce Allah, Hz. Âdem’e önce İsm-i Âzam öğretmiştir ve Hz. Âdem’e tekrar ettirmiştir. Şeytanın aldatmasıyla yenmemesi gereken yasak meyveden yiyen Hz. Âdem ve Hz. Havva dünyaya sürgüne gönderilmişlerdir. Hz. Adem yaratıcının öğrettiği kelimelerle dua etmiş ve neticesinde affedilmiştir. Konuşmanın ne kadar büyük bir nimet olduğunun farkına varmamız gerekir. Hazreti Mevlana, “Dua etmek için temiz bir lisânın yoksa, lisânı temiz olanlardan medet iste” der. Hocam Türkçenin güncel sorunları hakkında neler söyleyebilirsiniz? Dilimizin bugün içinde bulunduğu durum hiç iç açıcı değildir. Neler yapılabilir, paylaşmak yararlı olacaktır: 1. İlk ve orta öğretim kurumlarında sağlıklı bir Türkçe eğitim ve öğretiminin sağlanması. Liseyi bitiren her gencin, ana dilini doğru konuşup doğru yazabilecek bir düzeye getirilmesi, yani ilk önce sağlıklı bir eğitim; eğitim ve eğitim! 2. Bu eğitim, ilk ve orta düzeydeki eğitim-öğretim kurumlarının öğrencilerine değil, gerekirse öğreticilerine de uygulanmalıdır. Çünkü vaktiyle Millî Eğitim Bakanlığının verdiği kararla, eğitim enstitülerinde üçer-beşer aylık kurslarla nasıl öğretmen yetiştirildiği, dil bilgisi derslerinin bir süre nasıl programdan çıkarılıp askıya alındığı ve okutulup okutulmaması öğretmenin isteğine bırakıldığı, imlâ kurallarının dilin yapı ve işleyişini temel alan bilimsel ölçülerle değil, yazboz tahtası gibi kişiden kişiye değişen bilim dışı ölçülere bırakılarak sağlıklı bir temele oturtulamadığı hatırlanırsa, bu durum daha iyi anlaşılır.3. Şimdiye kadar yazılan dil bilgisi kitaplarında; konuların sınıflandırılması, değerlendirilmesi ve terimlere bağlanması açısından, yer yer bütünüyle çelişen, sıkıntı oluşturan ve bilimsel ölçülere ters düşen durumlar ortaya çıkmaktadır. Bu da ister istemez dil bilgisi eğitiminde ve yetişenlerin şekillenmesinde bir sıkıntı, bir ayrılık oluşturmaktadır. Bu nedenle, bilimsel ölçülerle ve dili sevdirecek metin parçaları ile bezenmiş yeterli dil bilgisi kitaplarına gereksinim vardır.4. Yazılı ve sözlü basın organlarında çalışanlar, ana dillerine ilgi ve özen gösteren bir anlayışa sahip kılınmalı, bu konuda bilinçli duruma getirilmelidir.5. Radyo ve televizyon kanallarında görev alan spiker, sunucu ve program yapıcıları, fizik yapılarındaki düzgünlük ve güzellikten önce, dili kullanma yeteneklerine bakılarak seçilmelidir. Bu işler için görevlendirme yapılırken, başvuranların ana dili sözlü ve yazılı olarak kullanabilme yeteneklerinin uzman kişilerden oluşan komisyonlarca değerlendirilmesi gerekir. Bu yetenek radyo ve televizyon daire başkanlarında da aranmalıdır.6. Yazılı basında, radyo ve televizyon kurumlarında gerekirse birer “Dil Denetleme Kurulu” oluşturulmalı. Buralara Türk dili araştırmalarında, Türk dili tarihinde ve Türkiye Türkçesi alanlarında gerçekten ün yapmış kimseler alınmalıdır. Ayrıca, bir hizmet içi eğitim başlatılmalıdır.7. Önemli bir nokta da bütün aydınlar için olduğu gibi, yazılı ve sözlü basın organlarında çalışanlarda da sahteci; dili yozlaştırıcı yabancı söz hayranlık ve özentisinin yerine ana dili sevgi ve bilincini aşılayacak önlemler alınmalıdır. Türk Dil Kurumunca, dilimize yeni girmiş yabancı kelimelere bulunan karşılıkları yazılı ve sözlü basın organlarına benimsetecek önlemler alınmalıdır. Dilimizi ilericilik-gericilik gibi politik ve gereksiz çatışmalara alet etmekten ve tasfiyecilik saplantısından kurtararak, yüzyılların oluşturduğu bugünkü canlı yapısı ile geliştirip, çağdaş dünya şartlarının gerekli kıldığı yeni söz ve terimlerin üretilebilmesi için bütün dil uzmanları el birliği ile çalışılmalıdır. Değerli hocam, bir dönem masa başında oturup eski kelimelere yeni karşılıklar uydurulduğu hepimizin malumudur. Böyle bir tutum malum olduğu üzere dilin de imhası anlamına gelmektedir. Sizce bir zamanlar yapılmış olan bu fiiller art niyetliydi diyebilir miyiz, yoksa bilinçsiz bir fiil miydi? Kötü niyetli insanların uyguladığı bir yöntemdir bu. Falih Rıfkı Atay der ki; “Türkçeyi sala bindirdik, sele kaptırdık.” Sırf Arapça ve Farsça kelimelere düşmanlıklarından dolayı masa başında birçok uydurma kelime türetilmiştir. Bu Arapçadır, şu Farsçadır diye birtakım kelimeleri dilimizden tasfiye etmeye kalkarsak bir müddet sonra hiçbir şey konuşamaz hale geliriz. Çünkü, “Hiç” Farsçadır, “Şey” de Arapçadır. Öztürkçe faaliyetinde bulunanlar dili kısırlaştırmaktan öte bir şey yapmamışlardır. Üstad Necip Fazıl yapılmaya çalışılanları şöyle özetliyor bir şiirinde; Bülbüllere emir var: Lisân ögren vakvaktan Bahset tarih, balığın tırmandığı kavaktan! Türk dünyasının önemli mütefekkirlerinden rahmetli Cengiz Aytmatov “Bana edebiyatını söyle, hangi millete mensub olduğunu söyleyeyim” der. Hocam kıymetli vaktinizi ayırdınız, sizinle dil üzerine güzel bir sohbet şansı bulduk. Umuyorum ki okuyucular da bu sohbetimizden fazlasıyla istifade edecekler. Güzel sohbetiniz için çok teşekkür ederim.

O BÜTÜN KÂİNATIN SEVGİLİSİDİR! Hz. Resul-ü Ekrem Muhammed Mustafa (asm), gayr-i Müslimlerin dahi itirafıyla dünya tarihinde yaşamış “en büyük insan” olduğu gibi, “en çok sevilen insan” olmak sıfatına da sahiptir. Evet, o insanların en sevgilisi, en yücesi, en azizidir. Onun kadar, geniş kitlelerin gayet samimi ve candan sevgisine mazhar olmuş ne bir insan, ne de bir peygamber yaşamıştır şu dünya üzerinde. O, kâinatın fahrı, Âdemoğlunun şerefi ve iftihar kaynağıdır. İki cihanın sultanıdır. Nasıl öyle olmasın ki, onu Yüce Allah sevmiş ve “Habibim” hitabına mazhar kılmıştır. Onu seven Allahu Teâlâ, onun sevgisini, -bir hadiste işaret edildiği üzere- önce sema ehli olan melaike arasına, ardından da yeryüzüne indirmiş ve o yeryüzü halkının da en sevgilisi olmuştur. Dağlar taşlar bile onu sevmiş, “Uhud öyle bir dağdır ki, biz onu severiz o da bizi sever” (1) hadisine mazhar olmuşlardır. Bununla birlikte bu sevgi tek taraflı olmamış, o da ashabını, müminleri ve ümmetini ziyadesiyle sevmiş ve bunu her haliyle ortaya koymuştur. Onun ümmetine nasıl bir sevgi ve şefkatle dolu olduğunu şu ayet-i kerime gayet güzel açıklıyor: “Şânım hakkı için, size kendi içinizden öyle bir peygamber geldi ki, sıkıntıya düşmeniz ona ağır gelir; size düşkündür, müminlere karşı çok şefkatlidir, merhametlidir.” (2) Onun bu ziyade sevgi ve şefkatinin karşılığı da ziyade sevgi ve hürmet değil midir? Evet, Kur’ân’ın dediği gibi, “İyiliğin karşılığı ancak iyilik değil midir?” (3) Tüm Müslümanların (ve inşallah hepimizin), Hz. Muhammed aleyhi’s-salatü ve’s-selâmı yüzyıllar boyu azalıp eksilmeyen bir aşk ve muhabbetle sevmesinin iki büyük sebebi vardır. Birincisi o yüce insanın, bütün güzel ahlaklarla donanmış, hayranlık verici üstün yaratılışıdır. İnsanlar arasında O, taşlar arasındaki yakut gibidir. İkincisi ise, iki cihan saadetine kavuşturan İslam’ın hidayet yoluna insenların girmesine vesile olmasıdır. ASHAB-I KİRAM’IN PEYGAMBER SEVGİSİ Rabbimiz Kur’ân’da, “Peygamber, müminlere kendi nefislerinden daha evlâdır (ileridir).”(4) buyuruyor. Bu ayetin tefsirinde İbni Cerîr Taberî Hazretleri, “Yani Resûlullah, sevilmede ve sözünün dinlenmesinde kişiye bizzat kendisinden daha üstündür.” der. İki cihan serveri olan Efendimiz (asm) da bu ayet hakkında şöyle buyurmuştur: “Hiçbir mü’min yoktur ki ben onun için dünya ve âhirette diğer insanlardan daha üstün olmayayım. Dilerseniz ‘Peygamber, müminlere kendi nefislerinden daha evlâdır (ileridir).’ âyetini okuyun.” (5) Hazret-i Resul-ü Ekrem Efendimiz (asm) aynı manayı başka bir hadis-i şerifinde ise şöyle açıklar: “Hiçbiriniz ben ona babasından da, evlâdından da, bütün insanlardan da daha sevgili olmadıkça (kemâliyle) îmân etmiş olmaz” (6) Resululah sallallâhu aleyhi ve sellemi dünya gözü ile görmek, ona yoldaş, arkadaş, sırdaş olmakla şereflenmiş olan sahabeler, bu ayet ve hadislerden aldıkları ders ile Hz. Peygamberi pek ziyade severler ve bu sevgilerini şöyle dile getirirlerdi: “Anam babam ve canım sana feda olsun yâ Resûlallah!” Bir gün Hz. Ömer (ra) Hz. Resûlullah’ın (asm) elinden tutmuş hâlde ona: “Yâ Rasûlallah, Sen bana muhakkak ki, nefsimden başka her şeyden daha sevimlisin!” dedi. Hz. Peygamber (asm) de ona: “Hayır, (öyle söyleme)! Nefsim elinde bulunan Allah’a yemîn ederim ki, ben sana hayatından daha sevimli olmadıkça (îmânın kemâle ermez)” buyurdu. Bunun üzerine Hz. Ömer (ra): “Şu anda Allah’a yemîn ederim ki, sen bana muhakkak nefsimden, yâni canımdan da daha sevimlisin” dedi. Peygamber (asm) de: “İşte şimdi oldu yâ Ömer” buyurdu” (7) Başka bir sahabenin, Allah Resulü’nün (asm) huzuruna gelerek ifade ettiği şu samimi duyguları aslında bütün sahabelerin hislerine tercüman olmuştu: Bu kişi Hz. Peygamber’e geldi ve: “Ey Allah’ın Rasûlü! Benim için sen nefsimden daha sevimlisin. Çocuğumdan daha fazla seni severim. Evimde olduğumda seni hatırlıyorum. Seni gelip görmeyince rahat edemiyorum. Senin ölümünle kendi ölümümü hatırladığımda, biliyorum ki, sen cennete dâhil olduğunda peygamberlerle beraber olacaksın. Benim ise cennete girmem şüpheli. Eğer cennete girsem bile, seninle beraber olamamaktan korkuyorum” dedi. Hz. Peygamber ona bir cevap vermedi. Tam o sırada Cebrâil (as) şu ayeti indirdi: “Kim Allah’a ve Resûl’e itâat ederse, işte onlar; Allah’ın kendilerine nimet verdiği peygamberler, sıddîklar, şehîdler ve sâlih kimselerle berâberdirler. Hem işte onlar, ne güzel arkadaştırlar!” (8) - Bir kişi Hz. Peygamber (asm)’den kıyametin ne zaman kopacağını sordu. Hz. Peygamber: “Sen kıyamet için ne hazırlık yaptın?” deyince, “Hiçbir şey hazırlamadım. Ancak Allah’ı ve Peygamberini severim” dedi. Hz. Peygamber (asm), “Sen sevdiklerinle berabersin” buyurdu. Resûlullah’ın (asm) bu müjdesi sahabeleri o kadar çok sevindirmişti ki, o güne kadar hiçbir şey onları bu kadar sevindirmemişti. Çünkü hepsi de Allah ve Resulünü canlarından çok seviyorlardı. (9) Talha bin Bera, Hz. Peygamber’e rastladığı zaman, elini ve ayaklarını öperdi. (10) Başlangıçta müşrikler arasında yer alan Urve bin Mesut (ra), Kureyş elçisi olarak Medine’ye gelmiş, bu arada ashabının Resul-ü Ekrem’e olan şiddetli sevgi ve bağlılıklarını hayretler içerisinde seyretmişti. Dönüşünde bu izlenimini Mekkeliler’e şöyle anlattı: “Ey kavmim! Andolsun ki ben krallara; Kayser’e, Kisrâ’ya, Necâşî’ye gittim ve andolsun ki hiç birisi adamlarından, Muhammed’in ashabından gördüğü tazimi (saygıyı) görmemektedir. Andolsun ki Muhammed’in ağzından bir tükürük çıksa mutlaka onların birisinin eline düşer, onlar da onu ellerine ve yüzlerine sürüyorlar. Muhammed onlara bir emirde bulunsa derhal onu yerine getiriyorlar. Abdest aldığı zaman abdest suyunu getirmek için nerdeyse birbirleriyle savaşacaklar. Konuştuğu zaman onun katında seslerini alçaltıyorlar; tazim maksadıyla ona dikkatli bir şekilde de bakmıyorlar.” (11) Sefer esnasında kurulan bir tuzak neticesinde müşriklerin eline esir düşen Hubeyb (ra)’ı ağaca asacakları zaman ona: “Allah için doğru söyle. Şimdi sen Muhammed’in senin yerinde olmasını istemez misin?” dediler. O da, ‘Allah’a yemin ederim ki, ölümden kurtulmam için Muhammed’in ayağına bir dikenin batmasını bile istemem’ dedi.” (12) ASHABDAN SONRA GELENLERİN PEYGAMBER SEVGİSİ Resul-ü Ekrem Efendimiz’e (asm) ashabın bu sevgi ve hürmeti, sonraki kuşaklara da aynen intikal etmiştir. O Habîb-i Ekrem (asm), bütün ümmet-i Muhammed’in gönüllerinde taht kurmuş, ona olan sevgi ve aşklarını, hakkında birbirinden güzel salâvatlar yazarak, şiir, naat ve mevlidler söyleyerek ortaya koymuşlardır. Aslında her gün beş vakit namazın sonunda salli-barik dualarıyla okunan salâvatlar ona olan sevgi ve bağlılığın her gün beş defa tazelenmesi değil midir? İslam tarihinde, en âmisinden en âlimine kadar bütün ümmetin Resûlullah sevgisini gösteren hepsi birbirinden harika yüz binlerle göz yaşartıcı muhabbet levhaları vardır. Sözü fazla uzatmamak için, o ibret levhalarından meşhur olmuş bir kaç menkıbeyi alıyoruz: SEYYİD AHMED RUFÂÎ HAZRETLERİ’NİN SEVGİSİ Hz. Peygamber’in torunu Hazret-i Hasan (ra)’ın neslinden gelen dört büyük kutuptan biri olan ve Rufâî Tarikatinin kurucusu Seyyid Ahmed Rufâî Hazretleri hacca gitmişti. Medine-i Münevvere’de Resul-ü Ekrem Efendimizin (asm) türbe-i saadetini ziyareti esnasında ona hitaben şu şiiri söyledi: “Uzaktık, toprağını öpmek için efendim, kendim gelemez, vekil ruhumu gönderirdim. Şimdi seni ziyaret nimeti oldu nasib, Ver mübarek elini, dudağım öpsün Habib!” Şiir bitince, birden sevgili Peygamberimizin kabrinden, mübarek elleri göründü. Seyyid Ahmed Rufâî Hazretleri de son derece tazim ve hürmetle Peygamber efendimizin mübarek elini öptü. Orada bulunan herkes, hayretle hadiseyi gördü. Peygamber Efendimiz'in mübarek ellerini öptükten sonra, Kabr-i Şerif’in kapı eşiğine yattı. Ağlayarak, oradaki cemaate; “Üzerime basarak geçiniz!” diye yalvardı. Fakat insanlar o mübarek insana bu hareketi yapmaktan sakındılar. (13) SEYYİD AHMED YESEVÎ HAZRETLERİ’NİN SEVGİSİ Türkistan’ın büyük evliyası, yetiştirdiği müridlerini göndererek Anadolu’nun İslamlaşmasında çok mühim hizmetleri geçen Ahmed Yesevî Hazretleri, 63 yaşına bastığında Hz. Peygambere olan büyük sevgisinden dolayı “Allah’ın Sevgili Peygamberi 63 yaşında dünyadan ayrıldı. Ben de bundan sonraki ömrümü yer altına kazdığım bu çilehanede geçireceğim” diyerek vefat edinceye kadar uzun seneler boyunca orada inziva hayatı yaşamış, mecburiyetler dışında oradan dışarı çıkmamıştır. (14) HAZRET-İ MEVLÂNÂ’NIN SEVGİSİ Memleketimizin medar-ı iftiharı olan büyük evliyalardan ve şöhreti bütün dünyaya yayılan Mevlana Hazretleri, Kur’ân’a ve Resûlullah’a olan sevgi ve bağlılığını, “Canım var oldukça, ben Kur’ân’ın kölesiyim. Ben Hz. Muhammed Muhtar’ın (asm) yolunun toprağıyım” diyerek tüm dünyaya ilan etmiştir. Zamanında Konya’da yaşayan büyük evliyadan Sadreddin-i Konevî Hazretleri bir gün şöyle bir rüya görür: “Rüyâmda Fahr-i Kâinât Efendimiz'i gördüm. Yanlarında Eshâb-ı kirâm ile medreseyi teşrîf etmişlerdi. Sofanın ortasına oturdular. Bu sırada Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî de oraya gelip uygun bir yere oturdu. Peygamber Efendimiz Mevlânâ’ya çok iltifât ettiler ve Hazret-i Ebû Bekr’e dönerek; “Yâ Ebâ Bekr! Ben Celâleddîn ile diğer peygamberlerin arasında öğünürüm. Çünkü onun öğrendiği ilim, işlediği amelin feyz ve nûru ile ümmetimin gözleri aydın olur. O benim oğlumdur.” buyurdular. (15) BEDİÜZZAMAN’IN PEYGAMBER SEVGİSİNE DAİR BEYANLARI Habib-i Rabbü’l-âlemîn olan Hz. Muhammed (asm), getirdiği iman ve İslamiyet nuruyla bizlere kazandırdığı hadsiz nimetler karşısında her türlü sevgi ve minnettarlığa layıktır. Onu ne kadar sevsek, ne kadar minnet duysak azdır. Asrımızda, Peygamber sevgisinin en büyük bir numunesini gösteren ve o sevginin ümmet-i Muhammed’de ziyadeleşmesi adına, Sünnet-i Seniyye, Mucizat-ı Ahmediye, Miraç, Şakk-ı Kamer, Minhacüssünne ve Reşhalar gibi pek çok risaleler telif eden Bediüzzaman Hazretleri bu sırra şöyle işaret eder: “Madem Zât-ı Ahmediye (asm), insanlara olan hadsiz ihsanat-ı İlahiyenin (Allah’ın ihsanlarının) en mühim bir vesilesidir. Elbette Cenab-ı Hak hesabına, hadsiz bir muhabbete (sevgiye) lâyıktır. İnsan, sevdiği zâta eğer benzemek kabil (mümkün) ise, fıtraten (yaradılışça) benzemek ister. İşte Habibullah’ı (Allah’ın sevgilisini) sevenlerin, sünnet-i seniyesine ittiba (uymak) ile ona benzemeye çalışmaları, kat’iyyen iktiza eder (gerekir).” (16) Üstad Bediüzzaman, burada anlattığı gibi, Resûlullah’ın (asm) getirdiği hidayet nurunun nasıl bir minnettarlık sebebi olduğunu kendi başından geçen gayet latîf bir hatırayla şöyle ifade eder: “Denizli hapsinden tahliyemizden sonra, meşhur Şehir Oteli’nin yüksek katında oturmuştum. Karşımda güzel bahçelerde kesretli kavak ağaçları birer halka-i zikir tarzında gayet latif tatlı bir surette hem kendileri, hem dalları, hem yaprakları, havanın dokunmasıyla cezbedârâne ve câzibekârâne hareketle raksları, kardeşlerimin müfarakatlarından (ayrılmalarından) ve yalnız kaldığımdan hüzünlü ve gamlı kalbime ilişti. Birden güz ve kış mevsimi hatıra geldi ve bana bir gaflet bastı. Ben, o kemal-i neş’e ile cilvelenen o nazenin kavaklara ve zîhayatlara (canlılara) o kadar acıdım ki, gözlerim yaş ile doldu. Kâinatın süslü perdesi altındaki ademleri, firakları (yok olup ayrılmaları) ihtar ve ihsasıyla (hissettirmesiyle) kâinat dolusu firakların, zevallerin (ayrılıkların) hüzünleri başıma toplandı. Birden hakikat-ı Muhammediyenin (asm) getirdiği nur, imdada yetişti. O hadsiz hüzünleri ve gamları, sürurlara çevirdi. Hattâ o nurun, herkes ve her ehl-i iman gibi benim hakkımda milyon feyzinden yalnız o vakitte, o vaziyete temas eden imdad ve tesellisi için Zât-ı Muhammediyeye (asm) karşı ebediyen minnetdar oldum.” (17) Resullullah (asm)’a duyulan sevginin en büyük alameti, onun getirdiği bütün her şeye kayıtsız şartsız iman etmek ve onun sünnetini yaşama arzusu ve gayreti içinde olmaktır. Rabbimizden duamız, kalplerimizi habibinin sevgisi ile doldurması ve cümlemizi mahşerde onun etrafında haşr edip ebedî Cennet’te komşu eylemesidir. Kaynaklar (1) Buhari, Cihad, 102(2) Tevbe Suresi, 128(3) Rahman Suresi, 60(4) Ahzab Suresi, 6(5) Buhari, Tefsir, 302(6) Buharî, İman, 8 / Müslim, İman, 70(7) Buhari, Yeminler, 11(8) Nisa Suresi, 69/ Hayatu’s-Sahabe, c. 2, s. 350(9) Müslim, Birr, 163/ Buhari, Edeb, 192(10) Hayatu’s-Sahabe, c. 2, s. 353-354(11) Hayatu’s-Sahabe, c. 1, s. 135-136(12) Hayatu’s-Sahabe, c. 1, s. 508-510(13) İslâm Âlimleri Ansiklopedisi; cild-6, s.83(14) İslâm Âlimleri Ansiklopedisi; cild-6, s.102(15) İslâm Âlimleri Ansiklopedisi; c.8, s.147(16) Lem’alar, 11. Lem’a-Sünnet-i Seniye Risalesi, s. 60(17) Asayı Musa, Meyve Risalesi, 10. Mesele, s. 59

BANA BİR DAYANAK NOKTASI VERİN DÜNYA’YI YERİNDEN OYNATAYIM Sizce bu cümle ile ne demek istemişti Arşimet? Ya da bu söylenen gerçekten mümkün müydü? Yunan asıllı, milattan önce yaşamış bu şahıs hem matematikçi, hem fizikçi, hem astronom, hem filozof, hem de mühendismiş. Yeni nesle garip gelse de öyleymiş. Demek eskilerin vakti epey bolmuş ki her şeyle uğraşmışlar, dedirtiyor malayaniyatla uğraşıp duran günümüz modern dünyanın insanlarına. Tahsil ettiği ilimlerin kazandırdığı bakış açısıyla etrafını okumuş ve pek çok adetullah kanunlarını fark etmiş Arşimet. Meşhur “Buldum! Buldum!” sözü de bu zata aittir. Neyi mi? Allah’ın, “kaldırma kuvveti” ismiyle tanımlanan, suda tezahür eden kudretini. Ve aynı şahıs, yukarıya aldığımız cümleyi de sarf etmiştir. O dayanak noktasını buldu mu bilemem; ama sizler gayet iyi biliyorsunuz. O nokta, insanın kendisinde. Fıtratında. İnsan olma keyfiyetinde. Aşağıya yazacağım yazıyla buraya yazdıklarımın elbette bir bağlantısı var. Zira her insan bir cihette Arşimet’tir. Çünkü her insan dünyayı yerinden oynatmak istemektedir. Aynı zamanda her bir insan acizdir. Fakirdir. Her bir ferdin istinat etmek, dayanmak istediği bir yer muhakkak vardır ve insanlık var oldukça bu ihtiyaç devam edecektir. Ne dersiniz, dünyayı yerinden kaldırmak istiyor musunuz? O halde okumaya devam etmelisiniz. AHZAB 56 Rabbimiz, Ahzab Suresi 56. ayette, biz müminlere “Muhakkak ki Allah ve melekleri, o Peygambere salât ederler. Ey iman edenler! (Siz de) Ona salât edin ve (ona) teslimiyetle selâm verin!” buyurmaktadır. Sahabe-i Kiram (ra) bu emri duyduklarında Efendimiz (asm)’e şu suali sormuşlardır: “Ya Resûlallah selam vermeyi biliyoruz. Fakat ‘salât’ı nasıl getireceğiz?” Bunun üzerine Müslümanlara namazda okunan salavat duası öğretilmiştir. اللهم صل على محمد وعلى آل محمد ، كما صليت علي إبراهيم وعلى آل إبراهيم و بارك على محمد وعلى آل محمد، كما باركت على إبراهيم وعلى آل إبراهيم إنك حميد مجيد PEYGAMBERE SALAT GETİRMEK FARZ MIDIR? Fahrettin Razi bu konuda şu bilgileri kaydeder: “Peygambere ‘salât’ getirme hususunda melekler, Allah Peygamber’e ister ‘salât’ etsin isterse etmesin, kesintisiz olarak ‘salât’ getirirler ki, bu onlara sanki ya vaciptir ya da mendub. Hâlbuki müminler hakkında durum böyle değildir. Peygambere salât ü selâm getirmek vaciptir, farz değildir. Binâenaleyh, bu teşehhüdde farz olur.”[1] Elmalılı Hamdi Yazır ise, konuyla ilgili olarak “İsmi zikrolundukça vacip olur”[2] demiştir. EFENDİMİZ NE DİYOR? Bu konuda pek çok hadis rivayet edilmiştir. Bunlardan bazılarını buraya kaydediyoruz. Rivayet ediliyor ki, Hz. Peygamber (asm) günün birinde, yüzünde müjde alâmetleri olduğu hâlde çıkageldi ve şöyle buyurdu: Cebrail (as) bana gelerek dedi ki: “Ey Muhammed! Sen razı değil misin ki, ümmetinden herhangi bir kişi bir defacık sana salâvat-ı şerife getirirse ben ona on defa salâvat edeyim? Sen razı değil misin, ümmetinden herhangi bir kimse sana bir defa selâm ederse, ben ona on defa selâm edeyim?” “Kim benim üzerime salâvat getirirse, o salât getirdiği müddetçe melekler de onun üzerine salâvat getirirler. O kimse bu keyfiyeti bildikten sonra üzerime ister az, ister çok salâvat getirsin.” “İnsanların (Müslümanların) bana en yakını, bana en fazla salâvat-ı şerife getirenidir.” “Müslüman kişi ki ben onun yanında yâd edildiğim hâlde o bana salâvat-ı şerife getirmez. Bu cimrilik yönünden ona yeter de artar bile.” “Cuma gününde bana çok salâvat-ı şerife getirin.” “Ümmetimden bana salâvat-ı şerife getiren kimse için on sevap yazılır ve defterinden on günah da silinir.” “Ezan ve kameti işittiği zaman şöyle diyen kimseye benim şefaatim vacip olur: ‘Ey Allah’ım! Ey bu tam ve eksiksiz davetin sâhibi! Ey kılınacak olan namazın maliki! Kulun ve Resulün Muhammed’in üzerine salât et. Ona vesile ve fazileti, en yüce derece ve şefaati kıyamet gününde ihsan buyur!” “Kim herhangi bir kitapta benim üzerime bir salât getirirse (yazarsa) ismim o kitapta oldukça melekler o kimse için af talebinde bulunurlar.” “Yeryüzünde seyahat eden birtakım melekler vardır. Onların vazifeleri ümmetimin selâmını bana iletmektir.”[3] PEYGAMBER EFENDİMİZİN SALAVATA NE İHTİYACI VAR? Fahreddin Razi Hazretleri ya kendine sorulmuş ya da kendisi sormuş, demiş ki, “Allah ve melekleri, Peygambere (asm) salât ü selâm ettiğine göre, bizim salât ü selâmımıza ne gerek var?” Cevaben söyledikleri ise şöyle: “Biz diyoruz ki, peygambere yapılan salât, peygamberin o salata olan ihtiyacından dolayı değildir. Aksi halde, peygambere Allah salât ü selâm edince, meleklerin de salâtına hacet kalmazdı. Bu ancak, ona duyulan saygıyı izhar etmek içindir. Nitekim Cenabı Hak da, hiç ihtiyacı olmadığı halde, bize, kendisini zikretmemizi farz kılmıştır. Bu ancak, Cenabı Hakk’ın bundan dolayı bize mükâfat vermesi için ve de bize bir şefkat ve merhamet olsun diye, tarafımızdan peygambere duyulan saygıyı ortaya koymak içindir. İşte bundan dolayı Hz. Peygamber (asm), ‘Kim bana tek bir defa salât ü selâm getirirse, Allah Teâlâ da ona on defa salât (merhamet) eder’ buyurmuştur.”[4] GERÇEKTE SALAVAT NEYİ İFADE EDİYOR? Peygamber Efendimiz âlemlere rahmet olarak gönderildiği içindir ki, muazzam bir rahmete mazhar olmuştur. Bu mazhariyet ise nihayetsiz salavata ihtiyaç göstermiştir. Çünkü Peygamber Efendimiz (asm) bütün ümmetin dertleriyle alakadar ve saadetleriyle nasipdardır. İnsan için iki tür gelecek vardır. Birincisi yakın gelecek dediğimiz kabirden önceki gelecek, diğeri ise kabirden sonraki ebedi hayat. Peygamber (asm) ümmetinin bu ebedi yolculuk serüveninde başına gelebilecek her türlü halden korunması ve ebedi saadetleri noktasında alakadarlığından dolayı nihayetsiz salavata ihtiyaç göstermiştir. Hem insan, nihayetsiz aciz ve fakir olduğu için nihayetsiz rahmete muhtaçtır. Rahmete ulaşmanın vesilesi ise, Peygamber Efendimiz (asm)’dir. Salavatın manası, rahmettir. Âlemlere rahmet olarak yaratılmış olan Efendimize (asm) ulaşmak, ancak ona salavat getirmekle mümkündür. Ta sonsuz rahmet sahibi Allah’a ulaşılabilsin. Bunun en kolay yolu ise, salavattır. ASLINDA OLAN NE? Olan şu: Peygamber Efendimiz bizim kendisine salavat getirmemize muhtaç değil, biz ona salavat getirmeye muhtacız. Çünkü O, duası makbul en mühim zattır. Kainatın yaratılması ve cennetin varlığı Onun duasıyladır. Bizim selametimiz de onun duasına bakmaktadır. Onun duasını almamız ise, Ona okuyacağımız salavata bağlıdır. Salavat okuyan, ancak kendine fayda sağlar. Peygamber Efendimiz salavatın ehemmiyetini beyan ve ümmetinin selameti için -kulağa küpe- şunları söylemiştir: “Yanında adım zikrolunup da bana salavat getirmeyen kimsenin burnu sürtülsün.” Yine buyurmuştur ki, “Allah Teâlâ benim için iki melek görevlendirmiştir. Ben bir Müslümanın yanında anıldım da bana salavat getirdi mi, mutlaka o iki melek ona ‘Allah seni bağışlasın’ derler. Allah Teâlâ ve diğer melekleri de o iki meleğe cevap olarak ‘Âmin’ derler. Bir Müslümanın yanında adım zikrolunduğunda da bana salavat getirmedi mi, mutlaka o iki melek: ‘Allah seni bağışlamasın’ derler. Yüce Allah ve öteki melekleri de o iki meleğe cevaben ‘Âmin’ derler.”[5] GELELİM BAŞA İşte bundandır ki -Allahu a’lem- Arşimet demiş: “Bana bir dayanak noktası verin Dünya’yı yerinden oynatayım.” Dünyanın, ahiretimizin önünü tıkayan tehlikeli durumundan dolayı herkes için kaldırılması gereken bir yönü vardır. Dünya hayatı, herkes için tehlikelerle doludur. Bu tehlikeli durumdan kurtulmak, daha doğrusu bu tehlikeli yolda yürürken dikkat edilecek hususlar Peygamber Efendimiz (asm)’i iyi tanımak ve ona göre hareket etmekten geçmektedir. Ona olan sevgimizi göstermek, tazelemek ve hürmetimizi ifade etmek ise, salavatla mümkündür. Allah salavatı dilimizden eksik etmesin. Âmin. Kaynaklar [1] Fahruddin Razi, Tefsir-i Kebir, c. 18, s. 291.[2] Elmalılı Hamdi Yazır, Hak Dini Kur’an Dili, c. 8, s. 333.[3] İmam Gazali, İhyau Ulumiddin Tercümesi, c. 1, 891, Bedir Yayınevi, İstanbul, 1993.[4] Bkz. Age.[5] Elmalılı Hamdi Yazır a.g.e.

İMTİHAN VE SABIR Kur’ân’ın değişik ayetlerinde bu dünyanın imtihan yeri olduğu vurgulanarak, müminlerin bu imtihanlarda sabırlı olmaları istenmiştir. Bu konuda iki ayet şöyledir: “Sizi mutlaka biraz korku ve açlık, biraz da mallardan, canlardan ve mahsullerden bir eksiltme ile imtihan edeceğiz. Sabredenleri müjdele!” (Bakara, 155) “(Ey müminler!) Yoksa sizden öncekilerin başına gelenler sizin de başınıza gelmeden cennete gireceğinizi mi sandınız? Onlara öyle fakirlikler ve hastalıklar dokundu ve (belalarla) öyle sarsıldılar ki, peygamber ve beraberindeki iman edenler “Allah’ın yardımı ne zaman gelecek?” diyordu. Dikkat edin, Şüphe yok ki Allah’ın yardımı yakındır.” (Bakara, 214) Peygamberimiz (asm) şöyle buyurmuştur: “Siz altınınızı (sahte mi, değil mi diye) ateşle kontrol ettiğiniz gibi, Allah da sizden birini -onu daha iyi bildiği halde- bela ile tecrübe eder (imtihan eder). Bu imtihan edilenlerden kimi, saf, halis altın gibi çıkar. Bu kimseler Allah’ın kötülüklerden koruduğu kimselerdir. Onlardan kimi de bundan başka türlü çıkar. Bunlarda bazı şüphelere düşmüş kimselerdir. Onlardan kimi de siyah altın gibi çıkar. İşte bunlar fitneye giriftar olmuş (imtihanı kaybetmiş) kimselerdir.”[1] Her insanın imtihanı değişiktir. Fakir, fakirlikle; zengin zenginlikle imtihan edilir. Keza idareciler idare ettikleri kimselerle, idare edilenler de idarecilerle imtihan olunurlar. Bu imtihanı kazanmanın en mühim şartı ise sabırdır. İdareciler şu iki ayete dikkat etmelidirler: “Sizi yeryüzünün halifeleri kılan ve size, verdiği şeyler (nimet, makam) hususunda, sizi imtihan etmek için bazınızı bazınızdan derecelerle üstün kılan O’dur.” (En’am, 165) “Sizin bir kısmınızı, bir kısmınız için sabredecekler mi diye imtihan vesilesi yaptık.” (Furkan, 20). LİDER OLMANIN EN MÜHİM ŞARTI SABIRDIR İmam Şafii, “İnsanları idare etmek, vahşi hayvanları idare etmekten zordur.” der. İnsanların başına geçip onları idare etmek, yönlendirmek dünyanın en zor işlerindendir. Bu işlerin üstesinden gelmenin en mühim şartı da sabırdır. Kur’ân’da İsrailoğulları’ndan bir kısmının dinde önderler oluşunun sebebi olarak sabır gösterilir: “Onlar sabrettikleri zaman biz de onları emrimizle yol gösteren imamlar, liderler yaptık” (Secde, 24) Bu ayete göre sabrı olmayan lider olamaz ve olmamalıdır. İnsanlara hidayet rehberi olarak gönderilen bütün peygamberlerin ortak özellikleri sabırdır. Mekke döneminde gelen ayetlerin pek çoğunda peygamberimize ve Müslümanlara sabır öğütlenir. “(Senden önceki) azim sahibi peygamberler gibi sen de sabret!” (Ahkaf, 35) Eyyüb (as) hakkında “Biz onu sabırlı bulduk. O, ne güzel bir kuldu” (Sad, 44) denilerek övülür. Peygamberimiz de şöyle buyurmuştur: “Belanın en şiddetlisine maruz olanlar peygamberlerdir. Sonra onlara yakın olanlar, sonra onlara yakın olanlardır.”[2] “Allah yolunda benim korkutulduğum kadar hiç kimse korkutulmadı. Allah yolunda bana eziyet edildiği kadar hiç kimseye eziyet edilmedi.” Peygamberimizin (asm) hayatına baktığımız zaman, onun hayatı boyunca zorluklarla karşılaştığını fakat onun sabır ve sebatla bunların üstesinden geldiğini görürüz. Mekke’de müşrikler, Medine’de ise münafıklar ve Yahudiler daima Peygamberimize eziyet etmişlerdir. Üstelik Peygamberimiz bazen yeni Müslüman olan, iman kalbine yerleşmemiş insanların veya bedevilerin kabalıklarına da tahammül ediyordu. Bir defasında ganimeti paylaştırmış ve bir şahıs onu adil olmamakla itham etmişti. Şöyle buyurdu “Allah ve Resulü adil olmazsa kim adil olur? Allah, Musa’ya rahmet etsin, ona bu bana yapılandan daha çok eziyet edilmişti de o sabretmişti.”[3] Peygamberimiz, insanların içine girip onların eziyetlerine tahammül ettiği gibi, diğer müminlerin de insanların içine girmelerini, toplumda İslâm’ın öğrenilmesi ve yaşatılması için zorluklara tahammül edilmesini tavsiye ediyordu. Bu konuda iki hadis şöyledir: “İnsanların içine girip, onların eziyetlerine sabreden Müslüman, insanların içine girmeyen, eziyetlerine sabretmeyen Müslümandan hayırlıdır.”[4] As’as b. Selame (ra) şöyle der: Resulullah (asm) bir adamı sahabeler içinde göremedi ve onu sordu. O adam peygamberimize geldi ve “Ya Resulallah! Ben şu dağa gidip, halvete çekilerek ibadet etmek istiyordum” dedi. Resulullah (asm) ona şöyle dedi: “Sizden birinin İslâmî mevkilerden -hoşuna gitmeyen- bir mevkide bir saat sabretmesi, halvete çekilerek yaptığı 40 yıllık ibadetten hayırlıdır” buyurdu. Başka bir rivayette Peygamberimiz (asm) “Dikkat ediniz! Müslümanların yaşadıkları herhangi bir memleketin, bir yerinde bulunmak (orada İslâma hizmet etmek), kişinin yalnız başına, bir yerde 60 yıl ibadet etmesinden hayırlıdır” buyurmuş ve bunu 3 defa tekrarlamıştır.[5] SABREDENLER ALLAH’IN YARDIMINA MAZHAR OLURLAR Pek çok ayette müminler sabra teşvik edilmiş ve Allah’ın sabredenlerle beraber olduğu, sabredenleri sevdiği ifade edilmiştir. Bu konuda bir ayet, şöyledir: “Ey iman edenler! Sabır ve namazla (Allah’tan) yardım isteyin. Muhakkak ki Allah, sabredenlerle beraberdir.” (Bakara, 153) Peygamberimiz (asm) İbn Abbas’a şöyle nasihat etmiştir “İlim, müminin dostudur. Hilim, onun veziri; akıl, onun yol göstericisi; amel, onun kayyımı, rıfk, onun babası; yumuşaklık, kardeşi; sabır ise onun askerlerinin ordusunun komutanı hükmündedir.”[6] “(Ey Abbas’ın oğlu!) şunu iyi bil ki; hoşuna gitmeyen bir şeye sabretmende çok hayır vardır. Muhakkak ki yardım sabırla beraberdir. Ve kurtuluş, ferah da üzüntüyle beraberdir. Her zorlukla beraber kolaylık vardır.[7] Üstad Bediüzzaman, “Allah, sabredenlerle beraberdir” ayetini tefsir ederken şöyle der: Cenâb-ı Hak, Hakîm ismi muktezası olarak, eşyanın vücudunda bir merdivenin basamakları gibi bir tertib (bir sıra) koymuştur. Sabırsız adam teenni ile (sabırla) hareket etmediği için, basamakları ya atlar düşer veya noksan bırakır; maksud damına çıkamaz. Onun için hırs mahrumiyete sebeptir. Sabır ise müşkilâtın anahtarıdır ki (Hırslı adam, daima zarar ve ziyandadır, sabır ise kurtuluşun, ferahın anahtarıdır” sözü darbı mesel (atasözü) hükmüne geçmiştir. Demek Cenâb-ı Hakk'ın yardımı ve başarılı kılması, sabırlı adamlarla beraberdir.[8] Allah, Peygamberimiz ve sahabelere Bedir Savaşı’nda melek ordusuyla yardım etmişti. Bu yardımın en mühim sebebi ayetlerde “sabır ve takva” olarak zikredilir. “Evet, eğer siz sabreder ve (günahlardan) sakınırsanız, onlar (müşrikler) şu anda bile üzerinize gelseler Rabbiniz, alametli beş bin melekle size yardım edecektir.” (Al-i İmran, 125) Tabiinden Urve (ra) şöyle demiştir: Allah, (sahabelere) “sabır ve takva” üzerinde bulunmaları şartıyla beşbin nişanlı melekle destekleyeceğini vaat etmişti. Allah, bu vaadini (Bedir’de) yerine getirdi. Onlar (Uhud’da) peygamberin emrine isyan ettikleri, yerlerini terk ettikleri ve okçular yerlerini bırakmayacaklarına dair peygambere verdikleri sözü terk ettikleri ve dünyayı istedikleri vakit (Allah tarafından) meleklerin yardımı kaldırıldı. Bu konuda Allah, “Yemin olsun ki siz Allah’ın izni ile onları öldürürken, O size (yardım) vaadini yerine getirmiştir” (Al-i İmran, 152) ayetini indirdi. Onlara fethi gösterdi. Fakat isyan ettikleri vakit, bela ile onları cezalandırdı.[9] SABREDEN ZAFERE ULAŞIR Hedefe doğru yürüyen her insan mutlaka engellerle karşılaşır. Bu engelleri aşmak ancak sabırla mümkündür. Sabırlı olmayan insanlar engellerle karşılaşınca cesaretlerini kaybeder, yılgınlaşır ve hedeflerini terk ederler. Hedeflerini terk etmeyen, direnen, sabreden insanlar hedeflerine ulaşırlar. Bu yüzden “Sabreden, zafere ulaşır.” denmiştir. Üstad Bediüzzaman, Allah’ın insana bütün zorluklara yetecek derecede bir sabır kuvveti verdiğini, fakat insan bu kuvveti geçmiş ve geleceğe dağıttığında, şimdiki zamandaki zorluklara sabrının kâfi gelmediğini söyler. Sabırlı dediğimiz insanlar bu hakikatı anlayıp sabırlarını yalnızca şimdiki zamana tahsis edenlerdir. Peygamberimiz (asm) Mekke’de peygamberliğini ilan ettiği yıllarda müşrikler onu vazgeçirmek için makam, para, kadın teklif etmişlerdi. O, onların bu teklifine “Sağ elime güneşi, sol elime ayı verseniz ben, bu davadan vazgeçmem” diyerek karşılık vermişti. Bu sözleri onun davasında ne kadar kararlı olduğunu göstermeye kâfidir. Mekke’de iken panayırlarda bütün kabileleri her sene dolaşıyor, İslâmı tebliğ ediyordu. Yumuşak, nazik davrananların yanında, kaba ve çirkin davrananlar da oluyordu. Birisi “Ey Muhammed! Biz seni kovmaktan bıktık, sen gelmekten bıkmadın” demişti. Peygamberimizin bıkmadan usanmadan yaptığı tebliğ nihayet 13 yıl sonra semere vermiş, Medineliler, Müslüman olmuştu. Rivayete göre Timur Beyliği’nin ilk yıllarında uğradığı bir bozgundan sonra çadırına çekilmiş. İşin içinden nasıl çıkacağını düşünürken çadır bezinin üstünde bir karıncanın tırmana tırmana yukarı çıktığını görmüş. Hemen bir fiske atıp yere düşürmüş, yine düşüncelere dalmış. Bir iki dakika sonra hayvanın tekrar yukarı çıkmaya başladığını görmüş. Bir fiske daha atmış. Ama biraz sonra yine aynı manzarayla karşılaşmış. Bu hal üç, dört kere daha tekrarlanınca Timurlenk nihayet alnına vurup “İşte şimdi anladım, bunu bana bu karınca öğretti. Geleceğe hâkim olmanın yegâne çaresi sebat etmektir!” demiş. Ve daha sonra bu esastan ömrü boyunca ayrılmamış.[10] Bir engelle karşılaşıp onu aşmak için girişimde bulunduk ve engeli aşamadık ise hareket tarzımızı değiştirmemiz neticeyi de değiştirebilir. Örneğin elimizde 20 anahtar var ve hangi anahtarın kapıyı açtığını bilmiyor isek yapacağımız şey bütün anahtarları teker teker denemektir. Yirminci anahtarla da olsa mutlaka kapıyı açarız. Fakat ısrarla yanlış anahtarla kapıyı açmaya uğraşırsak saatlerce de uğraşsak kapıyı açmamız mümkün olmaz. “Deneme-yanılma” metodu bir öğrenme metodudur. Herhangi bir işi denedik ve yanıldı -başarılı olamadı- isek, bu bizi işi bırakmaya götürmemeli, tam tersine bunu bir tecrübe, bir zenginlik olarak kabul edip yeni bir yol aramaya yönelmeliyiz. Bir yazar şöyle der: “Başarı, doğru düşüncenin ürünüdür. Doğru düşünce tecrübelerin ürünüdür. Tecrübe ise yanlış düşüncelerin toplamıdır." Bunu şöyle formule edebiliriz: Başarı > doğru düşünce > tecrübeler > yanlış düşünceler. (Veya: Yanlış düşünceler > tecrübeler > doğru düşünce > Başarı.) Engellerle karşılaştığımız zaman sabırla inadı da karıştırmamamız gerekir. Yanlışta ısrar inat, doğru şeyde sebat, sabırdır. Kaynaklar [1] Kenzü'l Ummal, c. 3, s. 335, hn: 6819 (Hâkim, Taberani)[2] Tirmizi, Ahmed[3] Kur’an’ın değişik yerlerinde İsrailoğullarının Musa (as)’a verdikleri sıkıntılardan bahsedilir. Mesela Saf Suresi’nin 5. Ayeti’nde Musa as’ın şöyle dediği aktarılır “Ey kavmim! Bana niçin eziyet ediyorsunuz. Siz benim size gönderilmiş peygamber olduğumu da biliyorsunuz.” Yine o kavminin itaatsizliğini Allah’a şöyle şikayet eder “Ya Rabbi! Nefsimden ve kardeşimden başkasına gücüm yetmiyor.” (Maide, 25)[4] Tirmizi, Kitabul Kıyâmet, Bab, 55, hn: 2507[5] Celaleddin Es-Suyuti, Ed-Dürrül Mensur, c. 1, s. 161. (İki rivayet de Beyhaki’den nakledilmiştir.)[6] Celaleddin Es-Suyuti, Ed-Dürrül Mensur, c. 1, s. 160.[7] Agy.[8] Mektubat. 23. mektub. 4. sualin cevabı.[9] Celaleddin Es-Suyuti, Ed-Dürrül Mensur, Darul Fikr, Lübnan, 1993, c. 2, s. 343. (Beyhaki )[10] İsmail Hami Danişmend, Tarihi Hakikatler, Tercüman y, c. 2, s. 313

SORU 1 Peygamber Efendimize (asm) Peygamberlik vazifesinin kırk yaşında gelmesinin hikmeti nedir? CEVAP Binlerce hikmetleri vardır. Nübüvvet gayet ağır ve büyük bir mükellefiyettir. Melekât-ı akliye ve istidâdât-ı kalbiyenin inkişafı ve tekemmülü ile o ağır mükellefiyet tahammül edilir. O tekemmülün zamanı ise kırk yaşıdır. Hem hevesât-ı nefsâniyenin heyecanlı zamanı ve hararet-i gariziyenin galeyanlı hengâmı ve ihtirâsât-ı dünyeviyenin feveranlı vakti olan gençlik ve şebabiyet ise, sırf İlâhî ve uhrevî ve kudsî olan vezâif-i nübüvvete muvafık düşmüyor. Kırktan evvel ne kadar ciddî ve hâlis bir adam olsa da, şöhretperestlerin hatırlarına, “Belki dünyanın şan ve şerefi için çalışır” vehmi gelir. Onların ithamından çabuk kurtulamaz. Fakat kırktan sonra, madem kabir tarafına nüzul başlıyor ve dünyadan ziyade âhiret ona görünüyor. Harekât ve a'mâl-i uhreviyesinde çabuk o ithamdan kurtulur ve muvaffak olur. İnsanlar da sûizandan kurtulur, halâs olur." (Metubat) (Kırk yaş, insanın tekâmül ettiği bir yaştır. Kabiliyet ve istidatların kemale erdiği, melekelerin yerli yerine oturduğu bir çağdır. Bu yaşta Hz. Peygamer (asm) için, bir yandan gelen ilahî mesajları alabilecek bir durum hasıl olmuş, bir yandan da davet ve tebliğin zorluklarını göğüsleyebilecek bir konum söz konusudur. Peygamberlik gibi bir dava, gençlik yaşlarında olsa, daha fazla şüphelere, tereddütlere, daha fazla itirazlara sebep olabilirdi. Kırk yaşına kadar, gençliğinin her safhasında “Muhammedu’l-Emin” unvanıyla şöhret bulmuş bir zatın, kırk yaşından sonra, hayatı boyunca gösterdiği ahlakın zıddına olarak yalan ve yanlış şeylere tenezzül etmesi, mümkün değil.) SORU 2 Bazıları hadisleri veya sünneti reddederek yalnız Kur'an yeterli diyorlar. Acaba İslam'ın tek kaynağı Kur'an mıdır? CEVAP Son zamanlarda bazı kimselerin, “Sadece Kur’an yeterlidir. Başka şeye gerek yok”, “Kur’an İslâmı”, “Hadislerin doğruluğunu bilemiyoruz” gibi sözlerini işitiyoruz. İlk bakışta doğru gibi görünen bu sözler, dikkatli bir şekilde incelediğinde bilerek veya bilmeyerek sünnetten uzaklaşmaya veya uzaklaştırmaya yönelik olduğu anlaşılmaktadır. Önce hadislere şüphe ile yaklaşılmakta, sonra hadisleri kabul etmeme durumu söz konusu olmakta, daha sonra da sünnetten ve dolayısıyla Peygamberimizin nurundan uzaklaşılmaktadır. Hadislerden ve sünnetten uzaklaşan bir kimse de dolayısıyla Cenab-ı Hakk’tan uzaklaşmaktadır. Buna dair Kur’an'da Cenab-ı Hakk şöyle buyurmuştur: “Peygamber size ne verdiyse, artık onu alın; size neyi yasakladıysa, ondan hemen kaçının!” (Haşr Suresi, 7), “Allah’ı seviyorsanız bana tabi olun, uyun. Allah da sizi sevsin ve günahlarınızı bağışlasın. Allah, (Resûlünün sünnetine uyanların günahlarını) bağışlayıcıdır (ve onlara karşı) merhametlidir.” (Âl-i İmrân Suresi, 31), “Yemin olsun ki, sizin için, Allah’a ve âhiret gününe kavuşmayı umanlar ve Allah’ı çok zikredenler için Allah’ın Resulünde güzel bir örnek vardır.” (Ahzab Suresi, 21) Bu gibi ayetlerden anlaşılacağı üzere sünnete uymak Kur’anın emri ve yorumudur. Tam bu noktada sevgili Peygamberimiz şöyle buyurmuştur: “Dikkat edin! Bana (Allah tarafından) kitap verildi ve onunla beraber bir misli (sünnet) de verildi. Çok geçmez, koltuğu üzerinde, karnı tok birisi ‘Sizin için bu Kur’ân yeter. Onda neyi helâl bulduysanız, helâl kabul edin. Neyi de haram bulduysanız, onu da haram kabul edin.’ diyecek (ve hadislerimi inkâr edecek).” (Tirmizî, Ebû Dâvûd) , “Size iki şey bıraktım ki, onlara sarıldığınız müddetçe sapıtmazsınız. Onlardan biri Allah’ın Kitâb’ı, diğeri de onun Resul’ünün sünnetidir. (Muvatta)” Dikkat edilirse Peygamberimiz (asm) Kur’anla birlikte sünnetin de gerekli olduğunu vurgulamıştır. Peygamberimizin (asm) muhabbeti kalpten çıkarsa Allah’aimanımız bile zedelenir. Çünkü bizler Cenab-ı Hakk’ı, Kur’andaki hakikatları, İslama ve imana dair her şeyi Peygamberimizden (asm) öğreniyoruz. Bizler matematik gibi bir dersi kendi başımıza kitaptan bakarak öğrenemiyoruz, bir hocadan ders alıyoruz. Bunun gibi birçok işlerimizde işin ehline başvuruyoruz. İşte Kur’anı anlama noktasında işin ehli Peygamberimizdir (asm). Peygamberimizin izahları ve uygulamaları olmadan Kur’anı ve Allah’ın marziyatını anlayamayız. Çünkü Allah’ın isteklerini ve rızasını en iyi bilen, yaşayarak bizlere bildiren muallim, sevgili Peygamberimizdir (asm). Çünkü Kur’anı Kerim O’na indirilmiştir. Mesela Kur’anda namaz emredilmiş ama nasıl kılınacağı izah edilmemiş. Namazın nasıl kılınacağını bize Peygamberimiz (asm) öğretmiştir. Bu konuya dair El-Müstedrek’te kaydedilen bir rivayet dikkat çekicidir: Ashab’tan İmran İbnu Husayn (ra) Peygamberimizden (asm) hadis rivayet ederken bir adam atılarak: “Ey Ebu Nüceyd, bize Kur'an’dan anlat” der. İmran adama şu cevabı verir: “sen ve arkadaşların Kur'an okuyorsunuz. Bana söyler misin, namaz ve namazla ilgili rükünler nelerdir? Keza altun, deve, sığır ve diğer çeşit mallara terettüp eden zekât ne miktardadır? Ben Resûlullah aleyhissalatu vesselamı gördüm sen görmedin. Resûlullah aleyhissalatu vesselam bize zekâtı şöyle şöyle vermemizi emretti.” Bu açıklama karşısında ikna olan adam: “ Bana hayat verdin, Allah da sana hayat versin” der. Rivayeti yapan Hasan Basri Hazretleri şu açıklamayı ilave eder: “ Bu zat ölmezden önce iyi bir İslam fakihi oldu”. Aynı hadisin Hatîbu’l Bağdâdî tarafından El-Kifâye’de kaydedilen vechinde İmran radıyallahu anh itirazcıya daha açık bir dille şöyle der: “….Sen ve arkadaşların sadece Kur'an’a dayandığınız takdirde öğle namazının dört rek’at olduğunu…. Kâbe’yi tavafın yedi kere olacağını, safa ve Merve arasında da tavaf yapılacağını ayetlerde bulabilecek misiniz?” (Kütüb-ü Sitte) Madem Cenabı Hak hikmetsiz ve abes bir iş yapmaz. Hem madem Kur'an’daki emirler belli bir zamana değil; her zaman için geçerlidir. Peygamberimize uyma emirleri de her zamana ait ve bu gün için de geçerli emirlerdir. O zaman Peygamberimizin sünnetini de Cenabı Hak muhafaza ederek bu zamana ulaştıracaktır. Çünkü Peygamberimizin (asm) hadisleri ve sünneti bu zamana doğru bir şekilde ulaşmayacak olsa idi Allah’ın sünnete uyma emirleri hâşâ manasız olurdu. Sadece Kur'an diyerek sünneti ret veya terk etmenin birkaç sonucu şöyledir: Kur'an’da geçen Peygamberimize (asm) uyma emirlerini yapmamak veya karşı gelmek. Yani Allah’ın emrini yerine getirmemek. Kur'an’ın en büyük rehberi ve müfessiri olan Peygamberimizden (asm) gelen kaynağı kabul etmediği için Kur'an’ı kendi aklına, anlayışına ve ilmine göre yorumlamak. Bunun sonucu olarak istikamet yolu olan doğru yoldan sapmak ve kendine uyanları saptırmak. Buna dair çarpıcı bir misal: Bir arkadaş anlatmıştı. “Çalıştığım fabrikada biri vardı. Önceleri bizimle birlikte ve bizim gibi namaz kılıyordu. Belli bir zaman sonra namaz kılarken gördüm. Sadece ayakta duruyor. Herhangi bir şey okumuyor. Ve ellerini bağlamıyor. Rüku’ ve secde yapmıyor. Sonra bir de baktım selam vermeden bitirdi. Ben dedim sen ne yaptın. Dedi namaz kıldım. Daha sonraları namazı tamamen terk etti. Biz sorduğumuzda bize: “Siz salâtı yanlış değerlendiriyorsunuz. Sizin anladığınız gibi değil. Ben salâtımı yapıyorum” dedi.” Hadislerin ve sünnetin bu zamana, doğru ve sahih bir şekilde ulaşmadığını söylüyorlar. Bu da hâşâ Cenabı Hakk’ın sünneti muhafaza etmediğini ve Peygamberimize (asm) uyma emirlerinin boş ve manasız olduğunu söylemek gibi bir netice oluyor. Cenabı Hak, bizleri ve bütün ehl-i imanı Kur'an ve sünnete tabi olanlardan eylesin. Kur'an ve sünnet yolunu terk ederek haktan sapanlardan eylemesin. Amin!

Osmanlı’da çay kültürü bu kitapta Çay hakkında yapılmış en kapsamlı eser ‘Bin Yılın Çayı Osmanlı’da Çay ve Çayhane Kültürü’ bize çayın tarihine ilişkin derin bilgiler sunuyor. Çay, günün her saatinde adeta bizimle demlenen bir içecek ya da en büyük keyfimiz. Öyle ki, tiryakileri için şifalı bir ilaç gibi. Bugüne kadar akademik çalışmalara da konu olan çay hakkında en kapsamlı eserle karşı karşıyayız: Bin Yılın Çayı Osmanlı'da Çay ve Çayhane Kültürü. Trakya Üniversitesi Eğitim Fakültesi Öğretim Üyesi Doç. Dr. Kemalettin Kuzucu'nun kaleme aldığı ve Kapı Yayınları'ndan çıkan kitapta, çayın toplumumuzda nasıl tiryakiliğe dönüştüğünü anlatıyor. Kuzucu'yu, böyle bir çalışma yapmaya iten sebep 1999 yılında Stephan Reimertz adlı Alman araştırmacının Türkçe olarak yayımlanan 'Çayın Kültür Tarihi' adlı çalışması olmuş. Kitapta, çayın Çin'den Amerika'ya kadar yeryüzünde meydana getirdiği tesirlere geniş ölçüde yer verildiği halde, Türk tarihi ve kültüründeki yerine değinilmemesi yazarın dikkatini çekmiş. Kuzucu, "Kitabın sadece bir sayfasında çevirenin iki dipnot cümlesi dışında Osmanlı/Türk kültüründeki yeri hakkında hiçbir şey yoktu. Ben de çayın bizimle olan serüveni hakkında böyle bir çalışma yapmaya karar verdim.'' diyor. Kuzucu'ya göre 'çay üretiminde dünyada beşinci, tüketimde birinci sırada olmamız' bilimsel bir verinin ötesinde anlamlar taşıyor. Kitapta, çayın Türk kültüründeki yeri her yönüyle ele alınmış. Çalışma Osmanlı dönemiyle sınırlandırıldığı için özgün bir yere sahip. Eserde, birinci elden kaynaklar olarak arşiv belgeleri ile dönemin süreli yayınlarına akseden makale ve yazı dizilerinden yararlanılmış. Ayrıca Osmanlı döneminde yapılan bilimsel çalışmaların kaynak olarak kullanılması kitabı orijinal hale getirmiş. Okuyamayanlar için Mesnevi seslendirildi 6 ciltlik Mesnevi, uzun olduğu için okumaya fırsat bulamayanlar ve görme engelliler için Türkiye’de ilk defa seslendirildi. Mevlânâ Celaleddin-i Rumi'nin 25 bin 618 beyitten oluşan 6 ciltlik Mesnevi'si, uzun olduğu için okumaya fırsat bulamayanlar ve görme engelliler için Türkiye'de ilk defa seslendirildi. Sanatçı Metin Köse, toplam 70 saatte dinlenebilen kayıtlar için, 2 yıl uğraş verdi. Yaptığı çalışma ile hem Mesnevi'yi insanlara sevdirmeyi hem de insanların bu eserden faydalanmalarını amaçladığını söyleyen Köse, Mesnevi'nin 'Bişnev' yani 'dinle' ifadesi ile başlamasının kendisine ilham kaynağı olduğunu belirtti. İnsanların her gün bıkkınlık veren kırıcı söylemler, ekonomik sorunlar, trafik kazaları, kadına şiddet haberleri ile karşılaştıklarını vurgulayan Köse, “Farklı olanı yapabilmek için kendimce bir çözüm bulabilme adına Mesnevi'yi seslendirdim.'' dedi. Sesli Mesnevi, 'semazen.net' isimli internet sitesinden yayınlanıyor. ‘Bir Lider’in Doğuşu’ Mısır’da yok satıyor Arap dünyasında büyük bir hayran kitlesi bulunan Başbakan Recep Tayyi Erdoğan’ın hayatını konu kitap, Mısır’da yok satıyor. Başbakan Recep Tayyip Erdoğan'ın hayat hikâyesini konu alan ve Hüseyin Besli ve Ömer Özbay tarafından kaleme alınan “Recep Tayyip Erdoğan: Bir Liderin Doğuşu'' adlı kitabın Arapça tercümesi çıktı ve raflardaki yerini aldı. Başbakan Erdoğan'a Arap dünyasında duyulan hayranlık, kitap satışlarına da yansıdı. Kitabın mütercimi Mısırlı akademisyen Tarık Abdulcelil, 5 bin adet yapılan ilk baskının tükendiğini çok yakında ikinci ve üçüncü baskıların da yapılacağını anlattı. Tarık Abdulcelil, “Arap Baharı'ndan sonra daha da ilgi çekmeye başladı. Şu anda Arap ülkeleri yeni bir oluşuma doğru gidiyor. Bu ülkeler kendilerine lider ve parti modeli arıyorlar. Tüm gözler şimdi Recep Tayyip Erdoğan'ın üzerinde... Herkes onun nasıl bir lider olduğunu merak ediyor.'' diyor. Kitapçı Mahmud Kerim Mahmud da satışlardan çok memnun. Mahmud, “Erdoğan, Arap dünyasında çok yakından tanınan bir lider. Kitabın tanıtımından sonra ilginin çok daha fazla olacağını tahmin ediyorum.'' diye konuştu. 112 yıl sonra Latin Harfleriyle basıldı Şemseddin Sami tarafından hazırlanan “Kamus-ı Türkî”, 112 yıl sonra Latin harfleriyle yayınlandı. Yrd. Doç. Dr. Raşit Gündoğdu, Yrd. Doç. Dr. Niyazi Adıgüzel ve Ebul Faruk Önal, 1900 yılında hazırlanan ve ilk yayımı 1901 yılında İkdam Gazetesi'nde yapılan Şemseddin Sami'nin 'Kamus-ı Türkî' adlı eserini Latin harfleriyle güncelleyerek, araştırmacıların hizmetine sundu. İdeal Kültür-Yayıncılık tarafından yayımlanan kitabı hazırlayanların sunuş yazısında, dilde kullanılan kelimelerin manasının herkes tarafından bilinmesinin mümkün olmadığı belirtilerek, bu nedenle, kelimelerin manalarını açıklayan sözlüklere ihtiyaç duyulduğu kaydedildi. Osmanlı'da ‘Lügat-ı Naci', ‘Ahter-i Kebir', ‘Vankulu', ‘Lehce-i Osmani', ‘Firuzabadi' ve 'Kamus-ı Türki' gibi birçok sözlük bulunduğu anlatılan yazıda, bunlardan bir kısmının Farsça'dan Türkçe'ye, bir kısmının Arapça'dan Türkçe'ye tercüme şeklinde hazırlandığı ve bir kısmının ise Türkçe kelimelerin daha geniş bir şekilde açıklanması olarak düzenlendiği belirtildi. Kamus-ı Türkî’nin, 1900 yılında Şemseddin Sami tarafından yazılan Türkçe'den Türkçe'ye bir sözlük olduğu kaydedilen yazıda, şu ifadelere yer verildi: “Şemseddin Sami, kelimenin menşeine bakmadan Türkçe konuşma dilinde kullanılan bütün kelimeleri Türkçe olarak kabul edip sözlüğüne almış ve sözlüğünün adını da 'Kamus-ı Türkî' olarak isimlendirmiştir. Kelimenin aslı ister Arapça olsun, ister Farsça olsun, isterse batı dillerinden bir dil olsun hiç birinde ayrım yapmaksızın hepsine Türkçe gözüyle bakmış ve sözlüğüne de almıştır. Ancak kelimeleri açıklarken Türkçe'ye hangi dilden geçtiği hakkında bilgiler vermiştir.” Özellikle Osmanlıca'yı yeni öğrenmekte olan tarih, edebiyat, arşivcilik ve kütüphanecilik öğrencilerine yönelik olarak hazırlan sözlükte, önce kelimenin Osmanlı harfleriyle orijinali, daha sonra Latin harfleriyle okunuşu yazıldı. Sözlükte kelimenin manası esnasında orijinaline sadık kalınmaya çalışıldı ve yer yer çok az bir şekilde sadeleştirilme yoluna gidildi. Bilgelikler Divanı Türk şiirini anlatacak Zeytinburnu Belediyesi Kültür Yayınları arasından Şubat ayında yayınlanan ‘Bilgelikler Divanı’ gençlere Türk şiirini anlatacak. N.Ahmet Özalp tarafından derlenen eserde, Yunus Emre, Nefi, Beliğ, Hakani, Baki, La, Fuzuli, Şinasi, Ziya Paşa gibi bir çok şair, aşık ve düşünce adamının beyit ve mısralarına yer verilmiş. Türk edebiyat ve düşünce tarihinin büyük ustalarına ait unutulmaz beyit ve mısraların yer aldığı eser, genç kuşakların Türk şiirinin geçmişini tanıması ve anlamasında da imkân sağlayacak. N. Ahmet Özalp‘in büyük bir özveri ve titizlikle hazırladığı 378 sayfalık bu özel çalışma; öğretici, eğitici, düşündürücü ve yönlendirici yönüyle kitap âşıklarının hem ruh hem de gönül dünyasına ışık tutacak. Dilimizi gerçekten öğrenmek, onun tadına varıp, hayatına güzel şekiller vermek isteyenlerin severek bir solukta okuyacağı bu eserden bazı beyitler; Kapılma dehrin iğfalatına ahlak bahsinde/ Sana ol fende vicdanın yeter üstad lazımsa/Kapılma zamanın ayartmalarına, ahlak konusunda/Sana o sanatta vicdan yeter, üstat lazımsa (Ziya Paşa) Cümle bir anı birler cümle ana giderler/Cümle dil anı söyler her bir tebdil içinde/Cümle bir O’nu birler, cümle O’na giderler/Cümle dil O’nu söyler, her bir farklı biçimde (Yunus Emre) Kutlu Doğum için kalemler yarışıyor Kalemler O’nun (asm) için yarışacak. Peygamberimizin hayatını ve örnek şahsiyetini, gönül ve fikir dünyamıza taşıyan Siyer-i Nebi Dergisi, “2012 Kutlu Doğum”a özel kompozisyon yarışması düzenliyor. Dergi adına yapılan açıklamada; “Rabbimizin En Büyük Hediyesi Peygamber Efendimiz (asm)” konulu yarışmaya her yaş ve öğrenim seviyesinden kişiler katılabiliyor. Son başvuru tarihinin 10 Nisan 2012 Salı günü olarak açıklandığı yarışmada dereceye girenler ödüllendirilecektir'' denilirken, yarışma şartları ve ödülleri hakkında ayrıntılı bilgi için www.siyerinebi.com sitesi ziyaret edebilir.

Çalışmak Kuduz aşısını bulan meşhur Louis Pasteur talebelerine hep şu tavsiyede bulunurdu: “Çalısın ve dört elle sarıldığınız işi bırakmayın. İnsan çalışmaya alışınca onsuz yaşayamaz. Çok çalışmak gerek. Dünyada her şey çalışmaya bağlıdır. Hangi mesleği seçerseniz seçin, dâimâ yüksek bir hedefiniz olsun. Büyük insanları ve büyük eserleri seviniz. Onları kendinize örnek edininiz.” Gözüm Seni görmek için Elim Sana ermek için Bugün canım yolda kodum Yarın Seni bulmak için Yûnus Emre Hazretleri Sarıklı melekler Bedir Savaşı’nda beş bin melek Peygamberimiz ve sahâbelerin imdâdına gelmişti. Gelen meleklerin hepsi sarıklı idi. “Rabbiniz, alâmetli beş bin melekle size yardım edecektir” âyetindeki “Müsevvimîn” “alâmetli, nişanlı” kelimesinin “sarıklı” ma‘nâsında olduğu tefsîrlerde beyân edilmiştir. Allah’ın peygamberine yardıma gönderdiği meleklerin sarıklı olması, sarığın Allah katında makbûl ve râzı olunan bir kisve olduğuna işarettir. İskilipli Atıf Hoca İskilipli Âtıf Hoca İstiklâl Mahkemeleri’nde şapka kanununa muhâlefetten dolayı muhâkeme edilirken, savcının, alaycı bir edâyla Âtıf Hoca’ya: “Çıkar o başındaki bez parçasını” demesi üzerine, Âtıf Hoca hiddetli bir şekilde duvarda asılı olan bayrağı misâl gösterip: “İşte o da bir bez parçası, haydi indirip yırtsanıza” diye haykırarak, sarığın İslâmiyet’deki kıymet ve ehemmiyetini anlatır. Suffe Mektebi Sünnetin tespitinde ve kaydedilmesinde son derece te’sîrli Peygamber Efendimiz’e (asm) âit tedbirlerden biri, mescid’in içinde bir nevi‘ yatılı mekteb olan Suffe’nin tesisidir. Çoğunluğunu muhâcir sahâbelerin teşkîl ettiği bekâr ve kimsesiz Müslümanlar gece ve gündüz devamlı burada kalır, Resûlullâh’ı (asm) dinler, Kur’ân ve yazı öğrenir, boş vakitlerinde hep ilim ve zikirle meşgul olurlardı. En çok hadîs rivâyet eden sahâbe efendilerimiz arasında ismi geçen Ebû Hüreyre (ra), Abdullâh İbnu Ömer (ra), Ebû Saîdu’l-hudrî (ra) gibi zâtların suffe mektebine mensub olmaları da, sünnetin tesbitinde bu müessesenin nasıl büyük rol oynadığını anlamaya kâfîdir. “Allah yolunda Allah’ın ismiyle savaşınız!” Mûte Muhârebesi’nden önce mücâhidleri uğurlamaya Resûl-ü Ekrem Efendimizle (asm) birlikte birçok Müslüman da Seniyyetü’l-Veda‘ya kadar gelmişti. Resûl-ü Ekrem burada durdu ve mücâhidlere: “Ben size Allah’ın emirlerini yerine getirmenizi, yasaklarından uzak kalmanızı, Müslümanlardan yanınızda bulunanlara karşı hayırlı olmanızı ve iyi davranmazı tavsiye ederim. Allah yolunda Allah’ın ismiyle savaşınız! Ganîmet mallara hıyânet etmeyiniz! Ahde vefâsızlık göstermeyiniz! Küçük çocukları öldürmeyiniz! Kadınları, ihtiyârları katletmeyiniz! Ağaçları kesip yakmayınız! Evleri yıkmayınız! Orada Nasrânîlerin kiliselerinde, halktan uzaklaşmış, kendilerini tamamen ibâdete vermiş bir takım kimseler bulacaksınız. Sakın onlara dokunmayınız!” diye emir ve tavsiyede bulundu. (İbn-i Mâce) Dahîlek yâ Resûlallâh! Rivâyet edilmiştir ki: Resûl-ü Ekrem (asm)’ın defnedilmesinden sonra, bir bedevî geldi. Kendisini Allah Resûlü’nün (asm) kabrinin üzerine attı, öyle ki toprağından üstü başı toz toprak oldu ve dedi ki: “Yâ Resûlallâh! Sen söyledin, biz de işittik! ve îmân ettik ki: ‘Eğer gerçekten onlar nefislerine zulmettikleri zaman, sana gelip de Allah’dan mağfiret isteselerdi ve Peygamber de onlar için bağışlanma dileseydi, şübhesiz Allah’ı, tevbelerini çok kabûl edici, kendilerine çok merhamet edici olarak bulurlardı!’ diye sana bir âyet indirildi. İşte ben nefsime zulmettim! Sana, geldim! Dahîlek yâ Resûlallâh! Günâhımdan dolayı Allah’dan mağfiret istiyorum! Sen de benim için Rabbimden bağışlanma dinle!” diye yalvardı. Nihâyet Resûl-ü Ekrem’in (asm) kabrinden nidâ buyuruldu: “Ey kişi! Sana mağfiret edildi!” (Nesefî) O’nun gelişi O’nun (asm) gelmesi her şeyi değiştirdi. Âleme renk, dünyaya ahenk geldi. İnsanlığa nur ve ışık geldi. Putlar ayaklar altında kaldı. Allah’a ortak koşulan sahte ilahların saltanatı son buldu. Şirkin kökü kazındı. Tevhîd nûru semada parladı. İnsanlığa saadet ve izzetin yolu gösterildi. Geceler gündüze, kışlar bahara ve yaza inkılap etti. “Necisin?” “Nereden geliyorsun?” “Nereye gidiyorsun?” sorularına cevap bulamamanın cinneti ile çıldıracak dereceye gelen beşere ikna edici ve makbul cevaplar verildi. Ahlâkın, hayanın, edebin en güzel suretleri insana öğretildi. O (asm) insana Rabbini tanıttı. Rabbinin isteklerini, arzularını bildirdi. Cennetin yolunu tarif etti. Saadetin adresine dikkatleri çekti. Ahiretin müjdesini verdi. “Ba’sü ba’de’l-mevt” hakikatini haykırarak insanlığı ümitsizlikten, karamsarlıktan, çaresizlikten kurtardı. Şeytanlara, ve şeytanlaşmış insanlara Kur’an’ın elmas kılıcı ile tokatlar indirerek insanlığı düştüğü manevî esaretlerden azâd eyledi.