
‘Pîşdar’ kelimesi Farsça ‘pîş’ (ön) ve ‘dar’ (tutan) kelimelerinin birleşiminden ortaya çıkan ve “önden giden kimse”, “öncü” demektir. Bir de ‘pîşâheng’ kelimesi vardır ki, ‘pîş’ (ön) ve ‘âheng’, (çeken) kelimelerinden mürekkep öne düşen, yol gösteren kimse mânâsına gelir. Önde gidenlerin, öncülerin, önderlerin, yeni tabirle, liderlerin en önemli zaafları yeni lider yetiştirememeleri, bayrağı zamanında devredememeleri ve ‘ön’ açamamalarıdır. Bu zaafı aşan pîşdarlar ve pîşâhengler kendilerinden sonraya parlak miraslar, kuvvetli meyveler bırakabilmişlerdir. Büyük başarılara imza atmış, kitleleri arakasından sürüklemiş, dağlar devirmiş nice liderler en büyük imtihanları olan yeni nesli sorumluluk sahibi olmaya hazırlamak ve bayrağı onlara devretmeye gelince zorlanmışlardır. Ya ‘inisiyatif ve mevkiinin kaybedilmek istenmemesi’ yahut ‘güvensizlik hissi’ bu duruma sebebiyet vermiştir. Her iki sebep de aslında gizlice ve sinsice yaklaşan felâketler zincirinin habercisidir. Bunu fark eden ve gidişâta “dur” deyip el koymak isteyen yeni nesil liderler pahalıya da mal olsa ve talihleri de varsa duruma vaziyet edip iktidarı, salahiyeti veya kısaca liderliği ele geçirebilmişlerdir. Tarih, bunun, siyasi, askeri, ilmî olmak üzere her sahada pek çok kanlı ve kavgalı misaliyle doludur. Gelelim bugüne… Bugün İslâm dünyasının en mühim meselelerinden birisi liderlik, yani başta dikkat çekilen pîşdarlık, pîşâhenglik sorunudur. Sadece devlet idaresinde değil, her ölçekte, her sahada bu mesele kendini göstermektedir. En küçük birimlerden en büyük teşkilatlara varıncaya kadar, genç neslin önünü açıp mesuliyet yükleyen müesseseler istikbali yakalayacaklardır. Bunda şüphe yok! Burada en mühim, olmazsa olmaz, vâcip şart ise kaliteli ve isabetli bir eğitim ve maddî-manevî, dünyevî-uhrevî rehberlik anlayışının tesis edilmesidir. Bilhassa Efendimiz (asm)’ın genç sahabelerini geleceğe hazırlama usulleri titizlikle gözden geçirmeli ve asrın idrâkine uygun bir ‘liderlik vizyonu’ geliştirilmelidir. Âlemlerin Rabbi, nesilleri, yaşayacakları devre uygun yaratıyor ve dünyaya gönderiyor. ‘Tertîb-i mahlûkat’ dediğimiz varlıkların âleme geliş sırası elbette ve kesinlikle tesadüfen değildir. İlâhî kader, pek çok hikmetlere göre bu sırayı tayin etmektedir. Bugünün nesilleri ise yarının parlayan gerçeklerine münâsip bir hüviyettedir. Bunun farkına varmak gerek! yılını doldurmakta olan İrfan Mektebi, yeni yayın döneminde ‘genç kalemler’e husûsi bir program uygulayacak ve büyük bir projeyi hayata geçirecektir. Önümüzdeki sayılarda ilân edeceğimiz program ve projemizle biz de kendi sahamızda pîşdar ve pîşâheng olmaya tâlibiz. Talep, arzu, istek, kabul, duâ ve rızâ bizden; i’tâ, ihsan, in’am, ikram ve tevfîk her zaman ve daima Hak Teâlâ’dandır.


İdam sehpasına doğru ağır adımlarla ilerliyordu. Hakkında verilen ölüm fermanı kat’iydi, suçu sabitti ve cezasını çekmesi kaçınılmazdı, infaz edilecekti. Onun fermanı cihan padişahının elinde dürülüydü. Suçlu, bir fermana bir de padişaha bakıyor, gözleriyle aman diliyordu. Bir anda hiç kimsenin tahmin etmediği bir şey vuku buldu, padişah ölüm fermanını yırtıyordu. Bu nasıl bir şeydi, akıl sır ermiyordu. Lakin bu padişahtı, hikmetinden sual olunmazdı. Ondan büyüğü yoktu ki ona sual edilsin, onun kadar merhametli yoktu ki Ondan çok o suçluya merhamet etsin. Kahır pençesinden kurtulan suçlu merhametli sultana şöyle sesleniyordu: “Sen ki heybetinle dağları titretirsin, memleketleri bir sözünle idare edersin, ordularının ayak sesleri uzaklardan duyulur. Benim ise suçum sabit, bir ip kaderimle benim aramdadır. Bana her cezayı verebilecekken bu iltifatın sebebi nedir?” Padişah ona, “Benden medet isteyen birinin fermanını bozamayacak kadar âcizlik gösterirsem benim her şeye hükmettiğim nasıl anlaşılır. Hem hükümlere mahkûm olmak âcizlerin işidir, bense hükümleri değiştirenim!” dedi. Yerlerin ve göklerin hâkimi, dünya ve ahiretin sahibi, ezel ve ebet sultanı olan Cenâb-ı Hak bu dünya padişahından (hâşâ) daha âciz olabilir mi? Kaderinde nice felaketler yazılmış memleketler, ya da başına musibet, bela yazılmış insanlar vardır. İnfaz gerçekleşecek hüküm kaza olacaktır. Gelir bir sadaka veya bir mazlumun duâsı bela def olur. İnfaz edilecek karar delinir, kaderdeki hüküm geri alınır. Bir zamanlar vefat etmek üzere olan mübarek bir zat cehennemlikler listesinde kendini görür. Artık tövbe kapısı da kapanmak üzeredir. Ümitsizliğin hat safhada olduğu vakitlerdir aslında ama o şöyle yalvarır “Ya Rabbi! Ben o listede dahi olsam senin için onu değiştirmek zor değildir!” Ve merhamet tecellî edip isim cennetlikler listesine yazılır. Kaza, atâ (bağışlama, lütûf) kanunuyla delinmiş infaz gerçekleşmemiştir. Çünkü bütün defterler Kâinat sahibinde dürülüdür. Dünyada en ziyade tecellî eden Hakîm ismi onun iradesi gibi birden tecelli etmez, bazı anlaşılması zor şeyleri idrak etmek için mühlete tabidir. İnsanoğlu nice suç işleyenlere her türlü cezayı layık görürken o mühlet verip sabır ediyorsa ya da onlar için hüküm infaz olunmuyorsa bu onun işlerine kimseyi müdahale ettirmediğindendir. O sultanın ordularından olan dağlar bir emriyle yürüyebilir, yıldızlar top güllesi gibi yere inebilir, denizler taşarak, dağları aşıp her şeyi yutabilir, dünya onun haşyetinden sarsılarak bütün yolcularını feza denizine boşaltabilir. Bunları yapmak ona kolaydır ama bizim düşündüğümüz vakit değil saati geldiğinde vuku bulacaktır. Ve o saate kadar mü’minler tecrübe edilmeleriyle, kâfirler iman etmeleri, zalimler de zulümlerinden vazgeçmeleri için mühletlidirler. Bizler de ârif olup pencerelerden seyrederek neden bu böyle olmuş diye üzülmeden, sonuna bakıp sabırla bu işleyişi tefekkür edebiliriz. Kim bilir, bizim de hakkımızda verilmesi layık olan kaç kaza kanunu onun atâsıyla delinmiş kaç musibetin bize isabet etmesi engellenmiştir. Ve o merhametle önümüze açılan nice hasenat, hayır yolları vardır; belki bir pişmanlığın ardından gelen atâyla. Ve bozulan yüzlerce binlerce kararlar vardır defterlerimizde… “Allah dilemeden siz dileyemezsiniz.” (Tekvir, 29) “Gerçek bilgi Allaha mahsustur.” (Mülk, 26) O, sebepler dairesinde hareket etmeye muhtaç değildir, sebepler O’na râm olmuştur. Bunun için insanların hiç değişmez dedikleri, kurtulması imkânsız felaketlerden kurtulmasını uzak görme! Eğer atâ kanunu olmasaydı, duâ kapısı olmazdı. İnsanlar değişmeyen şeyler için ona ilticâ etmezdi. Oysa kâinatın sultanı ona sığınılmasını istiyorsa hâdiseleri değiştirme yetkisi de ona aittir. İsterse bir duâyla; seyyiâtı hasenata, belayı kurtuluşa, imkânsızı mümküne, yenilgiyi zafere, ölümü hayata, şerleri hayırlara çevirebilir. Ey Rabbimiz! Âlem-i gayb olduğu için bilmediğimiz boğazımıza asılmış nice kaza iplerini atâ okunla del ve hakkımızda verilen fermanını merhametinle bizden kaldır!

Mallarını Allah yolunda sarf eden, sonra sarf ettikleri şeyin arkasına başa kakma ve (gönül) incitme katmayanlar var ya, onların, Rableri katında mükâfâtları vardır. Onlara hiçbir korku yoktur ve onlar mahzun olmazlar. Güzel bir söz ve bir bağışlama, arkasından incitme gelen sadakadan daha hayırlıdır. Allah, Ganî (kullarının sadakasına ihtiyâcı olmayan)dır, Halîm (cezâlandırmakta hiç acele etmeyen)dir. Ey îmân edenler! İnsanlara gösteriş için malını sarf eden, Allah’a ve âhiret gününe îmân etmeyen kimse gibi başa kakmak ve (gönül) incitmekle sadakalarınızı boşa çıkarmayın! İşte onun misâli, üzerinde biraz toprak bulunan bir kayanın hâli gibidir ki, ona şiddetli bir yağmur isâbet etmiş de, onu çıplak bir hâlde bırakmıştır. (Onlar) kazandıklarından bir şey elde edemezler. Allah, kâfirler topluluğunu (inkârlarındaki ısrarları sebebiyle) hidâyete erdirmez.” (Bakara Sûresi 2/262-264) SADAKA TAŞLARI Ecdâdımız, medeniyetimizin hamurunu İslâmiyet’in ve Kur’ân’ın nûruyla yoğurdu. Bu sebeble, medeniyet târihimizin her köşesinde, İslâmiyet’in hayâta nasıl en güzel bir şekilde tatbik edildiğinin nümûneleriyle karşılaşıyoruz. Bunun en bâriz misâllerinden birisi de sadaka taşları olsa gerek. SADAKA TAŞLARININ BULUNDUĞU YERLER Sadaka taşlarının boyları bir iki metre arasında değişmekte olup, çoğunlukla silindir ya da kare prizma şeklindedirler ve üst kısımlarında küçük birer oyuk bulunmaktadır. Kimi zaman da cami duvarlarının içine yerleştirilmişlerdir. Sadaka taşları, câmi veya mescid avlularında, bulaşıcı hastalığa yakalanmış hastaların bulundukları yerlerin çevresinde, dergâh, tekke, türbe ve mezarlıkların etrafında, mahallelerin birleştiği köşebaşlarında ya da fakir ve kimsesiz insanların kaldıkları yerlerin çevresinde bulunuyordu. SADAKA TAŞLARININ GÖRDÜĞÜ VAZİFE Sadaka taşlarının en mühim vazifesi sağ elin verdiğini sol elin görmemesi düstûrunun yerine getirilmesiydi. İsteyen istediği kadar parayı sadaka taşlarının üstündeki ya da içindeki oyuğa istediği vakitte koyardı. Muhtaç olanlar ise, istedikleri vakitte ihtiyaçları kadar parayı sadaka taşlarından alırlardı. Şu imtihan dünyasında her an, herkes, sıkıntıya düşebilir. Ve bir insan için de en zor şey başka birisine el açmak ondan meded ummaktır. Belki çokları da izzet ve haysiyetleri sebebiyle çok zor durumlara düştüklerinde bile sırf başka bir insana el açmamak için ihtiyaçlarını gizliyorlardır. İşte sadaka taşlarını ecdâdımız bu tür durumlara çare olarak görmüş. Komşusu açken tok yatmamak için ihtiyacının fazlasını sadaka taşlarının üzerine bırakmış, ihtiyacı olan da ihtiyacı kadarını istediği saatte gitmiş oradan almış. Gerek İstanbul’un gerekse de Osmanlı coğrafyasının bir çok yerlerinde sadaka taşları ve benzer uygulamalara rasdlamaktayız. Yapılan tesbitlere göre İstanbul’un iki yüze yakın noktasında sadaka taşı bulunduğu ifade edilmektedir. Artık zamanla tahrib olan veya ortaya çıkarılamayanları da sayarsak, bu sayı çok daha artacaktır. Anadolu’ya baktığımızda da sadaka taşı kültürünün köylere kadar girdiğini görmekteyiz. Çok cüz’î ve küçük menfaatler için insanların birbirlerini ezdiği günümüzle, sadaka taşlarının hiçbir emniyet tedbiri alınmadan herkesin kullanımına sunulduğu geçmişin kıyasını ve tahribatın boyutunu siz değerli okuyucularımızın fehmine havale ediyorum. 17. Asırda Osmanlı coğrafyasını gezen batılı bir seyyahın seyahatnamesinde, bir sadaka taşına bir hafta boyunca kimsenin para almak için uğramadığını yazması da o devrin anlayışını ve ahlak seviyesini bize en güzel şekilde gösteriyor. ZİMEN DEFTERİ Zimen defteri, veresiye defterinin diğer adıdır aslında. Sadaka vermek isteyenler, bir esnafın dükkânına girer ve esnafa zimen defterindeki şu sayfaya kadar olan borçların toplamını ödeyeceklerini söylerlermiş. Ödedikten sonra da “Allah kabul etsin.” der çıkar giderlermiş. Belki de ne esnaf ne de borcu ödenenler bu parayı ödeyeni tanırlarmış. Bu misâller, muvaffakiyetin, başarının sırrının ihlâsta olduğunun en güzel delilleri. Sırf Allâh rızası için yapılan, içine zerre kadar riya girmeyen hareketler ve davranışlarla dolu böyle bir cemiyette ve toplumda elbette ki kolay kolay ne hırsızlık olur, ne de suç işlenir. (Sadaka taşlarının resimleri, Vakıflar Genel Müdürlüğünün 2008 senesi Ramazan ayında Sultanahmed Camii avlusunda düzenlediği sergiden alıntı yapılmıştır.)

AREFE GÜNÜ Rehber-i Mutlak olan Peygamberimiz (asm) buyurdular ki: “Kim ki Arefe Günü bin kerre ihlâs Sûresi’ni okusa, kendi nefsini Alah’tan satın almış olur.” Feyzü’l-Kadir Azîz mübârek kardeşlerim. Pek çok selâm. Bizim memlekette eskide, Arefe Günü’nde bin İhlâs-ı Şerîf okurduk. Ben şimdi bir gün evvel beş yüz, Arefe’de dahi beş yüz okuyabilirim. Kendine güvenen birden okuyabilir. Ben gerçi sizleri göremiyorum ve hususî her birinizle görüşmüyorum. Fakat ben duâ vakti içinde her birinizle ismiyle sohbet ederim. Şuâ‘lar BAYRAMLAR Elbette bîçâre insanların ebedperest (ebedîliği çok isteyen) kalbini ve aşk-ı bekāya meftun (ebedîlik aşkına tutulmuş) olan ruhunu güldürecek ve sevindirecek eğlenceler meşrû‘ dâiresinde ve müteşekkirâne (şükrederek) ve huzurkârâne (Allah’ın huzurunda olduğunu unutmadan) ve gafletsiz, ma‘sûmâne (günahsız) eğlencelerdir ve sevab cihetiyle bâkî kalan sevinçlerdir. Bunun içindir ki, bayramlarda gaflet istîlâ edip, gayr-ı meşrû‘ dâireye sapmamak için, rivâyetlerde (hadîslerde) zikrullâha (Allah’ı zikretmeye) ve şükre çok azîm (büyük) terğîbât (rağbetlendirmeler) vardır. Tâ ki, bayramlarda o sevinç ve sürûr ni‘metlerini şükre çevirip, o ni‘meti idâme (devam) ettirsin ve ziyâdeleştirsin. Çünki, şükür ni‘meti ziyâdeleştirir ve gafleti kaçırır. Lem‘alar BAYRAMLARDA ÖLÇÜ Kalblerin sevgilisi olan Efendimiz (asm) şöyle buyurdular: “Bayramlarınızı tehlîl ve takdîs ve tahmîd ve tekbîrlerle tezyîn ediniz.” Kenzü’l-Ummâl Ebû Ümâme (ra) anlatıyor: Resûlullah (asm) buyurdular ki: “Kim her iki bayramın da gecesini, Allah’dan sevab umarak ibâdetle geçirirse, kalblerin öldüğü günde kalbi ölmez.” İbn-ü Deybe

Büyük dedesi Hz. Ömer (ra) gibi adâlet ve basîret sâhibi olan Ömer bin Abdülazîz (ra) devlet başkanlığı sırasında kul hakkı ve sosyal adâlet hususunda çok titiz davranırdı. Gece çalışmalarında ayrı işler için tahsîs ettiği iki kandili vardı. Bunlardan birini kendi özel işleriyle ilgili notları yazarken kullanır, öbürünü devlet ve millet yazışmalarında kullanırdı. Halîfe birden fazla gömleği olmayan, varlıksız biriydi. Yakınlarından birisi Ömer bin Abdülazîz’e bir elma hediye yollamıştı. O da elmayı biraz kokladıktan sonra sâhibine geri gönderdi. Elmayı geri götüren görevliye şöyle dedi: “Ona de ki, elma yerini bulmuştur.” Fakat görevli i‘tirâz edecek oldu. “Ey mü’minlerin halîfesi! Resûlullâh (asm) hediye kabûl ederdi. Bu elmayı gönderen de senin yakınlarındandır.” Halîfe cevab verdi: “Evet ama Resûlullâh’a (asm) verilen hediye idi. Bize gelince, bize verilen hediyeler rüşvet olur.” Vâlilerin maaşlarını çok bol verirdi. Sebebini şöyle açıklardı: “Vâliler para sıkıntısı çekmezler, bütün ihtiyaçları karşılanırsa kendilerini halkın işlerine vakfederler.” Bir gece halîfenin yanında bir misafir vardı. Kandilin yakıtı tükenmişti. Misafir dedi ki: “Hizmetçiyi uyandıralım da kandilin yağını koyuversin!” “Hayır, bırak onu uyusun. Ben ona iki ayrı işi yaptırmak istemem!” “Öyle ise ben kalkıp kandile yağ koyayım!” “Olmaz, misafire iş gördürmek yiğitlikten sayılmaz.” Kendisi kalktı, kandilin yağını koyup yerine döndü ve şöyle dedi: “Ben kalkıp iş yaparken de Ömer’dim; gelip oturdum, yine aynı Ömer’im!” Bu mübârek zât iki buçuk yıllık halîfelik döneminde İslâm âleminde adâleti hâkim kılmıştı.

amazan-ı Şerîf, bu fânî dünyada, fânî ömür içinde ve kısa bir hayatta, bâkî (ebedî) bir ömür ve uzun bir hayat-ı bâkîyeyi (ebedî hayatı) tazammun eder (içine alır), kazandırır. Evet bir tek Ramazan, seksen sene bir ömür semerâtını (meyvelerini) kazandırabilir. Leyle-i Kadir (Kadir Gecesi) ise, nass-ı Kur’ân (Kur’ân’ın kesin haber vermesi) ile bin aydan daha hayırlı olduğu, bu sırra bir hüccet-i kātıadır (kesin bir delildir). Mektubât bir ölçü Efendimiz (asm) Hz. Âişe vâlidemize Kadir Gecesi’nde şu duâyı yapmalarını tavsiye buyurdular: “Ey Rabbim! Sen affedicisin, affetmeyi seversin, ben günahkâr kulunu da affet!” Dehlevî Yine buyuruldu ki: “Kadir Gecesi’nin yatsı namazında hazır bulunan, Leyle-i Kadir’den nasîbini almıştır.” Muvattâ BU GECE HAKKINDA Kadir Gecesi, üç ayların en kıymetli, ma‘nen çok bereketli ve feyizli bir zamanı olduğundan, mü’minlerin gönüllerine tükenmez bir ümid, günahla kararmış kalblere sönmez bir nûr, kurumuş yüreklere bitmez tükenmez bir sevinç ve heyecan kazandırabilir. O yüzden bu geceyi, ölümün küçük kardeşi olan uyku ile öldürmemek lâzımdır. Elden geldiği kadar Kur’ân-ı Kerîm okuyarak, istiğfâr ve salavâtla meşgul olarak, varsa kazâ namazlarımızı kılarak geçirmek pek büyük bir kârdır. Rabbimiz içinde bulunduğumuz mübârek günler ve hususan Kadir Gecesi hürmetine bizleri, rağbet edilmeye en ziyâde lâyık olan rızâ-yı ilâhîye nâil eylesin! Âmîn.

bû Said (ra) anlatıyor: Resûlullah (asm) buyurdular ki: “Sizden önce yaşayanlar arasında doksan dokuz kişiyi öldüren bir adam vardı. Bir ara yeryüzünün en âlim kişisini sordu. Kendisine bir râhib ta‘rîf edildi. Ona gidip, doksan dokuz kişi öldürdüğünü, kendisi için bir tevbe imkânının olup olmadığını sordu. Râhib: ‘Hayır, yoktur!’ dedi. Adam onu da öldürüp cinâyetini yüze tamamladı. Adamcağız yeryüzünün en âlimini sormaya devam etti. Kendisine âlim bir kişi daha ta‘rîf edildi. Ona gelip, yüz kişi öldürdüğünü, kendisi için bir tevbe imkânı olup olmadığını sordu. Âlim: ‘Evet, vardır! Seninle tevben arasına kim perde olabilir?’ dedi ve ilâve etti: ‘Ancak, felân memlekete gitmelisin. Zîrâ orada Allah’a ibâdet eden kimseler var. Sen de onlarla Allah’a ibâdet edeceksin ve bir daha kendi memleketine dönmeyeceksin. Zîrâ orası kötü bir yer.’ Adam yola çıktı. Giderken yarı yola varır varmaz, ölüm meleği gelip ruhunu kabzetti. Rahmet ve azab melekleri onun hakkında ihtilâfa düştüler. Rahmet melekleri: ‘Bu adam tevbekâr olarak geldi. Kalben Allah’a yönelmişti’ dediler. Azab melekleri de: ‘Bu adam hiçbir hayır işlemedi’ dediler. Onlar böyle çekişirken, insan sûretinde bir başka melek yanlarına geldi. Melekler onu aralarında hakem yaptılar. Hakem onlara: ‘Onun çıktığı yerle, gitmekte olduğu yer arasını ölçün, hangi tarafa daha yakınsa ona teslîm edin’ dedi. Allah (cc) beriki köye adamdan uzaklaşmayı, öbür köye de yaklaşmayı vahyetti. Ölçtüler, gördüler ki gitmeyi arzu ettiği iyiler diyârına bir karış daha yakın. Onu hemen rahmet melekleri aldı.” Buhârî

Hepimiz “Boş vakitlerinizi nasıl geçiriyorsunuz?” sorusuna sıklıkla muhatap olmuşuzdur. Şimdilerde ise zaman sıkıntısı, vakit yetersizliği had safhaya gelmiş durumda. Kıpır kıpır içimizde kaynayan meşguliyet hissinin, ifrat derecede tahrik edilmesiyle baş gösteren zaman israfı, hayatımızdaki bereketi kemirmeye başlamış bile. Vicdanın gündemine, “Vakitlerimizi boş mu geçiriyoruz acaba?” sancısı da dâhil oldu artık... BİTMEYEN VAZİFELER Yaratılışındaki kompleks hal nedeniyle, insanlar, globalleşen dünyada, günlük mesailerinden arta kalan vakitlerini doldurmakta tercih sıkıntısı neredeyse yaşamamaktadırlar. Zira insan, kâinatın küçültülmüş bir misali olması cihetiyle, zerreden şemse kadar canlı cansız bütün varlıklarla alakadar ve küçükten büyüğe önemli önemsiz her hadise ile ilgili bir ruha sahiptir. Bu alakadarlık sebebiyle, dikkat edilirse görülecek ki; insan, iç içe girmiş olan birçok dairenin merkezinde bulunmaktadır. Merkezden dışa doğru bu dairelerin kalb ve mide, cesed ve hane, mahalle ve şehir, vatan ve memleket, yeryüzü ve tüm insanlık dairesinden tut tâ bütün hayat sahipleri ve dünya dairesine kadar genişlediğini görmemiz mümkün. Bu dairelerin her birinde insanın çeşitli vazifeleri bulunabilir. Fakat fark edilmesi ve asla dikkatten kaçmaması gereken husus en küçük dairede en büyük, en ehemmiyetli ve devamlı vazifenin bulunmasına karşın en büyük dairede ise en küçük, geçici ve ara sıra vazifelerin olabileceğidir. Demek merkeze yaklaşıp daire küçüldükçe yükümlü olduğumuz vazifeler hem artıyor hem de önem ve süreklilik kazanıyor. Fakat dışa yani geniş dairelere doğru gidildikçe ve afaka yöneldikçe, vazifelerimiz azalmakla beraber adileşip geçiciliğe bürünüyor. Şu halde, iç dairedeki ihtiyaçların, dış dairelerdekilere kıyasla daha lüzumlu ve zarurî olduğu gün gibi ortada. Her an havayı teneffüs eden, her gün su içen ve hasta ise ilacını almak zorunda olan insan, bu ihtiyaçların eksikliğinde, kendi dışında, hangi meşguliyetle ciddi alakadar olabilir? Sıhhatinin devamını sağlayacak ihtiyaçları giderilinceye dek, her türlü afakî hadisata lakayt kalacağı aşikârdir. Çok sevdiğim bir dostumu, hastalığı vesilesiyle ziyaret etmiştim. Daha evvel, siyasi olayları ilgi ve merakla takip eden dostumu ziyaretimde, kendi hastalığımın vahametiyle karşılaştım. Mide kanseri tedavisi gören arkadaşım, - geçen sene vefat etti. (Allah rahmet eylesin.) - bütün merakını en küçük daire olan kalb ve mide dairesine toplamış ve sürekli gaflet perdelerini yırtarak, vahdeti kalbe yerleştirme derdine düşmüştü. İbretlik şu vaziyet karşısında, hayret ve esef içinde kalan kalbim, kesrette bocalayan hatta bocaladığının bile farkında olmayan haline ağlıyordu. Ahir zamanın fitnesine maruz kalan zamane kalbler, cahiliyye dönemindeki Beytullah’ı aratmıyor. Kâbe’deki putlara karşı ilgisiz kalan, hatta bu vaziyeti normal olarak gören cahiller, şimdi de az değil. Sersem akıllara ve geveze ruhlara ev sahipliği yapan mecalsiz bedenler ise harabeleri andırıyor. Güneş gibi imandan yoksun olanların, bunca kesrete rağmen vahdette kalabilme kanaatleri, ne boş bir heves. Ne zamana kadar bu hal devam edecek? Kalbler, hakiki vazifeleriyle ihya olmayacak mı? Hasta olan o arkadaşım gibi, bizler de dış dairelere olan yönelişimizi, iç daireleri ihmal etmeksizin gösterip hakiki vazifelerimize olan ihtiyacımızı tam hissettiğimizde, kalplerimiz, bu yetimane sızlanışından bir nebze sıyrılacaktır. Alakadar olduğumuz merkeze yakın olan her bir daire ile ruhumuz, öteleri kuşatan bir şahlanışa geçecektir. Harice karşı olacak olan alakanın ise, kalben değil kesben olacağı ise muhakkaktır. Eğer kalben bile olsa, o geniş dairelerdeki meşguliyet, daima, rahmetin izini, özünü ve yüzünü görmeye vesile olacağından ruhun istirahatını, kalbin rahatını kaçırmayacak ve asla vicdanı sancılarla sarsmayacaktır. MERAK İRADENİN ROTASINI ETKİLER İlgilendiği dairedeki meşguliyeti ile daha iç dairedeki pek mühim olan vazifesini gölgeleyen insan, hakikatte, kendi ruh ve kalbinin divane olmasına belki sarhoş olmasına zemin hazırlamış olur. Dış dairelerdeki vazifelerin, iç dairelere nisbetle külfetsiz olmasını cazib bulan nefis ise, özellikle merakın da etkisiyle, iradeye rota çizerek, insanı, şaşalı olan afakî dairelere davet eder. İnsan, merakın bu ciddi tesiriyle, aklen, kalben veya fiilen bütün dairelerde cereyan eden hadiselerle meşgul olup, kendi kendine gerekli gereksiz vazifeler çıkartmaktadır. Özellikle günümüzde, yazılı ve görsel medya ile meraklarımız haddinden fazla olumsuz tahrik edildiğinden, gerek gerçek gerekse sanal senaryoların seyirci ve takipçileri haline getirilme tehlikesi ile karşı karşıyayız. Çocuklarımızın bilgisayar oyunlarıyla, gençlerimizin mp3, mp4, cep telefonu ve özellikle sporla, hanımların pembe dizilerle ve beylerimizin siyasetle, adeta, iradeleri ellerinden alınmış durumda. İstikbalin liderleri olacak üniversiteli kardeşlerimizin ise, sabahlara kadar internette sörf yapmaları da işin cabası. Hâlbuki ömür sermayemiz pek az, lüzumlu işlerimiz ise pek çoktur. “Dünya hayatı bir oyun ve bir eğlenceden başka bir şey değildir! Ahiret yurdu ise, (günahlardan) sakınanlar için elbette daha hayırlıdır. Hiç akıl erdirmez misiniz?” (1) ilahî ikazını ciddiye alamadığımız takdirde, çağın cehennem davetçilerine nasıl hayır diyebiliriz? İfsat kampanyaları yürüten aktörler, yediden yetmişe varıncaya kadar, herkesin önüne cazibedar bir sofra sunmuşlardır. “Zahiren mutantan, batınen kof” fantazilerle lebaleb dolu olan bu sofraya dâhil olan her fert, tiryakilik illetine de ister istemez müptela oluyor. Ve tabii, en dehşetlisi de, korkunç bir zaman israfı kaçınılmaz hale geliyor. Peki, bu inanılmaz israfa karşı vicdanlarımızın sesi neden kısık? Cazibeye bu kadar müştak olan merak, ruhu sükuta sürüklemek behasına, hangi hazır lezzeti, nefse rüşvet veriyor? Bu mühim suallerin cevabını isterseniz Bediüzzaman Hazretleri’nden dinleyelim: “Nasılki sarhoşluk, hakikî vazifelerden gelen elemleri ve ihtiyaçları sarhoşlukla muvakkaten unutturduğu cihetle, menhus ve kısa bir zevk verir, öyle de, böyle fâni boğuşmaları ve hâdiseleri merakla takib etmek, bir nevi sarhoşluktur ki, hakikî vazifelerden gelen ihtiyacat ve yapmamaktan gelen teellümatı muvakkaten unutturduğu için, menhus bir zevk verir.” (2) Evet, hakiki vazifelerden gelen ihtiyacı ve bu vazifeleri yapmamaktan gelen sıkıntıyı unutturan her türlü meşgale, ruhumuzu, nefsimizin heveslerine âşık olmuş bedenimize hapsetme gayretinden başka bir mana ifade etmez. O halde, en evvel bu ihtiyacı her an canlı tutmamız gerekir. Zira ihtiyaç en büyük kuvvettir ve her şeyin üstadıdır. ÖMÜR KISA, LÜZUMLU VAZİFELER ÇOK! Nasıl ki asgari sermaye ile ticaret yapan bir esnafın, enflasyon krizlerinin yaşandığı bir dönemde, lüks harcamalara karşı ilgisizliği, vazgeçilmez öncelik taşır. Aynen öylede; kısacık bir ömürde, çabuk geçer bir hayatta, mimsiz medeniyet tarafından takdim edilen bütün fantezilere karşı, alakadarlıktan şiddetle kaçınmak, böyle korkutucu bir fesat devrinde, olmazsa olmaz bir önem arz etmektedir. Hafızasındaki beşyüzbin hadisten, sahihliği kuvvetli dört bin tanesini kitabına alan Ebu Davud (ra); “Bir insanın, dinini hakkıyla yaşama konusunda, bunların arasından dört hadis kendisine yeterlidir.” demiştir. “Kişinin malâyani -boş ve lüzumsuz olan işler, sözler ve kendini ilgilendirmeyen şeyler- ile uğraşmaması ve bunları terk etmesi, Müslümanlığının güzelliğindendir.” (3) nebevî irşadının, seçilen bu dört hadisten biri olması, meselemizin ciddiyetini gözler önüne sermiyor mu? En‘am Süresi, 32 Emirdağ Lahikası-1, 37 Buhari, Müslim, İbni Mace, Ebu Davud, Tirmizi, Nesâî, Muvatta’dan Kudsi Hadisler, Madve Yayınları: 25-26aa

Manevî yolculuk Bir adam: “Ey Allah’ın Resûlü, Allah’a hangi amel daha sevimlidir?” diye sordu. Resûlullâh (asm): “Yolculuğu bitirince tekrar yola başlayan” cevabını verdi. “Yolculuğu bitirip tekrar başlamak nedir?” diye ikinci sefer sorunca: “Kur’ân’ı başından sonuna okur, bitirdikçe yeniden başlar” cevabını verdi. Tirmizî KUR’ÂN’I DİNLEMEK Kâinât mescid-i kebîrinde (büyük mescidinde) Kur’ân okunuyor. Onu dinleyelim. O nûr ile nûrlanalım, hidâyetiyle amel edelim ve onu vird-i zebân (dil zikri) edelim. Evet, söz odur ve ona derler: Hak olup, Hak’tan gelip, Hak diyen ve hakîkati gösteren ve nûrânî hikmeti neşreden (yayan) odur. Sözler kur’ân okurken İmam Gazâlî Hazretleri, Kur’ân okurken dikkat edilmesi gereken bazı hususları şu şekilde bildirmiştir: Tedebbür: Kur’ân okumaktan gāye nedir, bunu düşünerek ağır ağır okumak. Tefehhüm: Kur’ân’ı okurken, anlamaya çalışarak okumak. Tahsis: Kendisine hitâb edildiğini kabûl ederek okumak. Teessür: Kur’ân’ı okurken, anlatılan şeye göre üzüntü, korku, ümid ve daha başka sıfatlarla müteessir olarak okumak. Terakkî: Kur’ân’ı okurken, kendi ağzından değil, Allah ü Teâlâ’dan dinliyormuş gibi okumak. Teberrî: Kur’ân’ı okurken, Allah’ın büyüklüğü karşısında kendi benlik ve varlığından geçmek ve kendisini hiçe saymaktır. İhyâ-yı Ulûmü’d-Dîn

Osmanlı’da kurulan vakıfların hizmet ve faâliyetleri, zengin bir muhtevâya sahipti. Bunların, topluma fâideli olmak kasdı ile zaman, zemin, yöreler ve meşreblere göre çeşitlilik göstermesi, sistemin, statik değil, dinamik bir yapıya sâhib olduğunun açıkça bir ifadesidir. Câmi‘, mescid, tekke, zâviye, muallimhâne, medrese, dâru’l-huffâz, dâru’l-hadîs, imâret, kervansaray, dâruşşifâ hizmetlerinin yanında su yolları, su kemerleri, çeşme ve sebiller, yollar, kaldırımlar, aşevleri, çocuk emzirme ve büyütme yuvaları; ayrıca namazgâh, kütüphâne, dükkân, misâfirhâne, kuyular, çamaşırhâne, helâ, hân, hamam, bedesten, türbe, iskele, deniz feneri, ok ve güreş meydanları, esir ve köle âzâd etmek, fakirlere yakacak te’mîn etmek, hizmetçilerin efendileri tarafından azarlanmaması için kırdıkları kâse ve kapların yerine yenilerini almak, gâzîlere at yetiştirmek, ağaç dikmek, borçtan hapse girenlerin borcunu ödemek, dağlara geçitler kurmak, yetim kızlara çeyiz hazırlamak, borçluların borçlarını ödemek, dul kadınlara ve muhtaçlara yardım etmek, çocukları açık havada gezdirmek, mekteb çocuklarına gıdâ ve yiyecek yardımı, fakir ve kimsesizlerin cenâzesini kaldırmak, bayramlarda çocukları ve bîkesleri sevindirmek, kalelere, istihkâmlara veya donanmaya yardımda bulunmak, kış aylarında kuşların beslenmesi, göç edememiş olan hasta ve garib leyleklerin bakımı ve tedâvîsi gibi uzayıp giden daha pek çok maksadla muhtelif vakıflar te’sîs edilmiştir.

2005 yılında kurulan ve uluslar arası birçok başarılı programa imza atan İslam Dünyası Sivil Toplum Kuruluşları Birliği (İDSB) yaptığı çalışmalara bir yenisini daha ekledi. 38 ülkeden 163 üyesi bulunan İDSB, birçok üye kuruluş mensubu lisans, yüksek lisans ve doktora programlarında okuyan 100’ü aşkın gençlerin bir araya geldiği II. Uluslararası Gençlik Buluşmasını 9-16 Ağustos tarihleri arasında İstanbul’da gerçekleştirdi. Program açılışı 10 Ağustos Pazartesi günü saat 18.00’de Fatih Ali Emiri Kültür Merkezi’nde yapıldı. BULUŞMANIN AMACI İDSB yetkilileri buluşmanın amacını şöyle ifade ediyorlar: “Farklı birçok ülkedeki İDSB üyesi teşkilat mensubu olan ve üniversitelerde okuyan gençler arasında birlik beraberlik bilincinin kuvvetlendirilmesi, sosyo-kültürel dayanışma ve kaynaşmanın sağlanması hedeflenmektedir. Ayrıca programa katılacak olan gençlerin kendi ülkelerindeki tecrübelerini aktarmaları, başarılı programlar ve projelerini paylaşmaları ve kardeşlik temelinde dostluklar kurmaları beklenmektedir.” Ensar Vakfı’ndan Hüsrev Şeref yönetimindeki İDSB Kültür ve Eğitim Komisyonu tarafından tertip edilen organizasyona özellikle gençlik teşkilatı bulunan tüm gönüllü teşekküller destek veriyorlar. Ensar Vakfı, Milli Türk Talebe Birliği (MTTB), Boğaziçi Üniversiteliler Derneği (BURA), Bâb-ı Âlem Öğrenci Derneği, Hayrat Vakfı, Hayat Vakfı, Divan Derneği, Hırka-i Şerif Vakfı, Akabe Vakfı, İHH, MÜSİAD, İlim Yayma Vakfı, Pusula Eğitim Derneği bunlardan bazıları… Ayrıca, programın görsel çalışmalarına İstanbul Tasarım Merkezi destek veriyor. PROGRAMIN KAPSAMI Farklı birçok ülkeden ve Türkiye’den 100’ye yakın öğrencinin bir arada olacağı program oldukça zengin hazırlanmış; önemli ayakları şunlar: Türkiye’de faaliyet gösteren önemli gönüllü teşekküllere ziyaretler ve bunların faaliyetleri hakkında bilgilendirme programları. İstanbul ve Bursa’da tarihi –kültürel geziler. Katılımcı ülkeleri temsilen verilecek o ülkeyle ilgili tarih, coğrafya, insan hakları, nüfus, kültür, eğitim, öğrenci hareketleri, siyaset vs konuları içeren bilgilendirme sunumları. Çeşitli sosyal aktiviteler, atölye çalışmaları ve seminerler. İDSB, dört yıllık kısa bir geçmişe sahip olmasına rağmen, bu zaman zarfı içerisinde önemli denilebilecek inisiyatifler kazanıp, geniş bir etkinlik sahası elde etti. Bu yıl içinde üst üste çok önemli uluslar arası organizasyon gerçekleştirerek kuruluşundaki isabeti ispat etti. (Geniş malumat için www.idsb.org adresi ziyaret edilebilir. Tel: 0212 531 52 52)

Peygamberimiz (asm) İslamiyet'in yayılmasına ve muhâfazasına hizmet edecek yabancı bir lisânı öğrenmeyi teşvîk etmiştir. Zeyd bin Sâbit (ra) gibi bazı Sahâbeleri bu konuda vazîfelendirmiştir. Zeyd bin Sâbit (ra) anlatıyor: Resulullah Medine'ye teşrîf ettiklerinde çocuktum. Beni alıp huzuruna götürdüler. Resulullah beni çok beğendi. Şöyle dediler: 'Yâ Resulullah, bu çocuk Benî Neccâr'dandır. On taneden fazla sure ezberlemiştir. Bu da Resulullah (asm)'ın hoşuna gitti. Bir seferinde bana şöyle buyurdu: Ey Zeyd, yahudilerin yazısını öğren. Çünki vallâhi ben, yahudilerin bana yazdıklarına güvenemiyorum. Ben de 15 gece içinde İbrâniceyi yazıp okumasını öğrendim. Artık bundan sonra yahudilerin Resulullah (asm)'a gönderdikleri mektupları okuyor, cevaplarını İbrânice yazıyordum. Müsned Hem ihtiyaç olduğu için Zeyd bin Sâbit (ra) Süryânîce de öğrenmişti. Bir gün Peygamberimize Süryânîce bir mektub gelmişti. Resulullah (asm) Zeyd bin Sâbit'e, Bana Süryânîce yazılar geliyor. Sen Süryânî lisânını güzelce yazabilir misin? buyurdu. Zeyd, Hayır, bilmiyorum deyince, Peygamberimiz, Öyleyse, bu dili öğrenmeye çalış emrini verdi. Hz. Zeyd (ra) Süryânîceyi 17 gün içinde öğrendi. Bu kadar kısa sürede öğrenmesi Peygamberimizin bir mucizesidir. Bundan sonra artık Peygamberimize gelen Süryânîce yazıları Zeyd okudu ve yazdı. Ebu Dâvud

Alis (Alice) bir gün yolunu kaybeder ve bir yol ayrımına gelir. Yol ayrımında bulunan şahsa sorar: -Ey kişi söyler misin, ben hangi yoldan gitmeliyim? -Nereye gitmek istiyorsun? -Fark etmez. -O halde hangi yoldan gideceğin de fark etmez. “Alice in wonderland” (Alis harikalar diyarında) büyülü gelmişti o zamanlar bana. İçimde hissettiğim ve arzuladığım güzelliğin ifadesi gibi algılamıştım. Belki de yaşadığım kültürün öğrettiği “cennet” kavramını aramıştım o ifadede. Fakat yanılmışım. Sonraki okumalarımda karşılaştığım bir hikâye, yanıldığımı fark ettirmekle beraber, Alis’in resmettiği düşünceyi gerçek âleme taşımama sebep olmuştu. Teselli bulmak uğruna üretilmiş ve kafamı karıştıran yanılgılarla dolu Alis’in hikâyesi, hakikatle örülü bir hikâyenin tashihinde erimiş, gözümdeki sis kalkmış ve gerçeği görme imkânı bulmuştum. Hikâye şuydu: Bir vakit iki asker, uzak bir şehre gitmek için emir alıyorlar. Beraber giderler; ta yol ikileşir. Bir adam orada bulunur, onlara der: -Şu sağdaki yol, hiç zararı olmamakla beraber, onda giden yolculardan ondan dokuzu büyük kâr ve rahat görür. Soldaki yol ise, menfaati olmamakla beraber, on yolcusundan dokuzu zarar görür. Hem ikisi, kısa ve uzunlukta birdirler. Yalnız bir fark var ki, intizamsız, hükümetsiz olan sol yolun yolcusu çantasız, silâhsız gider. Zahirî bir hafiflik, yalancı bir rahatlık görür. İntizam-ı askerî altındaki sağ yolun yolcusu ise, besleyici hülâsalardan dolu dört okkalık bir çanta ve her düşmanı alt ve mağlup edecek iki okkalık bir mükemmel devlet silâhı taşımaya mecburdur... Bu iki hikâye arasındaki ortak noktalar ve farklı yönler dikkatimi çekmişti. Bunları öne çıkararak yazımı detaylandırmak ve farklılaşan iki nazarı ve hayatımıza etki eden müspet veya menfi yönlerini incelemek arzu ettim. ALİS VE İKİ ASKER Alis, mutluluk peşinde gezen, kendisini cennet gibi bir yerde farz eden tek nazarlı bir dünya insanıdır ve felsefe bakışını resmeder. Hayattaki zıtlıkları göstermek istemez. Bundan dolayı onu örnek alanların hem bilgisi eksiktir, hem de sebebini –güya- bilmedikleri çok şeylerden sürekli azap çekerler. Alis, insanların daha ziyade hayallerini tahrik edip gözlerini kapatan, bakış açılarını daraltan bir anlayışın simgesidir. Alis, zannınca harikalar diyarındadır, lakin nereden geldiği belli değildir. Nereye gideceğini ise kimse bilmez. Esasında onun dünyasında gelip-gitmek kavramlarına da yer yoktur. Hele gönderilmişliğin hiç esamisi okunmaz. İki asker, aslında bir insanın iki yönünü temsil eder. Nitekim insan, hem hayra hem de şerre kabiliyeti olan, kendini bilmek kaydıyla çok kıymettar bir varlıktır. Temsilde asker unvanıyla isimlendirilmişlerdir. Asker; belirli bir süre için hayatının en dinamik, dirayetli, aktif olduğu dönemde, şahsi rütbe ve elbiselerinden sıyrılıp, bir kısım alışkanlıklarını ve zevklerini terk edip umumun rahatı ve huzuru için eğitim ve terbiye almak üzere kışlaya gönderilen insan demektir. Askere kaydolduğu ve terhis olacağı zaman bellidir. Her günde ve bütün askerlik boyunca ne yapacağı planlanmıştır. Vazifesi müddetince bütün ihtiyaçları karşılanmıştır. Vazifesiz ve takipsiz hiçbir işi yoktur. Bütün işleri, emirle başlar ve yine emirle biter. En mühim özelliği itaattir. Yapacağı işlerin zahiri ağırlıkları olsa da, umum adına olan bu işlerinde manevi kazancı çok büyüktür. YOL AYRIMI VE TARİF EDİCİ Alis, öylesine dolaşırken karşısına bir kavşak çıkar. Alis, öylesine dolaşan birisidir, kavşak da sürpriz olmuştur aslında. Zira kavşakta duran ‘tarif edici’ ona sorar: “Ne tarafa gitmek istersin?” O da: “Fark etmez!” der. Olunan yer ve gidilecek yer arasında kurulmuş ilişkiler yoktur onun hayatında. Ne kadar umarsız bir ifade değil mi? ‘Fark etmez!’ Tarif edici ise, karşısındakine nezaket anlamında sormaz soruyu. Aslında o, kayıtsızlığın ve başıboş anlayışın karmaşasına atılma noktasının simgesidir. Zira insana işte tam da kavşaklarda lazımdır tarif edici. “O zaman ne tarafa gideceğinde fark etmez.” Diyerek insanı, tarife ihtiyaç duyduğu anda, yine insanın kendi bilinmezliğine ve karanlık noktasına itmenin adı bilgelik olamaz herhalde. Diğer hikâyede ise insan, asker olmanın anlamıyla başlamıştır yola ve ayrıma kadar gelmiştir. Bir tercihle karşı karşıya kalmıştır. İşte tam bu noktada onun ne ihtiyarını zorlayan ne de başıboşluğa atan bir ifadeyle karşılaşmamıştır. Aksine tercihine yardımcı olacak bir tarif yapılmıştır. “Şu sağdaki yol, hiç zararı olmamakla beraber, onda giden yolculardan ondan dokuzu büyük kâr ve rahat görür. Soldaki yol ise, menfaati olmamakla beraber, on yolcusundan dokuzu zarar görür.” İnsana lazım olan da budur. SORU VE CEVAPLAR Sorular, insan hayatının vazgeçilmezleridir. Çünkü her zaman tercihler vardır. Cevaplar ise, karmaşıktır; cevap verenin durumuna ve -kendi cevaplarımız açısından- birikim, halet-i ruhiye ve bakış açılarına göre farklılaşmakta; yanlış-doğru ve bunların neticesinde bizleri bağlayacak olması gibi farklılıklar arz etmektedir. İnsan için hayat, öğrenme ve terbiye yeridir. Aynı zamanda imtihan meydanıdır. Her talebenin hocaya ihtiyacının olması katiyetinde tarif edici(ye/lere) ihtiyaç vardır. Alis ve askere nispetle iki tarif edicinin arasındaki farkı iyi anlamak ve hayatımızdaki rehberlere bu anlamda çok dikkat etmek mecburiyetindeyiz. Zira dünya Alis’in zannettiği anlamda sadece harikadan ibaret değildir. Asıl harikalık, askerlere söylendiği tarzda arkadan gelecek hayattadır. Ne var ki, dünyadaki tercihler çerçevesinde ya iyidir, ya da kötüdür. Bu arada hikâye deyip geçmemek lazımdır. Çok hikâyeler vardır ki, bir felsefi anlayışın beşiğinde sallayıp durmuştur bizleri. Nice hakikatler de vardır ki, hakikatten koparılıp hikâye formatında anlatılarak, gözümüzde basitleştirilmiş ve dünyamızdan uzak tutulmuştur. Haddi zatında, bin yıllık bir İslami serüvenin yıkılışı da ‘roman’larla başlamıştır.

Peygamber Efendimiz’in (asm) Mescidi, sâdece mescid değildi: Ma’beddi: Herkes ibâdetini cemâat hâlinde orada yerine getirirdi. Mektebdi: Müslümanlar, Ashâb-ı Suffa’daki husûsî muallimlerden yazı ve kırâat öğreniyorlar, ilmihâl bilgileri alıyorlardı. İrşâd yeriydi: Hutbeler, vaazlar, dinî sohbetler orada yapılırdı. Buluşma yeriydi: Müslümanlar mescide her seferinde sâdece ibâdet için gelmezler. Buluşmak, konuşmak üzere de gelirler, mes’elelerini hâllederlerdi. Merâsim yeriydi: Resûlullah (asm) nikâhın i‘lân edilmesini ve mescidde yapılmasını emrederdi. İstirâhat yeriydi: Rivâyetler, Resûlullah (asm) zamanında kaylûle denen öğle uykusunu uyumak üzere bir kısım Sahâbenin mescidde uzandıklarını göstermektedir. Mahkemeydi: Bir kısım da’vâları Resûlullah mescidde hükme bağlamıştır. Hapishâneydi: Bazı suçlular mescidin direğine bağlanmıştır. Misâfirhâneydi: Yabancı elçilerin kabûl edildiği, ağırlandığı, İslâm’ın onlara öğretildiği yerdir. Kültür Eviydi: Efendimiz’in (asm) mescidi daha geniş ma’nâda kültür fa‘âliyetleri, edebî yarışmalar için de kullanılmıştır. Orada şâirler şiir okuyarak, hatipler konuşma yaparak yarışırlardı. Hatta Peygamberimiz’in (asm) husûsî şâiri Hassan ibn-i Sâbit için bir şiir kürsüsü mescide koydurmuştu. Abdest alma yeriydi: Resûlullah’ın (asm) mescidin içinde abdest aldığı rivâyetlerde gelmiştir. Mescidde yemek: Resûlullah (asm) fakirlerin yemesi için mescidin direklerine hurmâ salkımları astırmıştır. Mal taksîm yeriydi: Taşradan gelen zekât ve sadaka Mallarını, ganîmeti, mescidde taksîm etmiştir. Kütüb-i Sitte Tercüme ve Şerhi

Yavru Balinalar Doğduklarında ağırlıkları 3-5 ton arasında değişen balina yavruları suyun altında bir seferde bir dakikadan fazla kalamazlar. Bu da beslenmelerinde sanki bir problemmiş gibi gözükür. Halbuki rahmeti her şeyi kuşatmış olan Rabbimiz anne balinayı yavrusunun imdâdına öylesine seferber eder ki bu problem de ortadan kalkar. Şöyle ki, o 80-90 tonluk anne balina, yavrusunun boğulmaması için yüzeye yakın bir yerde ve yavaş yavaş yavrusuyla beraber yüzerlerken sütünü onun ağzına i’tinâ ve ihtimâmla fışkırtarak beslenmesini sağlar. (The Ocean World) Baltayı Bilemek Bir ormanda iki kişi ağaç kesiyordu. Birinci adam sabahları erkenden kalkıyor, ağaç kesmeye başlıyor, bir ağaç devrilirken hemen diğerine geçiyordu. Gün boyu ne dinleniyor ne öğle yemeği için kendine vakit ayırıyordu. Akşamları da arkadaşından bir kaç saat sonra ağaç kesmeyi bırakıyordu. İkinci adam ise arada bir dinleniyor ve hava kararmaya başladığında evine dönüyordu. Bir hafta boyunca bu tempoda çalıştıktan sonra ne kadar ağaç kestiklerini saymaya başladılar. Sonuçta İkinci adam çok daha fazla ağaç kesmişti. Birinci adam buna öfkelendi: “Bu nasıl olabilir? Ben daha çok çalıştım. Senden daha erken işe başladım, senden daha geç bıraktım. Hâlbuki sen benden daha fazla ağaç kestin. Bu işin sırrı ne?” İkinci adam yüzünde tebessümle cevab verdi: “Ortada bir sır yok. Sen durmaksızın çalışırken ben arada bir dinlenip baltamı biliyordum. Keskin baltayla, daha az çabayla daha çok ağaç kesilir.” dedi. Evet; kendimizi geliştirmek, olgunlaştırmak baltamızı bilemek gibidir. Kendimize, ailemize, sevdiklerimize zaman ayırıp, hayatımızı gözden geçirmeliyiz. Zayıf bulduğumuz noksan yönlerimizi geliştirmek için çaba göstermeliyiz. Bu zihnimizin, ruhumuzun karakterimizin güçlenmesi için olmazsa olmaz bir şarttır. Büyüleyen Yazı Birinci Cihan Harbinde askerlik münâsebetiyle tanıştığım Macaristanlı ressam ve subay bir arkadaşım vardı. Ara sıra İstanbul câmi’lerini, müze ve kütübhânelerini birlikte gezer, her çeşit san‘at eserlerini ziyâret ve tedkîk ederdik. Bir gün, Sultan Ahmed Câmiindeki Melek Paşazâde Ali Haydar Bey merhumun levhası önünde bulunuyorduk. Arkadaşım ona baktı da, sonra bana dönerek: “Dostum! Bu sizin yazılarda bir hâl var. Çok dikkat ediyorum, ilk bakışta sâde bir renk, geometrik bir sessizlik, baktıkça harekete geliyor, canlanıyor, cilveleniyor. Önce bir tatlı bakış, arkasından yavaş yavaş içe süzülen canlı bir akış, sessiz bir armoni içinde ruhu oynatan metafizik bir mûsîkî var. Lâkin ondaki âhengi kulaklar duymuyor, içler dinliyor, dinledikçe bir başka âleme yükseliyor. Bakarken ne oluyor anlamıyorum, içimi içine çeken büyüleyici bir çehre, bir güzellik denizi, sevimli titreşimlerle gönlümü ferahlatan bir hava, derken bir melek sesi ve nefesi kadar gizli ve ılık bir okşayış ve sarılış içinde kalıyorum; o, ben; ben o oluyoruz gibi bir şeyler oluyor, sizde de böyle şeyler olur mu?” demişti.M. Bedreddin Yazır “Allah’a dayandım!” diye sen çıkma yataktanMa’nâ-yı tevekkül bu mudur? Hey gidi nâdân! Ecdâdını zannetme, asırlarca uyurdu; Nerden bulacaktın o zaman eldeki yurdu? Mehmed Âkif Çalışarak Tevekkül Et! Allah’ın kulu ol ve dünyada atlar gibi yürü! Cenaze gibi, başkasının üzerine binen kişi ister ki, herkes kendisini taşısın. Kendi yükünü kendine yükle! Baş olmayı da isteme! Allah’a tevekkül edeceksen, çalışarak tevekkül et! Sen çalış da nasibinde hazine varsa, o senin peşinde gelir. Takdîr haktır ama çalışmak da haktır. Damarlarımızdaki kan kaynadıkça yeni bir dünyaya doğru yürümeliyiz. Kan nasıl uyur? Hele bizim damarımızdaki kan! Gönül sâhibi olgun kişiler bilirler ki, on sekiz bin âlemde durup dinlenme yoktur. Mevlânâ

NİÇİN HASTALANMIYORLAR? Saadet asrında İran’lı bir hekim Medîne’ye gelip yerleşmişti. Fakat günler geçtiği halde kimse tedâvi için gelmiyordu. Medîne’de başka hekim de yoktu. Bir gün işsizlikten çok sıkıldığını, geri dönmek istediğini Peygamberimiz’e (asm) bildirdi. Efendimiz (asm) da ona: “Ben ve ashâbım çok şükür hasta olmuyoruz, öyleyse gidebilirsiniz.” dedi. Hekim, Peygamberimiz’den (asm) hasta olmamalarının sebeblerini kendisine açıklamasını istedi. Peygamberimiz (asm) da bunun sebeblerinin İslâm’ın güzel esaslarından kaynaklandığını söyledi ve: “Benim ashâbımın tuttuğu bir yol vardır, o da şudur: İyice acıkmadıkça bir şey yemezler ve tam ma‘nâsıyla doymadan sofradan kalkarlar.” buyurdu. İran’lı hekim: “İşte sağlığın temeli ve esası da budur. O halde benim için yapılacak bir iş yok. İslâm dini sizi hastalıklardan korumaktadır” dedi ve memleketine döndü. Bostan ve Gülistan HELÂL LOKMA Nur ve kemâl, helâl kazanılmış lokmadan doğar. İlim ve hikmet, aşk ve merhamet helâl lokma ile olur. Bir lokmadan hased, hîle, tuzak, gaflet ve cehâlet meydana geliyorsa o, haram olduğundandır. Buğday ekilen yerde arpa bitmez; şübhesiz, atın yavrusu eşek olmaz. Lokma tohum gibidir, meyvesi fikirlerdir. Lokma derya gibidir, incisi düşüncelerdir. Helâl lokmadan tâat arzûsu, Hakk’a yaklaşma isteği husûle gelir. Mevlânâ (rh) TIBB-I NEBEVÎ Bütün ehl-i îmâna mürşid olan Peygamberimiz (asm) buyurdular ki: “Misvak kullanınız. Zîrâ misvak ağzı temizleyen ve Rabbi râzı eden bir âlettir. Cebrâîl her gelişinde bana misvak kullanmayı tavsiye etti. Öyle ki, bana ve ümmetime farz kılacağından korktum. Ümmetime zorluk vereceğinden korkmamış olsaydım misvak kullanmalarını emrederdim. Ben o kadar çok misvak kullanırdım ki, dudaklarıma iz yapmasından ve dişlerimin aşınacağından korkardım.” Terğîb ve Terhîb Merhamet ve bereket vesîlesi olan Efendimiz (asm) şöyle buyurdular: “Zeytinyağı yiyiniz ve onunla yağlanınız, zirâ zeytinyağı mübârek bir ağaçtandır.” Yine buyurdular ki: “Zeytinyağını yiyin ve onunla yağlanın. Zirâ onda yetmiş derde şifâ var. Bunlardan biri de cüzzâmdır.” Tirmizî DİŞ İŞLERİ Gün boyu kahve, çay içme ve atıştırma alışkanlığı, eğer dişler misvak veya diş fırçasıyla temizlenmezse, ağızda asit salgılayan bakterilerin diş yüzeyinde yaşamasına ve sonuçta dişleri çürütmesine neden oluyor. O yüzden çay ve kahve olabildiğince şekersiz içilmelidir. SAĞLIĞINIZ İÇİN 8 TAVSİYE *Güne 1 bardak su içerek başlayıp, her gün 2,5 litre su içmeye gayret edin! *Mevsiminde sebze ve meyve ni‘metlerinden hergün istifâde etmeye çalışın! *Çocuklara sütü, büyüklere yoğurdu sofradan eksik etmeyin! *Hasta olmadan, şifâlı bitkilerle direncinizi kuvvetlendirin! *Evde; nane, ıhlamur, adaçayı, kekik, fesleğen, zencefil, çörekotu, yeşil çayı her zaman bulundurun! * Tere, maydanoz, nane, dereotu, roka, fesleğen gibi ni‘metlerden fazlaca yararlanın! *Salatanızı mümkün olduğu kadar çok çeşitten yapın! *Hazır çorbalar yerine kendi çorbanızı tercîh edin! MUTLU BİR ON YIL DAHA… Tam 34.000 kişi üzerinde denenmiş bir tavsiyemiz var. Bol sebze yiyin, çok hareket edin, margarinden uzak durun, hiç sigara ve içki içmeyin. Böylece ömrünüze, Allah’ın izniyle, sağlık içinde huzurlu ve mutlu bir on yıl daha ekleyin. ŞEYLER YENEMEZ Mİ? Kuvve-i zâika (tat alma duyusu), yalnız maddî cesede bakmıyor. Belki kalbe ve rûha ve akla dahi baktığı cihetle mi‘denin fevkınde (üstünde) hükmü var, makâmı var. İsrâf etmemek şartıyla ve sırf vazîfe-i şükrâniyeyi (şükür vazîfesini) yerine getirmek ve enva‘-ı ni‘am-ı İlâhiyeyi (Allah’ın çeşit çeşit ni‘metlerini) hissedip tanımak kaydıyla ve meşrû‘ olmak ve zillet (alçalmak) ve dilenciliğe vesîle olmamak şartıyla, lezzetini ta‘kîb edebilir. Ve o kuvve-i zâikayı taşıyan lisânı, şükürde isti‘mâl etmek (kullanmak) için lezîz taâmları (yiyecekleri) tercîh edebilir. Lem‘alar İBN-İ SÎNÂ DİYOR Kİ; İslâm hükemâsının eflâtun’u ve hekimlerin şeyhî ve feylesofların üstâdı İbn-İ Sînâ diyor ki; “İlm-i tıbb’ı iki satırla topluyorum. Sözün güzelliği kısalığındadır. Yediğin vakit az ye. Yedikten sonra dört-beş saat kadar daha yeme. Şifâ hazımdadır. Yani, kolayca hazmedeceğin mikdârı ye. Nefse, mi‘deye en ağır ve yorucu hâl, taâm taâm üstüne yemektir.” Lem‘alar NE KADAR YEMELİ Sasani hükümdarlarından Ardşir Babegân doktoruna: “Bir günde ne kadar yemek yemeli?” diye sordu. Doktoru: “Üçyüz gram kadar yeter” dedi. Hükümdar: “Bu kadarcık şey insana ne kuvvet verir ki?” deyince doktoru şu karşılığı verdi: “Bu kadarı seni taşır. Bundan fazla olursa sen onu taşırsın.”

Mevlana Hazretleri de insanı karpuza benzetir. Nasıl karpuzu tıklatınca ham mı, olgun mu olduğu anlaşılırsa, öylede insanın ham mı olgun mu olduğu da ağızdan çıkan kelimelerle anlaşılır. Veli zatlardan Ataullah İskenderînin dediği gibi: “Söylenen her söz, içinden çıktığı kalbin kılığını üzerinde taşır.” İşsiz ve parasız bir genç, şehrin sokaklarında dolaşarak iş arıyordu. Şehrin büyük şirketlerinden birisine gelip patronla görüşmek istedi. Sekreter, genci başından savıp patronla görüştürmek istemedi. Çünkü gencin dilenciden farkı yoktu. Elbiseleri eski ve kirli, ayakkabıları boyasız, saçları ve sakalları birbirine karışmış, perişan bir haldeydi. Genç ısrar edince, sekreter, patronu aradı ve dilenci kılığında bir adamın, iş için kendisiyle görüşmek istediğini söyledi. Patron biraz meraktan, biraz da acıma hissinden dolayı onunla görüşmeyi kabul etti. Genç içeri girince patron ona şüpheli bir şekilde baktı. Çünkü zahiri görünüşü ona eksi puan veriyordu. Başlangıçta onu bir dakikadan fazla dinlemeye niyeti yoktu. Fakat görüşme dakikalara dönüştü, dakikalar saatlere çıktı. Konuşma hala devam ediyordu. Sonra patron, onu öğlen yemeğine davet etti. En sonunda da ona istediği işi verdi.” Zahiren itici görünen bu gencin, o görüşmedeki muvaffakiyetinin sırrı, tek bir şeyle ifade edilebilir. Konuştuğu dile hâkimiyeti. O genç, o kadar güzel konuşuyordu ki dinleyenler bir süre sonra boyasız ayakkabılarını, eski paltosunu ve tıraşsız yüzünü unutuyorlardı. Meşhur belagat imamlarından Câhız da öyle söylememiş mi? “İnsanlar libaslarıyla karşılanırlar, sözleriyle uğurlanırlar” Söz, insan kişiliğinin aynasıdır. İnsan ne olduğunu konuşurken gösterir. Hz. Ali (ra): “Bir insan, dilinin altında gizlidir” der. Mevlana Hazretleri de insanı karpuza benzetir. Nasıl karpuzu tıklatınca ham mı, olgun mu olduğu anlaşılırsa, öylede insanın ham mı olgun mu olduğu da ağızdan çıkan kelimelerle anlaşılır. Veli zatlardan Ataullah İskenderînin dediği gibi: “Söylenen her söz, içinden çıktığı kalbin kılığını üzerinde taşır.” Söz ola kese savaşı, söz ola kestire başı. Söz ola ahulu aşı bal ile yağ ede bir söz. Kişi bile söz demini, demeye sözün kemini. Bu cihan cehennemini Sekiz uçmak ede bir söz. Bu satırlardaki söz kelimesini, konuşma ile aynı manada kullanan Yunus Emre, cehennemi cennete dönüştürecek büyük bir kuvvet bulur sözde. Hz. Peygamberimizin (asv) hicretin yedinci yılında gittiği ilk umrede, Hz.Abdullah b. Revâha (ra), tavaf esnasında recez okumaya başlayınca, Hz. Ömer (ra), ona: “Sen Rasûlullah Aleyhisselamın önünde, Allah’ın (cc) Hareminde bu şiiri söyleyip duracak mısın?” dedi. Peygamberimiz (asv) Hz. Ömer (ra)‘e: “Ona engel olma! Varlığım Kudret Elinde olan Allah’a (cc) yemin ederim ki; onun sözleri, bu Kureyş müşriklerine ok yağdırmaktan daha çabuk, daha tesirlidir! İbn Revâha! devam et!” buyurmuşlardır. Eskiler de şöyle söylemişler: “Söz, tesirli bir silahtır. Kılıcın yapamadığını söz yapar. Güçlü olmak istersen söz ustası ol. Dil, yiğidin elindeki kamçı gibidir.” Bir hitabıyla, isyan eden sekiz tabur askeri itaate sevk eden, ayaklanmış hamalları bir nutkuyla muti’ birer nefer hükmüne getiren Üstad Bediüzzaman da, bu asırda kılıç yerine kalemi tercih etmiştir. Eserlerinde istimal ettiği harika üslubuyla en muannid dinsizleri teslim-i silaha mecbur etmiş ve onlarda itiraza mecal bırakmamıştır. “Bazı kelimeler vardır ki büyüdür; insanı büyüler, hayran eder.” Hadisi şerifi mucibince, Bediüzzamanın milyonları büyüleyen Nur Risalelerindeki harika te’sîr ve büyük fütuhat, sözün kalpleri fetheden kuvvetinin en güzel bir ispatıdır. Biz Müslümanlar, ahir zaman diye isimlendirilen bu asırda, dinsizliğin, fen ve felsefeyle İslamiyete hücum ettiği bir zamanda, manevi mücahedemizde muvaffak olmak istiyorsak, Hz. Abdullah bin Revâha (r.a) misüllü, sözü en güzel bir surette kullanmak mecburiyetindeyiz. Çünkü güzel söz söylemek asr-ı saadette çok revaçta olduğu gibi, bu asırda da en merğub bir suret almış. Hattâ insanlar, kendi fikirlerini birbirlerine kabûl ettirmek ve hükümlerini birbirine icrâ ettirmek için, en keskin silahını sözde buluyorlar. Bu gün, ihlâslı, gayretli, kabiliyetli, öğrendikleriyle amel edip yaşantılarıyla insanlara örnek olmaya çalışan ve iman hakikatlerini muhtaçlara tebliğ etmekle vazifeli birçok arkadaşımız, güzel söz söyleme noktasında, kendilerini eksik görüp şevklerini kırıyorlar. “Ben bu işi yapamam, ben falan gibi güzel konuşamam, benim bu noktada kabiliyetim yok” gibi fikirlere kapılarak, hiç gayret göstermeden, ta en başından kendilerini atalete uğratıyorlar. Bu arkadaşlar hep şu sıkıntılardan dert yanıyorlar: Konuşmaya başlama cesaretini kendimde bulamıyorum. Konuşmaya başlarken çok heyecanlanıyor ve heyecanımı yenemiyorum. Muhataplarımın karşısına çıkınca, söyleyeceklerimin hepsini birden unutuyorum. Mevzu’a nasıl başlayacağımı kestiremiyorum. Konuşurken kendimi diken üstünde gibi hissediyor ve rahatlayamıyorum. Konuşma esnasında, bir anda ne söyleyeceğimi unutuyor, konuya hakim olamıyorum. Konuşmama nasıl hazırlanacağımı bilemiyorum. Mevzu belirlemede çok sıkıntı çekiyorum. Konuşma sırasında nasıl bir sıra takip edeceğimi bilemiyorum Muhatabın bakışlarından dehşete kapılıyor, onlarla göz teması kuramıyorum. Muhataplarımın dikkatlerini celp edemiyorum. Dikkatlerin dağıldığını görünce, kalan zamanı hızlı hızlı geçirip, dersi bitiriyorum, bu da mevzunun tam anlaşılmamasına sebep oluyor. Zihnimdekileri sıralarken, mevzu bütünlüğünü kaybediyorum, Muhataplarımın sözümü kesmeleriyle, mevzu değişiyor ve bir daha asıl mevzu’a geçemiyorum. Jest ve mimik hareketlerinden yeterince istifade edemiyorum. Mevzu’u lüzumsuz yere uzatmaktan kendimi men edemiyorum - Konuşma süresini ayarlayamıyorum. İnsan mücadele meydanına, şevk atına binip de çıktığı zaman, karşısına en şiddetli düşman olan ye’s (ümitsizlik) çıkar. Kuvve-i maneviyesini kırar, onu atından düşürür. Hâlbuki insanları canlandıran ümittir. Ümidini kaybedenin başka kaybedecek bir şeyi yoktur. Hem çaresi bulunan şeylerde acze düşmemek gerektir. Bir şey bütün bütün elde edilmiyorsa bütün bütün terk de edilmez. Hal böyleyken İman ve Kur’ân hakikatlerini insanlara tebliğ etmekle mükellef olan bizler, Hitabet noktasında karşılaştığımız bazı sıkıntılardan dolayı hiçbir zaman ümidimizi kaybetmemeliyiz. Aslında yukarıda zikrettiğimiz ve birçok arkadaşımızın da dert yandığı bu sıkıntılardan başlangıçta muzdarip olmayan hiçbir hatip yoktur. Fakat zamanla ve bazı usullerin öğrenilmesiyle bu sıkıntılar en asgariye indirilebilir.

Her hangi bir inkılâbı değerlendirirken; inkılâbı yapan şahıs veya şahıslar, o dönemdeki toplum yapısı, inkılâbın hangi alanda olduğu, inkılâbın ne kadar zamanda gerçekleştiği ve inkılâp sonrası sosyal durum, inkılâbın büyüklüğünü bize gösterecek kriterlerdir. Peygamberimiz (sav) “Ferid-i kevnü zaman”dır. Yani bütün zaman ve mekânların en büyük şahsiyetidir. Onun büyüklüğünü değişik yönlerden tahlil edip ortaya koymak mümkündür. Fakat maksadım yalnızca onun bu konudaki büyüklüğünü göstermek değil, aynı zamanda onun varisi olan ümmetinin de günümüzdeki modern câhiliyeyi, Asr-ı Saadet’e dönüştürmesi gerektiğine ve peygamberimizin her alanda olduğu gibi, bu alanda da onlara –yani bize- örnek olduğunu hatırlatmaktır. Bundan 1400 sene önce Peygamberimiz, (sav) şartlar tamamen aleyhinde olduğu halde, tarihin hiçbir devrinde görülmemiş ve hiçbir beşerin de gerçekleştirememiş olduğu bir inkılâbı, çok kısa bir zamanda gerçekleştirdi. Câhiliye dönemini tamamıyla ortadan kaldırıp, Kur’ân ve sünnete göre şekillenmiş, bütün insanlık âlemine örnek, yepyeni bir toplum, (bir ümmet) oluşturdu. Bir yazar şöyle der: “Hiçbir zaman beşerin ıslahı, Muhammed’in geldiği zamandan, daha zor ve ulaşılmaz değildi. Fakat vefat ettiğinde, geride bıraktığı ıslah ve başarıdan, daha kâmil bir ıslah ve başarı da bilmiyoruz.” Fransız tarihçi Lamartin de şöyle der: “İnsan dehası için; amacın büyüklüğü, araçların küçüklüğü ve muhteşem sonuçlar; üç kıstas ise tarihte, Muhammed ile mukayese edilebilecek birisini kim gösterebilir.” Her hangi bir inkılâbı değerlendirirken; inkılâbı yapan şahıs veya şahıslar, o dönemdeki toplum yapısı, inkılâbın hangi alanda olduğu, inkılâbın ne kadar zamanda gerçekleştiği ve inkılâp sonrası sosyal durum, inkılâbın büyüklüğünü bize gösterecek kriterlerdir. Peygamberimizin inkılâbını da bu beş kritere göre değerlendirelim: İNKILÂBI YAPAN Doğmadan önce babasını, 6 yaşında annesini, 8 yaşında dedesini kaybeden okuması, yazması olmayan ümmi bir zattır. Kral değil, bir aşiret lideri bile değildir. Davasına başladığı zaman bütün kavminin, hatta amcasının bile şiddetli tepkisiyle karşılaşmıştır. Devlet idaresinde daha önce hiç tecrübesi olmadığı halde, devlet kurmuş ve idare etmiş, başkomutan olarak ordular sevketmiş, ordular idare etmiş, zaferler kazanmış, okuma yazması olmadığı halde mükemmel bir hukuk sistemi tesis etmiş ve bu hukuk yüzyıllar boyunca milyonlarca insanı adilane idare etmiştir. Vefat ederken teori ve pratiğiyle tamamlanmış bir din ve bu dine kendilerini adamış, insanlık âlemine öncülük edecek bir millet (ümmet) bırakmıştır. Bu özellikleriyle peygamberimiz dünyada tektir. MUHATAPLAR: Normal bir insanı ıslah etmek ayrı, cani ruhlu insanları ıslah etmek, eğitmek daha farklıdır. Ayrıca bir insanı ıslah etmek ayrı, ıslah ettiğiniz insanı veli yapmak, kemalatın en yükseğine çıkarmak ayrı bir şeydir. Peygamberimiz (sav) çocuklarını bile acımadan öldürecek kadar vahşi, kendi aralarında birbirleriyle devamlı harbeden, her türlü ahlaksızlığı yapan, gelenek ve göreneklerine aşırı derecede bağlı katı kalpli insanlarla karşı karşıyaydı. Peygamberimiz (sav) bu insanların kötü adet ve ahlaklarını kaldırmakla kalmadı, onları veliliğin en yüksek derecesine çıkardı. Putlara tapan insanları, gece namaz kılan, gündüz oruç tutan dindarlara, çocuklarını acımadan öldüren insanları, karıncaya bile ayak basamayacak kadar şefkatli insanlar haline dönüştürdü. Üstelik onlar peygamberimizden aldıkları terbiyeyle, daha önce bilgisiz, görgüsüz, cahiller iken, bütün insanlık âlemine ilim öğreten, örnek, rehber insanlar haline geldiler, medeni kabul edilen milletlere hakiki medeniyeti öğrettiler. İNKILÂBIN MUHTEVASI, HANGİ ALANLARDA OLDUĞU İnkılâpların bir kısmı ilmi alanda, bazıları da sosyal alanda olmuştur. İlmi alanda değişiklik yapan dahiler genellikle bir veya iki alanda inkılâp yapmışlardır. Örneğin Einstein fizik, İbni Sina tıp, Kopernik Astronomi alanında inkılâp yapmıştır. Sosyal sahada inkılâp yapmak ilmi alanda inkılâp yapmaktan daha zordur. Çocuğunuz sigara tiryakisi ise onu kolayca sigara içmekten alıkoyabilir misiniz? Veya devlet sigaraya savaş açsa, yasaklasa sigara tiryakiliğinin önüne geçebilir mi? Amerika hükümeti 1920 ile 1933 yılları arasında içki ticaretini ve tüketimini yasaklayan bir kanun çıkardı. 13 yıl boyunca yapılan bütün faaliyetlerden netice alınamadı ve 1933 yılında kongre bu kanunu iptal etmek zorunda kaldı. Topluma yerleşmiş bir âdeti değiştirmek zordur. Fakat topluma yerleşmiş ve toplum tarafından benimsenmiş –bir değil- pek çok adetleri kaldırmak daha zordur. Peygamberimiz arap toplum hayatının her alanında bir inkılâp gerçekleştirmiştir. Puta tapma, fuhuş, içki, kumar, hırsızlık, çocukları diri diri toprağa gömmek, kabileler arası savaş onlardan sadece en meşhurlarıdır. ZAMAN Peygamberimizin inkılâbındaki harikuladeliğin bir yönü de bu inkılâbın 23 sene gibi kısa bir zamanda gerçekleşmesidir. İnsanlık âleminde inkılâp yapan pek çok fikirler, ideolojiler ancak uzun bir zaman içinde topluma mal olabilmişlerdir. Kopernik dünyanın yuvarlak olduğunu söyledikten ancak 300 sene sonra Avrupa’da bu görüş resmen kabul edilmiştir. Sosyalizm Fransız ihtilalinden sonra ortaya çıkmış, ancak 1917’de Rusya’daki ihtilalle devletleşebilmiştir. Filozof Leibniz “Terbiye işini bana bırakın, size bir asır içinde Avrupa’nın çehresini değiştireyim” der. Dikkat edilirse Leibniz Avrupa’nın çehresini değiştirmek için bizden hem terbiyenin kendisine bırakılmasını, hem de bir asır beklememizi istiyor. Hâlbuki Peygamberimiz kendisine düşman bir toplumla karşılaşmıştı, fakat bir asır değil, 50 yıl değil, 23 sene içerisinde Arap toplumunu her yönüyle değiştirmişti. İNKILÂP VE SONRASI: Atilla, İskender gibi cihangirler büyük devletler kurmuşlar fakat onların vefatıyla imparatorlukları da dağılmıştır. 1917 yılında Rusya’da Bolşevik ihtilali oldu. Lenin döneminde 8 milyon, Stalin döneminde ise 25 milyon insan katledildi. 1991 yılında da Komünizm yıkıldı. Avrupalı insanlar orta çağı yıkıp, günümüz medeniyetini kurdular. Bu medeniyetin güzel tarafları olmakla beraber, çirkin tarafı daha çok ağır basmaktadır. Batı Medeniyetinin dünyayı istila ettiği 20. yüzyılda 170 milyon insan katledildi. Hiçbir tarihte olmayan iki dünya savaşı oldu. Bu gün batı medeniyetinin iflas ettiğini pek çok düşünür iddia etmektedir. Peygamberimiz Mekke’yi fethettiğinde yıllarca kendisine eziyet eden, öldürmek isteyen, aleyhinde ordu toplayan müşrikleri affetmişti. Ve onun gerçekleştirdiği inkılâp insanlara huzur ve saadet getirmişti. Onun gerçekleştirdiği inkılâp vefatıyla duraklamadı, tam tersine daha geniş coğrafyalara yayıldı. Bu gün bile bütün dünyada en hızlı yayılan din onun dinidir. Ve komünizm ve kapitalizmin iflas ettiği günümüzde batı medeniyetinin tek alternatifidir. CÂHİLİYEDEN, ASR-I SAADETE Peygamberimizin yaptığı her şey sünnet olduğuna göre, onun câhiliye dönemini Asr-ı Saadete dönüştürmesinden nasıl bir ders çıkarmalıyız? Peygamberimiz’in câhiliye toplumunu Asr-ı Saadete dönüştürmesinden yola çıkarak, ahlaken bozulmuş olmuş toplumları ıslah etmek değiştirmek de sünnettir diyebiliriz. Câhiliye nedir? Asr-ı Saadet öncesine bizim câhiliye dönemi deyişimiz, o zamanda bilim ve teknoloji olmadığı için değildir. İnsanların Allah’a şirk koşmasından, fert ve toplum hayatında bütün ahlaksızlıkların, zulmün yaygın olmasından dolayıdır. Bu yönüyle günümüzün de câhiliye döneminden pek farklı olduğu söylenemez. Günümüzde de bir câhiliye var ve üstelik bu câhiliye eskisinden daha çetin. Câhiliye döneminde puta tapanlar vardı, günümüzde ise Allah’ı inkâr edenler, tabiata tapanlar, paraya tapanlar, makama mevkiye tapanlar, kadına tapanlar var. O zaman ahlaksızlık ve fuhuş yaygındı, günümüzde de yaygın. Hatta câhiliye döneminde olmayan teknoloji, ahlaksızlık ve fuhşu bu gün daha yaygın hale getirmiştir. Câhiliye döneminde çocuklar diri diri toprağa gömülüyordu. Günümüzde de kürtaj var. Modern aletlerle çocuklar alınıp çöp kutularına atılıyor. İçki o zamanlar yaygındı, günümüzde de yaygın. Hırsızlık, adam öldürme, kumar, faiz o zaman gibi bu zamanda da var. Velhasıl; o günlerle, bu günleri kıyasladığımız zaman, arada pek farkın olmadığını görüyoruz. Bu günkü câhiliyenin Asr-ı Saadete dönüşmesi için, peygamberimizin yeniden gelmesi mi gerekiyor? Eğer bu mümkün olsaydı, geçmişte yaptığını günümüzde de mutlaka yapardı. Ama o gelmeyeceğine göre ne olacak? Ya hoşumaza gitmese de câhiliye içinde olup bitenleri seyrederek yaşayacağız. Ve her geçen gün durumumuz daha da kötüleşecek. Yahut peygamberimizi örnek alıp, onu modelleyip câhiliyeye karşı, yeniden Asr-ı Saadeti inşa etmenin mücadelesini vereceğiz. Böylelikle dünyamızı da ahiretimizi de kurtaracağız. Toplumdaki ahlaksızlıkla mücadele edip, halkı ıslah etmek zaten Kur’ân ve sünnetin bize bir emridir. Kur’ân’ı Kerim’de Cenab-ı Hak “Sizler insanlık âlemi için çıkarılmış en hayırlı ümmetsiniz. Sizler (insanlara) iyiliği emreder, kötülükten de nehyedersiniz.” buyrulmuştur. Bu âyet sahabeleri bize örnek gösterirken, bizim de bütün insanlık âlemine model, örnek olmamızı ima etmektedir. Ama örnek olmanın en mühim şartı iyiliği emir, kötülükten nehyetmektir. Peygamberimiz (sav) “Sizden kim (dinimize uymayan) bir münker görürse (seyirci kalmayıp) onu eliyle düzeltsin. Buna gücü yetmezse diliyle düzeltsin. Buna da gücü yetmezse kalbiyle buğzetsin. Bu ise imanın en zayıf mertebesidir.” CÂHİLİYE TOPLUMUNU ASR-I SAADETE NASIL DÖNÜŞTÜRÜRÜZ? Toplumu ıslah etmek Kur’ân ve sünnetin emri olduğuna, hatta bizatihi sünnet olduğuna göre, biz Müslümanlarında günümüzde ahlakı bozulmuş toplumu ıslah etmek bir vazifemizdir. Fakat bunu nasıl yapacağız? Başarılı olma yollarından biri, başarılı insanları modellemek, taklid etmektir. Peygamberimiz câhiliye dönemi insanlarını 23 sene gibi kısa bir zamanda ıslah ettiğine, bu alanda başarılı olduğuna göre, bu alanda Peygamberimizi modellemek, bizi de başarıya götürecektir. Zaten Kur’ân onu bize “Üsve-i Hasene” (en güzel örnek) olarak takdim eder ve ona tabi olmayı bize emreder. Peygamberimizi modelleme cihetinde İslami kaynaklar oldukça zengindir. Dünya tarihinde hiçbir beşere nasib olmayacak derecede, Peygamberimizin hayatı bütün teferruatıyla kaydedilmiştir. Onun hayatını, şahsiyetini, karakterini inceleyip her alanda ona benzemeye ve yaptığı şeylerin bir benzerini yapmaya çalışırsak, her ne kadar onun gibi olamaz isek de, takatimiz nisbetinde ona yaklaşabilir ve onun yaptığının küçük çapta bir benzerini –Allah’ın izin verdiği ölçüde - gerçekleştirebiliriz. Eğitimciler sorun çözme konusunda üç unsurdan bahsederler: Olan, Olması gereken ve Olanı olması gereken hale dönüştürme faaliyeti. Câhiliye peygamberimizin muhatap olduğu durumdu. Olması gereken ise Asr-ı Saadetti. Ve peygamberimiz olanı, olması gereken hale dönüştürdü. Yani Peygamberimiz (sav) kendi zamanında sorunu çözmüştür. Câhiliyeye savaş açıp, Asr-ı Saadeti inşa etmenin yolunu peygamberimiz bize göstermiştir. Onun hayatı, kişiliği, ahlakı (yani sünneti) bu işin nasıl yapılacağını ayan beyan göstermektedir.

Takvim kullanıyor musunuz? Birçok hatırlatmanın üzerinde olduğu, özenle düzenlenmiş araç gereçlerimizdendir. Reklam olsun diye söylemiyorum İrfan Takvimini kullanıyorum. Takvimler medeniyetlerin zaman ayraçları, önemli zaman dilimlerinin hatırlatıcısıdırlar. Çevrenize bir göz atın, kaç çeşit takvime sahip olduğunuzu keşfedeceksiniz? Kolunuzdaki saatten başlayabilir, yanınızdan hiç ayırmadığınız cep telefonuyla devam edebilirsiniz, ev ve ofis odalarınızın duvarlarında, masanızın üzerinde, bilgisayarınız da, takvimler her yerde. Miladi ve Hicri takvim yıllarını yarılamışken takvimlerimizin bizler için öneminden söz etmek istiyorum. İşim Yönetim Danışmanlığı ve Eğitmenlik, benim için Yeni Yıl eğitim sezonunun başladığı bu günlerdir. Bir yıllık hedef ve planlarımı tasarlayıp çalışma programımı ve tedarik etmem gerekenleri, uygulamam gereken programları bu günlerde düşünüp taşınıp takvime bağlıyorum. İnanıyorum ki; Allahu Teala'nın kuluna yardımı, niyeti nispetindedir. Kimin niyeti tam olursa, Allahın ona olan yardımı da tam olur. Niyeti ne nispette eksilirse, Allah'ın yardımı da o nispette azalmış olur. Bu inançla, çalışma odamın duvarında büyükçe bir yıllık takvim hazırlattım ve tüm programlarımı onun üzerine işaretliyorum. Her yeni gün tablonun tamamına göz atıyor, kaderin tekliflerini dikkate alarak planlarımı yeniden çerçeveliyorum. Bu faaliyetimi dahi seviyorum, takvimim çalışmalarımın ilham kaynaklarından biri oluyor. Geçen ay ortak çalışmalar yaptığım bir grup öğretmen arkadaşlarımın, yıllık faaliyet planları üzerinde takım olarak kafa yorduklarına şahit olunca pek memnun oldum. Faal kişiliğin, faal takımın en iyi örneği budur. Faaliyet takvimi sahibi olmak ve takvim üzerinde tasarruf etmek, faal kişilik tarzıdır. Başkalarının yaptığı takvime bağlı kalarak çalışanlar münfeil kişilerdir. Onlar yapacakları işleri başkalarının hazırlayıp iş emri olarak önlerine bırakmasını beklerler. Bu ay, işi eğitim olup konusu insan olan irfanlara bir hatırlatma yapmak istiyorum; Evet bu aylar bizim için yeni bir yılın başlangıcıdır. Bu yeni yıl için niyetlerimizin şimdiden belirginleşmiş olması önemlidir. Emellerin (sonuçların) amel programına yardımcı olacak irfanlar için birkaç teklifim var; -Arzu ettiğiniz sonucu tanımlayın, o nedir? Sonucu belirgin sözcüklerle ifade edin, sonuç için kilometre taşlarının yerlerini işaretleyin. Sonuçları yazmanın en iyi yolu onları sanki elde etmişsiniz gibi yazmaktır, o yüzden onları şimdi yapıyormuşsunuz gibi şimdiki zamanda yazın. Arzu ettiğinize ulaşmanın etkileri ne olacak? Ne görecek, ne işitecek, ne hissedeceksiniz? Bu ne zaman gerçekleşecek? Sonucu olumlu cümleler ile ifade edin. Eğer istediğiniz sonucu elde edecek olursanız bunun çalıştığınız sistem üzerindeki etkileri ne olacak? Mutlaka yazın. Eskiler nasıl amel edeceklerini öğrendikleri gibi, nasıl niyet edeceklerini de öğrenirlermiş. Âlimlerden birisi Amelden önce, amel için niyeti öğren. Hayrı niyet ettiğin müddetçe, sen, hayır üzeresin demiş. Sıradaki ikinci önemli adım, durum kontrolüdür; -Mevcut durumunuzu kontrol edin, mevcut durumunuz kontrol etmek için kendinize sormak üzere birkaç soru teklifim var: -İstediğiniz sonuca ulaşamadığınızda ne elde edeceksiniz? -İstediğiniz sonuca doğru ilerleyebilmek için vazgeçmeniz ya da değiştirmeniz gereken bir şey var mı, nedir? -İlerlemenizi engelleyebilecek, sizi durdurabilecek başka bir şart var mı? Mevcut kontrolden sonra sıra iç âlemimizde; Güçlü bir iç temsil geliştirin: iç âleminizde sonucun tutku halinde temsil edilmesi için hissi tercihlerinizi netleştirin, tutkunuzu zihninizde canlandırın. Dördüncü önemli adım; Elde etmek istediğiniz sonucu iyi bir biçimde şekillendirin: Az önce iç temsil ile ifade ettiklerinizi referans alın ve bir yere yazın, sonuçta ne görecek, ne işitecek, ne hissedeceksiniz?, zihninizde canlandırdığınız emelinizin sizde uyandırdığı farkındalığı kaleme alın. Emellerinizin amel programını öğrenmek, beşinci önemli adım; Sonucunuza entegre olun: Sonucunuz ile ilgili yolculuğunuzun başına dönün, tüm adımları baştan başlayıp birçok kez sonuna kadar tekrar edin, Sonucunuza ruhen ve bedenen entegre olun. İnanın o, gelecek. Ameller niyetlere göre değil midir? Niyetsiz amel yorgunluk, İhlâssız niyet ise riyakârlıktır, aman ha! Kuvveden fiile geçerken başarılı sonuçlar için, zihinsel ve ruhsal disiplin ön şarttır. Eğitimciler olarak ne istediğimizi öğrendiysek, bu dönemde de Allah bizimledir. Her sonuç, yeni bir başlangıçtır, daha yolun başındayız. Sağlıcakla kalın.

Bediüzzaman Hazretleri, ayet ve hadislerle İslâmî ölçüler olarak emredilen esaslara göre tebliğ faaliyetini göstermiştir. Risâle-i Nurları mütalaa ve ondan istifade ederken müşahede ettiğimiz tebliğ esaslarının en mühimleri bize göre şunlardır: 1) Başta iman olarak işe temelden başlamak. 2) İman hakikatlerini akıl ve kalbin kabul edeceği ölçülerle açıklamak. 3) Tebliğin tesirli olabilmesi için söylediklerimizi yaşamak. 4) İhlâs düsturlarına riayet etmek. 5) Tebliğde bulunduğumuz kişilere muhabbet beslemek. 6) Annenin evladına gösterdiği şefkatle muamele etmek. 7) Aczimizi ve fakrımızı bilip, kabul ettirmeyi Allah’dan bilmek. 8) “Allah kabul ettirir” ümit ve azmini muhafaza ederek hareket etmek. 9) Tebliğin farz olmasına binaen, bunu aksattığımız takdirde Allah’ın azabından korkmak. 10) Nefis ve vicdana müessir olacak şekilde tebliğ yapmak. Biz bu temel esaslardan tebliğin nefis ve vicdana müessir olma düsturunu izah etmeye çalışacağız. Tebliğ; akıl, vicdan ve hissiyata tesir edebilecek durumda olmalı. Evet, yapılan tebliğ aklı ikna etmekle beraber vicdanı da tatmin etmelidir. Tebliğ, kalbe gıda olup onun alacağı kudsî lezzetleri vermekle beraber, nefis için de hayırlara müşevvik olmaya, günahların içindeki elem ve sıkıntıları göstererek onlardan vazgeçirmeye vesile olmalıdır. İnsan, cibilliyeti ve yaratılışı i’tibâriyle, hemen verilecek hâzır cezâ ve azâbdan şiddetle korktuğu gibi; her zaman hâzır lezzeti de daha sonra verilecek lezzetlere, harâretle tercih eder. Çünkü elem ve lezzet, daha çok nefis ve hisse bakar. Nefis ve hiss ise hâzıra mübtelâdır, ileriyi göremiyor. İnsan bâzen ilaç acısını veya ameliyât elemini yaşamamak için, ileride çok sıkıntı çekmeye, hatta bâzen ölüme sebep olabilecek bir hastalığı hoş gördüğü gibi, hâzır bir tokadın eleminden de kaçarak, ileride bir sene hapis cezâsına rızâ gösterebiliyor. Zâten, nefsin bu körlüğüne binâendir ki, içlerinde hâzır lezzet bulunan ve zehirli bir bala benzeyen günâhları işlemeyi tercîh ediyor. Bu sırra binâen, eğer insanlara desek: “Hâzır bir kaşık bal mı istersiniz yoksa beş sene sonra, yirmi kilo bal mı?” onların ekserîsi, nefis ve hissin sevkiyle, bir kaşık hâzır balı tercih edeceklerdir. Aynen öyle de, ibâdette bulunan cüz’î ve hâzır meşakkati ve elemi çekmemek için, bir kısım insanlar, şifâlı bir ilaca benzeyen ibâdeti terk ediyorlar. O zavallılar düşünmüyorlar ki, hem dünyada hem de âhirette, o ibâdeti terk etmenin cezâsı olarak, çekecekleri hadsiz elem ve azâb vardır. Onlar cüz’î, hâzır bir elemden kaçmak ile hadsiz, daimî bir azâb ve elemi kabûl etmiş oluyorlar. İşte gaflet, ancak bu kadar olur. İslâmiyet’in umûmîyetle yaşandığı ve İslâmî toplumun sâfiyetini muhâfazâ ettiği bir ortamda, insanlara Allah’ın varlığını, birliğini anlatmak, cennetin varlığını ve cennet nîmetlerinin lezâizi ve mes’udâne olan hayatı ile insanları ibâdete teşvîk etmek; cehennem ve cehennem azâbı ile de insanları günâhlardan vazgeçirmek dersi onlara kâfi gelebilir. Nefis, hevâ ve hissiyât haramlarla, günâhlarla kuvvet bulup, aklı tahakkümü altına alamadıkları için böyle bir ders, onlara faydalı olabilir. Şimdi ise dinsizlik ve fenden gelen sapıklık, sefâhet ve ahlâksızlık alışkanlığından ortaya çıkan inada karşı böyle bir dersten on belki de yirmi kişiden birisi ancak istifâde edebilir. İstifâde ettikten sonra da, “ Allah Gafûr’ur-Rahîm’dir, günâhları affeder; cehennem ise daha uzaktadır.” der, haramları ve günâhları işlemeye devam eder. Demek, sefâhete mübtelâ olan insanların, bu tarzda bir dersten istifâdeleri ya az olur veya hiç olmaz. Onların İstifâdeleri, ancak yapılan derste, îman ve ibâdetin içinde cennet ve cennetin lezzetlerinin, dünyada dahî yaşandığını; küfür ve günâhların içinde de cehennem ve cehennemin elemlerinin dünyada dahî bulunduğunu göstermek ile mümkün olabilir. Evet, bu meseleyi îzah için, bir âyet-i kerîmenin çok hakîkatlerinden bir hakîkatini beyân edebiliriz, şöyle ki: “Allah îman edenlerin dostudur. Onları zûlümattan (küfür karanlıklarından) nûra (îmana nuruna) çıkarır.” (Bakara, 257) Evet, küfür ve inkâr, ölümün kâfirler için bir îdam karârı olduğunu gösteriyor. Çünkü kâfir olan, âhiretin geleceğine, öldükten sonra dirilmenin olacağına inanmıyor. Onlar, bilhassa zararlı olan felsefenin: “insanlar bitkiler gibi dünyaya gelirler, yaşarlar ve ölüp giderler.” fikrine inanmakla, bu ölüp gitmenin îdam ve yokluk olduğunu kabûl ediyorlar. Hâlbuki herkesçe mâlûm olduğu üzere, bir adama, kurtulmak çâresi olmaksızın, îdam edileceğine dair verilen bir karar, îdam o adamın hatırına geldikçe, îdam edilmiş kadar elem ve ızdırâba sebep olur. O adam belki her gün bin defa îdam oluyormuş gibi acı çeker. Dünyanın zevkleri, lezzetleri, ziynetleri, zenginliği o elemleri önleyip, onun saâdetine vesîle olamaz. Öyle de küfür ve inkâr, ölümün kâfir hakkında bir îdam kararı olduğunu gösterdiği gibi belki bütün sevdikleri ve akrabası, bütün insanlık, bütün varlıklar, hatta bütün âlem için bir yokluk olduğunu gösterir. Mâlûmdur ki, insan sevdiklerinin saadetiyle mes’ud ve lezzetleriyle mütelezzîz olduğu gibi, elemleriyle de müteellîm olur, üzülür. Kâfir, ölümüyle kendi yokluğunun elemini her ân yaşadığı gibi; bütün sevdiklerinin ve bütün insanların ve bütün varlıkların ve umum âlemin yok olmalarından gelen elem ve ızdıraplarını da yaşar. Sanki küfür, âlemi bütün mevcûdâtın yokluğunun elemiyle doldurur, kâfirin beynine, kalbine boşaltır. Daha cehenneme gitmeden, dünyada yaşadığı müddetçe, inkârı sebebiyle cehennem azâbının elemlerini ona tattırır. Küfrün böyle bir netîcesinin olduğu, akıl ve mantığın kabul edip inkâr edemediği bir hakîkattir. İşte küfür ve dalâletin bu dehşetinden ve eleminden kurtulmak içindir ki; kâfirler ve fâsıklar, ekserîyetle akıllarını uyutmak ve aklın tâ’cizinden kurtulmak için ya sarhoşluğa veya eğlenceye kaçarlar. Hattâ onlara ölümü hatırlatmak, saydığımız bütün yoklukları hâtırlarına getirmek olduğundan, o hatırlatmayı kendilerine en büyük hakâret kabul ediyorlar. Îman ise, hadsiz delîl ve bûrhanlar ile öldükten sonra dirilmenin ve dâr-ı âhiretin var olduğunu ispat ettiğinden, ölümün mü’min için îdamdan bir beraat karârı olduğunu gösterir. Hem o mü’minin, belki bütün dost, ahbâb ve sevdiklerinin, belki bütün insanların, hatta bütün mahlûkâtın ve umûm kâinâtın ölümle yok olmadıklarını, belki ölümün, ebedî bir hayat ve vücûda kavuşmak vesîlesi olduğunu, akla kabûl ettirir. Ve bütün bunların yokluk zulümatından ve eleminden kurtulup, ebedî var olma nûrunun saadet ve lezzetlerine kavuşmalarını göstermekle, o mü’min kendi ebedî varlığının lezzetini tattığı gibi, bütün sevdikleri olan bu saydıklarımızın da dâimî bir vücûd kazanmalarının verdiği saadet ve lezzetleriyle mes’ud ve mütelezzîz olur. Demek iman, âlemi, bütün varlıkların ve umûm âlemin, ebedîyen varlığa kavuşmalarının nurlarıyla doldurup, mü’minin aklına, kalbine boşaltır ve o mü’minin âhirette cenneti kazanmasına vesîle olduğu gibi, dünyada da yaşadığı müddetçe cennet lezzetlerini ve saadetini o mü’mine tattırır. Evet, Risâle-i Nur’da denildiği gibi, “İman insanı insan eder, belki insanı sultân eder. Öyle ise insanın vazîfe-i aslîyesi, îman ve duâdır. Küfür ise, insanı gâyet âciz bir canavar hayvan eder.” Kâfir âcizdir; çünkü açlık, susuzluk ve ölüm gibi şeylere karşı gelemediği halde, bir canavarın birçok masûm hayvanı katletmesi gibi, o kâfir de başta Hâlıkına isyan ederek, insanların ve birçok mahlûkatın hukûkuna tecâvüz eder. İşte Risâle-i Nur, bu ölçüleri esas yaparak, küfür ve günâhlarda bizzat ve hâl-i hâzırda böyle bir cehennem ve cehennem azâbının elemi bulunduğunu, aklı başında olan herkese gösterdiği gibi; îman ve ibâdette de dünyada dahî bir cennetin bulunduğunu ve ibâdette cennet lezzetleri ve saadetleri var olduğunu ispât ederek, daha aklını kaybetmeyenlerin, o küfür ve günâhlardan kurtulup îman dâiresine girmeleri için, Kur’ân’dan teraşşûh eden bir vesîledir. Bilhassa öldükten sonra dirilme husûsunda, Risâle-i Nur’dan Onuncu Söz ve Yirmi Dokuzuncu Söz gibi risâlelere mürâcaat edilirse, âhiretin varlığının, ‘iki kere iki dört eder’ kat’iyetinde ispât edildiği görülecektir. Demek îman, mü’mine cenneti kazandırdığı için, bir tûbâ-i cennet çekirdeğini taşıyor. Belki cennetin bir çekirdeği hükmüne geçiyor, mü’minin kalbinde bir cennet olarak bulunuyor ve cennetin lezzetini, saadetini dünyada dahi ona tattırıyor. Küfür ise bir zakkûm-ı cehennem tohumu olarak cehennemi netîce vereceği gibi, içinde bir cehennemi bulunduruyor ve kâfirin kalbinde dünyada dahî cehennemi ve cehennemin azâb ve elemini ona yaşatıyor. Risâle-i Nur, iman hakikatlerini ve İslâmî meseleleri tebliğ ederken yukarıda izah edilen ölçülere göre insanların akıllarını ikna‘ ettiği gibi kalp ve ruha da muhtaç oldukları feyzi verir. Nefse de ıslah olabilmesi için gereken te’siri yapar. Daha doğrusu Kur’an’ın bir tefsiri olduğundan, Kur’an’dan aldığı feyz ile insanın bütün duygularını tatmin eder. Bediüzzaman Hazretlerinin dediği gibi “derd benim, deva Kur’an’ındır.” Hâsılı, Risâle-i Nur eczaları derdlerimize Kur’an’dan birer devadır. Yâ Rab! Bize îmanı sevdir ve onu kalplerimizin ziyneti yap! Küfür, isyân ve günâhlara karşı da bize nefret ver ve bizi onlardan uzaklaştır. Âmin, bihûrmetî seyyidi’l- mürselîn.

Depresyondaki bazı dindar hastalarımın: “İntihar etmeme tek engel Allah korkusu ve ahiret inancıdır” dediklerine şahit oldum. Her şeyden ümitlerini kestikleri halde onları bu yoldan alıkoyan işte bu inanç olmuştur. Eskilerin ifadesiyle Emraz-ı Akliye ve Asabiye Hastahanesi... Şimdiki adıyla Elazığ Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Hastahanesi. 1925 yılından bu yana faaliyetlerine devam eden hastahanede psikiyatrist olarak görev yapan Uzm. Dr. Osman Mermi ile depresyondan, intiharlara, stresten şizofreniye kadar birçok mevzuyu konuştuk. Tatlı bir sohbet ortamında yaptığımız bu mülakat neticesinde, yediden yetmişe her insanın kendine birçok dersler çıkarabileceği ve nazarımızı maneviyata yönelten hakikatlerin var olduğunu fark ettik… Mesleğinizin içeriğiyle ilgili bir soru ile başlamak istiyorum. Psikolog/Psikoloji ile Psikiyatrist/Psikiyatri arasındaki farkı anlatır mısınız? Temel fark, eğitimlerimden kaynaklanmaktadır. Psikologlar, Fen Edebiyat Fakültesi Psikoloji bölümünde dört yıl eğitim alıp mezun olurlar. Psikiyatrisiler ise 6 yıllık tıp eğitimi ve devamında 5 yıl da psikiyatri dalında uzmanlık eğitimi alırlar. Psikoloji, ruh anlamına gelen “psişe” ile bilim anlamındaki “loji” kelimelerinin birleşiminden oluşup insan davranışlarını ve zihni süreçleri incelerken, psikiyatri ise yine ruh anlamına gelen “psişe” ile tedavi eden manasındaki “iyatri” kelimelerinin birleşiminden oluşup ruhi hastalıkları tedavi eden bilim dalıdır. Toplumdan en sık rastladığınız psikiyatrik hastalıklar nelerdir? Depresif (depresyon) bozukluklar ve Anksiyete (kaygı) bozukluklarından sosyal fobi, panik bozukluk en sık rastladığımız hastalıkların başında gelir. Depresyonu biraz açar mısınız, belirtileri nelerdir ve tedavisi nedir? Depresyon, uzun süre devam eden derin üzüntü hali, durgunluk, güçsüzlük, isteksizlik, karamsarlık, konuşma ve hareketlerde yavaşlama şeklinde ortaya çıkan, kadınların yüzde 20’sinde, erkeklerin yüzde 10’unda görülen bir hastalıktır. Temelde antidepresanlar denilen ilaçlar kullanılmaktadır. Ayrıca “Bilişsel terapi” denilen, bizi olumsuz etkileyen çarpıtılmış düşüncelerimizin değiştirilmesi esasına dayanan bir tedavi şekli daha uygulanmaktadır. Depresyonun sebeplerine gelecek olursak… Stres, travmatik olaylar, genetik unsurlar, bazı ağır hastalıklar, bir kısım ilaçlar ve kişilik yapısı gibi birçok nedenlerin bu hastalığa yol açtığını rahatlıkla söyleyebiliriz. İntiharların altındaki faktör genelde depresyondan mı kaynaklanmaktadır? Birçok psikiyatrik hastalıkta intiharlar görülür ama en sık depresyona giren hastaların bu yolu tercih ettiği görülmektedir. Kişi depresyonda iken neden intihar eder, zira bazı dindar insanların da intihar ettiklerini duyuyoruz? Kişinin savunma mekanizmaları, yaşadığı olumsuzluklarla baş edemeyecek hale geldiğinde, içinden çıkamayacağı, üstesinden gelemeyeceği ve tek çarenin ölüm olduğunu düşündüğü an kişi bu fiili gerçekleştirir. Dindar insanların da zaman zaman intihara teşebbüs ettiklerini görüyoruz ama diğerlerine kıyasen çok az. Depresyondaki bazı dindar hastalarımın: “İntihar etmeme tek engel Allah korkusu ve ahiret inancıdır” dediklerine şahit oldum. Her şeyden ümitlerini kestikleri halde onları bu yoldan alıkoyan işte bu inanç olmuştur. Doktorumuz bunları anlatırken hayalime Bediüzzaman Hazretleri’nin şu güzelim sözleri geldi, “Beni, nefsini kurtarmayı düşünen hodgâm bir adem mi zannediyorlar? Ben, cemiyetin îmânını kurtarmak yolunda dünyamı da fedâ ettim, âhiretimi de. Seksen küsûr senelik bütün hayatımda dünya zevki nâmına bir şey bilmiyorum. Bütün ömrüm harb meydanlarında, esâret zindanlarında yâhut memleket hapishânelerinde, memleket mahkemelerinde geçti. Çekmediğim cefâ, görmediğim ezâ kalmadı. Dîvân-ı harblerde bir câni gibi muâmele gördüm, bir serseri gibi memleket memleket sürgüne yollandım. Memleket zindanlarında aylarca ihtilâttan menedildim. Defalarca zehirlendim. Türlü türlü hakaretlere mâruz kaldım. Zaman oldu ki, hayattan bin defa ziyâde, ölümü tercih ettim. Eğer dînim intihardan beni menetmeseydi, belki bugün Said topraklar altında çürümüş gitmişti.” “Strese girmek” deniliyor. Stresi kısaca nasıl izah edersiniz? Stres, insanın bedeni ve rûhî sınırlarının tehdit edilmesi ve zorlanması ile ortaya çıkan bir durumdur. Tehdit ve zorlamalar karşısında insan, kendini korumaya yönelik bir tepki zincirini harekete geçirme özelliğine sahiptir. Eğer bu stres karşısında baş etme mekanizmaları yetersiz kalırsa başta depresyon olmak üzere bedeni ve ruhi birçok hastalığa davetiye çıkarır. Şizofreni dediğimiz akıl hastalığı hakkında konuşalım biraz da… Şizofreni; Schizo (bölünme) ve phrenia (zihin) kelimelerinin birleştirilmesi ile zihin bölünmesi anlamına gelmektedir. Düşünce ve davranışlarda önemli bozuklukların görüldüğü, hastanın kişiler arası münasebetlerden ve gerçeklerden uzaklaşarak kendi dünyasında yaşadığı, genellikle gençlik çağında başlayan rûhî bir hastalıktır. İçtimai hayatta ise %1 oranında görülür. Elazığ Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Hastahanesinde çalışıyorsunuz. Hastahane olarak, akıl hastalarıyla uğraştığınızı çeşitli yayınlardan biliyoruz. Akıl hastalığının tedavisi mümkün mü? Özellikle son yıllarda akıl hastalığı dediğimiz “şizofreni”nin tedavisine yönelik yeni yeni ilaçlar çıktı. Bu ilaçların çıkmasıyla beraber şizofreninin tedavisinde büyük ilerlemeler kaydedildi. Bu ilaçlar şizofreniyi tamamen olmasa da şikâyetlerin büyük bir kısmını tedavi etmektedir. Yan etkileri yok mu peki? Muhakkak var. Yan etkisiz ilaç yok dersek hata olmaz. En belirgin yan etkileri ise uyku hali, sersemlik ve kilo almadır. Bir insan bu hastalığa duçar olunca, bütün bütün aklından yoksun olur mu? Şizofreni dediğimiz hastalığın kendi içinde alt tipleri bulunmaktadır. İlerlemiş şizofren hastaların “gerçeği değerlendirmesi” tamamen bozulmuştur. Ama diğerlerinde kısmen de olsa zihin fonksiyonları korunmuştur. Okurlarımızdan da mutlaka vardır; akıl hastası (şizofren) sahibi, bir anne babaya neler tavsiye edersiniz? Şizofreninin tedavisinde sadece ilaçlardan faydalanmak yeterli değildir. Beraberinde sosyal destek dediğimiz toplum ve ailenin desteği çok önemlidir. Bu hastalar ilaçları kullanma ve ihtiyaçlarını giderme noktasında yetersiz oldukları için aile desteği şarttır. Kontrollerine zamanında gitmeleri hususunda yardımcı olunmalıdır. Ruh sağlığının korunmasında neler yapılabilir? Ruh sağlığını korumak için ferdî düzeyde alınabilecek tedbirlerin ilk aşaması, ruh sağlığını bozan faktörleri belirleyerek ortadan kaldırmaya çalışmaktır. Bu amaçla evvela, kişi kendini tanımalı, müsbet ve menfi yönleriyle kabul etmelidir. Olumlu davranışlarını geliştirmeye gayret ederken, olumsuz kısımları da azaltmaya çalışmalıdır. Ruhen dinlenmeyi sağlayabilmek için kendimize ayırdığımız zamanları, bilgi ve kabiliyetleri geliştirecek yararlı işlerle değerlendirmek gerekir. Ya maneviyat… Çağımızın asıl hastalığı maalesef maneviyatsızlık. Günümüz insanları, daha çok zâhire ehemmiyet veriyor, gözle görünmeyen hakikatler karşısında ise vurdumduymaz tavırlar sergiliyor. Bu sebeple insan görünüşe aldanıyor ve neticesinde ne huzur kalıyor ne de mutluluk. Asrımız insanlarının kısm-ı ekserisinin takviminde maneviyat, gereken ihtimamı ve değeri bulamadığı içindir ki, problemler çığ gibi büyümüş. Zamanımız insanının umumiyetle streslerle, buhranlarla, sıkıntılarla dolu hayat içerisinde olmasının sebebi, cismânî ihtiyaçları ön plana alıp, sadece onları tatmine çalışırken, ruh ve kalbi bütün bütün ihmal etmesidir. Manevi duyguların ekmek gibi, su gibi zaruri olan ihtiyaçlarına kulak tıkamak rûhî ve bedeni hastalıkları beraberinde getirmektedir. Son olarak; reçeteyi yazar mısınız? (tebessüm ediyoruz)… Öncelikle insanın kuvvetli bir iman ve ilimle techiz edilmesi, donatılması gerekir. Bütün bu boşlukların dolabilmesi için İslâmın gereği bir hayat yaşanmalı. Beraberinde eşini, arkadaşını ve dostlarını iyi insanlardan seçmeli. Hatta iyi bir komşu… Dertlerini paylaşacağı hakiki dostlar edinmeli. Sigara gibi kötü alışkanlıkları varsa terk etmeli ve iradeye hâkim olunmalıdır. İbadetlerini en güzel surette, sünnet-i seniyyeye uyarak ve devamlı yapmalıdır. İslâmî bir hayatı kendine rehber edinen, ruhen ve bedenen selamette olur. Hem dünyada hem de ahirette bahtiyar olur. Hakiki saadet İslâmiyettedir. Kısacası İslâm en güzel reçetedir”.

Bir gün Îsâ (as), iki gözü kör ve iki ayağı felçli bir adama rast gelir. Adam şöyle duâ etmektedir: “Ey nice hükümdarlara vermediği ni‘meti bana ihsân eden Rabbim! Sana ağaçların yaprakları adedince şükürler olsun!” Hazreti Îsâ kötürüm adama der: “Ayağın yürümüyor, gözün görmüyor. Buna rağmen büyük bir samîmiyetle şükretmektesin. Hangi ni‘mettir ki nice hükümdarlara verilmediği halde sana verilen?” Adam: “Efendi, efendi!” der. “Allah bana öyle bir kalb vermiş ki, o kalble ona şükrediyorum. Öyle de bir dil vermiş ki, o dille onu zikrediyorum. Halbuki nice hükümdârlar var ki, bu ni‘metten mahrumdurlar.” Kalb gözü açık olan bu adama Îsâ (as): “Gel seni şu görmeyen gözlerinden bir öpeyim” der. Îsâ (as) adamın gözlerinden öpünce gözleri açılır. Karşısındakinin Îsâ (as) olduğunu görünce heyecanlanan adam: “Sen şu ölüleri dirilten, hastalara şifâlar bahş eden mu‘cizelerin sâhibi peygamber değil misin?” der. Îsâ (as): “Belli olmuyor mu?” der. Adam: “Gözlerimden belli oluyor da, ayaklarımdan hâlâ belli değil!” cevabını verir. Tebessüm eden Hz. Îsâ: “Kalk yürü Allah’ın izniyle!” der. Adam kalkar ve yürür. Artık ayakları da iyi olmuştur. Birkaç adım gittikten sonra ilk sözü şu olur: “Ey Allah’ın Nebîsi! Sendeki bu mu’cizeleler de O’ndan değil mi? Öyleyse geç kalmayayım. O’na bir şükredeyim!” der ve öyle bir secdeye kapanır ve der ki: “Yâ Rabbî! Ben zikreden bir dilin, şükreden bir kalbin bile şükrünü yerine getirmekten âcizken, şimdi sen bana gözlerimle ayaklarımı lütfettin. Bunların şükrünü ben nasıl ödeyeceğim?”

TİKÂF NEDİR? Lügatta, bir yerde kapanıp kalmaktır. Orada durup ikamet etmektir. Şeriatta ise, oruçlu kimsenin, itikâfa niyet edip kalmasıdır. Bir diğer mânâda itikâf, kalbi dünya meşguliyetinden boşaltmak ve kendini Mevlâ’ya vermektir. Denildi ki: İtikâf ve Ukûf; bir yerde durup kalmaktır ki, bunun mânâsı; beni bağışlamadıkça kapından ayrılmam, demektir. (Seyyid Şerif Cürcânî, Terimler Sözlüğü, Bahar Yayınları) İTİKÂFA GİRMENİN MÜKÂFATI NEDİR? İtikâfa giren kişinin günahları hapsedilir İbn Abbas’ın (ra) bildirdiğine göre, Allah’ın Resulü (asm) şöyle buyurmuştur: “İtikâfa giren kişi hakkında, bu kimse günahları hapsedip, sevapların tümünü yapan kimse gibi, kendisine sevapları işlenir.” (İbn Mâce- Cem-ul Fevaid ) İtikâfda olan günahlardan uzaklaşmış olur “İtikâfta olan, günahlardan uzaklaşır, her iyiliği işlemiş gibi sevaba kavuşur.” (İbn Mâce) İtikâfa giren köle azad etmiş gibi olur “Bir devenin iki sağımı kadar itikâf eden, bir köle azat etmiş gibi sevap kazanır.” (Tenvir) İtikâfa girmek iki hac sevabı kazandırır “Ramazanda on gün itikâf eden, 2 defa (nafile) hac yapmış gibi sevap kazanır.” (Beyhaki) Allah rızası için itikâfa giren cehennemden uzaklaşır “Allah rızası için bir gün itikâf, insanı cehennemden çok uzaklaştırır.” (Taberani, Hâkim) İtikâf Allah katındaki mertebeyi yükseltir Resulullah efendimiz buyurdu ki: “Miraç gecesi, beşinci göğe geldiğimde, Osman’ın suretini gördüm. Bu mertebeye ne ile eriştin dedim. Mescidde itikâf etmekle dedi.” (Menakıb-ı Cihar Yâri Güzin) İtikâfa giren kişiyle cehennem arasında üç hendek açılır. İbn-i Abbas (ra), Hz. Peygamber’den (asm) şöyle nakleder:“Kişinin ihtiyacı anında bir kardeşinin yanında olması, yirmi yıl itikâf etmesinden daha üstündür. Her kim de Yüce Allah’ın rızası için bir gün itikâf ederse, Yüce Allah onunla Cehennem arasında üç hendek açar ki her bir hendeğin diğerinden uzaklığı Doğu ile Batı arasındaki uzaklık kadardır.” (Taberani- Cem-ul Fevaid) “İTİKÂFIN EDEBİ” NEDİR? İtikâf, Ramazan ayının son on gününde ve mescitlerin en faziletlisinde yapılmalıdır İtikâf esnasında hayırdan başka bir şey söylenmemelidir. Günah gerektirmeyen şeyleri konuşmakta bir sakınca yoktur. Bir ibadet inancı ile susmak ise mekruhtur. Günah sayılan şeylerden dili tutmak ise, ibadetlerin büyüklerinden biridir. İtikâf esnasında Kur’ân-ı Kerim okumaya, Hadis-i Şerif, Peygamberlerin yüksek siyerlerine, dinî meseleleri öğretmeye devam etmelidir. İtikâf yapan kimse, temiz elbiselerini giymeli, güzel kokular sürünmelidir. Başını da yağlayabilir. Nefsine itikâfı vacib kılacak kimse, buna yalnız kalben niyetle yetinmemeli, dili ile de söylemelidir. İtikâf sırasında kötü ve çirkin söz söylememek, Ramazanın son on gününü ve cemaati kalabalık olan mescidi tercih etmek, itikâfın adabındandır. (Büyük İslam İlmihali- Ömer Nasuhi Bilmen) İtikâfta olan kişi rahatsız edilmemelidir Ebu Said der ki: Resulullah mescide itikâfa girdiği zaman cemaatin Kuran’ı sesli olarak okuduğunu işitti. Kaldığı yerin perdesini ayarladı ve: “Bilin ki hepiniz Yüce Allah’a yakarıyorsunuz. Onun için kimse kimseyi (sesini yükselterek) rahatsız etmesin. Kur’an okurken” veya “namaz kılarken de kimse sesiyle bir diğerinin sesini bastırmasın” buyurdu. (Ebu Davut- Cem-ul Fevaid) İTİKÂFI BOZAN ŞEYLER NELERDİR? Allah rızası için şu mescitte şu kadar müddet itikâf yapmaya niyet ettim demekle bunu nefsine vacip kılar. Kalben bunu geçirirse de niyet yerine geçmiş olur. Bu niyetle mescide giren kimse abdest almak, gusletmek, abdest bozmak gibi zaruret olmadıkça mescitten ayrılmaz. Aksi takdirde itikâfı bozulur. (Kütüb-ü Sitte) Özürsüz itikâf yerinden çıkmak itikâfı bozar Bir özür olmaksızın mescitten çıkmak itikâfı bozar. Onun için itikâf yapan bir kimse, geceleyin veya gündüzleyin özür bulunmaksızın bir müddet kasden (bilerek) veya sehven (yanlışlıkla) mescitten çıkarsa itikâfı bozulur. Bu müddet, iki İmama göre, bir günün yarısından ziyade bir zamandır. Bir görüşe göre de, günün belirsiz bir saatinden ibarettir. Kadın da itikâf ettiği odadan özürsüz evinin içine çıksa, itikâfı bozulur. Şu işleri yapmak için mescitten dışarıya çıkmak da itikâfa engel olur. Hasta ziyaretinde bulunmak, cenaze hizmetinde bulunmak, cenaze namazı kılmak, şahitlik etmek, bir hastalık sebebiyle bir saat kadar dışarı çıkmak da itikâfı bozar. Ancak itikâf adağı yapılırken, hastaları ziyaret ve cenaze namazında bulunmak şart kılınmışsa, bunlar için çıkılması itikâfı bozmaz. Pek az rastlanan bir özürden dolayı da dışarı çıkmak itikâfı bozar. Boğulmakta olan veya yangına düşmüşü kurtarmak için dışarı çıkmak itikâfı bozduğu gibi, cemaatin dağılmasıyla dışarıya çıkmak da bozar. Cinsi ilişkide bulunmak itikâfı bozar Cinsi ilişkide bulunmak itikâfı bozar. Kur’an-ı Kerimde; “Mescitlerde itikâfa çekildiğinizde kadınlarınıza yaklaşmayın “ (el-Bakara, 2/187) buyurulur. Öpmek ve kucaklamak gibi şeylerden dolayı inzal vaki olursa, yine itikâf bozulur. Bayılmak itikâfı bozar. ( Büyük İslam İlmihali- Ömer Nasuhi Bilmen) İtikâfta büyük günah işlemek itikâfı bozar İtikâfta bulunan kişi büyük bir günah işlediği takdirde itikâfı bozulur. Çünkü büyük günah ibadetin zıttıdır. (Kurtubi, 614) İTİKÂFA GİREN KİŞİ HANGİ İBADETLERLE MEŞGUL OLMALIDIR? İtikâfa giren kişi, mescidde kalır, namaz, Kuran tilavet ve tefekkür gibi ibadetin çeşitleriyle meşgul olur. Dünyevi meşguliyetleri terk eder. (Kütüb-i Sitte) Kişinin itikâfı bozulduğunda ne yapmalıdır? Bozulan itikâfın kazası gerekir mi? Vacip olan bir itikâf bozulunca, onun kazası gerekir. Meselâ: Belli bir ay için yapılan itikâf esnasında, bir gün oruç bozulsa veya dışarıya çıkılsa, yalnız bir günlük itikâf için kaza gerekir. Fakat belirsiz olarak fasılasız bir ay için nezredilmiş (adanmış) bir itikâf esnasında, böyle bir gün oruç bozulacak veya dışarıya çıkılacak olsa, yeniden bir aylık itikâfa başlamak gerekir. İtikâf yapan kimse ister kendi iradesi ile orucunu açsın ve dışarı çıksın, ister iradesi dışında olarak cinnet ve bayılma durumuna düşsün, eşittir. İtikâfta bulunan bir kimseye, bu ibadeti esnasında birkaç gün baygınlık veya cinnet gelse, itikâfı bozulur. İyileşip kendine gelince yeniden itikâfa başlar. Öyle ki, bu durum devam ederek birkaç sene sonra üzerinden kalksa, yine itikâfı kaza etmesi gerekir. (Büyük İslam İlmihali- Ömer Nasuhi Bilmen) İTİKÂFA NERELERDE GİRİLMELİDİR? EVLERDE İTİKÂFA GİRİLEBİLİR Mİ? Bazı âlimlerce; Mescid-i Nebevî, Kâbe ve Mescid-i Aksa’da, bazılarınca cuma kılınan mescitlerde itikâf caiz addedilirken, Hanefîler beş vakit namazın kılındığı her yerde itikâfın caiz olacağına hükmederler. (Kütüb-ü Sitte) Mezheplere göre itikâfa girilecek yerler Hanefilere göre: İtikâfa girilecek mescidin, cemaat mescidi olması şarttır. Cemaat mescidi, içinde beş vakit namaz kılınsın kılınmasın, imamı ve müezzini bulunan mescittir. Bu söylediklerimiz, itikâfa giren kişinin erkek olması durumunda söz konusudur. İtikâfa girecek olan kişi kadın ise, evin içinde namaz kılmak için hazırlanmış olduğu mescidde itikâfa girer. Anılan cemaat mescidin de, itikâfa girmesi tenzihen(helale yakın) mekruhtur. Kadının Mütad(alışılmış olan)olarak namaz kıldığı kendi yeri dışında, başka bir yerde itikâfa girmesi sahih olmaz. Bu yer kadın için, ister evinin içinde bir Mescid olarak hazırlanmış olsun; isterse kadının namaz kılması için hazırlanmış olsun fark etmeyip aynı hükme tabidir. Malikilere göre: İtikâfa girilen mescidin halka açık olması ve içinde Cuma namazı kılınan bir Mescid olması şarttır. İtikâfa giren kadın bile olsa, ev içindeki mescidde itikâfa girilmez. Kâbe’de veya bir velinin makamında da itikâfa girilemez. Şafiilere göre: İtikâfa girecek kişi, mescidin sırf Mescid olarak vakfedildiğini, yani bu mescidin hisseli olmadığını zannederse, bu mescidde kadın veya erkeklerin itikâfa girmeleri sahih olur. Böyle bir Mescid, cami olmasa, ya da halka açık olmasa da itikâfa elverişli olur. Hanbelîlere göre: Kadının da, erkeğin de her mescidde itikâfa girmeleri sahihtir. Ancak, kendisine cemaatin vacib olacağı, bir farzın araya girmesi halinde, itikâfa girmeye niyet edilmesi durumunda, cemaatin itikâfa girenlerden teşekkül etmesiyle de olsa, cemaatle namaz kılınan bir mescidde itikâfın yapılması gerekir.(Dört Mezhebe Göre İslam Fıkhı) Erkekler itikâfını mescitte yapmalıdırlar Erkeğin, itikâfı cemaatle beş vakit namaz kılınan mescidde olmalıdır. İtikâfın en faziletlisi Mescid-i Haram’da, sonra Mescid-i Nebevî’de ve sonra da Mescid-i Aksa’da olandır. Diğer mescitlerdeki fazilet cemaatin çokluğuna göre değişir. (İslam İlmihali- M. Asım Köksal)Maliki mezhebinde meşhur olan görüş ise şudur; on gün itikâf etmek isteyen yahut bu kadar itikâfta bulunmayı adayan bir kimse ancak cami olan (Cuma namazı kılınan) mescitlerde itikâfta bulunabilir. Bir başka mescitte itikâfta bulunduğu takdirde Cuma namazına çıkması gerekir ve itikâfı batın olur. (Kurtubi, 613) Kadınların evlerinde itikâfa girmeleri daha faziletlidir Kadınlar da kendi evlerinde mescit edinilen veya mescit olarak ayıracakları bir odada, itikâfta bulunurlar. Buraları onların hakkında birer mescit sayılır. Kadınların dışarıdaki mescitlerde, itikâf etmeleri caiz ise de, kerahetten(mekruh olmaktan) kurtulamaz. Kadınların kendi evlerinde namaz kılmaları, mescitlerde namaz kılmalarından daha faziletli olduğu gibi, evlerinde itikâfları da her türlü fitne ve fesat düşüncesinden beri olacağı cihetle, mescitlerde itikâfta bulunmalarından daha faziletlidir. İmam Şafiî’ye göre, itikâf tazime lâyık bir yerde yapılabilir ki, o da mescitlerdir. Evlerde mescit edinilen yerler, bu tazime lâyık değildir. (Büyük İslam İlmihali) İTİKÂF NEDİR? Lügatta, bir yerde kapanıp kalmaktır. Orada durup ikamet etmektir. Şeriatta ise, oruçlu kimsenin, itikâfa niyet edip kalmasıdır. Bir diğer mânâda itikâf, kalbi dünya meşguliyetinden boşaltmak ve kendini Mevlâ’ya vermektir. Denildi ki: İtikâf ve Ukûf; bir yerde durup kalmaktır ki, bunun mânâsı; beni bağışlamadıkça kapından ayrılmam, demektir. (Seyyid Şerif Cürcânî, Terimler Sözlüğü, Bahar Yayınları) İTİKÂFA GİRMENİN MÜKÂFATI NEDİR? İtikâfa giren kişinin günahları hapsedilir İbn Abbas’ın (ra) bildirdiğine göre, Allah’ın Resulü (asm) şöyle buyurmuştur: “İtikâfa giren kişi hakkında, bu kimse günahları hapsedip, sevapların tümünü yapan kimse gibi, kendisine sevapları işlenir.” (İbn Mâce- Cem-ul Fevaid ) İtikâfda olan günahlardan uzaklaşmış olur “İtikâfta olan, günahlardan uzaklaşır, her iyiliği işlemiş gibi sevaba kavuşur.” (İbn Mâce) İtikâfa giren köle azad etmiş gibi olur “Bir devenin iki sağımı kadar itikâf eden, bir köle azat etmiş gibi sevap kazanır.” (Tenvir) İtikâfa girmek iki hac sevabı kazandırır “Ramazanda on gün itikâf eden, 2 defa (nafile) hac yapmış gibi sevap kazanır.” (Beyhaki) Allah rızası için itikâfa giren cehennemden uzaklaşır “Allah rızası için bir gün itikâf, insanı cehennemden çok uzaklaştırır.” (Taberani, Hâkim) İtikâf Allah katındaki mertebeyi yükseltir Resulullah efendimiz buyurdu ki: “Miraç gecesi, beşinci göğe geldiğimde, Osman’ın suretini gördüm. Bu mertebeye ne ile eriştin dedim. Mescidde itikâf etmekle dedi.” (Menakıb-ı Cihar Yâri Güzin) İtikâfa giren kişiyle cehennem arasında üç hendek açılır İbn-i Abbas (ra), Hz. Peygamber’den (asm) şöyle nakleder: “Kişinin ihtiyacı anında bir kardeşinin yanında olması, yirmi yıl itikâf etmesinden daha üstündür. Her kim de Yüce Allah’ın rızası için bir gün itikâf ederse, Yüce Allah onunla Cehennem arasında üç hendek açar ki her bir hendeğin diğerinden uzaklığı Doğu ile Batı arasındaki uzaklık kadardır.” (Taberani- Cem-ul Fevaid) “İTİKÂFIN EDEBİ” NEDİR? İtikâf, Ramazan ayının son on gününde ve mescitlerin en faziletlisinde yapılmalıdır İtikâf esnasında hayırdan başka bir şey söylenmemelidir. Günah gerektirmeyen şeyleri konuşmakta bir sakınca yoktur. Bir ibadet inancı ile susmak ise mekruhtur. Günah sayılan şeylerden dili tutmak ise, ibadetlerin büyüklerinden biridir. İtikâf esnasında Kur’ân-ı Kerim okumaya, Hadis-i Şerif, Peygamberlerin yüksek siyerlerine, dinî meseleleri öğretmeye devam etmelidir. İtikâf yapan kimse, temiz elbiselerini giymeli, güzel kokular sürünmelidir. Başını da yağlayabilir. Nefsine itikâfı vacib kılacak kimse, buna yalnız kalben niyetle yetinmemeli, dili ile de söylemelidir. İtikâf sırasında kötü ve çirkin söz söylememek, Ramazanın son on gününü ve cemaati kalabalık olan mescidi tercih etmek, itikâfın adabındandır. (Büyük İslam İlmihali- Ömer Nasuhi Bilmen) İtikâfta olan kişi rahatsız edilmemelidir Ebu Said der ki: Resulullah mescide itikâfa girdiği zaman cemaatin Kuran’ı sesli olarak okuduğunu işitti. Kaldığı yerin perdesini ayarladı ve: “Bilin ki hepiniz Yüce Allah’a yakarıyorsunuz. Onun için kimse kimseyi (sesini yükselterek) rahatsız etmesin. Kur’an okurken” veya “namaz kılarken de kimse sesiyle bir diğerinin sesini bastırmasın” buyurdu. (Ebu Davut- Cem-ul Fevaid) İTİKÂFI BOZAN ŞEYLER NELERDİR? Allah rızası için şu mescitte şu kadar müddet itikâf yapmaya niyet ettim demekle bunu nefsine vacip kılar. Kalben bunu geçirirse de niyet yerine geçmiş olur. Bu niyetle mescide giren kimse abdest almak, gusletmek, abdest bozmak gibi zaruret olmadıkça mescitten ayrılmaz. Aksi takdirde itikâfı bozulur. (Kütüb-ü Sitte) Özürsüz itikâf yerinden çıkmak itikâfı bozar Bir özür olmaksızın mescitten çıkmak itikâfı bozar. Onun için itikâf yapan bir kimse, geceleyin veya gündüzleyin özür bulunmaksızın bir müddet kasden (bilerek) veya sehven (yanlışlıkla) mescitten çıkarsa itikâfı bozulur. Bu müddet, iki İmama göre, bir günün yarısından ziyade bir zamandır. Bir görüşe göre de, günün belirsiz bir saatinden ibarettir. Kadın da itikâf ettiği odadan özürsüz evinin içine çıksa, itikâfı bozulur. Şu işleri yapmak için mescitten dışarıya çıkmak da itikâfa engel olur. Hasta ziyaretinde bulunmak, cenaze hizmetinde bulunmak, cenaze namazı kılmak, şahitlik etmek, bir hastalık sebebiyle bir saat kadar dışarı çıkmak da itikâfı bozar. Ancak itikâf adağı yapılırken, hastaları ziyaret ve cenaze namazında bulunmak şart kılınmışsa, bunlar için çıkılması itikâfı bozmaz. Pek az rastlanan bir özürden dolayı da dışarı çıkmak itikâfı bozar. Boğulmakta olan veya yangına düşmüşü kurtarmak için dışarı çıkmak itikâfı bozduğu gibi, cemaatin dağılmasıyla dışarıya çıkmak da bozar. Cinsi ilişkide bulunmak itikâfı bozar Cinsi ilişkide bulunmak itikâfı bozar. Kur’an-ı Kerimde; “Mescitlerde itikâfa çekildiğinizde kadınlarınıza yaklaşmayın “ (el-Bakara, 2/187) buyurulur. Öpmek ve kucaklamak gibi şeylerden dolayı inzal vaki olursa, yine itikâf bozulur. Bayılmak itikâfı bozar. (Büyük İslam İlmihali- Ömer Nasuhi Bilmen) İtikâfta büyük günah işlemek itikâfı bozar İtikâfta bulunan kişi büyük bir günah işlediği takdirde itikâfı bozulur. Çünkü büyük günah ibadetin zıttıdır. (Kurtubi, 614) İTİKÂFA GİREN KİŞİ HANGİ İBADETLERLE MEŞGUL OLMALIDIR? İtikâfa giren kişi, mescidde kalır, namaz, Kuran tilavet ve tefekkür gibi ibadetin çeşitleriyle meşgul olur. Dünyevi meşguliyetleri terk eder. (Kütüb-i Sitte) Kişinin itikâfı bozulduğunda ne yapmalıdır? Bozulan itikâfın kazası gerekir mi? Vacip olan bir itikâf bozulunca, onun kazası gerekir. Meselâ: Belli bir ay için yapılan itikâf esnasında, bir gün oruç bozulsa veya dışarıya çıkılsa, yalnız bir günlük itikâf için kaza gerekir. Fakat belirsiz olarak fasılasız bir ay için nezredilmiş (adanmış) bir itikâf esnasında, böyle bir gün oruç bozulacak veya dışarıya çıkılacak olsa, yeniden bir aylık itikâfa başlamak gerekir. İtikâf yapan kimse ister kendi iradesi ile orucunu açsın ve dışarı çıksın, ister iradesi dışında olarak cinnet ve bayılma durumuna düşsün, eşittir. İtikâfta bulunan bir kimseye, bu ibadeti esnasında birkaç gün baygınlık veya cinnet gelse, itikâfı bozulur. İyileşip kendine gelince yeniden itikâfa başlar. Öyle ki, bu durum devam ederek birkaç sene sonra üzerinden kalksa, yine itikâfı kaza etmesi gerekir. (Büyük İslam İlmihali- Ömer Nasuhi Bilmen) İTİKÂFA NERELERDE GİRİLMELİDİR? EVLERDE İTİKÂFA GİRİLEBİLİR Mİ? Bazı âlimlerce; Mescid-i Nebevî, Kâbe ve Mescid-i Aksa’da, bazılarınca cuma kılınan mescitlerde itikâf caiz addedilirken, Hanefîler beş vakit namazın kılındığı her yerde itikâfın caiz olacağına hükmederler. (Kütüb-ü Sitte) Mezheplere göre itikâfa girilecek yerler Hanefilere göre: İtikâfa girilecek mescidin, cemaat mescidi olması şarttır. Cemaat mescidi, içinde beş vakit namaz kılınsın kılınmasın, imamı ve müezzini bulunan mescittir. Bu söylediklerimiz, itikâfa giren kişinin erkek olması durumunda söz konusudur. İtikâfa girecek olan kişi kadın ise, evin içinde namaz kılmak için hazırlanmış olduğu mescidde itikâfa girer. Anılan cemaat mescidin de, itikâfa girmesi tenzihen(helale yakın) mekruhtur. Kadının Mütad(alışılmış olan)olarak namaz kıldığı kendi yeri dışında, başka bir yerde itikâfa girmesi sahih olmaz. Bu yer kadın için, ister evinin içinde bir Mescid olarak hazırlanmış olsun; isterse kadının namaz kılması için hazırlanmış olsun fark etmeyip aynı hükme tabidir. Malikilere göre: İtikâfa girilen mescidin halka açık olması ve içinde Cuma namazı kılınan bir Mescid olması şarttır. İtikâfa giren kadın bile olsa, ev içindeki mescidde itikâfa girilmez. Kâbe’de veya bir velinin makamında da itikâfa girilemez. Şafiilere göre: İtikâfa girecek kişi, mescidin sırf Mescid olarak vakfedildiğini, yani bu mescidin hisseli olmadığını zannederse, bu mescidde kadın veya erkeklerin itikâfa girmeleri sahih olur. Böyle bir Mescid, cami olmasa, ya da halka açık olmasa da itikâfa elverişli olur. Hanbelîlere göre: Kadının da, erkeğin de her mescidde itikâfa girmeleri sahihtir. Ancak, kendisine cemaatin vacib olacağı, bir farzın araya girmesi halinde, itikâfa girmeye niyet edilmesi durumunda, cemaatin itikâfa girenlerden teşekkül etmesiyle de olsa, cemaatle namaz kılınan bir mescidde itikâfın yapılması gerekir.(Dört Mezhebe Göre İslam Fıkhı) Erkekler itikâfını mescitte yapmalıdırlar Erkeğin, itikâfı cemaatle beş vakit namaz kılınan mescidde olmalıdır. İtikâfın en faziletlisi Mescid-i Haram’da, sonra Mescid-i Nebevî’de ve sonra da Mescid-i Aksa’da olandır. Diğer mescitlerdeki fazilet cemaatin çokluğuna göre değişir. (İslam İlmihali- M. Asım Köksal)Maliki mezhebinde meşhur olan görüş ise şudur; on gün itikâf etmek isteyen yahut bu kadar itikâfta bulunmayı adayan bir kimse ancak cami olan (Cuma namazı kılınan) mescitlerde itikâfta bulunabilir. Bir başka mescitte itikâfta bulunduğu takdirde Cuma namazına çıkması gerekir ve itikâfı batın olur. (Kurtubi, 613) Kadınların evlerinde itikâfa girmeleri daha faziletlidir. Kadınlar da kendi evlerinde mescit edinilen veya mescit olarak ayıracakları bir odada, itikâfta bulunurlar. Buraları onların hakkında birer mescit sayılır. Kadınların dışarıdaki mescitlerde, itikâf etmeleri caiz ise de, kerahetten(mekruh olmaktan) kurtulamaz. Kadınların kendi evlerinde namaz kılmaları, mescitlerde namaz kılmalarından daha faziletli olduğu gibi, evlerinde itikâfları da her türlü fitne ve fesat düşüncesinden beri olacağı cihetle, mescitlerde itikâfta bulunmalarından daha faziletlidir. İmam Şafiî’ye göre, itikâf tazime lâyık bir yerde yapılabilir ki, o da mescitlerdir. Evlerde mescit edinilen yerler, bu tazime lâyık değildir. (Büyük İslam İlmihali)