Milattan önce Atina sokaklarında gündüz vakti elinde fenerle gezen bir adama yani Diyojen’e sormuşlar: “Ne arıyorsun?” O da cevaben demiş: “Adam arıyorum, adam!”Bir fıçıda yaşayan Diyojen aradığı adamı bulabilmiş midir? Zor! Haddizatında bu arayış hiçbir zaman da bitmemiştir. Nitelikli insanı da ahlak alt yapısı sağlam olarak iş yapan tam bir bürokrasiyi de bulmak her zaman ve sürekli olarak olamamıştır. Dünya bir elek ve imtihan alanı olmaktan bahisle her türden ve tipten insan, her zamanda bazen iyisi bazen de kötüsü çok olarak var olagelmiştir.Peki, aramayalım mı? Elbette hayır! Aramak değil de ortamını oluşturup istenen vasıf ve olması gereken ahlakta nesiller yetiştirmek elimizde olsa gerektir. Her şeyi geçtim, birisine ol demektense kendin olmak daha yeğdir. Elzemdir. Eğitim sözle değil, fiilledir. Çocuk dile değil, ele bakar. Sen neysen, senden olan da o olur…Geneli teşkil eden özeldir, ferttir. İnsan için en temel yer evidir, annedir. Dolayısıyla toplumu inşa eden ve toplumu oluşturan ferdin evsafını şekillendiren annedir. Annesinin “Hiçbir şartta yalan söylemeyeceksin” sözü Abdülkadir Geylani Hazretlerinin hayatını şekillendiren hususlardan biri olmuştur. Topluma zarar ve ziyan olan bir eşkıya çetesi, daha küçük yaşlarda onun, esasında annesinin kuvvetli telkininin tesiriyle tövbe etmiş, zarar ziyanı karşılamış ve topluma faydalı insanlar haline gelmişlerdir.Liyakati konuştuğumuz yerde mutlaka aile ve anneyi konuşmamız gerekmektedir. Ki liyakatin toplumda karşılığını bulmasının en birinci yolu annenin konumu ve toplumdaki tesirinin, rolünün doğru tespitinden ve aile konusunda atılacak doğru adımlardan geçmektedir. Çocuğuna gerçekten vakit ayıran ve manevi telkinleri yapabilen anne…Liyakat denilince söylenecek pek çok söz var elbette. Mesela uzay işleri ile uğraşan bir firmada çalışan çaycıya soruyor birisi: “Sen ne iş yapıyorsun?” O da cevap veriyor: “Biz uzaya mekik gönderiyoruz.” Bu adam bütünün parçası olabilmiş, bir bardak çayı bile toplam hedefin ciddiyetinde servis edebilmektedir. O çay olmasa o mekik gitmez…Yahut bir sefere çıkacak olan fakat talebesi hasta olduğu için başka bir şeyhten talebesini isteyen bir zat-ı muhterem, yolda uzun bir sessizlikten sonra talebeye ismini sorar. O da falan oğlu filan der. Bir daha da soru sormaz. Döndüklerinde asıl şeyhi o zata talebesini nasıl bulduğunu sorduğunda, “İyi, hoş fakat biraz geveze” der. Her yerin ölçüsü farklı!Kendisinden şikayetçi olan halkından meydandaki büyük havuza geceleyin herkesin bir kova süt dökmesini isteyen kral, gecenin sabahında bütün halkla beraber görür ki havuzun yarısından fazlası sudur. Halka döner der ki, ben sizin şikâyetiniz değil, işinizim. Ben, sizim.Haydi fenerleri elimize alalım ve gündüz vakti adam aramaya çıkalım. Liyakat diye bağıralım. Kaht-ı rical kasideleri yazalım. Çözüm olacak mı? Zor!Ama yapabileceğimiz bir şey var. Kendimizde olan beğenmediğimiz hallerimizi değiştirebiliriz. Biz işlerimizi düzgün yapmakla beraber, ehil olanlarla çalışabiliriz. İnsan israfından kaçınabiliriz. Bunu yapabiliriz.Biliyoruz ki nefsini ıslah etmeyen başkasını edemez. Bunu daha da öğrenebiliriz…
Cennetü’l-Bakî’Cennetü’l-Bakî’ kabristanı, Medine’nin güneydoğusunda ve Mescid-i Nebevî’nin yakınındadır. Burasının mezarlık olarak tespiti, bizzat Peygamber Efendimiz (asm) tarafından yapılmıştır. Mezarlık yapılmadan önce garkad adı verilen bir çeşit çalılıkla kaplıydı. Cennetü’l-Bakî’ye ilk defnedilen ise muhacirlerden Hz. Osman bin Maz’ûn (ra) oldu. Onun defninin ardından Resûlullah (asm), baş ve ayak uçlarına kendi getirdiği iki taşı koydu. Ardından; “Bu âhirete ilk gidenimizdir” buyurdu. Sonradan biri vefat edip de Resûlullah’a (asm) nereye defnedileceği sorulduğunda; “Âhirete ilk gidenimiz olan Hz. Osman bin Maz’ûn’un (ra) yanına” derdi. Ensârdan Cennetü’l-Bakî’ye ilk defnedilen ise Es’âd bin Zürâre (ra) olmuştur. Peygamber Efendimiz (asm), oğlu İbrahim vefat edince, onu da Bakî’ye defnettirdi. Oğlunun kabrinin üstüne su döktü. Sonraları Hz. Osman (ra) başta olmak üzere çok sayıda sahâbe buraya defnedildi.Osmanlı’nın elinden çıktıktan sonra buradaki türbeler yıktırılmıştır. Yukarıdaki fotoğrafta görülen en büyük türbenin adı, Kubbe-i Ehl-i Beyt’tir. Bu türbede Hz. Fâtıma, Hz. Hasan, Hz. Zeynelâbidîn, Hz. Muhammed el-Bakır, Hz. Cafer-i Sâdık ve Hz. Abbas (ra.ecmain) medfundurlar. Bu türbeye en yakın sol taraftaki türbenin adı ise Kubbe-i Benâtü’n-Nebî’dir. Burada, Hz. Rukiyye, Hz. Ümmü Gülsüm ve Hz. Zeyneb (ra.ecmain) medfundurlar. Bu türbenin sol tarafındaki ilk türbede Peygamber Efendimizin (asm) hanımlarının çoğu medfundur. Hz. Osman (ra) ise ortada en arkada görünen türbede medfundur. 4 Ağustos 1914İngiltere, Almanya’ya savaş ilan ettiAvrupa’daki ülkeler, sömürgecilik yarışında iki ayrı üçlü ittifak oluşturmuşlardı. 20. yüzyılın başlarında savaşa her geçen yıl daha fazla yaklaşılıyordu. Savaşın fitili bir Sırp milliyetçisinin Avusturya-Macaristan veliahdını, Saraybosna ziyareti sırasında öldürmesiyle ateşlendi. İlk olarak Avusturya-Macaristan İmparatorluğu, 28 Temmuz 1914’te Sırbistan’a savaş açtı. Ardından 1 Ağustos’ta Almanya, Rusya’ya savaş açtı. Almanya’nın savaş ilanları, 3 Ağustos’ta Fransa ve Belçika ile devam etti. Bunun üzerine 4 Ağustos’ta İngiltere, Almanya’ya savaş ilan etti. Böylece 1. Dünya Savaşı başlamış oluyordu. Daha sonra savaşa, Japonya, Osmanlı Devleti, İtalya, Bulgaristan, Romanya, Amerika Birleşik Devletleri ve Yunanistan da katıldı. O sırada iktidarda olan İttihad Terakki yönetimi, Osmanlı Devleti’ni hiç ilgisi olmayan bir savaşa dahil etmişti.11 Ağustos1480 Otranto’nun fethiVenedik ile anlaştıktan sonra Fatih Sultan Mehmed’in hedefinde İtalya vardı. İtalya’da, o dönemde birlik yoktu ve zayıf durumdalardı. Hatta Roma’yı da fethederek, Hristiyan dünyasına büyük bir hüsran yaşatmak istiyordu. İtalya’yı fethe, Osmanlı kaynaklarında Pulya olarak adlandırılan Otranto’dan başlanacaktı. Bunun için Gedik Ahmed Paşa görevlendirildi. Gedik Ahmed Paşa hazırlıklarını Gelibolu’da tamamladı. Osmanlı donanması, 80 ile 132 arasındaki bir miktarda gemiden oluşuyordu. Osmanlı donanması 1480 yılının temmuz ayında Avlonya’dan hareket etti; 28 Temmuz’da Apulia’ya çıkıldı. Osmanlı kaynaklarında Rayke beyi olarak tanıtılan Napoli Kralı 1. Ferdinand’a bağlı olan Otranto, 11 Ağustos’ta ele geçirildi. Gedik Ahmed Paşa, ertesi yıl için Avlonya’dan asker toplayıp donanma desteği alarak İtalya seferini devam ettirmek istiyordu. Ancak Avlonya’da iken Fâtih Sultan Mehmed vefat etti. Böylece İtalya seferi yarıda kaldı. Otranto, 10 Eylül 1481’de elden çıktı.19 Ağustos 1523Hain Ahmed Paşa, Mısır beylerbeyi olduHain Ahmed Paşa, ilk olarak Yavuz Sultan Selim zamanında mîrâhur-ı evvel olarak görevlendirildi. Belgrad kuşatmasındaki hizmetlerine mükâfat olarak kendisine vezirlik verildi. Asıl hedefi veziriazam olmaktı. Bu sebeple mevcut veziriazam Pîrî Mehmed Paşa’nın görevden alınmasında rolü oldu. Ancak onun yerine Hasodabaşı İbrahim Paşa, veziriazam olunca, hayal kırıklığına uğradı ve Mısır’a tayinini istedi. Mısır’a 19 Ağustos 1523 tarihinde beylerbeyi oldu. Mısır’a gidince ilk işi bedevî reisleriyle anlaşıp isyan etmek oldu. Bunun üzerine Kanûnî, Ayas Paşa komutasında bir orduyu Mısır’a gönderdi. Bu arada Ahmed Paşa, kendisini sultan ilan etmişti. Vezir olarak seçtiği Kadızâde Mehmed Bey, onu hamamda yıkanırken öldürmeye çalıştı. Ancak Ahmed Paşa yaralı olarak Benî Bekr aşiretine sığındı ise de onlar tarafından yakalanıp öldürüldü. Sultan sıfatını kullanıp adına para bastırma ve hutbe okutma cüretini gösteren Ahmed Paşa, Osmanlı tarihlerinde “hain” sıfatıyla anılmıştır.
7 Ekim’den sonra şiddeti artarak devam eden İsrail’in yürüttüğü soykırımın üzerinden aylar geçti. Birkaç ay sonra neredeyse bir yılı tamamlayacak. Hadiselerin her türlü değerlendirilmesi ve muhasebesi için kâfi derecede bir zaman geçti. Hayatını kaybedenlerin sayısı 39 bine yaklaştı. Haber platformları ve ajanslar artık konuyla birkaç cümle ve görüntüyle sınırlı bir ilgi düzeyine gerilediler. Artık son 24 saatte hayatını kaybedenler cümlesi ile başlayan rutin bir bilgilendirme ile karşı karşıyayız.Öyle üzgünüz…Filistinli çocukların bir damla su bir lokma ekmeğe (ki bu ifadeler bir teşbih değil, hakiki anlamda bir lokma ve bir damla suya muhtaçlık hali söz konusu) muhtaç hale gelmelerine, muhtaç hale gelmiş olmalarının giderilememesine, bu halin devamına seyirci kalınmasına ziyadesiyle öyle üzgünüz…Öyle öfkeliyiz ki…Bilad-ı İslam’ın tarumar edilebiliyor olmasına, yerle yeksan edilmesine, teşbihi olarak değil hakiki olarak taş üstünde taş bırakılmamış olmasına, İslam’ın ilk kıblesinin kuşatılmış olmasına, bütün bunların faillerine, seyircilerine, zahiri ve zımni ortaklarına, reel politiğe ve dünya sistemine, her kimin zerre miktar payı varsa hepsine öyle öfkeliyiz ki…Öyle kırgınız…Akif İnan’ın “İlk Kıblesi Benim Ulu Nebi’nin / Unuttu mu Bunu Acaba Herkes” mısralarının tezahür etmesine neden olan, böyle bir mısra yazılmasına sebep olan, bu mısraların mahiyetini dolduran ve muhatabı olan bildiğimiz, bilmediğimiz, gayrımız ve kendimiz her kim varsa hepsine, hepimize ve kendimize öyle kırgınız…Öyle kızgınız…Bu hal karşısında en önemli ve öncelikli gündemin Filistin olması gerekirken, Filistin için kendi konfor alanlarının bozulmasından endişe eden veya kendi gündemlerini bu konunun önüne geçiren, bu konuda yeterince çaba sarf etmeyen İslam dünyasının sivil toplum grupları ve kuruluşları ile tasavvuf hareketlerine öyle kızgınız ki…Öyle endişeliyiz, öyle kaygılıyız…İsrail’in saldırılarında hayatını kaybeden oğlunu ebedi aleme uğurlamak üzere olan babanın, oğluna hitaben “Resulallah’a söyleyin, ‘ümmetin Gazze halkını yüzüstü bıraktı’. Yasin oğlum, bunları Resulallah’a söyleyin. Bedenlerimiz paramparça edilirken ümmet bizi izliyor.” şeklindeki şikayetinin konusu olmaktan, yarın ruz-i mahşerde Yasin, Yasin’in babası ve Resulullah ile karşılaştığımızda, işte bizi yüzüstü bırakanlar bunlardı diye gösterilerek şikayet edilecek olan bizler öyle endişeliyiz, öyle kaygılıyız…Öyle tedirginiz, öyle korkuyoruz…Çağın Müslümanları Gazzelileri yalnız bırakıp Gazze’nin yıkılmasına göz yumuyorsa, başka bir çağ ve başka bir nesil gelir Gazze’yi imar ve ihya eder. Çağın Müslümanları Filistin’i yalnızlığa terk edip Mescid-i Aksa’nın kuşatılmışlığına bugün göz yumuyorsa, başka bir çağ ve başka bir nesil gelir, Mescid-i Aksa için icabında gözünü karartır, bu tutsaklığa tahammül etmez. Mescid-i Aksa er geç bir gün hür olur. Ancak bu çağın Müslümanları olarak huzur-u İlahi’de bugün Mescid-i Aksa ve Gazzelilerin maruz kaldıklarından hesaba çekildiğimizde cevap verip veremeyeceğimizden, ola ki verdiğimiz verebildiğimiz, “dua ettik, boykot ettik, üzüldük, slogan attık, elimizden bu kadarı geldi” diye ağzımızda gevelediğimiz cevapların makbul olup olmayacağından, bugün yaşananların hesabını huzur-u İlahi’de verip veremeyeceğimizden öyle tedirginiz, öyle korkuyoruz…Öyle Mahcubuz…Yıkılmış enkaz üzerinde iftar yapan Gazzeliler, yıkılmış cami enkazında bayram namazı kılan Gazzeliler, yıkılmış evinin penceresinden Gazze’yi seyrederek çay içen baba ve çay içen babanın yanında aynı pencereden zafer işareti yapan çocuk karşısında öyle mahcubuz…Öyle iğreniyoruz…Netenyahu’nun “Dünyada bizi durdurabilecek hiçbir güç yok” ve Arap liderlere hitaben “Çıkarlarınızı korumak istiyorsanız tek bir şey yapmalısınız; sessiz kalın” sözleri karşısında, bu sözleri yutarak sessiz kalanlar, İsrail’i durdurmak üzere hiçbir adım atmayarak, adeta İsrail’i zımnen doğrulayan ve buna bağlı olarak İsrail’i sanki durdurulamayacak bir güçmüş konumuna taşıyanlar, çıkar hesabını İsrail’in dediği gibi yapanlar ve çıkar tanımını bu minval üzere yapanlardan tüm Müslümanlar olarak öyle iğreniyoruz ki…Öyle umutluyuz…Bakara Suresi 249. ayette “Nice az sayıda bir birlik Allah’ın izniyle çok sayıdaki birliği yenmiştir. Allah sabredenlerle beraberdir” buyurulduğu üzere, muzafferiyetin azlık çokluk ile gelmeyebileceğine, Allah’ın yardımının Filistinliler ile olacağına inanıyoruz. Yer yarılır, Nehir taşar, Deniz kabarır, taşlar yağar, seller akar, tufanlar olur, şimşekler çakar, gök çöker, ebabiller gelir, ardına milyonların düşeceği bir Selahaddin çıkar, er-geç / vakti saati geldiğinde, hikmeti iktiza ettiğinde va’d-i ilahi tecelli eder. “La galibe İllallah” tahakkuk eder. Allah’ın rahmetinden umut kesilmez emri ve ilkesi mucibince Mescid-i Aksa’nın kazanacağından, Nehirden Denize Filistin’in kaybetmeyeceğinden öyle umutluyuz ki…
Hafız demek Fars edebiyatı demektir. Bugün bile Tahran sokaklarında bir seyyar satıcıyı çevirseniz size Hafız’dan birkaç şiir mutlaka okur. Farsçanın kulağa hoş gelen tınısıyla insan başka bir alemin kapısını aralar. Özellikle “Gam Mehor” (Gam Yeme) isimli şiiri okuyanlardaki gam yükü hafifler. İnsan, kendisine dert edindiği şeylerin aslında onun dermanı olduğunun farkına vararak “Allah var gam yok!” deyiverir. Tam bir teselli bularak kalb-i selîmi elde eder. Şunu da eklemeliyiz ki bir metni asıl yazıldığı dilden okuyup zevk etmekle çevirisini okuyup anlamak arasında ciddi bir fark vardır. Yaz sıcağının kavurduğu günlerde kapısını çalanlara maddi-manevi serinlik vadeden Osmanlı döneminden kalma kıdemli bir cami, şadırvanın serinlettiği caminin avlusunda onunla aynı yaşta ihtiyar bir çınar, güvercinlerin “hu hu”larına karışan “âmin” sesleri… Vakit namazından çıktıktan sonra ayakkabılarının ökçelerine basarak kendini oturacak yer bulan ihtiyar bir adam huzuru iliklerinde hissediyor. “Ne var ne yok babacığım?” “Allah var gam yok evladım, Allah var gam yok!”Kalbe ve ruha selamet aşılayan müthiş bir cümle… En mükemmel psikologların bile baş etmekte zorlanacağı ruhi sıkıntılara karşı müfîd bir telkin… Anadolu irfanının haddeden geçerek tecessüm etmiş hali bu olsa gerek.“Tasa, kaygı, üzüntü, keder, acı, iç darlığı” anlamlarını taşıyan gam kelimesi şairlerin, ediplerin dünyasında mühim bir yer tutar. “Gam”, en basit haliyle bir yoksunluk, bir kayıp, istenilmeyen bir hal ile karşılaşmanın neticesinde meydana gelir. Sevinç ve mutluluğun tam da karşısında yer alan bu ruh hali hayatın gerçeklerindendir. Tıbbi bir tetkik olan EKG çekimlerindeki kalp atış çizgisi gibidir hayat, inişler ve çıkışlar hayatta olduğumuzun bir ifadesidir. İnsanoğlu var olalı da böyle olmuştur. İster kral olsun ister gedâ, ister veli olsun ister enbiya… Dünya hayatına ait bazı sıkıntılar, imtihanlar insanın ruhuna kasvet ve elem verir. Sen olmasaydın alemleri yaratmazdım hitabına muhatap olan Efendimiz (sav) de hüzün senesini yaşamadı mı? En çetin imtihanlar üst üste gelmedi mi? Yurdundan ayrı kaldı, kavmi onu yalanladı. Eşini, kendisini koruyan amcasını, sonrasında çocuklarını toprağa kendi elleriyle vermenin hüznü tarif edilebilir mi? Ancak Efendimiz (sav) her şeyde olduğu gibi musibetler karşısında mümince bir tavrın nasıl olması gerektiği konusunda da bize yaşayışıyla rehber oldu.Edebiyatımızda özellikle de divan edebiyatında “gam” öne çıkan kavramlardandır. Bazen gam dağlarına rastlarız bazen de deniz olur gam. Necâtî, Bâkî, Fuzûlî, Nef’i, Nâbî, Nedîm, Şeyh Gâlib gibi divan edebiyatının temsilcisi olan şahsiyetler divanlarında “gam”a dair şiirlere yer vermişlerdir. Dünyanın bir imtihan sahası olduğu hakikatinden yola çıkan Fuzûlî, dünyanın var oluş gayesinin gam olduğunu iddia ve ifade ederek dünyayı “imtihan yeri, aldatıcı menzil (dil-firîb menzil), gam-ı müdâm, yedi başlı bir ejderha, mihnet sarayı, gam evi, kasırgalı ve dalgalı bir deniz, bela ülkesi, yokluk çölü, hapishane, vefasız bir gelin, dikenli bir bahçe, virane, dâm (tuzak), cefacı dünya, nigâr-ı dil-rübâ” kavramları ile eşleştirmiştir.1Gamın kaynağı genellikle “aşk ve aşık”tır. Bir mazmun olarak “aşk-aşık” vefasızdır. Kendisini ölesiye seven kişinin hali sevgilinin pek de umurunda değildir. Ona eziyet etmekten, ok misali bakışlarla onu yaralamaktan mutlu olur. Tıpkı dünya hayatı gibi… Edebi bir mazmun olan “aşk” mefhumunun dünya ve ona dair şeyleri karşıladığını varsaydığımızda aşkla bağlanılan her şeyin insanı gama sürükleyebileceği bir gerçektir. Zira Üstad’ın dediği gibi “zeval-i lezzet elem verir”. Kalın gaflet perdesini biraz aralayıp uzun emellerinden bir an sıyrılıp dünyanın ve hayatın geçiciliğini tefekkür eden kişide dünya ve ona ait nimetleri kaybedecek olmanın hüznü ortaya çıkar. İnsan teselliyi zail olmayan bir aşkta -aşk-ı hakikide- bulabilir ancak. Divan edebiyatına ciddi tesir eden Şirazlı Hafız’ın divanında da gama dair şiirler vardır. 14 ve 15. yüzyıl divan şiirinde Hâfız’dan tercüme denilecek kadar büyük benzerlikler gösteren gazeller vardır. Bu benzerlik Şeyhî’de açık bir şekilde görülürken Ahmed Paşa’da tazminlerle veya farklı söyleyiş tarzlarıyla değişime uğrar. Fuzûlî’nin şiirlerinde öteden beri Hâfız tesirinden bahsedilmişse de bu tesirin açıkça görüldüğü, hatta ilham kaynağı teşkil ettiği beyitlerinin sayısı çok sınırlıdır. Bunun dışındaki benzerlikler ise İran ve Türk edebiyatlarında konuların ve şiir telakkilerinin ortaklığından kaynaklanır ve Fuzûlî’yi Hâfız’dan ayıran orijinallik ve sanatkâr şahsiyeti dikkati çeker. Bâkî, Hâfız’ın gazellerine Farsça tahmîs ve nazîreler yapar. Nef‘î’de ise usta bir şair olmak için önünde Hâfız gibi büyük bir engeli aşmak gereğini ima eden mısralar vardır. Nedîm ve Şeyh Galib’de Hâfız tesiri bulunmamakla beraber Doğu şiir geleneğinin bu büyük üstadına nazîreler ve takdir mısraları yer alır.2 Burada Hafız’ın eserlerini şerh eden Boşnak asıllı Osmanlı ulema ve şuarasından Sudi Bosnevi’yi de anmamız gerekir. Kadri bilinmeyen önemli bir isimdir Bosnevi.Hafız demek Fars edebiyatı demektir. Bugün bile Tahran sokaklarında bir seyyar satıcıyı çevirseniz size Hafız’dan birkaç şiir mutlaka okur. Farsçanın kulağa hoş gelen tınısıyla insan başka bir alemin kapısını aralar. Özellikle “Gam Mehor” (Gam Yeme) isimli şiiri okuyanlardaki gam yükü hafifler. İnsan, kendisine dert edindiği şeylerin aslında onun dermanı olduğunun farkına vararak “Allah var gam yok!” deyiverir. Tam bir teselli bularak kalb-i selîmi elde eder. Şunu da eklemeliyiz ki bir metni asıl yazıldığı dilden okuyup zevk etmekle çevirisini okuyup anlamak arasında ciddi bir fark vardır. Şöyle diyor Hafız:Kaybolan Yusuf (as) Kenân’a döner elbet, gam yeme!Hüzün kulübesi bir gün gül bahçesi olur yine, gam yeme!Bu gamlı gönlün hali düzelir iyileşir, kötümser olma!Bu perişan başın sükûnete kavuşur yine, gam yeme!Eğer ömrün baharı olan gençlik, çimen tahtı üzerindeyse,Ey güzel ötüşlü bülbül, gülün güneşliğini başına çekersin yine; gam yeme!Eğer felek dönmediyse bir-iki gün muradımızca,Devran hep böyle sürmez, onun hali sürekli değişmektir, gam yeme!Ümitsiz olma, çünkü gayb sırlarını bilmiyorsun,Perde arkasında gizli oyunlar var, gam yeme!Ey gönül! Eğer yokluk seli varlığını yıkıp harap ettiyse deMadem Nuh (as) senin kaptanındır, tufandan dolayı gam yeme!Çölde eğer Kâbe’ye varma arzusuyla yürüyeceksen,Muğîlân dikeni sana çok eziyet etse de gam yeme!Her ne kadar menzilin çok uzak ve yollar tehlikelerle dolu olsa daHiçbir yol yoktur ki onun sonu olmasın, gam yeme!Durumumuz, sevgiliden ayrı kalmak ve rakîbin cefasını çekmek,Hepsini biliyor o halleri değiştiren Allah, gam yeme!Ey Hafız! Yoksulluğun bucağında ve karanlık gecelerin yalnızlığındaVirdin duâ ve Kur’an dersi oldukça gam yeme!
Elbette her şeyin en iyisine layığız. Rabbimiz bizi ahsen-i takvimde yaratmış, şu dünyanın nazdar bir misafiri kılmış, cenneti vadetmiştir. Akıl ve iman nimeti vermekle hakikate ulaşacak donanımla dünyaya göndermiş, bütün mahlukatı adeta insana hizmetkar kılmıştır. Bakıldığında insan layığı üzere hayat sürmektedir…Fakat her tarafta şikayetler, adaletsizlikten dem vurmalar, halinden rahatsızlık duymalar da var mıdır? Evet. Peki, neden?Bu soruya hikayeler üzerinden cevap bulmaya çalışalım. Nihayetinde herkes kendine dair dersler alacaktır. Nasılsanız Öyle İdare OlunursunuzRivayet odur ki Haccac bir gün evinden çıktığında onu bekleyen bir gurup insan ellerine birer taş alırlar ve onları birbirine vurarak Haccac’ı protesto ederler. Bir taraftan da “Hazret-i Ömer’in adaletini istiyoruz” diyerek slogan atarlar. Bu hali gören Haccac, yerden iki taş alır ve onları birbirine vururken diğer taraftan da “Hazret-i Ömer’in halkını istiyorum” diye bağırmaktadır.Şimdi yukarıdaki cümleyi soru şekline getirip ilavesiyle beraber tekrar yazalım. Nasılsanız öyle idare olunursunuz mu, nasıl idare olunursanız öyle olursunuz mu?İki cümlenin de doğruluk payları var. Sadece birisine doğru dersek haksızlık etmiş oluruz. Buradaki en net söylenmesi ve bilinmesi gereken dünyanın bir imtihan meydanı olduğunun farkında olmak, sınandığımızı bilmek, her şeyin illa insanın hatasıyla karşıya çıkması değil de imtihan olarak gelebileceğinin de farkında olmaktır.Bunu da şununla şerh edip bir sınır söylemiş olalım. Her şeyi imtihana verip kendi yaptığımız her şeyin normal olduğu düşüncesine kapılmamak da gerekir. Maddi meselelerde bunu rahat anlıyor ve kolay söylüyoruz; tarlaya tohumu ekmedi veya sulamadı, ya da çapasını yapmadı vs. ürün alamadı. Hepsini yapsa da alamayabilir, bu imtihandır. Yapmadı almadı, bu da imtihan fakat sorumlusu insanın kendisidir. Peki, bir öncekine bir sorumluluk düşer mi? Elbette, başa gelenin Allah’tan geldiğini bilmekle sabretmek, bir yolu kapatırsa Mevla’m, başka bir yol açar diyebilmek…Rabbimiz, “Bir kavim kendini bozmadıkça Allah onları bozmaz.” (Rad, 11) buyuruyor. Herkes kendi nefsinde doğru ve iyiliği bulmalı, umumun hukukuna göre hareket etmelidir. İmtihan kısmında ise “Allah’ım merhametsizleri bize musallat etme.” (Tirmizi, Daâvât, 79) hadisindeki duaya sığınmalıdır.Kötü Gidişattan Herkes SorumludurHikâye edilir ki bir memlekette başıbozukluk oluşmuş ne adalet ne de düzen kalmış; halk da feveran halindendir, kralın gitmesini istemektedirler. Bu hali gören kral, halkını meydandaki büyük havuzun başına toplamış ve onlara şöyle bir konuşma yapmış:Eğer isterseniz benden çok kolay bir şekilde kurtulabilirsiniz. Böyle isyan etmenize hiç gerek yok. Şimdi ben bu havuzu boşalttıracağım, üzerini de kapattıracağım. Sizden tek isteğim, bu havuzu süt ile doldurmanız. Herkes gece yarısından sonra bu havuza tek başına bir kova süt dökecek. Ama herkes. Kimse kimseyi görmeyecek. Güneş doğarken hepiniz burada olun. Havuz süt ile dolduğunda ben tahtı bırakıp gideceğim.Bu konuşmanın üzerinden bir gece geçer. Ertesi gün halk büyük bir neşe ve istediklerinin olduğu düşüncesiyle havuzun başına toplanırlar. Kral da geldikten sonra havuzun üstü açılır. Fakat herkeste bir şaşkınlık vardır. Zira havuz sütten çok su ile doludur. Koca havuzda benim kattığım suyu kim fark edecek düşüncesiyle ve bu sayının fazlaca olması nedeniyle böyle bir sonuç çıkmıştır.Bunun üzerine kral şu konuşmayı yapar:Gördünüz mü? Siz ne iseniz, ben de oyum. Siz düzenbaz olduğunuz için, içinizden kimi seçerseniz seçin, sonuç hiçbir zaman değişmeyecek. O yüzden ben tahtımda kalıyorum. Siz de layık olduğunuz sistemin içinde...Hata umumi olduğunda başa gelen imtihanlar da umumi oluyor. Bir tek kişi su katsaydı, o su onun başına illa bir şey olarak gelirdi, ama dünyada ama ahirette. Önemli olan biziz ve yaptıklarımız.Hikâyedeki kralın suçu yok mu, mazur mu? Elbette değil! O da cezasını tebaasıyla ve çıktılarıyla çeker. Allah’a bakan şahsi meselelerinin hesabını da Allah sorar…Bize Düşen Ne?Rivayet olunur ki iki çoban koyunlarını otlatırken onlardan birisi “Eyvah! Halife vefat etti” der. Diğerinin “Nereden biliyorsun?” diye sorduğu suale, “Baksana kurt koyuna saldırdı. O hayatta iken bir kurdun koyuna saldırdığı vaki midir?” diye cevap verir. Sonradan öğrenirler ki gerçekten Halife Ömer vefat etmiştir.Hakikaten nasıl oluyor da onun hilafeti döneminde bir kurt bile koyuna saldıramıyor? Taşkınlık yapamıyor. Hazret-i Ömer her tarafa kamera mı yerleştirmiş? Kurtlara çip mi takmış? Elbette ki hayır. Allah, Hz. Ömer’den razı olmuş ve onun hilafeti zamanında, nasıl adil ve muttaki bir kul olduğunu göstermek için bu hali diğer insanlar için daha görünür kılmış.Demek ki bize düşen, ancak Allah’ı razı etmek ve ona hakiki kul olmak. Referans alınan şey kutsiyet kazandıkça tesiri de umumileşiyor. Yukarıda “Benim bir kova suyumdan ne olacak?” cümlesi nasıl ki bir havuzu suyla doldurmuşsa, iyiliklerde de sirayet olmuş ve kurtlar kuzulara saldırmayacak hale gelmiştir.Biz neye layığız? Biz dinimizin ve Rabbimizin bildirdiği üzerimize düşen şeyleri yapmaya elyakız. Bununla muvazzafız. Aslında bütün olanlar bunun ortaya çıkması değil mi? Diğerleri neticeler. Oraya değil de bize bakan kısmına odaklanmak bizim layığımız. Çünkü bizi kıymetli yapan şey budur.Neyin Faturasını Ödüyoruz?Rivayet odur ki zamanın birinde bir eşkıya varmış. Yol keser, kervandakilerin malına çökermiş. Fakat bu eşkıyanın bir özelliği varmış. O da malını aldığı adamın ismini, nerede yaşadığını, dükkanını ve ne kadar ne aldıysa onları kaydedermiş. Ne için yapar, kimse bilmezmiş. Belki kendisi de…Yine bir çökme/el koyma hadisesinde kulağına bir ses gelmiş; “Senin de yaptıklarını gören birisi var.” Şaşırmış. Ne yapacağını bilememiş önce. Sonra ses tekrar edince, adamlarına dönüp “Kimden ne aldıysanız iade edin” demiş. O sesi ondan başka ne duyan olmuş ne de iadenin sebebini. Adam tövbe etmiş, adamlarına da tövbe etmelerini tavsiye etmiş. Sonra da isim, yer ve ne aldığını kaydettiği adamları tek tek bulup aldıklarını vererek helalleşmiş…Acayip!Bir ara bir arkadaş bahsetmişti, bir arkadaşı Afyon’da yol üzerinden patates almış. Almış ama merakından eve gelince tartmış. Yirmi kilo denilen patates on altı kilo çıkmış. Haklı olarak canı sıkılmış. Farklı bir zaman tekrar patates almak için durduklarında bakmış ki aynı adam. Hadiseyi anlatmış, biraz da hak/hukuk üzerinden nasihat etmiş. Adam da başka bir çuvalı bila-bedel vermiş. Bu kez eve değil de başka bir yere gidiyorlarmış. Gidecekleri yere vardıklarında, bu hep mi böyle deyip edip tekrar tartmışlar. Bu kez de on sekiz kilo gelmiş, yirmi kilo gelmesi gereken çuval. Eve dönüş yolunda adama tekrar uğramışlar. Tekrar nasihat etmişler. Hibe edilen ikinci çuval ve diğeri arasındaki hukuka bakan yönüyle farkı hesaplayıp adama ödemişler.Baksan, “Kim kime, dum duma. Kimin aklına gelip de tartacak! Tartsa ne olacak? Kim gelip de hesap soracak?”Şimdi, rivayette bahsi geçen adam eşkıya olmakla beraber, bir şekilde ismini kaydettiği insanları bulup helalleşmiş. Ya Afyon veya başka yerde yol kenarında tarla mahsulü satan ve senin anlattığın gibi hile yapan insanlar ne yapacak? O mal sattığı insanları bir daha nerede bulup da helallik isteyecek?Hadi, bunların hesabı ne olacak? Kime kesilecek?İnsan Niyeti ve Amelinin LayığıAbdülkadir Geylani Hz. çocukluğunda küçük bir kafile ile Bağdat'a gitmek üzere yola çıkar. Hemedan’ı geçince, altmış atlı eşkıya çıkagelir. Kafileyi basarlar ve kervanı soyarlar. İçlerinden biri yanına gelir ve “Ey çocuk! Senin de bir şeyin var mı?” diye sorar. “O da Kırk altınım var” der. “Nerededir?” deyince, “Koltuğumun altında dikili” diyerek yerini gösterir. Alay ediyor zanneder ve bırakıp gider. Reislerine gidip, bu durumu söyler. Reisleri çağırtır, o da gider. Bir yerde, kafileden aldıkları malları taksim ediyorlardır. Yanına varınca, “Altının var mı?” der. “Kırk altınım var” der, Abdülkadir Geylani Hz.; elbisesinin koltuk altını göstererek. Söküp, altınları çıkarırlar. Şaşkınlık içinde, “Neden bunu söyledin?” derler. O da “Annem, ne olursa olsun yalan söylemememi tembih etti. Doğruluktan ayrılmayacağıma söz verdim. Verdiğim sözde durmam lazım” der... Bunun üzerine eşkıya reisi, ağlamaya başlar ve “Bu kadar senedir ben, beni yaratıp, yetiştiren Rabbime verdiğim sözü bozuyorum” der. Bu pişmanlığından sonra tevbe edip, haydutluğu bıraktığını söyler. Yanındakiler de “İnsanları soymakta, yol kesmekte sen bizim reisimiz idin, şimdi tevbe etmekte de reisimiz ol” derler... Sonra, hepsi tevbe edip kafileden aldıkları malları sahiplerine geri verirler.İşte referans bir insan ve hareket. Eşkıyalar altını alıp onu da bir tarafa savurabilirlerdi ama olmadı. Onları durduran Allah olmakla birlikte eşkıya reisinin kendisine hayıflandığı sözlerdir. Belki iyileşmeye bir yol arıyordu, fakat illa bir şeyler vardı içinde. Allah ona Abdülkadir Geylani Hazretlerini gönderdi. Abdülkadir Geylani Hazretleri de yaş olarak küçüklüğüne rağmen inandığı şeye olan sadakati onu eşkıyanın selametine sebep olmaya sevk etti. Annesinin ısrarına rağmen o yolculuğa onu da ikna etti.Nihayetinde herkes layığını buldu. Hasılıİnsan, evet her şeyin en iyisine layık olacak şekilde yaratılmıştır. Fakat bunu destekleyecek niyet ve amellerin dışına çıkar, tersine hareket ederse en kötüsüne muhatap olması da yaratılışı gereğidir. Bundan bahisle insan, her şeyden evvel kendi amellerinin karşılığını göreceği muhakkaktır.Ayet bu konuda şöyle ikaz etmektedir: “Şüphesiz insan için, (kendi) çalıştığından başkası yoktur! Ve elbette çalışması(nın mükâfatı), ileride (kıyamet günü mizanda) görülecektir.” (Necm, 39-40)Şu ayetler bu konunun özeti olsun ve istikametimize fayda versin:(Ahzab, 70-71) “Ey iman edenler! Allah’tan sakının ve doğru söz söyleyin! Ki (Allah), size işlerinizi düzeltsin ve sizin için günahlarınızı bağışlasın! Ve kim Allah’a ve Resulüne itaat ederse, o takdirde gerçekten büyük bir kurtuluşa ermiş olur.”(Talak, 2-3) “Kim Allah’tan sakınırsa, (Allah) ona (her darlıktan) bir çıkış yolu kılar. Ve onu hesap etmediği yerden rızıklandırır!”(En’am, 129) “İşte böylece kazanmakta oldukları (günahlar) yüzünden, zalimlerin bazılarını bazılarına dost ederiz.”(Ra’d, 11) “Kendilerinde olan (iyi hâl)i değiştirmedikçe, şüphesiz ki Allah, bir kavme olan (nimetin)i değiştirmez. Fakat Allah, bir kavme (kendi isyanları yüzünden) kötülük dilediği zaman, artık onu geri çevirecek kimse yoktur. Onlar için O’ndan başka bir dost da yoktur.”
Liyakat, bir vazifeye, bir işe, başkasının gölgesinde kalmadan layık olma, onu başarabilecek şahsi kabiliyet, yetkinlik, organizasyon ve yönetme gücüne sahip olma demektir.Rasul-ü Ekrem (sav), Mekke’nin fethinden hemen sonra, vali olarak Attâb b. Esîd’i atamıştı.1 Kaynaklar, Attab’ın o sırada 20 yaş civarında olduğunu kaydeder. Halbuki, ashab içinden daha yaşlı olanlardan, ilk Müslümanlardan veya kendi akrabalarından birisini de atayabilirdi. Belki beklentiler de bu meyanda olmakla beraber, o, mihenk olarak sadece liyakati seçmişti. Attab, aynı zamanda Mekke’nin yerlilerindendi.Attab’ın, Hz. Ebu Bekir’in hilafeti sonuna kadar Mekke valisi olarak kalmaya devam ettiğini ve adaletle hükmetmiş olduğunu göz önünde tutarsak, bu işe hakikaten layık olduğunu daha iyi anlamış oluruz.Evet, Halid bin Velid ve Amr bin As da sonradan Müslüman oldukları halde, Peygamber Efendimizin ve sahabelerinin vazgeçilmez komutanları olmaları, hep liyakatlerinden ötürüdür. Nitekim Halid b. Velid, komutanlık etmiş olduğu 100’den fazla muharebenin hiçbirinde mağlup olmamıştır.Hz. Ömer’in hilafeti döneminde uzak bir beldeden bir heyet, halifeyi ziyarete gelir. Her sorduğu soruya, heyetteki en genç kişi cevap verir. Hz. Ömer: “Senden daha yaşlılar dururken neden hep sen konuşuyorsun?” diye biraz da sertçe sorunca, o genç, “Ey müminlerin emiri! Şu memlekette senden de daha yaşlıları varken hilafet makamında niye sen bulunuyorsun?” diye cevap alır ve liyakatin sadece yaşla olamayacağını takdir eder.Peki, “O zaman liyakatin ölçüleri nelerdir?” diye akla bir soru geliyor. İlk madde, vazifenin hakkını ifa edebilecek kabiliyet ve donanım sahibi olmak olsa gerektir. Ondan sonraki, vazifeyi aldıktan sonra sadece oraya odaklanıp, “ya muvaffak olamazsam” veya “takdir görmeyip yaptıklarım inkâr edilirse” gibi tereddütleri terk edip, ilerisini düşünmemek olabilir. Halk arasında da deriz ya, “Sonrasını düşünen kahraman olamaz” diye.Celaleddin Harzemşah, girdiği her savaştan galip çıkıyordu. Yine bir savaşa giderken etrafındakiler, “Sen muzaffer olacaksın, Cenâb-ı Hak seni galip edecek” dediklerinde onlara verdiği cevap muhteşemdi: “Ben Allah’ın emriyle, cihad yolunda hareket etmeye vazifedarım. Cenâb-ı Hakk’ın vazifesine karışmam. Muzaffer etmek veya mağlup etmek O’nun vazifesidir.” (Lemalar, Hayrat Neşriyat, 137).Evet, bir mümin için hakiki kahramanlık, Rabbi katında kabul görecek işlere girişmiş olmaktır; rıza için muvaffakiyet de şart değildir zaten. Bu mesele mevzumuzun haricindedir.İkincisi, temsil kabiliyeti olabilir. Ondan sonra, gerekli her türlü çabayı sarfetmek, şevkini ve inancını muhafaza etmek olabilir.Rivayetlerde vardır ki; Malazgirt Meydan Muharebesi başlangıcında, bir gözcü Sultan Alparslan’a gelerek telaşla, “Sultanım Rumlar yaklaşık 200 bin kişilik orduyla bize doğru yaklaşıyor” diye haber verince, koca komutan gayet sakin bir şekilde, “Biz de onlara yaklaşıyoruz” diye cevap verir.Burada gözden kaçırılmaması gereken noktalar vardır:Akıllı ve sorumluluk sahibi Müslümanlar, bu daru’l-hikmette sebeplere sarılmayı ve kendi üzerlerine düşeni yapmayı da asla ihmal etmezler. Mesela, gerekli askeri hazırlıklar yapılmış, savaş taktikleri komutanlar ve alakalı istişare heyetiyle yeterince müzakere edilmiş olmalıdır.Ayrıca, “Ne de olsa biz Müslümanız ve Rabbimiz bize yardım edecektir; daha fazla askere ve silaha ihtiyaç yok” demek yerine, toplayabildiği kadar asker toplayıp, onları en iyi bir şekilde eğitmiş ve donatmış olması beklenir. Yani, “Gayret bizden, tevfik Allah’tan!”Yine, Sultan Selahaddin’in Kudüs’ün haçlılar tarafından işgal ediliyor olmasından dolayı hiç gülmediği rivayet edilir. Hep Kudüs’ün yeniden fethi için çalışmış, hazırlıklar yapmış, âdeta Kudüs’le yatmış, Kudüs’le kalkmıştır. Keyfi ancak fetihten sonra yerine gelmiştir.Daha sonraki fedakârlık vasfıdır; yani bir-iki defa fedakârlık etmiş olmak da yetmez. “Biz bir şeyler yaptık, biraz da başkaları fedakarlıkta bulunsun” tarzındaki düşünceler bu mevzuda pek makbul sayılmayabilir.Belki birçok kimsenin aldandığı mesele, iyi niyettir. İyi niyet, her zaman olması gerekmekle beraber, kendi başına yeterli şart kabul edilemez. Mesela, 80 yaşındaki dedemiz de iyi niyetlidir, fakat sırf bundan dolayı şirketimizin başına getirmemiz hem o şirketi hem de dedemizin kendisini yıpratacaktır. Başka bir benzer mevzu, çok istekli olmaktır.Evet, küçük çocuğumuz çok istiyor diye arabanın direksiyonunu ona bırakmamız, üzücü neticelere sebep olabilir. Yine, vazife verilen kişi, bir Müslüman olarak da en makbul ve faziletli kişi olduğu manasına gelmez. Hatta bazen bazı meselelerde Müslüman olması bile gerekmez. Öyle olsaydı, Resul-i Ekrem (sav), her vazifeyi Hz. Ebu Bekir’e, o olmazsa, Hz. Ömer’e verirdi. Halbuki, Hz. Ömer ve daha niceleri dururken ordu komutanlığına azatlı kölesi ve yine yaşı çok genç olan Usame b. Zeyd’i getirmişti. Hz. Ebu Bekir’e kendisinin yerine vekalet etme, namaz kıldırma gibi vazifeleri vermekle beraber, komutanlığı vermemiştir.Nitekim Mekke’nin fethinden sonra Kabe’nin anahtarını henüz Müslüman olmadığı halde, Mekke’nin eski sakinlerinden Osman B. Talha’da kalmaya devam etmesini münasip gördü. Şu anda bile Kâbe’nin anahtarı, hâlâ onun soyundan gelenlerde bulunmaktadır.Uhud Harbinin nihayetinde ve Huneyn Savaşının da başlangıcında Müslümanlar yenilgiye uğramıştır. Görülen o ki, liyakat kaybı yaşamışlardır. Çünkü Uhud’da Peygamber Efendimizin tavsiyelerine uymamış; Huneyn harbi esnasında da İslam ordusunun kalabalık ve donanımlı olmasından gurura kapılıp, gaflete düşmüşlerdir. Bilindiği üzere İstanbul’un fethedileceği, Hz. Peygamber tarafından müjdelenmiş ve fetheden komutan ve askerleri övülmüştür. Müslümanlar da o müjdeye nail olmak için çok çaba sarfetmiş; Emevîler ve Abbasiler o zamanın imkanlarıyla çok uzaklardan gelerek toplam 8 defa, Türkler ise 4 defa kuşattıkları halde zafer nasip olmamıştı.Hatta, Eba Eyyub el-Ensari başta olmak üzere nice sahabi bu uğurda şehadet mertebesine erişti.Nihayetinde, boşa vakit geçirmeyi hiç sevmeyen, 7 dil bilen, çok okuyup araştırmalar yapan, en iyi bir mühendis kadar teknik bilgi ile donanmış, çok iyi bir stratejist olan, çok iyi at binen, kılıç kullanan ve çocukluğundan beri İstanbul’u fethetme rüyalarıyla uyanan 2. Mehmed’e nasip olmuştur ki, ondan sonra Fatih Sultan Mehmet olarak anılmaya başlanacaktır. İşin evveliyatını atlarsak hem haksızlık etmiş olur hem de bazı mühim nükteleri kaçırabiliriz.Mehmed’in, fatih olmazdan evveline de şöyle bir bakalım: Babası 2. Murat ve dedesi Yıldırım Bayazıt da İstanbul’un fethini çok mukaddes ve çok elzem görüyor, sabah-akşam strateji geliştiriyorlardı. Kendi saltanatları döneminde her ikisi de kuşatma yapmış fakat fetih müyesser olmamıştı. Demek ki neymiş? Aşılanma gerekiyormuş?Ne demek efendim? Şöyle ki: Zamanında, Erzurum gibi senenin çoğu soğuk olan bir vilayetimize üst düzey bir memur atanır. Kendi çocuğunun, çok dikkat ettikleri halde kış boyunca neredeyse hep hasta olması, fakat Erzurumluların çocuklarının kalın giyinmeye pek dikkat etmedikleri, hatta bazan dışarlarda yalınayak dolaştıkları halde turp gibi sağlıklı olduklarını görünce, ister istemez oralılara bu işin sırrını sormuş. Onlar da kendisine çocukları yeni doğduğunda soğuk nehre sokarak “aşılama” yaptıklarını ve bundan dolayı bu durumun normal olduğunu ifade etmişler. Bunu kafasına koyan memur, bir zaman sonra dünyaya gelen ikinci çocuğunu buz gibi nehre sokar; fakat zavallı çocuk, zatürre olup kısa zaman içerisinde vefat eder. Bu duruma çok şaşıran ve üzülen adam hemen gidip durumu sorar ve şu cevabı alır: “Onun babası da aşılı mıydı?” Ne demiştik? Fatih olmak, hele çağ kapatıp, çağ açacak bir fethe imza atmak, öyle kolay bir iş değil. Değil babadan, ta dedelerden itibaren aşılanma gerektiren son derece ciddi bir mesele!Daha bitmedi… Devrinin büyük alimleri Molla Hüsrev, Molla Gürani, Molla Yegan, Hızır Bey ve Hocazade Muslihuddin’den ders alarak yetişmiş olmakla beraber, merak ettiği her mevzuda uzman olan kimseleri getirip onlardan da ders almıştır.Muhteşem ordusuyla İstanbul’u fethe çıktığında, Akşemseddin, Akbıyık Sultan, Molla Fenari, Molla Gürani, Şeyh Sinan gibi meşhur alim ve veliler, hem de talebeleriyle beraber orduya katılmışlardı.Yani donanımlı ordusu, tecrübeli komutanları ve idari kadrosu olduğu gibi, maneviyat ordularının desteğini de almayı ihmal etmedi. Çok büyük bir alim ve veli olan Akşemseddin Hazretleri, İstanbul’un manevi fatihi olarak da bilinir.Bütün bunların yanında, o zamana kadar hiç yapılamamış topların geliştirilmesine Sultan bizzat kendisi ön ayak olmuş ve asırlar boyunca “geçilmez” diye nam salan Bizans surlarını bunlarla dağıtmıştır. O meşhur Şahî Topları2 için -şimdiki tabirle- çok masraflarla ciddi Ar-Ge çalışmaları yaptırmış; yerli-yabancı en iyi mühendisleri ve topçu ustalarını getirtmiştir. Tarihteki ilk havan topu ve suda sekerek giden ahşap toplar, bizzat 2. Mehmed’in kendisi ve mühendisleri tarafından, İstanbul kuşatması esnasında geliştirilmiştir ve görüş açısında olmayan veya menzil dışı olan Bizans destek gemileri, bu toplarla vurulmuştur. Aynı zamanda, Haliç’e çekilmiş devasa zincirlerden dolayı ilerleme kaydedemeyen gemileri, karadan yürütmek gibi büyük cesaret, araştırma ve inanç isteyen çılgınca(!) fikirler de ona nasip olmuştur, nitekim.Şimdi, İstanbul’un fethi hususunda kısa bir tahlil yaparsak:Rabbimizin, ilm-i ezelisinde her şeyin bulunduğu ve Manzar-ı Âlâ’dan3 bütün geçmiş ve geleceği gördüğü inancıyla bakalım. Sahabe zamanından beri İstanbul’u fethetmek isteyen bütün Müslümanlar içerisinde “Ya Rab! Bana nasip et, bana ver!” diye adeta yüzlerce lisan ile haykıran kim var?Yani, sizce kime verir, kime nasip eder? Madem bizdeki istemeye göre veriyor, o halde en iyi isteyen kim ise ona verecektir. (Buradan, 2. Mehmed’in sahabeden üstün olduğu anlaşılmasın, liyakat ayrı, fazilet ayrıdır.)İmam-ı Azam Ebu Hanife’nin muhterem babası Sabit’in, dedesinin, validesinin helal-haram noktasındaki hassasiyetleri, Kur’an’a ve ilme verdikleri kıymet neticesinde İslam alemine öyle bir evladı, ismiyle müsemma en büyüklerden olacak bir imamı kazandırmış olmaları, mevzumuza çok güzel bir misaldir.Asrımızda başta memleketimiz olmak üzere bütün İslam Alemi’nde büyük hizmetlere imza atmış olan Üstad Bediüzzaman Hazretlerinin ebeveyninin aynı hassasiyeti ve ehl-i takva hayatları, kız-erkek bütün evlatlarının birer büyük alim mertebesinde olmalarına, kendisinin ise hem zekâ hem hafıza hem cesaret noktasında şaşılacak bir seviyede bulunmasına çok mühim bir sebep olarak kabul edilmektedir.Çocukluğundan itibaren yaşıtlarından çok önde olması, henüz 14 yaşında iken icazete4 layık görülmesi, ilmiyle bütün doğu alimleri tarafından “Meşhur Molla Said” namıyla tanınmış olması, hiç kimseden hediye ve zekât kabul etmeyişi, sürekli ilmî arayış içinde olması, toplamda 3 ay kadar medrese tahsili olduğu halde, matematik, kimya gibi müsbet ilimler dahil her sorulana rahatça cevap vermesi, çok az yemesi, ümmetin madden ve manen geri kalmışlığıyla alakadar tahliller ve tespitler için ömür harcaması, Arapça eserler dahil 90 cilt kadar ağır ilmi eseri ezberlemiş olmakla beraber, her üç ayda bir ezberinden tekrar etmesi, idareci ve amirlerin ciddi hatalarını korkmadan yüzlerine söylemesi, yüksek takva sahibi olması vb. vasıfları, kendisine Bediüzzaman5 lakabının münasip görülmesine de sebep olmuştur.Şüphesiz her idarecilik işinde olduğu gibi şirketlerde de en mühim mesele, liyakat sahibi idarecileri istihdam etmektir veya istihdam etmeyi, elde tutmayı becerebilmektir.Bundan dolayıdır ki, birçok tepe yöneticisi (CEO), dünyanın en yüksek maaşlarını almaktalar. Hatta, devlet başkanlarından bile fazla kazananları çoktur. Mesela Google’un CEO’sunun aylık maaşı 19 milyon dolardır. O da yaklaşık, 620 milyon Türk lirası eder.Şirketlerde, bir idarecinin ve çalışanın kuruma toplam faydası hesaplanır. Çünkü, iyi bir idareci, personelini iyi bir motivasyonla, gecelere, hatta sabahlara kadar bile seve seve çalıştırabilir. Bu hesabı yapamayanlar, iyi idarecilerini ve çalışanlarını kaybetmeye mahkumdur.Çoğu küçük şirket sahipleri, çalıştırdıkları idareci ve ustaların başarısını kendilerine mal ederler. Yani, ücret tatminkâr da olsa, takdir etmeyi bilmedikleri için, başarılı personeli ellerinde uzun süre tutamaz ve ömürlerini küçük firmalar arasında tamamlarlar.Halbuki, kurumları ayakta tutan ve yükseltenler insanlardır, makine veya sermaye değil!Bütün bu kıymetli misallerden de anlaşılıyor ki zafer -veya farklı isimlerle ifade edilebilecek üstün muvaffakiyetler-, liyakatin, o da sağlam bir altyapının; o da altyapıyı sağlamlaştıracak çok büyük, emek, gayret, samimi talep, fedakârlık, kabiliyet, cesaret ve inancın; hatta aile, çevre, ekip ve samimi yardımcı ve destekçilere sahip olmanın neticesidir.Rabbim sizleri hem dünyada hem ahirette zaferlere layık eylesin.Hicri 1446. senemiz ve Muharrem ayı, bütün İslam Alemi için hayırlara vesile olsun.Selametle kalın.1- Emanetlerin ehline verilmesini emreden ayet-i kerime (Nisa/58), o esnada nazil olmuştur. (Müslim, Hac 390; Vâhidî, Esbâbu’n-nüzûl, s. 161-162).2- Şahi Topları: Tunçtan dökülmüş, namlusu 8m uzunluğunda, 678 Kg’lık topu 1500 m uzağa atabilen muhteşem bir silah olup, 60 manda tarafından çekilebiliyordu.3- Manzar-ı A’lâ bkz: Sözler, 26. Söz, Kader Risalesi4- İcazet: Osmanlı devrinde, medreselerde ders verebilme yetkinliği. Şimdiki doktora seviyesi.5- Bediüzzaman: Zamanında benzersiz olan, üstün ve farklı hususiyet ve kabiliyetleri bulunan manasına gelir. Kendisine başka alimler tarafından uygun görülmüştür. Hayatı ortadadır (Bediüzzaman Said Nursi, Hayrat Neşriyat)a
Liyakatsizlik ve ehliyetsizlik, domino taşları gibi etki oluşturur. Hasbelkader girdiği alanda, kurumda veya şirkette kendinden sonrasını bozar. Çünkü ehil veya layık olmadığı halde, belli makamlara getirilenler, belli işlerde görevlendirilenler, kendileri de aynı sistemi devam ettirirler. Kendileri gibi ehil ve layık olmayanlarla çalışırlar. Ehliyetli ve liyakatli olanlar bir kenarda kalır ve söz sahibi olamazlar. Cenâb-ı Hak, herkese doğuştan yetenekler ve kabiliyetler vermiştir. Kişi, bu yeteneklerini ve kabiliyetlerini kullanarak geçimini sağlar ve hayatını devam ettirir. Nasıl ki, arılar bal yaparlar ve yaptıkları balları kendileri yerler, başkalarına da faydaları olur. Hem diğer hayvanat da bu ballardan yer, insanlar da yer. Bu bal yapma bilgisi, Allah’ın onlara verdiği bir yetenektir. Aynen öyle de her bir insanın da yetenekleri vardır. Kimi iyi tüccardır. Kiminin ezber kabiliyeti yüksektir. Bazısı çok zekidir. Bazısı vücutça güçlüdür. Bazısının yazısı güzeldir. Bu şekilde birçok kabiliyet ve yetenek sayılabilir. Her birinin veriliş gayesi toplumun ihtiyaç duyduğu bir mesleğin, bir işin yerine getirilmesi ve maişetin sağlanması içindir. Herkesin kendi kabiliyetini ve doğuştan gelen yeteneğine göre ilgi duyduğu mesleği seçmesi toplum için çok önemlidir. Böylece büyük bir israf kaleminden kurtulmuş oluruz. Çünkü bazen bakıyoruz ki, insanlar mezun oldukları üniversite bölümünden çok farklı işler yapmaktalar. Halbuki yapmak istedikleri işe ve ilgi alanlarına göre bölümler okusalar, gençliğin en önemli yılları boşa gitmemiş olur. İnsanlar, doğuştan gelen yeteneklerine ve kabiliyetlerine göre meslek seçtiklerinde, ona göre okullarda okuduklarında ve neticesinde ona göre işler yaptıklarında, işlerini severek yapacaklardır. Ayrıca liyakat ve ehliyet noktasında mühim ilerlemeler kaydedilecektir. Çünkü sırf insanların gözünde daha muteber diye ya da daha rahat bir çalışma ortamı olduğu için veyahut daha çok para kazandırıyor diye kabiliyetine uygun olmayan bir işi yapan kişilerin yaptıkları işler, eksikler ve hatalarla dolu oluyor. Bu durum bir anlamda, bal yapmak için arı yerine karınca görevlendirmeye benziyor. Karıncanın daha rahat ve daha muteber diye bal yapmaya çalışması ne kadar yanlış olursa, layık ve ehil olunmayan bir işi yapmaya çalışmak da bu örnekteki gibi garip oluyor. Üstelik toplum, bundan zarar görüyor. Liyakat ve ehliyet zarar görüyor. Yöneticilik kabiliyeti olmayan birinin yönetici yapılması, yazarlık kabiliyeti olmayan birinin yazar olması veya öğretme kabiliyeti olmayan birinin öğretmen veya öğretim üyesi olması bu konuda verilecek en güzel örneklerdir. Meselâ bazı yerlerde yazarlık okulları adı altında eğitimler verildiğini görürüz. Halbuki yazarlık eğitimle olmaz. Bu eğitimlerle ancak dilbilgisi, yazının gelişimi ve imla kuralları anlatılabilir. Yazmak, kişinin içinden gelmelidir. Doğuştan gelen bir yetenektir. Yazarlık kabiliyeti olan bir kişi, yazdıkları yayınlanmasa bile yazar. Çünkü yazmaya karşı bitmez bir isteği vardır. Buna bir başka misal şairlerdir. Şair olmak için eğitim alınmaz. Ayrıca belirtmek gerekir ki; her meslekte olduğu gibi şairler ve yazarlar da içlerinden gelen istek ve yetenekle eserler verirler, zaman içinde kabiliyetlerini geliştirirler. Daha kaliteli ürünler ortaya çıkarırlar. Liyakat ve ehliyetin bir diğer boyutu ise, layık olmayanın hak etmediği yere getirilmesi ile toplumun zarar görmesi ve kul hakkına girilmesidir. Bir makama, bir kadroya, bir unvana; akraba, arkadaşlık ve menfaat ilişkileri sebebiyle atama yapılmasının verdiği zararı, çok az şey verir. Böyle yapılan yanlış işler yüzünden Cenâb-ı Hakk’ın kişilere verdiği kabiliyetler kullanılamaz. Halkın devletten beklediği gelişme ve ilerleme gerçekleşemez. Yapılması gerekli olan rutin işlerde bile sorunlar yaşanır. Çünkü hak etmeden bir makama ya da göreve gelen kişi, o makamın ya da görevin gereklerini yerine getiremez. Bazen kendisini o makama getirenin beklentilerini karşılamakla yetinir. Halkın veya kendisinden hizmet bekleyenlerin sorunlarını umursamaz. Hak etmediği halde öğretmen olan kişi, öğrenci yetiştirmek için uğraşmaz. Hak etmediği halde öğretim üyesi olan kişi, araştırma yapmaz, makale veya kitap yazmaz. Sadece zorunlu olduğu kadar, olması gereken asgarî düzeyde kalitesiz bir şekilde görevini yerine getirir, maaşını alır. Öğrenciler yetişmiş ya da yetişmemiş, ilmî araştırmalar yapılmış ya da yapılmamış umurunda olmaz. Liyakatsizlik ve ehliyetsizlik, domino taşları gibi etki oluşturur. Hasbelkader girdiği alanda, kurumda veya şirkette kendinden sonrasını bozar. Çünkü ehil veya layık olmadığı halde, belli makamlara getirilenler, belli işlerde görevlendirilenler, kendileri de aynı sistemi devam ettirirler. Kendileri gibi ehil ve layık olmayanlarla çalışırlar. Ehliyetli ve liyakatli olanlar bir kenarda kalır ve söz sahibi olamazlar. Zekâ dediğimiz özellik, doğuştan Cenâb-ı Hak tarafından verilir. Kişiler bu özelliği sonradan kazanamazlar. Eğer bir toplumun gelişmesi isteniyorsa, doğuştan zeki insanlar küçük yaşlarda, doğru yöntemlerle tespit edilmeli ve ilgili oldukları mesleklere yönlendirilerek desteklenmelidir. Bazen olur ki, bir tek dâhi kişi çok büyük işlere öncülük eder, bütün toplum bundan istifade eder. Mimar Sinan, tarihimizde kabiliyeti keşfedildiği ve desteklendiği için çok büyük eserler ortaya çıkarmış bir dâhimizdir. Yaklaşık beş asra yakındır inşa ettiği dört yüze yakın eserin önemli bir kısmı hala ayaktadır. Onun yetiştirdiği talebeleri de ondan sonra birçok güzel eser yapmışlardır. Mesela Sultanahmed Camii’ni ve Mostar Köprüsü’nü bu eserler arasında sayabiliriz. Buna karşılık Vecihi Hürkuş doğuştan havacılık dehası olduğu halde, önüne hep engeller çıkarıldığı için yapabileceği birçok büyük işleri yapamamıştır. Bu iki örneği, sosyal bilimlerden, sayısal bilimlere, yöneticilikten, teknik işlere kadar her alana genişletebiliriz. Hak etmediği halde bir göreve talip olanlar ve hak etmediği halde başkasının hakkı olan bir makamı iltimas yoluyla ele geçirenler bilmelidirler ki, bu işlerde en başta kul hakkı yemek vardır. Hak etmeyenin hak etmediği yerleri işgal etmesi durumunda ise her işte sıkıntılar, problemler ortaya çıkmaktadır. Adalet bozulmakta, eğitim sistemi olması gereken seviyelere çıkamamakta ve liyakatsiz yöneticiler her şeye, getirdiği rant kadar kıymet vermektedir. Başarı, ilerleme, adalet ve huzur, en başta liyakat ve ehliyete dikkat etmekten geçer.
Âlemdeki her hareket, her tecelli hatta insana ait her duygu ve düşüncenin, dahası her niyetin bir enerji değeri olduğu artık bilimsel gerçekler arasında değerlendirilmektedir. Âlemdeki her hareket, her tecelli hatta insana ait her duygu ve düşüncenin, dahası her niyetin bir enerji değeri olduğu artık bilimsel gerçekler arasında değerlendirilmektedir. Bir şeye niyet ettiniz, o niyetin enerjetik bir değeri var ve bu niyet ettiğiniz şeyin gerçekleşip gerçekleşmemesi ile ilgili süreci doğrudan etkiliyor. Bizler manevi olarak samimiyet ve ihlas gibi kelimelerle bu durumu izah edebiliriz; bu da doğru, ancak evreni ve yaratılmış olan her şeyi sınırsız kudreti ve nihayetsiz hikmeti ile idare eden Rabbimiz, bu âlemi her detayı ile ilim vasıtasıyla ancak anlaşılır kılabileceğimiz bir düzenek içinde var etmiştir. İşte bu düzenek, özellikle yaşadığımız yüzyılda, dalga ve parçacık gerçeğini ölçüp gözlemleyebilme becerimiz sayesinde atom altı her parçacığın tâbi olduğu evrelere yakından bakabilme imkânı sayesinde inanılmaz seviyelerde deşifre edilmiştir. Anlamamız gereken şey, dinî kavram ve tanımlamaların bugün bilimsel karşılığını da anlamak zorundayız. Mesela bir kimsenin çok ihlaslı bir insan olmasının bilimsel bir değeri, karşılığı ve açıklaması vardır. O kimsenin niyeti halis ve katışıksız bir niyet ise, yani net ve duru bir niyet ise atom altı dünyadaki tüm partiküller o kimsenin amacına ulaşması konusunda belirli bir hizaya girmekte ve akışa tâbi olmaktadır. Yok eğer o kimsenin niyetinde bazı bağlamlar ve başkaca beklentiler varsa kısacası bulanık ise, o zaman atom altı dünyadaki partiküllere güçlü emirler gelemediği için karışık bir kombinasyon içine girmekte ve hedefe yaklaştıracak bir işleyişe dahil olmamaktadırlar.Alemin işleyişindeki en belirgin ilâhî niteliklerin başında hikmet ve ölçü gelmektedir. Hikmet, oluş ve tecellinin gerek dünyevi gerekse uhrevi bir anlama râci olması; ölçü ise vukua gelen tecellinin adaletli olması yani mevcut insicam ve düzene hiçbir zarar vermemesidir. Sözünü ettiğimiz hikmet ve ölçü içindeki her tecelli ve oluş, enerji değeri ve karşılığı açısından âlemde bir intizamın işlemesine tevafuk ettiğinden, o enerjiye “açık ve dolaşımdaki enerji” diyoruz. Çünkü o enerji, bir devreyi tamamlaması ve sistemdeki dinamik akışı devam ettirmesi sebebiyle dolaşımdadır. Yani her an bir iş, bir oluş ve bir dinamizm içindeki Rabbimiz, donukluktan, durağan ve statik bir durumdan münezzehtir. Aksi bir durumda, yani enerjinin kapalı olması, dolaşımda olamaması ve tıkanması âlemdeki işleyişin devamına destek olmadığı için fesada sebep olur.Rahman suresi 9. ayette “Ölçüyü adaletle tutun ve eksik tartmayın” ayetini sadece ticarete müteallik bir ayet gibi değerlendirmek, âlemşümul bir kitabı doğru anlayamamak demektir. Rabbimiz ölçme ve değerlendirme ve mukayese gibi konularda âdil olmamızı emretmektedir. İşte anlatmaya çalıştığım ve göstermeyi murâd ettiğim hakikatin ipucu da tam bu noktadır. Günlük ilişkilerimizde, irade ve tasarruflarımızda ölçüye, adalete ve hikmete aykırı her eylemimizle yukarıdaki ayete ters düşmekteyiz. Değer vermemiz gereken bir kişi ya da ilişkiye gereken değeri vermediğimizde, adaleti çiğner ve zalim oluruz. Ne kadar basit ve ne kadar kolay gözüküyor öyle değil mi? Mesela bir güzellik ile karşılaştınız ya da bir insanın çok kıymetli bir özelliğine şahit oldunuz, o ânın enerjisi burnunuzun dibine kadar geldi, enerjinin akışına devam etmesi için sizin şuurlu takdir ve teşekkürünüz gerekmektedir ama siz bunu yapmadınız. “Maşaallah” demediniz, “ne güzel” demediniz ya da teşekkür etmediniz, yanınıza kadar gelen enerji sizde takıldı ve kaldı. Şimdi ne olacak? Âlemde sürekli akmakta olan hikmet ve ölçü enerjisi sizin dünyanızda sizin tercihleriniz yüzünden dolaşımdaki gücünü yitirdi. Çünkü izin vermediniz. Çünkü tanıklığınızın ilâhî bir sorumluluk değeri taşıdığını unuttunuz. Sevmeyi, saymayı, takdir etmeyi, alkışlamayı, minnettar olmayı dahası kişisel olarak teşekkürünüzü beyan etmeyi ihmal ettiniz. Mesela bir arkadaşınıza onu yarın saat 15.00’te ziyaret edeceğinizi söyleyerek yani söz vererek bir enerji akışı başlattınız. Ancak ertesi gün o veya bu sebeple sözünüzü tutmadınız. Bu durumda başlattığınız enerji adreslediğiniz eyleme yani ziyaret eylemine dönüşmediği için kapalı enerji olarak kaldı. Döngü tamamlanamadı. Helezon açık kaldı. Şimdi ne olacak? Alemdeki esaslardan birisi de enerjinin doğası gereği akmak zorunda olmasıdır. Enerji akmak için bir yol bulur. Donamaz, duramaz ve bir noktada kalamaz. Siz, birçok eylem ve düşünce ya da niyetiniz sebebiyle bu şekilde birçok kapalı enerji biriktirdiniz. Bu enerjiler doğası gereği akacaktır. İşte bu durumda bu kapalı enerjiler, önündeki seti veya barikatı yıkan sel gibi yıkıcı bir surette akışa katılır. Bu ise, o kapalı enerjileri biriktiren kimsenin hayatında kazalar, hastalıklar, ilişkisel arızalar (geçimsizlik, terk edilme, ihanet vs.) şeklinde zuhur eder. Enerjinin bu yıkıcı şekle dönüşerek hasara sebep olmasının sebebi ise, söz konusu kişiye yanlış bir hayat yaşamakta olduğunu bildirmektir.Güncel olması sebebiyle bir iki örnek daha vermek istiyorum. Bazı insanlar, bende bir nasipsizlik var, kısmetim kapalı, kazancımda bereket yok vs. gibi serzenişlerde bulunuyorlar. Bana bu şekilde gelen ve dert yanan kişilere, kapalı enerji birikmesi içinde olduklarını söylerim. Hiç fark etmeden o kadar çok şeyi ihmal ediyoruz ki. Özür dilemeyi, teşekkür etmeyi, takdir etmeyi ve hakkıyla sevmeyi. Söz veriyor tutmuyor ya da öteliyoruz, vefa göstermiyor ve sabretmiyoruz. Tüm bu tutumların enerji değerini ve bir şekilde hayatımızda tezahür edeceğini bazen ağır bedellere dönüşeceğini hiç düşünemiyoruz.Vermek istediğim bir diğer örnek de liyakat ve ehliyet konularındaki zalim tavırlarımız. Hiç hak etmedikleri ve bir liyakat içinde olmadıkları halde kendilerine bazı makamların verildiği tüm insanlar kapalı enerjilere sebep olmaktadırlar. Adaletin tecelli ve tezahürüne memur olan insanın, bir vazifeyi veya mevkii, onu hak etmeyen bir insana vermesi hem o makamı veren hem de o makama gelen kişi için kapalı enerjiye sebep olur. Öncelikle o iki kişi de buradaki liyakatsizliği bilmektedirler. Makama gelen kişi o makama nasıl geldiğini çok iyi bilmektedir. O makama gelmesinin sebebi üstün ve layık özellikleri değil, içinde olduğu ilişkilerdir. Burada ne oldu, yukarıdaki ayet çiğnendi. Kişi doğru ve hakkıyla ölçülmedi; yani bu işe layık olup olmadığına bakılmadı ve bir de o işe layık olan ve işi hak eden kaç kişinin hakkı çiğnendi. Bu durumda enerji geldi ve o makamda tıkandı, akamıyor. Çünkü o makama layık olmayan kişi o makamın gerektirdiği işi yapamadığı gibi adaletsizlikle geldiği konumu korumak için bazı adaletsizliklere göz yummaktadır. Faraza, bu durumun bir ülkeyi kapladığını düşünsenize. Sistemi birçok noktada tıkayan ve kilitleyen bu görevlendirmeler neticesinde, devletin işi rast gider mi? Elbette çeşit çeşit zorlukların, krizlerin ve entrikaların sebebi, neticede bu kapalı enerjinin hasara yol açarak akmak istemesindendir. Sözünü ettiğim bu kapalı enerjinin mesela STK’ları da içine almış olduğunu düşünelim. Aslı, esası maneviyat, ahlak ve erdem gibi birçok değerin bayraktarlığını yapmak olan gönüllü kültür teşekkülleri de birçok ayak oyununa, makam kapmacalara ve otorite hırsızlığına sahne olmaz mı? Neticede biriken kapalı enerjiler de ne yazık ki bu yapıları, güven ve ilham veren kurumlar olmaktan çıkarmaz mı?Hulasa, şunu aklımızdan çıkarmamalıyız. Her hareket, her niyet ve duygu bir enerjiye karşılık gelmektedir. Bu enerjinin ölçü ve adaletle akmaması, onun kapalı hale gelmesine ve dolaşımda olamamasına yani tıkanmasına neden olur. Bu tıkanıklık, enerjinin doğasına uymadığı için hasar vererek akışını tamamlar. Her ölçüsüz ve adaletsiz eylem, bir gün bedeli ile karşılaşacağımız enerjidir. Âlemin aslının enerji olduğunu keşfeden insanın, bu enerjinin tâbi olduğu ilâhî yasaları da bilmesi gerekmektedir. Bunu fark etmeyen, dikkate almayan veya önemsemeyen her insan, âlemden “red” cevabı alacaktır.Rabbimiz, hakkı hak bilip ittiba etmeyi, batılı batıl bilip ictinab etmeyi ve adalet ve ölçünün hakkını verebilmeyi ihsan eylesin. Âmin Es’selam Men’ittebea’l Hüda
Bir gün beyleri Sultan (Gazneli) Mahmut’a: “Ayaz denilen bu hizmetçinin ne marifeti var ki, sen ona otuz kişinin ücreti kadar ücret ödüyorsun” dediler. Sultan Mahmut bu soruya o sırada karşılık vermedi. Birkaç gün sonra beylerini alarak ava çıktı. Giderlerken uzaktan bir kervanın geçmekte olduğunu gördüler. Sultan Mahmut beylerden birine: “Git sor bakalım, bu kervan nereden geliyor.” dedi. Bey atını sürerek gitti. Bir süre sonra geriye döndü: “Efendim kervan Rey şehrinden geliyor dedi.”Sultan Mahmut: “Peki, nereye gidiyormuş.” diye sorunca bey susup kaldı. Bunun üzerine hükümdar başka birini gönderdi, o da gidip geldi: “Efendim Yemen’e gidiyormuş” dedi. Padişah: “Yükü neymiş.” deyince o da susup kaldı.Bu defa padişah bir başka beye: “Sen de git yükünü öğren” dedi. Bey gitti, geldi: “Her cins mal var, fakat çoğu Rey kâseleri” dedi. Padişah: “Peki kervan Rey’den ne zaman çıkmış” diye sorunca, bey susup kaldı, cevap veremedi. Padişah böylece tam otuz beyi gönderdi, otuzu da istenen bilgileri tam olarak getiremediler.Padişah son olarak Ayaz’ı çağırdı: “Ayaz, dedi, git bak bakalım şu kervan nereden geliyor.” Ayaz saygıyla padişahın huzurunda eğilerek konuşmaya başladı: “Efendim, kervan görünür görünmez sizin merak ederek, soracağınızı tahmin ettiğimden gidip gerekenleri öğrendim. Kervan Rey’den geliyor Yemen’e gidiyor. Yükü şudur, şu kadar at, şu kadar deve, şu kadar katırdan oluşuyor. Kervanda şu kadar insan var, onlardan şu kadarı silahlı…” diye başlayarak kervan hakkındaki bilgileri en küçük ayrıntıya varıncaya kadar anlattı. Bütün bunları beyler ağzı açık dinliyorlardı. Böylece Ayaz tek başına otuz beyin edinemediği bilgiyi edinmiş, başaramadığı işi başarmıştı.Padişah beylerine döndü:“Sadık adamım Ayaz’a neden otuz kişinin ücretine denk para verdiğimi anladınız mı? Görüyorsunuz ki bu bile, onun hizmetine karşı az geliyor, dedi. Böylece Ayaz’ı çekemeyerek aleyhinde konuşan beyler utandılar, yaptıklarına pişman oldular.
Bir adam telaşlı bir şekilde Mescid-i Nebevî’ye girdi ve gür sesiyle Peygamberimize “Ey Allah’ın Resulü, kıyamet ne zaman kopacak?” diye sordu. Ashâb-ı kiram, ona susmasını işaret ettiyse de o, aynı soruyu sesini alçaltmadan üç defa tekrarladı. Resul-i Ekrem (sav), önce namazı kıldırdı, sonra da “Kıyametin ne zaman kopacağını soran kişi nerede?” diye sordu. Adam, “Benim, Ya Resûlallah” diye cevap verdi. Peygamberimiz, şu sarsıcı soruyu sordu: “Peki sen kıyamet için ne hazırladın?”Soruyu soran kişi bu defa “Benim çok fazla amelim yok. Fakat ben, Allah ve Resul’ünü gerçekten çok seviyorum” deyince, Peygamberimiz (sav) şöyle buyurdu: “Kişi sevdiğiyle beraberdir, sen de sevdiğinle beraber olacaksın.”1Bugün hutbede tekrar duydum bu hadis-i şerifteki o sarsıcı suali ve birkaç açıdan sarsıldım.Öncelikle, hakikat şu ki ömür bir sermayedir ve hızla tükenip gidiyor. Ve ben de bu sorunun muhatabıyım: “Peki ben kıyamet için ne hazırladım?”Tam burada bahsi geçen gerçeğe yol bulan şu hikâyeyi hatırladım. Adam çarşıda ava avaz bağırıyordu, “Sermayesi eriyip giden şu adama yardım edecek kimse yok mu?” diye… Zira adam buz satıyordu, hava sıcaktı ve buzlar eriyordu. O da telaşla sermayesini nakde döndürme derdindeydi.Bunu gören Cüneyd-i Bağdadi Hazretleri, yere çöktü ve başını iki elinin arasına alıp kalakaldı. Etrafındakiler ne olduğunu sorduğunda, dikkatleri buz satan adama çevirdi ve şöyle dedi:Şu buz satan adamın sözleri beni sarstı. Bütün dengemi bozdu. Bakın! Elindeki sermaye sıcak karşısında eriyip gidiyor ve o da sermayesini değerlendirme telaşıyla koşuşturup bağırıp çağırıyor. Yaz biz? Bizim sermayemiz de ömrümüz değil mi? Zaman karşısında hızla tükenip gitmiyor mu? Peki, biz ne yapıyoruz? Sermayemiz hakkında şu adamın telaşının kaçta kaçı hangimizde var?Alın size sarsıcı bir soru daha!İkinci olarak, sorulan soru sarstı beni. Kıyamet ne zaman kopacak? Ve verilmesi gereken cevap! Şu açıdan sarsıcı: Her soru sadece karşıdakinden gelen cevaba matuf değildir. Cevabın öznesi her zaman karşı taraf değildir; bilakis çoğu zaman sorandır. Birisine “Nasılsınız?” demenin bile edebinden bahsedilmiştir. Alacağın cevap karşısında sana düşeni yapabilecek olup olmamakla ilişkilendirilmiştir. Elbette bu, şehir hayatının ve modernitenin getirdiği soğuk ilişkiler moduna taşınmamalıdır.Fakat bir işçi patrona soruyorsa kendi yükümlülüğünün de farkında olmalı ki üzerine düşende açığa düşmesin. Aynısı patron için de geçerlidir; işçisine muhatap olduğunda öznesi olduğu konudan hariç tutmamalıdır kendisini/sorusunu/sorgusunu. Ve dahi milletten devlete, devletten millete her alanda geçerlidir sorma ve cevap ilişkisi.Zalimliğiyle meşhur olan Haccac evinden çıktığında bir kısım protestocularla karşılaşmıştı. Ellerindeki taşları birbirine vuran insanlar, “Hazret-i Ömer’in adaletini istiyoruz” diyorlardı. Buna mukabil Haccac, yerden iki taş aldı ve birbirine vurarak “Hazret-i Ömer’in halkını istiyorum” diye karşılık vermişti.Hadi şimdi öncelikle kendimize dönelim ve soruları önce kendimize soralım. Modern dünyanın kalplerimize taşıdığı haddini bilmez özgürlük ve eleştiri kültürünü önce kendimiz ve sınırlarımız için ortaya koyalım.Bunlara karşı mıyım? Hayır! Ölçüsü belli olacak şekilde hem insani hem de İslamidir, özgürlük de eleştiri de. Fakat burada sarsıcılık, her meseleden önce, önceliği kendimize/nefsimize verebilmek olmalıdır. Böylelikle her meselede çözüm daha kolay olacaktır. Mesela trafikte yanlış yaptınız ve size tepki gösteren adama siz mülayemetle karşılık verdiniz; problem çözüldü. Fakat aynı tonda karşı geldiniz, sonu nereye gider Allah bilir.Ve en baştaki hadisin sonunda geçen, şu kısa ömürde az ameline rağmen teraziyi dengeleyen ve nezd-i Peygamberîde karşılık bulan Allah ve Resulünü sevmek beyanı. Haydi, şu hadis-i şerifi hatırlayıp bitirelim ve kendimize gelelim.Ebû Hüreyre’nin naklettiğine göre, Resûlullah (sav) şöyle buyurmuştur: “İman etmedikçe cennete giremezsiniz, birbirinizi sevmedikçe de iman etmiş olmazsınız. Size, yaptığınız takdirde birbirinizi seveceğiniz bir iş göstereyim mi? Aranızda selâmı yayın.”2Selamünaleyküm!1- Buhârî, Edeb, 962- Müslim, İman, 93
Bir kapı bend ederse bin kapı eyler küşâd Hazret-i Allah’dır mâlik-i Fâtihu’l-ebvâb(Şemsî)Yollar ve KapılarBağ mıdır?Evet ve bu bağın daim açık olması beklenir. Sevdiğine kavuşmak için yola çıkan, yollarının açık olmasını istemez mi? Yahut kapıların yüzüne kapanmasını ister mi? Madden böyle olduğu gibi de manen de böyledir. Dünya ve ahiret arasındaki menzilde yollarımız açık, kapılarımız açık ve aralık olmalıdır. Ki fani âlemde hapsolunmayalım. Beka güzergâhına yol alalım, geçiş yapalım. Yani ibka… Elbette, yol gidene, kapı bekleyene elzem olan ise rehberdir, anahtardır. Beşerin ortalama 60-70 çeken ömür yolunun her bir adımının selametle alınması, kapıların geçit vermesi için rehber, yolların sahibinin gönderdiği Muhammed Mustafa Aleyhisselatü Vesselam’dır. Kapıları açan anahtar ise onun sünnet-i seniyesidir.Rabbimizi bize tarif eden Seyyid-i Kâinatı kabul et ve onun iki emanetinden olan sünnetini omuzuna al; o vakit Rabbi Rahimimize vasıl edecek, âlemler sayısınca açık yol ve kapı bulunacaktır. Bak!Kâinat kitabının sahifelerini oku! Yerde gökte yaptığın her okumayla ona doğru yol içinde yola çıkıyorsun. Hususen hayvanat ve nebatat âleminde yaptığın tefekkür, fikrini tenvir edip aklını ve kalbini ona bağlıyor. Yeri geliyor tevhide yeri geliyor haşre deliller buluyorsun. Mürur-ı zamanla değişen ayinelerde hep O’nun cemalini müşahede ediyorsun. İnsanı oku! Aynı yola çıkıyorsun, bir kez de beşer âleminden kapıları çalıyorsun. Mabud-u Bilhakk’ın En Hâlis Abdi’nin (sav) talimiyle O’nun dergahında kulluk şuuruyla adımlarını atıyorsun. Namazın adedince hatta hakikat-i namaz adedince kapılar önüne açılıyor. Orucun adedince hakikat-i oruç adedince… Fakr ve acz lisanıyla, dualar adedince kapılar… Sevilen, makbul zatın diliyle, Habibullahın (sav) diliyle kapıların nasıl da ardına kadar açıldığını görüyorsun. Kâinat ve insan ile alakadar ilimlerin sadece birinden değil, bininden O’nun esma ve sıfatlarını ders alıyor, imanının kuvvetiyle kapıların açıldığına sen de şahit oluyorsun. Bir şartla… Zerreden şemse her şeye O zatın nazarı ve niyetiyle bakmakla. O vakit mevcudat adedince yollardan, kapılardan her ân-ı seyyale huzur-ı İlahiye durursun.Cehaletin En Büyük ŞahidiHiç düşündük mü semadaki kocaman yıldızları nutka getirerek onlara, “Kör olası dinsiz gözü, görmez oldu yüzümüzü, hem işitmez sözümüzü. Hak söyleyen ayetleriz biz.” dedirten nedir?Koca küreler böyle sitem edecek de diğer mevcudat etmeyecek mi? Küre-i arz, denizler, nehirler, dağlar ve sahralar, eşcar ve nebatat âlemi dile gelmeyecek mi? Hadsiz mucizeler gösteren enbiya konuşmayacak mı? Bütün şeytanlar toplansalar, karşısına hiçbir cihetle çıkamayacakları bir şehadet olan Muhammed-i Arabi Aleyhissalatü Vesselam sormayacak mı?Âlemin tabakaları adedince açık yollar ve kapılar varken, “Her kapı kapalıydı. Yollar izin vermedi.” bahanesine mi sığınılacak? İnkâr ve tevil!... Akılların gözlere inmesi!... Cehaletin ta kendisi!... “Kendisine bir basit yolun kapanmasıyla bütün yolların kapandığını tevehhüm etmek.”Fırsat: MarifetAslında zikrettiğimiz bahis insanın kendi hayatında müspet yönde değişmesi için büyük ehemmiyet taşımaktadır. Zira biliriz ki küçük bir sadakanın büyük bir belayı defetmekle kader üzerindeki tesiri vardır. Öyle de bazı hassas tercihler ve temayüller halimizde değişime yön verir. Bu değişimin Peygamberimizin ahsen-i hâli isteyen duası yönünde gerçekleşmesini istiyorsak bazı çıkarımları doğru yapabilmek gerekiyor:Evvela, Cenab-ı Hak ile sağlam bir bağımızın kurulması lazımdır. Sonra, O’na (cc.) ulaştıran yollar ve kapılar çoktur.Sonra, yolları ve kapıları açacak rehberimiz ve anahtarımız bellidir.Sonra, kâinat ve insan üzerindeki tefekkür bizi Rabbimize kuvvetli bir imanla bağlayacaktır.Nihayetinde, elde edilen bu marifetullah ile her an teyakkuzda olunacak, halet-i ruhiyenin menfi tesirlere kapılmasının ve cehaletin önü alınacaktır.Zira…Son maddede kendini bulan “sakınma”yı anlatmak için Mevlânâ Hazretlerinin Mesnevisinde anlattığı “Ambar” misali ehemmiyetlidir. Ambarın bir türlü dolmayışı açık kalan delikler sebebiyledir. Önce deliklerdeki hırsız fareye çare bulunmalıdır. Öyle de her bir günaha sokmakla kalbimizde siyahlandırma yapan ve halimizdeki güzellikleri ve parlaklıkları çalan şeytana karşı siperimiz Rehber-i Mutlak’ın (sav) sünnet-i seniyesine ittiba ile elde ettiğimiz tefekkürî huzurla gelen marifettir.Âmin!يَا مُحَوِّلَ الْحَوْلِ وَالْاَحْوَالِ حَوِّلْ حَالَنَٓا الٰٓى اَحْسَنِ الْحَالِ “Ey hep halleri döndüren Rabbimiz, bizim halimizi en güzel hale döndür.”
“Sabrın mükâfatı zafer, atâletin mücâzâtı sefâlettir. Sa’yin sevabı servet, sebatın mükâfâtı galebedir.”1İnsan musibetlere, hastalıklara karşı sabreder, sevap kazanır. İbadete devamlılık konusunda sebat eder, dünyada ve ahirette kazançlı çıkar. Haramlardan yüz çevirmek suretiyle günah işlememek için sabreder, takva mertebesine erişir. Böylece nefis ve şeytana karşı giriştiği büyük savaşta galip gelmiş olur. Şu imtihan dünyasında yaşayan insanların bir kısmı için zafer, cehennem ateşinden kurtulmaktır. Bir kısmı yalnız cenneti düşünür. Bir kısmı saadet-i ebediyeyi arzu eder. Bir kısmı yalnız rızâ-yı İlâhîyi ricâ eder. Bir kısmı rü’yet-i İlâhiyeyi gaye-i emel bilir.2 Demek manevî zaferler türlü türlüdür. Her konuda ümmetine örnek olan Peygamber Efendimiz (sav) insanları İslam’a davette büyük bir sabır, sebat ve kararlılık göstermiştir. Öyle ki müşrikler, davasından vazgeçirmek için amcası Ebû Tâlib’i Peygamberimiz (sav)’e gönderdiklerinde Resûlullah (sav), hak davasından asla geri adım atmamış, azim ve kararlılığını şu sözlerle ifade etmiştir: “Allah’a yemin olsun ki sağ elime güneşi, sol elime de ayı koysalar, Allah dinini güçlendirinceye veya bu yolda canımı verinceye kadar davamdan asla vazgeçmeyeceğim.”3Peygamber Efendimiz (sav) gibi son derece metanet, cesaret ve sabırla birlikte dua silahını kuşanan Ashâb-ı Kirâm (ra) İslam nurunun cihana yayılması için büyük bir gayret göstermiştir. Sevgili Peygamberimiz (sav)’in vefatından beş yıl sonra Kudüs’ü zulmün esaretinden kurtarıp dârusselâm, barış ve esenlik yurdu kılmışlardır. Yedi yıl sonra da Diyarbakır surlarına İslam sancağını dikerek Anadolu’ya İslam güneşinin doğmasına vesile olmuşlardır.Kahraman milletimiz İslam’la şereflendikten sonra yüz yıllar boyunca İslam’ın bayraktarlığını yapmıştır. Şanlı ecdadımız, bu kutlu dava uğrunda yılmadan ve yıkılmadan büyük bir sa’y ve gayretle seferden sefere, zaferden zafere koşmuştur. Allah’ın izni ve inayetiyle Malazgirt’te destan yazmıştır. Sultan Alpaslan ve ordusu Anadolu’nun kapılarını bir daha hiç kapanmamak üzere İslam’a açmıştır. Sultan Mehmet ve askerleri aşılmaz denen surları aşıp İstanbul’u fethetmiştir. Böylece Sevgili Peygamberimiz (sav)’in “İstanbul mutlaka fethedilecektir. Onu fetheden komutan ne güzel komutan, onu fetheden ordu ne güzel ordudur.”4 müjdesine nâil olmuştur. Günümüzde başta Filistin, Gazze olmak üzere tüm mazlumların zafere ulaşıp aziz olacağını, işgalci zalim siyonistlerin mağlup olup zelil kılınacağını rahmet-i ilahîyeden bekliyoruz. Özellikle Peygamber Efendimizin (sav) şu gaybî, müjdeli ihbarını nazar-ı dikkatinize arz ediyoruz: “Gece ve gündüzün ulaştığı her yere İslam ulaşacaktır. Allah, ister kerpiçten isterse deve kılından yapılsın İslam’ın girmediği hiçbir ev bırakmayacaktır. Bu, kimi için izzet, kimi içinse zillet olacaktır. Allah, İslam’ı aziz eyleyecek, küfrü ise zelil kılacaktır.”51- Mektubât-2, s. 505.2- Zülfikar, s. 105.3- İbn Hişâm, Sîret, I, 101.4- İbn Hanbel, IV, 335.5- İbn Hanbel, IV, 104.
Halim insan günahla sınanmış, tabir-i caizse feleğin çemberinden geçmiş, nefsini o hususta terbiye etmiş kimsedir. Böylece imtihanın zorluğunu tecrübe ettiğinden hilm kazanmış, halim olmuştur. Platon, “Nazik olun, çünkü karşılaştığınız herkes farkında olmadığınız zorluklarla boğuşuyor.” der. Fernando Pessoa ekler, “Kimseyle alay etme, asla kimseyi küçük düşürme, kalbinin en ücra köşesinde bile yapma bunu. İnsan yaşamı alaya alınmayacak kadar hüzünlü ve ciddidir.”Mevlânâ Hazretleri de “Kimseyi kınama! Günahından haberin olabilir, ama tevbesinden haberin olmaz.” der. Bu nasihatleri çoğaltmak mümkün. Fakat bu konuda hemen şu hadisleri zikredebiliriz: “Hoş gör ki, hoş görülesin.” (İbn Hanbel), “Müslüman kardeşini hor görmesi kişiye şer olarak yeter.” (Müslim, Birr, 32)Bu hadisler insanoğlunun kerim yaratıldığı için saygı ve tevazu ile muameleyi hak ettiğini ifade eder.Evet, insan Cennete layık ve Cennet için yaratıldığından kerim bir fıtrattadır. Her şeyin en iyisine, en şerefli bir surette talip olur. Eşref-i mahlûkattır. Ulvi hisler ve bir vicdan taşır. Yüce fikirler edinmeye kabiliyeti vardır. Farkında olsun ya da olmasın izzet ve vakar ister, aşağılık ve rezilliğe razı olmaz. Hor ve hakir görülmek istemez. İşte tam da bu sebeplerdendir ki insanlarla olan münasebetlerde, hususan ailemiz ve Müslüman kardeşlerimizle olan muaşeretimizde halim ve mütevazı olmak elzemdir. Yanlış anlaşılmasın, halim olmak her şeyi mübah gören ve “mühim olan kalp temizliği” gibi cerbezeli sözlerle su-i ahlak ve kötü davranışları temize çıkarmaya çalışmak değildir. Gerçek hilm, “Tökezlemeyen halim olmaz, tecrübe edinmeyen hakim olmaz.” (Edebü’l Müfred) hadisinin tarif ettiği gibi, bir günah ya da fitneyle imtihan olunup “Kim de (kıyâmet günü) Rabbisinin makamından (huzurunda durmaktan) korkmuş ve nefsi(ni), (kötü) arzulardan men etmişse, artık şübhesiz (o kimse için) varılacak olan yer, ancak Cennettir!” (Nâzi’ât, 40-41) ayetlerine iman ve istikametle tutunarak o imtihanı alnının akıyla geçmiş kimsedir. Ya da kusurunu görmüş, itiraf etmiş, samimi ve halis, vefalı ve nasuh bir tevbe ile o imtihanı atlatmış kişidir. Mevlânâ Hazretlerinin, “Sınanmadığın günahın masumu değilsin!” sözü bu hakikate atıf yapar. Demek ki halim insan günahla sınanmış, tabir-i caizse feleğin çemberinden geçmiş, nefsini o hususta terbiye etmiş kimsedir. Böylece imtihanın zorluğunu tecrübe ettiğinden hilm kazanmış, halim olmuştur. Gerçek halim, aşırı hoş görülü ya da lakaytlıktan umursamaz kimse değil, dünya imtihanında çeşitli bela, musibet, fitne ve günahlarla imtihan olunmuş, tecrübe edilmiş ve bunlardan başarıyla geçmiş kimsedir. Bu güçlükleri tattığından, tecrübe ettiğinden bu tür hadiselerle karşılaştığında halden anlar ve mütevazı bir tepki verir. Günahkâr ve kusurluları doğru yola sevk eder, Allah hakkında hüsn-ü zan etmelerine vesile olur, tevbe etmeleri ve hidayetleri için yardım eder. Gerçek halim, günahkâr ve yanlış yapanlara Rahmani tepki veren, halis tutum geliştiren kişidir. “Çünki İbrâhim gerçekten yumuşak huylu, çok içli (çok âh eden, inleyen), kendisini tamamen Allah’a vermiş bir kimse idi.” (Hûd, 75) ayetinin ifadesinden anlamalıyız ki Hazret-i İbrahim hayatı boyunca kadın, zulüm, zenginlik, fakirlik, evlat, küfür, nifak gibi pek çok imtihandan, “Allah bana yeter, O ne güzel vekildir.” diyerek Hanif ve Halil bir kullukla geçmiş, edindiği tecrübeler, sınandığı imtihanlar neticesinde halim ve munib bir kul olmuştur.Cenab-ı Hak bizlere Kur’ânî ve Muhammedî, razı olduğu ve sevdiği bir hilm ve tevazu ihsan etsin. “Çünki İbrâhim gerçekten yumuşak huylu, çok içli (çok âh eden, inleyen), kendisini tamamen Allah’a vermiş bir kimse idi.” (Hûd, 75) ayetine ve “Cehenneme kimin girmeyeceğini veya cehennemin kimi yakmayacağını size haber vereyim mi? Cana yakın olan, herkesle iyi geçinen, yumuşak başlı olup insanlara kolaylık gösteren kimseleri cehennem yakmaz.” (Tirmizî, Kıyamet, 45) hadisine bizleri mazhar ve mâsadak eylesin. Âmin.
Yüce dinimizin çok hayranlık veren hususiyetlerinden biri de şudur: Bir hedef göstermişse veya bir müjde getirmişse, veyahut manevi bir makam ve mertebeye dikkat çekmişse; o hedeflere, o müjdelere, o makam ve mertebelere açılan çok kapılar göstermiş, o hedeflere varan pek çok yollara irşad etmiştir. Mesela şehitlik mertebesi, her mümin ve Müslümanın erişmek için can attığı çok büyük bir manevi makam ve mertebedir. Eğer bu mertebeye erişmek için bildiğimiz meşhur manadaki şehitlik yolundan başka yol ve çareler olmasaydı, çok az kişiye müyesser olurdu. Ama muazzez dinimiz, o mertebeye eriştirecek öyle çok kapılar açmış ki, isteyen her mümin bir şekilde o müjdeye nail olabilir.Taberanîde geçen bir hadis mealen şöyledir: “Günde yirmi defa ölümü hatırlayan kimse, şehit olarak ruhunu teslim etmiş olur.” Bu Hadis-i Şerif’in verdiği müjde ile buluşabilmek için Hadis-i Şerifi biraz irdelemeye ihtiyaç var gözüküyor. Bir kere ölümü hatırlamak, kuru kuruya bir hatırlama olmamalı; ahiret adına meyve verdiren ve güzel neticelere kanatlandıran bir hatırlama olmalı. Şöyle ki: Mesela ölümü hatırlayıp, ibadete yönelme hengamında arız olabilen tembelliği bertaraf etmeli; tam bir istek ve iştiyakla ibadete başlama dinamizmini tedarik etmeye çalışmalı. Ölümü hatırlamalı! Hayır hasenat için kesenin ağzını açma aşamasında şeytanın ard arda gelen engelleme taarruzlarını boşa çıkartarak, aklın ve şartların iktizasına göre belirlenen miktarı verme gücünü ve cesaretini elde etmenin gayreti içinde olmalı. Yani ölümü hatırlamak, ibadet esnasında gönül dünyamıza arız olan hatıralar akınını durdurmaya ve gelecek cihetinden gelen mevhum endişe dalgalarının hücumunu boşa çıkartarak ibadette huzur ve huşû halini yakalamaya vesile olmalı. Dini hayatımızın selameti açısından büyük önem taşıyan yeme-içme fiilini disipline ederek, bildiklerimizi alışkanlıklarımıza galip getirmek suretiyle boğaza hakimiyet sağlamak gibi büyük bir başarıya imza atmakta da yine ölümü ve sonrasını hatırlamanın büyük önemi vardır. Gıybet ve benzeri kolay işlenen ağır veballi günahlardan geri durmada, keza haram ve günah kapsamına giren bütün hainane bakışlardan korunmada da ölümü hatırlamanın imdadına büyük ihtiyaç vardır. Her insanın çokça günaha düşmesine sebep olan zaaf noktaları vardır. İnsan kendini bilir. Zaaf noktalarına odaklanarak kötülüklerden sakınmak için ölümü hatırlamak son derece etkilidir. Bu misalleri çoğaltabiliriz. Ama bir fikir ve kanaat vermek açısından bu kadarını yeterli görüyoruz. Ölümü hatırlamak nasıl olmalı? Her şeyden önce şu hususu, daima hatırda hazır bulundurmalıdır. Ölümden sonra başlayan sonsuz hayata göre şu dünya hayatı -bir büyüğümüzün ifadesiyle- “denize göre bir damla serap” gibidir. İşte ölümden sonra başlayan böylesine uzun ve sonsuz hayatın bir tarafında mükafat yeri olan Cennet var ki ayet-i kerimede şöyle tanımlanıyor: “Orada onlara, (ehl-i cennete) canlarının çektiği her şey vardır; istedikleri şeyde kendilerine (hiç bekletilmeden) hemen verilecektir.” (Fussilet Sûresi, 32) Hadis-i Kudside de şöyle buyurulmaktadır: “Ben azîmüşşa’n, salih kullarım için hiçbir gözün görmediği, hiçbir kulağın işitmediği, hiçbir aklın hayal edemediği muhteşem nimetler hazırladım.” (Hadislerle İslam, c. 7, s. 699) Ehl-i keşfin tespitine göre: “Cennetin bir saati, dünyanın bin sene mesudane hayatından üstündür. Allah’ı bir saat görmenin saadeti de Cennetin bin senesinden üstündür.” Cennetten mahrumiyet ise, tarif ve tasvirinden kelimelerin yetersiz kaldığı dehşetengiz acılara, ızdıraplara ve azaplara mahkûmiyet demektir. İmam Gazali’nin dediği gibi, “Cennetten mahrumiyet ve Cehenneme mahkûmiyet birbirinden dehşetli iki felaket; ama cehenneme muzdar kılınmış olmak daha korkunç bir musibettir.”İşte açıklamaya çalıştığımız keyfiyet dairesinde ölümü ve sonrasını sık sık hatırlamak suretiyle nefsani istekleri geri çevire çevire yaşamak, keza aklın ve şeriatın işaret ettiği iyilik ve ibadet yolunda engellere takılmadan kararlı bir şekilde hayata devam etmek kişiyi, melekler gibi tertemiz bir hayata, böyle nezih (temiz) bir yaşayış da insanı, manevi şehitlik mertebesine taşıyacaktır, inşallah. Allah dostlarından hikemî bir sözle bitirelim. “Cehennemi hatırlayarak uykumu kaçırıyorum; cenneti hatırlayarak da ibadete ve hayır hasenata karşı kendimi şevklendiriyorum.”
Bir gerçek karşımızda duruyor: Yeryüzünün her yerinde hayat var. En soğuk, en sıcak, en tuzlu, en asitli, en karanlık hulasa her yerinde ve mekânında… Nasıl yeryüzünün her yerinde toprağında, suyunda, buzunda, sıcağında, havalı/havasız yerinde, nurunda/karanlığında, en derin noktasında, en yukarı hava katmanında “Hay” isminin tecellisiyle çeşitli canlıların yaratılmış olduğunu görüyoruz, biliyoruz. Hem de dünya dediğimiz yapının her köşesinde dolu dolu… Öyle de mantıken uzaydaki gezegenler, yıldızlar, galaksiler ve boş gördüğümüz her yer de kendine münasip canlılarla doludur denilebilir. Hem de oranın şartlarına uygun yaratılmış canlılarla… Dinimizde bu varlık âleminde yaşayan canlılara “melâike ve ruhaniler” diyoruz. Dünyamız, yıldızlara ve bazı gezegenlere göre son derece küçüktür. Bunu bize bilim söylüyor. Mesela dünyamızı bir bilye büyüklüğünde kabul edersek bize en yakın yıldız olan güneş, bir milyon üç yüz bin tane bilyenin bir araya gelmesiyle oluşmuş bir yapıya tekabül etmektedir. Dünyamız böyle küçük olmasına rağmen her yeri hayatla doldurulmuş ve boş bırakılmamıştır. Bir tarafta ruhsuz fakat hayata sahip bitkiler, diğer tarafta ruhlu ve hayatı olan hayvanlar, ötede hem hayatı hem ruhu hem de şuuru olan insanlar ve cinler… Son ikisi şu yaşadığımız âlemin seyircisi… Her canlı bir vazife için geliyor, vazifesini yapıyor, sonra da yeni geleceklere yer açarak gidiyor. Dünya hanesi, bir taraftan dolduruluyor, bir taraftan da boşaltılıyor. Ta ki yeni gelenlere yer açılsın ve dünya şenlenmeye devam etsin. Şahit olduğumuz bu gerçekleri mantık süzgecinden geçirelim. Göreceğiz ki melaike ve ruhaniler, şu muhteşem burçları ve yıldızları barındıran gökyüzünü dolduran hayat sahibi, şuur sahibi canlılardır. Onlar da insanlar ve cinler gibi o âlemlerin seyircileridir. Kâinat kitabının insanların ve cinlerin okumaktan aciz kaldığı ulaşılmaz olan sahifelerini okurlar, anlarlar, incelerler, hayretle bakarlar. Kâinat içindeki devasa varlıklarından tut, atomun içinde gerçekleşen işlere kadar her işi, oluşu, duruşu, değişimi, ahengi, tekrarlanışı ve sönüşü seyrederler, şahitler olurlar. Allah’ın bin bir isminin idrakini tazimle İlahi huzurda sunarlar. Bizim idrakimizi, şükrümüzü, tazimimizi, imanımızı namazla gösterdiğimiz gibi. Şu kâinatın süslü, nakışlı ve sanatlı eserleri, bin bir ilahi ismin mesajlarını taşıyan güzellikleri süsleri boşuna yaratılmamıştır. Bunları tefekkür eden akıllar, güzel işlere hayretle bakan gözler, “Maşallah! Barekallah!” diyen diller, şuurlar, gözler, idrakler illaki olacaktır. Zira eğer böyle olmazsa hepsi manasız ve gayesiz kalacaktır. Ortada sanat varsa takdir eden ve beğenen ister. Bir hüsün/güzellik varsa bir âşık ister. Öyleyse, şu nihayetsiz güzel sanatlı yaratılışlar ve güzellikler, tazim edecek o alemlere uygun tahsin ve takdir edicilerin varlığını istiyor/gösteriyor. Bilim insanlarının ciltler dolusu kitaplarla dillendirdikleri evrendeki ve özellikle dünyamızdaki işleyiş, aslında işleteni anlatan, işleten hakkında fikir veren gerçeklerdir. En küçük âlem ile en büyük âlem arasında sıkışmış kalmış insanlık görebildikleri ve anlayabildikleri kadarıyla vakıf oluyor. İşin hakikatine nüfuz edebilseler, sanattan sanatkârı, güzellikten Yaratanın cemalini görebilseler o vakit Yüce Allah’ın isim ve sıfatları hakkında net ve doğru bilgi sahibi olabilirler. Görene ne mutlu! Çok şükür mutlu olduk! Ya bildiğimiz ama net göremediğimiz âlemler? Oralar da Yaratanımızı anlatmıyor mu? O’nun hakkında bilgiler vermiyor mu? Gözümüz ve elimiz yetişmese de birileri tarafından görülecek kadar güzel, harika ve mucize değiller mi? Bu mekânlarda tefekkür eden, eserden eser sahibine yönelen, O’na kulluk eden varlıklar neden olmasın? Hele ki biz insanlar ve bizim gibi şuur sahibi olan cinler, şu kâinat kadar geniş bir âlemin/mescidin her noktasında, iman şerefiyle kulluk yapamazlar. Demek, olmadığımız mekânlardaki bu nihayetsiz ve çok çeşitli ibadete, nihayetsiz melâike ve ruhani cinsleri lâzımdır ki şu büyük mescit âlemini saflarıyla doldurup şenlendirsinler. Koca uzay teleskopları merceklerinin ana hatlarıyla görebildiği, milyarlarca yıl önce ölmüş yıldızların ışıklarıdır. Anlaşılıyor ki bu oluş/akış/yıkılış gösterisi sadece bizim için değildir. Bütün bu yaratılış basamakları, tüm zamanlarda ve mekânlarda hayranlıkla bakan gözler, şuurla öven diller şahitliğinde gerçekleşiyor. Çünkü her vücut bulan oluş/akış/yıkılış, bizlere sonsuz bir kudret/ilim/irade sahibini anlatırken aynı zamanda her şeyin bir manası olduğunu ve boşu boşuna yaratılmadığını bildiriyor. Hem lisan-ı hâl ile diyor ki “Her bir basamağımın şahitlerinin şahitliğiyle mana kazanıyoruz.” Üstad Bediüzzaman Hazretlerinin güzel bir tespiti var: Hadis-i şerifte “Ehl-i Cennet ruhları, berzah âleminde yeşil kuşların iç boşluklarına girerler ve Cennette gezerler.” diye vardır. Bu Cennet kuşlarının ismi “Tuyurun Hudrun”dur. Bu Cennet kuşlarından tut, tâ sineklere kadar, bir cins ruhların tayyareleridir/uçaklarıdır. Onlar, emr-i Hakla girerler, o hayatlı cesetlerdeki göz, kulak gibi duygularla, madde âlemini seyredip yaratılış mucizelerini seyrediyorlar. “Subhanellah, Allah-u Ekber, Elhamdülillah!” gibi hususi tespihleriyle Yüce Yaratıcının kusursuzluğu ilan ediyorlar. Elbette, insanların ve cinlerin ulaşamadıkları âlemlerin her noktasında, her dairesinde, melâikeler ve ruhanilerden birer taife, birer ibadetle vazifeli olarak bulunurlar. Bazı hadislerin işaret etmesiyle denilebilir ki bir kısım gezegenler ve yıldızlardan tut, ta yağmur katrelerine/damlalarına kadar, bir kısım meleklerin gemisi ve binekleridirler. O melekler, bu gezegenlere Allah’ın izni ile binerler, şahit olduğumuz âlemi gezerler. Uzaklardaki İlahi sanatları, kusursuz eserleri, yaratanın isim ve sıfatlarını övgüyle dile getirirler. Hayranlıklarını tazimle, temsille yaratılmışların ve Yaradanın huzurunda ilan ederler. Adeta fuarda bir ürünün tanıtılması gibi… Madem bütün duyularımızla fark ettiğimiz ve şahit olduğumuz ve hatta içinde olduğumuz, kâinatın da hayatla dolu olduğu gerçeğiyle karşı karşıyayız. Hem madem kâinatın yaratılış hikmeti/günümüz ifadesiyle amacı ve nedeni, Allah’ın kendisini bizlere meleklere ve cinler hatta ruhanilere de tanıtmak, bildirmek ve sevdirmektir. (Tarih boyu yazılanları, çizilenleri bir tarafa koyalım! Günümüzdeki bilimsel çalışmalar bizi -ister mikroskopla ister teleskopla olsun, ister kimya boyutuyla olsun, ister mekanik açıdan, ister teknolojik gelişmeler boyutundan olsun- kendisini yaptıklarıyla anlatan Zata götürüyor. Bu hikmet ve gaye açıktır.) O vakit, medeniyet basamaklarında ilerleyebilmemiz de O’nun yarattıklarını, kanunlarını, işlerini anladığımız oranda o kudrete el vermekle olacaktır.Bilgisayar elektriğe göre daha elle tutulur ve görülür bir maddedir. Bilgisayar yazılımı ise elektriğe göre daha soyuttur. Elektrik yazılıma göre daha elle tutulur ve gözle görülürdür. Bununla birlikte (ruh gibi olan) yazılımın varlığı ancak bilgisayarın ve elektriğin varlığı ile anlaşılabilir. Şimdi, “toprak-su / hayat-ruh” ilişkisine bakalım: Toprak ve suyun hayatla bezenmesi, maddenin ruhla sarmalanması ile mümkündür. Zira ruhla münasebeti pek az olan topraktan ve hem hayatla münasebeti pek zayıf olan sudan devamlı olarak hayatı yaratan Allah, elbette ruha çok lâyık ve hayata çok münasip nur denizinden (nur, hayat ve ruhtan müteşekkil şuurlu varlıkları) ve hatta karanlıktan (karanlık, hayat ve ruhtan müteşekkil şuurlu varlıkları), havadan (hava, hayat ve ruhtan müteşekkil şuurlu varlıkları), elektrikten (elektrik, hayat ve ruhtan müteşekkil şuurlu varlıkları), manalardan (mana, hayat ve ruhtan müteşekkil şuurlu varlıkları), kelimelerden (karanlık, hayat ve ruhtan müteşekkil şuurlu varlıkları) yaratır. Hayvanların ve bitkilerin hatta tek hücreli canlıların bile pek çok çeşitleri olduğu gibi pek çok çeşidi bulunan ruhanîleri, ruha uygun maddelerden yaratır. Onların bir kısmı melâike, bir kısmı da ruhanî ve cinlerdir. Yeryüzündeki türler gibi bunların pek çok çeşidi vardır. Neticede…Yeryüzünün her noktasını hayatla süsleyen, güzelleştiren iradenin, tıpkı denizin balığa nispeti gibi, ruhlara uygun olan ve bize görünmeyen âlemleri ve mana âlemini ruhanilerle doldurması gerekir. Bu âlemlerdeki ahenkli işleyişin sahibi, bu âlemlerin sakinlerini bize şöyle tarif ediyor: “Melâike emre muhalefet etmezler. Ne emir olunsa onu yaparlar.” Melâike, nurani nazik varlıklardır. Gök cisimlerinin her biri, yeryüzündeki her bir varlık onların birer mescidi, birer mabedi hükmündedirler. O varlıklar üzerinde huzur-u İlahide kıyam ederler. Zira her şey bir gayeye göre yaratılmış, hiçbir şeyin boşuna yaratılmamıştır.İki ayetin dürbünüyle bu hakikate bakalım, görelim, anlayalım: “Rabbimiz! (Sen) bunları boş yere yaratmadın; Sen (bundan) münezzehsin, artık bizi ateşin azabından muhafaza eyle!” (Â-i İmran, 119), “Melekler ve Ruh (Cebrail), onda (o gecede) Rablerinin izniyle her bir iş için peyderpey iner(ler).” (Kadir, 4)
Peygamber Efendimiz (sav) şöyle buyuruyor:“Namaza duran iki kişi görürsünüz, rükûları ve secdeleri aynıdır; ama ikisinin namazı arasında yerle gök arası kadar fark vardır.” (Gazzâlî, İhyâu Ulûmi’d-Dîn, c. 1, s. 287)Her gün namazlarımızda ve sair dualarımızda onlarca defa okuduğumuz Fatiha suresinin anlamını ve önemini ne kadar biliyoruz? Resûlullah (sav) şöyle buyurdu: “Allah Teâlâ ne Tevrat’ta ne de İncil’de Ümmü’l-Kur’ân olan Fâtiha gibi bir sûre indirmiştir. Seb‘u’l-Mesâni odur. Yüce Allah: ‘O, benim ile kulum arasında ikiye taksim edilmiştir. Kuluma da istediği verilecektir’ buyurmaktadır.” (Tirmizî, Tefsir 15, 4)“Ben namaz sûresi olan Fâtiha’ yı kendim ile kulum arasında yarı yarıya taksim ettim; yarısı benim, yarısı kulumundur. Kuluma istediğini veririm”. Peygamber Efendimiz devamını şöyle açıklıyor: Kul, ‘Hamd, Âlemlerin Rabbi Allah’a mahsustur’ deyince Allah da ‘Kulum bana hamdetti’ der. Kul ‘O, Rahmân ve Rahîmdir’ deyince Allah da ‘Kulum beni övdü’ der. Kul ‘O, hesap ve ceza gününün tek sahibidir’ deyince, Allah da ‘Kulum bana tazimde bulundu’ der. Ve buraya kadar benimdir. ‘Rabbimiz! Sadece Sana kulluk eder ve sadece Senden yardım isteriz’ kısmı kulumla benim aramdadır. Surenin sonu olan ‘Bizi sırat-ı müstakime eriştir. Kendilerine nimet verdiğin, gazaba uğramayan ve dalâlete düşmeyenlerin yoluna’ kısmı ise ‘Yalnız kuluma aittir ve kulumun istediği kendisine verilecektir’ buyurur.” (Müslim, Salât 38)Diğer bir rivayet de şöyledir: “Şüphesiz lanetli iblis dört defa sarsıla sarsıla inlemiştir: Lanete uğradığı zaman, cennetten kovulduğu zaman, Hz. Muhammed (sav) peygamber olarak gönderildiği zaman ve Fâtiha suresi indirildiği zaman.” (Kurtubî, el-Câmi‘, I, 109) Hz. Peygamber (asm)’in beyanına göre; “Fâtihayı okumayanın namazı olmaz.” (Müslim, Salat, 111)Elfazın manalarını bilmekle alakalı Bediüzzaman Hazretleri şu ifadeleri kullanıyor: “Elfâz okunurken manalarını düşünmek, belâgat mezhebinde vâcib olduğuna işarettir. Çünkü manalar düşünülürse, nâzil olduğu gibi okunur. Ve o okuyuş tabiatıyla, zevkiyle hitâba incirâr eder. Hatta (اِ يَّاكَ نَعْبُدُ )’yü okuyan adam, sanki (اُعْبُدْ رَبَّكَ كَاَنَّكَ تَرَاهُ) “Rabbine; sanki O’nu görüyormuş gibi ibadet et” (Buhari, c. 1, s. 27) cümlesindeki emre imtisâlen okuyor gibi olur.” (İşârâtü’l-İcâz, s. 17)Fatiha suresi, Kur’an’ın özeti olduğu için tefsiri çok geniştir. Bu itibarla tefsirini bilmeyi kastetmiyoruz. Ama namazda derinlik sağlamak için, en azından zahiri anlamını bilmekte çok büyük fayda olduğu muhakkaktır. Dinin direği namazdır. Namazın direği ise Fatiha’dır. Fatiha’nın anlamını, Risale-i Nur’da Üstad Bediüzzaman Hazretlerinin uzun uzun anlattığı yerleri kısaca ve aklımızda kalacak şekilde özetlemeye gayret edeceğiz. Rabbim istifadeye medar kılsın.اَ لْحَمْدُ لِلّٰهِ (Hamd Allah’a mahsustur): Aklımızda kalabilecek şekilde en kısa mânâ şudur: “Ne kadar hamd ve medih varsa, kimden gelse, kime karşı da olsa, ezelden ebede kadar bütün hamdler Allah’a hastır ve O’na lâyıktır.” (Mektubat, 277)رَبِّ الْعَالَمٖينَ (Alemlerin Rabbi): “Semâvatta binler âlem var; yıldızların her biri birer âlem olabilir. Yerde de her bir cins mahlûkât, birer âlemdir; hatta her bir insan dahi küçük bir âlemdir. Özetle; 18 bin alem de çokluktan kinayedir. Kâinatta milyonlar alemler vardır. “Rabbü’l-‘Âlemîn” tabiri ise, “Doğrudan doğruya her âlem, Cenab-ı Hakkın Rubûbiyetiyle idâre ve terbiye ve tedbîr edilir.” demektir ki namazda Rabbimizin, atomlardan yıldızlara kadar milyonlarca alemi nasıl terbiye ettiğini zihinden geçirmek namazda derinlik sağlar. اَلرَّحْمٰنِ الرَّحٖيمِ (Rahman ve Rahimdir): Kısacası rahmet manasınadır. Şu kâinatı yokluk aleminden çıkarıp şenlendiren bilbedâhe rahmettir. Bütün mahlukatın ihtiyacını gideren rahmettir. Bütün mevcudatı baş başa omuz omuza verdirip birbirinin ihtiyacına muavenet ettiren rahmettir. Ukbanın açılıp fani eşyanın beka bulması rahmettendir. İnsanlara ve hususan Müslümanlara gelen maddi manevi bütün izzetler, ikramlar, lütuflar, keremler; bizi ezeli ve ebedi olan Rabbimize dost ve muhatap yapan rahmettir. İşte namazımızda bu külli rahmeti zaman şeridi gibi zihnimizden geçirip rahmet sahibi Rahman-ı Rahim’imimize halisane şükretmek gerektir. (14. Lem’a’dan sadeleştirilerek alınmıştır.) مَالِكِ يَوْمِ الدّٖينِ (Din gününün sahibi): Bir önceki ayette Rabbimizin sonsuz rahmetine bir derece işaret edilmişti. Kıyamet ile saadet-i ebediyenin açılması en büyük rahmettir. Rahmetin rahmet olması ve nimetin nimet olması, ancak ve ancak haşir ve saadet-i ebediyenin açılmasına bağlıdır. Saadet-i ebediye olmazsa, en büyük nimetlerin bile hiçbir değeri kalmadığı gibi; akıl, ruh, şefkat, merhamet, muhabbet gibi en değerli nimetler ebedi ayrılık düşüncesiyle en büyük azap aletine dönüşürler. Rabbimiz, ahiret aleminin maliki olarak kendisini bizlere tanıtmakla ahiret alemini bizim için açacağına da işaret etmektedir. مَالِكِ يَوْمِ (Günün sahibi): Mahşerde esbâb-ı zâhiriyenin ref‘iyle, her şeyin şeffaf parlak iç yüzüyle tecellî edip, Sâni‘in, Hâlik’ın vasıtasız görüleceğine işarettir. الدّٖينِ (Din): Din kelimesinden maksad ya cezâdır, çünkü o gün hayır ve şerlere cezâ (karşılık) verilecek bir gündür. Veya hakaik-i dîniyedir. Çünkü dinimizin bildirdiği hakikatler o gün tam manasıyla meydana çıkar. (İşârâtü’l-İcâz, 16) اِ يَّاكَ نَعْبُدُ وَ اِ يَّاكَ نَسْتَعٖينُ (Yalnız Sana ibadet ederiz ve yalnız Senden yardım dileriz): Bu ayette, birinci tekil sığası değil de birinci çoğul sığasının نَعْبُدُ (ibadet ederiz) kullanılması şu üç taifeye işarettir: Birincisi: İnsanın vücudundaki bütün a‘zâ (organlar) ve zerrâta (atomlar, hücreler...) râci‘dir ki, bu itibarla şükr-i örfîyi edâ etmiş olur. Yani ibadet ederiz derken vücudumuzdaki bütün el, ayak, göz kulak gibi bütün azalarımızı ve azalarımızı meydana getiren atomları ve hücreleri kastederiz ki bir insan vücudunda ortalama 100 trilyon hücre vardır ve her hücrede 100 trilyon atom vardır. Hepsi birden Allah’a ibadet ederler. İkincisi: Bütün ehl-i tevhidin cemaatlerine aittir. Yani “yalnız Sana ibadet ederiz” derken yeryüzündeki kıbleye yönelip ibadet eden bütün müminleri kastederiz. Bu cihetle şeriata itaat etmiş oluruz. Üçüncüsü: Kâinatın ihtiva ettiği (bütün) mevcudata işarettir.(وَ اِنْ مِنْ شَيْءٍ اِلَّا يُسَبِّحُ بِحَمْدِهٖ) “Kainatta hiçbir şey yoktur ki Allah’ı tesbih etmesin, O’na hamd etmesin” (İsra, 44) sırrınca her şey Allah’a ibadet eder. Biz de namazımızda, kainattaki bütün varlıkların ibadetlerini niyet ederiz. Bu itibarla, şeriat-ı fıtriye-i kübrâya tâbi olarak hayret ve muhabbetle kudret ve azametin arşı altında sâcid ve âbid olmuş oluruz. (İşârâtü’l-İcaz, 17,18)اِهْدِنَا (Bize hidayet eyle): Bir mümin ( اِهْدِنَا ) ile namazında Rabbinden çok şeyler isteyebilir: Meselâ, bir mümin hidâyeti ister, zengin olan isterse ziyadesini ister, fakir olan isterse zenginliği ister, zayıf olan isterse iâne ve tevfîk ister ve hakeza... Enfüsî ve afaki Peygamberimizin istediği bütün iyilikler ve güzellikler istenebilir. Ama En büyük hidâyet, hicabın kaldırılmasıyla hakkı hak, bâtılı bâtıl bilmektir. (İşârâtü’l-İcâz, 19)الصِّرَاطَ الْمُسْتَقٖيمَ (Dosdoğru yol): Sırât-ı müstakim, şecâat, iffet, hikmetin mezcinden ve hulâsasından hâsıl olan adl ve adâlete işarettir. Şöyle ki: İnsan bedeninde iskân edilen ruhun yaşayabilmesi için üç kuvvet ihdâs edilmiştir. Bu kuvvetlerin birincisi, menfaatleri celb ve cezb için kuvve-i şeheviye; ikincisi, zararlı şeyleri def için kuvve-i gadabiye; üçüncüsü, fayda ve zararı, iyi ve kötüyü birbirinden ayırmak için kuvve-i akliyedir.Lâkin insandaki bu kuvvetlere şerîatça bir had ve bir nihâyet tayin edilmiş ise de, fıtraten tayin edilmemiş olduğundan, bu kuvvetlerin her birisi tefrît, vasat, ifrât namıyla üç mertebeye ayrılırlar. (İşârâtü’l-İcaz, 19) Bunların vasat mertebeleri olan şecâat, if fet, hikmeti istemek sıratı müstakimi istemektir. Sırât-ı müstakimden murad, şu üç mertebedir.Kur’an, fertlerin eğitimini esas alır. “Herkes evinin önünü süpürse sokaklar tertemiz olur” mantığıyla herkes hadd-i vasatı sağlarsa insanlar sırat-ı müstakim ashabı olurlar. Toplum da düzelmiş olur.صِرَاطَ الَّذٖينَ اَنْعَمْتَ عَلَيْهِمْ (Kendilerine nimet verdiğin kimselerin yoluna): Kimdir bu kendilerine nimet verilenler? Başka bir surede zikredilen âyet-i kerîme, buradaki (اَ لَّذٖينَ اَنْعَمْتَ عَلَيْهِمْ) âyet-i celîlesini beyan eder. Zaten Kur’ân’ın bir kısmı, bir kısmını tefsîr eder. Âyet de şudur: (فَاُو۬لٰٓئِكَ مَعَ الَّذٖينَ اَنْعَمَ اللّٰهُ عَلَيْهِمْ مِنَ النَّبِيّٖنَ وَالصِّدّٖيقٖينَ وَالشُّهَدَٓاءِ وَالصَّالِحٖينَ) “Onlar, Allah’ın kendilerine nimet verdiği peygamberler (as), sıddıklar, şehitler ve salih kimselerle beraberdirler.” (Nisa, 69)(غَيْرِ الْمَغْضُوبِ عَلَيْهِمْ وَلَا الضَّٓالّٖينَ) (Gadap edilmiş olanların ve dalalete düşenlerin (yoluna) değil): Gadap edilmiş olanlar Yahudiler, dalalete düşenler Hristiyanlar olmakla beraber bütün dinsizler, deistler, ateistler... dalalete düşen herkes bu gruba dahildir ki onlardan olmamak için Allah’a sığınıyoruz. ÂMİN: Duamızı kabul buyur, manasında olup Kur’an’dan değildir. Sünnetle sabittir. (İbn-i Kesir, c. 1, 25) Kur’an nazmının bir parçası olmadığı için Mushaf’a yazılmamıştır. Resûlullah (sav) Efendimiz şöyle buyurmuştur: “İmam ‘veleddâllîn’ dediği zaman hepiniz ‘âmin’ deyiniz. Çünkü melekler ‘âmin’ derler. Âmin demesi, meleklerin âminine rastgelenin geçmiş günahları affedilir.” (Buhârî, Tefsiru’l-Kur’an 1, Buhârî, Ezan, 112-113; Müslim, Salât, 72-76) Bu sebeple “âmin” demek sünnettir. Rabbim, başta Fatiha-i Şerif olmak üzere bütün surelerin ahkamını anlamayı, idrak etmeyi, hayata geçirmeyi nasip eylesin. Namazlarımızı Fatiha’nın tefekkürüyle ve ihlasla zenginleştirip tezyin etsin. Âmin.
1759 senesinde Bitlis’te doğmuştur. Anne tarafından soyu Peygamberimize (sav) dayanmaktadır. Kadiri Şeyhi Hacı Hasan Şirvani’den dersler alarak ona intisab etmiştir. Hoca Neş’et’ten hadis-i şerif ve Mesnevi okumuştur. 75 yaşına yakın Muş’ta şehid edilmiştir. Şehid edilişinden bir süre önce kırk kurban keserek fakirlere dağıttığı, akabinde, “Ya Rabbi, bu kuluna şehadet rütbesini ihsan eyle ki Hazret-i Hüseyin’e iltihak edeyim.” diye dua ettiği rivayet edilir. 600’ün üzerinde şiirden oluşan bir Divan’ı bulunan Müştak Baba kendi şiirini şöyle değerlendirmektedir: Olmasaydık biz eğer Müştâk meddâh-ı Resûl Nazmımız bazâr-ı irfân içre bulmazdı revâcSayfalarımıza misafir ettiğimiz şiir, Muharremiye türünde bir eserdir. Kerbela’da 61 senesinin 10 Muharreminde Hazret-i Hüseyin ve 70 yakınının Yezid’in ordusu tarafından şehid edilmesinden duyulan hüznü ve ehl-i beyt muhabbetini ifade etmek için yazılmıştır. MuharremiyeDilâ geldi yine mâh-ı MuharremBu rûz-ı bi-vefâda olma hurrem Hemân hasretle ķan ağla dem-â-dem Muharrem’dir meded ey dil Muharrem (Rûz: Gün / Hurrem: Mesrur olmak, neşeli olmak / Dil: Gönül)Ey gönül! Ey sırça saray! Bilirim, sana türlü neşeler içerisinde mest olmak çok yaraşır. Neşe ve sürür çabuk incinir fıtratına parlaklık verir. Siman her daim gülümsemek ister. Lakin dikkat et, her sene olduğu gibi Muharrem ayı yine gelip çattı. Bu ayın öyle bir günü vardır ki bugün, sırttan küfeyi attıran vefasızlığın damgası üzerine vurulan kara gündür. Böyle bir günde nasıl şad olabilirsin? Bu sana yakışır mı? Bu hazin vakte râm ol! Her an hasretle kan ağla! Unutma hasret duyulan En Sevgili Yârin (sav) muhabbetli evladıdır. Yara en muhterem gönle aittir. İştirak lazım. Meded en nurlu gönlün hüznünü hissetmekte... * * *Bugün ol bir siyeh gündür ki ey cân Şehîd oldı o sultân-ı şehîdân Bugün ehl-i mahabbet eyler efgân Muharrem’dir meded ey dil Muharrem (Efgân: Iztırabla bağırmak, feryad etmek)Ey cân! Ey Muhib! Gün hangi vakit kararır, bilir misin? Tutulduğunda. Bu öyle bir gündür ki sadece gökteki mihrin değil kalblerdeki mihrin de tutulduğu gündür. Şehadet âleminin sultanının, Peygamber (sav) varisinin şehidler ordusunun başına geçtiği zamandır. Göklere çıkan figanların sebebi firkattendir. Fani âlemde ardı sıra saf tutan mihr/muhabbet ehli bundan nasıl kayıtsız kalabilir? Edeble arşa yükselsin muhabbet bestesi seslenişler, mersiyeler!Unutma muhabbet duyulan En Sevgili Yârin (sav) muhabbetli evladıdır. Muhabbet en muhterem gönle aittir. İştirak lazım. Meded en nurlu gönlün muhabbetini hissetmekte... * * *Bugün derd ile devr eyler felekler Bugün hasretle âh eyler melekler Siyeh pûş oldı ashâb-ı dilekler Muharrem’dir meded ey dil Muharrem(Siyâh-pûş: Siyah giyinmiş / Ashâb-ı dilekler: Dileklerin sahipleri)Ey göz! Nasıl da değişti şu feleğin dönüşü. Adeta derd yükü altında gıcırdayarak bir bilinmeze yürür oldu. Çöllerde mecnunca deveran eder oldu. Ey kulak! İşitildi nurâni âlemden gelen meleklerin ahları. Adeta semada yas meclisi kuruldu. Sessiz şikâyetsiz iniltiler duyuldu. Ey dil! Karalar giyindi dilek sahiplerinin dilekleri. Kırmızı zarflara sarmalandı niyazlar. Bir beden ki şahit olsun, uzuvları bu manzaradan nasıl nasib almasın? Huzurunda eller aç, beyaz dilekçeler ulaştır! Ahir zaman bakışıyla, duyuşuyla, seslenişiyle…Unutma elem duyulan En Sevgili Yârin (sav) muhabbetli evladıdır. Sızı en muhterem gönle aittir. İştirak lazım. Meded en nurlu gönlün acısını hissetmekte... * * *Hudâ ba’s eyleyüb Cibrîl-i Emîni Hüseyn’in depredirken beşigini Döküldi hâke hûn-ı nâzenîni Muharrem’dir meded ey dil Muharrem(Ba’s eyleyüb: Gönderip/Hâk: Toprak/Hûn: Kan)Bak! Resulullah onun şehadetini, nazenin kanının yere döküleceğini, o daha beşikte iken Cebrail Aleyhisselamın bildirmesiyle haber veriyor. İşte ihbarat-ı gaybiyye nev’inden bir mucize… İmana kuvvet vermez mi? Can gözünle gör! Asr-ı saadet teslimiyetiyle teslim oladur! Unutma haber verilen En Sevgili Yârin (sav) muhabbetli evladıdır. Haber en rikkatli gönle aittir. İştirak lazım. Meded en nurlu gönlün rikkatini duymakta... * * *Sabâh-ı haşredek Fâtıma ana (ra)Ciger-kûşem deyu başlar figâna Gözünden kanlar aksın dâne dâne Muharrem’dir meded ey dil Muharrem Ey şefkatli anne! Acın büyük… Ney gibi inleyen seslenişin fena dünyanın fani günlerine sığmaz, haşrin sabahına ulaşır. Kanlı yaşlar hüzün dolu gözlerden birden değil; katre katre, dane dane, an be an iner. Bir figan bir ağlayış ki sadatın annelerince, Fatımalarca uzar gider. Şefkat timsallerinin hüzün simasındaki bu çırpınışa kim hatime verebilir ki? Uzanıp manen hürmetle rahmetin tecelli ettiği o şefkatli eli öp, başına koy! Nebevi terbiye ile sahip olunan matemdeki dengeyi gör! Unutma hüzün duyulan En Sevgili Yârin (sav) muhabbetli evladıdır. İhtizaz en hüzünlü gönle aittir. İştirak lazım. Meded en nurlu gönlün terbiyesini bulmakta... * * *Bu ayda hâke düşdi mâh-ı enver Hafîd-i Fahr-ı ‘Âlem ibn-i Hayder Vücûd-ı nâz-perver oldı bî-ser Muharrem’dir meded ey dil Muharrem (Hafîd: Torun / Nâz-perver: Nazlı)Ey mâh! Sen öyle bir vakitsin ki âlemin Fahri olan Peygamberimizin (sav) torununun, Allah’ın Aslanı’nın oğlunun başı nazlı vücudundan sende ayrıldı, nurlu bedeni sende toprağa düştü. Küduret!.. Sadece mekâna, Kerbela’ya değil senin de üzerine sindi. Daralan ruhlar, senin 10’undan elemli hadisenin sonuna bir teselli, bir nur, bir pencere aradı. Şehidlik makamında şeb-i arusu buldu. Gama, kaygıya kim düşer? Şehid babadan şehadete teslimiyet miras, en mübarek hatimeden Firdevs-i A’lâ müjde! Unutma zamanın içindeki En Sevgili Yârin (sav) muhabbetli evladıdır. Nazar en isabetli gönle aittir. İştirak lazım. Meded en nurlu gönlün nuruyla bakabilmekte... * * *Bugün la’netle yâd eyle Yezîd’i Hudâ’nın düşmeni mel’ûn pelîdi Şehîd itdi dirîgâ ol sa’îdi Muharrem’dir meded ey dil Muharrem (Pelîd: Pis, murdar, alçak kimse / Dirîgâ: Eyvah, yazıklar olsun!)Ey dil! Bu kara gün bitmedi. Üzerindeki kara bulutlar zaman katarlarından uzun yol katederek bugüne ulaştı. Dost yad edildi, onunla bir olundu. Nurani safta duruldu. Ancak hasma karşı koymasını da bilmelisin. Şimdi Hakk’ın düşmanını anmalısın. Sadırdan sen, lisana yansıyan duanın bed olanını zikretmelisin, kaydetmelisin. Mel’una lanet etmemek de ne olurmuş? Ehl-i beyte musallat olanı dil ile biçmek, Hakk’ın hatırıdır.Unutma şehid edilen En Sevgili Yârin (sav) muhabbetli evladıdır. Eyvahlar taarruz edilen gönle aittir. İştirak lazım. Meded en nurlu dilin ardı sıra zikredebilmekte... * * *Dilâ Müştâkveş biz Hayderîyiz Velî raks-ı cehâletden berîyiz ‘Alî’nin Kanber’inin çâkeriyiz Muharrem’dir meded ey dil Muharrem (Müştâkveş: Müştak gibi/Velî: Fakat, lakin / Kanber: Hazret-i Ali’nin sadık ve meşhur kölesi / Çâker: Kul, köle)Ey gönül! “Size bahşettiği nimetler sebebiyle Allah Teala’yı sevin. Beni, Allah sevgisi için sevin. Ehl-i beytimi de benim sevgim dolayısıyla sevin.” buyuran Resulullah’tır. Unutma Hüseyin (ra) En Sevgili Yârin (sav) muhabbetli torunudur. Ehl-i beyt muhabbeti en mübarek dile aittir. İştirak lazım. Meded son Nebi’nin emanetine sahip çıkabilmekte... * * *Hazret-i Hüseyin’in (ra) Şehadetinin İhbar Edilmesi:Peygamberimiz (sav), Ümmü Seleme (ra) annemizin evinde idi. Cebrail (as) geldi. Resulullah, “Ya Ümmü Seleme! Kapıda dur içeriye kimse girmesin.” buyurdu. O esnada Hüseyin içeri girdi ve birden dedesinin boynuna atıldı. Peygamberimiz onu kucağına aldı, öptü ve sevdi. Cebrail (as), “Onu çok mu seviyorsun?” diye sordu. Resulullah da “Evet!” dedi. Bunun üzerine Cebrail (as), “İyi ama, ümmetin onu öldürecektir!” dedi. Peygamberimiz hayretle, “Demek onu öldürecek olanlar müminler!..” dedi. Cebrail (as), “Evet! İstersen onun öldürüleceği yeri sana göstereyim” dedi ve gösterdi. Oradan bir avuç kızıl toprak aldı, getirdi. Peygamberimiz o toprağı aldı ve kokladı, “Bu toprak gam ve belâ kokuyor.” buyurdu. Daha sonra toprağı Ümmü Seleme annemize emanet bıraktı.
Dekoratif maksatla yapılan el sanatlarından olan kündekârî,Farsça bir kelime olup, genelde ince marangozluk kapsamına giren ahşap sanatı, özelde de dekoratif doğramacılık sanatı için kullanılmıştır. Üç boyutlu sanat olarak tabir edilen kündekârî, yüzlerce parçanın hiçbir bağ olmadan harikulâde uyumla bir araya gelmesi, oymacılık sanatının ileri seviyesi olarak bilinir. Bu yoğun bezeme tekniğinin ortaya çıkış sebebi tamamen tekniktir. Kündekârî yıldız, sekizgen, beşgen gibi geometrik şekillerde kesilmiş küçük ölçülü ahşap parçaların çivi ve tutkal yardımı olmaksızın yalnızca birbirlerine geçirilmeleriyle düz yüzeyler elde etmeyi hedefleyen bir tekniktir. Bu teknik sayesinde nem ve ısıdan kaynaklı çarpılmalara karşı direnç kazandığından bu yöntemle imâl edilen kapı kanatları yüzyıllarca düzgünlüğünü korumuştur. İlk örneklerine XII. yy’da Halep, Mısır ve Anadolu’da rastlanır. Her üç merkezde de paralel bir gelişme göstermiştir. Memlûkler, Selçuklular ve sonra da Osmanlılar kendi coğrafyalarındaki âbide eserlerin kapı, pencere kanatları, minberleri ve kürsülerinde ihtişamla uygulamış ve büyük şâheserler meydana getirmişlerdir.Kündekârî yapımında kullanılan malzemeler iç mekân ve dış mekânda kullanılmak üzere ikiye ayrılır. İç mekânda genellikle ceviz, şimşir, armut, kiraz, maun gibi ağaçlar kullanılıp bezemelerde abanoz, tik, yılan ağacı, venge, pelesenk, altın varak, bağa, gümüş, fildişi, sedef, yakut ve zümrüt gibi değerli malzemeler kullanılır. Dış mekânda ise meşe, maun, iroko, tik, dişbudak, kayın, karaağaç gibi sert hava şartlarına dayanıklı ağaçlar tercih edilir. Tekniğin temeli küçük ağaç parçalarının damarları, dolayısıyla eğrilme yönleri birbirine zıt gelecek şekilde yivler ve girinti çıkıntılarla birleştirilmesi, iç gerilmeleri azaltılmış büyük ve dekoratif yüzeyler elde edilmesi esasına dayanır. Genellikle küçük ölçülü parçaları çerçeveye alan çıtalarla kenar tahtaları ve göbekler oyma, kabartma arabesk motiflerle, bazen de sedef ve bağa kakmalarla süslenmiştir. Kündekârî motif tasarımında kullanılan hiçbir çizgi rastgele seçilmemiştir. Her biri düşünülerek kullanıldığı gibi, evrenin düzenini ifade eden birer sembol olduğu da ileri sürülmektedir. Kullanılan motifler, Müslümanların tüm yaşamında olduğu kadar sanatında da etkili olan İslâm inancının bir yansımasıdır. İslâm inancıyla bağlantılı olarak geometrik şekil bir esasa göre sonsuza kadar genişleyebilen süslemelere dönüşmüştür. Bu simgeler geometri desenlerin içinde en sık rastlananlar, güneş, yıldızlar, hayat ağaç, çarkıfelek vs. desenlerdir. Kündekârî sanatı, mimarî alanda geniş bir kullanım alanına sahiptir. Kapı ve pencere kanatları, pencere kafesleri, tavan süslemeleri, dolap kapakları, sandukalar, kirişler, parmaklıklar ve korkuluklar gibi birçok yerde karşımıza çıkar. Daha çok kapı, pencere ve dolap kanatlarıyla minber ve kürsülerde uygulanan kündekârînin en güzel ve zarif örnekleri arasında bulunan camilerden bazıları şunlardır. Konya Alâaddin Camii (1116-1156), Kayseri Ulu Camii (1134-1142), Ankara Alâaddin Camii (1178), Malatya Ulu Camii (1224), Divriği Ulu Camii (1228-1229), Sivrihisar Ulu Camii (1232), Kayseri Hunad Hatun Camii (1237), Kayseri Gülük Camii (XII. yy), Konya Sahip Ata Camii (XII. yy), Ankara Arslanhâne Camii (1289-1290), Beyşehir Eşrefoğlu Camii (1296-1299), Siirt Ulu Camii (XIII. yy), Birgi Ulu Camii (1312), Niğde Sungur Bey Camii (1335), Kastamonu Çandaroğlu Mahmud Bey Camii (1366), Bursa Ulu Cami (1396-1399), Aksaray Ulu Cami (1408-1409), Bursa Yeşil Cami ve Türbesi’nin (1419), Harput Sâre Hatun Camii (1465), Manisa İvaz Paşa Camii (1484). Yıldırım Bâyezıd Han tarafından 1402 tarihinde Mimar Ali Neccar’a yaptırılan, Bursa’nın tarihî sembollerinden ve Osmanlı’nın ilk camii kebîri Bursa Ulu Cami birçok özelliğinin yanında Kündekârî minberiyle de essiz bir sanat eseridir. İç cemaat yeri Türkiye’deki en büyük cami olan Bursa Ulucami, Evliya Çelebi’nin tâbiriyle “Bursa’nın Ayasofyası”dır. 6666 adet abanoz ağacı parçasından meydana gelen minber, Kur’an-ı Kerim ayetlerini işaret eder. Minber, eşsiz Kündekârî sanatının yanında, sanatçının astronomi bilgisini de gün yüzüne çıkarır. Minberin bütünüyle kâinatı sembolize ettiğine inanılır. Minberin her iki yüzünde de şaşırtıcı şekilde evrenin krokisi vardır. İddiaya göre: Gezegenlerin büyüklük oranları ve yörüngeleri gerçek oranlarla örtüşüyor. Ulucami’nin minberinin doğu yakasında Güneş Sistemi, batı yakasında ise 7 Galaksi Sisteminin yer aldığı ifade edilmektedir. Türk-İslâm sanatının vazgeçilmez uygulamalarından olan kündekârî, günümüzde teknolojinin gelişmesiyle makineleşmenin çoğalması, yetişen ustasının ve bu sanatın kıymetini bilenlerin azlığı nedeniyle geçmişteki cazibesinden uzak hem sivil alanda hem de dini alanlarda günümüzde az da olsa yapılmaya devam edilmektedir. Atalarından devraldıkları bu sanata sahip çıkan ve ölümsüz eserler yapan ustaları minnet, şükranla ve hayırla yad ediyoruz.