207. Sayı: "Boykot İntifadası"Bu Sayıyı Satın Al
Konu resmiEsas Duruş, Duruşun Esası
İnsan

Askerde öğrendiğim önemli şeylerden birisi de esas duruştu. Şöyle demişlerdi: “Askerin olgunluk derecesini gösteren esas duruşudur ve bu duruşu hiçbir şey bozamaz, ancak ya emir gelmeli ya da ölüm.”Bediüzzaman Hazretleri de dünyayı böyle okumuş ve dünya hayatında bahtiyar olan kişiyi, dünyayı bir misafirhane-i askeri olarak algılamasına ve ona göre hareket etmesine bağlamıştı Dokuzuncu Mektup’ta.Zira insan dünyanın ebedi kalınacak yer olmadığını anlayıp, asıl olanın ahiret hayatı olduğunu bilirse duruşunu da ona göre ayarlayacak ve dünyanın geçici olan meselelerine bel bağlamayacaktır. Tam tersine ahirete dönük konulara yoğunlaşacak ve dünyayla teması bunun üzerinden olacak ve bu şekilde istikametini bulabilecektir.Bugün neredeyse bütün ilgi ve arzularımız dünyanın cazip gösterilen madde ve meselelerine çekilmeye, kapitalizmin tüketici kısmındaki malzemesi haline getirilmek üzerine kurgulanıyor. Bu elbette bugün başlamış bir mesele değil. Fakat geldiğimiz noktada toplumların büyük oranda bu ağın içerisine düştüğü de vakıa.Dünyaya dair her yeni gelişme hayatımızı kolaylaştırması ve yaşam kalitesini artırması açısından önemli olabilmektedir. Fakat karşımıza Efendimiz (sav)’in yaşadığı şu hadiseyi de hatıra getirmektedir:Hz. Ömer (ra), Efendimiz (sav)’in dinlenmekte olduğu bir sırada ses yapmadan odasına girer. Etrafa baktığında işlenmiş bir deri, diğer köşesinde içinde az arpa bulunan küçük bir torba vardır. Bu durum karşısında Hz. Ömer ağlamaya başlar. Sese uyanan Efendimiz (sav)’in vücudunda hasır izleri vardır. Bunu gören Hz. Ömer bu defa sarsıla sarsıla ağlamaya devam eder. Efendimiz (sav) sorar: “Ey Hattab oğlu! Niçin ağlıyorsun?”“Ey Allah’ın Elçisi! İranlılar kisralarını saraylarda yaşatırken, Bizanslılar kayserlerini ihtişama boğmuşken sen ki Allah’ın elçisisin... İzin versen de biz de seni...”Efendimiz (asm), tebessümle sözünü keser ve “Bu dünya hayatı sadece bir eğlence ve oyundan ibarettir. Ahiret yurduna gelince, işte asıl hayat odur. Keşke bilmiş olsalardı.” (Ankebut, 29/64) ayetini okur.Sonra da “İstemez misin ey Ömer? Dünya onların olsun, ahiret de bizim!..” der.Müslümanın odağında Allah’ın rızası ve ahirete dönük işler olmalı. Dünyanın işleri de “Dünya ahiretin tarlasıdır” hadisince İslam’ın bildirdikleriyle şekillenmelidir. Yeri geldiğinde ve Allah için istendiğinde canını da malını da sarf edebilmeli, tereddüt etmemelidir.Fakat biz yine bugün alışkanlıklarımızı, birer bombaya dönüştüğünü göre göre vaz geçemediğimiz markaları konuşuyoruz. İbrahim (as)’ın ateşine su taşıyan karıncayı bile bile “Ne olacak canım, sen almayınca İsrail’e, Amerika’ya bir şey mi olacak sanki?” cümleleriyle birbirimizi rencide ediyoruz…Yaşam kalitesi en üst düzeyde hayat süren Firavun, bugün dünya devi! ülkelerinin birisinin önemli müzesinin en mutena köşesinde sergileniyor. Ne için? İbret olsun diye. Diğer taraftan kâinatın yüzü suyu hürmetine yaratılmış olmakla beraber yüzünde hasır iziyle “Bırak dünya onların olsun” diyen Zât (sav), Kur’an’la beraber hala en büyük rehber olarak insanlığın önünde duruyor. İbret mi alacağız, ibret mi olacağız; seçim bizim.Her şey geçer, duruşumuz kalır. Allah bozmasın!

Metin UÇAR 01 Şubat
Konu resmiTarihten Sayfalar
İnsan

Sefaret (Elçilik)Fetihten sonra İstanbul’da açılan daimî statüdeki ilk elçilik Venediklilere aitti. Onu 1497 senesinde açılan Rus elçiliği takip etti. Ardından 1525 senesinde Fransa, 1528’de Avusturya, 1583’te İngiltere ve 1612’de Hollanda, İstanbul’da elçilik açan ülkeler kervanına katılmışlardır. Osmanlı Devleti ise ilk daimî elçiliğini 1793 senesinde Avrupa’daki bazı önemli şehirlerde açmıştır. Osmanlı Devleti’nin diğer ülkelere göre yüzyıllarca sonra elçilik açmasının sebebi anlatılırken farklı görüşler belirtilmiştir. Bunlardan birisi, Osmanlıların, İslamiyet’e göre darülharb olarak ifade edilen gayrimüslim ülkelerde bir Müslümanın uzun müddet bulunmasına taraftar olmamalarıdır. Geçici olarak görevlendirilen elçiler görevlerini bitirince geri dönmekteydiler. Bir diğer sebep olarak ise, Osmanlı Devleti’nin kendisi dışındaki devletleri tanımadığı ve tek devlet olarak Devlet-i Aliyye’yi gördüğü için elçilik açmadığı ifade edilir. Ayrıca bir ülkede elçilik açıldığı takdirde, o ülkedeki politik oyunların içine dâhil olunmakta ve bazen mecbur kalınarak bazı taahhütlerin altına girilmekteydi. Elçiliklerin temsil özellikleri olduğu gibi, bir diğer görevleri de istihbarattır. Osmanlı Devleti, muhtelif kaynaklarla yurtdışından istihbarat sağladığı için elçilikler aracılığıyla gelecek bilgilere ihtiyaç duymuyordu.Fakat Osmanlı Devleti’nin 19. yüzyılda, eski dönemlere göre güç kaybetmesiyle birlikte ve değişen dünya düzeninde mecbur kalındığı için birçok ülkeye elçilikler açılmıştır. 1 Şubat 630Huneyn GazvesiKur’ân-ı Kerîm’de adı geçen iki gazveden birisi olan Huneyn, muhtemelen Mekke’nin kuzeydoğusunda Taif’e doğru su kaynaklarından mahrum, çöllerle kaplı bir vadidir. Peygamber Efendimiz (asm) Mekke’nin fethinden 17 gün sonra 27 Ocak 630 günü 12 bin askerden meydana gelen İslam ordusunun başında sefere çıkmıştır. Savaş, 1 Şubat 630 Perşembe günü sabah saatlerinde başlamıştır. İlk aşamada İslam ordusu bozguna uğrayıp geri çekilmiştir. Dağılan orduyu toplamak üzere Resûlullah (asm), “Ey insanlar, nereye gidiyorsunuz? Bana geliniz! Ben Allah’ın elçisiyim. Ben Abdullah’ın oğlu Muhammedim!” diye sesleniyor fakat sözlerini duyuramıyordu. Nihayet gür sesli Hz. Abbas’ın (ra) yardımıyla savaş meydanından kaçanların geri dönmesi sağlandı ve tekrar hücuma geçilerek büyük bir zafer kazanıldı.10 Şubat 1947 Erdel, Romanya’ya bağlandıErdel’e dönük Osmanlı akınları Sultan I. Murad döneminde başlamıştır. Kanunî Sultan Süleyman’ın fetihleriyle birlikte 1541 senesinde Erdel, Osmanlılara bağlı haraç-güzâr statüsünde bir voyvodalık haline geldi. 1541’de Erdel’in Osmanlı idaresinde muhtar bir voyvodalık haline gelmesinden sonra burada Protestanlık hızla yayıldı. Erdel’e hâkim üç milletten Saksonlar Lüteryen, Macarlar Kalvenist ve Sekeller Üniter Protestanlığı kabul etmişlerdi. Erdel 16. ve 17. yüzyıllarda yaklaşık 150 yıl süre ile iç işlerinde sahip olduğu geniş muhtariyete karşılık dış işlerinde İstanbul’a bağlı olarak hareket etti. Karlofça Antlaşmasıyla birlikte Avusturya’ya bağlandı. Avusturyalılar, katolikliği Erdel’de yaymak için baskı uyguladılar. Bu sebeple yüzyıllar içinde birçok Macar ihtilaline sahne olan Erdel son olarak 10 Şubat 1947’de Romanya’ya bağlandı. 24 Şubat 1166Hoca Ahmed Yesevî (ks) vefat ettiHoca Ahmed Yesevî Hazretlerinin, günümüzde Kazakistan sınırları içinde bulunan Yesi (bugünkü adıyla Türkistan) şehrinde doğduğu kaydedilmektedir. Ahmed Yesevî Hazretleri, ilk şeyhi Arslan Baba’nın vefatından sonra Buhara’ya gitti ve Şeyh Yusuf el-Hemedanî’ye intisab etti. Onun vefatından sonra önce Hâce Abdullah-ı Beraki’ye sonra da Şeyh Hasan-ı Endaki’ye bağlandı. Seyh Hasan-ı Endaki vefat edince, onun yerine posta oturdu. Fakat bir müddet sonra postu Şeyh Abdülhalık-ı Gucdüvanî’ye bırakarak Yesi’ye döndü. Vefatına kadar Yesi’de kaldı. Ahmed Yesevî Hazretleri, altmış üç yaşına geldiğinde geleneğe uyarak tekkesinin avlusunda müridlerine bir çilehâne hazırlatmış, vefatına kadar burada ibadet ve riyâzetle meşgul olmuştur. Bilinen en meşhur eseri hikmetleri bir araya getirdiği Divan-ı Hikme’dir.

Ahmed Said GÜNDÜZ 01 Şubat
Konu resmiÜç Aylar ve Gafletten Kurtuluş
İbadet

Üç aylar, Müslümanların manevî hasat aylarıdır.Bu aylarda yapılan dua ve ibadetler kabul edilir.Dünya ve rızık peşinde koşarken her an gelebilecekölümden gafil olmamayı bizlere ders verir. Üç aylar, hicri aylardan Receb, Şaban ve Ramazan ayları olup içerisinde mübarek gün ve geceleri barındıran, manevi kazançların bol olduğu özel zamanlardır. Peygamber Efendimiz (sav) üç aylar ve özellikle Ramazan-ı Şerife son derece önem vermiş, üç ayları, اَللّٰهُمَّ بَارِكْ لَنَا فٖي رَجَبَ وَشَعْبَانَ وَبَلِّغْنَا رَمَضَانَ“Allah’ım! Receb ve Şaban aylarını hakkımızda hayırlı ve mübarek kıl! Bizi Ramazan’a eriştir!” duasıyla karşılamıştır.Senede bir defa gelen üç aylar, gafletten uyanmamıza, günahlardan arınmamıza, hayatımızın istikamete kavuşup istikamet üzere gitmesine vesile olacak bereketli vakitlerdir. Zira insanoğlu zaman zaman gaflete düşebilmekte, ahiretin tarlası hükmünde olan dünyayı sonsuz kalınacak yer olarak görebilmekte, asıl vazifesi olan Allah’a kulluktan uzaklaşabilmektedir. Belki de günahlara girmekle manevi hayatına zarar verebilmektedir. Manevi farkındalık ve kazanç mevsimi olan üç aylar, manevi tedavi ve tamir iklimidir. Manevi baharın gelmesiyle manevi hava lehimize değişir, nazarlar Allah’a ve ahirete döner. Kulluk şevkimiz artar. Mübarek gecelerde yapılacak ibadetler manevi kazancımızı çoğaltırken, gündüzlerinde tutulan, özellikle Ramazan-ı Şerifteki- oruçlar, nefisleri dizginler. Aşırılıkları kaldırır, atar. İnsan, Allah’a kul olduğunu daha bir fark etmekle hayatın güzelliklerini görür ve psikolojik olarak da rahatlar.Manevi havanın lehte değişmesiyle manevi çalışmalara şevkin artması Kur’an okumaktan namaz kılmaya, sadaka ve zekât vermekten dua edip dua almaya pek çok faydayı insanın dünyasına taşır. İnsan kendisi rahatladığı gibi, pek çok insana da faydası dokunabilir. Bu da toplumsal iletişim ve yardımlaşmayı, birlik ve beraberliği temin eder ki bunlar bu zamanda en ihtiyaç duyduğumuz şeylerdir.Üç aylardaki oruçla aç kalan insan empatiyi öğrenir. Bireysellikten ve içe dönüklükten kurtulup dünyanın dört bir tarafındaki ihtiyaç sahiplerini fark eder. Efendimiz (sav)’in “İnsanların hayırlısı, insanlara faydalı olandır” hadisi kapsamına girerek hayatı daha bir anlam kazanır. Başkalarına faydalı olmaktan gelen lezzet kendi potansiyelini keşfetmesine ve hayatın daha anlamlı hale gelmesine katkı sağlar.Hepimiz biliyoruz ki ömür bir sermayedir ve sermayemiz her geçen gün tükeniyor. Yaşadığımız şu fâni dünyada hedefimiz Allah’ın rızasını kazanmak, böyle mübarek aylarda kendimize çeki düzen vermek olmalıdır. Hatalarımıza dur demeli ve tövbe istiğfar etmeliyiz. Şüphesiz ki bu mübarek zamanlar, dünyanın ağır meşguliyetleriyle boğulan ruhlarımızı dinlendirmek ve kulluk şuuru ile Rabbimizin merhametine sığınmak için çok büyük fırsattır. Evet, üç aylar, Müslümanların manevî hasat aylarıdır. Bu aylarda yapılan dua ve ibadetler kabul edilir. Dünya ve rızık peşinde koşarken her an gelebilecek ölümden gafil olmamayı bizlere ders verir. Cenâb-ı Erham-ür Râhimîn, bu mübarek üç ayları ve onda yapılacak makbul duaları hem bizlerin hem de umum İslâm dünyasının, bir asırdır süren gaflet uykusundan uyanmasına vesile eylesin. Âmin.

İrfan MEKTEBİ 01 Şubat
Konu resmiHer Şey Aslına Çeker
İnsan

Mübarek üç ayların içindeyiz. Bu mübarek aylara kavuşturduğu için Rabbimize sonsuz hamd ü senalar ediyor ve bizi içinde “Leyle-i Kadr”i saklayan o mübarek aya -Ramazan-ı şerife- ulaştırmasını niyaz ediyoruz. Gerçi atalar her geceyi Kadir her gördüğünü Hızır bil dese de bizler Kadir Gecesi’ni yakalamayı istediğimiz kadar Hızır aleyhisselamı görme arzusunu da daima taşıyoruz. Hikâye bu ya bir zamanlar memleketin birinde bu arzu ile yanıp tutuşan yani Hızır aleyhisselamı görmek isteyen bir padişah vardı. Bunun için ülkenin dört bir tarafına tellallar saldı. “Kim bana Hızır’ı gösterirse onu altınlara boğacağım.” dedi. Fakirlikten artık bezmiş bir adam bu işe talip oldu ve karısına dedi ki:“Hanım ben padişaha Hızır’ı bulacağımı söyleyip ondan kırk gün müsaade alacağım. Bu kırk gün için padişahtan size ömrünüz boyunca yetecek yiyecek, içecek ve para alırım. Kırk günün sonunda Hızır’ı bulamayacağım için padişah benim kellemi alır ama en azından siz benden sonra rahat geçinirsiniz.” dedi.Adamın karısı kanaatkâr biriydi. “Efendi biz nasıl olsa alıştık kıt kanaat geçinmeye. Bundan sonra da idare ederiz, gel sen vazgeç bu işten.” dedi. Ancak adam bir kere kafaya koymuştu.Padişahın huzuruna çıkarak Hızır aleyhisselamı bulacağını söyledi. Bunun için kırk gün izin istedi. Bu süre zarfında ailesinin geçimi için sarayın ambarından tonlarca yiyecek, içecek ve nakit para aldı. Bunları evine teslim edip ortalıktan kayboldu.Kırk günün bitiminde padişahın huzuruna çıkıp her şeyi itiraf etti:“Sultanım, benim aslında Hızır’ı bulacağım falan yoktu. Ailece maddi sıkıntılar çekiyorduk. Hızır’ı bulacağım diye sizden dünyalık istedim. Bu şekilde aileme bir faydam olur diye düşündüm.” dedi. Padişah buna çok kızdı.“Bre gafil! Benim gibi kudretli bir padişahı kandırmanın cezasını hayatınla ödeyeceğini hiç düşünmedin mi?” diye bağırdı.Adam boynu bükük bir şekilde her şeyi göze aldığını söyledi. Bunu üzerine padişah yanında bulunan üç veziriyle görüş alışverişinde bulundu. Birinci vezire sordu:- Padişahı kandıran bu adama ne ceza verelim?- Efendimiz, bu adamın boğazını keselim, etini parçalayalım ve çengellere asalım…Bu sırada birdenbire ortaya çıkan, nurani, aksakallı bir ihtiyar birinci vezirin sözleri üzerine şöyle dedi: “Küllü şey’in yerciu ila aslıhi”Padişah ikinci vezire sordu:- Bu adama ne ceza verelim?- Hükümdarım bu adamın derisini yüzüp içine saman dolduralım.Biraz önce çıkan ihtiyar yi­ne “Küllü şey’in yerciu ila as­lıhi” dedi.Padişah üçüncü vezire sordu:- Ey vezirim sen ne dersin, beni kandıran bu adama ne ceza verelim?- Padişahım, bana göre bu adamı affedin. Size yakışan, sizden beklenen budur. Bu adam önemli bir suç işledi ama sanıldığı kadar da kötü biri değil. Bu adam çoluk çocuğunun rahatı için kendini feda edebilecek kadar iyi yürekli birisidir.Nurani ihtiyar yine ortaya çıktı: “Küllü şey’in yerciu ila aslıhi”Bu defa padişah o yaşlı zata yöneldi:- Sen kimsin be adam? İkide bir tekrarladığın bu söz de ne demek oluyor?İhtiyar cevap verdi:- Senin birinci vezirinin babası kasaptı. Onun için kesmekten, etini çengellere asmaktan bahsetti. Yani aslını gösterdi. İkinci vezirinin babası yorgancı idi. Yorgan, yastık, yatak yüzlerine; yün, pamuk vb. doldurdu. O da babasına çekti. Üçüncü vezirin ise babası da vezirdi. O da soyuna çekti, büyüklüğünü gösterdi. Benim söylediğim söz “her şey aslına çeker” demektir. Vezir istersen (üçüncü veziri göstererek) işte vezir, Hızır istersen (kendini göstererek) işte Hızır, bu adamı mahcup etmemek için sana göründüm, dedi ve kayboldu.Dillerde anlatılan bu hikâye bi­ze İsra suresinin 84. ayetini ha­tır­latıyor: “De ki: “Herkes ken­di hâline (mizâcına) göre amel eder.” Fakat Rabbin, kimin da­ha doğru bir yolda olduğu­nu en iyi bilendir.”Yapmakta olduğumuz ameller Rabbimizin katındaki değerimizi ortaya koyan delillerdir. Ne işle meşgul isek, gençliğimizi/ömrümüzü/servetimizi nerede harcıyor isek kıymetimiz de o nis­pettedir. Malayani işlerle geçirilen dakikalar telafisi mümkün olmayan kayıplara yol açar.Bizler muhterem ve muhteşem bir mazinin evlatlarıyız. Bu hakikat güneş gibi aşikâr iken aslımıza dönmek hususunda ümitvar olmamız gerekir. Her birimiz fıtratımıza/aslımıza/özü­­müze döndüğümüzde Allah’ın izniyle nice fetihler bir bir ger­çekleşecek. Bizler bugün zulme ve zalime geçit vermeyen, tarih boyunca adaletin ve merhametin timsali olmuş bir medeniyetin temsilcileriyiz. Filistin’deki zulüm için boykota ciddi olarak devam eden, zulmü unutmamakla birlikte unutturmayan, dualarına göz yaşlarını şahit tutanlar hiç şüphesiz necip bir neslin evlatlarıdır. Aynı şekilde zalimler de yeryüzünde fesat çıkaran bir kavmin tohumlarıdır. Tarih tekerrür edip kader hükmünü icra ettiğinde bir Selahaddin çıkıp yeni bir destan yazacaktır yazmasına ancak burada mühim olan bizim bu davada nerede durduğumuz olacaktır.

Tarık ÇELİK 01 Şubat
Konu resmiYaşasın “Boykot İntifadası”
İnsan

Yapılan soykırım karşısında rahatsız olan her vicdan, görüntüleri izleyerek bir şeyler yapılmalı diyen her insan, insani ve vicdani bir ızdırapla çırpınmakta ve yerinde duramamaktadır. Boykot her insanın, öncelikle kendi insanlığı ve vicdanı, sonra külli insanlık ve külli insanlığın vicdanı adına ve namına, insanlık onurunun bir parçası mahiyetinde bir duruşu ve tavrıdır. Filistin Kimin Meselesi(ydi)?Filistin bir Osmanlı meselesiydi. Mart 1917’de Birinci Gazze Muharebesi, Nisan 1917’de İkinci Gazze Muharebesi, Ekim- Kasım 1917’de Üçüncü Gazze muharebesi ile mücadelesini yaparak ve binlerce şehit vererek bölgedeki hâkimiyetini kaybetti.Filistin, bir Filistinli Arap meselesiydi. Ortada henüz bir İsrail devleti yoktu. Ancak bölgeye Yahudi göçleri devam ediyordu. 1948 yılına kadar bölgeye gelen Yahudilerin tedhişlerine, terörlerine, göç ve yerleşim adı altında işgallerine karşı bölgede yerleşik Filistinliler imkânsızlıklar içerisinde direniş ve grevlerle mücadele ettiler. Ancak İsrail Devletinin kuruluşu ilan edildi.Filistin, bölgedeki Arap Devletlerinin meselesiydi. 14 Mayıs 1948’de İsrail devleti ilan edilir edilmez 15 Mayıs’ta bölgedeki Arap ülkeleri Mısır, Ürdün, Suriye ve Irak İsrail’e savaş ilan ettiler. Arap ülkeleri yenildiler. İsrail savaş sonunda 1947’de taksim planı ile elde ettiği %56’lık Filistin toprağını %78’e çıkardı. 15 Mayıs Filistinliler olarak Nekbe günü (büyük felaket) olarak kabul edildi. 1948’den sonra Arap devletleri 1956, 1967, 1973 olmak üzere üç defa daha savaştılar. 1967’de Kudüs tamamen işgal edildi. 1967 yılının 5 Haziran günü Naksa (gerileme) günü olarak kabul edildi. Araplar istediği sonuca ulaşamadılar. Kaybettiler. Savaştıkları sadece İsrail değildi. Bugün olduğu gibi İsrail’in yanında ABD başta olmak üzere küresel aktörlerin desteği vardı. Araplar artık savaşmayı bıraktılar. Filistin, İslam ülkelerinin meselesiydi. 1969 yılı ağustos ayında bir Yahudi’nin Mescid-i Aksa’yı yakma girişimi üzerine eylül ayında İslam Dünyası liderleri apar topar toplanarak İslam Konferansı Örgütünü (İKÖ) kurdular. Yıllar boyunca; toplandılar –bildiri yayınladılar - dağıldılar, toplandılar –bildiri yayınladılar - dağıldılar, toplandılar –bildiri yayınladılar - dağıldılar, toplandılar –bildiri yayınladılar - dağıldılar, toplandılar –bildiri yayınladılar - dağıldılar. Toplandılar İKÖ’nün adını İslam İşbirliği Teşkilatı (İİT) olarak değiştirdiler. Yıllar boyunca; toplandılar –bildiri yayınladılar - dağıldılar, toplanmaya –bildiri yayınlamaya – dağılmaya devam ediyorlar. İKÖ/İİT’nin hiçbir faaliyeti İsrail’in henüz hiç bir eylemini durduramadı. Toplanıp -bildiri yayınlamak- dağılmak faaliyeti henüz sona ermediği için Filistin, hala İslam ülkelerinin meselesi(ydi)……Filistin, Birleşmiş Milletlerin me­selesiydi. BM; toplanıp-top­la­na­mayıp, aldığı-alamadığı, on­ca kararın İsrail nezdinde hiç­­bir hükmü olmadı. İsrail’in dün­­ya nizamını adım adım çö­ker­­ten gidişatına BM dur diyeme­di, engelleyemedi, engel­leyemiyor.Filistin, Filistinli çocukların me­selesiydi. Arap ve İslam ülke­lerinin ardından, mücadele sahnesini çocuklar aldılar. Kimseden emir almamışlardı. Kimse örgütlememişti. Kimseyle toplanmamışlardı. Kimsenin bil­di­risinde mevzu edilmemişler­di. 8 Aralık 1987’de bir İsrail kamyonu, Filistinli işçileri taşıyan bir araca çarparak altı Filistinliyi şehit etti. Filistinli işçilerin cenazeleri Cebeliye mülteci kampına getirildi. Ancak İsrail askerleri kampa saldırarak, cenazeleri aldılar. 8 Aralık günü, bir Filistinli genç İsrail askerlerine taş atmaya başladı. Filistinli genci gören diğer gençler ve çocuklar da aynı gün aynı şekilde İsrail askerlerine taş atmaya başladılar. Taş atanların sayısı aynı gün yüzlere, ertesi günlerde binlere ulaştı. Artık İsrail askerlerine karşı, her tarafta ve her gün, büyük çoğunluğunu çocuklar ve gençlerin oluşturduğu kalabalıklar tarafından taşlar atılıyordu. Taş intifadası olarak nitelendirilen “Birinci İNTİFADA” başlamıştı. İsrail askerleri, taş atan çocuklara silahla mukabelede bulunuyordu. İsrail askerleri, yakaladıkları çocukların kollarına ve bacaklarına taşlarla vura vura kırıyordu. Bugün olduğu gibi o günlerde de bunu dünya kamuoyunun gözlerinin içine baka baka kameralar karşısında yapıyorlardı. Filistinli çocuklar yılmadı, korkmadı, hesap kitap yapmadı. Taş attı. Taşlarla, tanklara karşı mücadele ediyorlardı. Yaser Arafat taş atan çocuklar için “Küçük Generallerim” diyordu. Tam altı sene, 1987’den 1993’e kadar küçük çocuklar ve gençler yani “küçük generaller” taş attılar. Taş attılar, kolları kırıldı. Taş attılar, vuruldular. Yine taş attılar. Sembolik de olsa KAZANDILAR. 1993’te İsrail ve Filistinliler arasında Oslo Anlaşması imzalandı.Filistin, Filistinlilerin meselesiydi. Dönemin İsrail Başbakanı Ariel Şaron’un 28 Eylül 2000’de İsrail askerleriyle birlikte Mescid-i Aksa’nın avlusunda dolaşması, İkinci İntifada olarak adlandırılan AKSA İNTİFADASI’nın fitilini ateşledi. Filistinliler artık sadece taş atmıyorlardı. Filistinli çocuklarının taşlarına, Filistinli direniş örgütlerinin silahlı mücadeleleri de eşlik ediyordu. İzzettin Kassam Tugayları’nın 26 Ekim 2001’de ateşlediği yerel yapım ilk roket Sedirot yerleşim birimine düştü. Yaser Arafat şüpheli şekilde hayatını kaybetti. İntifada devam etti. Şeyh Ahmed Yasin suikast ile şehit edildi. İntifada devam etti. Utanç Duvarı inşasına başlandı. İntifada devam etti. Binlerce Filistinli şehit oldu. İntifada devam etti. On binlerce Filistinli yaralandı. On binlerce ev yıkıldı. 2000’den 2005 yılına kadar devam etti. İsrail, Gazze’den çekildi. Filistin, Tüm İnsanlığın Meselesi Şimdi Filistin, artık tüm insanlığın meselesi. İsrail terörü, artık soykırıma dönüşmüş durumda. 7 Ekim’den sonra dünyanın gözü önünde yaşananlar, küresel insanlığın tahammül sınırlarını çoktan aşmış durumda. İnsanlar kitlesel olarak yerlerinden ediliyor. Doğrudan bilerek ve isteyerek çocuk ve kadınlar hedef alınıyor. Hastaneler, ibadethaneler, okullar bombalanıyor. Bir İsrail milletvekili çıkıyor nükleer silah kullanmaktan bahsediyor. Bir İsrail Savunma Bakanı Filistinlileri insanımsı hayvanlar olarak nitelendiriyor. İsrail başbakanı çıkıyor dini referanslar vererek, savaşın yeni başladığını ve durmayacaklarını ilan ediyor. İsrail akıl tutulması ve şuur yitirmesi yaşamıyor. Bilerek ve isteyerek, hunharca soykırım uyguluyor. Filistinlilerin maruz kaldıkları vahşetin görüntüleri an be an sosyal medya platformlarından tüm dünyaya ulaşıyor. Bütün bunlar olurken; İslam ülkelerinin büyük kısmı, İslam olmayan ülkelerin büyük kısmı, BM – İKÖ – Arap Birliği gibi uluslararası örgütler, bugüne kadar nasıl bir tutum sergilemişlerse yine aynı tutumlarına devam ediyorlar. Bütün bunlar olurken, Batılı devletlerin liderleri İsrail’i ziya­ret için sıraya girmiş durumdalar. Uçak gemileri, gemileri, uçakları dahası her şeyleriyle İsrail’in yanında olduklarını aleni şekilde ilan ediyorlar. Bütün bunlar olurken, İsrail başbakanı Arap devletlerinin liderlerini tehdit ediyor. Çoğu İslam ülkesi söylem olarak dahi, yüksek perdeden dahi İsrail’e tepki gösteremiyor. Çok az ülke söylem düzeyinde dahi tepki gösterebiliyor. Hiçbir İslam ülkesi İsrail’e karşı ekonomik, siyasi vb. caydırıcı açık bir eylem ortaya koyamıyor.Bütün bunlar olurken, dünyanın muhtelif yerlerinden, doğu­dan batıya, kuzeyden güneye, muhtelif ülkelerden, muhtelif dinlerden, muhtelif etniklerden insan olan insanlar, vicdanı olan insanlar, tefessüh etmemiş olan insanlar kentlerin sokaklarını doldurup İsrail’e ve tüm dünyaya tepkilerini gösteriyorlar.Bütün bunlar olurken, her bir insan ne yapabileceğinin ve ne yapamayacağının farkında olarak, elinden ne geliyorsa onu yapmaya çalışıyor. Dünyanın her yerinden “BOYKOT” çağrıları yükseliyor. BOYKOT ÜÇÜNCÜ “İNTİFADADIR”: “BOYKOT İNTİFADASI”İntifada “silkinmek” “ayaklanmak” anlamına gelmektedir. Baş­­­lamış olan boykot çağrıları ve uygulamaları öncelikle ve önemle bir “intifada” olarak ad­­­landırılmalıdır. Üçüncü İntifada olarak kabul edilmelidir. Üçüncü İntifada; küresel ölçekli “BOYKOT İNTİFADASI” olarak kavramsallaştırılmalıdır ve küresel ölçekte bu kavramla kullanılmalıdır. Bu kavramla yaygınlaştırılmalıdır. İsrail soykırımından rahatsız olan her bireysel vicdan bu intifadaya davet edilmelidir. Bu kavramla boykot yaygınlaşmalı, yaygınlaştırılmalı ve genişletilmelidir. İntifada bilinciyle sürekliliği sağlanmalıdır. Sadece İsrail değil, onu koruyan kollayan bu küresel düzene karşı, şahsi bir duruş, şahsi bir tavır, şahsi bir karar ortaya konulmalıdır.Küresel aktörler; geniş coğrafyalara hükmedebilirler, devlet baş­­kanlarını ve liderleri etkile­ye­­­­bi­lir­ler, uçak gemilerini, uçak­­­­la­rı­nı, mühimmatlarını sevk ede­bilirler. İsrail’i ziyaret için sıra­ya girebilirler. Arap ül­ke­­leri lider­lerini tehdit de edebi­lir­ler. Ancak bunların hiç bi­risi, şah­sın şahsi karar ve duru­şuna hük­medemezler. Boykot kapsamında almak veya satmak istemeyeceğin hiçbir şeyi alman ve satman konusunda bireyin çarşı-pazardaki iradesine cebren nüfuz edemezler. Boykot İntifadası başarılı olur mu?Boykot İntifadası başarılı olur mu olmaz mı hesabı yapılmamalıdır. Hesabi değil hasbi, kitabi değil kalbi, matematik değil insani ve vicdani bir saikle, kaygıyla boykot yapılmalıdır. Nasıl ki birinci intifada da ilk taşı alıp atan çocuk hesap kitap yapmadan, sonuca ulaşır mı ulaşmaz mı kaygısı taşımadan tanklara karşı taş atabildiyse, nasıl ki o çocuğu gören diğer gençler ve çocuklar onun bu mücadelesini ve eylemini hesabi/kitabi bir değerlendirmeye tabi tutmadan takip ve taklit ettilerse, “Boykot İntifadasına” da bu bilinç ve bu şuurla yaklaşılmalıdır. Boykot İntifadası bu düşünceyle yürütülmelidir. İsrail ve onu ayakta tutan müesses nizama destek veren her ne marka ve ürün varsa, tanklara taş atıyormuş düşüncesi ve şuuruyla, olabildiğince elimizden fırlatılmalıdır. Boykot İntifadası Ne Zamana Kadar Devam Etmelidir?Boykot konjonktürel olarak düşünülmemelidir. Ola ki İsrail saldırıları durdurduğunda, boykot durmamalıdır. Boykot gerek insanlığın ve gerekse Müslümanların kitlesel olarak bugüne kadar ihmal ettiği bir husustur. Bu hususta maalesef geç kalınmıştır. On yıllardır İsrail’in zulmü olduğu, bilindiği, devam ettiği halde, sürekli bir boykot şuuru inşa edilememiştir. Boykot bir hayat tarzı haline dönüştürülmelidir. Boykot İntifadası uygulanan ürünlerin muadillerinin yerli ve milli olarak üretilmesi bu sürecin zaruri bir parçasıdır.“Boykot İntifadası” Vicdani ve İnsani Bir DuruşturYapılan soykırım karşısında rahatsız olan her vicdan, görüntüleri izleyerek bir şeyler yapılmalı diyen her insan, insani ve vicdani bir ızdırapla çırpınmakta ve yerinde duramamaktadır. Boykot her insanın, öncelikle kendi insanlığı ve vicdanı, sonra külli insanlık ve külli insanlığın vicdanı adına ve namına, insanlık onurunun bir parçası mahiyetinde bir duruşu ve tavrıdır. “Boykot İntifadası” Bireysel İslami Bir DuruşturKüresel sistem karşısında aciz olan bireyin, kendi imkânları ve gücü nispetinde, mesuliyeti mucibince, huzur-u İlahi’de sorguya çekildiğinde, arz edebilmeye niyet edebileceği bir ameldir. “Sizden her kim bir kötülük veya çirkin bir şey görürse onu eliyle değiştirsin. Şayet eliyle değiştirmeye gücü yetmezse diliyle değiştirmeye çalışsın. Ona da gücü yetmezse kalbiyle onu hoş görmeyip kabullenmesin ki bu da imanın en zayıf derecesidir” Hadis-i Şerifinin gereğini yerine getirme gayretidir.……………….. Filistin, vicdanı, insanlığı ve onu­ru olan herkesin meselesidir.İnsanlık onuru, elbette bir gün soykırımcı “insanımsı hayvanları” yenecektir.O güne kadar, o gün gelene kadar, İnsanlık onuru için; Yaşasın “BOYKOT İNTİFADASI”

Ahmet Hüsrev ÇELİK 01 Şubat
Konu resmiMarkaların Zulümleri
İnsan

“Onlar ki, (bir kısım) insanlar kendilerine:“Şübhesiz insanlar (düşmanlarınız), gerçekten size karşı toplandılar; işte onlardan korkun!” dediler de (bu) onların imanlarını artırdı ve: “Allah bize yeter! Ve (O) ne güzel Vekildir!” dediler.” (Âl-i İmrân suresi 173)Özellikle psikoloji, sosyoloji, davranış bilimleri ve felsefenin geliştiği son iki yüz yıl içinde bu bilimleri kendi inhisarı altına alan batının örgütlü kafaları, odaklarına koydukları insanı bir nesne gibi inceleyerek, onu istedikleri gibi yönetmenin, ona istedikleri şeyi düşündürmenin ve sevdirmenin ve hatta bağımlısı yapmanın onlarca yolunu bulmuşlardır. İnsanı yüceltmek ve ona değer katmak yerine, onu son derece ucuz ve bayağı zevk ve eğilimlerin müptelası haline getiren bu kafalar, yine bu dönemde dünyaya hâkim kılınmaya çalışılan materyalist ve kapitalist ekollerin tetikçiliğini üstlenmişlerdir. Bu tetikçiler, insanın tüm duygu, düşünce, eğilim ve beklentilerini fıtrî ve meşru güzergâhından çıkarmış, bunun tam aksi bir istikamet ve yolun müşterisi haline getirmeyi hedeflemişlerdir.İnsan, hilkat ve fıtratı itibarıyla onaylanma, değer görme, ait olma ve başarılı olma ve hissetme gibi kodlarla yaratılmıştır. Ancak buradaki tüm beklentilerin helal ve meşru ve ahlâkî bir şekilde karşılanabilmesi gibi bir seçenek varken, tamamen tek dünyacı (seküler) bir nazar ile insanı bozmuşlar, nasıl olursa olsun yeter ki değerli hisset, nereden gelirse gelsin kazan gibi sorumsuz, görece bir özgürlüğü insana tattırmışlardır. İnsana usulsüz bir vusul yolu sunmuşlardır. Bu vusul yani kavuşma, hedefe ulaşma süreci de hakkânî ve Rahmani olmaktan fersah fersah uzak bir şekilde işletilmiştir. Çünkü insanı ezber eden bu şeytanî kafalar, tıpkı üstatları olan şeytandan aldıkları ders ile, her ademoğluna ve kızına o elma ile gitmişlerdir. O elma hazır lezzetin sembolü idi. Allah’ın (cc) vadettiği ebedî cennet nimetleri yerine dünyanın geçici ama peşin olan zevklerini çok özel bağlamlarla (marka, felsefe ve slogan) insana takdim ettiler.İnsanı kandırmayı ve onu nesne gibi görmeyi kendilerine adet haline getiren bu güruh, konuya, sadece peşin bir lezzeti insana sunmak gibi sınırlı bir bakış açısı ile bakmıyorlardı. Onlar aynı zamanda, insana sundukları lezzet, ürün ya da hizmetle insan arasında kopartılması güç bağlar inşa ediyorlardı. Bu bağlar, yazımızın başında bahsettiğimiz sosyal bilimlerin insanı çok iyi tanıyabilmesine bağlı olarak inşa ediliyordu. Yani bu ürünü kullan, bir değere bir yere ait hisset, bu hizmeti al, toplum sana başka bir seviyeden baksın; bu lezzeti tat, dünyanın en mutlu insanı ol gibi bağlamları kullanmak suretiyle ve orantısız ve acımasız satış ve reklam stratejileri eşliğinde insanı zayıf ve çaresiz bir halde bu tüketim cenderesine mahkûm hale getirmektedir.Buradaki işleyişi iyi anlamalıyız. İnsan nasıl oluyor da kendisine benzemeyen, ahlakları farklı, inançları farklı, kültür ve dinleri farklı ve belki de en mühimi dünyayı algılama biçimleri farklı olan bu yabancı elleri evlerinin içine kadar sokmakta ya da buna müsaade etmektedirler. Buradaki birkaç sinsi ve dessas yönteme nazarlarınızı çekmek istiyoruz.Hormonlarİnsan bedeninde biyolojik işleyişin bir sonucu olarak üretilen birtakım hormonlar vardır. Bunlar mutlu hissetme, değerli hissetme, prestij, zevk gibi duyguların üretilmesini sağlar. En çok bilinenleri, endorfin, dopamin, seratonin ve oksitosindir. Bu örgütlü akıl insanlara sundukları hizmet ve ürünlerle bu hormonların salınımı arasında güçlü bağlar inşa ederler. Yani tabiri caiz ise insanı hormonlarından yakalamakta ve onunla avlamaktadırlar. Sattıkları ürün ve hizmetlerin tüketilmesi sayesinde bu duyguların üretilmesini vadeden bu şeytanî akıl, bu ürünleri kullananlara belli bir sosyalite, prestij ve seçkin bir sınıfın üyesi olmak gibi “algısal kimlikler” sunmaktadır. Öyle ki, bu markaları kullanan insanlar yine o markaları kullanan başka insanlara kendilerini daha yakın hissetmektedirler. Aynı telefonu kullanmak, aynı spor ayakkabısını kullanmak, aynı içeceği içmek tarifsiz bir zevk sunar kullanıcılarına. Bireyler bu ürün ve markaları sadece kullanmakla yetinmez aynı zamanda kendilerini o markalarla özdeşleştirerek kendi sosyal değerlerinin arttığını bile düşünürler.ReklamlarBu markalar, insanların onları sürekli tercih etmelerini sağlamak için akıllarından çıkmamak için gelirlerinin çok büyük bir bölümünü reklamlara harcarlar. Mesela bir markete gittiğinizde kendinizi birdenbire o diş macununun reyonunda bulursunuz ya da sizden bir kahve markası söylemeniz istendiğinde neredeyse istem dışı olarak o markayı zikrederken bulursunuz. Çünkü marka, yaptığı reklamların ısrarlı periyodik tekrarları sebebiyle insan zihninde o kadar güçlü bir kompartıman edinmiştir ki, bu o kişinin iradesinin önüne geçmiştir. Bir de ileri seviye görüntü ve ses teknolojilerini kullanmakla tüketiciyi neredeyse kerhen bu ürünlerin bağımlısı haline getirmektedirler.Subliminal TekniklerPsikolojinin alanına giren bilinç ve bilinçaltı gibi konuları çok iyi etüt etmiş olan bu marka sahipleri, insanın bilincine nasıl ulaşacaklarını, bilinçaltına bir duygu ya da tercihi nasıl kalıcı olarak yerleştireceklerini çok iyi bilmektedirler. Bilinçaltının kabul ettiği her konu artık ezber seviyesinde tekrarlanan ve tercih edilen bir hal alır. Kişiye neden bu tercihi yaptığı sorulduğunda her ne kadar mantıklı bir cevap veremese de bazı gerekçeler sunar ama aslında o kişinin artık bu gerekçelere bile ihtiyacı yoktur. Çünkü artık inanç seviyesinde bağımlılık içindedir. Ürünlerini tanıtırken kullandıkları yöntemler arasında her ne kadar yasaklanmış olsa da 25. kare uygulamaları, belli ses frekans aralıklarını kullandıkları da göz ardı edilmemelidir.Finansal GüçBu zalim markalar neredeyse birçok devletin erişemeyeceği devasa bütçelerle yönetilmekte ve bu finansal güç karşısında devletler bile aciz kalmaktadırlar. Öyle ki, istedikleri ülkelerde politik oyunlar bile organize ederek o ülkelerdeki yönetimlere finansal şantajlarda bulunabilmektedirler. Bu güç vasıtasıyla o ülkenin yerli girişimlerini acımasız bir rekabet ile ezebilmekte, yerli halkın ilk tercihi olabilmek için her türlü sosyal, siyasi ve ekonomik entrikalara müracaat edebilmektedirler.Tüm bu konuları anlatmaktaki asıl gayemin aslında ne olduğunu az çok anladınız. Bizleri böylesine zalim yöntem ve araçlarla bu cenderenin içine sokan şeytanın temsilcileri ile acımasız bir savaş içindeyiz. Yanı başımızdaki Gazzeli kardeşlerimizin canına, malına, namusuna ve topraklarına kasteden İsrail’in, tüm dünyaya hâkim olan bu zalim markaların maddi desteği ile bunları yapıyor olduğunu bilmemizin bizde hangi seviyede bir farkındalık ve tutum değişikliğine yol açtığını sorgulama vaktidir. Savaşın, daha doğrusu katliamın sadece Gazze’de olmadığını bilmemiz gerekmektedir. Bizler de ülkemizde bu markaların zalim saldırıları altındayız. Her türlü ekonomik ve stratejik yöntemlerle marketlerin rafındaki yerlerini korumaya çalışmaları neredeyse tüm televizyon kanallarında onların ürünlerinin bangır bangır reklamının yapıldığı gerçeğinden hareketle bu saldırının boyutlarını anlamak hiç de zor olmasa gerek.Aklımızla, duygularımızla, paramızla ve inancımızla oynadıklarını anlamadan şuurlu ve kalıcı bir tepki gösteremeyeceğimiz muhakkaktır. O halde Gazze’deki kardeşlerimiz nasıl Allah için, vatan için, hürriyet için ölebilmenin dersini veriyorlarsa, bizler de yine aynı gaye için “yaşamanın dersini” verebilmeliyiz. Ne zaman ki bu şuur ve farkındalık ile halleniriz, işte o zaman daha hesaplı ya da daha güzel temizliyor diye tercih ettiğimiz o deterjanın masum kardeşlerimizin kanını asla temizleyemeyeceğini de anlarız.“Onlar ki, (bir kısım) insanlar kendilerine: “Şübhesiz insanlar (düşmanlarınız), gerçekten size karşı toplandılar; işte on­lar­dan korkun!” dediler de (bu) on­ların imanlarını artırdı ve: “Allah bize yeter! Ve (O) ne güzel Vekildir!” dediler.” (Âl-i İmrân suresi 173)Es’selam Men’ittebea’l Hüda

Ahmet EFENDİ 01 Şubat
Konu resmiBoykot Bir Duruştur, Hakta Sebattır
İtikad

Boykottan maksat, sadece bir hedefe varmak değil, tepkimizi, tarafımızı belli etmektir.Zalimler için yaşasın Cehennem!Evet, iyi ki cehennem var.Nisa Suresi-56. Ayette buyruluyor ki; “Şübhesiz ki ayetlerimizi inkâr edenler yok mu, onları ileride bir ateşe atacağız! Ne zaman derileri (yanıp) pişse, azabı (iyice) tatsınlar diye onları, ondan başka derilerle değiştireceğiz. Muhakkak ki Allah, Azîz (kudreti daima galib gelen)dir, Hakîm (her işi hikmetli olan)dır.”Daha önce bu ayet-i kerimeyi işitmiş fakat, Kur’an’ın üslubuna ve -kendince- İslamiyet’in letafetine yakıştıramamış olan Avrupalı bir hanım, İsrail’in son zamanlardaki zulmü karşısında dehşete düştüğünü ve böyle bir azabı hak ettiklerini, adaletin ancak bu şekilde yerini bulabileceğini ifade ediyor.O videoyu çok kimse izlemiştir.Evet, bazen olur ki, koşman gerekir, koşamazsın.“Hemen bir şeyler yapmam gerek” dersin, için yanar, yapamaz­sın.Karşında çırpınan masumlar için elinden bir şey gelmez; bakakalırsın.İşte bu aralar, değil sadece Âlem-i İslam, bütün dünyadaki vicdan ehli böyle bir vaziyeti yaşıyor.3 ay geçti; 100’den fazla gün oldu, değişen bir şey yok.Gazze’deki masum halk, çoluk-çocuk denmeksizin katlediliyor.Günde ortalama 250 kişi, dile kolay!Bir taraftan katliam devam ediyor; öbür taraftan açlık, susuzluk, yıkılan haneler, okullar, hastaneler, şehirler…Kalanların gidecek yeri yok; hastalıklar kol geziyor.Ağaçları bile kesiliyor gariban Filistin halkının.Benzeri zulüm belki Cengiz ve Hülagû zamanında yaşandı veya yaşanmadı.Bunca zulüm, bütün dünyanın gözünün içine baka baka işleniyor ve yine başka zalimler tarafından da failler kollanıyor. Yardım çabaları neticesiz bırakılıyor. Ne kadar dehşet verici!İslam ülkeleri, fikrî olarak parça parça ve netice verecek bir ses neredeyse yok!Müslüman ülkelerin idarecileri, toplanıp dağılıyor; sanki yoruluyor da istirahat mekanına geri dönüyorlar âdeta.Bir-iki istisna hariç, çaba sarf eden pek gözükmüyor.Evet, cehennem var ve olacak!O masumların sahibi elbette onları sahipsiz ve mükâfatsız, o zalimleri de cezasız bırakmayacak.Mizandan sonra, boynuzsuz ko­yunun hakkı, boynuzludan so­rulacak da hükümetlerin bile ne­redeyse ellerinin bağlandığı böyle bir zulüm karşısında, dün­yadayken Müslüman bir ferd ne yapacak, nasıl davranacak?Her şeyde olduğu gibi dua, müminin silahıdır; onu asla yanından ve dilinden ayırmaz, âmenna!Maddi olarak yapabileceği bir fedakârlık varsa, onda da geri durmaz; desteğini geri bırakmaz.Başka da duyurabildiği kadar kimseleri durumdan haberdar etmeye çalışır elbette.Bütün bunların yanında, çok zorlanmadan yapabileceği ise, zalimlerin cenahına dolaylı bile olsa bir destekte bulunmamak, mamullerini almamak, belki markalarını kullanmamaya çalışmak, yani boykot!Bunun için de hayatında onlara olabilecek desteği, en azından asgari seviyeye düşürmek için elinden geleni yapmak.Kendi çevresi başta olmak üzere, sözü geçebilecek kimseler arasında propaganda maksadıyla her türlü mecrayı kullanmak.Hele zamanımızda sosyal medya, çok mühim bir silah haline gelmiştir.Herkesin elinin altında olan bu imkân, muhakkak değerlendirilmelidir.Her vicdan sahibi, bütün dünyaya yaymak için çaba sarf etmelidir.Zaten bundan dolayıdır ki, dünyanın her bir köşesinden vicdan sahibi kimseler, bu zulümden nerdeyse anında haberdar olmakta ve tepkileriyle kendi hükümetlerine baskı yapmaktadırlar.Ayrıca, bu zulme ünsiyet etmemek, yani alışmamak son derece kıymetlidir.Açıklamak gerekirse, devam edecek tepkilerimiz, davranışlarımız ve duruşumuz çok şeyi değiştirebilir.Evet, davranışlarımız, kişiliğimizdir.Görünüş olarak hedefe varamamış gözüksek bile sergilediğimiz duruş, öz saygımız ve karakterimizi gösterir.Dolayısıyla boykottan maksat, sadece bir hedefe varmak değil, tepkimizi, tarafımızı belli etmektir.Öyleyse, “Şahsen benim şu işi yapmamdan, ya da terk etmemden ne çıkar ki?” diye düşünmek, sağlıklı bir tarz olarak gözükmemektedir.Unutulmamalıdır ki, en büyük hareketler bile, bir tek kişinin yürümesiyle başlamıştır.Karınca misal, buradaki asıl mevzu, tarafımızı belli etmek olmalıdır.Öyle ya, imanda bile kalp ile tasdikin yanında, “dil ile ikrar” da şarttır.Yani, “Belli etmesem ne olur, ne de olsa Rabbim kalbimi biliyor” tarzı düşünmek, zahiri de kurtarmaz, hiçbir şeyi de.Çünkü, Müslümanlar davranışlarıyla karşı tarafa korku, birbirlerine de cesaret vermelidir.Ayrıca boykotta netice almak için süreklilik esastır.Bir-iki tepki verip vazgeçmek doğru olmaz.Sonuna kadar sürdürmek samimiyetin göstergesidir.Bir de boykot zahmetsiz olmaz.Yani, “sıcak oldu bırakayım”, “soğuk oldu ka­ça­yım”la bu işler yürümüyor.Bazen de vazgeçmektir bazı alışkanlıklar­dan, bazı kolaylıklardan, bazı zevklerden veya bazı “dostlar”dan.Evet, bu da bir fedakârlıktır nitekim.“Sen mi kurtaracaksın?” diyenler de olur çevreden.“Evet, ben kurtaracağım” demek lazım onlara, “en azından kendimi”.Aslında, uyanık her bir Müslüman, sadece böyle zamanlarda değil, ömrünün tamamında yediğinden, içtiğinden, maddi ve ömür sermayesini sarf ettiği yerlerden, kalbinin taraf olduğu fiil ve fikirlerden mesul tutulacağını unutmazsa, tavrını zaten gerektiği gibi koymuş olacaktır. Nitekim, hamdolsun tanıdığımız öyle şuurlu kimseler var ki, yaşanan son üç ay, bu konuda belki de hayatlarında -neredeyse- hiçbir şeyi değiştirmedi.Onlara ve onlar gibi olmaya çalışanlara buradan selam olsun!Biz sözüm de iş adamı olan veya potansiyel ve kabiliyeti olan her bir Müslümana:Kendi markalarımızı meydana getirip geliştirmek, dünyada söz sahibi olmakla eşdeğer olduğu bir kere daha ortaya çıkmış olmadı mı?Evet, yılmadan, kolayına kaçmadan bu mevzu tekrar tekrar gündeme getirilmeli, ciddi planlar yapılıp tatbik edilmelidir.Müslümanlar haklı olarak soruyor: “O markayı alma, bu markayı kullanma, peki alternatifi var mı ki?Yaptınız da ben mi kullanmadım?” Cevaben: Evet, hepsinin olmasa bile, bir kısmının alternatifi artık var. Bari onlar ısrarla araştırılmalı ve samimiyetle desteklenmelidir. Müslüman hanımlar da “Şu deterjan iyi beyazlatmıyor; bu çikolata öteki gibi kaliteli değil, her yerde de bulunmuyor” gibi küçük bahaneleri bırakmalıdır. Yeni ürünler, hemen istenilen neticeyi veremeyebilir, lakin, destek olmadan da o seviyeye gelemez!Evet, zahmetsiz rahmet olmaz; yatarak vatan kurtulmaz.Hem ne demiş şair? “Ben yanmasam, sen yanmasan, biz yanmasak, nasıl çıkar karanlıklar aydınlığa?”Selametle kalın.

İsmail ERDOĞAN 01 Şubat
Konu resmiBir Gün Değil Her Gün Boykot
İtikad

Kur’ân-ı Kerîm, “Müminler an­­cak kardeştirler ...” (Hu­cu­rât, 10) buyurur. Müslümanların kardeşliği din itibariyledir. Din kardeşliği, kan kardeşliğin­den daha önceliklidir. Bu kardeşlik bize birbirimize sahip çıkma, Müslüman kardeşlerimiz için fedakârlıkta bulunmave gayret sahibi olma sorumluluğu yükler.Hz. Ömer’in (ra), “Allah’ı zikrede zikrede diliniz aşınsa, namaz kıla kıla beliniz bükülse, oruç tuta tuta damarlarınız kurusa, Cennete giremezsiniz. Ta ki Allah’ın dostlarını dost, düşmanlarını düşman bilmedikçe!” diye meşhur bir sözü vardır. Yine Peygamber Efendimizin (asm), “Müslüman, Müslüman’ın kardeşidir. Ona zul­metmez, haksızlık yapmaz, onu düşmana teslim etmez. Müslüman kardeşinin ihtiyacını gideren kimsenin Allah da ihtiyacını giderir. Kim bir Müslüman’dan bir sıkıntıyı giderirse, Allah Teâlâ o kimsenin kıyamet günündeki sıkıntılarından birini giderir. Kim bir Müslüman’ın ayıp ve kusurunu örterse, Allah Teâlâ da o kimsenin ayıp ve kusurunu örter.” (Buhari, Mezalim 3; Müslim, Birr 58) “Müslü­man Müslümanın kardeşidir. Ona hıyanet etmez, yalan söylemez ve yardımı terk etmez. Her Müslümanın, diğer Müslümana ırzı, malı ve kanı haramdır. Takva buradadır. Bir kimseye şer olarak Müslüman kardeşini hor ve hakir görmesi yeter.” (Tirmizî, Birr 18) hadisleri bir Müslüman olarak bizlerin Filistin, Arakan, Hindistan ya da başka bir yerde sırf Müslüman oldukları için haksızlık, zulüm ve ayrımcılığa uğrayan din kardeşlerimize karşı duyarsız ve tepkisiz kalmamamız gerektiğini ders veriyor. Müminlere bunu tavsiye değil emir olarak söylemekle bu tepkinin biz Müslümanlar için bir vazife ve sorumluluk olduğunu bildiriyor.Kur’ân-ı Kerîm, “Müminler an­­­cak kardeştirler ...” (Hu­cu­rât, 10) buyurur. Müslümanların kardeşliği din itibariyledir. Din kardeşliği, kan kardeşliğin­den daha önceliklidir. Bu kardeşlik bize birbirimize sahip çıkma, Müslüman kardeşlerimiz için fedakârlıkta bulunma ve gayret sahibi olma sorumluluğu yükler. Bu hususta aşağıdaki menkıbe oldukça ibretliktir;“İsrailoğulları kavmi arasında ibadete düşkün bir kişi vardı. Ona, “Filan yerde bir ağaç vardır, birtakım insanlar o ağacı mabut edinip tapınıyor!” dediler. Zahid kişi kızdı, yerinden fırladı. Ay şeklinde küçük bir baltayı omzuna aldı, o ağacı kesmek istedi. Şeytan da bir ihtiyar kılığında onun yoluna çıktı. Ona, “Nereye gidiyorsun?” diye sordu. O da “O ağacı kesmeye gidiyorum.” diye cevap verdi. Şeytan, “Yürü, ibadetinle vakit geçir, o sana bundan daha hayırlıdır” dedi. Abid kişi de “Benim ibadetim bu ağacı kesmemdir!” diye cevap verdi. Şeytan, “Ben seni o ağacı kesmeye bırakmam!” dedi ve o dini bütün adamla şeytan arasında bir boğuşma başladı. Abid kişi şeytanı yere çaldı, göğsünün üzerine çıkıp oturdu. Şeytan, “Sana bir sözüm var, beni serbest bırak ki söyleyeyim!” dedi. İhtiyar abid de ondan elini çekti. Şeytan, “Ey ihtiyar abid! Hak Teâlâ’nın peygamberleri vardır, bu ağacın kesilmesi gerekseydi Allah bir peygamber gönderirdi, o da onu keserdi. Sana ise ‘Bunu kes!’ denilmemiştir. dedi. Abid, “Elbette keserim!” diye cevap verdi. Şeytan yine, “Seni kesmeğe bırakmam!” dedi ve yine kavga boğuşma başladı. Abid şeytanı yeniden yere vurdu. Şeytan, “Beni serbest bırak, bir sözüm daha var söyleyeyim! Eğer makbul olmazsa ne dilersen onu yap!” dedi. Abid kişi de yine şeytanı serbest bıraktı. Şeytan, “Ey abid!” dedi, “Sen fakir bir kimsesin, senin zahmetini başkaları çekiyor. Senin eline geçecek bir şey olsun ki, onu hem kendin harcarsın hem de başka abidlere nafaka verirsin. Bu senin için bu ağacı kesmekten daha iyidir, elini o ağaçtan çek! Ben de senin yastığının altına her gün iki altın koyayım.” dedi. İhtiyar abid, “Doğru söylüyor.” diye düşündü. İki altından birisini harcarım, ötekini de sadaka olarak veririm, bu durum benim için bu ağacı kesmekten daha iyidir. Hem bana “’Bu ağacı kes!’ diyen olmadı ki! Ben peygamber değilim, bundan dolayı da o ağacı kesmek bana vacip değildir.” diye düşündü ve böylece geriye döndü. Ertesi sabah yastığının altında iki altın buldu ve: “İyi yaptım da o ağacı kesmedim.” dedi. Onları aldı, götürdü. Ertesi gün de yine iki altın buldu, fakat üçüncü gün yastığının altında hiç altın bulamadı. İhtiyar kızdı, yine baltasını omzuna vurdu ve yola düştü. Şeytan abidin önüne çıkıp nereye gittiğini sordu. Abid, “Ağacı kesmeye gidiyorum.” dedi. Şeytan, “Yalan söylüyorsun! Yemin ederim ki sen o ağacı kesemezsin.” dedi. Bunun üzerine abid kişi ile şeytan dövüşmeye başladılar. Bu kez şeytan abid kişiyi yere vurdu, öyle ki şeytanın elinde abid kişi adeta bir serçeye döndü. Şeytan, “Geri mi dönersin yoksa başını keseyim mi?” diye sordu. Abid kişi, “Elini çek ki evime dönüp gideyim.” dedi ve şeytan da ondan elini çekti. İhtiyar abid sordu, “Neden önceden ben seni iki kez yendim de şimdi ise sebebi nedir ki sana yenildim, sen beni yendin?” Şeytan çok ibretlik olan şu cevabı verdi:“O zaman Hak Teâlâ uğruna kızmıştın, Hak Teâlâ da benim sana karşı yenilmemi sağladı. Bir kimse bir işi Allah (cc) için yaparsa bizim elimiz ona kalkmaz. Bu kez kendi hırsın için, dünya için kızdın. Bir kişi kendi hevasına uyarsa bizimle başa çıkamaz!” dedi (Kimya-i Saâdet).İşte Yahudi ve Siyonistler, bu ib­retlik hikâyedeki hakikati bil­diklerinden Müslümanların boy­kotunu gerekirse zarar etmeyi göze alarak indirim ve cazip tekliflerle delmek istiyorlar. Gazze’de yapılanlara rağmen üç kuruşluk dünyalık için onların malını almak ve yemek bizi onlarla mücadele etmekten alıkoyar. Onlardan menfaat görüp onlarla savaşamayız. Yahudi’nin ekmeğini yiyenin Yahudi’ye meyli artar. Menfaat tuzaklarına, indirim kampanyalarına aldanıp boykotu çiğnemek bizim ihlâs ve izzetimizi zedeler. Boykot onurlu duruş, etkili mücadeledir.Peygamber Efendimiz (asm) bir gün ashabına, “Bir Müslüman ve bir Yahudi bir araya gelir de Yahudi Müslüman’a zarar vermeden ayrılmaz.” der. Bu hadisi duyan sahabe efendilerimizden birinin bir yolculuk sırasında yolu bir Yahudi ile kesişir. Sahabe efendimiz, Peygamber Efendimizin uyarısını dikkate alındığından çok dikkatli ve temkinli davranır. Tedbiri elden bırakmaz. Tam yolları ayrılacakken Sahabe Efendimiz Yahudi’ye, “Söyle bakalım, bana ne zarar verdin?” der. Yahudi, “Ya olur mu? Biz yol arkadaşıyız, yeri geldi aynı sofrayı paylaştık, can ciğer kuzu sarmasıyız.” gibi süslü laflar, duygu sömürüsü ile kendini sevdirir, aldatmak ister. Sahabe, “Hayır, Vallahi ne ben ne de Allah Resulü yalan söylü­yor. Ben bizzat Peygamber Efen­dimizin (sav) ‘Bir Müslüman ve bir Yahudi bir araya gelir de Yahudi Müslüman’a zarar ver­meden ayrılmaz.’ uya­rısı­nı işit­tim.” der. Hilenin kâr et­me­­­ye­­ceğine ikna olan Yahudi iti­raf eder, “Vallahi sana zarar ver­mek için çok uğraştım, ancak çok dikkatli ve tedbirliydin. Ben de arkana geçip gölgeni ezerek öfke ve nefretimi yatıştırdım.” der.Madem öyledir Yahudi mallarını boykot ederken bir de bu gerçeği dikkate alalım. Bunlar bize sattıkları gıda ve temizlik ürünlerinde kim bilir hangi zehirleri, kimyasalları çaktırmadan ekleyip bizi ve çocuklarımızı hasta etmek istiyorlar. Sosyal medyada yayınlanan bir mukayesede İngiltere’deki bir ürün ile Türkiye’deki aynı ürünün içeriğinin çok çok farklı olduğu görülmektedir. Yani boykot sadece Filistin için değil kendi sağlığımız ve neslimiz için de şarttır.“Hem yahudiler: “Allah’ın eli bağlıdır (cimridir)” dediler. (Hâşâ!) Dedikleri yüzünden (hayırlı işlerde) elleri bağ­lan­sın ve lanete uğrasınlar!” (Mâide, 64) ayetinin ihbar ve ika­zıyla, hayırda eli bağlı olan Yahudi sermayesini besleyen, te­rörü finanse eden, medya ve çeşitli vasıtalarla ahlaksızlık ve fitneyi yayan, fakirlik ve zaruret yüzünden Müslümanların değerlerinden feragat etmesine sebep olan, sosyal adaletsizlik ve sömürü ve hırs gibi kötülükleri yayan, içeriğini bilmediğimiz ürünlerle bizim ve neslimizin sağlığını bozmaya çalışan, başta faiz ve faiz kurumları olan bankalar ve her fırsatta İsrail’e desteğini ilan eden Yahudi şirketlerinden her Müslümanın mümkün olduğunca sakınması gerekir.Peki, Yahudiler niçin lanetlidir?Tel Aviv’de 1980 yılında doğan bir matematik öğretmeni Yahudi niçin lanetlidir? Müslüman çocuğu doğmamak onun suçu mu, lanet niye babadan oğula (onlarda anneden oğula) geçsin? diye bir soru aklımıza gelebilir.Bunu Bediüzzaman Hazretleri şöyle cevaplar:“Dalalet fikirdedir.” Yani Yahudi, Yahudi kanı taşı­dı­ğı için değil, inancını taşıdı­ğı için lanetlidir. Zira tahrif edil­miş Tevrat’a göre Yahudi olmayanlar Yahudi’ye hizmet için yaratılmış insan görünümlü hay­vanlardır. Malları, canları, namusları Yahudi’ye serbesttir. Onları ve masum çocuklarını serbestçe öldürebilir, mallarını keyfi gasp edebilirler. Hatta ateist ve solcu bir Yahudi bile Siyonizm’e inanıyorsa ve “Yahu­di milletindenim” diyorsa bu kuralları benimsemiştir. Kur’ân’da lanetlenme sebeplerinden biri de peygamberini katletmeleridir. “Hz. Davud ko­­­­mu­­­tanının karısına göz koydu adamı savaşa yollayıp karısına sahip oldu, Lut Aleyhisselam kız­­larıyla birlikte oldu.” gibi pey­gamberler hakkında pek çok asılsız iftirayı kutsal dedikleri kitaplarında yazdılar. Kendi din ve peygamberlerine ihanet ettiler. Peki bu iftiraları niye kutsal kitaplarına koydular?El cevap: Kendi ahlaksızlık ve şerefsizliklerine kılıf uydurmak için “Peygamber bile böyle yaparsa biz neden yeri gelince yapmayalım?” diyerek Allah’ın hudutlarını çiğnediler. Dini dün­yaya alet ettiler. Kitaba uymak yerine “cumartesi ehli gibi” ki­ta­bına uydurdular. Âlimleri “Rabbani” olmak yerine “Rablik” tasladılar. “Bir insan için, Allah ona kitap, hikmet ve peygamberlik versin de, sonra (o kimse) insanlara: “Allah’ı bırakıp bana kul olun!” desin, (bu) olur şey değildir; fakat (bir peygamber ancak şöyle der): “(Öğrenip) öğretmekte ve oku(yup, okut)makta ol­­­du­ğunuz kitap sâyesinde Rab­­bânî (ilim ve ihlâsla kulluk ederek Rabbe mensûb olan kimse)ler olun! (Bir pey­gam­ber) size, melekleri ve pey­gamberleri rabler edinmenizi de emretmez. Siz Müslüman kimseler olduktan sonra, (hiç) size küfr(e girmey)i emreder mi?” (Âl-i İmrân, 79-80) ayetlerinde işaret edilen fitneye başta kendileri düştüler. Sonra bütün insanlığı Tağutlar eliyle düşürmeye çalıştılar.Peki niçin Kudüs’te bu kadar ısrar ediyorlar? Çünkü Cihan hakimiyetini ifade eden Kızılelma Kudüs’tür. Allah, Kudüs’ü dünya hakimi­ye­ti­nin alameti yapmıştır. Ku­düs’e hâkim olan dünyaya hâ­kim olur. Tarih boyunca böyle olmuştur. Ahiretten umudu kes­tikleri için dört elle dünya­ya sarılan Yahudiler, dünya ha­kimiyetinin alâmet ve vesi­le­si olarak Kudüs’ü elde etmek için bu kadar uğraşıyorlar. Kim Kudüs’ü alırsa İslam âleminin lideri de o olacaktır. Kudüs’ün fethi vesilesiyle ittihad-ı İslam gerçekleşecektir. Bu ittihad da Müslümanların dünya hâkimiyetini sağlayacaktır. Unu­tulmamalıdır ki İslam aleminde, Müslümanlar arasında ittihad, ittifak, tenasüb ve uhuv­vetin en tesirli bir vesilesi şuurlu ve onurlu boykottur. Cenab-ı Hak bizlere Kur’ânî ve Muhammedî bir tenasüb, temasül, ihlas, takva, inkılab ve ıslahat nasib eylesin. Hidayet ve tevfiki refikimiz olsun. Vesselam.

Muhammed Said ARPACI 01 Şubat
Konu resmiEtkili Boykot ve Helal Gıda
İtikad

Bu yazımızda etkili bir boykotun kriterleri ile helal gıdanın boykota katkısını ele alacağız. Bir boykotun etkili olabilmesi bazı şartlara bağlıdır.Bu yazımızda etkili bir boykotun kriterleri ile helal gıdanın boykota katkısını ele alacağız. Bir boykotun etkili olabilmesi bazı şartlara bağlıdır.Birincisi: Boykotun amacı net olmalıdır. Yani kimi, neyi ve niçin boykot ediyoruz? Üzerinde baskı kurmak istediğimiz üretici, şirket veya devletler açıkça ifade edilmelidir. Mesela, Filistin’de, Gazze’de yaptığı zulümler sebebiyle İsrail mallarını boykot ediyoruz gibi…İkincisi: Boykota desteği artırmak için etkin bir kampanya yürütülmelidir. Bu amaçla radyo, televizyon ve gazete gibi toplu iletişim ve haberleşme araçlarının yanı sıra internet, sosyal medya, tanıtıcı afişler, broşürler ve basın açıklamaları gibi meşru olan her yol aktif bir şekilde kullanılmalıdır. Nitekim basın yayın yoluyla yapılan çağrıya kulak veren yüzbinlerce duyarlı kişi 2024 yılının ilk ışıklarında Galata Köprüsünde bir araya gelmiş ve zulme “Dur!” demiş, “Zalimler için yaşasın cehennem!” diye haykırmıştır.Üçüncüsü: Boykotun hedefine ulaşması için güçlü ittifaklar ve iş birlikleri teşkil edilmelidir. Ülkemizde ve âlem-i İslam çapında bütün Sivil Toplum Kuruluşları bir araya gelerek tek ses ve tek yürek olmalıdır. Zira birlikten kuvvet doğar. Farklı kanallardan mücadele eden grupların birlikte inisiyatif alması daha etkili sonuçlar doğuracaktır. Dördüncüsü: İslamî hassasiyetleri hâiz bilinçli tüketici rehberleri hazırlanmalıdır. Bu rehberlerde özellikle helal gıda hassasiyeti gözetilmelidir. Çünkü bir Müslüman’ın hayat standardının olmazsa olmaz ölçüsü helaliyettir. İslamî kriterlere göre yiyecek ve içecek seçimi yapıldığında, sağlığa zararlı katkı maddeleri içeren gıda ve ihtiyaç maddeleriyle bilhassa yurt dışı menşeli ürünler saf dışı kalmış olur. Bu da boykota önemli bir katkı sağlamış olur.Beşincisi: Etkili bir boykot kampanyasının en önemli unsuru, alternatif ürünlerin tanıtımıdır. Boykot edilen ürünlerin yerine geçebilecek benzer fakat helal sertifikalı, kaliteli ve kolay ulaşılabilir ürünler mutlaka tanıtılmalıdır. Bu vesileyle tüketicilerin kolayca alternatif ürünlere geçişinin sağlanması hedeflenmektedir. Altıncısı: Boykotta istenilen neticeyi almak için uzun vadeli bir planlama gereklidir. Yani başarılı bir boykotun olmazsa olmaz bileşenleri sabır, azim ve kararlılıktır. Bir anda ortaya çıkan, arkası gelmeyen, saman alevi gibi yanıp sönen boykotlardan müspet bir sonuç çıkması beklenemez. Bu sebeple günü kurtaran çabalar yerine ileriye dönük kalıcı çözümler üretmek lazımdır. Yedincisi: Boykottan verimli ve kalıcı bir sonuç elde etmek için kurum ve kuruluşların desteğini almak lazımdır. İletişim Başkanlığı, Diyanet İşleri Başkanlığı vb. devlet kurumları ile beraber Türkiye Gönüllü Teşekkülleri Vakfı (TGTV), İslam Dünyası Sivil Toplum Kuruluşları Birliği (İDSB) ve İslam İşbirliği Teşkilatı’nın desteği çok anlamlı olacaktır. Özellikle ülke ve dünya çapında akredite olmuş helal gıda denetleme ve sertifikalandırma derneklerinin doğru yönlendirmeleri esas olmalıdır. Zira rekabete dayalı serbest piyasa ekonomisinde “Boykot Ediyoruz” başlıklı birçok liste görmek mümkündür. Bu nedenle sağlam, güvenilir kaynaklara itibar etmek gerekir.Sonuç olarak boykot belli bir amaç doğrultusunda, güçlü ittifaklar kurarak, helal gıda hassasiyeti gözeterek, sabırla, kararlılıkla aktif bir kampanya yürütmek suretiyle etkisini gösterecektir. Öyleyse bizim vazifemiz Allah yolunda mücadele etmektir. Gayret bizden, tevfîk Allah’tandır.

Ali CİRİT 01 Şubat
Konu resmiBoykotumuz “Değer”siz Değil! (Anti-boykot ihtiva eder.)
İnsan

 “Doğrusu biz, sizden ve Allah’tan başka tapmakta olduklarınızdan uzak kimseleriz! Sizi (bâtıl dininizi) inkâr ettik; artık (siz) tek olarak Allah’a iman edinceye kadar, sizinle bizim aramızda ebedî olarak düşmanlık ve kin başlamıştır.”Gaye teslim almak…Kararlıydılar. Öldürmek istediler: Başaramadılar. Hiçbir zaman… Alayı, hakareti denediler: Alkışlamalar, işkembeler… Başaramadılar. Sıra işkencede idi: Olmadı, olmadı, olmadı. Geriye boykot kaldı.Bi’setin 7. senesi… Bir tarafta Ebu Talib’in mahallesinde sı­kış­mış Müslümanlar ve onları sahiplenen Haşimoğulları: Hazret-i Peygamberi (asm) korumaya söz verenler… Diğer tarafta barış teklifini kabul etmemek, acımamak, kız alıp vermemek, mal alıp satma­­mak, konuşmamak, görüşmemek, ev­­­lerine girmemek üzere anlaşan Mekkeli Müşrikler. Haz­­ret-i Peygamberi (asm) tes­lim al­­­maya söz verenler: Ellerinde cay­­mamak için yazılıp mü­hür­le­nerek Kâbe’ye asılan boykot sahifesi. Tam 3 sene. Açlık, çocuk feryatları, acı, keder, bin bir meşakkat. Ve vaz geçmeyen, tebliğe devam eden Allah Resulü ile bir avuç Müslüman. Netice: Kaldırttırı­lan boykot. İndirilen boykot sa­hifesi. Daha güçlü olarak Ri­sa­let vazifesine devam eden Re­sul-i Ekrem (asm). Ardından boy­kot ağırlığının gölgesi üzerine çöken hüzün seneleri.Tekerrür mü?Saadet asrının ibtidasındaki cahiliye karanlığı içerisinde kendisini gösteren boykot silahı zaman katarlarında günümüze kadar taşındı. İlkin Kâinatın Güneşi (asm) söndürülmeye çalışıldı. Ardı sıra nurunu o güneşten alan yıldızlar ve her bir mümin gönül. Bazen maddi bazen manevi boykotlarla.Her bir boykot sefer oldu. İlk boykotu kaldıran tebliğe, kararlılığa, sabra, ümide, tevekküle ve dahi manevi membalara birer kulaç daha yaklaştırdı ümmeti. Daha bir sahiplik verdi Resulullah’ın (asm) davasına. Her boykot sonrası yenilgi yenilgi büyüyen zaferlere şahit olundu.Ya Günümüz?Her taraftan boykot altındayız. Bir zaman Allah Resulünü (asm) teslim almak için uygulanan aynı usul devreye sokuldu. Şirk ve küfür ehli Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyan’a ve Sünnet-i Seniyyeye karşı harekete geçtiler. İslamiyet’in sancaktarlığını yapan millete ve himayesindekilere karşı yaklaşık 200 sene süren bu boykot halen kırılabilmiş değil. Önce elimizden alınmak için mukaddes kitabımıza el uzatıldı. Alınamayacağı anlaşılınca çeşitli dümenler çevrildi. Uzaklaştırılma yoluna gidildi. Ferd ferd ve fevç fevç imani esas­lardan uzaklaştırılmaya, ahlaki değerlerimizden uzaklaştırılma­ya, kardeşlik ve birliğimizden uzaklaştırılmaya çalışıldı. Ne za­man ki huzura, saadete yeltendik karşımıza ticaret kervanlarını Ebu Talib mahallesinden uzaklaştıran Ebu Lehebler gibi kararmış ruhlar çıktı.“Kişi yediğinden ibarettir.” hakikatini bilen İbn-i Sebeler mev­cudiyetimizi harama bulaştırmak istediler. Zehri bal kıyafetiyle sundular. Memleketimize, şehrimize, köyümüze, hanemize binlerce mesafeden sinsice haram lokma taşıdılar. İfsadın ifratına kalkıştılar.“Muhammedü’l-Emin” vasfıyla mücadele edemeyenlerin asırlar sonraki artıkları, ümmetin sözüne yalan katma hilesine cüret ettiler. Sütümüze su katarcasına. Anladılar arsızlar bir kere, “haram yedikçe ve yalan söyledikçe” kalplerin asla düzelemeyeceğini. “Haramın binası olmaz” hakikatiyle cedelleşip haramdan ve yalandan bedenler büyütüp kurumlar diker oldular. Fasid hendeseciler!İşi ferde münhasır bırakmadılar, içtimaiyatımıza da musal­lat oldular insanın kalbiyle Rab­bi arasına girenler. Asr-ı saadet sa­kinlerini Ebu Talib’in ma­hal­­lesine hapsedenlerin ruh-daş­­la­rı ahirde gelen ümmeti ken­­di key­fi ve zevkî mahalle­le­ri­ne hapset­meye teşebbüs et­ti­­ler. Ke­lamımız kelamlıktan, din­le­me­­­miz dinlemeklikten, zi­ya­re­ti­­miz ziyaretlikten çıkar ol­du. Hadd-i vasatın rehberi canlı timsali olan Efendimizle (asm) münasebetimizi kesmek isteyip adab-ı muaşeretimizi katle koştular. Dünya zebanileri! Benlik putu üzerine şahsi menfaat muskası astılar. Yetinmediler, kar­deşlik tuğlaları arasındaki ne­bevi harca gözlerini diktiler, gözleri çıkasılar!Boykotları koca sarsılmaz İslam Medeniyetinin temel esaslarının dayandığı ilim sahasına dayandı. En katı ve keskin neşteri talim ve terbiyemize çektiler. Madde ile manayı, akıl ile kalbi deri yüzer gibi ayırmaya teşebbüs ettiler. İsmine cerbezeyle tevhid katar oldular. Maskaralar! Birbirine karılan beyimiz beyliğini, kızımız hanımlığını unutur oldu. Birbirine benzemeklik cabası oldu. Haremden de selamdan da geçirmeye and içen edebsizlerin ekmeklerine yağ süren beyinsizler türedi. İstendi ki tedrisatın besmelesi unutulsun, besi bereketi kesilsin. Gayesi madde ve dünya olan insan makbul meta, kıymetli ürün kabul edilsin. Başıboş nesiller dünya değirmeninde dane gibi öğütülsün.Nereye kadar?“Zulm ile abad olunmaz.” Olsa­lar daha işin başlangıcında, Mek­­­­ke-i Mükerreme’de olurlar­dı. Lakin olamadılar. Neti­ce: Allah Resulünün (asm) ri­ya­­se­­tin­­de bir avuç Müslüma­nın za­fe­ri ve Kâbe’den indirilen boy­kot metni. Ahirde ise Mek­ke’ nin fethi ile başlayan fetihler silsilesi.Şimdi Kâinatın Reisi (asm) ilk günkü gibi serdarımız. İki büyük emanetiyle her daim aynı kararlılık, aynı sebat ile rehberimiz. Yeter ki emanetlere sahip çıkalım. Bilelim ki ferd olarak kalbi ile Allah arasına girilmek istenen her Müslümanla teslim alınmak istenen, ilk boykotta olduğu gibi Allah Resulüdür (asm). Teslim alınmak istenen günümüz İslam toplumu ve kardeşliği değil, ilk boykottaki sınırlı sayıdaki Seyyid-i Kâinat etrafında teşekkül etmiş olan Sahabe birlikteliğidir. Haramdan ve yalandan el çektikçe, kardeşler oldukça, tedris için Nebevi rahlenin başına diz çöktükçe 200 senelik boykotun anti-boykota dönüştüğünü göreceğiz. Kalplerin ve İslam Medeniyetinin ve medreselerimizin imar ve inşasını göreceğiz. Gaz/z/a’daki bir avuç müca­hidin bombalı boykot karşısında hayatları pahasına yaptıkları cihadın, sınırlar aşarak kalpler­deki mühürleri kırarak manevi fetihler gerçekleştirmesi Mekke’nin fethinden nişan taşımıyor mu? Aksa’da kılınacak fetih namazının hücceti ve müjdesi değil mi?Yeter, biz biz olalım; Allah Resulüne hakiki ümmet olalım, Ashab-ı Güzine zamanlar aşan kardeş olalım.“Rabbimiz! Ancak sana tevekkül ettik ve sana yöneldik; dönüş de ancak sanadır!”

İbrahim SARITAŞ 01 Şubat
Konu resmiVur, Öldür, Yık: Açlığa Mahkûm Et
İnsan

İsrail saldırıları tarım alanlarının kısıtlı, su kaynaklarının olmadığı ve dış dünyayla bağlantısı sürekli kontrol altındaki Gazze’de hayatı felç etti.Öyle ki, 7 Ekim’de başlayan saldırılarda İsrail ordusu tarım arazilerini doğrudan hedef alarak kentin gıda üretme potansiyelini yok etti. Zaten kentin dışına çıkarak tarlalara gitmek isteyenler de doğrudan hedef alınıyor.Yani ölüme, yıkıma ve sert doğa şartlarına rağmen üretmek isteseniz dahi İsrail ordusu buna izin vermiyor. (TRT Haber)Destek olmak için:• Web sitemiz üzerinden https://hayratyardim.org online bağış yapabilirsiniz.• Banka hesap numaralarımıza “FİLİSTİN” açıklaması ile dilediğiniz miktarda bağışta bulunabilirsiniz.• 3674’e FİLİSTİN yazıp SMS göndererek 20 ₺ ile destek verebilirsiniz.

Hayrat Yardım 01 Şubat
Konu resmiBir Çeşmenin Hikayesi
Tarih

“Gel, Gül Ahmet’in çeşmesinden akan gülsuyuna benzeyen sudan iç!” Osmanlılar döneminde, rüşvet ye­mekle ünlenmiş “Gül Ahmet” isminde bir kadı varmış. Da­­va­daki taraflardan hangisi, Gül Ahmet’e rüşvet verirse, hak­­­lı da haksız da olsa davayı o ka­­zanıyormuş.O günlerde bir şairin, Gül Ahmet’in bakacağı bir davası olur. Şair ne kadar haklı olsa da Gül Ahmet’e rüşvet vermeden davayı kazanamayacağını bildiğinden, onunla bir ön görüşme yaparak davayı kazandığı takdirde yanında getirdiği bir külek yağı kendisine rüşvet olarak vermeyi teklif eder. Kadı Gül Ahmet de bu teklife “tamam” der ve bir külek yağı alır. Ancak gel gör ki sonuçta davayı karşı taraf kazanmıştır.Şair derhal Gül Ahmet’e gidip “Kadı Efendi bu nasıl iş? Bir külek yağ verip sizden söz de aldık ama davayı karşı taraf ka­zandı” deyince, Gül Ahmet, “Bak evladım!..” der, “Kadılık yaş deriye benzer, ne tarafa çekersen o tarafa uzar. Sen verdin, bir külekte bir okka yağ; karşı taraf verdi bir varilde, bir batman yağ… Elbette ki o kazanacak.” Aradan uzun yıllar geçmiş, Kadı Gül Ahmet emekli olmuş ve hayratına bir çeşme yaptırmıştır. Yaptırdığı bu çeşmenin alnına, kendisi tarafından yaptı­rıldığının, güzel bir sözle ya­zılmasını arzulamaktadır.Bu söz içinse bizim şairi tavsiye ederler. Şair de çeşmenin alnına şu güzel sözleri yazar:كل گل احمد چشمه سندن ايچ گلاب آسا صويي“Gel Gül Ahmet çeşmesinden iç gülâb âsâ suyu”Yani “Gel, Gül Ahmet’in çeşmesinden akan gülsuyuna ben­zeyen sudan iç!” Ebced hesa­bıyla mısraın değeri 910 eder; yani miladî 1505 yılına karşılık gelir.Küşad merasiminde çeşme gibi tarih kıtası da görücüye çıkmış ve ahbâb u yârân hayırlı olsun diyorlarmış. O sırada kalabalığın ortasından biri tarih mısraını okumaya çalışmış:“Gel Kel Ahmet çeşmesinden iç gilâb âsâ suyu”Bunu duyan Ahmet Efendi kendisine kel denilmesinden ziyade gülâb’ın “çamur gibi su, çamurlu su” demeye gelen gilâb okunmasına içerlemiş; ama sesini çıkarmamış. Fakat biraz sonra bir başkasının bu oku­yuşa itiraz edip mısraı:“Gel Kil Ahmet çeşmesinden iç kilâb-âsâ suyu” okuduğunu görüp duymuş. Bu daha da fe­nadır. Hem kendisine çamur denilmekte hem de çeşmesinden su içeceklerin köpekler (kilâb) kategorisinden sayılmasına yol açmaktadır. Bir başkasının “Kel Kül Ahmet” diye okumaya başladığını işitir.Kadı Efendi bunu fark ettiğinde hemen şairi bulur ve sorar:- Bu nasıl bir tarihtir ki, kimileri güzel okuyor; kimileri kötü?Şair, içindeki eski yaraya merhem sürercesine cevabı yapıştırmış:- Vallahi Efendi! Tarih pek güzel, sen aldırma! Bu şairlerin sözü lastik gibidir, ne tarafa çeksen böyle uzar.a

İrfan MEKTEBİ 01 Şubat
Konu resmiFetih ve İşgal
Kültür ve Medeniyet

Bugün işgal felsefesinin zalim ve gaddar saldırılarıyla Gazze’de binlerce kardeşimiz şehid olmakta, hiçbir kanun ve kural tanımaksızın sözüm ona medeni dünyanın gözü önünde katliam yapılmaktadır. Buna mukabil sırf topraklarını müdafaa etmek için gayret eden Gazzeli Müslüman kardeşlerimiz ise savaş ahlakına uygun hareket edip sivilleri ve masumları asla hedef almamaktadır. Çünkü İslam medeniyetinde her şeyin olduğu gibi savaşın da bir ahlakı vardır. Hz. Ömer 637’de, Kudüs fethi akabinde, “Kutsal Mezar”a girdiğinde namaz vakti gelmiş ve başrahip namazını burada kılmasını istemişti. Ancak Hz. Ömer bu teklifi kibarca reddetmiş, burada namaz kılarsa ileride bazı Müslümanların burayı sahiplenebileceği, hatta “Kutsal Mezar”ı yıkarak burada cami yapabileceği endişesiyle namazını orada değil de karşısında kılmıştır. Namaz kıldığı bu yere daha sonra Hz. Ömer adına bir Cami inşa edilmiştir.Buna karşılık Haçlılar Kudüs’ü işgal ettikleri zaman, insanlık tarihinde görülmemiş bir vahşet sergilemişlerdir. Şehirdeki bütün Müslümanlar öldürülmüş, Kubbetüssahra yağmalanmış, Mescid-i Aksa’ya sığınanların tamamı kılıçtan geçirilmiştir. 70 bin Müslüman öldürülmüş, Müslüman kadınlar sığındıkları Hz. Ömer Camii’nde çocuklarıyla birlikte katledilmiştir. Bugün de işgal felsefesinin zalim ve gaddar saldırılarıyla Gazze’de binlerce kardeşimiz şehid olmakta, hiçbir kanun ve kural tanımaksızın sözüm ona medeni dünyanın gözü önünde katliam yapılmaktadır. Buna mukabil sırf topraklarını müdafaa etmek için gayret eden Gazzeli Müslüman kardeşlerimiz ise savaş ahlakına uygun hareket edip sivilleri ve masumları asla hedef almamaktadır. Çünkü İslam medeniyetinde her şeyin olduğu gibi savaşın da bir ahlakı vardır. İslam ve Batı medeniyeti bu noktada ayrışmakta, bu da fetih ve işgal kavramlarıyla kendini göstermektedir.Fetih; Allah’ın kelamını yüceltmek ve yaymak için girilen her bölgede İslam’ı tebliğ faaliyetlerini yürütürken, orada yaşayan sivillere ve masumlara zarar vermemek, fetihten sonra adil bir şekilde kontrolü sağlamaktır. Fetihte asıl olan toprakların ele geçirilmesi değil, insanların İslamiyet’i kabul etmesi ve adaletin sağlanmasıdır. Bu, tarih boyunca böyle olmuştur. İşgalde ise; yeraltı ve yerüstü zenginliklerine veya stratejik konumuna göz dikilerek hedefe konulan bölge, insan ve medeni değerlerine bakılmaksızın yerle bir edilir, harabeye çevrilir. İşgalden asıl maksat sömürüdür. Fetih, imardır. İşgal ise harap edip bozmaktır. Fetih bütün insanlık için adaleti temindir. Fethin sembolü, mazlumu zalimin elinden kurtarmak ve fethettiği bölgede adaleti tesis etmektir. İşgal ise zülüm ve adaletsizlik getirir.Fetih umut ve kalkınmadır. İşgal ise ümitsizlik ve sömürgedir. Fetihte yaşatma esastır. İşgalde ise, yaşamak için öldür, ele geçirmek için harap et çarpıklığı temeldir.Fetihte amaç, gönüllerin ve yüreklerin fethidir. İşgalde ise olanı tahrip edip zorbalıkla dikte etmek vardır. Fetihte can, mal, din, dil ve namus gibi değerler korumaya alınırken, işgalde ise can, mal ve namuslar ayaklar altına alınmaktadır. Fetihte ağaçların, hayvanların, tarlaların bile hukuku korunurken yaşlılar, kadınlar, çocuklar ve hastalara zarar vermek asla mümkün değildir. İşgalde ise canlı cansız, çocuk, kadın, yaşlı ve hasta demeden herkesi öldürmek önceliklidir. İşgal zihniyeti, toplum hayatının dayandığı esası “güç” kabul eder. Güçlü isen her zaman haklısın, der. Hak hukuk bilmez ve kural tanımaz. Halbuki kuvvet ve gücün gereği, tecavüz ve saldırıdır. Bu anlayışa göre, güçlü olan güçsüz ve zayıfları ezer. Buna mukabil İslam medeniyeti ise, toplum hayatının temel esası ve dayanağını, güç ve kuvvete bedel hakkı kabul eder. Haklı olan her zaman güçlüdür; hakkın hatırı yücedir, hiçbir şeye feda edilmez, der.Bir Müslüman bilir ki hakkın gereği, ittifak, adalet ve ölçülü davranmaktır.Adalet temelindeki ittifaktan selamet ve barış çıkar, neticede, işgal ve sömürgeyi toplumdan söker, atar.

İrfan MEKTEBİ 01 Şubat
Konu resmiHafız Abdülezel Paşa (ASKERLERİYLE BİRLİKTE ÖN SAFLARDA SAVAŞAN BİR KUMANDAN)
Tarih

 “Niçin denilmeli artık o yerlere Milona?İlelebed koca Abdülezel’le yâd oluna”                     İsmail SafaHem 1877-1878 Osmanlı-Rus Savaşına, hem de 1897 Osmanlı-Yunan Savaşına katılan ve 70 yaşında1 düşmana karşı atı üzerinde savaşırken şehid olan hafız bir paşamız vardı: Abdülezel Paşa. 1897 Yunan Savaşında Alasonya Ordusuna bağlı 2. tümenin 2. tugayının komutanıydı. Sultan II. Abdülhamid, Yu­na­nis­tan’ın şımarıklıklarından do­layı 17 Nisan 1897 günü sa­vaş ilan etmişti. Alasonya Ordu­su­nun komutası Edhem Paşa’ daydı. Savaşın ilan edildiğine dair Padişah emri, saat 09.30 sıralarında İskomba’da kurulu karargâha vardı. O sırada karargâhta bulunan Abdülezel Paşa’ya, emrindeki birliklerle Pırnar Tepesine gitmesi ve Papalivadya Kalesini topa tutması emri verildi. Bu sırada Abdülezel Paşa’nın başlatacağı top atışlarıyla tahrip olan kaleye Celal Paşa da birlikleriyle hücumda bulunacaktı. Saat 10.30’a geldiğinde Abdülezel Paşa, Pırnar Tepesine varmıştı. Hemen topçu askerlere emir verdi ve Papalivadya Kalesine top atışları başladı. Yunanlılar ilk saldırının ardından Osmanlı birliklerini yaylım ateşine tuttular. Karşılıklı top ve tüfek atışları gün boyu devam etti ancak Papalivadya Kalesinde beklenen hasar oluşmayınca, gecenin karanlığından faydalanan Osmanlı birlikleri İskomba’ya geri döndüler. Geri çekilmeye rağmen askerin birazı tepede bırakılmış ve sabaha kadar ele geçirilmeye çalışılan Milona tarafında top atışları devam etmiştir. Ertesi gün sabahın erken saatlerinden itibaren kalenin kuleleri top atışlarıyla tahrip edilmiştir. Ardından Papalivadya’nın ele geçirilmesi için hücum emri verilmiştir. Bu arada Yunanlılar Osmanlı tarafına hücum etmeye kalkışsalar da askerlerimizce verilen şiddetli karşılıktan dolayı geri çekilmişlerdir. Osmanlı askerleri bir yandan hücum ile bir yandan da top atışlarıyla kaleye saldırı gerçekleştirirken, Abdülezel Paşa da atının üstünde topçu siperlerinin üzerine çıkmıştı. Bulunduğu yerden hem savaşı gözetliyordu hem de birliklere komuta ediyordu. Bu sırada gelen bir düşman kurşunu ile kalbinden vuruldu ve şehid oldu. Abdülezel Paşa’nın yerine Gem­lik taburunun binbaşısı Tev­fik Bey vekâlet etmeye baş­lamıştır. Milona Boğazının ele geçirilmesi çok zaman alma­mış ve aynı gün Yunanlılar büyük bir yenilgiye uğramışlardır.Osmanlı birlikleri daha ilk sal­dırıda ve çok kısa zamanda başarılı olsalar da buruk bir sevinç yaşıyorlardı. Çünkü Kırım Harbinden beri hep ön saflarda korkusuzca çarpışan, toplam yirmi altı savaşta büyük kahramanlıklar gösteren büyük bir kahraman şehid olmuştu.Avrupalılar da hayran kalmışlardıAbdülezel Paşa’nın kahramanca savaşması yalnız Osmanlıların değil, Avrupalıların da dikkatini çekmişti. Onun şehadetinin ardından Avrupa gazetelerinde kahramanlığından bahseden ma­­ka­leler yayınlanmıştır. Daily News’de yayınlanan bir makalede Osmanlı askerlerinin Milona Boğazına hücum ettikleri sırada Abdülezel Paşa’nın askerlerinin önünde gittiği anlatılıyordu. Paşanın yaverleri onun bu şekilde canını hiçe sayar bir tarzda öne atılmasını engellemek istemişlerdi. Paşa onlara: “Ben Rusya muha­rebesinde bile bir an hayvandan inmemiş iken, Yunan muharebesinde mi ineceğim?” diye karşılık vermiştir. Bu sırada düşman kurşunları havada uçuşuyordu. Kurşunlardan biri sol koluna, diğeri sağ eline isabet etti. Buna rağmen hiçbir şey olmamış gibi askerlerini kumanda etmeye devam ediyordu. HayatıAbdülezel Paşa aslen Konya’nın Hadim ilçesinin Aşağı Hadim köyündendir. Doğum tarihi hakkında çeşitli tarihler verilmekte ise de genelde 1828 senesi kabul edilir. Fakat 1815 senesinde doğduğunu söyleyenler de vardır. Memleketinde on beş yaşına kadar kalmıştır. Daha küçük yaşlardayken bile kuvvetiyle ön plana çıkıyordu. On altı yaşındayken İstanbul’a geldi ve askerlik mesleğine intisab etti. Alaydan yetişmiş bir subaydır. İlk görev yeri Arabistan olup, burada on iki sene görev yapmıştır. Arabistan’da görev yaptığı müd­det zarfında askerî kabiliye­ti fark edilmiştir. Bu sebeple Hüsrev Paşa 1853 senesinde onu yaverliğine almış ve beraber Kırım Savaşına katılmışlardır. Kırım Savaşından sonra Kara­dağ ve Girid isyanlarında gö­rev yapmıştır. Görev yaptı­ğı her bir muharebe için fe­da­kâr­lık­larından ve üstün gayretlerinden dolayı madalyalar almıştır. Alaylı olarak yetiştiği askeriyede her bir basamağı başarılarıyla geçerek 1872’de binbaşı olmuştur. Binbaşı olarak ilk görev yeri Giresun’dur. Burada birkaç sene kaldıktan sonra Sırpların Osmanlı Devleti’ne isyan etmesi üzerine, 1876 senesinde Sırbistan tarafına sevk edildi. Özellikle Osmanlı Devleti’nin Sırpları yendiği Aleksinaç Muharebesinde büyük faydalar göstermiştir. Sırpların bu muharebede Osmanlı Devleti’ne yenilmesi 93 Harbinin başlamasının sebepleri arasındadır. Abdülezel Paşa, 93 Harbine de Plevne cephesinde ve Gazi Osman Paşa’yla birlikte katılmıştır. Onun bulunduğu tabyaya Hafız Bey tabyası ismi verilmişti ve Plevne müdafaasında önemli roller üstlenmiştir. Burada gösterdiği kahramanlık­lardan dolayı miralay (albay) rüt­besine terfi ettirilmiş ve Plevne madalyasını bizzat Sultan II. Abdülhamid’in elinden almıştır. Plevne’den sonra Abdülezel Paşa, önemli görevlerden birisi olan Hicaz Jandarma Komutanlığına atanmıştır. Burada iken Hac vazifesini de yerine getirmek nasip olmuştur. Hicaz’daki görev süresini doldurduktan sonra İstanbul’a çağrılmış ve mirliva (tümgeneral) rütbesine getirilmiştir. Yunan Savaşına katılmadan ön­ceki son görev yeri Şe­bin­ka­ra­hisar’dı. Yunan Savaşının ilk zaferine imza atmak üzere iken şehid olunca, Sultan II. Abdülhamid’in emriyle Ala­son­ya’da inşa edilen bir türbeye def­nedilmiştir. Paşa zaten şehid olmadan önceki son konuşmasında askerlerine, Alasonya’ya defnedilmek istediğini söylemişti. Ancak Alasonya 1912 senesinde elimizden çıktıktan sonra, Yunanlıların Osmanlı eserlerini tahrip etmesinden bu türbe de nasibini almıştır. Günümüzde Abdülezel Paşa’nın mezar taşı olduğu tahmin edilen bir taş Alasonya’da bulunmaktadır. Ancak üzeri kazındığı için kesin olarak Paşa’ya ait olup olmadığı anlaşılamamıştır. Alasonya’da Osmanlı’dan günümüze ulaşan tek yapı Muharrem Paşa Camii’dir. Onun da 1963 senesinde minaresi yıkılmış ve terk edilmiş vaziyettedir. Şehid Olmadan Önce Askerlere HitabıAbdülezel Paşa, şehid olmadan önce askerlerini cesaretlendirmek için onlara seslenerek şunları söylemişti:2“Askerler! Şu gördüğünüz Livaski Tepesinin zabtı bizim için pek büyük şanlı bir muzafferiyet temin etmiş olacaktır. Siz Milona Geçidi gibi en sa’bü’l-mürûr (geçişi zor), en çetin yerlere hücûm ederek Osmanlılığın celâdetini (yiğitlik) bütün cihan nazarında isbat eylemiş er oğlu erler olduğunuz cihetle tevfîkât-ı celîle-i Sübhâniyeye (Allah’ın yardımına) istinâden (dayanarak) bu tepenin üzerine vukû bulacak (gerçekleşecek) haydarâne (yiğitçe) bir hücûmunuzun zâten gözü yılmış olan düşmanı külliyen perişan ve sancağımızı rekz (dikme) ile ilâ-yı şân-ı Osmaniyân (Osmanlıların şanını yüceltme) edeceğimizi kaviyyen (kuvvetle) memûl (ümit) ederim. Eğer bu tepeyi zabt ederseniz pişgâhınızda (önünüzde) çiçeklerle müzeyyen (süslü) vâsi (geniş) bir sahra, bir cihan-ı zafer açılacak ve bütün millet-i İslâmiye ve Osmaniye sizin bu muzafferiyât-ı kahramanânenizle (kahraman­ca üstün gelmenizle) ilân-ı şük­rân ve iftihâr edecektir (gururla­na­cak­tır). Analarınız sizi ancak bu­gün için doğurdu ve büyüttü. Yeryüzünde bulunan bütün Müslümanların Halife-i Akde­si olan şevketlû Padişahımız Efen­dimiz Hazretleri sizi ancak bu­gün için besledi. Vatan sizden bugün fedakârlık bekliyor. Hu­lâ­sa bugün şan ve namus-ı devlet ve millet sizin süngülerinize istinâd etmektedir. Demin söylediğim gibi eğer gazanferâne bir hücûm ile şu tepeyi zabt edecek olursanız namus-ı vatanı ilâ etmiş (yüceltmiş) ve devletimizin muzafferiyât-ı âtiyesini (gelecek zaferlerini) temîn etmiş olacaksınız.Askerler! Size en son bir vasiyetim var ki îfâsını (yerine getirilmesini) ricâ ederim. Eğer ben şu tepenin tarafınızdan zabt olunduğunu göremeden evvel câm-ı şehâdeti nûş edecek (şehadet şerbetini içecek) olursam cesedimi burada toprak altına defnetmeyerek mutlakâ bu tepeyi … bu tepeyi zabt ile üzerinde benim için bir mezâr hafr (kazın) ve beni oraya defnediniz. Yok eğer tepeyi zabt edemeyecekseniz bırakın cesedim bu topraklar üzerinde kalsın. Me’kel-i vuhûş u tuyûr (yabanî hayvanların ve kuşların yiyeceği) olsun.Evlâdlar! Sizin dağlar dayanmayan hücumunuza böyle tepeler elbette dayanmaz. Bu cihetle sizden mutlakâ bu tepenin zabtını isterim. Tevfîk-i İlâhî (Allah’ın yardımı) rehberimiz, imdâd-ı Peygamberî yaverimiz, teveccühât-ı celîle-i Hazret-i Hilâfetpenâhî (Halife hazretlerinin beğenmeleri) ise fark-ı iftihârımızda efserimizdir (tacımızdır). Haydi arslanlarım, arş ileri, dâimâ ileri!”Abdülezel Paşa, bu konuşmasında çok samimiydi. Çünkü söylediği her şeyi bizzat hissederek ve inanarak söylüyordu. Bu savaşın Osmanlı Devleti ve Âlem-i İslâm için kıymetini çok iyi biliyordu. Savaşın kazanılması tüm İslâm âlemini sevindirecek, Osmanlı Devleti’nin gücünü yedi düvele duyuracaktı. Şımarık Yunanlılar da ağızlarının payını almış olacaklardı. Celal Paşa’nın ŞehadetiAbdülezel Paşa, savaş başladıktan bir gün sonra 18 Nisan 1897 günü şehid olmuştu. Abdülezel Paşa 2. tümenin 2. tugayının komutanıydı. Aynı tümenin 1. tugayının komutanı ise Celal Paşa’ydı. Celal Paşa, aynı Abdülezel Paşa gibi askerlerinin yanında ön saflarda savaşıyor ve tugayını yönetiyordu. 21 Nisan 1897 günü savaş bütün şiddetiyle devam ederken Alasonya cephesindeki 2. tümen, tugaylarıyla birlikte mücadele ediyordu. Celal Paşa, Tırpan sırtlarındaki Semer belindeydi. Burada bir dağ bataryasının yanında bulunmaktaydı. Saat 8.00 gibi gelen kurşunlardan birisi Celal Paşa’nın boynuna isabet etti. Celal Paşa, aldığı şiddetli yarayla şehid oldu. Savaşın daha ilk üç gününde iki kıymetli paşanın şehadeti kazanılan zaferlerin hiç de kolay elde edilmediğini gösteriyordu. Bu kadar fedakârlıklarla elde tutulan bu topraklar çok geçmeden 15 sene sonra 1912 senesinde, İttihat Terakki zihniyetinin yanlış politikaları ve askerin siyasete bulaşması yüzünden elimizden çıkacaktı. Bu kahraman paşalarımızın ve askerlerimizin mezarlarını bile koruyamadık. 1- Bu sırada yaşının 82 olduğunu söyleyenler de vardır.2- Ali Muzaffer (1315), Abdülezel Paşa, İstanbul: Yuvanaki Panayotidis Matbaası.

Arif Emre GÜNDÜZ 01 Şubat
Konu resmiKazım Karabekir Paşa
Tarih

“Çocukların terbiyesini bana tevdi ediniz.  Dünyayı değiştireyim.”  LeipnitzBir süre “portreler” başlığı adı altında tarihe mâl olmuş yerli ya da yabancı önemli şahsiyetlerin görüşlerini, kişiliklerini sahip oldukları dünya görüşlerinden bağımsız olarak anlatmayı, böylece hakikat nereden ve kimden gelirse gelsin alarak/aktararak başta kendim olmak üzere okuyucularımın da istifade etmesini amaçlamaktayım. İlkin uzun zamandır okumak isteyip de bir türlü fırsat bulamadığım Kazım Karabekir Paşa’nın kitaplarından baş­la­mak istiyorum. Paşanın “İs­tik­­lal Harbinin Esasları, Bir Dü­el­lo Bir Suikast, Paşaların Kav­ga­sı ve Çocuk Davamız” adlı eser­lerini okuma şansım oldu. Paşa, daha çok asker ve bir yönüyle de siyasetçi olarak tanı­nır. Mek­teb-i Erkân-ı Harbiye Mezunu. Devletin birçok kademesinde görev yapmışlığı var. Genelkurmay II. İstihbarat Şube Müdürlüğü, 14, 15 ve 18. Kolordu Komutanlığı, 1. Ordu müfettişliği, milletvekilliği, mec­­­lis başkanlığı görevlerinde bu­­­lun­muş birisi. Onu Balkan Sa­­­vaş­­larında, 1. Dünya Savaşın da ve özellikle de Kurtuluş Sa­­vaşında görüyoruz. Hatta Kurtuluş Savaşı’nı başlatan birkaç komutandan birisi olduğunu söylemek daha doğru olur. Sarıkamış, Kars, Ardahan ve Artvin’i Ermenilerden alan adamdır. Daha önce aldığı “Alçıtepe Kahramanı” unvanına doğu zaferiyle Şark Fatihi, Ermenistan fatihi” gibi namları da eklenmiştir. Paşanın fikrî planının yanında aksiyoner bir yapısına da dikkat çekmek isterim. Sonradan yıldızları barışmasa da Enver Paşa ile birlikte ittihat ve Terakki Cemiyetinin Manastır şubesini kurmuş, 31 Mart olayını bastırmak için kurulan Hareket Ordusu’na aktif olarak katılmış, Türkiye Cumhuriyet’inin ilk muhalefet partisi olan Terakkiperver Cumhuriyet Fırkasının kurucuları arasında yer almış bir şahsiyettir. Bulgarca, Fransızca, Almanca ve Rusça bilen ve son derece entelektüel bir kişiliğe sahip olan Paşa’nın, özellikle 1927-1938 yılları arasında yaşadığı sıkıntılar ayrı bir yazı konusudur. Paşanın mezkûr kitaplarını okuduğunuzda cumhuriyet döneminin gri alanlarının biraz daha netleştiğine, bazı boşlukların doldurulduğuna şahit olacaksınız. Erzurum Kongresini düzenleyen, doğudaki istikrarı sağlayarak domino etkisiyle diğer kongrelerin yapılmasına katkısı olan, batıdaki savaşa askeri personel ve lojistik destek sağlayan Paşa, kendi döneminde pek anlaşılamasa da gelecek zaman hükmünü verecek ve yaptıkları elbette bir gün takdir edilecektir. Karabekir’in askeri kişiliğini, Kurtuluş Savaşında yaptıklarını, cumhuriyetin ilanından sonra tutuklanmasını, idamla yargılanmasını sonraya bırakmak istiyorum. Bu yazıda paşanın asker ve siyasetçi kimliğinin dışında toplumda pek bilinmeyen eğitimci yönüne değinmek isterim. Eğitimle ilgili kitapları, zamanın gazetelerine verdiği demeçler, kaleme aldığı çocuk oyunları, şiirleri, öyküleri ve meclisteki konuşmaları onun eğitime verdiği önemin bir göstergesidir. Ailesinden aldığı eğitim, kişisel özellikleri, yurt dışı seyahatleri, eğitim uzmanlarıyla görüşmeleri, o dönemde okuduğu Smith, Alman filozof J.G. Fichte, Festalozzi ve Ziya Gökalp gibi düşünürlerin etkisi eğitime karşı duyarlılığını artırmıştır. Onun eğitim anlayışını şekillendiren birkaç sözüne bakalım. “İlk yıllar biraz zaruret çektim. Fakat yaradılışımda çok neşeli olduğum için ömrümde hiçbir sıkıntı ve zorluk, benim için yenilmez bir düşman asla olmamıştır. Müzik ve edebiyatla bilhassa şiirlerle biraz meşgul oldum. Esasen küçüklükten beri bu iki güzel sanata meftundum. Askeri tahsilim sıralarında bilhassa edebiyat, riyaziye, (matematik) tarihten en çok hoşlanıyordum. Diyebili­rim ki bunların bana verdiği kuv­vetle bütün derslerimde sınıf bi­rinciliği temin ettim.” 1“Amerikalıların nasıl çalıştıklarını ana mekteplerinden başlayarak esaslıca tetkik ettim. Pedagoglarıyla sık sık görüştüm. Amerikalıların ne pratik adamlar olduğunu ve çocukların ruhlarını öldürmeksizin nasıl hür ve üretici insan yetiştirdiklerini işitirdim, şimdi içlerinde gözümle görüyorum.” 2Tuğla kalınlığındaki “Çocuk Davamız” adlı kitabı, özellikle 1919-1923 arasındaki eğitim anlayışını ve yapmak istediklerini gösteren önemli bir başyapıttır. Paşa, kitabında çocuk davamızın ne olduğunu şöyle açıklar: “Yoksul ve bakımsız çocukları devlet himayesine alarak memleketin diğer çocukları gibi başarılı ve hayat mücadelesine kudretli kılacak maddi ve fikri talim ve terbiye ile donatmak; benim öteden beri güttüğüm bir davadır. Ben buna “Çocuk Davamız” diyorum. Bakımsız çocuklar millet enerjisinin, bakımsız topraklarda vatan enerjisinin kaybedilmesi demektir.” 3Paşa’nın eğitime katkısının ne olduğunu o dönemde yaşayan Abdülahat Nuri Beyefendiden dinleyelim. “Paşa, orada üç bin kadar yetim çocukları toplamış, bu çocuklar kimsesizdi. Analarından, babalarından, yurtlarından ayrı kalmışlardı. Sefalet içinde fakirlik ve yoksulluk içinde yaşıyorlardı. Üzerlerinde elbiseleri yırtık, çoğunun benzi uçuktu. Hâlbuki bu binlerce çocuğu bir de şimdi görünüz. Hepsi saray gibi konaklarda yaşıyor. Hepsi tertemiz yepyeni giyinmişler. Hepsinin benzi kanlı, gözleri nurludur. Yattıkları yataklar kar gibi, yemek yedikleri sofralar en temiz lokantalarımızda bile görülemeyecek bir tarzda mükemmel. … Bütün çocuklar ona hep baba derler. Hakikaten hiçbir baba, Paşanın o çocuklara yaptığı gibi bütün kalbini ve ruhunu vermedi. Paşa her gün o çocuklar arasındadır. Onlarla beraber oturur, onlarla beraber yemek yer, her Cuma sıra ile üç dört çocuğu evine davet eder, onlara ziyafet verir. Paşa bu mektepleri bizim bildiğimiz “klasik” şekilden tamamen çıkarmış, onlara çok pratik, çok canlı, çok eğlenceli bir terbiye veriyor. Orada çocuklar yalnız ilim ve bilgi değil tamamen hayatı öğreniyorlar.” 4“Çocuk Davamız” adlı kitabının içeriğinde eğitim programı, açtığı ve açacağı okul projeleri, mecliste eğitimle ilgili yapmış olduğu konuşmaları, çocukların Paşaya yazdıkları mektupları, çocukların değişik illere yapmış oldukları seyahatlerin sonucunda edindikleri intibalarını bulabilirsiniz. Paşa, açtı­ğı okullarda -şimdiki eğitim sis­temi­mizin felsefesini oluşturan yapılandırmacı eğitim modeline uygun olarak- derslerin canlı olmasına, bunun yanında idman (beden eğitimi), müzik, resim, fotoğrafçılık, tiyatro ve sinema gibi sportif, sanatsal ve kültürel faaliyetlerin yapılmasına da önem vermiştir. “Himaye altına alınan bu çocuklara en temel eğitimler dahi verilmiştir. Çamaşırlarını yıkamak, kullandıkları tabağı yıkamak, yataklarını havalandırmak vb. gibi. Güzel konuşma, giyinme, yürüme gibi eğitimlerde verilmiştir. El işleri geliştirilmeye çalışılmıştır. Beden eğitimi de çok önemsenmiş; yarayı sarmak, yaralı taşımak, soğukta donmaya karşı tedbir almak gibi eğitimler verilmiştir. Otomobil, motor, saat, telgraf, telsiz gibi makinelerin kullanım alanları hakkında bilgi verilmiş, mikroskop ile mikroplar öğretilmiştir. Tarih ve coğrafya önemsenmiştir.” 51920’li yıllarda açılan okullarda çocuklara izletilen eğitici filmlere hayret etmemek elde değil: “Ayakkabı imali, Alman oyuncakları imalatı, arıların bal imali, safha makinesinin görünüşü, cesim fırınlar, İngiltere’de sabun imali, şeker kamışı ekimi, kauçuk, kahve, odun kömürü kazmalama, madenler külçe haline getirilmesi, talk, Marsilya’da kiremit fabrikası, kuzey Savua’da üzüm toplanması, Hindi Çini’de kauçuk mahsulleri, süprüntü yakmaya mahsus müessese, İstanbul’da sabun imali, İsviçre’de gravyer peynirinin imali, pirinç halitasının sanayide imali, porselenin suret-i imali, saatini nasıl yapılıyor? Amerika’da limon ekimi, Volga nehri üzerinde sardalya fabrikaları” 6Karabekir’in modern bir eğitimden yana olduğu, derslerin nasıl olması gerektiğini anlatan ifadelerinden de anlayabiliriz. “Bütün dersler yanlış inançlar ve hurafelerle mücadeleye yönelmiştir. Dinini sağlam bir surette öğrenmekte olan yavrular bazı menfaatperest ve sahte kimselerin büyücülük ve üfürükçülük vesaire gibi batıl şeyler ile cahil halkı nasıl aldattıklarını ve bunların ne kadar saçma olduğunu öğreniyor. Burada bu yavrucaklar “üfürükçü” piyesini ibret halinde sahneye koydular.” 7 “Umumi harpten sonra dört yaşından itibaren çocuklara ehemmiyet verilmeye başlandığı bir zamanda ana mektep terbiyesi sistemi şu şekli almıştır: Çocuk önüne amele gibi bir önlük giymiş ve karşısında çamurla, hayatla mücadele ediyor. Çamurdan envai şekiller yapıyor. Bardaklar yapıyor, tabaklar yapıyor. Kocaman boya fırçası ile onu boyuyor. Çocuk doğuştan su ile boya ile oynamaya teşnedir… Dört yaşında bir çocuk, iğneden iplik geçiriyor, teyelliyor, makasla ufak ufak muntazam şekiller kesiyor. Üstünü temizliyor. Adeta hayata lazım olan işleri yapan bir adamın ufak bir modeli şeklinde onu mücadeleye alıştırıyor. Çocuk, çamurla oynamadığından dolayı kapısının önünden akan pis sudan zevkini almaya ve o mikroplu sularla kendisini zehirlemeye mecbur oluyor. Pratik hayat artık ana mekteplerine girmiş bulunuyor. İlkokullara gelince gerek kız mekteplerinde ve gerekse erkek mekteplerinde hayatta lazım olan birçok alet ve edavat karşısında bulunuyoruz. Bizde hiçbir mektepte kazma, kürek, keser, testereden ve çekiç örsten eser yoktur.” 8“Mekteplerimiz mevki, manzara, iç bölümler ve öğretim usulleri itibariyle ileri memleketlerden çok geridir. … Hâlbuki ileri memleketlerde mektep binalarının şekilleri, boyut ve tertipleri, helalara varıncaya kadar tespit edilmiştir… Terbiyenin temeli olan (Ana) mekteplerimiz hemen yok denecek kadar azdır. Pös­te­kiler üzerinde basık tavanlı, fena kokulu, karanlık yerlerde, uzun sopaların maneviyatı ke­miren tehditleri karşısında beş altı yaşındaki masum dimağların yıpratıldığına şurada burada hâlâ tesadüf edilmektedir… En büyük merkezlerimizin çoğunda Türkçe yeni eserlerimizi havi birer mektep kütüphanesi bile yok; tarih, iktisat, fizik vesaire müzeleri yok. İlmi ve fenni sinema veya lanternmajik (hayal feneri) yok. Hâlbuki bugün sinema ile öğretim gelişmiş memleketlerde çocukların ve halkın öğrenim ve terbiyeleri için en mühim bir vasıta sırasına geçmiştir. …İbret (tiyatro) yeri de mektepte dershaneler kadar ehemmiyetli ve ihtiram mevkiinde tutulur. Burada dahi ahlaki, içtimai ve tarihi sohbetler oyunlarla çocukların irfanları daima yükseltilir.9 O dönemde tiyatroya karşı bir önyargı olduğu için kendisi tarafından yazılıp oynatılan oyunlara tiyatro yerine “ibret evi” demeyi tercih etmiştir. Kazım Karabekir, yukarıda anaokulu, ilkokul ve eğitim mantalitemizle ile ilgili söylediği görüşlerini teoride bırakmamış uygulamaya da dökebilmiştir. Sarıkamış’ı çocuklar kasabası yapmıştır. Neden Sarıkamış? Rus ve Ermenilerin çekilmesiyle birlikte boş binaların fazla oluşu ve büyük şehirlerden uzaklığı burada verilecek eğitimi bir şekilde zorunlu kıldığı için. Sarıkamış’ta açtığı okullara yakın illerden şehit ve kimsesiz yetim çocukları da getirtmiştir. Sonraları bu irfan ordusunu Erzurum, Kars, Kağızman, Iğdır, Ardahan, Erzincan ve Rize gibi muhtelif başka yerlere de taşımıştır. Paşanın açtığı okulları üç kategoride değerlendirebiliriz. Bunlar, ana mektebi, sanayi gürbüzler mektebi ve yatılı askeri mektebi… Bu okulların dışında Otomobil Mektebi, Sıhhiye Mektebi ve Sarıkamış Askeri İdadisi adı altında farklı türde de okullar açmıştır. Erzurum Kongresi Karabekir’in açtığı Sanayi mektebinde toplanmıştır. Sıhhiye Mektebinde ise cerrahi müdahale yapabilecek seviyede eğitim verilmiştir. Açtığı ana mekteplerinde, (anaokulu) çocukların kum, çamur, resim, el işleri, boyama, dikiş, temizlik ve oyuncaklarla, ilkokulda ise terzilik, kunduracılık, saraçlık ve marangozluk işleriyle meşgul olmuşlardır. Ortaokullarında (İdadi) sıhhiye, şimendifer, teyyare, ziraat, mat­­baacılık, elektrikçilik ve diş­­­­çilik, demircilik, tesviyeci­lik, tor­na­cı­lık, motorculuk şu­­bele­ri­ açıl­­mıştır. Okulların masrafları kol­ordu tarafından karşılanmıştır. Açılan bu okullar dönemin komutanları, millet­vekilleri ve halkın önde gelen şahsiyetleri tarafından ziyaret edildiğini “Çocuk Davamız” adlı kitabındaki yazışmalarından anlayabili­yoruz. Karabekir’in açtığı okullarda “yaparak-yaşayarak” meto­dun­­dan hareketle derslerin ve­­ril­di­ğini görüyoruz. Dersler nazariyeden (teori) ziyade amelidir (pratik). Bu yüzden açtığı okulların çoğu mesleki ve teknik alandadır. Eğitimde muhakeme ve mukayese usulünün kullanılmasından yanadır. Paşa, ezberci bir eğitim anlayışının kişiye “müteşebbis ruh” kazandırmayacağını savunur. O dönemde ortaokullarda uygulamaya dönük olarak verilen bazı dersler günümüzdeki eğitim anlayışını bile kıskandıracak seviyededir. Paşanın 18 Aralık 1922’de Ak­şam Gazetesine ver­diği bir rö­por­tajdan sanat ve çıraklık okul­ları ile ilgili düşüncelerine de bakmakta fayda var. “İlk tedbir olarak, şehit ve kimsesiz çocukları toplayıp memleketimizin fabrika hayatına müsait birkaç yerinde vücuda getirilecek müesseselere yerleştirerek onları buralarda hem çalıştırmak ve hem de yetiştirmek, ondan sonra ham malzemenin bol bulunan o civarda en çok tüketilen maddeler nazar-ı dikkate alınarak ona göre fabrikalar tesis etmek… Fabrikaların tesisinde Avrupalı sermayedarları iştirak ettirmek; fabrikaların yanlarında çocukları okutmak için sanat ve çırak mektepleri açmak… Avrupa’da mütehassıslar, ustabaşılar getirtmek, memlekete hiçbir faydası olmayan eski ve köhne sanat mekteplerini kâmilen ortadan kaldırıp yerlerine yeni esaslar dâhilinde yeni sanat mektepleri açmak…” 10Yükseköğretim konusunda ise dönemin üniversite modelini eleştirmiştir. “Amerikan üniversitelerinden örnekler getirmiş ve “kampus” tipi bir üniversiteyi tercih etmiştir. Kendisinin “üssü’l-hareke” olarak isimlendirdiği ilim merkezlerinin belli sayılarda olup, bilhassa Anadolu’nun merkezinde, Ankara, Kayseri, Sivas, Konya gibi şehirlerde oluşturulmasında, memleket için çeşitli yönlerden yüksek menfaatler sağlanacağını belirtmiştir.”11 Yurt dışına öğrenci gönderilmesini ve öğrencilerin orada öğrendikleri bilgi ve becerileri ülkelerinde kullanmalarının çok faydalı olacağını, nitekim Japonya’nın eğitimde böyle bir metot izlediğini ve başarılı olduğunu ifade etmiştir. Tüm bu donanımlarla birlikte çocukların milli ve ahlaki değerlerle yetişmesini son derece önemli bulur. Nitekim “Öğütlerim” adlı kitabı, şiirleri, oyunları (şarkılı ibret, ibret) gibi faaliyetleri milli ve ahlaki değerlere verdiği önemin bir tezahürüdür. 1923 yılında İzmir İktisat Kongresi başkanlığı yapmış olan Paşa, kongrede kendisinin teklif ettiği eğitimle ilgili bir kararı takdire şayandır. “Madde 6- Köylerdeki ilkokulların mutlaka beş dönümlük bir bahçesi ve iki ineklik fenni bir ahır ve kümesi yeni usul bir arılığı ve muallimler için iki odalı bir evi olması ve arazinin bir kısmı sebze ve bir kısmı çiçek, bir kısmı da fidancılığa tahsis edilerek muallimlerin nezareti altında bizzat tarafından idare edilerek masraf ve hasılatının köy muallimlerine ait olması ve suretle çocuklara ameli olarak çiftçiliğin öğretilmesi ve aydın kişilerin köylerde yerleşmelerinin tevşviki.” 12 Bugün eğitimcilerimizin en büyük eksiği üniversitelerimizde ve okullarımızda pratiğe dönük derslerin az oluşudur. Aynı şekilde öğrencilerimiz maalesef anaokulundan başlamak üzere eğitimin tüm kademelerinde “kes, kopyala, yapıştır” mantığının esiri olmuş durumdadırlar. Eskiden köy okullarımızda “ilköğretim ve eğitim kanunu” gereği tarımla ilgili uygulama bahçeleri olurdu. Burası öğretmenlerimiz ve öğrencilerimiz için hem bir teneffüs hem de tarımla ilgili birtakım becerileri kazanmalarını sağlardı. Öyle ki köyde tarım ve hayvancılıkla ilgili meselelerde öğretmene danışılırdı. Ancak şimdilerde öğretmenlerimizin köy yerine merkezde kalmayı tercih etmeleri sebebiyle okullarımıza ve köy halkına karşı bir yabancılaşma söz konusudur. Bu nedenle öğretmenlerimizin köyde kalabilmelerini temin edecek ekonomik ve sosyal tedbirlerin alınması hem eğitimimizin hem de köylerimizin yeniden hayat bulmasına katkı sunacaktır. Karabekir’in israfla ilgili görüşünü de eğitimsizliğimizin bir tezahürü olarak görmek gerekir. “Almanların en yüksek adamlarına dikkat ettim. Kalemlerini sigara ağızlığı gibi birtakım tüpler içerisine koyuyorlar ve ta dibine kadar kullandıktan sonra atıyorlar. Hâlbuki en fakir olan bizimkilere gelince el ile tutulma­yacak bir hale geldi mi tutup atıyor. Onlar kalemin en iyisini kullanıyor. Fakat en sonuna kadar sarf ediyorlar. Sonra önüne gelen herhangi bir kâğıda bir gül resmi, bir çiçek resmi yapmak ondan sonra yırt at, bunlar onlarda görülmüyor. İktisadi telkinsizliğin neticesi bizim dairelerimizdeki kırtasiyenin ne müthiş bir yekûna baliğ olduğu umum bütçelerde görülüyor…” 13İsraf, üzerinde durulması gereken önemli bir mesele. Bir Alman’ın gösterdiği hassasiyetten daha fazlasını göstermemiz icap eder. İsrafı sadece maddi açıdan değil zaman ve emek açısından da ele almamız yerinde olacaktır. Eğitimcilerimiz tarafından israf üzerinde yeterince durulduğu kanaatinde değilim. Okulda, boş yere akan musluklar, yanan ışıklar, kırılan kapılar, pencereler, bir kere kullanılıp yere atılan kâğıtlar, devletimizin milyarlarca para akıttığı halde öğrencilerimizin kullanmadığı kitaplar, boş geçen dersler, zamanının büyük bir kısmını makulün dışında okulda geçirmek zorunda kalan öğrenciler, eğitimdeki problem aysberginin görünen kısmıdır. Oysa bulunduğumuz toplum itibariyle bir İslam medeniyetinin içerisinde yaşıyoruz. İsrafı yasaklayan emir ayetle sabittir. “Ey Ademoğulları! Her mescide güzel elbiselerinizi giyinerek gidin; yiyin için fakat israf etmeyin, çünkü Allah israf edenleri sevmez. (Araf Suresi 31)” Ve yine “Akan bir nehrin kenarında bile olsan, normal bir miktarın üzerinde su kullanman israf olur.” Hadisine rağmen her alanda bir israf çılgınlığıyla karşı karşıyayız. İnsanımızın büyük bir bölümü yoksulluk içerisindeyken gösteriş meraklısı sosyal medya fenomenlerinin saçlarına paradan şekil vermeleri, içtikleri kahvenin üstüne yaprak altınları serpmeleri, koparılan kilolarca gülleri iş makinasının kepçesiyle birilerinin üzerine dökmeleri, etrafa para savurmaları, lüks hayatlarını insanların gözüne sokar gibi ifşa etmeleri ve daha akla hayale gelmeyen taşkınlıkları israfın da ötesinde incelenmeye değer patolojik bir vakıadır. Ne yazık ki insanlarımıza örnek olması gereken siyasetçi, sporcu ve sanatçılarımızın da bu konuda sosyal medya fenomenlerinden geri kaldığını söyleyemeyiz. Hatta televizyonlarda boy gösteren din adamlarımızın bazıları da her programda giydikleri farklı farklı fiyakalı takım elbiseleriyle bize peygamberimizin nasıl aç kaldığını, nasıl sade yaşadığını anlatıp durmaktadırlar. Paşadan önemli bir tespit ve eleştiri de şudur: “Mektebin bi­ri­ne giderken kapısı kirli, berbat vaziyette, fenerleri kırılmış ve eğri. 15-16 yaşında ve güzel be­den terbiyesi yapan kız çocuklarına kapının önünde rastladım. Bu hali görmediler, gösterdiğim zaman bu vazife hizmetçilerindir dediler. Dershanelerinde birçok kir, örümcek yuvaları, pencerelerden atılmış birçok paçavralar gördüm. Kız çocuklarına “Bu vazife kimindir?” dediğim zaman şayan-ı hayret bir halde verdikleri cevap yine “hizmetçilerindir”! Yetim kız çocukları bunları kaldıracak yapacak ve hatta görecek bir vaziyette değildirler. Şu hâlde hayat için bunlar hazırlıklı değildirler. Bunların hayatı kurtulmuş fakat istikballeri tehlikeli bir vaziyettedir.” 14Öğretmen ve idareci arkadaş­larla yaptığım toplantının bi­rinde bir idarecimiz şöyle ya­kın­mıştı: “Başkanım, çocukla­rı­mız­daki davranış problemlerini tam olarak çözemedik. Tüm söylemelerimize rağmen yine de okula zarar vermekteler, yerlere çöp atmaktalar.” Dedim ki: “Sayın hocam sizlerden serzeniş yerine şunu istiyorum. Bir gün okuldaki idareci ve öğretmenler olarak elinize siyah bir çöp poşeti alınız. Bahçeye çıkınız ve hiçbir öğrenciye hiçbir şey söylemeden oradaki çöpleri toplayınız. Göreceksiniz ki sadece bir günde öğrencilerin yere çöp atma davranışı yüzde elli değişecek.” Olumsuz davranışın yerine olumlu davranışı ikame etmenin bizatihi en iyi yolu olumlu davranışı uygulayarak göstermektir. Son olarak, Kazım Karabekir eğitimin kelebek etkisiyle toplumu olumlu ya da olumsuz manada nasıl şekillendirdiğini anlatan bir sözüyle bitirelim: “Çocuk Davası” gereği gibi eline almayan ve onu halledemeyen bir hükümet ne yaparsa yapsın asıl vazifesini yapmış sayılmaz. Çünkü yapılan her şey istikbalde kuvvetli ellere tevdi olunamayacağından o işler payidar olamaz ve milli bünyede tehlikede sayılır.” 151- Kazım Karabekir, Çocuk Davamız, Truva Yayınları2- Kazım Karabekir, İstiklal Harbimiz, İstanbul 1960, s. 10343- Kazım Karabekir, Çocuk Davamız, Truva Yayınları, s. 13-144- Kazım Karabekir, Çocuk Davamız, Truva Yayınları, s.1715- Kazım Karabekir Paşa’nın Yetim Çocukları Himayesi Üzerine Bir Değerlendirme. Derya Keser. 3. Ankara Uluslararası Sosyal Bilimler Dergisi.6- Kazım Karabekir, Çocuk Davamız, Truva Yayınları, s.1577- Kazım Karabekir, Çocuk Davamız, Truva Yayınları, s.1678- Kazım Karabekir, Çocuk Davamız, Truva Yayınları, s. 4419- Kazım Karabekir, Çocuk Davamız, Truva Yayınları, s. 299-30010- Kazım Karabekir, Çocuk Davamız, Truva Yayınları, s. 333-33411- Nuri Köstüklü, “Kazım Kara­be­kir’in Yüksek Öğretim hakkındaki Görüşleri”, Selçuk Üniversitesi, ATA Dergisi, Konya 1992, sayı 2.12- Kazım Karabekir, Çocuk Davamız, Truva Yayınları, s. 34413- Kazım Karabekir, Çocuk Davamız, Truva Yayınları, s. 43714- Kazım Karabekir, Çocuk Davamız, Truva Yayınları, s. 44715- Kazım Karabekir, Çocuk Davamız, Truva Yayınları, s. 555

Necati İLMEN 01 Şubat
Konu resmiAydınlık Yarınlara
Eğitim

2023’ün son ayı 2-3 Aralık tarihlerinde üçüncüsü icra edilen bir kitap okuma yarışması yapıldı. Daha önce yapılması planlanmıştı fakat araya ülkemizi derinden sarsan ve on bir ilimizi ve dolayısıyla bütün ülkeyi etkileyen bir deprem yaşadık. Allah vefat edenlerimize rahmet, geride kalanlar sıhhat ve afiyet versin inşallah.2024 Ocak ayı içerisinde ödül törenleri gerçekleşti. Bu vesileyle de çalışma daha görünür oldu ve bununla alakalı bazı güzelliklere muttali olduk. Biz de “Dünya Eğitimle Güzelleşir” mottosuyla yol alan yarışmanın üstlenicisi Uluslararası Eğitimciler Derneği ile bu meseleyi konuştuk ve bu etkinliğin nelere vesile olduğunu, süreçte neler yaşandığını hep beraber görelim istedik.Ülke çapında bir yarışma olmakla birlikte online yapılıyor olması sınırları genişletmiş ve neredeyse şehir sayımız kadar başka ülkelerden katkı olmuş yarışmaya. Tam 72 ülke. Başvuruya baktığımızda 368 bin kişinin kaydolduğunu gördük. Böyle külli bir işte elbette çok eller destek olmalı ve omuz verilmeliydi ki öyle de olmuş. Tamı tamına 9 bin muallim bu çalışmalara gönüllü destek vermiş. Bir elin nesi var, iki elin sesi var. Emeği geçen tüm öğretmenlerimize teşekkür ederiz.Bu yarışmanın kategorisi de ilginçti. Yani sadece öğrenciler değil, ilkokul, ortaokul ve lise haricinde, bir de yetişkinler kategorisi vardı. Bu kategoriye 75.695 müracaat olmuş ve 776 kişi tam puan almış. Nihayetinde yarışmadır, işin sonunda az-çok bir ödül var, olur elbette denilebilir. Fakat yine de böyle bir katılım ve istifade önemlidir diye düşünüyorum.Yarışmanın amacı sitesinde şöy­­­le ifade edilmiş: “Okuyan, araş­­­­tıran, düşünen, tahlil ve ana­­liz yapabilen, öğrendikleri­ni hayata geçiren nesillerin ye­­­tiş­­­me­si­ne katkı sağlamaktır. Öğ­ren­cilerde; okuma alış­kan­lı­ğı­nın daha üst seviyelere çıkarılmasına, kelime hazine­si­nin zenginleştirilmesine, top­lumda oku­ma kültürünün yer­­leştirilme­si­ne, kitap sevgisi­nin artırılma­sına zemin hazır­la­mak­­­tır. Ayrıca, kültür ve me­de­ni­­ye­­timizin gençlerimize ta­nı­tıl­masına, mil­li tarih şuurunun kazandırıl­masına, güzel ahlakın yaygınlaştırılmasına, gü­ve­nilir kitaplarla destek olmaktır.”YARIŞMA KİTAPLARIDilerseniz şu bahsi geçen kitap­lara kısaca bir göz atalım. Ön­ce­likle kitaplar SÜEDA yayın­la­rından çıkmış. İlkokul kate­go­risinde okunması istenen “Ab­dul­lah’ın Not Defteri” isimli ki­tap hakkında yarışma si­te­sinde verilen bilgi notu şöyle:“Abdullah hediyesine kavuşaca­ğı için çok mutluydu. Köye gitmek ve dedesinin aldığı hediyeyi bir an önce görmek için sabırsızlanıyordu. Hayalini kur­­duğu hediyeye kavuşacaktı fa­­kat onu bekleyen sürprizler bu kadarla sınırlı değildi. Hiç bek­­le­mediği bir anda onu daha da mutlu edecek bir gelişme oldu. Bu gelişmeden sonra Ab­dul­lah’ın günleri daha da eğlenceli geçmeye başladı. Yıldızlar, uçurtmalar, ağaçlar ve hayvanlar da şahitti onun eğlencesine. Hay Allah! Az kalsın söylemeyi unutuyordum. Bir de yanından ayırmadığı not defteri şahitti bu güzel günlere. Tatil boyunca yanından ayırmadığı bu defter, çok önemliydi onun için. Acaba Abdullah, not defterine niçin bu kadar önem veriyordu? Hepsinden de önemlisi; Abdullah, bu deftere neler yazıyordu?”* * *Ortaokul kategorisinde okutulan “Elmadan Bakmak” ismiyle Mirza İnak’ın kaleminden çıkan kitap hakkında da şunları görüyoruz:“Elmanın içindeki yararlı vitaminleri konuşursunuz. O yararlı vitaminleri elmanın içine kimin koyduğu çok aklınıza gelmez. Elmayı yaratan, bizlere ikram eden Allah’ı tam fark edemezsiniz. Hâlbuki elmadan baktığınızda elma bir nesne olur. O nesnenin yapanını merak edersiniz. Elmadan baktığınızda, elma bir sanat eseri olur, o eserin sanatkârını araştırırsınız. ‘Bu güzel meyveyi bizim için dallara kim asmış? İçini ve dışını bizim duygularımıza göre kim süslemiş? Elmanın içini bizim ihtiyacımız olan şifalı, yararlı vitaminlerle kim doldurmuş?’ sorularını sorup elmanın üzerindeki fiillerin öznesini araştırırsınız. Bu bakış açısıyla elmanın güzel şeklini, harika tat ve kokusunu, nefis lezzetini bizi tanıyan, bize merhamet eden Allah’ın yapabileceğini anlarsınız. Bu bakışla “elma ne güzel” demezsiniz, ‘Elma ne güzel yapılmış, bizim için ne güzel yaratılmış’ dersiniz.”* * *Son iki kitap İdris Tüzün’ün kaleminden çıkan kitaplar. Li­se kategorisindeki “İnanıyorum Çünkü” kitabına dair şu bil­giyle karşılaşıyoruz:“İlk insan olan Âdem (as) aynı zamanda Rabbimizin gönderdiği ilk peygamberdir. O, eşi ve çocukları Allah’a inanıyor ve ibadet ediyorlardı. Fakat daha sonraları ilerleyen zaman içinde Âdem (as)’ın hak dininden ayrılanlar olmuştur.Tarihte ilk yüzyıllardan itibaren hak dinden ayrılan insanların yıldızlara, Güneş’e, taşlara, putlara taptıkları görülse de Allah’ı inkâr ettikleri fazlaca görülmez. Âdem (as)’dan Peygamberimiz (sav)’e gelinceye kadar bütün peygamberler; müşrik kavimlerle -yani Allah’a inanan, fakat putları ona eş koşan kimselerle- mücadele etmişlerdir. Keza İslâm’ın ilk döneminden günümüze kadar da İslâm toplumlarında -bir kısım filozofun haricinde- ateist insanlar görülmemiştir. İslâm âlimleri toplumda ateistlerle değil, bidat fırkalarıyla mücadele etmişlerdir. 19. yüzyıl sonlarına kadar İslâm âleminde ateist insanlara nadiren rastlanmaktadır.Hıristiyan Avrupa tarihinde de ateizme pek rastlanmaz. Ortaçağ Avrupa’sında kilisenin akla aykırı inançları, halk ve bilim adamları üzerindeki aşırı baskıları, filozofların kiliseden nefret etmesine ve bilimsel çalışmaların ateizme kaymasına sebep oldu. İlk defa aydınlanma çağında filozoflar arasında ortaya çıkan ateizm, daha sonra yavaş yavaş halkı da tesiri altına aldı ve 19. yüzyılda batı toplumlarında yaygınlaştı. 20. yüzyılda batı kültürünün bütün dünya milletlerini etkilemesiyle de ateizm etrafa yayıldı. 19. yüzyıldan itibaren Batı’nın tesirine girmeye başlayan İslâm âleminde de yavaş yavaş ateist düşünceler görülmeye başlanmış, 20. Yüzyılda da bu fikirler yaygınlaşmıştır. Bilhassa günümüzde ateistler medyayı etkin kullanarak inançsızlığı yaymaya çalışmaktadırlar. Ateizmin toplumumuzda yaygınlaşması, ateizmin doğrulu­ğun­­dan değil, toplumun bu konudaki cehaletinden kay­nak­­­lan­maktadır. Günümüz genç­­­lerine inançla ilgili bilgiler doyurucu olarak verilmemektedir. Eğer inançla ilgili bilgiler tatmin edici bir şekilde verilmiş olsaydı, akla mantığa uygun olmayan bu inançsızlık akımları bu kadar yaygınlaşamazdı. Elinizdeki kitap Allah’ın varlığını aklî ve mantıkî delillerle ispat yolunda yapılmış mütevazi bir çalışmadır. Önyargılı olmamak şartıyla her kesimden insana faydalı olacağına inanıyoruz.Kitabımız 7 bölüme ayrılmıştır. Birinci bölümde iman ve in­kârla ilgili genel konular üzerinde durulmuştur. İkinci bölümde, kâinattaki hassas ayarlar üzerinde durarak, kâinatın yaratılışından, yıldızlardan, insan hücrelerine kadar her yerde görülen dengelerin, ölçülerin kendiliğinden veya tesadüfen olamayacağı nazara verilerek Allah’ın varlığı ispat edilmiştir. Üçüncü bölümde, canlılar âle­minden bazı örneklerle Allah’ın varlığı ispat edilmek istenmiştir. Dördüncü bölümde, tabiat felsefesi üzerinde durulmuş, sebeplerin ve tabiatın canlı varlıkları icad edemeyeceği veya canlı varlıkların kendiliğinden oluşamayacağı anlatılmıştır. Beşinci bölümde, inancın veya inkârın insan duygularıyla ilişkisi üzerinde durularak, dünya hayatında bir insanın mutlu olabilmesi ancak Allah’a inanmakla mümkün olabileceği üzerinde durulmuştur. Altıncı bölümde, kötülük prob­­­lemi üzerinde durulmuş, dün­­yada var olan kötülüklerin sebepleri ve bunun Allah’ın ol­madığına delil olamayacağı üzerinde durulmuştur. Yedinci bölümde ise, kısaca evrimle ilgili konular üzerinde durulmuştur.Gayret bizden muvaffakiyet Allah’tandır. İstifadeli olması temennisi ile sizleri kitabımızla baş başa bırakıyoruz.”* * *Yarışmanın yukarıda da söylediğimiz üzere bir de yetişkinler kategorisi vardı. Bu guruba da yine aynı yazarın “Delilleriyle İman Esasları” kitabı okutulmuştur. Kitabın önsözünde şu bilgiler verilmiştir:“İnanç, (iman) İslâm dininin temelini oluşturur. Bu yüzden inanç esasları üzerinde duran Kelâm ilminin diğer bir adı da “Dinin asılları, kökleri, temelleri” manasına gelen “Usûlü’d-Din”dir.Bitkiler, köklerinden beslenirler. Eğer bitkinin kökü sağlamsa, bitkinin diğer unsurları da sağlam, değilse diğer unsurlar da sağlam değildir. Kök topraktan yeteri kadar gıdasını alamazsa, o bitki kurur ve ölür.İnsan hayatında da inançlar kök vazifesini görürler.İnsanın kişiliği, karakteri, inanç­­ları üzerine inşa edilir. İnanç sağlam ise, insan kişiliği, ka­rak­teri de sağlamdır. İnanç sağ­lam değilse, o insanın kişilik ve karakteri de sağlam olmaz.İnancı sağlam insanlar zorluklara karşı dirençlidirler. Onlar pek çok zorluğun üstesinden gelirler. İnancı zayıf olanların iradeleri ise, çok zayıftır. Zorluklar karşısında dayanamaz, çabuk mağlup olurlar.İnancı sağlam insanları manen yıkmak mümkün değilken, inancı sağlam olmayan insanları yıkmak çok kolaydır.Tarihte inançları sağlam insanlara en güzel örnek Peygamber Efendimiz (sav) ve sahabelerdir.1400 sene önce Peygamberimiz (sav), şartlar tamamen aleyhlerinde olduğu halde, tarihin hiçbir devrinde görülmemiş ve hiçbir beşerin de gerçekleştirememiş olduğu bir inkılâbı, çok kısa bir zamanda gerçekleştirdi. Câhiliye Dönemi’ni tamamen ortadan kaldırıp Kur’ân ve sünnete göre şekillenmiş, bütün insanlık âlemine örnek, yepyeni bir toplum, (bir ümmet) oluşturdu.Peygamberimiz (sav) sayesinde putlara tapan insanlar, gece na­maz kılan, gündüz oruç tutan dindarlara; çocuklarını bile acı­madan öldüren insanlar, karıncaya bile ayak basamayacak kadar şefkatli bir hale geldiler. Üstelik onlar Peygamberimiz (sav)’den aldıkları terbiyeyle, daha önce bilgisiz, görgüsüz, cahiller iken bütün insanlık âlemine ilim öğreten, örnek, rehber insanlar haline geldiler, medeni kabul edilen milletlere hakiki medeniyeti öğrettiler.Onların bu güzel hasletlerinin temelinde güçlü, kuvvetli olan imanları vardı. Onların imanı her şeyin üzerindeydi.Sahabeleri örnek alan Ümmet-i Muhammed de onların izinden gitti. Onlar da güçlü kuvvetli imanlarıyla, yüzyıllar boyunca, düşmanlarına galip geldiler, İslâm’ı dünyanın büyük bir kısmına hâkim kıldılar ve dünyanın en büyük kültür ve medeniyetlerini kurdular.Fakat on dokuzuncu ve yirminci yüzyıllarda, Batının ekonomik alanda güçlenmesiyle birlikte birtakım bozuk felsefeleri de İslam alemine girdi. Bu felsefeler, ümmetin imanını tahrip etti. Pek çokları, imanını kaybetti, bu felsefelere taraftar oldu. Pek çokları şüphelere, vesveselere duçar oldu. Toplumda İslamî yaşantı azaldı, ahlak bozuldu. İmandaki tahrip, diğer felaketlerin de başlangıcı oldu. Toplumda birlik kalmadı, insanlar arası bölünmeler, mücadeleler başladı. Siyasî, sosyal ve ekonomik pek çok sıkıntılara maruz kalındı.İslâm âlemine baktığımız zaman, her tarafta bu problemleri çoklukla görürüz.İçinde olduğumuz felaketlerden kurtulmak için, yeni bir iman hamlesine ihtiyaç vardır. Çünkü iman, bünyesinde potansiyel muazzam bir gücü barındırmaktadır. Bu yüzden Üstad Bediüzzaman “Hakiki imanı elde eden adam, kâinata meydan okuyabilir” der. Bu potansiyel güç, bizim bütün problemlerimizi çözebilecek özel­liklere sahiptir.Toplumun imanını güçlendire­bilirsek, geçmişteki parlak dönemlere benzer hallere kavuşabiliriz. Ümmeti yeniden canlandırabilir, insanlık âlemine örnek yeni bir toplum inşa edebiliriz.Bugün huzur ve saadetini kaybetmiş bütün dünya, böyle bir toplumun özlemini çekmektedir.Kitabımızın okurlarımıza faydalı olmasını Cenab-ı Hak’dan ümid ediyoruz. Gayret bizden, Tevfik Cenab-ı Hak’tandır.”YARIŞMA HAKKINDA SÖYLENENLERYarışma oldu, geçti. Başta sayılarını verdiğimiz kadar şahıs bu yarışmaya katıldı. İlginçtir ki yarışma hakkında fikirleri sorulan katılımcılardan 44 bin kişi cevap verdi ve düşüncelerini iletti. Bunlardan bazılarını buraya almak istiyorum.“İslamiyet’in güzel bir ahlak olduğunu ve iyi niyetin hiçbir zaman karşılıksız kalmayacağını öğrendim.” Elif Su Akpınar / İzmir-Ödemiş“Çok güzel etrafındaki her şeyi tefekkür ile bakmaya vesile oldu manayı isim ile değil manayı harf ile bakmaya vesile oldu.” Betül Yetkin / Adıyaman-Merkez“Allah’ın her şeyi ne kadar güzel yaratmış olması ve buna rağmen hâlâ farkında olmayıp yeterince şükretmediğimiz. Ben artık her gün daha da çok şükredeceğim yani çok iyi ve faydalı bir etki uyandırdı.” Sema Akyüz / Van-Erciş“Allah sizden razı olsun sizin vesilenizle namaza başladım inşallah.” Mehmet Hamza Şahin (Ortaokul) / Hatay-Dörtyol “Kafamda cevabını aradığım sorular vardı. Kitapta da tam olarak aradığım soruların cevaplarını buldum. İşime çok yaradı, içim de bir şeyler netleşti artık.” Rümeysa Münevver DEMİR (Lise) / Konya-Meram“Aslında farkında olmadan yaşa­dığımız bu kainattaki muhteşem uyum, denge ve güzelliği fark edip bizleri yaratan Rabbimin gücünü hatırlamama vesile olduğunuz için teşekkür ederim. Benim için çok faydalı oldu. Kitaptaki bazı bilgiler ruhumdaki eksik parçaları birleştirdi ve psikolojik olarak daha mutlu ve huzurlu hissettirdi teşekkür ederim.” Şeyma Uslu (Lise) / Ordu-Ünye“Aslında mesele yarışma yahut sınav değilmiş. Her gencin anlayabileceği bu kitabı her birine ulaştırma çabasıymış. Bunu anladım. Yarışma kitabı içeriği itibariyle bilmeyenlere hakikat kapısı açarken bilenlere tefekkür etmeleri için imkân sunuyordu. Kitabı yazandan, basandan okunması için yarışmasını düzenleyen herkesten Allah razı olsun. İsmi ile müsemma olan bu yarışma İnşallah güzel şeylere vesile olmuştur.” Melike Bozdağ (Lise) / Samsun-Atakum“Hiç ölmeyecekmiş gibi bu dün­­ya için, yarın ölecekmiş gi­bi ahiret için çalışınız! (Amr bin As) sözünden hareketle plan­la­ma­ya çalıştığımız günleri­miz, günlük işlerin koşturmacası içinde sadece bu dünya için çalışmaya yüz tutmuş hâle geldi. Ölümü unuttuk, imanın esaslarını arka plana bıraktık bilgimizi saklayıp kurnazlıkları ön planda tutup günü kurtararak yaşam derdine düştüğümüz ahir zamanda okumuş olduğum bu kitap, yıllar önce öğrendiğim bilgileri, bilgilerle birlikte hadisleri, hadislerle birlikte ayetleri hatırlattı bana. Eskiden yaz tatillerinde camilere gider tam Kur’an okumaya geçecekken okul sezonunun başladığı dönemlere götürdü beni bu eser. Allah’ın isimleri, meleklerin görevleri, peygamberlerin gönderilme amaçları, suhuflar derken yıllar önce yüzeysel öğrendiğim bilgilerin biraz daha içlerine girmiş buldum kendimi. Üniversite döneminde karşıma risaleleri ile çıkmış olan Bediüzzaman hazretlerini tekrar okumak, daha yakından tanımam gerektiğini düşündür­dü bana. Bilginin de­receleri vardır ve imani bilgi, bende mevcut olan kısmı sanırım derecesini yükseltmek istedi ve bu yarışmayı vesile kıldı. Sanırım artık taklidi imandan çıkmanın zamanı geldi. Öğre­nilen her bilgi bir yenisine kapı acarmış ya hani bu kitap da beni bir başka bilgi derecesine ulaştırmak için bir basamak oldu. İçime ekilen iman tohumlarına can suyu oldu ve yeşermesine vesile oldu. Bu yüzden teşekkür ederim.” Nagehan Atik (Yetişkin) / Tekirdağ-Çerkezköy“Dinimizin bu kadar güzel ve açıklayıcı bir şekilde anlatılması. Allah razı olsun bilmediğim o kadar çok şey varmış ki. Artık başucu kitabım oldu. Çocuk ve lise kitabını da okudum gerçekten hayran kaldım. O kadar duygu yüklü ki... “keşke ben lisedeyken de olsaydı” dedim. Daha çok reklam. Daha çok kişiye ulaşalım Allah’ın izni ile. Benim öğrenmeme vesile olduğunuz için Allah razı olsun.” Funda Yavuz (Yetişkin) / Uşak-Merkez

İrfan MEKTEBİ 01 Şubat
Konu resmiEvlilikte Mutluluğun Yolu
Aile ve Çocuk

Mutluluğun yolu bol ve geniş imkândan ziyade aklı yerli yerine kullanmaktan geçer. Özellikle kız babalarının ve velilerinin göz atmalarını önemle tavsiye ederim.Bir babanın otuz üç yıllık evlilik tecrübesine dayanarak yakında evlenecek olan kızına yaptığı hayatî tavsiyelere göz atalım…(1) Canım kızım, ciğerparem! Nasip ise iki ay sonra düğünün olacak ve baba evinden bir kuş gibi uçup kendi yuvana konacaksın. 33 yıllık hayat arkadaşım olan annenle birlikte acı tatlı çok tecrübeler, hatıralar, kıssalar, hisseler ve dersler yaşamış; bu arada çevresinde sayısız denecek kadar çok mutluluk ve mutsuzluk örnekleri gözlemlemiş bir kişi sıfatıyla anlatıp aktaracağım şu tavsiyelerimi uygulayabilirsen mutluluk sana koşarak gelecektir. Biz elbette her zaman yanındayız, duacın ve destekçiniziz. Ama artık Allah’tan sonra sebepler planında en büyük dayanağın kocandır. Elin-kolun, gözün-gönlün, aklın-fikrin bize, sadece bedenin kocana bağlı halde yaşarsan saadete eremezsin, mutluluğa yol bulamazsın. Artık hayatının merkezine bizi değil, kocanı almalısın. Ki o merkezden gelecek kuvvetten tam olarak ve gereği gibi istifade edebilesin. Mesela Hicran teyzenin kızı, evleneli 6 yıl oldu ama zavallıcık ana baba bağımlılığını bırakıp beyine odaklanamadığı için şimdi mutsuz ve Allah korusun boşanma noktasında. 2) Kocanı olduğu gibi kabul et. Allah Celle Celalühü her Kalbe mukabil bir kalp vermiştir ki senin de kısmetine müstakbel eşin çıktı. Kesinlikle bilmelisin ki Allah’ın rahmeti gazabını geçmiştir. Bu itibarla kullarına hep merhametle, iyilikle ve güzellikle muamele eder. Yani kocan, sonsuz hikmet ve rahmet sahibi Rabbimizin senin için tensip edip takdir ettiği nasibindir. Ama unutma ki burası cennet değil, dünyadır. Sadece eşini değil, hayatta karşına çıkacak ve başına gelecek her şeyi olduğu gibi kabul etmek ve hiç paniklemeden soğukkanlı şekilde çözüm arayışına yoğunlaşmak başarının ve huzurun yegâne amilidir. Eşin olacak kişinin iyi yönleri de olacaktır, hoşa gitmeyen halleri de mutlaka bulunacaktır. Nitekim sen de, biz de, hepimizde öyle değil miyiz? Sakın yanlış anlama! Maksadım kötülüğe seyirci kalman ve kötülükte ona uymanı telkin etmek değildir. Kötülükleri ve hoş olmayan şeyleri, mümkün mertebe alttan alarak elden geldiği kadar düzeltmeye çalışmak, neticeyi de Allah’a bırakıp tevekkül etmek esastır. Bir insanın iyiliğini artırmaktan daha da önemli olan başarı, o kişinin kötülüğünü bir milim de olsa azaltabilmektir. Mesela alt komşumuz Nihal Hanım, içkisi, kumarı ve sigarası olan kocasını sekiz yıllık evlilik sonucunda içki ve kumar illetlerinden tamamen kurtarmayı -Allah’ın izniyle- başarmış, sigarasını da iki üç paketten 1-2 adete düşürmüş. Maşallah! Ne güzel bir hayra vesile oluş ve ne muazzam ve mübarek bir başarı! Yaptığımız uzun araştırmalara göre senin kocan olacak kişi de -çok şükür- böyle kötü alışkanlıklar zaten yok. Aksine çok hayırlı bir insan. Yine de yarın dört duvar arasında ortaya çıkabilecek sürpriz kötü hallere ve nahoş özelliklere şimdiden hazır olmalı; mücadele yöntemini de belirttiğim esaslar üzerinde yürütüp daha da geliştirerek uygulamaya koymalısın. Yani kocanı her halükârda kazanmaya odaklanmalısın; kaybetmeye değil, evliliğini korumaya yoğunlaşmalısın; ateşe atmaya değil, yuvanı yıkmaya değil, yapmaya çalışmalısın. Unutmayalım ki dünya imtihan yeridir. Sınava kaybetmek için değil kazanmak için girilir. İnşallah öyle olmaz ama kocan çok zor bir karakter olarak karşına çıksa dahi onu kazanmayı hedeflemelisin. Zor soruların puanları da yüksek olur. (Hadis: İmtihan ne kadar ağır olursa mükafat da o nispette büyük olur.)3) Babasının biricik kızı, ciğerparem! Kocanı her yönüyle tam istediğin gibi olmaya zorlarsan çok yorulursun, depresyona girersin. Hem beden hem de ruh sağlığını kaybedersin; eline de mutsuzluktan başka bir şey geçmez. Çünkü bu fıtrata aykırı kuru bir inat olur. Böyle yapmakla onu bıktırıp kendinden uzaklaştırmış olursun. Hanımların yaptığı en büyük hatalardan biri budur. Kocasının nev-i şahsına münhasır, özgün ve orijinal bir insan olarak yaratıldığını öngörmeyip kendi hayat anlayışına tıpatıp uygun hale getirmeye çalışan kadınlardan başarılı olan neredeyse hiç görülmemiştir. Bunda direnen kadınlar uzun yıllar devam eden yorgunlukların neticesinde maddi-manevi sağlıkları yanında huzur ve mutluluklarını da kaybetmişlerdir. 4) Kızım! Sana yüzde yüz mantıklı gelen şey kocana mantıksız; hatta yüzde yüz mantıksız gelebilir. Sadece siyah ve beyazda ısrar etme, gri tonlara da razı olmasını bil ve kendini buna alıştır. Aksi halde karşılık görmeyen duygularını baskılayıp karşı tarafın tepkilerini içine atmak durumunda kalırsın da neticede takıntılı bir insan olur çıkarsın. Bu durumun devam etmesi halinde de çeşitli öfke kriz ve nöbetleri yaşayıp -Allah korusun- ruh, hatta beden sağlığından olursun. Kuru bir inat uğruna bu hallere düşmek, akıl kârı mıdır? Evliliğini ve aile saadetini bu bariyere çarptırmamanın en önemli yolu ve çaresi, kendi doğrularını tek yol görerek ve göstererek haklı çıkmayı hedeflemek yerine, orta yolu bulmaya çalışmaktır. Orta yolu bulamadığın zamanlarda, fikrinde ısrar edip karşı tarafa kendi görüşünü dayatma yolunda diretmek seni perişan edeceği gibi, herhangi bir somut neticede alamazsın. Bu durumda yapacağın şey, ko­canı razı etmeye odaklanıp beraberce ortak bir noktada buluşmayı hedeflemektir. Unutma ki Allah’ın rızasını kazanmada, dinine bağlı kocanın rızasını almanın büyük rolü ve önemi vardır. Bu hususta dikkat ve hassasiyet gösteren hanımı Allah Teala yolda bırakmaz; hiç ummadığı sürpriz kapılar açarak hoşnut olacağı güzelliklerle buluşturur. Mesela İzmit’teki Şerife yenge bu hususta güzel bir örnek, mükemmel bir modeldir. Hayat görüşü, zihniyet yapısı ve inanç dünyası itibariyle kendisiyle zerre miktarı örtüşmeyen kocasını, sadece siyah beyaz renklere takılıp kalan görüş ve bakış yerine, icabında gri tonlara da razı gelerek kazanmayı başardı. 14 yıl sonunda, Cuma Namazı dahi kılmayan kocasını, teheccüdleri bile kaçırmaz bir hale getirdi. Halbuki ilk yıllarda bütün akrabaları ve tanıdıkları, bu evliliğin yürümeyeceği ve boşanmanın tek yol olduğu hususunda hem fikir idiler. Şerife yenge bütün renklere ve gri tonların her çeşidine kucak açarak kazanılamaz denilen kocasını kazanmayı başardı. 5) Ben babanım, annenin koca­sı­yım ve erkeğim. Bu tavsiyelerimi hep erkek gözüyle bakıp söylediğimi düşünebilirsin. Ancak şu asla göz ardı edilemeyecek bir gerçektir ki ailenin ana sorumlusu, direği, koruyup kollayıcısı olma özelliğim ve vazifem gereği, senin aynı role ve konuma sahip olan kocana karşı aklen, ruhen ve fikren hazırlıyorum ki ileride hayal kırıklıkları yaşamayasın. İşte tam bu noktada çok önemli bir tavsiyeme milimetrik hassasiyetle uymanı isterim, canımın içi kızım. Gerek senin yani bizim gerekse diğer tarafın yani kocanın akrabalarına karşı son derece dikkatli ol. Onlarla görüşüp konuşmalarında işittiğin her şeye hemen inanma, yapılan her telkine kendini kaptırma! önerilen her teknik ve taktiği uygulamaya kalkışma! Çünkü günümüzde birçok aile, böyle ortamların dedikodu, yalan, iftira, kıskançlık gibi yılan ve akrepleri ile zehirlenmektedirler. Gideceğin yerleri, davetleri, kahvaltıları, ikindi çaylarını... vesaire, titizlikle seç. Hepsine katılman şart değil. Eğer bu konuda dikkatli olmazsan, gittiğin yerlerdeki yanlış insanlar, yalan yanlış konuşurlar. Sen de bunları katlandırarak bilinç dışı zihninde yerleştirir; zamanla da Allah korusun aile huzurunu dinamitleyecek bir suç aleti haline gelebilirsin. Böyle gevezeliğin egemen olduğu toplantılar yerine faydalı kitaplar oku, kaza namazı kıl; evlilikte huzuru artıracak aile hayatının kalitesine katkı sağlayacak bilgi ve tecrübelerin takipçisi ol. Dedikoduya kapalı, dini ilmi faydalı sohbetlerin müdavimi ol... vesaire. Mesela eski komşumuz Neslihan hanımın boşanma kararı böyle nefsaniyetin kol gezdiği, her türlü kötülüğe kapıların açıp tutulduğu toplantılarda alınmış; kadıncağız annene içini dökmüş, şimdi bin pişman ama artık iş işten geçti. Bu yuvayı yıkan hanımlar, hala aynı yolun yolcusu olmaya devam ediyorlar. Aman dikkatli ol kızım. Allah Teala evlad-u iyalinizi her türlü fitne ve fesatlardan muhafaza eylesin. ÂminBabalara ve Baba Adaylarına En Baba Bir Tavsiye:Kanaat önderlerimizden Ahmet Mekki Hazretleri talebelerinden birine diyor ki: Abdüllatif! Sana mühim bir nasihatte bulunayım mı? Akıllı Müslüman hanımını üzmez, onu elinden geldiğince hoş tutar. Aksi halde hanım, ilk zamanlarda tahammül gösterse de fazla dayanamaz. Hanımların bünyeleri za­yıftır. Birkaç sene içinde sinir hastası olur çıkar. Eski sıhhatini kaybeder ve önceki gibi kocasına hizmet edemez. Bu durumda zararın büyüğü kime ait olur? Elbette kocaya olur. Çünkü hanımının hizmetinden mah­rum kaldığı gibi ömrü hep onun hastalıklarını dinlemekle, ona doktor ve ilaç aramakla geçer. Bu durumda akıllıca yolun hangi yol olduğu açık ve aşikâr değil mi? Biz diyoruz ki: nefesler devam ettikçe fırsatlar serisi de bir şekilde devam eder. Hoş tutma gemisi kaçırılmış ise, var gücüyle yanlışını tamir ve telafi etme gemisine binerek hayat yolculuğuna devam etme imkânı her zaman mevcuttur. Bu noktada Abdülkadir Geylani Hazretlerinin şu sözünü nakletmeden geçmeyelim: “Başta anne, baba, eş ve hane efradı olmak üzere bütün akraba dost ve tanıdıklarla muamelen şöyle olmalı; bir araya geldiğin zaman bunun son beraberlik, ayrıldığın zaman da bir daha kavuşamayacağın var sayımıyla hareket et; muameleni ona göre tanzim et.”Kalan günlerimizin azami hayırlara, bereketlere ve güzellik­lere vesile olmasını Cenab-ı Hak’tan niyaz ederiz.

Osman AKTAŞ 01 Şubat
Konu resmiPiyâle Pasa Camii
Kültür ve Medeniyet

Cami, medrese (dârülhadis), tekke, türbe, hazîre, sıbyan mektebi, sebil, çarşı ve hamamdan oluşan külliye, 1573’te II. Selim’in damatlarından Kaptân-ı deryâ Piyâle Paşa tarafından Mimar Sinan’a gemi şeklinde inşa ettirilen; İstanbul’da yapılmış Anadolu’ya özgü çok kubbeli ulu cami formundaki tek eserdir. Sıra dışı bir tarza sahip olup oldukça estetik bir yapıdır. Külliyenin arsası, Haliç’in kuzeyinde Pîrîpaşa deresinin oluşturduğu vadinin derinliklerinde Okmeydanı’nın eteklerinde yer almaktadır. Dikdörtgen (55 × 45 m.) bir alana yayılan camide duvarlar kesme küfeki taşı ve moloz taş, pâyeler kesme küfeki taşı ile, kubbe ve tonozlar tuğlayla örülmüştür. Harim bölümü, mihrap duvarına paralel yatık dikdörtgen (30,50 × 19,70 m.) bir planda olup üzeri eşit büyüklükte (yaklaşık 9 mt çapında) altı adet kubbe ile örtülüdür. Piyâle Paşa Camii’nin barındırdığı süslemeler arasında bütünüyle çiniden yapılmış mihrap özellikle dikkati çeker. Külliyenin inşa edildiği dönemde en parlak çağını yaşayan İznik çiniciliğinin sergilendiği mihrap dıştaki dikdörtgen, içteki sivri kemerli olmak üzere iki çerçeve içine alınmış, yarım sekizgen planlı nişin kavsarası çini mu­­kar­naslarla dolgulanmıştır. Mih­­rabın yüzeyini kaplayan çiniler birbirinden farklı bitkisel kompozisyonlar gösterir. Hepsi sır altı tekniğiyle imal edilmiş olan bu çinilerin büyük çoğunluğu beyaz zeminlidir.Mihrabın yanı sıra harimde bu­lunan diğer önemli bir çi­ni be­zeme öğesi de kubbeyi ta­­­şı­­­­yan kemerlerin hizasında do­­­­la­­­­­şan, lâcivert zemin üzerine be­­yaz renkli kuşak olarak ce­lî sü­lüs hatla Cuma Suresi ile İh­­las Suresi yazılmıştır. Ba­tı, gü­­ney ve kuzey duvarları bo­yun­ca kesintisiz devam eden 145 metre uzunluğunda ve 1,15 met­re yük­sekliğindeki görkem­li kuşak yazı, dönemin önemli hattatların­dan Ahmed Karahisârî’nin mânevî oğlu ve öğrencisi Hattat Hasan Çe­le­bi’ye aittir. Bilindiği gibi Süley­maniye Camii ve Selimiye Ca­mii’nin mermere mahkûk yazıları da aynı hattata aittir. Mabede ön taraftan iki kapı ile girilir. Kapı üzerlerinde celi sülüs hat ile yazılmış mermer kitâbeler bulunur. Kitâbelerin birinde: “Selâm size; tertemiz oldunuz! Artık ebediyen kalıcı kimseler olmak üzere buraya girin!” derler. (Zümer, 73.) Diğerinde ise: “Selâm sizin üzerinize olsun!” derler; (ahirette ise kendilerine:) “İşlemekte olduğunuz (Salih) amellerden dolayı girin Cennete!” (denir). (Nahl, 32.) âyet-i kerîmeleri yer alır. Piyâle Paşa’nın türbesi bugünkü şekliyle düzgün küfeki taşından sekizgen prizma biçiminde sade bir yapıdır. Üzeri basık bir kubbeyle örtülüdür. Cephelerinde altlı üstlü ikişer pencere açılmıştır. Türbenin içinde ve dışında süsleme yoktur. İçinde üçü ahşap sanduka, onu mer­mer lahid olmak üzere on üç mezar vardır. Kaynaklara göre birinci sıradakiler paşa ile oğluna, ikinci sıradakiler dört oğ­luyla bir kızına, üçüncü sırada­kiler iki oğlu ve kızına aittir. Türbedeki lahidler beyaz mermerdendir ve kabartmaların yanı sıra çok ilginç renkli kalem işleriyle süslüdür.II. Selim’in kızı Gevher Sultan’la evli olan Piyâle Paşa, 1553 tari­hinde beyler­be­yi ve kaptan-ı der­yâ unvanlarını almış, bu unvanını 1567 yılına kadar muhafaza etmiştir. Piyâle Paşa, 1557 tarihinde Turgut Reis’le beraber Tunus’a ve Ma­jorca’ya akın düzenleyerek buraları fethettikten sonra kendisine Cezâyir Beylerbeyi payesi verilmiştir. Sakız ve Cerbe Adası’nı alarak Cezâyir’in tamamını almış ve Avrupa sahillerinde altmış yedi kadar küçük adayı ele geçirmiştir. Burada İspanya’nın donanmalarını zayıf latmış ve ünlü kumandanlarını esir almıştır. 1568 yılında on dört senedir vazifesini, şanla şerefle yürüttüğü için Kaptân-ı Derya’lıktan Kubbe vezirliğine getirilmiş böy­lece Osmanlı tarihinde vezir­lik rütbesini alan ilk denizci olmuştur. Kıbrıs’ın çıkartma ve fethinde büyük hizmetleri olan, Osmanlı devletine büyük hizmet ve yararlılıklar gösteren Piyâle Paşa 1578 yılında vefat etmiş, kendi yaptırdığı Piyâle Paşa Camii’nin yanındaki türbesine defnedilmiştir. Paşanın ruhu şâd mekânı cennet olsun!..

Mustafa YILMAZ 01 Şubat