61. Sayı: "Avrupa'nın En Büyük Üstadı: Endülüs"Bu Sayıyı Satın Al
Konu resmiHaremlik - Selamlık
İtikad

Resûlullah (sav)'ın zevceleri müminlerin anneleri olduğu halde yabancı erkeklerle bir arada bulunmamaları, onlardan bir şey isteneceği zaman perde arkasından istenmesi, diğer mü’min kadınların da yabancı erkeklerle bir arada bulunmalarının, onlarla konuşmalarının caiz olmadığına delâlet eder. Harem; sarayların, konakların ve evlerin kadınlara mahsus kısmına verilen isimdir. Bu yere (saraylarda) "Harem Dâiresi" de denilirdi. Erkeklerinkine ise "selamlık" adı verilirdi. Harem; zevce mânâsına da gelir. Arapça bir kelime olan harem, girilmesi yasak olan yer, mukaddes ve muhterem olan şey demektir. Bundan dolayıdır ki eskiden harem ve selamlık diye ikiye ayrılan saray ve konakların girilmesi yasak olan harem kısmı, kadınların ikametine mahsustu." (M. Z. Pakalın, Osmanlı Tarih Deyimleri ve Sözlüğü, c. 1, s. 742) Saraylarda, konaklarda ve halk arasında uygulanan bu haremlik – selamlık uygulaması Kur’ân ve sünnetin emirlerinden kaynaklanıyordu. Ve yalnızca Osmanlı değil, bütün İslâm tarihinde ümmet tarafından uygulanmış bir konuydu. Bu konudaki delilleri sırayla ele alalım. Haremlik ve selamlığın delilleri Câhiliye döneminde ve İslâm’ın ilk dönemlerinde haremlik ve selamlık gibi bir uygulama yoktu. Peygam-berimiz'in Hz. Zeynep’le evlendiği hicretin 5. yılında Ahzab Sûresi’nin 53. âyeti nâzil oldu. Âyette mealen şöyle buyruluyordu: “Peygamber'in hanımlarından bir şey istediğiniz zaman perde arkasından isteyin. Bu, hem sizin kalpleriniz, hem de onların; kalpleri için daha temiz bir davranıştır. Siz bir şeyi gizleseniz de açıklasanız da muhakkak ki Allah her şeyi bilendir.” (Ahzab, 53-54) Bu âyetin nâzil oluşundan îtibaren Pey-gamberimiz'in hanımları, diğer erkeklerle beraber bir mekânda oturmamışlar, tabir caizse haremlik-selamlık uygulaması başlatılmıştır. Yalnız âyetin devamında zikredildiği üzere onların yakın akrabaları bu haremlik - selamlık uygulamasından istisna edilmiş, onlara izin verilmiştir. Bu konuda şu rivâyet önemlidir: Mü’minlerin annesi Ümmü Seleme  (ra) şöyle demiştir: Peygamber (asm)’ın yanında Meymune ile beraber oturuyor idik. O sırada (âma olan) İbn Ümmü Mektum geldi. -Bu olay hicab emrinden sonra olmuştu-. Peygamber (asm) bize “Çekilin” dedi. Biz “Yâ Resûlallah! O âma değil mi, bizi ne görür, ne de tanır?” dedik. Peygamber (asm) bize “Siz de âma mısınız, siz onu görmüyor musunuz?” dedi. (Ebû Davud, Tirmizî) Her ne kadar âyette hitap Peygamberimiz'in hanımlarına ise de âlimler ayetteki hükmün umumî olduğunu söylemişlerdir. Bu âyetle Peygamberimiz'in hanımlarının şahsında bütün Müslüman hanımların yabancı erkeklerle bir araya gelmeleri yasaklanmıştır. Bu âyetin inişinden sonra Peygamberimiz döneminden günümüze gelinceye kadar, yüzyıllar boyunca bütün ümmet, haremlik ve selamlığı uygulamıştır. Bugün İslâm âleminde de uygulama böyledir. Bu konuda bir kısım âlimlerin görüşü şöyle: Mehmet Vehbi Efendi tefsirinde şöyle der “Gerçi bu âyet; Resûlullah sav’in eşleri hakkında nâzil olmuşsa da bütün mü’minler hakkında İlâhî hüküm böyledir ve diğer kadınlar için ayrı bir hüküm yoktur”. (Hülâsatü’l-Beyan, Üçdal Neşriyat, c. 11, s. 4463) İmam Kurtubî bu âyetin tefsirinde şöyle der: Mânâ îtibariyle ve kadının bedeni ve sesi ile tamamen avret olduğunu ortaya koyan şeriatın ihtiva ettiği esaslar dolayısıyla, bütün hanımlar da bu hükmün kapsamı içerisindedir. Onun hakkında şâhidlikte bulunmak yahut vücudundaki bir hastalık ya da ârız olan bir husus hakkında ona soru sormak ve bunun ancak ondan öğrenilmesinin mümkün olması gibi, bir ihtiyaç hâli dışında, bu perdenin açılması caiz değildir. (İmam Kurtubî, el-Câmiu li-Ahkâmi’l-Kur’ân, Buruç Yayınları, c. 14, s. 164) Tefsir âlimlerinden Muhammed Sabunî de şöyle der “Âyet-i kerime her ne kadar Resûlullah, (sav)'ın zevceleri hakkında nâzil olmuşsa da hükmü bütün mü’min kadınları içine almaktadır. Zîra o hükümler içtimaî ahlâk kuralları ve İlahî irşad yollarıdır ki bunlarda bütün halk eşittirler. Yabancı kadın ve erkeklerin bir arada bulunmaması, yabancı bir kadından bir şey isteneceği zaman perde arkasından istenmesi yalnız Resûlullah (sav)'ın zevcelerine mahsus değil, bütün mü’min kadınlara âit umumî bir hükümdür. Resûlullah (sav)'ın zevceleri mü’minlerin anneleri olduğu halde yabancı erkeklerle bir arada bulunmamaları, onlardan bir şey isteneceği zaman perde arkasından istenmesi, diğer mü’min kadınların da yabancı erkeklerle bir arada bulunmalarının, onlarla konuşmalarının caiz olmadığına delâlet eder. Çünkü her zaman ve yerde ahlâkî fitne, kadınlarla erkeklerin İslâmî kurallar dışında bir arada bulunmalarından, konuşmalarından doğmaktadır.” (Muhammed Ali Es-Sabunî, Ahkâm Tefsiri, Şamil y.) Haremlik ve selamlığın istisnası Yukarıda zikrettiğimiz âyetin devamında şöyle buyrulur: “Onlara (Peygamberin zevcelerine), babaları, oğulları, erkek kardeşleri, erkek kardeşlerinin oğulları, kız kardeşlerinin oğulları, kendi kadınları (müslüman kadınları) ve sâhip oldukları köleleri hakkında bir günah yoktur (perde arkasına çekilmeleri gerekmez). Bununla beraber Allah’tan korkun. Çünkü Allah her şeye şâhittir.” (Ahzab, 55) Bu âyetlerle zikredilen yakın akrabaların kadın, erkek bir araya gelmelerinde dînen bir sakınca olmadığı ortaya konulur. Elmalılı Hamdi Yazır bu âyeti tefsir ederken, “Bütün dedeler, amca ile dayı da bu hükümdedir. Bununla birlikte bu ikisi açıkça belirtilmediği için, bazı âlimler amca ve dayı yanında başörtüsüz oturmayı mekruh görmüşlerdir” der. Günümüzde câhil halk arasında haremlik ve selamlık uygulanmadığı gibi, bazı çevrelerce de bu uygulama yadırganır. Gerekçe olarak da “Bizim kalbimizde kötü bir şey yok” derler. Bunu söyleyenlerin kalbinde kötülük olduğunu iddia etmiyoruz, fakat kalbinde kötülük olanlarla, olmayanları nasıl ayırt edeceğiz? Unutmayalım ki ahlâksızlığın, fuhşun yaygınlaştığı bir zamanda yaşıyoruz. Haremlik-selamlık uygulamasına başkalarının hanımlarını veya kızlarını seyretmekten lezzet alanlardan veya ırz düşmanlarından başkasının îtiraz etmemesi gerekirdi. Halk arasında bunun yadırganması alışılmış yaşantının rehâvetinden kaynaklanmaktadır. Haramları ve farzları ellerinden geldiğince azaltmanın lüzumuna inanan reformcu, mezhepsiz allâmelerin konuyla ilgili fetvaları ciddiye alınacak değerde değildir. Göz ve El Zinası Konuyla ilgisi olduğu için bazı hadislerde “göz zinası” ve “el zinası” olarak tarif edilen konular üzerinde de durmalıyız. Haremlik-selamlık uygulanmadığı takdirde çoklukla insanlar bu günahlara düşerler. Onların kalpleri kötü olmasa da (!) netice değişmez. Ebu Hureyre (ra)’den, Hz. Peygamber (asm)'ın şöyle dediği rivâyet edilmiştir: “Ademoğluna (irâdesiyle yapacağı) zinadan nasibi yazıldı. Şüphesiz o buna erişecektir. Gözlerin zinası (harama) bakmaktır. Kulakların zinası (fuhşiyatla ilgili şeyleri) dinlemektir. Dilin zinası konuşmaktır. Elin zinası tutmaktır. Ayağın zinası (fuhuşla ilgili yerlere doğru) yürümektir. Kalb arzu ve temenni eder, tenâsül aleti ise bunu ya tasdik eder, ya da yalanlar.” (Buharî, Müslim, Ebu Davud, Neseî) El zinası hakkında Peygamberimiz (asm)'ın şöyle dediği rivâyet edilmiştir: “Sizden birisinin elinin, kendisine helal olmayan bir kadının eline değmesindense, onun başına demirden bir milin sokulması, onun için daha hayırlıdır”. (Taberanî, Beyhaki. Taberanî’nin râvileri sika ve hadis sahihtir.) Göz zinası hakkında Kur’ân’da şöyle buyrulur: “(Resûlüm!) Mü’min erkeklere söyle: Gözlerini haramdan çeksinler ve ırzlarını korusunlar. Bu onlar için daha temizdir. Şüphe yok ki Allah onların yaptıklarından haberdardır. Mü’min kadınlara da söyle: Gözlerini (harama bakmaktan) korusunlar; namus ve iffetlerini esirgesinler. Görünen kısımları müstesna olmak üzere, zînetlerini teşhir etmesinler.” (Nur, 30-31) Abdullah b. Mes’ud  (ra)’den, Peygamber (asm)'ın Rabbi Azze ve Celle’den naklen şöyle dediği rivâyet edilmiştir: “(Harama) bakma şeytanın zehirli oklarından bir oktur. Kim benden korktuğundan dolayı onu terk ederse, o günahın yerini îman ile değiştiririm ki onun tatlılığını kalbinde hisseder”. (Taberanî, Hâkim) Ebu Ümâme (ra)’den, Hz. Peygamber (asm)'ın şöyle dediği rivâyet edilmiştir: “Bir kadının güzelliklerini görüp sonra bakışlarını ondan çeviren hiçbir Müslüman yoktur ki Allah (bundan dolayı) onun için kalbinde tatlılığını hissedeceği bir ibâdet (sevabı) yaratmış olmasın.” (Ahmed, Taberanî) Cerir (ra)'in şöyle dediği rivâyet edilmiştir: Resûlullah (asm)’a âniden görmeyi sordum, bana “gözünü çevir” dedi. Ebû Hureyre (ra)’den, Hz. Peygamber (asm)'ın şöyle dediği rivâyet edilmiştir: “Kıyâmet gününde bütün gözler ağlayacaktır. Ancak Allah’ın haram kıldığı şeylere kapanmış göz, Allah yolunda uykusuz kalan göz ve Allah korkusundan -sineğin başı kadar da olsa- yaş döken göz müstesna.” (İsbehanî) Üstad Bedîüzzaman şöyle der: Suretperestlik, (resimlere düşkünlük) ahlâkı fena halde sarstığı ve sukut-u ruha sebebiyet verdiği şununla anlaşılır: Nasıl ki merhume ve rahmete muhtaç bir güzel kadın cenâzesine şehvet nazarıyla ve hevesle bakmak, ne kadar ahlâkı tahrip eder. Öyle de ölmüş kadınların resimlerine veyahut sağ kadınların küçük cenâzeleri hükmünde olan resimlerine hevesli, arzulu bir şekilde bakmak, derinden derine insanın ulvî hislerini sarsar, tahrip eder. (25. Söz'den.)

İdris TÜZÜN 01 Aralık
Konu resmiFethin 1300. Yılında Endülüs…
İnsan

Büyük İslâm komutanı Tarık bin Ziyad, İspanya yolunda, rüyasında, Peygamber Efendimiz (asm) ve silahlarını kuşanmış Ensar ve Muhacir’den bir grup sahabeyi görür ve “Ey Tarık! Yoluna devam et!” müjdesiyle, İspanya’nın fethi ile alakalı niyeti, cesaret ve azimle birleşir ve sadece Müslümanların değil, tüm dünyanın rengini ve tarihini değiştirecek fetihleriyle (711) büyük bir medeniyetin kapılarının açılmasına vesile olur. Türkiye’de Endülüs’e alâka Muhyiddin İbnü’l-Arabî’nin (1165-1240) Anadolu’ya gelmesiyle başlamıştır. Yıkılma sürecinde Endülüslülerin yardım taleplerine, Endülüs’lülerin kurtarmaya yetmese de Osmanlı cevap vermiş, Kemal Reis gibi kaptanlar vesilesiyle, İspanya ve Portekiz kıyıları topa tutulmuş, İspanya’dan Müslüman ve Yahudiler Anadolu’ya getirilmiştir. Ziya Paşa’nın tercüme ettiği Endülüs Tarihi ise Endülüs’e ilgiyi daha da yoğunlaştırmıştır. Hazindir ki Osmanlı, Endülüs’e benzediğini anlayınca Endülüs’e alâkasını artırmıştır. Bedîüzzaman Hazretleri de Endülüs’ü ‘Av-rupa’nın Üstadı’ diye tavsif eder ve dine sahip çıkmayla medenileşmenin doğru orantılı olduğuna şu cümle ile dikkat çeker: “Hem ne vakit, ehl-i İslâm, dîne ciddî sahip olmuşlarsa, o zamana nisbeten yüksek terakkî etmişler. Buna şâhit, Avrupa'nın en büyük üstâdı, Endülüs devlet-i İslâmiyesidir.” (26.Mektup, 3. Mebhas, Beşinci Mesele: Mektûbât Mecmuası, Birinci Kısım, s.152, Altınbaşak Neşriyat, Osmanlıca Baskı) Ahmet Davutoğlu’na göre Endülüslüler ‘köprü rolü’ oynayan ve bu rolü ‘kuvvetli bir kimlik’ ve ‘kendine güven psikolojisi’ üzerine kuran bir medeniyet inşâ ettiler. İşte “Endülüs bu köprü rolü içinde erirken bile başka toplumlara hayat kaynağı olacak iksirler sunmuştur.” (Stratejik Derinlik, Küre Yay., s.92) İşte bu sene (2011) bu önemli fethin 1300. yılı. Her yönüyle Endülüs’ü konuşmanın, değerlendirmenin, dersler çıkarmanın tam vakti. Bu sahadaki ender uzmanlardan Doç. Dr. Lütfi Şeyban, Endülüs konusundaki ihmal ve ilgisizliğimize şöyle dikkat çekiyor: “Endülüs deyince biz Türkler hâlâ ‘Ah Endülüs Vah Endülüs!..’ aşamasındayız. Oysa Batılılar, hatta Araplar ve Mağribliler bu konuda somut bilimsel, sosyal ve kültürel çalışmalar yapmışlar ve yapmaktalar. Bizim de öyle yapmamız gerekirken, maalesef duygusal tepkiden öte geçemiyoruz. Ve hâlen bu duygusal edebiyat ve Elhamrâ-Ulucâmi turuyla Endülüs hamâseti yapan insanlar prim topluyor ve kimileri de bu tarih hazinesini ekonomik çıkarlarına âlet ediyor!” (endulus.net) Endülüs meselesini sadece akademik çalışmalardan ibaret görmeyen, üzerinde ciddi çalışmalar yapan Lütfi Şeyban yapılması gerekeni de şöyle ifade ediyor: “Her yıl grup grup Endülüs'e gidip duygularımızı tatmin ederek dönmek yerine, oradaki Müslümanlarla ve Müslüman olmak için küçücük ilgi bekleyen binlerce İspanyol Endülüslü ile insanî münasebetler kurup geliştirmenin yollarına bakalım.” Roger Garaudy’nin şu tespiti bile medeniyet araştırmacılarının dikkatlerini çekmeli: “Batı, hikmeti kaybettiği için gayesini de kaybetmiştir. Dengeli ve ideal medeniyetin numunesi Endülüs Medeniyeti olmuştur.” “Asıl önemli olan, Endülüs'e ağlamak veya yüceltmek değil, onu anlamaktır.” diyen Ali el-Cârim de “Gerekli olan gözyaşı değil göz nuru dökmektir” tespitine şu ilâveyi yapıyor: “Batılı zihin, Endülüs'ü anlamak suretiyle ondan yeni bir medeniyete temel oluşturacak malzemeyi çıkarmasını bildi. Ya bizler? Ol mâhîler ki derya içredür deryayı bilmezler!” Tarihçi Mustafa Armağan ise ünlü edebiyat eleştirmeni Harold Bloom’dan şu çarpıcı nakli yapıyor: “Mevcut kültürel çok kültürlülüğümüz olsa olsa Kurtuba ve Gırnata kültürünün bir karikatürü olabilir.” Nobel ödüllü Fransız Fizikçi Pierre Curie’nin şu tespiti ise konunun öneminin farkına varmamız için yetmeli: “Endülüs'ten bize otuz kitap kaldı, atomu parçalayabildik. Eğer yakılan bir milyon kitabın yarısı kalmış olsaydı, çoktan uzayda galaksiler arasında geziyorduk.” Biz de bu ay İrfan Mektebi’nde Endülüs’ü kapağa taşıdık. Ümit ediyoruz kapağımız bu sahadaki okuma ve çalışmalara ilham verir. 1433’le birlikte 6. senemize de merhaba dedik. Dua ve desteklerinizi bekliyoruz. Allah’a emanet olunuz.  

A. Cihangir İŞBİLİR 01 Aralık
Konu resmiDepremlerin Mânevî Cephesi
İtikad

Van ve Erciş’te yaşanan ve pek çok can ve mal kaybına sebeb olan 7.2 büyüklüğündeki büyük deprem,  yalnız o bölgeyi değil, bütün memleketimizi de ciddi bir şekilde sarstı. Günlerdir yayınlanan haberler ve devam eden artçı depremler, insanların ruh dünyasında bir kez daha derin tesirler bıraktı. Bundan on iki sene önce yaşanan büyük Marmara depreminde açılmış olan yaralar tazelendi. Ölenlere Allah’tan rahmet ve geride kalan musibetzedelere sabır ve Rabbimizden teselliler diliyoruz. Böyle büyük musibetlerde bütün insanların mânevî cihetten iki şeye ihtiyacı oluyor: Ruhen teselli bulmak ve “Bu neden oldu?” sualine doğru ve istikametli cevablar almak… Said Nursî Hazretleri, 1939’da Erzincan’ı tamamen yerle bir eden ve 33 bin kişinin ölümüne neden olan, yine 7.2 büyüklüğündeki deprem felaketi sebebiyle yazdığı “Zelzele Bahsi” ile bu iki mânevî ihtiyaca güzel cevablar vermiştir. Üstad’ın zelzele hakkındaki izahlarına geçmeden önce, onlardan ibret almamızın lüzumuna ve bu gibi büyük âfetlere ne gözle bakmamız gerektiğine dair Kur’ân ve hadiste geçen irşadlara bir göz atmamız gerekir. Mesela bir Kur’ân âyetinde, yaşanan büyük felâketlerin insanlara ibret vermek ve onların bundan bir ders çıkarmaları için olduğuna şöyle işâret edilir: “Hâlbuki onlardan önce, doğrusu nice ibret verici cezâlar gelip geçti. Ve şübhesiz Rabbin, zulümlerine rağmen insanlar için elbette mağfiret sâhibidir.” (Râd, 6)   Başka bir âyette ise, mü’minlerin can ve mallarına gelecek musibetlerle imtihan olunacaklarını, fakat bunun karşılığında âhirette büyük mükâfatlar kazanacaklarını şöyle müjdeler: “Sizi mutlaka biraz korku ve açlık, biraz da mallardan, canlardan ve mahsûllerden bir noksanlık ile imtihan edeceğiz. (Ey Resûlüm!) O halde sabredenleri (Cennetle) müjdele! Onlar ki kendilerine bir musibet geldiği zaman “Muhakkak ki biz, Allah’a âitiz ve muhakkak ki biz, ancak O’na dönücüleriz!” derler. İşte onlara Rablerinden mağfiretler ve bir rahmet vardır. Hidâyete erenler de işte ancak onlardır.”(Bakara, 155-157) Aşağıdaki hadis-i şerifte deprem ve benzeri umumî musibetlerin, dünyada işlenen günahlara kefâret olduğuna ve âhirette büyük mükâfatları olacağına şöyle işâret edilmektedir: “Şu ümmetim, rahmete mazhar olmuş bir ümmettir. Âhirette azaba mâruz kalmayacaktır. Onun azabı dünyadadır. Fitneler, depremler ve öldürme (ile bu dünyada azab olunurlar).” (Ebû Davud, Fiten, 4277) Şu hadis-i şerifte ise, Peygamber Efendimiz (asm) göçük altında kalanları âhirette şehid sayılan beş sınıftan biri olarak zikrederek depremzedelere büyük bir müjde vermiştir: “Şehidler beş kısımdır. Bulaşıcı hastalığa yakalanan, ishale tutulan, suda boğulan, göçük altında kalan ve Allah yolunda savaşırken şehid olanlar.”(Buharî, Cihad, 30) Bunlara ilâveten, Kur’ân’da depremden bahseden “Zilzal Sûresi” adında müstakil bir kısa sûre bulunduğu gibi, bir hadiste de âhirzamanda depremlerin çoğalacağı bildirilmiştir. Bütün bunlar gösteriyor ki dünya imtihanındaki büyük musibetlerinden biri de depremlerdir ve görünüşte zor ve acı da olsa mü’minler için büyük mükâfatlar kazanmaya vesiledir. Bedîüzzaman’a Göre Depremin Sebebleri, Adâlet ve Merhamet Yönleri Said Nursî Hazretleri, 14. Söz’deki “Zelzele Bahsi”nde, depremlerin pek çok insanın iştirâk ettiği hataların bir cezası olarak meydana geldiğini, bununla beraber mâsum insanlar hakkında büyük mânevî mükâfatlara vesile olacağını, hem deprem gibi musibetleri yalnız yer kabuğunun hareketleriyle izaha kalkışıp Allah’ın her şeye hâkim olan irâdesini görmemek ya da inkâr etmenin büyük bir hata olduğunu gâyet güzel izah etmiştir. Orada soru-cevab tarzında verilen izahlardan bir kısmının hulâsası mealen şöyledir: Deprem gibi umumî  musibetlerin sebebi nedir? Deprem gibi musibetler, halkın ekseriyetinin hatasından ileri gelir. Bazı  sınırlı sayıda şahsın işlediği büyük hatalara, insanların çoğu, fiilen iştirâk etmemiş olsalar dahi, destek olmak veya kalben taraftar olmak gibi katkıları sebebiyle, belirli şahısların işlediği o hatalar umumun iştirâk ettiği büyük hatalara dönüşür ve bu da büyük musibetlerin gelmesine sebeb olur. Bir hadis-i şerifte yetmiş bin kişilik bir ümmete inen azabın, o kavmin sâlihlerine de isâbet ettiği, o sâlihlerin diğer sapkınlara nasihat etmemelerinin onların da aynı azaba düşmelerine sebeb olduğu anlatılır. Yani onlar da sessiz kalarak o kötülüklere ortak olmuşlardır. Bir Kur’ân âyeti, zulme azıcık meyil etmekten dahi insanları şiddetle men ederek şöyle buyurur “Zulmedenlere de meyletmeyin! Yoksa ateş size dokunur!” (Hud, 118) Mâsumların musibete ortak olması nedendir? Böyle umumî belalarda tamamen masum olanların da aynı belaya düşmelerinin sebebi ise dünyadaki imtihan sırrıdır. Kur’ân’da “Öyle bir bela, bir musibetten çekininiz ki geldiği vakit yalnız zâlimlere mahsus kalmayıp masumları da yakar.”(Enfal, 25) buyrularak buna dikkat çekilmiştir. Dünyadaki imtihan, hakikatlerin perdeli kalmasını gerektirir. Eğer mâsumlar böyle musibetlerde daima sağlam kalsaydı ve küçük büyük her bela, sâdece zâlimlere inseydi, imtihan perdesi yırtılıp herkese zorla îman ettirilmiş olurdu. Mâsumların mükâfatı  nedir? Bu adâlet yönüyle birlikte, Allah’ın merhameti böyle musibetlerde zarar gören mâsumların imdadına âhirette bol mükâfatlar vererek koşturur. Böyle belalarda malını kaybedenlerin malları sadaka, canları şehid, çektikleri sıkıntılar da günahlarına kefâret olup âhiretteki makam ve mükâfatlarını artırır. Hadis-i şeriflerde enkaz altında ölenlerin şehid olarak vefat edeceklerinin bildirilmesi, depremde enkaz altında kalarak ölenler için de büyük bir müjdedir. Dünyada büyük musibetler çekenlere âhirette çok büyük sevaplar verilerek onların bu musibetlerden râzı edileceği hakkında Resûl-i Ekrem (asm) bir hadîs-i şeriflerinde şöyle buyurmuştur: “Cenâb-ı Hak, kıyâmet gününde terâzileri koyar. Ardından namaz kılanlar getirilir ve ücretleri tartılarak kendilerine noksansız verilir. Sonra zekât verenler getirilir ve onların da ücretleri tartılarak kendilerine eksiksiz verilir. Nihâyet bir belaya dûçar olmuş kimseler getirilir de bunlar için ne terâzi konur, ne dîvan kurulur, ne de defterler açılır. Bunlara ücret, sağanak yağmurları gibi bol bol ödenir. Bunlara verilen sevabların büyüklüğünü görenler, Keşke bizim de dünyada vücudlarımız makaslarla doğransaydı da biz de böyle büyük nimetlere kavuşsaydık derler.”(Beyzâvî, c. 2, 321) Neden kâfirlere değil de Müslümanlara geliyor? Bilindiği gibi büyük suçları işleyenler, hemen bulundukları küçük merkezlerde cezalandırılmazlar ve o gibi suçlara bakan mahkemelerin bulunduğu büyük merkezlere sevk olunurlar. Küçük suç ve kabahatler ise geciktirilmeden küçük merkezlerde verilir. Aynen bunun gibi, mühim bir hikmete binaen ehl-i küfrün cinâyetlerinin büyük kısmı, âhirette kurulacak olan Mahkeme-i Kübrâ’ya tehir edilerek suçlarının çoğu cezası oraya bırakılır. Ehl-i îmanın hataları ise, ehl-i küfrün şirk gibi büyük cinâyetlerinin yanında çok küçük olan kabahatleri, böyle musibetlerle kısmen bu dünyada cezası verilir. Yukarıda aldığımız “Şu ümmetim, rahmete mazhar olmuş bir ümmettir. Âhirette azaba mâruz kalmayacaktır. Onun azabı dünyadadır.” hadîs-i şerifi bu gerçeği açıkça bildirdiği gibi, “Dünya mü’minin zindanı (cezaevi), kâfirin cennetidir” (Müslim, Zühd, 2956) hadisi de aynı mânâyı bildirmektedir. Yani mü’minler cezalarını dünyada görürler, ama kâfirler âhirete bırakılırlar. Neden koca yer kabuğu insana musallat oluyor? Koca toprak tabakasının veya diğer tabirle yer kabuğunun bir kısım insanlara musallat edilmesinin hikmeti, insanların hata ve isyanlarındaki fevkalâde çirkinliği insanlara göstermek içindir. Bununla birlikte yer kabuğunun hareket etmesinin tek neticesi depremle meydana gelen o şerler değildir. Dünyadaki kıtaların oluşumu ve dağların yükselmesi gibi neticeler bu hareketliliğin asıl büyük neticeleridir ve dünyadaki mevcut düzenin kuruluşu bu hareketlerle olduğu gibi, o düzenin devamının sağlanması da bu hareketlerle olmaktadır. Yer kabuğundaki tabakalar dünya çapında ehemmiyeti bulunan vazifelerini îfa ederken bazen de aynı zamanda depremdeki korku ve acılara sebeb olmakta ve bu şekilde insanları îkaz etmek, hatalarını ihtar etmek, günahlarına kefâret olmak gibi hizmetlere de vâsıta olmaktadır.    Deprem tesâdüfen olabilir mi? Şu dünyanın ve içindeki her şeyin mükemmel yaratılışı, her sene üzerindeki canlıların yenilenmesi, hatta en basit görünen bir sinek kanadının dahi mucizeli yaratılışı, o sanatların ezelî sanatkârı olan Allah’ın varlığını gösterdiği gibi, her şeyin O’nun kudret ve irâdesi tarafından kuşatılmış olduğunu da gösteriyor. Kur’ân’da, bir tek yaprağın ağaçtan düşmesinin dahi Allah’ın bilgisi dâhilinde olduğu (En’am, 59) bildirilmektedir. Bir yaprak bir sinek dahi O’nun bilgisi, irâdesi dışına çıkamıyorsa, koca yer kabuğunun, yeryüzünün halifesi olan insanlar aleyhine, O’nun irâde ve izni olmaksızın hareket etmesi mümkün değildir. Allahu Teâlâ, hikmetinin bir gereği olarak, dünyada görünen fennî kanunları ve sebebleri kendi icraatlarını gizleyen birer perde yapmıştır. Zelzeleyi dilediği vakit, bazen de mağma tabakasındaki bir madeni veya bir fay hattını harekete geçirir ve deprem meydana gelir. Depremler yer kabuğundaki böyle inkılab ve hareketlerle olsa dahi, yine Allah’ın emri ve hikmetiyle olur; başka olamaz. Mesela: Bir adam bir tüfek ile birisini vursa. Vuran adama hiç bakılmasa, yalnız fişekteki barutun ateş almasına bakılsa ve fail o zannedilse, ne kadar ahmaklık ve divânelik olur. Aynen bunun gibi, Allah’ın emriyle O’nun uzayda gezen bir gemisi olan Yeryüzüne âdeta önceden yerleştirdiği bir bombayı, gaflete düşen veya yoldan çıkan insanları uyandırmak için patlatmak, yine Allah’ın emriyle olabilir. Tüfeği görüp, tetiği çeken eli inkâr etmek nasıl bir akılsızlıksa, fay hattını ve yer kabuğunun hareketlerini görüp onları harekete geçiren kudret elini görmemek ya da inkâr etmek öyle büyük bir akılsızlıktır. Mü’minlerin vazifesi, âyet ve hadislerde bildirildiği gibi böyle musibetlerden ibret alarak günahlarından tevbe etmek, zâlimlere kalben dahi taraftar olmamaktır. Bununla birlikte bunun bir imtihan olduğunu bilerek Allah’tan geleni rıza ve sabırla karşılamak, Allah’ın sonsuz rahmetinin depremde zahmet çeken mü’minlerle birlikte olduğunu düşünüp teselli bulmaktır. Yazımızı son olarak, yine Üstad Bedîüzzaman’ın, böyle musibetlerin insanların ve toplumların gizli kalmış kabiliyetlerinin gelişmesine büyük katkıları olduğunu bildiren şu vecizesiyle bitiriyoruz: “Fırtına, zelzele, veba gibi hâdiselerin perdeleri altında gizlenen pek çok mânevî çiçeklerin inkişafı vardır. Tohumlar gibi neşv ü nemasız (gelişmesiz) kalan birçok istidad çekirdekleri, zâhirî çirkin görünen hâdiseler yüzünden sünbüllenip güzelleşir. Güya umum inkılablar ve küllî tahavvüller (dönüşümler), birer mânevî yağmurdur.” (18. Söz, 2. Nokta)

Cemal ERŞEN 01 Aralık
Konu resmiAvrupa'nın En Büyük Üstadı: Endülüs
Tarih

İslâm Dünyası Sivil Toplum Kuruluşları Birliği’nin organize ettiği Uluslararası Endülüs Sempozyumu 19 Kasım Cumartesi günü Eyüp-Bahariye Mevlevihanesi’nde gerçekleşti. 2 oturum şeklinde gerçekleşen sempozyuma farklı ülkelerden birçok kişi katıldı. İslâm Dünyası’nın en meşhur komutanlarından Tarık bin Ziyad’ın fethettiği ve İslâm kültürünü yerleştirdiği Endülüs’ün, farklı açılardan ele alındığı sempozyuma Başbakan Başdanışmanı İbrahim Kalın konuşmacı olarak katıldı. Sadıkoğlu: “Endülüs Medeniyet’i İslâm’ın Evrensel Mesajını Batıya Taşıdı” Kur’an-ı Kerim tilaveti ile başlayan programda açılış konuşmasını İslâm Dünyası Sivil Toplum Kuruluşları Birliği (İDSB) Genel Sekreteri Necmi Sadıkoğlu yaptı. Sadıkoğlu konuşmasında Endülüs medeniyetinin İslâm’ın evrensel mesajını batıya taşıdığına değindi. Sadıkoğlu “711-1492 tarihleri arasında Endülüs’te yani bugünkü İspanya’nın güneyinde ve Sicilya adasında köklü ve ihtişamlı bir İslâm kültürü gelişmiş, sanattan mimariye, edebiyattan müziğe, bilimden düşünceye her sahada başta Avrupa olmak üzere tüm dünyayı etkileyen bir medeniyet kurulmuştur. Endülüs’teki ‘bir arada yaşama kültürü’ de özellikle günümüzde ciddi anlamda tahlil edilmesi gereken bir tecrübedir. Bugün, Endülüs İslâm tecrübesinden, tüm insanlığın alacağı önemli dersler vardır. İşte tüm bu ve benzer özellikleriyle İslâm tarih ve medeniyetinin önemli bir dilimi olan Endülüs tecrübesini Müslümanların Endülüs’te bulunmalarının 1300. yılında uluslararası bir sempozyumla değerlendirelim ve bu konudaki duyarlılığı artıralım istedik. Önümüzdeki dönemde, özellikle genç kardeşlerimizin ve bilim adamlarımızın Endülüs’ü derinlikli ve nitelikli çalışmalarla araştırmalarını ve İslâm dünyasının Endülüs’e olan ilgisinin arttırmalarını umuyoruz.” dedi. İDSB Genel Sekreteri Necmi Sadıkoğlu’nun ardından IRCICA Direktörü Dr. Halit Eren konuşma yaptı. Eren “Bu güzel organizasyonu tertiplediği için İDSB’yi tebrik ediyorum. Şunu iyi biliyoruz ki İslamiyet’teki tolerans batıda hala yok. Endülüs’ün fethi ile batı aydınlanmıştır. Bu konuya değindiği için İDSB’yi tebrik ediyorum. İnşallah ilerleyen zamanlarda batılı katılımcılar ile birlikte Endülüs’te, işbirliği içerisinde bu sempozyumları düzenleriz.” dedi. Av. Hamza Akbulut: “Endülüs Medeniyeti İlmin Değerini Anlayan Bir Medeniyetti” Türkiye Gönüllü Teşekküller Vakfı Başkanı Av. Hamza Akbulut yaptığı protokol konuşmasında “Endülüs medeniyeti ilmin değerini anlayan bir medeniyettir. İlmin Allah’ın ilmi olduğunu bildikleri için her alanda çalışmalar yapmışlar. Endülüs’te şu anda camiler kilise olmuştur. Bizler Endülüs dediğimiz zaman ilmi hatırlamaktayız. İDSB’nin bu sempozyumu çok manidardır. İDSB bundan sonraki bütün çalışmalarına bütün dünyadaki Müslümanları dahil etmelidir. Bu güzel çalışmaların daha da artacağını biliyoruz.” dedi. İnsan ve Medeniyet Hareketi Genel Başkanı İlhan Yörükçü yaptığı protokol konuşmasında, “Bizler büyük bir medeniyet ailesinin çocuklarıyız. Buhara’dan Medine’ye, Semerkant’tan Endülüs’e, İstanbul’dan Kahire’ye kadar yayılan ve insanlığı ihya eden bir hayat anlayışının mirasçılarıyız. Bunun için geçmişin tecrübelerinden yararlanarak günümüzün birikimlerini geleceğin ufkuna taşımamız gerekiyor.” dedi. Protokol konuşmalarının ardından sempozyumda 1. oturuma geçildi. Sakarya Üniversitesi Öğretim üyesi Doç Dr. Lütfi Şeyban’ın başkanlığını yaptığı oturumda araştırmacı yazar Yaşar Şadoğlu “Endülüs Tarihi Hakkında Kısa Bilgi” Endülüs Medeniyet Uzmanı Ali Ahmed Reysuni “İslâm Medeniyeti’ne Endülüs’ün Katkısı” Ankara İlahiyat Fakültesi Prof. Dr. Mehmet Özdemir “Endülüs Tecrübesinin Bugün İçin Önem ve Değeri” başlıklı konularını anlattılar. Öğleden sonra gerçekleştirilen 2. oturum öncesi “Endülüs’ü Yaşamak konulu resim sergisinin açılışı yapıldı. 2. Oturum öncesi Başbakan Danışmanı Doç. Dr. İbrahim Kalın “Beraber Yaşama Modeli Olarak Endülüs” konulu konuşmasını yaptı. Endülüs’ün tarihte bir dipnot olmayacağını ve Avrupa ülkelerinin convivenciadan (beraber yaşama modeli) ders çıkarmaları gerektiğini belirten Kalın reconquista (Hristiyan İberya devletlerinin Endülüs’ü Müslümanlardan geri almalarını sağlayan siyasi hareketin adı) ile Avrupa’nın kaybettiğini belirtti. Avrupa’nın 1492’de çok dinli ve çok kültürlü bir medeniyet havzası olma şansını yitirdiğini belirten Kalın yabancıların yazdığı tarihin İslâm Medeniyetini görmediğini belirtti. Başbakan Başdanışmanı İbrahim Kalın’ın konuşmasının ardından 2. oturuma geçildi. 2. oturum Başbakanlık Müşaviri Prof. Dr. Ahmet Kavas’ın başkanlığında başladı. 2. oturumda siyaset bilimci Dr. Ahmet Hakkı “Bağdat ile Kurtuba Arasındaki Medeniyet ve Kültür Rekabeti”, İspanya Müslüman Cemaati Lideri Malik Ruiz “Mekke ile Batı Arasındaki İlişki ve Endülüs Bağlamında Tarihsel Arkaplan”, Ankara İlahiyat Fakültesi Fatma Merve Çınar “Türkiye’de Endülüs’le İlgili Yapılan Çalışmalar” konulu konuşmalarını gerçekleştirdiler. Av. Ali Kurt: “Coğrafyalar Değil, Gönüller Fethetme Devrindeyiz” 2. oturumun ardından sempozyumun kapanış konuşmasını İDSB Türkiye temsilcisi Av. Ali Kurt yaptı. Devrin coğ-rafyalar fethet-me devri olmadığını, gönüller fethetme devriolduğunu belirten Kurt “Ümit ediyoruz, bu toplantı, bir nebze olsun araştırmacıların, talebelerin, genç kardeşlerimizin; sivil toplum kuruluşlarının ve kamuoyunun Endülüs’e olan farkındalığını artırmıştır. Sekiz asırlık Endülüs tarihi ve sonrasında Endülüs müslümanlarının başından geçenler ve buna Avrupa’nın ve İslâm âleminin verdiği tepkiler çokça dersler ve ibretler çıkartılması gereken hadiselerden oluşmaktadır. Bugün için çıkarmamız gereken en önemli ders, “İslâm dünyasının ittihadının en önemli değer olduğu” ve “Müslümanlarının İslâm’a bağlılıkları nispetinde terakki ettiği” dersidir. Zira Endülüs, İslâm’ın değerlerini yaşadığı ve ittifak içinde olduğu dönemlerde ihtişamının zirvesine çıkmış, kurulan medeniyet, ulaşılan ilmi ve kültürel inkişaf, Endülüs’ü “Avrupa’nın en büyük üstadı” haline getirmiştir. Avrupa sefalet ve çatışmalar içerisindeyken İber Yarımadasında, Endülüs’te İslâm’ın güzellikleri her sahada devletleşmişti. Endülüs’ü yıkan; mahveden, yok eden ise Avrupa’nın düşmanlığından çok Müslümanların ittifaksızlığı ve değerlerine yabancılaşması olmuştur. Bugün için Endülüs’ü kaybetmekten dolayı ağıtlar yakmak yerine, Endülüs İslâm tecrübesinden çok dersler çıkartmalı, derinlikli çalışmalar yapmalı veya bu çalışmaları teşvik etmeliyiz. İspanya’daki Müslüman kardeşlerimizle irtibatlarımızı artırmalı, doğru İslamiyeti ve İslamiyete layık doğruluğu sadece İspanya’ya değil, dünyanın her köşesine ulaştırmak için şahsi, dünyevi, siyasi hesapları bir kenara bırakarak birlik içinde çalışmak zorundayız. Tarık Bin Ziyad’ı İber yarımadasının derinliklerine kısa zamanda ulaştıran zaferlerinin önemli bir sebebi de devrin insanının mevcut, zalim ve halkı hiçe sayan idarelerden memnun olmamaları idi.    Şimdi de insanlık mutlu değil. Mevcut ekonomik ve siyasi düzen insanlığa saadetten çok keder veriyor. Şayet İslâm’ın mesajını insanlığa doğru iletirsek bu defa da manevî fetihler tahmin edemeyeceğimiz haşmette olacaktır. Endülüs Medeniyeti tüm dünyaya ilham kaynağı olan muhteşem bir medeniyet ve o medeniyetin sembolü olan Kurtuba Camii’ni inşa etti. Şimdi ise Kurtuba’yı ihya etme dönemindeyiz. Coğrafyalar değil gönüller fethetme devrindeyiz. Endülüs’ten dersler alarak; ittihat içinde gerçekleştirilecek manevî inkılâplarla İslâm dünyasının yeni bir diriliş çağı yaşamasına, bir zamanlar Batı’ya akan medeniyet nehrine berrak İslamiyet suyunun taşınmasına katkıda bulunabiliriz.   Bugünkü sempozyumun bizlere bu ilhamı verdiği ve bu duyguları yaşattığı kanaatindeyim.” dedi. Konferans konuşmacılara plaket verilmesi ile sona erdi.

Zana AKKUŞ 01 Aralık
Konu resmiHicret, Muharrem ve Aşure Mesajı
Kültür ve Medeniyet

Sevgili Peygamberimiz'in Mekke’den Medine’ye hicretinin gerçekleştiği ve rahmet peygamberinin “Allah’ın ayı” olarak nitelendirdiği Muharrem ayını idrak etmiş bulunuyoruz. Bu ayın İslâm dünyasına ve bütün insanlığa hayırlar ve bereketler getirmesini niyaz ediyorum. Hz. Ömer’in halifeliği döneminde hicret, tarih başı olarak kabul edilmiş ve o günden itibaren İslâm âleminde 1 Muharrem hicrî takvimin başlangıcı olarak kabul görmüştür. Hicret; Allah’a ve O’nun kutlu elçisi Rahmet Peygamberine gönülden bağlılığın bir ifadesi, dostluğa, kardeşliğe, medeniyete, ilme ve irfana açılan yolculuğun hikâyesidir. Hicret; nurlu şehir Medine’nin şahsında, insanlığın gönlüne, sevgiye ve rahmete açılan bir yoldur. Her vesile ile paylaşmayı, dayanışmayı, insani erdem ve faziletleri öğütleyen yüce dinimizin hikmet yüklü mesajlarının insanın hayatında makes bulmasıdır. Hicret, Allah yolunda fedakârlığın, yardımlaşmanın kardeşliğin zirvesidir. Hicret, Allah rızası için; anadan, babadan, evlattan, yardan, diyardan, maldan ve mülkten hatta candan vazgeçmenin ibretli ve meşakkatli bir öyküsü, Yüce dinimizin rahmet yüklü mesajlarını bütün insanlığa ulaştırmak için çıkılan yolculuğun adıdır. Öyle ki tebliğ hicreti doğurmuş, hicret ise tebliği yoğurmuştur. Kısaca hicret Müslümanlar için bir milattır. Muharrem ayı ve bu ayın 10. günü olan Aşura, tarih boyunca Müslüman toplumlar açısından ayrı bir önem taşımaktadır. Muharrem ayı, aynı zamanda Hz. Peygamber (sav)’in torunu Hz. Hüseyin’in ve çoğu Ehl-i Beyt mensubu 70’den fazla insanın siyasi ihtiraslar uğruna Kerbela’da şehid edilmesi nedeniyle Müslümanların ortak hafızasında büyük bir acının tarihidir. Bu ciğersûz hadise özellikle milletimiz başta olmak üzere, mezhebi ve meşrebi ne olursa olsun, bütün Müslümanların asırlardır dinmeyen ortak acısı olmuştur. Kerbela’da acımasızca şehit edilen Hz. Hüseyin ve arkadaşları, bu hadisedeki asil duruşu ve haksızlıkla karşısındaki onurlu mücadelesi ile bütün müminlerin gönüllerinde taht kurmuş, ona ve yakınlarına bu zulmü reva görenler ise insanlığın ortak vicdanında mahkûm edilmiştir. Kerbelâ olayı, dünyanın hangi bölgesinde yaşarsa yaşasın, hangi dînî-kültürel alt kimliğe mensup olursa olsun, İslâm toplumlarının hemen hemen hepsinde önem atfedilen bir hadisedir. Bu öneme istinaden Muharrem, Aşura ve Kerbelâ’nın, İslâm toplumlarının dînî-kültürel hayatında da bazı yansımaları olmuştur. Müslüman coğrafyasında bu ayda tutulan oruçlar, pişirilip dağıtılan aşureler ve Kerbelâ’da Hz. Peygamber (sav)’in torunu Hz. Hüseyin ile beraber ailesi ve yanında bulunanlardan şehid olanların yad edilmesi bunların başlıcalarıdır. Nitekim, Hz. Hüseyin’in şehadetine duyulan üzüntü şiirlere, mersiyelere ve maktellere yansımış, bu alanda pek çok eser vücuda getirilmiştir. Bunlardan birinde Aşık Yunus şöyle dile getirir duygularını: “Şehitlerin serçeşmesi, Enbiyanın bağrı başı, Evliyanın gözü yaşı, Hasan ile Hüseyin’dir./ Hazreti Ali babaları, Muhammed’dir dedeleri, Arşın iki küpeleri, Hasan ile Hüseyin’dir./ Kerbela’dır yazıları, Şehid olmuş gazileri, Fatma Ana kuzuları, Hasan ile Hüseyin’dir/ Derviş Yunus’un dünya fânî, Bizden evvel gelen hani, İki cihanın sultanı, Hasan ile Hüseyin’dir” Günümüzde bütün Müslümanlara düşen önemli görevlerden biri, bu tür müessif olaylardan ibret almak, dersler çıkarmak ve birlik ve beraberliğimizi zedeleyecek her türlü olumsuz tutum ve davranışlardan kaçınmaktır. Diğer taraftan Muharrem ayı ile bağlantılı olarak uzun yıllardır yaşatılan uygulamalardan birisi de aşure geleneğidir. Milletimizin komşularına, dost ve akrabalarına yılda iki defa dağıttığı güzelliklerden biri kurban, diğeri ise aşuredir. Aşure paylaşmanın, dayanışmanın, birlikteliğin ve sevginin ifadesi, bolluk ve bereketin simgesidir. Aşurenin bu mecazî anlamı toplumumuz için bugün her zamankinden daha fazla önem taşımaktadır. Milletimiz, asırlardır sürdürdüğü gelenekle bugün de; “farklılıkların ahenk içindeki ortak tada katkı sağlamaları”, “birlik” gibi kültürümüzün özünde hep var olan güzellikleri devam ettirme bilinci ile birbirinden farklı tatları aynı kazanda kaynatıp, aşure aşı yapmaya, birlikte yaşamanın sembolünü tadarken muhabbeti paylaşmaya devam etmektedir. Bu duygu ve düşüncelerle, şehitlerin efendisi İmam Hz. Hüseyin ve Kerbelâ şehitleri olmak üzere bütün şehitlerimizi rahmetle anıyor, onların İmam Zeynelabidin ile süren aziz hatırasını yad ediyor, Ehl-i Beyt-i Mustafa’yı saygıyla selamlıyor; asırlardan beri Hz. Peygamber ve Ehl-i Beyt sevgisi etrafında kenetlenen milletimizin barış, huzur, güven, karşılıklı sevgi ve saygı içerisinde yaşamaya devam etmesini Cenab-ı Mevla’dan niyaz ediyorum.

Mehmet GÖRMEZ 01 Aralık
Konu resmiRisâle-i Nur’dan Ölçüler
Risale-i Nur

ÂİLE SAADETİNİ TEMİN EDEN 3 SIR Karı-koca arasında karşılıklı olması gereken;1. Emniyet.2. Samimî bir hürmet.3. Muhabbet (sevgi). DİNÎ HÜKÜMLERİN (ŞERİATİN) 4 KAYNAĞI Kur’ân’ın müfessiri (tefsir edicisi) olan Hazret-i Peygamber’in (asm); 1. Sözleri.2. Fiil ve hareketleri.3. Hâlleri.4. Tavırları. OSMANLI’NIN YIKILIŞINDA ROLÜ OLAN MASON VE DÖNME CEMİYETİNİN 6 VASFI 1. Bir dirhemlik zararını bin lira milletin menfaatine feda etmemek.2. Menfaatini, insanların zarar görmelerinde bilmek.3. Ölçmeden ve muhâkeme etmeden mânâ vermek.4. İntikam meylini ve şahsî garazlarını feda etmediği halde, gururla, millete ‘ruhunu feda etmek’ dâvasında bulunmak.5. Osmanlı Devleti’nin bütünlüğünü bozacak, ‘beylik’ veya ‘şehir devletleri’ne geçişi ifâde eden ‘özerklik’ gibi veya ‘dikta rejimleri mânâsında bir cumhuriyet’ gibi, makul olmayan fikirler ve teklifler ortaya atmak.6.  Tarih sahnesinde muhtelif milletlerden ve devletlerden pek çok defalar zulüm görmüş ve bundan dolayı da kin bağlamış, hürriyet ve meşrûtiyetin birinci faydası olan afv ve istirâhat-ı umûmiyeyi (bütün insanların huzur ve rahat içinde yaşamalarını), intikam fikrine yediremediğinden dolayı, bütün milletlerin milliyetçilik damarını tahrik ederek onları birbirine kırdırmakla öç alarak rahatlamaya çalışmak. RUHUN MÂHİYETİNDEKİ 7 UNSUR 1. Hayat sâhibidir.2. Şuur sâhibidir.3. Nûrânî bir vücud giydirilmiştir.4. Câmidir (çok özelliği kendinde toplayan bir yapıdadır).5. Hakikatdârdır (varlığı vehim, hayal ve algı değil, hakikîdir).6. Külliyet kesb etmeye kâbiliyetlidir (genişlemeye, kemâlini artırmaya, tesirini güçlendirmeye uygun kâbiliyettedir).7. Mâhiyeti îtibâriyle, Cenâb-ı Hakk’ın ‘emir âlemi’nden gelen, kâinattaki diğer kanunlar gibi bir kanundur. BİR İNSANI DİĞER VARLIKLARIN BİR NEV'İ HÜKMÜNE GETİREN  3 ESAS 1. Çok özellikleri kendinde toplayan (câmi) bir fıtratta yaratılmış olması.2. Küllî bir şuur sâhibi olması.3. Her şeyi kuşatan tasavvur ve fikirlerinin olması. BEDÎÜZZAMAN HAZRETLERİ’NİN MÜCEDDİDLİĞİNE İŞÂRET EDEN 4 TEVÂFUK Hicrî 12. asrın müceddidi, bütün ulemânın ittifâkıyla ve ortaya koyduğu hizmet ve eserlerinin şehâdetiyle Mevlânâ Halid-i Bağdâdî Hazretleri’dir. Bedîüzzaman Said Nûrsî Hazretleri ile Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî Hazretleri arasında 4 noktada tam 100 senelik farklarla tevâfuklar vardır. Bu tevâfuklar, "Her yüz senede Cenâb-ı Hak bir müceddid-i din gönderiyor." hadis-i şerifini tasdik eder mâhiyettedir. 1. Mevlânâ Halid-i Bağdâdî Hazretleri’nin doğum târihi 1193’dür. Bedîüzzaman Hazretleri’nin doğum târihi ise 1293’dür.2. Mevlânâ Hazretleri 1224 tarihinde Hind saltanatının payitahtı olan Cihanâbâd’a gitmiş ve Abdullah Dehlevî Hazretleri’nden aldığı mânevî füyûzât ile Nakşî silsilesine girip müceddidliğe başlamıştır. Bedîüzzaman Hazretleri ise tam yüz sene sonra 1324 tarihinde  Osmanlı saltanatının payitahtına (İstanbul’a) gitmiş, mânevî mücâdelesine başlamış.3. Mevlânâ Hazretleri, 1238'de siyâsîlerin dikkatini çektiğinden, vatanını terk ederek Şam’a hicretle gitmiştir. Bedîüzzaman Hazretleri de tam yüz sene sonra 1338 tarihinde Ankara’ya gidip siyâsîlerle uyuşamayıp onları terk ederek, küserek, tekrar Van’a gidip, erek dağında inzivada iken 1338 senesini müteakip, Şeyh Said hâdisesinin olması münâsebetiyle siyâsîlerin vehmine dokunmuş ve memleketinden hicret etmek zorunda bırakılmıştır.4. Hazret-i Mevlânâ Hâlid, yaşı yirmi olmadan evvel zamanındaki bütün ulemâya ilmini kabûl ettirmiş ve onların üstüne çıkarak ders okutmuş. Bedîüzzaman Hazretleri ise on dört yaşında icâzet alıp zamanındaki ulemâ ile muarazaya girişip onları mağlub etmiş ve on dört yaşında iken icâzet almaya yakın talebeleri yetiştirmiştir.

Mustafa TOPÖZ 01 Aralık
Konu resmiKerbelâ
Tarih

    Hz. Hüseyin:    “Nedir bu yerin ismi?” diye sordu.    “Kerbelâ!” dediler.    Hz.Hüseyin:    “Üzüntülü, tasalı, mihnetli ve belâlı yer! Babam Sıffîn’e giderken, buraya uğramıştı. Ben de yanında idim. Durdu ve buranın neresi olduğunu sordu. İsmi kendisine haber verilince:    “Onların hayvanlarından aşağıya indirilecekleri yer, işte burasıdır!” demişti.    Bunun ne demek olduğu kendisinden sorulunca da:    “Muhammed’in Ehl-i Beytinin yükleri, ağırlıkları işte burada indirilecek!” demişti. dedi.    Hz.Hüseyin, Kerbelâ’da ağırlıkların indirilmesini emretti ve indirildi. *     *     *     Hz.Hüseyin ashabına hitap ediyor:    “Başımıza gelen işi görüyor ve biliyorsunuz.    Dünya değişmiş, sevimsizleşmiş, bizden yüz çevirmiştir.    Dünya bitmiş, gitmiş; ondan kap içinde kalan artık gibi artıklardan başka bir şey kalmamıştır.   Hayat otlakta otlamak gibi, değersizleşmiştir.    Görmüyor musunuz: Hak işlemez, batıl ise son derece rağbet edilir, üzerine düşülür olmuştur!   Mü’min olan Allah’a kavuşmaya rağbet eder.    Bence şehidlikten başka ölüm, değersizdir. Ben ancak şehidliği saadet görüyorum.   Zalimlerle birlikte yaşamayı ise suçlanmaktan başka bir şey görmüyorum!” *      *      *    Hz.Hüseyin uyanınca “İnnâ lillâhi ve innâ ileyhi raciûn. Vel hamdu lillahi Rabbi’l-âlemîn!” dedi.    Ali b. Hüseyin:    “Babacığım! Sana kurban olayım! Sen ne için böyle Allah’a rücu’ etmek dileğinde bulundun ve O’na hamdettin?” diye sordu.    Hz. Hüseyin:    “Oğulcuğum! Başıma bir ağırlık geldi, uyukladım. At üzerinde bir süvari ansızın önüme çıkıp: “Şu cemaat gidiyor. Ölümler de kendilerine doğru geliyor!” dedi. Anladım ki; o cemaat biziz. Ölüm haberi de bize veriliyor” dedi.    Ali b. Hüseyin:    “Babacığım! Allah sana kötü bir şey göstermez. Biz hak ve gerçek yolda değil miyiz?”dedi.    Hz.Hüseyin:    “Evet! Bütün kulların dönüp gidecek oldukları Allah’a yemin ederim ki; biz hak ve gerçek yoldayız!” dedi.    Ali b. Hüseyin:    “Babacığım! O halde, biz ölüp, kaybolup gitmemize hiç üzülmeyiz!” dedi. *      *      *    Tarih: Hicretin altmışbirinci yılı, Muharrem’in onuncu günü. Günlerden Cuma. Vakit: Öğleden sonra. Yer: Kerbelâ!    Ehl-i Beyt gençleri bir bir şehid oldular.    Hz.Hüseyin uzun müddet hareketsiz kaldı. O sırada, Kûfe leşkeri onu öldürmek isteselerdi, öldürürlerdi. Fakat birbirlerinden çekinmekte ve herkes onun kanına kendisinden başkasının girmesini istemekte ve beklemekte idi.    Şimr b. Zilcevşen, Kûfe leşkerine:    “Yazıklar olsun sizlere! Hay anaları ağlayasıcalar! Daha ne bakıp duruyorsunuz adama? Öldürün onu!” diyerek seslendi. Bunun üzerine her taraftan Hz. Hüseyin’e saldırdılar. Hz.Hüseyin’in sol avucuna bir kılıç darbesi indirildi. Bunu vuran Zü’ra b. Şerikü’t-Temimi idi. Zü’ra, bir darbe de onun omuzuna vurdu. Hz.Hüseyin de, onu omuzundan kılıçla vurup yere düşürdü. Hz.Hüseyin yüzünün üzerine düşüp kalkıyordu. O sırada Sinan b. Enes b. Amrü’n-Nehâi, arkasından gelerek, mızrağını Hz.Hüseyin’in köprücük kemiğinden saplayıp göğsünden çıkarınca, Hz.Hüseyin yüzünün üzerinde yere düştü!    Hz.Hüseyin şehid edildiği zaman mübarek cesedinde otuzüç mızrak yarası, otuzdört kılıç yarası bulunuyordu.    Hz.Hüseyin şehid edildiği zaman elli yedi yaşındaydı.    Medine kan ağlıyordu. Ümmü Seleme validemiz: “Eyvah Hüseyin’im! Eyvah Resûlullah’ın oğlu!” diyerek feryad etti.    İbn-i Sîrîn: “Kadınlar, Yahya (a.s.)’dan sonra, Hz.Hüseyin’e ağladıkları kadar hiç kimseye ağlamamıştır!”der.         *    *     *     Katillerin ele başları: Yezid b. Muaviye, İbn Ziyad, Ömer b. Sa’d idi.    Verilen sağlam haberlere göre; Kerbelâ cinayetine katılanlaradan, hemen hemen hastalığa uğramayan kimse kalmamış, çokları da delirmişti.    İbn Ziyad: İbrahim b. Eşter ve askerleri tarafından öldürüldü.    Yezid: İçkiye çok düşkündü; oruç tutsa, onu içkiyle açardı. Huvvarin nahiyesinde sarhoş olarak avlandığı sırada yaban eşeğinin üzerinden maymunun üzerine binmiş, yaban eşeği tepilip koşturulunca düşmüş, boynu kırılmış, karnı yarılmış ve ölmüştür.   *     *     *      Kerbelâ hakkında son söz Muhammed b. Hanefiyye Hazretleri’nin:    “O, bir melhame, büyük ve çetin bir öldürme vak’ası idi. Hüseyin’in alınyazısı idi. Allah, onu bununla şereflendirmek, o kavim karşısında derecelerle yükseltmek, başkalarını da alçaltmak için bunu ona nasib etmiştir.    Allah’ın emri yerine gelir. (Nisa: 47)    Allah’ın emri behemhal yerini bulan kaderdir.”(Ahzab:38)

İrfan MEKTEBİ 01 Aralık
Konu resmiMillet, Vekillerinden Ne İster?
Tarih

Bedîüzzaman Hazretleri r.1339 /1923 tarihinde milletvekillerine yazdığı bir mektupta -aşağıda kendi ifâdelerimle aktarmaya çalışacağım- nasihatlerine kulak verilmesini rica ediyordu. Bu sözleri yeniden hatırlamakla birlikte, o günden bugüne değişen bir şey var mı ya da şu vaktin insanları ve vekilleri olarak dinlense neler anlamalıyız çerçevesinde sizlerle birlikte bir değerlendirme yapmak istiyorum. Bakalım bizler başımızdaki insanları nasıl görüyoruz veya görmeliyiz? Onlardan beklentilerimiz nelerdir veya neler olmalı? *** Osmanlı’nın bakiyesi olarak vücud bulan ve elan da devam eden Türkiye Cumhuriyeti ve onu oluşturan Türkiye halkının, kendileri adına kendilerini temsil eden vekillerden hak namına istedikleri bazı şeyler vardır. Bu hakka onları halklı kılan ise, o gün için, meclisi oluşturan tepe yapının organizasyonunda memleketin düşmandan kurtulması olmuştur. Bu muzafferiyetin gelmesindeki gerçek sebep ise, Allah’ın muvaffak kılmasıdır. Mâdem öyle, o zaman Allah’ın cihad gibi emirlerine bilvesile uyan bu yapı, diğer emirlerine de kulak vermelidir. Yani mesela namazını da kılmalıdır. Çünkü düşmana karşı olan gâlibiyet hem şükür ister, hem de devamlı olmak ister. Bu da başta namaz gibi dinin emirlerinin yerine getirilmesiyle mümkün olacaktır. Gerçek gâlibiyet ve devam eden muvaffakıyeti kazanmanın yolu ancak budur. Günün şartlarında, düşman kuvvetlere karşı vatanı muhâfaza etmek, o vatanda yaşayanları ve -bu vatan âlem-i İslâm’ın merkezi olmak hasebiyle- bütün Müslümanları sevindirmiştir. Bu muhabbet ve sevginin devamı arzu ediliyorsa şâyet, Allah için yapılan bu mücâdeleye bedel İslâm’ın göstergeleri olan şeairine uygun hareket etmek gerekir. Neden? Çünkü Müslümanlar başlarındaki insanları İslâmiyet hesabına severler. *** Yaşanan savaşta şehid ve gâzi olanlar vardı. Başlarındaki insanlar, böyle mânevî kahramanlara kumandanlık etmişlerdi. Şimdi o şehid olanlar -Allah’ın ebedî ikramlarına mazhariyetle- âhiret âlemlerinde mânevî lezzetlerle birliktedirler. Hayatta kalanlar ve onların başında başkanlık edenler, o mübâreklere arkadaş olmak ve o güzel yurtta aynı lezzetlerle mütelezziz olmak istiyorlarsa, Kur’ân’ın emirlerine uygun bir hayat yaşamak durumundadırlar. Ki himmeti yüksek olan insanlar, bundan geri durmayacaklardır. Aksi olursa, burada o fedailere kumandanlık makamında olanlar, âhirette bir neferden yardım istemek durumunda kalacaklardır. Onların nuruna muhtaç hale geleceklerdir. Zîra dünya fâni, mal ve mülkler gelip geçici. Belirli bir zamanla sınırlı olan dünya şöhreti de ölümden sonra geçer bir akçe değildir. Bundan bahisle bütün himmet ve gayretin dünyaya hasredilmesi, sâdece dünyanın talep edilmesi akıllıca bir iş değildir. En kötü kimse bile karşısında iyi olan birini ister. İslâm topluluklarında yaşayanlar -faraza- namaz kılmasa veya fasık da olsa, başlarında olanları dindar görmek isterler. Doğuya giden memurlardan halkın sorduğu ilk şey “Acaba namaz kılıyor mu?” imiş. Çünkü eğer oraya giden memur namaz kılıyor ise, halk ona îtimat eder, güvenirmiş. Bedîüzzaman Hazretleri yaşadığı o dönemde, Beytüşşebab aşiretlerinde cereyan eden isyanın sebebini sorduğunu ve muhâtapların “Kaymakamımız namaz kılmıyordu, rakı içiyordu. Öyle dinsizlere nasıl itaat edeceğiz?” dediklerini rivâyet eder. Üstelik bu sözü söyleyenler namaz kılmadıkları gibi, eşkıya imişler. *** Cumhurun başında olanlar, toplumbilimciler, sosyologlar şu noktaya dikkat etmelerinde fayda olacaktır. Kader cihetinde peygamberlerin çoğu doğudan ve felsefe ve fenle uğraşanların çoğu ise batıdan çıkmıştır. Bu, görebilenler için bir işârettir ki şarkın ayağa kalkması din ile, kalp ile olacaktır. Batının formülleri ile doğuda iş yapmak mümkün değildir. Çünkü doğunun fıtratına zıttır. Bir şeye fıtrî olanı vermezseniz onu ya hasta edersiniz ya da hepten öldürürsünüz. Hem gayret, çalışma, para ve ümitleriniz hepsi hebaen yok olur gider. Suç hep düşmanda mıdır? Bizim hiç suçumuz yok mu acaba? Üşüyen bir adam soğuğa kızıp duracağına soğuğun içeri girmesine sebep olan ve kendi ihmali bulunan delikleri tıkamalı, kapıları kapatmalı değil midir? İslâm düşmanları da müslümanların dindeki kayıtsızlığından ve gevşekliğinden çok istifâde etmişlerdir ve hâlâ da ediyorlar. Belki de onların zararından çok, bizim kendi kendimize zararımız var; dindeki gevşekliğimizden dolayı. Milletin selâmeti ve İslâmiyet’in maslahatı için bu gevşeklikten -başta baştakiler olarak- bütün herkes vazgeçmeye çalışmalıdır. Hem vekillerin milletten sevgi ve muhabbet görmeleri, dine karşı lâkayt olmamaları ile mümkündür. Bunu daha somut görmek isteyenler İttihatçılara ve onların devam edegelen yapılarına ve akıbetlerine baksınlar. *** Küfür âlemi, bütün her şeyiyle İslâm âleminin üstüne gelmiştir. Medeniyetiyle, felsefesiyle, fenleriyle, hatta misyonerleriyle İslâm memleketlerinde kendi lehlerine çalışmalar yapmışlardır. Uzun bir zamandan beri maddeten İslâm âlemine galebe ettikleri, üstün oldukları halde, dinen galebe edememişlerdir. İslâm âlemi hâlâ müslümandır. Fakat batı ülkeleri neredeyse yarı yarıya İslâm’a giren insanlarla doludur. İslâmlar içerisinde yerleştirilen ve büyütülen dalâlet fikirleri sayı olarak az bulunmak kaydıyla, müslümanlar cemaatler ve cemiyetler hâlinde metânet ve sıkı duruşlarını korumaktadırlar. Böyle bir zaman diliminde ve konjonktürde laubalilikle Avrupa’dan süzülen çirkin ve bidatkar medeniyet, İslâmlar içinde yer tutamaz. İlla İslâm dünyasında -önemli ve ciddi bir değişimi ifâde edecek- bir iş yapılmak isteniyorsa, bu ancak İslâm’ın düsturlarına uymakla olabilir. Başka türlüsü mümkün değil. Bugüne kadar olmamış, bundan sonra da olması mümkün gözükmemektedir. Kısmen olsa da ömrü uzun olmamıştır. *** İslâm toplumlarında idâreci olarak bulunanların farkında olması gereken önemli bir husus da şudur. Dinde zaafa sebep olan Avrupa’nın sefih, çirkin, kötülüğe yönlendiren ve bu sıfatla mevsuf olan medeniyeti yırtılmağa, eski hâlini kaybetmeye yüz tuttuğu bir zamanda; hem Kur’ân’ın hakikatleri gün gibi aşikâr olmaya başladığı bir dönemeçte lâkaytlıkla, ihmalkâr davranmakla doğru bir iş yapılamaz. Ben milletim için illa bir iş yapacağım ve bunu da nasıl olursa olsun yapacağım demek, doğru bir netice, millet adına faydalı bir sonuç getiremez. Zâten birçok yaralarla yaralı İslâm toplumlarında yeni bir yara açmaktan öteye gidemez. Milletini seven, halkını seven, devletini seven yani milliyetçiyim, halkçıyım devletçiyim diyen, hatta fazlasını söyleyen kim varsa hepsi İslâm’ın hükümlerini rehber edinmekle dâvâ bildiği şeyin maksadına ulaşabilir. Burası Avrupa değil, şarktır. Burası Hıristiyan memleketi değil, İslâm coğrafyasıdır. *** Ey baş tacı etmek arzusuyla nasıl olmalarını istediğimizi bu vesileyle beyan ettiğimiz vekiller, baştakiler, iyi ve güzele tâlip olduğunu söyleyenler! Halkın içerisinde avam olan, fakat sağlam Müslüman olanlar daha çoktur. Ve onlar sizi cidden ve Allah için severler. Ve sizin için büyük bir kuvvet teşkil ederler. Bir kısım ise, yönü Avrupa’ya dönük nefisperestler vardır ki azınlıktadırlar. Sizin avam olan o sağlam Müslümanlarla irtibat ve buluşma noktanız Kur’ân’ın emirlerine göre hareket etmenizdir ve zarurîdir. Eğer siz yönünüzü Avrupaperestlere döner, onları dinlerseniz, halk da nazarını başka tarafa çevirecektir, bilesiniz. Gerçek hâmiyetkârlar kazancı çok, zararı az olan İslâm yoluna yönelmeli; faydası az, külfeti çok dünya ve nefsin aldatmacasından çıkan sefih medeniyetin yolundan yüzlerini çevirmelidirler. Bunun aksine kim hangi cümlelerle, hangi davranış kalıplarıyla karşımıza çıksa zarardadır. Sebebi: Doğunun ayağa kalkması îmanladır, İslâm’ladır ve zamanı dahi gelmiştir. Ortadoğu’nun yeni haritalarını çizenler, sosyologlar, toplumbilimciler, en önemlisi bu coğrafya da idârecilik yapanlar bunu akıllarından çıkarmamalıdır. Çünkü hakikat değişmez.

Metin Said SERDENGEÇTİ 01 Aralık
Konu resmi“Ben Bir Talebe Arıyorum, O Sen Olsan Gerek”
Eğitim

Dostuma… Gördü. Tehlikesini gördü görülmenin. Bilinmemek ne kıymetliydi ah! Îtibar etse halk kaçmalı yalınayak… Gördü. Bir rüya gördü. Büyük bir denizin ortasında bulunan bir ağaç deniz çekilince kurumuştu. Bir zât gelip o ağacın dallarını buduyor, sonra denizin ortasında genişçe bir yol açıyordu. Kendisi de o yolda yürüyordu. Rüyasını şeyhine anlattığında şeyhinin tâbiri şöyle olmuştu “O deniz şeraattir. Ağaç ve dallar ise ondan feyiz alan tarikattir. Benden sonra Isparta’ya İslâm’a hizmet edecek bir zât gelecek ve sen ona ittiba edeceksin.” Gördü. Hayra yorulan rüyası hakikatle vücud bulmuş, 1926’da asrın şâhikası sürgün olarak Barla’ya gönderilmişti. O’na ilk mektubunu yazmış, üç fıkhî mesele hakkında soru sormuştu. Mektubuna aldığı cevap ise O’nu artık yerinde durduramayacaktı. “Husrev Bey kardeşim! Senin sorduğun meselelerin cevapları fıkıh kitaplarında mevcuttur. Bu bilgilere ulaşmak da kolaydır. Ben bir talebe arıyorum, O sen olsan gerek! İslâm âlemi bu gün, büyük bir sarsıntı geçiriyor. Îman kalesi tehlikededir. Gel, beraber Kur’ân’a ve bu aziz milletin îmanına hizmet edelim” “Ehl-i kemâlin huzuruna yürüyerek gidilir” deyip Barla’ya yaya olarak gitmiş, Üstad Hazretleri kendilerini iltifâten Barla dışında Karaca Ahmed türbesinde karşılamışlardı. Artık birlikte idiler. Yıllar sonra Hazret, Husrev’e O’nun için iki ceset bir ruh gibiyiz diyecekti. Gördü. Üstad gördüklerini nefes alır gibi gözlerine çekiyor, kelimeleri nefes verir gibi tabiate üflüyordu. Ruhuna yurt arıyordu. Karanlık bir mezaristana benzettiği şu dünyadan berat yollarını arıyordu. Güzelliği bir ebediyet dilimi gibi görüyor, uyumuyor, uyumuyor ruhunu çatlatırcasına zikirlerle damlıyordu gecenin içine. Bir mâzi hâtırası ruhunun dalgalarını kabartıyor, yanındaki talebelerine yaz kardeşim diyordu. Yaz kardeşim! Gördü. Gördü ve gizlemeye karar verdi. Yazan kardeşlerinden biriydi Husrev. Kandil aydınlığında tâ sabahlara kadar yazacak bir dosttu O. Kardeş demek az sayılırdı. İki ceset bir ruh demişti O’nunla olan ünsiyetini anlatırken. Gizliyordu O’nu, bilinmemek ganimetti. Diğerlerine “Husrev gibi bir Nur Kahramanı size ihsan edildi” demişti. “Ben şimdiye kadar tamamıyla Husrev’i ehl-i dünyaya göstermiyordum, gizlerdim. Fakat neşredilen mecmualar, O’nu ehl-i siyâsete tamamıyla gösterdi, gizli bir şey kalmadı. O’nun için ben onun iki üç hizmetini has kardeşlerime izhar eyledim. Hem ben, hem o daha gizlemek değil, lüzum ise ayn-ı hakikat beyan edilecek.” diyecekti sonra… Gördü. Husrev durmadan dinlenmeden yazıyordu. Mürekkep olmasa ellerinden kan damlatacaktı neredeyse… Şirin kalemli diyordu O’na, Nur Kahramanı diyordu, Gül Fabrikası diyordu… Bir keresinde Husrev’in kaleminden şu satırlar dökülecekti “Zaman oluyor ki gözlerimden dökülen yaşları yazı yazmak veyahut risâleleri okumakla teskin edebiliyorum. Zaman oluyor kalbim mütemadiyen ağlıyor, ah sevgili Üstadım. Sizden pek büyük istirhamım budur ki: Beni afvediniz. İki-üç seneden beri dünyayı sevmez olduğum halde kurtulamadığımdan çok müteessirim. Issız sahralar, susuz çöller, ruhumun birer meskeni oluyor. Hayâlen oralarda dolaşıyorum. Güya bir şey arıyorum. Evet, bir şey arıyorum. Heyhât, aradığım hem çok yakın, hem çok uzak görünüyor. Bilmiyorum daha ne kadar zaman bu hâl içerisinde çırpınacağım. Evet, yine pek çok müteşekkirim. Nasıl teşekkürüm hadsiz olmasın. Henüz bir sene oldu; iki gece birbiri üstüne gördüğüm iki rüyâ-yı sâdıkada, temelleri atılmakta olan büyük bir gülyağı fabrikasının kâtibliğine tâyin edilmiş ve işe mübâşeret etmiştim. Bu rüya tarihinden iki ay sonra risâleleri yazmaya başladım. Ve bilhassa Yirmi Sekizinci Mektub’un Yedinci ve Sekizinci meselelerinde, hizmetimizin makbuliyeti ve rıza-i İlâhî dâhilinde olduğu pek açık bir lisanla yazılması, âciz talebenizi de dilşâd etmiş bulunuyor. Sevgili Üstadım, Allah sizden ebeden râzı olsun” Gördü. Husrev Efendi’nin gördüğü rüyanın bir beşâreti haber verdiğini gördü. Isparta’dan gönderilen mektup bir hazine sandığı gibi titreyerek açılacaktı Barla’da. Sanki mücevherler avuçlanıp tekrar tekrar bırakılıyordu sandığa. Ve Üstad, “İki ay evvel gördüğün mübârek rüya çok güzeldir, hem hakikattir. Senin en has ve en yüksek mertebeye tayin edildiğine o rüya beşâret verdiği gibi biz de beşâret ediyoruz” diyecek ve yazısı için de “Mânevî hâlis samimî hisler maddî nakışlar suretinde kendini gösteriyor” yorumunu yapacaktı… Gün gelecek Asrın Bediisi, ehl-i dünyadan gizlediği dostu Husrev için herkesi karşısına alarak “O’nun aleyhinde bulunmak benim ve Risâle-i Nurların aleyhinde bulunmak gibidir” diyecekti. Gördü. O gemiyi limana rotadan şaşmadan selâmetle Husrev Efendi götürecekti…

Sena İKBAL 01 Aralık
Konu resmiİDSB 13. Konsey Toplantısını Gerçekleştirdi
İnsan

İslâm Dünyası Sivil Toplum Kuruluşları Birliği (İDSB), 13. Konsey Toplantısı’nı, Günışığı Derneği’nde yaptı. Genel Gündem ve Özel Gündem olmak üzere 2 oturum gerçekleştiren Konsey üyeleri 1. oturumda bölgelerinde ki müslümanların sorunları ve beklentilerini dile getirdiler. Konsey Kur’an tilaveti ile başladı. Sadıkoğlu: “İDSB Ortak Sesimizdir” 1. oturum İDSB Genel Sekreteri Necmi Sadıkoğlu’nun açılış konuşması ile başladı. Açılış konuşmasında İslâm toplumun birlik ve beraberlik içinde yaşaması gerektiğine değinen Sadıkoğlu İslâm coğrafyasında yaşanan sıkıntıların asıl kaynağının Müslüman ülkelerin birlikte hareket etmemelerinden kaynaklandığını belirtti. Hak din İslâm’a mensup olan müslümanların Dünyanın birçok yerinde sıkıntılar içerisinde bulunduğu fakat ortak çalışmalar, birlikte hareket ve dayanışma içerisinde olunması halinde bütün sorunların özüleceğini belirten Sadıkoğlu İDSB’nin faaliyetlerinin ve amaçlarının, bu doğrultuda olduğunu dile getirdi. Sadıkoğlu İDSB’nin İslâm aleminin ortak sesi olduğuna değindi. Mısırlı: “Suriye’de 282 çocuk işkence ile öldürüldü” Genel Gündem içerisinde konuşma yapan Somali’den Şauyb Abdullatif Beşir kuraklık yüzünden Somali’de çok sıkıntılar çekildiğini fakat Türkiye başta olmak üzere birçok ülkeden yardımlar geldiğini belirtti. Beşir, Somali’de son zamanlarda yağan yağmurlar sayesinde sıkıntıların biraz dindiğini belirtirken yardımların Somalilerin kendilerini toparlayabilmeleri için devam etmesi gerektiğine değindi. Suriye’de ki sıkıntılara değinen Suriyeli temsilci Gazi Mısırlı “Suriye’de özgür basın yok. Yapılan haberler, gerçekleri yansıtmıyor. Basın gerçekleri yansıtamıyor. Basının üzerinde baskı var. Haberlerde gerçekler dile getirilemiyor. Suriye halkı ancak kendileri telefonlarla çektikleri görüntüleri internette paylaşıyorlar. Özel şirketlerde zor durumda. Esad’ın istediği şirketler ancak büyüyebiliyor. Esad ayaklanmaların mezhepçilikten kaynaklandığını belirtiyor. Oysa Suriye halkı bu iftiraya yanıt veriyor. Biz mezhepçilikten dolayı ayaklanmıyoruz diyor. Suriye’de 282 çocuk işkence ile öldürüldü. 197 kadınımız parça parça kesilerek ailelerine teslim edildi. 40.000 kişi kayıp. 30.000 kişinin ölüm raporu yok. Libya’da bile bu kadar ölüm olmadı. Suriye halkı devlete silah çekmedi. Eskiden Suriye ordusunda bulunup Esad’ın yanlışlarına ve zulmüne karşı gelen askerler Esad’ın askerleri ile silahlı çatışmaya giriyor. Çünkü onlar yemin etmişlerdi halklarını koruyacaklarına dair. Türkiye’de yaklaşık 8000 kişi çadırlarda yaşıyor. Bizim tek istediğimiz destek ve dua.” dedi. Lübnan’dan katılan İmad Said Lübnan’da 18 etnik grubun bulunduğu, Sünnilerin dışında herkesin destekçisi olduğunu belirtti. Said “Lübnan’daki Sünnilerin tek destekçileri Allah ve sizlersiniz. Düne kadar Lübnan’da maddi manevi destek verdiğimiz kişiler şimdi düşman oldular. 2006 yılına kadar Lübnan’da onurlu bir direniş vardı. 2008 yılında hükümet düşürüldüğünde Hizbullah grupları zulüm etmeye başladılar. Ailelerimize zulüm ettiler. Onlar direnişin temizliğine leke sürdüler. Hizbullah bölgedeki demokratik yapıyı değiştirmeyi istemektedir. Arap ve İslâm baharı zincirleri kırmış, ümitleri yeşertmiştir. Bizler Lübnanlı kardeşleriniz mazlumdur. Bize yardım etmeniz dini bir görevdir.” dedi. Oğuzhan: “İDSB Çatısı Altında İslâm Dünyasına Ulaşabiliyoruz” 1. Oturum da konuşma yapan Hidayet Oğuzhan Doğu Türkistan’ın sorunlarına değindi. Çin Hükümeti’nin Doğu Türkistanlıları asimile etmeye çalıştığını belirten Oğuzhan “Doğu Türkistan’da Çin’in büyük baskıları var. Şehir düzenlemesi adı altında Doğu Türkistan’da yerleşim yerleri kuruyorlar. Kadınlarımızı Çin’e çalışmaya gönderiyorlar. Bir çok kadınımız orda tecavüze uğradığından intihar etti. Doğu Türkistan’ın köylerinde 5-6 aylık hamile kadınlara zorla kürtaj yaptırıyorlar. 1965 yılında kültürel hareket adı altında ailelerimizi şehit ettiler. Dinimizi çocuklarımıza aktaramıyoruz. Medreselerimiz yok. 60 yıllık Çin baskısı sonucunda Urumçi olayları çıkmıştır. Urumçi olaylarında 3000-4000 kişi katledildi. Türkistan’da Çinliler kalkınma projeleri yapıyorlar fakat bunlar Çinliler için. Bizler ancak İDSB çatısı altında İslâm Dünyasına ulaşabiliyoruz.” dedi. Irak’ın sorunlarına değinen Dr. Ahmet Hakkı Irak savaşında Bağdat’ta Sünni kıyımı yaşandığına değindi. Hakkı “Osmanlı Irak’ta Sünni ve Şiilere aynı davranıyordu. Irak savaşında 1.5 milyondan fazla şehit verdik. 200.000 fazla hala mahkûm var. 4 milyondan fazla kişi hala sürgünde. Ben diğer Müslüman ülkelerde ki şehitlerin kanı önünde saygı ile eğiliyorum fakat Irak’ta ki katliam hepsinden büyük. Irak halkı çok sıkıntılar çekti.” dedi. Konsey öğleden sonra Özel Gündem ile toplandı. Özel gündemde İDSB’ye yeni katılan üyelerin üyelikleri oy birliği ile kabul edildi. Oy birliği ile kabul edilen üyeler; 1- Beytul Hikme Kriz Çözümleri ve Danışma Merkezi / Filistin2- PKPU İnsani Yardım Vakfı / Endonezya3- Azzagra Kültür Vakfı / İspanya4- Uluslararası Kudüs Gençlik Birliği / Lübnan5- İstikrarlı Gençlik Projeleri Teşkilatı / Sudan6- Uluslararası Hafızlık Teşkilatı / Suudi Arabistan7- İrşad ve Islah İnsani Yardım Teşkilatı/Lübnan 

Zana AKKUŞ 01 Aralık
Konu resmiVan ve Bedîüzzaman
Risale-i Nur

Günlerdir yüreklerimizi dağlayan, acılarımıza acılar katan ve gözyaşlarımızı akıtan acı ve kara haberler aldığımız Van şehrimiz, asrın imamı Bedîüzzaman Hazretleri’ne yaklaşık 20 seneye yakın ev sâhipliği yapmıştır. Eskiler “Şerefü’l-mekân bil-mekîn” demişler. Yani mekânların şerefi içinde yaşayanlardan ileri gelir. Şu an depremle pençeleşen Van şehri de bir zamanlar Bedîüzzaman Hazretleri ile şereflenmişti. Bedîüzzaman Hazretleri, Van’a ilk olarak 1894 tarihinde, dönemin Van Vâlisi Hasan Paşa'nın dâveti üzerine geldi. Paşa, konağında ona bir oda tahsis etti ve Hz. Üstad orada kalmaya başladı. Daha sonraki yıllarda vâli olan Tahir Paşa da Bedîüzzaman Hazretleri İstanbul’a gidinceye kadar çok büyük bir saygı ve takdir içinde O’nunla ilgilendi. MÜSBET İLİMLERLE MEŞGULİYETİ Üstad Hazretleri Van’da bulunduğu müddet içinde, müsbet ilimler denilen bütün fenleri incelemeye, araştırmaya başlayarak pek kısa bir zamanda Tarih, Coğrafya, Matematik, Jeoloji, Fizik, Kimya, Astronomi, Felsefe gibi ilimlerin esaslarını elde etmiştir. Bu ilimleri bir hocadan ders alarak değil, yalnız kendi mütalâası sâyesinde hakkıyla anlamıştır. Ayrıca Van’da kaldığı zamanlarda Bitlis’te ezberlemiş olduğu kırk kadar kitaba ek olarak elli kadar daha kitap ezberledi. Bu kitaplar sâdece dinî ilimlerin esaslarına dair kitaplar olmayıp fennî, felsefî, tarihî ve edebî kitaplar da bunlara dâhildi. Bu hâdiseler Üstad Hazretleri’nin ne denli sağlam bir ilmî temeli olduğunu ortaya koyan vesikalardan sâdece bir kaçıdır. BAŞİT YAYLASI Bedîüzzaman Hazretleri, Van’da kaldığı dönemlerde yaz aylarını Başit namındaki yaylada geçiriyordu.  Burası Van'ın Gürpınar ilçesi sınırları içinde bulunmakta ve Van'a takriben 25 km. uzaklıktadır. Birgün Tahir Paşa'ya Başit dağının başında Temmuz'da bile buz bulunduğunu söyler. Tahir Paşa îtiraz eder ve "Temmuz'da katiyen oralarda buz bulunmaz" iddiasında bulunur. Yaylada iken bir gün bunu hatırlayarak, Tahir Paşa’ya yazdığı ilk Türkçe mektubunda der: "Ey Paşa! Başit başında buz tuttu. Görmediğin şeyi inkâr etme. Her şey senin malûmatında münhasır değildir, vesselâm!"[1] Hz. Üstad Başit Dağı’na çıktıkları bir zamanda başına gelen latif bir hâdiseyi de şöyle anlatır: “Başit namındaki meşhur dağın başında bir taş üstünde akşam namazını kıldıktan sonra yalnız olarak otururken o dağın esedi ve arslanı hükmünde olan bir canavar kurt yanına geldi. Bir arkadaş gibi ona ilişmedi.”[2] HORHOR MEDRESESİ Van Kalesi’nin hemen dibindeki uzunca bir salon şeklinde olan bu medreseye orada bulunan “Horhor Çeşmesi” münâsebetiyle “Horhor Medresesi” denilmiştir. Üstad Hazretleri “Medresetü’z-Zehra'nın mekteb-i ibtidaîsi (ilkokulu)” dediği Horhor Medresesi’nde, İstanbul’a gitmeden önce 1907 yılı sonlarına kadar ders verdiği gibi, 1912’de İstanbul’dan döndükten sonra da ders vermeye devam etmiştir. Bu medresede, Molla Habib, Müküslü Hamza, yeğeni Ubeyd gibi, hem dinî hem de fennî ilimlerle donanmış talebeler yetiştirmiştir. VAN KALESİNDEN DÜŞMESİ Bedîüzzaman Hazreteri’nin Van’da başından geçen gâyet acaib ve hayret verici bir hâdise de Van’ın meşhur kalesinden aşağı düştüğü halde hârikulâde bir şekilde ölümden kurtulmasıdır. Hz. Üstad bu konuyu şöyle nakleder; “Hayatta olan eski talebelerim biliyorlar ki bin üç yüz on dört, bin üç yüz on beş-on altı (m. 1896-97-98) senelerinde, Van kalesi ki iki minâre yüksekliğinde, sırf dağ gibi bir taştan ibârettir, eskiden kalma oda gibi bir in kapısına gidiyorduk. Ayağımdan kunduralar kaydı, iki ayağım birden kaydı. Tehlike yüzde yüz... Başkaca nokta-i istinad kalmadığı halde, büyük bir istinada basmış gibi üç metrelik bir kavisle o mağaranın kapısına atılmışım. Hem ben, hem beraberimdeki orada hazır arkadaşlarım, ecel gelmediği için sırf bir hıfz-ı İlâhî, hârika bir imdad-ı gaybî telakki ettik.”[3] Bedîüzzaman Hazretleri’nin mübârek vücudu boşluğu kucaklarken, ağzından çıkan AH, DAVAAAM! ifâdeleri de bütün âlemi inletmiştir. MEDRESETÜ’Z-ZEHRA’NIN TEMELİNİ ATIYOR Balkan savaşlarının başlamasından dolayı Kosova’da temelleri atılan Darülfünun’un inşaatı durmuştu. Bedîüzzaman Hazretleri de Kosova Üniversitesi’ne tahsis edilen on dokuz bin altını,  Van’da tesis edeceği Medresetü’z-Zehra için talep etti. Bu talebi de padişah tarafından kabul edildi. Bedîüzzaman Hazretleri, bu yardım sözünün ardından, Van’ın Edremit mevkiinde 1913 yılının yazında, Van’ın ileri gelenleri ile kalabalık bir halk kitlesinin iştirak ettiği bir merâsimle, gâye-i hayalim dediği Medresetü’z-Zehrâ üniversitesinin temelini attı. Fakat Birinci Dünya Harbi’nin başlamasıyla inşaat devam etmedi. BEDÎÜZZAMAN VE TALEBELERİ ERMENİ ÇETELERİNE KARŞI Bedîüzzaman Hazretleri, Birinci Dünya Harbi’nin arefesinde ve Ermeni zulmünün had safhaya vardığı o günlerde, gönüllülerden teşkil ettiği talebelerini silahlandırarak harp tâlimlerine başlamıştı. Bu talebelerini dağlara götürüyor ve tâlim yapmak için hedefe yumurta koyuyordu. Yumurtaya kim isâbet ettirirse ona ödül olarak bir gümüş para veriyordu. Bu şekilde eğitim gören talebeler, az zamanda ustalaşmış ve cesâret kazanmışlardı. Kısa zamanda şöhretleri etrafa yayıldı. Hatta bu yüzden, tâlim için Erek Dağı’na çıktıkları vakit, Ermeni çeteciler hemen gizleniyorlar veya başka yerlere gidiyorlardı. Bunun neticesi olarak da o çetelerin taşkınlıklarının bir derece önü alınmış oluyordu. BEDÎÜZZAMAN’IN SON VAN HAYATI Bedîüzzaman Hazretleri’nin Van’daki bu son dönemi 1923 yılı yaz ortalarından 1926 Şubat’ına kadar iki buçuk sene sürmüştür. En son Birinci Dünya Harbi öncesinde Van’da bulunmuş, 1916 yılı Mart başında Ruslara esir düşerek memleketinden ayrılalı yedi seneden fazla olmuştu. Harb sonrası bu ilk gelişinde müdhiş bir manzarayla karşılaştı. Van şehri Ermenilerce baştan aşağı yakılmış bir harâbe durumundaydı. Bedîüzzaman Hazretleri, Van’a gittiği ilk günlerde orada Arapça öğretmenliği yapmakta olan kardeşi Abdülmecid’in Toprakkale semtindeki evinde bir müddet kalmıştır. Gelip giden ziyâretçilerin çok olmasından dolayı Üstad Hazretleri, kardeşinin evinden ayrılarak Nurşin Câmii’nde kendisi için hazırlanan hususî bir odada kalmaya başladı. Artık gelen giden misâfirlerini burada kabul ediyor ve aynı câmide vaaz ediyordu. Etrafına toplanan talebelere ders veriyordu. Hazret-i Üstad, o kışı Nurşin Câmii’nde geçirdikten sonra Van’ın doğusundaki Erek Dağı’na çıkarak vakitlerini orada geçirmeye başladı. Zernabad suyu başında bulunan bir harâbede kalıyordu. Yanında Molla Hamid ve Molla Resül gibi bir kısım talebeleri bulunuyor, bazı dost ve talebeleri de ziyâretine gelip gidiyorlardı. Fakat bu güzel günler fazla sürmedi. Şeyh Said isyanı bahane edilerek, kendisinin hâdiseyle hiçbir alâkası olmadığı, hatta teşebbüs edenlere “Vazgeçiniz” dediği halde, Erek Dağı’nda inzivaya çekildiği mağaradan, jandarmalar tarafından alınarak Batı Anadolu’ya sürgün edildi. Böylelikle, vefatına kadar tam otuz dört sene sürecek olan bir sürgün, esâret ve çile hayatı başladı ve Bedîüzzaman Hazretleri bir daha Van’a dönemedi. Kaynaklar: [1] Tarihçe-i Hayat, Sözler Yayınevi, s. 42[2] Sikke-i Tasdik-i Gaybî, Said Nursî, Altınbaşak Neşriyat, s. 129[3] Sikke-i Tasdik-i Gaybî, Said Nursî, Altınbaşak Neşriyat, s. 156

Feridun ŞAMİL 01 Aralık
Konu resmiSizler Bedîüzzaman’dan İcâzetlisiniz
Risale-i Nur

Aziz, sıddık kardeşlerim! Bayram tebrikiyle beraber, her birinizi derecesine göre birer Said ve birer vârisim ve benim yerimde Nurların birer bekçi muhâfızı olarak, mânevî bir hâtıraya binaen kabul ettiğimi haber verdiğim gibi şimdi de size beyan ediyorum. Mâdem haddimden çok ziyâde hüsn-i zannınızla bana ulûm-ı îmâniye ve hizmet-i Kur'âniyede bir üstadlık vermişsiniz. Ben de her birinize derecesine nisbeten eski zaman üstadlarının icâzet almaya lâyık olan talebelerine icâzet-i ilmiyeyi verdikleri misillü icâzet veriyorum. Ve bütün kanaatımla ve ruh u canımla sizi tebrik ediyorum. İnşaallah şimdiye kadar sadâkat ve ihlas dâiresinde fevkalâde neşr-i envar ettiğiniz gibi daha parlak devam edip bu âciz, zaif, mütekaid Said bedeline binler muktedir, kuvvetli vazifeperver Saidler olursunuz. Yukarıdaki metin yıllar önce başımdan geçen bir hâdiseyi hatırlatır her zaman. Her hatırlayış, şükre sevk eder beni. Makaleyi okuduktan sonra sizlerin de bana hak vereceğinizi umuyorum. Mâlumunuz doğuda bazı merkezlerde eski usul medrese tedrisatı hâlâ devam ediyor. Buralarda Arapça, tefsir, hadis, fıkıh, siyer, mantık vb. dersler okutulmaktadır. Eğitimini bitirenlere hocaları tarafından “icâzet” yani bir nevi diploma verilir. Bu tarz eğitimin asr-ı saadete kadar dayandığı iddia edilmektedir. Doğuda bulunduğum bir zamanda medrese hocası muhterem bir zâtla tanıştık. Zamanla aramızdaki samimiyetin derecesi ilerledi. Bizden ona hürmet ve muhabbet, ondan bize şefkat ve merhamet gün geçtikçe artıyordu. Bir gün muhterem hocamla medreselerdeki usul üzerine konuşuyorduk. Söz kendisinin nasıl ve ne zaman icâzet aldığına gelmişti. Medrese hayatının zorluklarını, karşılaştığı sıkıntıları, talebe arkadaşlarını, hocalarıyla yaşamış olduğu hâtıraları heyecanlı bir şekilde anlatıyordu. Gâh gülüyor, gâh hüzünleniyordu. Aramızdaki konuşmanın bir kısmını sizlerle paylaşmak istiyorum: -  Muhterem hocam medrese eğitiminde icâzet neyi ifâde ediyor?  - Bir nevi diplomadır. Ehil ve aynı zamanda icâzet almış bir hocanın talebesinin ilmine kefil olduğunu şâhidler huzurunda îlan etmesini ifâde eder. - Bir kimse medresede okutulan bütün derslere vakıf olduğu halde icâzeti olmazsa ne olur? - Ehl-i ilim arasında icâzet almamış kimselere âlim nazarıyla bakılmaz. İcâzet insanlardaki soy zinciri gibi tâ Peygamberimiz (asm)’e kadar devam eden bir silsiledir. - Neden icâzeti olmayan âlim sayılmıyor? Ya da ilmine itibar edilmiyor? - Bizde bir âlimden, bir silsileden icâzet almamış kişiler, babası belli olmayan çocuklar gibidir. Onların ilmine îtibar edilmez. Oradan buradan okumakla âlim olunmaz. Konuşma bu minvalde devam ederken, ben bu sözden son derece etkilenmiştim. İçimde târifi mümkün olmayan bir sıkıntı başladı. Hazmedemedim. Sindiremedim. Nasıl olur? Niçin? İcâzeti olmayan, ama kendisini mânevî açıdan yetiştirmiş topluma rehberlik eden insanlar gözümün önüne geldi. Bana göre böyle bir anlayış, onlara haksızlık etmekti. Kendi adıma kabullenemedim. İçten içe isyan ettim. Hocamdan izin alıp oradan ayrılırken iç dünyam karmakarışıktı. Yüreğimde fırtınalar kopuyordu. Zaman geçiyor, hayat her şeye rağmen devam ediyordu. Fakat içimdeki sızı  bir türlü dinmemişti. Bir teselli arıyordum. İçimi rahatlatacak bir söz, bir kelam, bir müjde bekliyordum. Kendimi Risâle-i Nur’un deryasına attım. Okudum, okudum, okudum. Sıra Emirdağ Lâhikası’nın ikinci kitabına gelmişti. Çölde susuz kalmış bir adam gibiydim. İçimdeki sıkıntı her geçen gün büyüyordu. Aradığım teselliyi bulamamıştım. Bu durum beni daha da üzüyordu. İşte bu ruh hâliyle Emirdağ Lâhikası’nı elime aldım, okumaya başladım. “Mâdem haddimden çokziyâde hüsn-i zannınızla bana ulûm-ı îmâ-niye ve hizmet-i Kur'âniyede bir üstadlık vermişsiniz. Ben de her birinize derecesine nisbeten eski zaman üstadlarının icâzet almaya lâyık olan talebelerine icâzet-i ilmiyeyi verdikleri misillü icâzet veriyorum.” Aman Allahım, rüya mı görüyorum acaba? Uykuda mıyım? Yoksa uyanık mıyım? Metni tekrar tekrar okudum. Gözlerime inanamıyordum. Üstad, talebelerine icâzet veriyordu. Her bir talebesini hizmet derecesine göre birer “Said” olarak gördüğünü ifâde ediyordu. Bu ne büyük şeref yâ Rab! Bu ne büyük lütuf! Rahatlamıştım, mutluydum. Kuş kadar hafiftim artık. Dünyanın yükünü sırtımdan atmış gibiydim. Sevincimden havalara uçuyordum. Şükür secdelerine kapandım. Evet, artık benim de bir icâzetim vardı. Hem de Bedîüzzaman Hazretleri’nden, âlimlerin bediinden, üstadların azizinden. Evet, şimdi daha net anlaşılıyor şu ifâdeleri “Bir sene bu risâleleri anlayarak ve kabul ederek okuyan, bu zamanın mühim hakikatli bir âlimi olabilir.” Demek her bir nur talebesi risâleleri okuyup nurlandıkça hem âlim vasfını kazanıyor hem de Üstad Bedîüzzaman Hazretleri’nden icâzet alıyor. Yâ Rabbi, Sana kâinattaki zerreler adedince şükürler olsun. Bizlere böyle bir nimet bahşettiğin için. Şükürler olsun yâ Rab! Böyle bir zâtı bizlere üstad eylediğin için. Böyle bir zâta bizleri hizmetkâr ettiğin için. Evet, biliyordum ki bu pâyeyi almanın bir bedeli vardı. Talebelik, fiyat isterdi. Talebe olmak lâzımdı. Talebelik şartlarını yerine getirmek gerekirdi. Talebe olmak tam ve hâlis bir sadâkat, daimî sarsılmaz bir sebat isterdi. Risâle-i Nur’u kendi malı ve telifi gibi bilip hayatının en mühim vazifesi onun neşir ve hizmeti bilmeyi gerektirirdi. Sünnet-i seniyeye tam ittiba ile bidatlerden içtinabı lüzumlu kılardı. Olsun. Fiyatı ne olursa olsun, vermeye ahdettim. Yevm-i mahşerde benim Üstadım Bedîüzzaman Hazretleri olsun da… Bin canım yoluna feda olsun. Bir ömrü o nurlu yolda tüketmek az bile. İşte o günden beri şu duâyı vird ettim. Yâ Rab! Bizleri Üstad’a talebe kabul eyle. O’na lâyık Saidlerden eyle. Son nefese kadar bizleri istikamet ve istikrar ile nurların hizmetinde istihdam eyle. Âmîn. 

Zafer ZENGİN 01 Aralık
Konu resmiMukayeseli İslâm Ekonomisi
İnsan

İslâm Ekonomisi ayrı bir bilimsel kavram olarak literatüre 20. asrın ilk yarısında girmiştir. Hint âlimlerinin geliştirdiği bu mefhum ilk önce İngilizce olarak literatüre girmiş, daha sonra Arapça ve Türkçe literatürde de görülmeye başlamıştır.1 Her ne kadar İslâm Ekonomisi kartezyen2 bir bilimsel anlayışla yeni bir kavram olarak gözükse de aslına bakılırsa sayabileceğimiz bütün ekonomik sistemlerin üstünde ve köklü bir geçmişe sahip, birincil bir sistemdir. İslâm Ekonomisi diğer ekonomik sistemlerin aksine disiplinler arası bir bütünlük arzeden bir yapıya sahiptir. Bu yüzdendir ki bazı iktisatçılar salt İslâm Ekonomisi yerine İslâm’ın Ekonomik/Sosyal Sistemi3 kavramını kullanmayı daha doğru bulmuşlardır. Aslında bu durum, Batı felsefesinin ürünü olan kartezyen anlayışa karşın İslâm’ın Tevhid anlayışının bir neticesidir. Çünkü kartezyen anlayış neticesinde ekonomi, sosyolojik yapıdan, kültürden, ahlaktan, itikaddan ayrı olarak düşünülüp, diğer alanlar ihmal edilmişken; İslâm’ın Tevhid anlayışının neticesi olarak ekonomi ile din, kültür, sosyoloji vb. alanlar bir bütünün şubeleri olarak görülmüş ve aralarındaki etkileşim asla ihmal edilmemiştir. İslâm’da bütün bu şubeler bir saatin çarkları gibi işlemekte, birbirlerine yardım eder, kuvvet verir bir tarzda çalışmakta ve bütüne (Tevhid’e) hizmet etmektedir. Meşhur batı tipi sistemler ise realiteden uzak, bütünü ihmal eden bireysel bir ekonomik anlayışın ürünü olduğu için, halkının ekserisi müslüman olan devletlerin, bu ekonomik modeller ile kalkınmayı ve refahı temin edebilmesi neredeyse imkânsızdır. Batı tipi ekonomik modellerin Müslüman toplumlarda tatbiki, hasta bir insana, kendisiyle uyumsuz olan bir organın nakil edilmesinden alınacak fayda kadar, İslâm toplumuna fayda sağlayacaktır. Söz konusu doku uyuşmazlığını fark eden kapitalistler, eski klasik iktisatçıların veya liberallerin aksine, “Bu ekonomik sistem her topluma uyar; çünkü insan rasyonel bir varlıktır”4 dememişler ve toplumların inanç, anlayış ve değerlerini kapitalizme uyumlu hale getirmeye çalışmışlardır ve hala çalışmaktadırlar. Bunun neticesi olarak toplumların, hususen müslüman toplumların, tüketim anlayışlarından tasarruf anlayışlarına, kâr anlayışından ücret anlayışına, işçi-işveren arasındaki ilişkilerden, ticaret ilişkilerine kadar kapitalizmi hazmedemeyecek, kapitalist anlayışla çelişebilecek her sahada yozlaştırma, başkalaştırma, değersizleştirme, kapitalist doktrine uygun hale getirme faaliyetlerine önem vermişler ve bununla ilgili her alanı desteklemişlerdir. İslâm’ın diğergâmcı, biz odaklı, insan sosyal bir varlıktır anlayışını yerine; ben merkezli, bencil bir anlayışı ifade eden “homo economicus”u adeta toplumlara yeni bir din, yeni bir itikad gibi benimsetmişlerdir. Bu vahim duruma da değindikten sonra yeniden mukayesemize kaldığımız yerden devam edelim. İslâm ekonomisi üç katmanlı bir yapıyı ve ilişkiyi muhtevi iken Batı tipi ekonomik disiplinlerin en önemli iki ismi, kapitalizm ve sosyalizm iki katlı bir ilişkiyi muhtevidir. İslâm ekonomisinde Allah-toplum-insan (birey) ilişkisi söz konusudur. Ve fayda söz konusu olduğunda veya amel söz konusu olduğunda fiil önce Allah dediği için, bir başka deyişle Allah rızası için yapılır; yine toplumun faydası bireyin faydasının önündedir. Eşya (mal) asla “amaç” değil, mukaddes gayelere ulaşmakta “araç”tır. Buna karşın kapitalizm ve sosyalizmde yukarıda da değindiğimiz gibi iki katmanlı insan (birey)-toplum ilişkisi söz konusudur. Bunlardan kapitalizm insanı (bireyi) topluma tercih ederken, sosyalizm ise toplum odaklı bir anlayışı muhtevidir. Eşyaya (mala) bakış açısı olarak ise kapitalizmde de, sosyalizmde de eşya (mal) amaçtır. Bir de değinmediğimiz sosyalizmin ileri aşaması diye adlandırılan komünizm vardır ki, sanki insan eşyanın (malın) kölesidir; ona ulaşmak mümkün değildir. Üretim açısından bakıldığında da kapitalizm üretimde başarılı, bölüşümde -tam- başarısız, sosyalizm ise bölüşümde kısmen başarılı, üretimde başarısızdır. İslâm ekonomisinde ise, İslâm’ın çalışmayı dahi bir nev’i ibadet olarak va’z etmesinden, mülk edinmeye izin vermesinden dolayı üretimde –tam- başarılı olduğu gibi, ayrıca zekatı5  emredip, sadakayı ve infakı özendirip, fukaraya devlet hazinesinden maaş bağlandığından, yine İslâm’ın faizin (ribanın)6 her türlüsünün nehyetmesinden dolayı da orta kesimi güçlendirmiş, yani bölüşümde de -tam- başarılı olmuştur. Tüketim açısından konu mütaalâ edildiğinde ise batı tipi ekonomik sistemler tüketimi –insana, topluma- faydalı olsun, faydasız olsun -tam- teşvik etmişlerdir, öyle ki tüketim israf halini alacak seviyelere ulaşmıştır. Gayr-i zaruri ihtiyaçlar dahi zaruri ihtiyaçmış gibi insanlara arz edilmiştir. İslâm Ekonomisinde ise helal dairesinde, israf etmeden; hem içerinde yaşadığı toplumu özendirmeyecek şekilde tüketim meşru görülmüştür. Bir başka önemli ekonomik parametre olan tasarruf açısından ise, batı tipi ekonomik modellerde tasarruflar faize yönlendirilmiş, üretim ve çalışma yerine tembellik ve hazırcılık özendirilmiştir. İslâm ekonomisinde tasarruflar uzun süre yastık altında bekletilememekte, her yıl alınan zekât ile birlikte bu paralar yeniden piyasaya kazandırılmaktadır. Yani kişi tasarruflarını, ya kendisi yatırım ile değerlendirecek ya da zekât yoluyla piyasaya emisyon etmek zorunda kalacaktır. Faizin (ribanın) ise her türlüsü yasaklanmıştır. Netice olarak şunu söyleyebiliriz ki, ekonominin, dünyanın idare ve yönlendirilmesinde ana parametre haline geldiği, yani bütün diğer şubelerin dahi -siyaset, kültür, idare…- yönlendiricisi, belirleyicisi haline geldiği bir asırda İslâm Toplumu’nun da böyle güçlü bir enstrümanı göz ardı etmeyip, İslâm Ekonomisini bütün kurum ve kurallarıyla teorik olarak, ekonominin yeni argümanlarını da göz önüne alarak ortaya koyması gerekmektedir. Ve bu teorik modelin hayata geçirilmesi için gerekenler bir an önce yerine getirilmelidir. Zaten İslâm Ekonomisinin iskeleti, Kur’ân ve sünnette belirtilmiştir.7 Bugün müslümanlara düşen bu yapıyı her yönüyle ortaya koymaya çalışmak ve tatbike hazır bir zemini ihzar etmektir. Bu hususta gerek ülkemizde gerekse yurt dışında akademik çalışmalar devam etmektedir. Temennimiz şudur ki, Allah’ü Teâlâ’nın bizlere, sosyal ve siyasal şartlarında olgunlaşıp, İslâm Ekonomisinin tatbik edildiği günleri göstermesidir. Gayret bizden, tevfik ve inayet Allah’tandır.   Dipnotlar: Prof.Dr.Sabahaddin Zaim, Bereket Dergisi 15. Sayı, 2005 Kartezyen,parçalayarak incelemek demektir. Prof. Dr. Beşir Hamitoğulları gibi. Prof. Dr. Tevfik Güran, İktisat Tarihi. Bakara 2/ 43; 83; Müminun 23/ 4; Tevbe 9/ 60. Bakara 2/ 275; Bakara 2/ 282; Nisa 4/ 229. Prof. Dr. Osman Eskicioğlu, www.İslâmekonomisi.org

Abdülkadir SALİH 01 Aralık
Konu resmiZünnûn-u Mısrînin Emâneti
İtikad

İsm-i A‘zam, en büyük isim demek olup, Cenâb-ı Hakk’ın bütün isimlerinin içinde gizlendiği ve bazı sevgili kullarına bildirdiği isimdir. Zünnûn-u Mısrî Hazretleri’nin bir dönem hizmetinde olan biri anlatıyor: Bana, tasavvuf deryasının mümtâz sîmâlarından biri olan Zünnûn-u Mısrî’nin (rh) Allah’ın (cc) İsm-i Azam’ını bildiği söylenmişti. Bu yüzden Mısır’a gidip bir yıl onun hizmetinde bulundum. Bir yıldan sonra, “Hocam! Sana bir yıldır hizmet ediyorum. Senin İsm-i Azam’ı bildiğini duymuştum. Bu hizmetin karşılığında onu bana öğret! Bu hususta benden daha uygununu bulamazsın!” dedim. Zünnûn-u Mısrî, sustu ve cevab vermedi. Tavırlarından daha sonra söyleyeceğini çıkarmadan bekledim. Altı ay sonra beni çağırarak mendile sarılı bir kap verdi ve “Arkadaşlarımızdan Fustatlı filancayı tanıyorsun. Bunu ona götür!” dedi. Hoca’nın emânet olarak verdiği kabı alıp nehir boyunca yürümeye başladım. Bir yandan da “Zünnun gibi biri, falancaya hediye göndersin! Acaba içinde ne var?” diye düşünüyordum. Köprüye vardığımda sabrım tükendi. Merakımı yenemeyip mendili çözdüm ve kapağı kaldırdım. Kaldırır kaldırmaz içinden bir fare fırlayıp, kaçtı. Çok kızmıştım. “Gāliba benimle alay ediyor!” diyerek o kızgınlıkla yanına döndüm. Beni görünce yüz ifadelerimden olanları anladı ve bana şu ibretli dersi verdi: “Ey ahmak! Biz seni imtihân ettik. Kendisine emânet edilen bir fareye dahi ihanet eden birine İsm-i Azam’ı nasıl emânet edelim!”

İrfan MEKTEBİ 01 Aralık
Konu resmiRisâle-İ Nur Hizmetinde Vakıflık Müessesi
Risale-i Nur

VAKIF NE DEMEKTİR? İslâm hukukunda vakıf, “Bir malın belirli bir amaca hizmet için ayrılması veya umumun menfaati için tahsis edilmesi” şeklinde tanımlanır. Peygamberimiz (asm) “İnsanların hayırlısı insanlara faydalı olandır” (Camiussağir, 444), “Öldükten sonra kendisinden faydalanılan bir eser bırakanların amel defterleri kapanmaz” (Tirmizi, Ahkâm, 36) gibi hadisleriyle insanlara hizmet etmenin ehemmiyetini göstermiştir. Müslümanlar, bu nebevi teşvik ve dersler neticesinde İslâm tarihi boyunca sahip oldukları imkânları Allah’ın rızasını kazanmak için vakfedegelmişlerdir. Bu uygulamaya vakfetme veya kısaca vakıf denmiştir. Vakfetme günümüze kadar genellikle maddi sahada tatbik edilegelmiştir. Bediüzzaman Hazretleri bu asırda vakıf kavramına farklı bir mana kazandırıp insanın da kendisini her şeyiyle Allah yoluna vakfedebileceğini hayatıyla göstermiş ve yetiştirdiği talebelerle de bunu ispat etmiştir. İnsanlara hizmet denince onların hem dünyevi hem de uhrevi hayatlarına hizmet akla gelir. Hatta yaşadığımız asır ve içinde bulunduğumuz şartlar insanların maneviyatlarına hizmetin maddi hayatlarına hizmetten daha ziyade öncelik kazandığını göstermiştir. “Müthiş infilak ve inkılâpların yaşandığı bu asırda manevi bir hastalık, bir veba bir taun felaketi bütün yeryüzüne dağılmış. Bu yangın ve ateşin içerisinde imanımız ve evlatlarımız tutuşmuş yanıyor” diyen Bediüzzaman bu yangını söndürmek, bu manevi hastalığı tedavi etmek, imanımızı ve evlatlarımızı bu yangından kurtarmak maksadıyla bir seferberlik başlatmıştır. Bu seferberliğin adına iman kurtarmak davası diyoruz. Kendisi bu mücadeleyi başlatıp hayatının sonuna kadar devam ettirdiği gibi Müslümanlara da gelin hep beraber bu milletin imanına hizmet edelim diye çağrıda bulunmuştur. Üstad Bediüzzaman’ın bu davetine bütün nur talebeleri cân-ı gönülden icabet ettikleri gibi bir kısım nur talebeleri de üstadları gibi hayatlarını iman ve Kur’ân hizmetlerine vakfederek bu mukaddes çağrıya cevap vermişlerdir. Kur’ân-ı Azimüşşanda “Şübhesiz ki Allah, mü’minlerin nefislerini ve mallarını, Cennet karşılığında satın almıştır” (Tevbe,111) buyrulmuştur. İslâm tarihinde bu ayetin müjdesine mazhar olmak için hayatlarını iman ve Kur’ân hizmetlerine vakfetmiş başta sahabe-i kiram hazerâtı olmak üzere milyonlar fedakârlar vardır. Bunun ilk örneği Mus’ab b. Umeyr Hazretleridir. (Allah hepsinden razı olsun) Mus’ab b. Umeyr Hazretleri, Mekke’nin ileri gelen bir ailesine mensup, dünya cihetiyle zengin bir zat iken İslâmiyet’i seçtikten sonra bütün geçmiş hayatına çizgi çekerek çileli, meşakkatli sıkıntılarla dolu bir hayatı tercih etmiştir. Peygamberimiz (asm), birinci Akabe biatından sonra Medine’li Müslümanlara İslâmiyet’i anlatması, Kur’ân öğretmesi ve namaz kıldırması için Mus’ab b. Umeyr’i (ra) adeta bir vakıf olarak tayin etmiştir. Bir yıl sonra beraberindeki heyetle Mekke’ye gelen Musa’b b. Umeyr, Peygamberimiz (asm)’a “Medine’de İslâm’ın girmediği ve konuşulmadığı hiçbir ev kalmadı” müjdesini vermiştir. Onun bu hizmeti Medinelilerin İslâm’a girmesinde büyük bir rol oynamıştır. Musab b. Umeyr, Ashab-ı Suffa ve diğer sahabe efendilerimizin İslâm’ın tesisinde gösterdikleri bu fedakârlıklarına benzer bir fedakârlığı asrımızda nur talebeleri de göstermeye gayret ediyorlar. Nur talebeleri Risâle-i Nurlarla tanışıp iman derslerinden aldıkları şuurla geçmiş hayatlarına bir çizgi çekerek hayatlarını artık hizmetlerine göre tanzim edip insanlığa hizmeti, kendi nefsi önceliklerine tercih ederek yaşarlar. Kapitalist bir asırda, şahsi menfaatlerin her şeyden üstün tutulduğu, insanların dünyaya perestiş ettiği bir zamanda, böyle bir fedakârlığı yapmak elbette çok zor ve çok mühimdir. Bu gençler ehli dünyanın rağmına dünyayı terk ederek, kendilerini Risâle-i Nur’un iman hizmetlerine vakfediyor ve Üstadımızın dediği gibi diyorlar: “Zaman İslâm fedaisi olmak zamanıdır.” RİSALE-İ NUR HİZMETİNDE VAKIF Risâle-i Nur hizmetinde Vakıf, sahip olduğu hayatını insanların manevi ve uhrevi ihtiyaçlarının teminine ve imanlarının kurtulmasına vesile olacak hizmetler uğrunda feda eden şahıstır. Bu fedakârlığın karşılığında insanlardan dünyevi ve uhrevi bir menfaat beklemez. “Allah hizmetimden razı olsun yeter” anlayışı içerisinde çalışır. Bediüzzaman Hazretleri'nin tarifiyle “Bu hizmetin neşrini hayatının en mühim vazifesi” olarak görüp bunu hakiki meslek kabul eder. İnsanların maneviyatına hizmetkârlık makamını kendisi için en büyük makam, şeref ve rütbe kabul ederek hizmet eder. Risâle-i Nurla tanışan gençler zaman içerisinde bir taraftan dünyevi tahsillerini tamamlarlarken, diğer taraftan da Nur Medreselerinde İmanî ve Kur’ânî ilimlerde kendilerini yetiştirirler. Bu şekilde öncelikli olarak üniversiteyi bitiren gençler içerisinden, kendi talepleri de dikkate alınarak, kabiliyetli ve muvaffakiyetli fertlere hizmet tevdi edilir. Vazifeyi alan vakıf, hizmet mahalli olan il veya ilçeye veya yurt dışına giderek orada Risâle-i Nur vasıtasıyla iman ve Kur’ân hakikatlerinin yayılması vazifesine kendisini vakfeder ve artık onun en mühim vazife-i hayatiyesi bu hizmet olur. Bu şuurla hareket eden bir vakıf, kendi beklentileri ve kendi şahsi kararlarından ziyade hizmetin şahs-ı manevisinin, onların hakkında verdiği karara ve önceliğe göre hareket eder.  Mesela, Hz. Üstadın “Risâle-i nur talebelerine evlenmeyin denilmemiş, denilmez fakat bir kısım talebelerin ihlâs-ı hakikiyi tam muhafaza etmek için dünya nimetlerine muvakkaten müstağni kalması icab eder” tarzındaki sözü vakıfların umumu için vazgeçilmez bir esastır. O sebepten bütün vakıflar her noktada olduğu gibi evlilik noktasında da yine hizmetin belirlediği ölçüye göre hareket ederler. Risâle-i Nur hizmetinde kendisini vakfetmek isteyen fertlerden istenen en önemli şartlardan birisi samimiyet ve fedakârlıktır. Çünkü bu hizmette muvaffakiyetin en büyük sırrı budur. Bir diğer şart ise hizmet edeceği yerdeki insanların manevi ihtiyaçlarına cevap verebilecek yeterli bilgiye sahip olmaktır. Şunu da ifade etmek gerekir ki; vakıflık müessesesi, Risâle-i Nur hizmetindeki muvaffakiyetin en mühim vesilelerinden birisidir. Risâle-i Nur’un verdiği kuvvetli iman-ı tahkiki dersleri bu yüksek fedakârlık şuurunu kendi halis talebelerine kazandırır ve muvaffakiyeti temin eder. Bu asrın tarifsiz küfür ve dalaletine karşı mücadele etmede önemli bir rol oynayan ve Bediüzzaman Hazretleri’nin bahsettiği nihayetsiz fedakârlığın bir parçası olduğunu kabul ettiğimiz bu vakıflık müessesesi, memnuniyetle müşahede ediyoruz ki memleketimizin çehresini müsbet manada değiştirmiş ve nurani meyvelerini her tarafa hamd olsun neşretmiştir.  Sonuç olarak bizde Üstadımız Bediüzzaman Hazretleri gibi diyoruz ki: ‘‘Biz öyle bir hakikate hayatımızı vakfetmişiz ki güneşten daha parlak ve cennet gibi güzel ve saadet-i ebediye gibi şirindir.’’ Âlem-ı İslâm’ın her zamandan daha ziyade muhtaç olduğu böyle fedakâr kahramanların sayısını çoğaltmasını ve bütün Müslümanlara bir fetih vermesini Cenâb-ı Vâhib-ül Atâya’dan niyaz ediyorum. 

Faysal VURAN 01 Aralık
Konu resmiCennet Bahçesi
Eğitim

Asrın İmamı ve Barla’nın kutlu misafiri Bedîüzzaman Hazretleri'nin, “Yıldız Sara-yı’na değişmem” dediği men-zillerden bir menzil. Taşıyla toprağıyla mübarek bir muhitte... mübarek bir bahçe. Badem ağaçlarının bir başka çiçeklendiği, kendilerini yeryüzündeki bütün badem ağaçlarından daha nasipli bildikleri bir mekân. Kıyamete kadar susmayacak gür bir sedanın ve nurani hakikatlerin neşir edildiği şirin bir belde. Çam dağı kadar azametli, Barla denizi gibi coşkulu, meleklerle dopdolu bir bahçedir Cennet Bahçesi. Sadakatin, ihlâsın, üstadına yar olmanın neticesinin cennet olduğuna en aşikâr bir delildir Cennet Bahçesi. Çamurlara bata çıka yürüyen yalnız, kimsesiz, yarım ümmi şu garip ihtiyara yardım edecek yok mu? Ağlayan ruhuna teselli olacak, hasretler çeken nazenin kalbine bir Abdurrahman olacak, kalemleri onun parmakları olacak, en mühim hayat vazifesini, telif ettiği nurların yayılması bilecek yiğitler yok mu? En azından ellerinden çamurlu çarıklarını alıp ona zulüm edenlere bedel hürmet edecek yok mu diye yer gök feryat ederken, işte geldim üstadım, mübarek ellerinizi öpmeye, ayaklarınızdaki çamurlara kurban olmaya, sadakatle talebeniz olmaya geldim. Verin çarıklarınızı yıkayayım, en sadık talebeniz olayım diye koşmanın neticesidir Cennet Bahçesi. Ahir zamanın zifiri karanlığında, zulümlü bir zulmetin cihanı kapladığı bir hengâmda, nurun ilk parıltılarının görüldüğü, müellifinin dudaklarından dökülen Risale-i Nur’un ilk işitildiği, baharın en taze çiçekleri gibi kelime kelime, harf harf sünbüllendiği bir yerdir Cennet Bahçesi. İnsanoğlunun asırlardır arzu ettiği, hiçbir gözün görmediği, hiçbir kulağın işitmediği, hiçbir kimsenin hatır ve hayal etmediği güzeller güzeli cennet başka nerede anlatılabilirdi. İşte! O ebed yurdunun ayetlerinin tefsiri olan cennet risalesinin yazıldığı yerdir Cennet Bahçesi. Perdesiz olarak gaybi âlemleri, cennet bahçelerini seyreden Hz. Üstad, oralarda gördüklerini kâtiplerine yazdırırken, cennet bahçesinin en güzel meyvesi elbette cennet risalesiydi. Son asrın en kutlu misafirlerini ağırlayan, her bir köşesinde, taşında toprağında Bediüzzaman Hazretleri'nin hatıralarını taşıyan bu mübarek bahçe, sadakatle nurlara hizmet etmeye devam ediyor. Hemen üstüne kurulan köşklerde Kur’an bülbülleri şakıyor ve nurlu nağmelerini yine oradan arza ve semaya işittiriyor. “Cennet bahçelerine uğradığınızda istifade ediniz.” buyuruyor Efendiler Efendisi. (asm) Cennet bahçeleri nedir diye sual eden sahabelerine: “İlim meclisleridir.” diye cevap veriyor. Bugün Barla’da cennet bahçesini ziyaret edenler bu hadis-i şerifin en canlı modeliyle karşılaşıyorlar. Ortada, iki ucu da cennet bahçesine çıkan uzun bir merdiven, bir tarafta cennet köşkleri gibi kat kat kurulan ilim meclisleri ve bu meclislerin her bir köşesinde yiyenlerin doymadığı, içenlerin kanmadığı en nefis ziyafet sofraları. Bu sofralardan istifade etmenin, ilmi tahsil etmenin neticesi, basamak basamak ilerlemektir. Her bir basamak sabrın, ihlasın, nurlara sadakatle talebe olmanın, sarsılmaz bir metanetle sarılmanın ifadesi ve bütün bu basamakların neticesi elbette Cennet Bahçesi. Ne mutlu daha dünyada iken cennet bahçelerine girenlere, bu bahçelerden istifade eden ve ebedi cennete fidanlar yetiştirenlere. Süleyman’ı, Sıddık Süleyman yapan ihlâs ve sadakate muvaffak olmak, bu bahçelerde açan birer gül, öten birer bülbül olmak duasıyla…  

Afra Betül IŞIKLI 01 Aralık
Konu resmiUzak Asya'dan Uzanan Birel: Bangladeş
İnsan

İstanbul’dan havalandıktan on saat sonra Bangladeş’in başkenti Dakka’ya Şah Celal Havaalanına iniyoruz. Bangladeş, nüfusunun yarısı günlük bir dolardan daha az bir gelirle geçimini sürdüren bir ülke. Bunu havalimanına iner inmez gözümüze çarpan bariz yoksulluk emarelerinden anlayabiliyoruz. Binalar, araç ve aletler ve hatta insanların üzerindeki elbiseler dâhil hemen her şeyin çok eski olduğunu fark ediyoruz. Havalimanındaki göçmen ofisinin önünde hınca hınç bir kalabalık var. Yüksek orandaki işsizlikten dolayı yurtdışına çalışmaya giden Bangladeşliler bayram tatili için ülkelerine dönüyorlar. Ofis önünde biriken kalabalık birbirine bağırıp çağrışırken biz geniş bir alanda açık olarak gelişi güzel serilmiş eski bir kaç kilim üzerinde öğle namazını eda ediyoruz. Türkiye'den geldiğimizi öğrenince pasaport işlemlerini yapan memurun yüzü gülüyor, şakalaşıyoruz. Havalimanından çıktığımızda yol kenarında birikmiş binlerce insanın yurtdışından gelen misafirlerini akrabalarını beklemekte olduklarını öğreniyoruz. Daha sonra fark ediyoruz ki Bangladeş'te her yer kalabalık aslında. Bu ülke 147 bin kilometre karelik alanda 142 milyonluk nüfusuyla dünyanın dokuzuncu en kalabalık ve en yoğun nüfuslu ülkesi. Bangladeş'in siyasi ve sosyal atmosferine şöyle bir göz atınca 'cehalet, zaruret ve ihtilaf'ın İslâm dünyasının geneli gibi bu ülkeyi de pençeleri arasına aldığını tüm çıplaklığıyla görebiliyoruz. Daha önce Doğu Pakistan olan Bangladeş bölgesel mahrumiyetlerden dolayı Pakistan'a karşı bağımsızlık savaşı verir ve Hindistan'ın da desteğiyle 1971'de bağımsızlığını ilan eder. 1990 yılına kadar askeri yönetimle idare edilen ülkede neredeyse bir çivi bile çakılmaz. 1990'dan bu yana ülke Bangladeş Avam Birliği ve Bangladeş Milliyetçi Parti tarafından serbest seçimlerle dönüşümlü olarak yönetilmekte. Fakat ülkede siyasi ve fikri özgürlüğün varlığından bahsetmemiz mümkün görünmüyor. Özellikle Müslüman siyaset ve kanaat önderlerine karşı ciddi bir baskı ve sansür uygulanmakta, insanlar alelade nedenlerden dolayı gözaltına alınıp, işkence görebiliyorlar. Bangladeş'te kaldığımız bir hafta boyunca başkent Dakka, Guştiya, Sirajganj ve çevre bölgeleri dolaştık. Ülkenin altyapı sistemleri ciddi bir bakıma ve yenilenmeye ihtiyaç duyuyor. Aslında gözlemlerimize ve konuştuğumuz insanlardan elde ettiğimiz kanaatlere dayanarak diyebiliriz ki Bangladeş doğal zenginlikleri olan bir ülke. Son dönemde de ekonomik bir atılım içerisine girmiş durumda. Bangladeşliler oldukça çalışkan insanlar. Köylerden şehirlere gelen birçok insan bir kaç dolar için ‘rikşa’ denilen bisiklet-araçlarla akşama kadar insanları bir yerden başka bir yere taşıyorlar. Bunun dışında pazarda, tarlada insanlar ellerindeki tüm imkânları kullanarak rızıklarını kazanmaya çalışıyorlar. Bangladeş'teki potansiyeli resmi istatistiklerde de görmek mümkün. Ülke 1988'deki yüzde 85'lik yıllık dışa bağlı ekonomisini 2010'da yüzde 2'ye düşürmeyi başarabilmiş. FAOSTAT (Gıda ve Ziraat Örgütü) verilerine göre Bangladeş dünyanın önde gelen pirinç, patates, mango, ananas, soğan, muz, hintkeneviri ve çay üreticilerinden biri. Dünya Ticaret Örgütü Bangladeş'in dünyanın dördüncü en büyük tekstil ihracatçısı olduğunu açıkladı. Ayrıca Bangladeş hatırı sayılır oranda doğal gaz ve uranyum rezervlerine de sahip. Peki, sorun nedir? Tüm bu imkânlara ve son yıllarda ülkede yatırımın artmasına rağmen neden refah toplumun tabanına yayılmıyor? Bu soruyu SAWAB (Bangladeş Sosyal Kalkınma Ajansı) derneği başkanı M. S. Raşiduzzaman, "Bangladeş yoksul bir ülke değil beceriksizce yönetilen bir ülke" diyerek cevaplıyor. Görüştüğümüz diğer insanlar da bize Bangladeş'te asıl sorunun kaynak yönetimiyle ilgili olduğunu belirttiler. Gerçekten de Dünya Bankası verilerine baktığımızda bize aktarılan bu görüşlerin teyit edildiğini görüyoruz. Bankanın 2005 ülke raporunda Bangladeş'in büyümesinin önündeki iki büyük engel zayıf bir yönetim ve gelişmemiş kurumlar olarak zikrediliyor. Bunun dışında her sene muson mevsiminde aşırı şiddetli yağışlardan dolayı meydana gelen seller ve su taşkınları, etkisiz kamu teşebbüsleri, nehir ve koylarla dolu ülkedeki kötü yönetilen limanlar, ihtiyaç fazlası iş gücü, doğal gaz gibi enerji kaynaklarının kötü kullanılması, siyasi çekişmeler ve yolsuzluk ülkenin kalkınmasının önündeki engeller olarak görülüyor. Bununla birlikte yönetimdeki zafiyet ve kısıtlı imkânlar insanları işbirliği ve dayanışmaya sevk etmiş görünüyor. Gönüllülerden müteşekkil bir örgüt olan SAWAB da Bangladeş toplumunda yoksulluk ve cehaletle mücadele ve refahın yaygınlaştırılması için kurulmuş bir dernek. SAWAB ve benzeri dernekler ülke içinden ve dışından edindikleri fonlarla gençlerin meslek edinip bilgilenecekleri okullar açarak, yoksullar için hastaneleri yaygınlaştırarak, suyu arsenikli olan bölgelerde su arıtma merkezleri kurarak, felaket bölgelerine acil ihtiyaç malzemeleri ulaştırarak, Kurban bayramı, Ramazan ayı gibi zamanlarda özel programlar uygulayarak toplumun yaşam şartlarını kolaylaştırmakta, yoksulluğun yükünü azaltmaya çalışmaktadır. Özellikle, SAWAB Derneği mensupları İslami öğretilerden aldıkları ilhamla ‘Karz-ı Hasen’ adını verdikleri bir proje vasıtasıyla tamamen yoksul olan insanlara mikro krediler sağlayarak onları bakkal, manav gibi küçük işletmelerin sahibi yaparak kendi ekonomik bağımsızlıklarını kazanıp kimseye muhtaç olmadan hayatlarını devam ettirmelerini temin etmeye çalışıyorlar. Bu projenin fikir babası olan Bangladeşli Prof. Muhammed Yunus projeyle yoksul insanların hayatına yapmış olduğu katkıdan dolayı 2006 yılında Nobel Barış ödülüne layık görülmüştü. Eğitim alanında büyük oranda bir açığın olduğu Bangladeş'te gençleri yetiştirmek ve onlara meslek kazandırmak amaçlı ciddi eğitim projeleri olduğunu belirten SAWAB yetkilileri bu projeleri hayata geçirmek için İslâm dünyası ve Türkiye'den her türlü yardıma açık olduklarını belirtiyorlar. Guştiya’da geçen sene sel felaketine maruz kalmış bir bölgeye yaptığımız ziyarette Hidayetullah isimli tıp eğitimine devam eden bir gençle tanıştık. Hidayetullah İngilizce öğretmenliğini bitirip aynı alanda yüksek lisans yapmış olan kardeşiyle bir yardım derneği kurup yöresindeki insanlara yardım etmek için çırpınıyor. Hidayetullah’ın ofisine gidiyoruz. Ofis ve kişisel odası aynı mekân. Sandalye olarak bir yatağa oturuyoruz. Önümüzde çivilerle birbirine emaneten çakılmış bir masa var. Hidayetullah evde ne buluyorsa ikram olarak önümüze yığıyor. Odanın duvarları tahtadan, tavanı çinkodan. Tepede sarı ışık veren bir ampul var. Hidayetullah’ın kardeşi burada kalıp okumuş, kendisi de hala tıp eğitimine devam ederken bir yandan da yine bu odadan yardım faaliyetlerini organize ediyor. Bulduğu her şeyi önümüze döktükten sonra o kadar içten bir edayla, "Bir kusurumuz oldu mu? Hoşlanmadığınız bir davranışımız oldu mu?" diye soruyor. Utanıyorum. Türkiye'de sahip olduğumuz onca imkâna rağmen içinden çıkamadığımız rehaveti düşünüyorum. Bangladeş'te eğitim ve ekonomik düzeyi biraz yüksek insanların hemen çevrelerine yardıma koştuğunu müşahede ediyoruz. Bu, sevindirici ve aynı zamanda özlenen bir tablodur İslâm dünyasında. Belki de ülkeyi ayakta tutan böyle fedakâr insanların varlığıdır. Ne tuhaf bir durumdur ki bir haftalık Bangladeş seyahatinde bizim yüreğimizi ağzımıza getiren bayram öncesi kaotik, kuralsız trafikte tek bir kavgaya, öfke emaresine şahit olmadık. Zorluklarla beraber gelen kolaylıkların farkına varan Bangladeşli insanlar bana Hz. Eyüp sabrını anımsattılar. Güzel insan Hz. Eyüp sabrının neticesinde yaralarından arındırılıp şifaya kavuştuğu gibi Bangladeş'in de sabırlı insanlarının dertlerine deva ihsan edilir, inşallah. Eğer dünyanın diğer coğrafyalarındaki duyarlı Müslüman kardeşleri onların bu uzanan ellerini fark ederlerse bunun olmaması için çok fazla bir neden kalmaz.   

Selahattin ÖZEL 01 Aralık
Konu resmiKültür-Sanat
Kültür ve Medeniyet

Hilye-i şerif sergisi yılsonuna kadar gezilebilecek Hazreti Peygamber’in fiziki özelliklerini anlatan hilye levhalarının en güzel örnekleri Yıldız Sarayı’nda bir araya geldi. 'Hat Sanatının Şaheserleri Hilye-i Şerîfeler' sergisinde Hafız Osman, Kazasker, Mahmud Celaleddin, Hasan Rıza, Mehmed Aziz Rifai, Kamil Akdik, Hamid Aytaç gibi hat sanatının geçmişte yaşamış ustalarının yanı sıra Hasan Çelebi gibi günümüz ustalarının eserleri de yer alıyor. "Yâ Ali! Hilyemi yaz ki vasıflarımı görmek beni görmek gibidir." rivayetinden yola çıkarak kaleme alınan, İki Cihan Sultanı'nın vasıflarını anlatan metinlere ve levhalara deniliyor hilye. Hattatlar en güzel, en özel eserlerini bu alanda vermişler. Yıldız Sarayı da bugünlerde özel bir sergiye ev sahipliği yapıyor. Hilyeleri kendine has formuyla ilk kez levha olarak hazırlayan Hafız Osman'ın da aralarında olduğu usta hattatlara ait 101 hilye-i şerife Yıldız Sarayı Büyük Mabeyn Köşkü'nde bir araya geldi. Yıldız Holding'in desteği, Antik AŞ'nin organizasyonu ile gerçekleştirilen "Hat Sanatının Şaheserleri Hilye-i Şerîfeler" sergisi önceki akşam Cumhurbaşkanı Abdullah Gül, Kültür ve Turizm Bakanı Ertuğrul Günay'ın katıldığı bir törenle açıldı. Yılsonuna kadar gezilebilecek sergide Hafız Osman, Kazasker Mustafa İzzet, Mahmud Celaleddin ile eşi Esma İbret Hanım, Yahya Hilmi, Fatma Mevhibe Hanım, Hasan Rıza, Mehmed Aziz Rifai, Kamil Akdik, Hamid Aytaç gibi hat sanatının geçmişte yaşamış ustalarının yanı sıra Hasan Çelebi, Hüseyin Gündüz gibi günümüz ustalarının eserleri ve Faruk Taşkale'nin Hz. Muhammed (sas)'i sembolize eden gül çalışmaları yer alıyor. Sergideki eserler Topkapı Sarayı Müzesi, Sadberk Hanım Müzesi'nden yer alan eserlerin yanı sıra Yıldız Holding, Erdoğan Demirören, Demet-Cengiz Çetindoğan koleksiyonlarından derlendi. Küçük Prens Lazca’ya çevrildi Fransız edebiyat klasiği Küçük Prens, ilk Lazca çeviri kitabı oldu. Kitap Çita Mapaskiri adıyla yayınlandı. Türkiye'de nüfusu yaklaşık bir buçuk milyonu bulan Lazlar'a yönelik ilk çeviri kitabı Küçük Prens oldu. Kitabı Lazika Yayın Kolektifi yayımladı. Saint-Exupéry, Fransız edebiyatının bir klasiği durumundaki Küçük Prens'te bir çocuğun gözünden büyüklerin dünyasını anlatıyor. Sahra Çölü'ne düşen pilotun Küçük Prens'le karşılaşmasıyla başlayan kitapta insanların hataları ve büyüdükleri zaman unuttukları basit çocuk bakışı vurgulanıyor. Kitabın ilginç özelliği ise yazar Saint Exupéry'nin kitabı yazdıktan altı yıl sonra Le Petit Prince adlı bir uçakla keşif uçuşu yaparken Akdeniz üzerinde kaybolması ve kendisinden bir daha haber alınamaması. Bugüne kadar Küçük Prens'in Türkçede yaklaşık 15 farklı çevirisi yayımlandı. Safahat okumaları tekrar başladı Edebiyatımızın anıt eseri Safahat 1999’da ilk defa toplu olarak okundu. Sonraki yıllarda da Safahat dersleri aralıklarla sürdürüldü. Birkaç yıldır ara verilen Safahat derslerine tekrar başlandı. Mehmed Âkif'in üslubuna hâkim uzman akademisyen ve yazarlar tarafından yönlendirilen derslerde Âkif'in bir ya da birden fazla şiiri üzerinde ayrıntısıyla duruluyor, edebi, siyasi ve tarihi bir takım tafsilatlı bilgiler verilerek nesirin daha iyi anlaşılması sağlanıyor. Özellikle genç kuşakların Âkif'in diline ve üslubuna çok yabancı oldukları dikkate alınırsa okumaların faydası daha sağlıklı değerlendirilebilir. Türkiye Yazarlar Birliğin’de başlayan okumalar uzman akademisyen ve yazarlar tarafından yönlendirilecek. Avustralya'da ilk İslâm Müzesi Avustralya’nın Victoria eyaletinde İslâm Müzesi kuruluyor. Ülkede alanında ilk olacak müzeye Avustralya yönetimi de destek veriyor. Avustralya Çok Kültürlülük ve Vatandaşlık Bakanı Nicholas Kotsiras Victoria eyaletinde kurulacak olan İslâm Müzesi’ni memnuniyetle karşıladıklarını söyledi. İslâm Müzesi için mali destek toplamak amacıyla düzenlenen gala yemeğine katılan Bakan Kotsiras, “Dünya kültürleri, gelenekleri, dinleri ve sanatları medeniyetler ve insanlık arasında köprü vazifesi görmektedir. Bu tür faaliyetler sayesinde insanlar bir araya gelmekte ve Victoria, gelişen, uyumlu ve kozmopolit bir eyalet vizyonuna kavuşuyor" ifadesini kullandı. Victoria eyaletinde şu anda Yunanlıların Hellenic Müzesi, Carlton'da İtalyan Müzesi, Melbourne'un merkezindeki Çin mahallesinde yer alan Çin Müzesi ve St. Kilda semtinde yer alan Yahudi müzeleri bulunuyor. İslâm Müzesi böylece bu zincire eklenen yeni bir halka olacak. Evliya Çelebi'nin Nil Haritası ilk kez görüntülendi Vatikan Kütüphanesi'nde bulunan ve bugüne kadar hiç görüntülenmeyen, Evliya Çelebi'nin 'Nil Haritası' ilk kez görüntülendi. Evliya Çelebi'nin Seyahatnamesi'nden sonra ikinci ünlü eseri kabul edilen ve Vatikan Kütüphanesi'nde olduğu bilinen 6 metre uzunluğundaki 'Nil Haritası', Türkiye'nin Vatikan Büyükelçisi Prof. Dr. Kenan Gürsoy ve yazar Rinaldo Marmara öncülüğünde, Vatikan Kütüphanesi'ne yapılan gezide görüldü. Uzmanlar, eserin Nil Nehri'nin doğduğu Cebel-i Kamer'in yer aldığı 1 metrelik baş bölümünü gösterdi. Kütüphane gezisi boyunca geziye katılanların tarihi bir ana tanıklık ettiği vurgulandı. 1672-1673 yıllarında Nil yolculuğuna çıkan ve kuzeyden güneydeki Sudan'a kadar indiği söylenen Çelebi'nin, 'Nil Haritası'nda bu gezisini anlattığı aktarılır. Vatikan Kütüphanesi'ne yapılan bu önemli gezide, 'Nil Haritası'nın yanı sıra 15. yüzyıldan kalma Dede Korkut'a ait bir kitabe gösterilen Türk konuklara Yeni Kütüphane kısmı hakkında da bilgi verildi. Prof. Dr. Gürsoy, kütüphanede gördükleri Dede Korkut kitabesinin de bilinen en eski iki nüshasından biri olduğunu söyledi. Çocuk dergileri Sultanbeyli'de sergileniyor Sultanbeyli Belediyesi 1869-1928 yılları arasında Osmanlıca yayımlanan çocuk dergilerini meraklılarıyla buluşturuyor. Türkiye'de 59 yıllık tarih gün yüzüne çıkıyor. 1869-1928 yılları arasında Osmanlıca yayımlanan 60 adet çocuk dergisi meraklılarıyla buluşuyor. Geçmiş ile gelecek arasındaki köprüyü oluşturan yapı taşlarından kitap ve dergilerin gün yüzüne çıkarılması, geçmişe olduğu kadar, bugüne ve yarına da ışık tutuyor. Bu eserler, dönemin sosyolojik, kültürel, siyasal, ekonomik, tarihsel ve edebi yansımalarını sonraki dönemlere miras olarak taşıyor. Çocuk dergileri de eğitim tarihi, çocuk edebiyatı ve çocuk eğitimi için olduğu kadar sosyal tarih, siyasal tarih, kültürel tarih, edebiyat, basın ve diğer dallarla ilgilenen araştırmacılar için çok önemli kaynaklar niteliğinde bulunuyor. Sultanbeyli Belediyesi tarafından düzenlenen çocuk dergileri sergisi ile o dönemde yayımlanan dergilere genel bir bakış koymak, görselliğini öne çıkarmak, dikkatleri bu yöne çekerek daha çok araştırmacının bu alana eğilmesini sağlamak hedefleniyor. Sergide 1869'da çıkarılan İlk Osmanlı çocuk dergisi Mümeyyis'in sayıları, bu alanda en uzun süre yayın yapan Çocuklara mahsus gazete (1896-1903 arası 626 sayı) ve Hazine-i etfal, Lâne gibi ünlü dergiler meraklılarına sunuluyor.

Sena İKBAL 01 Aralık
Konu resmiSelsebil
Kültür ve Medeniyet

Meziyetleri tükenmeyen kitap: Kur’ân Hazret-i Ali (kv) der ki: “Resûlullah (asm)’dan işittim: ‘Haberiniz olsun ki bir takım fitneler zuhur edecektir!’ buyurdu. ‘Yâ Resûlallah! O fitnelerden çıkış, kurtuluş nedir?’ diye sordum. ‘Kitâbullah’dır! Çünkü, sizden öncekilerin haberleri de, sizden sonrakilerin haberleri de, aranızdakinin hükmü de ondadır. O, hak ile bâtılı ayıran kesin bir hükümdür, şaka ve boş şey değildir. Onu zorbalıkla bırakan kimsenin Allah, boynunu kırar. Hidayeti doğru yolu Ondan başkasında arayanı dalâlete düşürür. O, Allah’ın en sağlam urganıdır. O, hikmetle dolu Kur’ân’dır. O, en doğru yoldur. O, boş arzuların haktan saptıramayacağı, dillerin karıştırıp belirsiz edemeyeceği, ilim adamlarının doyamayacağı, çok tekrarlanmasından bıkılmayan, akılları hayrette bırakan meziyetleri bitip tükenmek bilmeyen bir Kitap’tır. O, öyle bir Kitap’tır ki, Cinlerden bir zümre Onu dinledikleri zaman ‘Biz gerçek hayranlık veren bir Kur’ân dinledik ki, O, hakka ve doğruya götürüyordur. Bundan dolayı biz de, O’na inandık..’ demişlerdir. O’na dayanarak konuşan doğrulanır. Onunla amel eden ecre erer. O’nunla hükmeden adâlet eder. O’na davet eden, doğruya ve doğru yola davet etmiş olur!’ buyurdu.”                        NAR Bir kudret ve tasarım hârikası olan narın, insan sağlığına pek çok fâideli özellikleri tesbît ediliyor. Bu ni‘metin; kanın yapımına destek olucu, enerji verici ve tansiyonun düşmesine yardımcı olan özellikleri var. Nar aynı zamanda ishale karşı, bağırsak parazitlerine karşı çok faydalıdır. Bir cennet meyvesi olan nar, potasyum ve demir açısından da çok zengindir. Aynı zamanda C vitamini deposudur. Vücûddaki zararlı maddelere karşı kış aylarının vazgeçilmez meyvesi nar çok kuvvetli bir antioksidandır. ÖMER’İN (RA) DUÂSI Yâ İlâhî! Gizlediğim şeyleri açığa çıkardıklarımdan daha hayırlı kıl. Açığa çıkardıklarımı da güzel kıl. Yâ İlâhî! Katılığımı yumuşat, cimriliğimi cömertliğe çevir, zaafıma kuvvet ihsân buyur. Yâ İlâhî! Yaşım bir hayli ilerledi, kuvvetim tükendi, yardımcılarım da dağıldı. İfrât ve tefrîte girmeden, kulluk vazîfemi ihmâl etmeden ruhumu al! Yâ İlâhî! Gaflet içindeyken canımı almandan, beni gaflette bırakmandan ve gāfillerden olmaktan sana sığınırım. Yâ İlâhî! Emrinde bizleri sâbit-i kadem (ayağımızı sâbit) kıl ve bizi koru. ÜÇ GÜNLÜK DÜNYA Hz. Îsâ (as) buyuruyor ki: “Dünya üç gündür: Dün, bugün, yarın. Dün; geçmiştir, elinde olan bir şey yoktur. Bugün; içinde bulunduğun andır. Bunu ganimet bil, değerlendir. Yarın; gelecektir. Fakat yetişip yetişemeyeceğini bilmiyorsun.” MECELLE’DEN “Meşakkat teysîri celb eder.” Yani, darlık vaktinde kolaylık göstermek gerekir. İslâm dininin ve hukukunun genel bir hususiyeti zor durumda kalana kolaylık göstermektir. Bu maddenin, borçluya durumunu düzeltinceye kadar süre vermek, ihtiyaç sâhibine yardım etmek, çocuğa ve yaşlıya destek olmak, sadaka, zekât, sıla-i rahim gibi çok sayıda uygulama alanı bulunmaktadır. Bir zelzele veya sel âfetinden sonra devletin çiftçi borçlarını ertelemesi veya uzun va‘deye yayması bugün de bu hükmün uygulanmasına güzel bir örnektir. ARALIK AYI Nİ‘METLERİ Sebzelerden: Balkabağı, lahana, yerelması, pırasa, brüksel lahanası, karnabahar, ıspanak, kereviz, havuç, pazı, kara lahana. Meyvelerden: Elma, mandalina, portakal, nar, armut, muz, kivi, kestane, greyfurt, ayva, Trabzon hurması. Balıklardan: Hamsi, levrek. Emânet olan bedenimizi korumak ve kış hastalıklarına yakalanmamak için vücûdumuzun direncini artırmamız gerekiyor. O yüzden aralık ayında portakal veya greyfurt ni‘metlerinden bolca istifâde etmek çok faydalıdır. Özellikle hamsinin en yağlı ve lezzetli olduğu bu ayda bolca bu şirin ni‘metten yararlanmak lâzımdır. MUSA (AS)’IN DUÂSI Rabbim! Benim göğsüme genişlik ver! Ve işimi bana kolaylaştır! Dilimden de düğümü çöz ki sözümü iyice anla¬sınlar! Ve âilemden kardeşim Hârûn’u bana yar¬dımcı kıl! Onunla gücümü takviye et ve onu vazîfeme ortak yap ki, seni çok tesbîh edelim ve seni çok zikredelim! Muhakkak ki sen, bizi hakkıyla görensin. DİKEN VE GÜL Ebû Derda Hazretleri, bir gün bir toplantıda insanların ahlâkının gitgide bozulduğunu söyleyen bir zâta şöyle buyurdu: “Haklısınız! İnsanlar, eskiden dikeni bulunmayan güllere benzerlerdi. Şimdi ise gülü olmayan dikenleri andırıyorlar.” Evlilik mi, evcilik mi? Eşler, evlilik ile evcilik arasındaki farkı anlayıp, erkek kadının kendi üzerindeki haklarını; kadın da erkeğin kendi üzerindeki haklarını tam olarak bilip uygularsa o âileyi hiçbir şey bölemez, parçalayamaz.  

Muhammed TARIK 01 Aralık
Konu resmiTarih Sandığıı
Tarih

Âlimler, Yanlış Verilen Cevâbı Farkedemediler Miran Aşireti Reisi Mustafa Paşa’nın teklifi üzerine Cizre âlimleriyle karşılaşan Üstad Hazretleri “Efendiler! Bendeniz vaad etmiştim. Hiç kimseye sual sormam. Binaenaleyh sizin suallerinizi cevablandırmaya hazırım.” der. Bu hocalar, Üstad Hazretleri’ne kırk kadar sual sorarlar. Bedîüzzaman Hazretleri, sorulanların tamamına cevab verdikten sonra, her nasılsa bir sualin cevabını yanlış söylediği halde karşısındakiler doğru zannederek tasdik etmişlerdi. Meclis dağılınca Üstad Hazretleri yanlış cevap verdiğini hatırlar ve hemen hocalara koşarak “Afedersiniz. Bir sualin cevâbını yanlış söylediğim halde, farkına varmadınız.” diyerek cevabını düzeltmiştir. Hocalar, Üstad Hazretleri’ne “Şimdi bizi hakkıyla ilzam ettiniz.” derler. Sonra o hocalardan bir kısmı genç Said’den ders almaya başlar. Mustafa Paşa, senelerle ilim tahsili yapan hocalara ve üç ay tahsili olan pek genç yaştaki Üstad Hazretleri’ne yaptırdığı imtihan neticesinde; Üstad Hazretleri’ne hayran kalarak söz verdiği mavzer tüfeğini hediye eder. Ve namaz kılmaya başlar. Altınoluk Kâbe’nin üzerinde biriken suların, Kâbe’ye zarar vermeden dışarı akıtılmasını sağlayan oluğa altınoluk denilmektedir. İlk olarak 605 senesinde Kureyşliler’in Kâbe’yi inşası sırasında konulmuştur. 710 senesinde Emevî Halifesi 1. Velid zamanında, Mekke Emiri Halid bin Abdullah tarafından altınla kaplattırıldı. Altınoluk ismi bundan sonra kullanılmaya başlanmıştır. Osmanlılar, içini gümüşten îmal edip dışını altınla kaplamışlardır. Kâbe’nin üzerinde biriken sular altınoluktan geçerek, Kâbe’nin hicr kısmına akmaktadır. Tarih boyunca bir çok defa yenilenen altınolukların bazıları Topkapı Sarayı Mübârek Emânetler Dâiresinde sergilenmektedir.  Çatıda Deve Aramanın Hikmeti İbrahim Ethem âdil bir padişahtı. Bir gece damda birtakım sesler duydu. Pencereden baktı ve damda birkaç adam gördü. Adamlar “Kaybettiğimiz bir şeyi arıyoruz.” dediler. “Ne kaybettiniz?” diye sordu İbrahim Ethem “Devemizi.” dediler. Padişah şaşkınlıkla “Kendinize gelin, kim devesini damın üstünde arar?” dedi. Bunun üzerine adamlar “Peki sen bu tahtta otururken Allah’ı nasıl bulacağını zannediyorsun.” dediler. İşte Padişah İbrahim Ethem’i, Evliya İbrahim Ethem yapan bu hâdisedir. Üftâde Hazretleri (ksa)         1405 senesinde Bursa’da dünyaya gelmiştir. Asıl adı Mehmed Muhyidin’dir. İlk tahsiline dört yaşında iken başlamış; tefsir, hadis, fıkıh, kelâm başta olmak üzere birçok dinî ilmin yanı sıra tıp ve eczacılık tahsili de görmüştür. On yaşındayken Hacı Bayram-ı Veli Hazretleri’nin halifelerinden Hızır Dede’ye intisab etmiş ve on sekiz yaşına kadar bu mübârek zattan mânevî ilimleri tahsil etmiştir. Güzel bir sesi olan Üftâde Hazretleri, gençlik yıllarında Ulu Câmi ve Doğanbey Mescidinde müezzinlik yapmıştır. Bursa halkı onun sesinden ezanı dinleyebilmek için erkenden câmi önünde toplanırlardı. Bir müddet sonra Üftâde Hazretleri’ne yaptığı müezzinlik karşılığında para verilmeye başlanır. Rüyasında müezzinlik karşılığında para aldığı için kendisine “Mertebenden üftâde oldun (düştün)” diye îkazda bulunulunca; para almayı bırakır ve ‘üftâde’yi kendine lakap olarak seçer. Bir müddet sonra Emir Sultan Câmii hatipliğine tayin edilir ve ömrünün sonuna kadar bu vazifeyi deruhte eder. Hatiplik karşlığında aldığı maaşı dervişlere dağıtır. Aziz Mahmud Hüdâyi Hazretleri’nin şeyhi olan Üftâde Hazretleri, 1580 senesinde vefat etmiştir. Ebu’l-Kasım Ammar  11.asrın en tanınmış göz doktorlarından birisidir. Dünya tarihinde bilinen ilk katarakt ameliyatını gerçekleştiren doktor olarak tanınmaktadır. Horasan, Filistin ve Mısır başta olmak üzere birçok ülke ve şehre seyâhatlerde bulunarak birçok ameliyatlar yapmıştır. Mısır’da bulunduğu sırada ‘Kitabü’l-Müntehab fi İlaci’l-Ayn’ (Göz tedavisinde kullanılan seçme maddeler) isimli kitabını yazdı. Bu kitab 18. asra kadar dünyada göz hastalıklarının tedâvisi ile ilgili en iyi kitab olarak kabul edilmiştir. Ebu’l-Kasım Ammar, yumuşak cinsten kataraktlar için içi oyulmuş bir tüp kullanıyordu. Bu tüple kataraktı emerek çıkarmayı başarmıştı. Bunu kitaplarında ayrıntılı olarak anlatmıştır. Erguvan Ağacı Constantinus, 330 senesinde İstanbul’un etrafını surlarla çevirip; şehri kurduğunda daha doğru bir ifâdeyle şehrin açılışını yaptığında takvimler 11 Mayıs’ı gösteriyordu. Yani erguvan mevsimini… Bundan sonra erguvan ağaçları İstanbul’un simgesi hâline gelmiştir. Osmanlı döneminde de erguvan ağacına ayrı bir önem verilmiştir. İstanbul Boğazı’nın her iki yakasında tarihî binaların bahçelerinde ve tarihî korularda erguvan ağaçlarını görmek mümkündür. İstanbul Büyükşehir Belediyesi de her sene Mayıs ayında bir günü Erguvan Şenliği olarak kutlama kararı aldı. 16 Mayıs’ta Beykoz Bahçeburun’a dikilen 330 adet erguvan ağacıyla da bu şenliklerin ilki gerçekleştirilmiş oldu.

Ahmed Said GÜNDÜZ 01 Aralık