202. Sayı : "Kafamda Deli Sorular?"Bu Sayıyı Satın Al
Konu resmiSormak Fıtridir
İnsan

Bebeklik ve çocukluk arasındaki çokça soru sorduğumuz o dönemi hatırlamayız. Fakat kendi çocuklarımızdan iyi biliriz ki insanı bıktırıncaya kadar soru sorarlar. Her şeyi sorarlar. Öğrenmek isterler. Aslında bu durum insanın mahiyeti ve devam eden hayat akışı için ipuçları vermektedir. Zira tecrübeyle biliriz ki insan için “sordum, öğrendim, bitti” diye bir şey yoktur; insan dünyaya taallüm ile tekemmül etmek için gönderilmiştir; sorular her daim olacaktır… Öğrenme, insan için beşikten mezara kadardır. Çünkü insan -kendisi adına- bir bilinmezin içine gelmiştir. Her şeyin cahili ve her şey ona yabancıdır. Bilmediği bir yerde adres arayan bir kimse nasıl sormaya mecbursa, içine düştüğü dünya için insana da terettüp eden ve sormaya mecbur olduğu sualler vardır; başta “Nereden geldim? Niçin geldim? Nereye gideceğim?” gibi… Bu fıtri ve zaruri olan suallerle yaratılmış insan için rahmet-i İlahiyenin merhametinden olarak cevaplar da verilmiştir. Peygamberlere gönderilen vahiyler ve bilgiler bizim için karanlık olan bu alanı aydınlatan en önemli ve tek rehber ve referanslardır. İnsan -diğer taraftan- akıl verilmiş bir varlık olsa da vahyin bilgisi olmazsa göz gibi, kulak gibi aklın da sınırları vardır ve sınırın ötesindekileri bilme imkânı yoktur. Bundandır ki “Aklın nuru, kalbin ziyasından gelir” denilmiştir… İlk insanla beraber başlayan akıl ile imtihan insanoğlunun dünyaya gönderilmesine sebep ol­muştur. Bununla birlikte son din olan İslam ve mukaddes kitabı Kur’an insanları akletmeye, te­fekküre, düşünmeye sevk etmektedir. İslam akıl dinidir, daha doğrusu aklını kullanan bir in­sanın vahye tabi olma zaruretini beyan eden, ör­neklerle bunu insanlığın önüne koyan bir dindir. Günümüzde güya aklı öne çıkararak sorular sormayı eğlence haline getiren ya da güya cevap arıyormuşçasına sorular sorup sordurarak vahyin bilgisine set olmaya çalışanlara bedel, aklı doğru kullanarak vahyin bilgisiyle buluşarak dünya ve ahiret saadetini temin etmeye vesile son dindir. Kur’an, Sünnet ve kâinata, aklın yanına vicdan ve insafı da koyarak bakan bir insan gerçek bilgiye daha rahat ulaşacaktır. Zaten var olan ve vahiyle beyan edilen bilgiyi bir tarafa koyarak ya da belirli bir debideki sesin alt ve üst sınırını duymayan kulak misal aklın mizanlarını aşan bilgilerde Peygamber ve Kur’an bilgisine müracaat etmediği yerlerde ise ya şaşı görecek ya da sesi duyamayacaktır; hakikat bilgisine ulaşamayacaktır. Bu ay dergide bazı sualler ve onlara dair cevaplar konusunda bir çalışma yaptık. Dolaşımda olan suallere makul, doğru ve gerçek bilgiler vermeye gayret ettik. Soru bir anahtar olmak hasebiyle doğru kapıyı da yanlış kapıyı da açabilme potansiyelinden bahisle “soru/sual” kelimesi üzerinde durarak odak noktası oluşturmaya çalıştık. Faydalı olmak ümidiyle keyf/iyet/li okumalar dileriz…

Metin UÇAR 01 Eylül
Konu resmiTarihten Sayfalar
Tarih

Yanya Sultan 2. Murad, Selanik’i 1430 senesinde kuşattığı zaman Yanya halkından bir grup temsilci gelerek şehrin anahtarlarını sunarlar. Sinan Paşa tarafından Yanya teslim alınır. Yanya, Osmanlılar tarafından fethedilmeden önce Yunan Epirus Despotluğunun merkeziydi. Epirus Despotluğu, 1204’teki haçlı seferi sonrası kurulmuştu. Yanya’ya Sultan 2. Murad tarafından verilen fermanla birlikte dinî ve malî imtiyazlar tanındı. Bu ferman yaklaşık iki asır yürürlükte kalmıştır. Osmanlı zamanında Yanya giderek gelişmiş ve kalesinin dışına taşarak önemli bir sancak merkezi haline gelmiştir. Tanzimat’tan sonra Ergirikasrı, Delvine ve Berat’ı içine alan Epir’i ve 1856 yılından 1882’ye kadar bütün Tesalya’yı (Tırhala, Yenişehir/Larissa, Volos vb.) içine alan Yanya vilâyetinin ana merkezi durumunda kaldı. Fethin ardından sivil Müslüman nüfusu barındıran bir mahalle eski kalenin dışında ortaya çıktı. Sultan 2. Bayezid buraya Hünkâr (Çarşı Camii) adıyla bilinen kiremitle kaplanmış ahşap çatılı bir cami yaptırdı. Gazi Evranos’un oğlu Îsâ Bey’in zaviyesinden 1521 senesi tahririnde zikredilir. İkinci Akropolis’teki eski Prodromos Ma­nas­tı­rı’ nın sahasında 1618’de Yanya sancağının idarecisi Zülfikar Bey’in oğlu Arslan Paşa, bütün Batı Yunanistan’ın en önemli külliyesini yaptırdı. Bu külliyede kubbeli bir cami, büyük bir medrese, yolcular ve fakirler için bir imaret, bir türbe, ayrıca İkinci Akropolis’in aşağısında ve dışında büyük bir çifte hamam bulunmaktaydı. Sultan 2. Abdülhamid zamanında bir kız mektebi yapılmıştır. Yanya, 6 Mart 1913’te Esad Paşa’nın kumandası altında hemen hemen altı ay süren cesurane bir müdafaaya rağmen Yunan ordusu tarafından ele geçirildi. 5 Eylül 1071Hadis hafızı ve tarihçi Hatîb el-Bağdadî vefat etti Mekke-Medine yolu üzerindeki Vâdilmelel’in Guzeyye kasabasında 9 Mayıs 1002’de dünyaya gelmiştir. Fıkıh ve Hadis alanlarında ciddî bir tahsilden geçti. Bağdat’ta bulunan âlimlerle, hadis tahsili için seyahat ettiği yerlerde karşılaştığı 1000’den fazla hocadan faydalandı. Bu âlimlerin 470 kadar eserini okumuştur. Hatîb el-Bağdâdî, tahsilini tamamladıktan sonra yirmi yıldan fazla bir süre bütün vaktini Târîhu Bağdâd’ı yazmaya ayırdı. Hicrî 444’te Hac için Mekke’ye gitti. Mekke’de Sahîh-i Buhârî’nin ünlü râvisi Kerîme bint Ahmed’den bu eseri beş günde okudu. Hadis ilmindeki otoritesi yanında yazdığı eserler sayesinde büyük bir şöhrete sahip oldu. Ondan Hadis öğrenmek ve eserlerini bizzat kendisinden okuyup rivayet etmek üzere Bağdad’a gelenlerden başka dolaştığı birçok ilim merkezinde pek çok talebe kendisinden faydalandı. 5 Eylül 1071 tarihinde Bağdat’ta Nizâmiye Medresesi’nin yanındaki evinde vefat etti. Bâbülharb’de Bişr-i Hâfî Hazretlerinin (ks) kabrinin yanına defnedildi. 21 Eylül 1516Humus’un fethi Humus, Yavuz Sultan Selim’in Suriye-Mısır seferi sırasında Osmanlı hâkimiyeti altına girdi. 19 Eylül 1516’da Hama’yı alan Yavuz Sultan Selim 21 Eylül’de Humus’a girdi ve şehrin idaresini İhtimanoğlu’na verdi. Humus, ilk idarî düzenlemede Hama ile birlikte tek sancak olarak Şam’a bağlandı. Hama sancağı Kanûnî Sultan Süleyman devrinin ilk yıllarında Hama, Humus, Maarre ve Ba‘rîn nahiyelerinden meydana geliyordu. Hama ve Humus 1568’de ayrı birer sancak olunca Humus, Şam beylerbeyiliği içinde kaldı. 1571’de Trablusşam beylerbeyiliği teşkil edilince buraya dâhil edildi ve 1600’lü yıllarda bu durumunu korudu. Humus, 17. yüzyılda yüksek bir tepe üzerinde etrafı hendeklerle çevrili bir kalesi, kalenin içinde ve dışında evleri olan, iki medresesi, bir dârülhadisi, bir dârülkurrâsı, yedi mektebi, üç tekkesi, üç hamamı, üç hanı bulunan, bedesteni olmayan, birçok dükkâna sahip kasaba hüviyetinde bir yerdi ve Evliya Çelebi’ye göre halkı “Oğuz taifesi” idi. 23 Eylül 1656İsveç Kralı Karl 10. Gustav, Sultan 4. Mehmed’e mektup gönderdi İsveç kralı Karl 10. Gustav, Clas Brorsson Rälamb’ı fevkalade elçi sıfatıyla 1656 se­ne­sinde İstanbul’a gönderdi. 22 Şubat 1657’de Stettin’den hareketle 14 Mayıs’ta İstanbul’a gelen Rälamb, İsveç kralının Sultan 4. Mehmed’e gönderdiği 23 Eylül 1656 tarihli mektubu teslim etti. Mektup, kralın Polonya’ya elçi olarak giden ancak İsveç tarafından yakalanan Mustafa Ağa’ya teslim edilip gönderilmiş olan 16 Haziran 1656 tarihli bir diğer mektubuna da atıfta bulunmaktaydı. Bu mektup, İsveç-Polonya anlaşmazlıklarında Kırım hanının İsveç’in yanında yer almasının temin edilmesi için kaleme alınmıştı. İsveç’e karşı şüphe ile bakan Osmanlı Devleti, gerek Rälamb’a gerekse kendisine yardım etmek üzere gönderilen Gotthard Welling’e her türlü zorluğu çıkardı.

Ahmed Said GÜNDÜZ 01 Eylül
Konu resmiYeniden Bismillah
Tarih

Bismillah her hayrın başıdır, demişler. Evden çıkarken, yemeğe başlarken, uyumadan önce ve yataktan kalkarken, esnaf olanlar dükkanlarını açarken… velhasıl hayırla atılan adımların hayırla neticelenmesi için niyetlenirken edilen bir dua… Besmele Hz. Musa’nın mübarek asası, besmele Hz. İbrahim’in ateşine su, besmele Hz. Nuh’un o devasa gemisi, besmele En Sevgili’nin (sav) o mübarek parmaklarından damlayan ab-ı hayat, besmele bir bebeğin ağzındaki ilk lokma, asumana bakan bir çift gözde hayret pırıltısı… Söyleyip geçiverdiğimiz boş bir lakırdı asla değil. Kâinatı yaratan o yüce kudretin adıyla başladığımızı tefekkür ettiğimiz an tılsıma dönüşen sihirli bir kelam… Onun adıyla başlayan işler hiç nakıs kalır mı? Sureten noksanlık göründüğü anlarda bile hayal kırıklıkları bir ahiret meyvesine dönüşüverir. Her ne kadar kimi anlarda ve mekanlarda Türkçe haline rastlasak da tercümeye ihtiyaç hissettirmeyecek kadar bizim dilimizdendir besmele. Aynı ezan gibi… O kadar derin manaları vardır ki… Üstad Hazretleri “bismillahirrahmanirrahim” sözündeki üç ilahi ismin “uluhiyetin kâinat simasıyla, rahmaniyetin arz simasıyla, rahimiyetin insan simasıyla” alakalı olduğunu nazara veriyor. Ecdadımız aynı zamanda bir ayet olan besmeleyle alakalı pek çok risale kaleme almış. Besmele-name adı verilen eserler o ilahi sözün faziletini, bereketini ve sırlarını dile getirmiş. Mahiyeti ne olursa olsun kaleme alınan her eserde serlevha olmuş. Kitabelere nakış nakış, motif motif işlenerek gören gözlere maşallah dedirtmiş. Sözü edilen besmele-namelerden birisi de “Filibeli Vecdî’nin divanında yer alan ve şairin besmelenin faziletlerini ifade etmiş olduğu şiirlerinden biri olan yirmi altı beyitlik bir mesnevisidir. ‘Hikâyet-i Şîrîn-rivâyet Der-Fezâ’il-i Besmele-i Mükerreme’ başlıklı mesnevide şair öncelikle Hz. Musa’nın bir hastalığa yakalandığını, bu hastalığın onu zayıf düşürdüğünü ve bu nedenle kuvvetsiz kaldığını, bir otun bu hastalığı giderecek nitelikte olduğunu ve hizmetçisinin otu bulması ve otun şifa olmasıyla Hz. Musa’nın iyileştiğini anlatır. O dönem tamamen iyileşmesine rağmen bir süre sonra yeniden hastalanan Hz. Musa, hemen gidip iyileşmesine vesile olan ottan yer; ancak bu sefer şifa bulamaz. Bunun üzerine Rabbine münacatta bulunan Musa peygamber daha önce o otun derdine deva kılınması ile şifa bulduğunu, ikinci kez hastalandığı zaman yediğinde ise bünyesinde niçin tesir etmediğini, aynı otu yediğinden emin olduğunu ve bu otun ikinci kez deva olmayışındaki sırrı öğrenmek ister. Ardından Hz. Musa’ya Allah katından bir nida erişir: “Ey derdine yediği ottan deva dileyen! Ey kendini din yoluna adamış olan! Sen bilmez misin ki bu âlem ancak etkisi kuvvetli ve öldürücü bir zehirdir. Bunun panzehiri ise besmele ve hamdeledir. Her ne yersen besmeleyi söyle! Her ne der isen besmele ile söyle! Daha önce o otu yediğinde evvela benim adımı söyledin; ancak sonra yediğinde ise (besmeleyi) unuttun ve adımı anmadan yedin. Eğer ismimi anarak o otu yemiş olsa idin bu kadar zayıflık ile mihnete düşmezdin.” Allah’tan bu tekdir sözlerini duyunca Hz. Musa pek üzülür. Besmelenin kıymetini ve kendi zellesini anlayarak çok ağlar ve bu yüzden Allah’tan bağışlanma diler: “Ey Rabbim! Bu hata bendendir. Şükürler olsun ki lütuf ve bağışlama sendendir. Bir derdim var iken ikinci bir derde daha sahip oldum. Hicap kılıcı ile ciğerimi doğradım. Lütuf göstererek eksikliğimi tamamla, hata ve unutkanlığımı uzak eyle!” Bu münacatının üzerine Allah besmele hürmetine Hz. Musa’yı bağışlar.1 Tarihimizde besmelenin hayatın her anında olduğunu gös­te­ren ve ecdadımızdan bize ha­tıra olarak kalan bir diğer gü­zel­lik ise “bed-i besmele me­rasimleri”dir. Tören sırasında okunan dualara hep birlikte “âmin” denildiği için “âmin alayı” olarak da adlandırılan bu merasimler bir çocuğun hayatı boyunca unutamayacağı çok özel anlardır. Bu tören, anne ve babalarının göz aydınlığı olan çocuğun dört yaşına basmasıyla mektebe gönderilme sevincinin bir tezahürüymüş. Ailenin maddi durumuna göre merasimin içeriği de farklılık gösterirmiş. Evde misafirler için düğün benzeri hazırlıklar yapılır, okula başlayacak çocuğa güzel kıyafetler giydirilir, ziyafetler verilirmiş. Çocuk, süslü bir faytona veya gösterişli bir ata bindirilerek alay eşliğinde mektebe gönderilirmiş. Mektepteki diğer çocuklar da unutulmaz, onlara da ufak tefek harçlıklar verilirmiş. Son âmin alaylarına şahitlik edenlerden birisi olan Yahya Kemal şehadetini hatıralarında şöyle anlatıyor: “Yeni mektebe başladığım gün güzel bir sonbahar günüydü. Beş yaşındaydım, 1889 se­ne­­­siy­di. Birkaç günden beri mek­te­be başlayan çocukların gö­ğüs­­lerine çapraz geçirdikleri sır­malı, kâr-ı kadîm (klasik usul) bir kitap kılıfını göstermiş­lerdi. Bir sabah İshakiye Mahallesi’nde, karaağaçların altındaki konağımızın önünde el ele vermiş kız ve erkek mektep çocukları, sarıklı hocalar önde ilahiler söyleyerek göründüler. Her ilahinin sonunda cumhurlu bir ‘âmin gulgulesi’ işitiliyor ve ilahiler tekrar başlıyordu. Selamlıkta minderlere sıra ile komşulardan, eşraftan, hacı ve hocalardan birçok misafir dizilmişti. Şerbetler ve kahveler dağıtılıyordu. Çocuk kafilesi, ‘Şol cennetin ırmakları’ ilahisini söylüyordu. Kolumdan tuttular, köşede oturan Hoca Ganî Efendi’nin önünde diz çöktürdüler. Ganî Efendi, benim için alınan yaldızlı, eski usul Elif-ba kitabını açtı. Şahadet par­mağımla Elif-Ba’dan ilk harfleri tekrar ettirdi. Sonra şekere bulanmış bir parça mürekkep yalattı, dua edildi. Babam, ‘Eti senin, kemiği benim’ mukaddimesiyle beni hocaya emanet ettiğini söyledi. Evin bahçesinde ve sokaklarda ilahiler tekrar başladı. Galiba bizim yeni mektep çocuklarından başka diğer mahalle mekteplerinin çocukları da gelmişlerdi. Çünkü alay büyüktü. Bütün bu çocuklara külahlarla şeker ve birer gün harçlığı verilmişti. Benim bu alay önünde gitmem, görenek muktezasıydı”2 Bu gelenek halindeki merasimlerin perdesini araladığımızda ilme verilen kıymeti görebiliriz. O yüzdendir ki Osmanlı gerçek manada “münevver” yetiştirebilmeyi başarmıştır. Neyi niçin okuduğunun farkında olan münevverler de boşa kürek sallamayıp koca bir medeniyeti inşa etmiş. Yunus’un dediği gibi: “Okumaktan mana ne / Kişi Hakkı bilmektir / Çün okudun bilmezsin / Ha bir kuru ekmektir.” Talebe, maarif davasının sancısını çeken Nurettin Topçu’nun deyimiyle “diploma avcısı” değil gerçek manada ilmi talep eden olursa o zaman hedefe ulaşmak mümkün olur. İlmin talep edene verildiği hakikati gün gibi ortadadır. Ezberci bir usulle sırf “sınav” başarısı için hazmedilmeden yutulan ve sonra atılan malumatın kimseye bir faydasının olmadığı ve günü kurtarmaktan başka bir işe yaramadığını nesiller boyu tecrübe etmeye devam ediyoruz. Bu kısır döngüyü kırmak zor, bunu kabul etmek gerekir. Ancak elimizden gelenin en iyisini yapmaktan başka bir çare de yok. Maarif mevsimi olan eylül ayı yeniden “bismillah” diyerek yeni başlangıçlar yapmanın ve ilim yolunda yürüyenler için yeni kararlar alıp hayata geçirmenin tam zamanıdır. Yazın üzerimizde bıraktığı ataletten sıyrılarak gayrete gelmenin sırasıdır. O halde haydi bismillah… 1- Bilgin, E. “Türk İslâm Edebi­ya­tında Besmelenâme Türü ve Besmele İçerikli Metinlerin Tasnifine Dair Bir Deneme.” Trabzon İlahiyat Dergisi. sayı: 7/2 (Güz 2020): 87 – 117.2- Kara, İ. Birinci, A. (2012). Bir Eğitim Tasavvuru Olarak Mahalle/Sıbyan Mektepleri Hatıralar- Yorumlar-Tetkikler. İstanbul: Dergâh Yayınları.

Tarık ÇELİK 01 Eylül
Konu resmiMakul mü, Gerçek mi?
İnsan

İnsan biraz da soru demek. Soru sorabilmek bir nimettir. Fakat soru sormanın da edebi, usulü, yolu yordamı vardır. Zira Efendimiz (sav), “Herhangi bir konuyu size emredip yasaklamadığım sürece, siz de beni kendi halime bırakınız. Sizden önceki ümmetleri çok sual sormaları ve peygamberlerine karşı münakaşaya dalmaları helâk etti. Size herhangi bir şeyi yasakladığım zaman ondan kesinlikle sakınınız, bir şeyi emrettiğimde de onu, gücünüz yettiği ölçüde yerine getiriniz.” buyurmuştur.1 Hayat devam ettikçe sorular hep olacaktır, fakat her daim ölçü şarttır. Cevabı alabilmek, kimden alacağını bilmek önemli olduğu gibi, sadece kendi makuliyetinde değerlendirip “evet” diyerek bilmeden başka bir yanlışa düşmek de son derece müsait ve sakıncalıdır. Belki bu zamanda en sıkıntılı durumlardan birisi de bu makuliyettir… İnsan akıl bahşedilmiş bir varlık; elbette makul potası olacak ve mukayese edip zararlı mı zararsız mı bilip ona göre hareket edecek. Yoksa kendisi için müstakim olanı nasıl bulacak? Tamam, fakat makuliyet sadece bizim makul seviyemizle sınırlı olmayıp, dinin bize gerek Kur’an gerekse Sünnet çizgisinde ortaya koyduklarıyla örtüştüğü oranda istikamet kazanacaktır. Kendi makul alanımız, eğer vahyin çizgisi üzerinden istikamet kazanmıyorsa nefis ve şeytanın iğvasına her daim açıktır ve insanı türlü çıkmazların içerisine sokacaktır. Evet, bu önem atfettiğimiz me­sele günümüzde en çok can yakan mevzulardan birisidir. Çoğumuzun soruları var ve cevaplar istiyoruz. Ama çoğu kere bizim beklediğimiz cevaplar olmasını arzu ediyor ve o cevapları verenlere yakın duruyoruz. İşin kötüsü, verilen cevap eğer beklentimizle örtüşüyorsa diğer taraflarına bakmıyor, dolayısıyla bütünü göremiyoruz. Makul deyip kabul ediyor ve hem düşünce sistemimizi ona göre ayarlıyor hem de hayatımızı ona göre şekillendiriyoruz. Mesela Efendimiz (sav)’in “Arz öküz ve balık üzerindedir” hadisini ele alalım. Günümüz bilim insanları diyor ki “Biz uydularla baktık ve gördük ki burada bahsedildiği gibi ne öküz ne de balık var”. Adamların söylediği doğru, yok. Bilimin söylediği makul geliyor. Zahir gözle dünyanın altında öküz ve balık olmaması ve bunun makul ve doğru kabul edilmesi, (haşa) Efendimiz (sav)’in yanlış söylediği neticesini veriyor. Bilimin göremediği üzerinden söylediğini makul ve doğru kabul etmek, hadisi ve peygamberimizi yalanlamayı netice veriyor. “Yok” sözünü doğru ve anlamlı kabul eden, hadisi inkara kadar gidebiliyor. Halbuki “Ve (o, nefsinin) ar­zu (sun)dan konuşmuyor! O (söyledikleri) bildirilen vahiyden baş­ka bir şey değildir.”2 ayetine bakan ve iman eden bir kişi bilir ki Efendimiz (sav) doğru söylüyor. Sadece bundan kastettiği nedir, onu anlamaya çalışmak lazım. Nitekim Bediüzzaman Hazretleri bu meseleyi ele almış ve izah etmiştir. Arzu edenler On Dördüncü Lema’ya3 bakabilir. “Bu mesele Kur’an’da yok” tarzı sualler de insanların kafasını karıştıran ya da kolaycılığı arayanlar için kaçacakları bir sığınak olarak ortaya atılabiliyor. Kur’an hacim olarak altı yüz dört sayfadan ibaret. Fakat başta Peygamber Efendimiz olarak işin uzmanları olan fakihler, müfessirler, kelam alimleri, mezhep imamları… ondan istinbat edilenler ve sünnete dayandırılarak ortaya konulanlar elbette meseleyi çözüyor. Ki yukarıya aldığımız ayet-i kerime “onun konuştuğu ancak vahiydir” diyerek İslam’a dair ana kaynak olarak Sünneti gösteriyor. Sorularla kafa karıştırmayı meslek edinen bazıları, “Şunlar hadiste de yok” diyerek güya başka bir problem üretiyorlar. Halbuki sünnetin nevileri var. Söz ve fiili yani Efendimizin bizzat yaptığı veya yapılıp yapılmamasını söylediği sünnetler olduğu gibi, yapılıp da ses çıkartmadıkları da var. Bunlar da sünnettir. Bunlar da referanstır. Dinin meseleleri uzmanlarınca en derin noktalarına kadar, en hassas yaklaşımlar ve referanslarla ortaya konulmuş, bu değerlendirmeleri yapanlar hem Kur’an hem Sünnet noktasında son derece takvalı olarak bu işleri icra etmişken, şimdi kafamıza takılan bir kısım suallere, nefsimizin arzu ettiği tarzda cevap verenlerin cevaplarını makul deyip kalbimize almak bizi hasta eder, dikkat etmek lazım… Bunlarla ilgili dergideki başka yazılarda soru ve cevaplar bulacağız. Ben bu “makul” meselesine ışık tutacak, tarihen rivayet edilen bir vakıayı aktarmak istiyorum. Her makulün gerçek olamayacağını görmemize imkân tanıyan bu olayın bize ders olacağını ve hadiselere bir de böyle bakabileceğimizi temin edeceğini temenni ediyorum. Aralarda hikâyenin akışına göre bazı tahliller ve değerlendirmeler yapılacaktır… Hedefim Her Şeyim Bersisa isminde bir zat, ıssız bir yere kapanmış, gece-gündüz Allah’a ibadet ediyor ve hiçbir kötülükte bulunmuyordu. Şeytan uzun zamandır bu adama musallat olmuştu. Adamı kandırmak için türlü hilelere başvurmuş, fakat bir türlü kandıramamıştı. Bersisa çok ibadet eden, muttaki, züht ve takva sahibi bir zattı; ama âlim değildi. Şeytan bir gün, derviş kıyafetinde olduğu halde Bersisa’nın kapısını çaldı ve: - Ben dünya nimetlerinden uzak, ömrünü Allah’a ibadetle geçirmek isteyen bir kimseyim. Gayesi sadece Allah’ın rızasını kazanmak olduğunu duyduğum sizinle kalıp, beraber ibadete devam etmek isterim, dedi. Bersisa onun arkadaşlığını kabul etti. Beraber ibadete başla­dı­lar. Aradan zaman geçiyor, Ber­sisa ibadet ediyor, yiyor-içi­yor ve diğer insanlar gibi ya­şı­yor; lakin şeytan, yemiyor, iç­mi­yor, yatıp uyumuyor ve bü­tün zamanını ibadetle (!) geçi­ri­­yordu. Bersisa, yeni dostuna hay­­ran kalmıştı. Aradan çok zaman geçmeden dayanamayarak: - Ey Allah’ın salih kulu, sen bu makama nasıl yetiştin? Ben senelerden beri ibadet ederim, yiyip içmekten kurtulamadım. Sen ise bütün zamanını ibadete ayırabiliyorsun. Ne olur bunun sırrını bana da öğret de ben de senin gibi olayım, dedi. (Dikkat! Senelerdir ibadet eden bir insan portföyü var önümüzde ve karşılaşılan yeni bir durum. Sahip olunanlara yeni bir şeyler katılabilir mi durumu. Olur ki insan kendisine yeni bir hedef çizer ve gereklerini araştırmaya başlar. Fakat hikâyede ince bir nokta var. Bu makama nasıl yetiştin? Hâlbuki makam istenilmez, verilir. Bersisa da karşılaştığı bu yeni makama talip durumunda. Şeytan ise, aradığını bulmuş görünüyor. Zira senelerdir kandıramadığı adamda, meğer manevi makam sevgisi varmış. Ah! Ne yazık ki, bazen zehir altın tasta verilir. Hepimizin zihninden, adam onun şeytan olabileceğini nereden bilsin, gibi bir soru geçiyor olabilir. Bunun, yaşanmış ve -değişik şekillerde- yaşanılabilir bir durum olması hasebiyle, kendimize ders çıkarabileceğimiz bir hal olduğunu, yazı boyunca aklımızdan çıkarmamamız gerekmektedir.) Benim Hiç Günahım Yok! Şeytan: “Ben eskiden günahkâr bir adamdım, diye söze başladı. Günahlarıma tövbe ederek bu makama ulaştım” dedi. Bersisa, “İyi de benim hiç günahım yok ki” dedi. Şeytan, “Bir günah işlersin, sonra tövbe edersin” dedi. Bersisa, “Peki ne yapayım?” dedi. (Benim hiç günahım yok! Ne kadar yanlış bir cümle değil mi? İsmet sıfatlarına rağmen, peygamberlerin bile kullanmadıkları bir cümle. Buna benzer çok cümleleri, maalesef -sıklıkla- kullanmaktayız. Ben zaten biliyorum. Ben hiç hata yapmam. Elimi sallasam ellisi gibi. Bu nevi cümleler daha da çoğaltılabilir. Bu güya özgüven yüklü cümleler, yanlışa düşebileceğimizin en zahir alametleridir. Her türlü şeytanî ve insanî kandırmaya müsait olduğumuzun delilleridir. Hedefe kilitlenmek, bazen yıldızı tutmaya çalışmak gibidir. Baş hep yukarda olduğundan, ayak çukurdan hiç çıkamaz. Şeytanın harmanında buğday yok. Diyor ki: Harmanını boşalt; belki yaz gelir de sen de harman yaparsın?) Şeytan: “Şu adamı öldür!” dedi. (Lütfen dikkat! Yemeğe tuzla başlama, demiyor. Şu adamı öldür, diyor. Çıta ne kadar yüksek değil mi? İhale burada kalmayacak belki, fakat sıfırlanmayacak da. Zira arzuyla istenen bir hedef var önde. Bazen bu tür arzular ve beklentiler, insandaki aceleciliğin de sevkiyle olsun da nasıl olursa olsun noktasına kadar gelebilir. Bazen hikmet illetin4 önüne geçip, bazı yanlışları netice verdirebilir.) Bersisa, “Mümkün değil, yapa­mam” dedi. “O zaman şu aşağıdaki kötü kadınlarla zina et” dedi şeytan. Bersisa, “Bu da ol­maz” dedi. Şeytan bu kez, “O za­man tebdil-i kıyafet meyha­neye gidersin. Kimse seni tanımaz. Orada bir kadeh içki içersin. Sonra da tövbe edersin” dedi. (Tekrar dikkat lütfen! Kimseye tanınmama fikri, Allah’ın bizi her zaman görüyor ve biliyor olduğu hakikatini nasıl da unutturuverdi. Daha üçüncü adımdaki hile makul geldi. Akla –cerbezeyle5- kabul ettirilen bir mesele, bir anda bilinen çok doğrularından üzerine çıkıverdi. Evet ya, bunu hiç düşünmemiştim, dedirtti. Hedefe kilitlenmiş ve hadiseyi yaşıyorken gayet makul gelebilen (!) bu durum, dışarıdan bakıldığında nasıl da acı değil mi? Hani insanlar bazen film seyrederler. Seyredenler, kötü karakterin hamlesinden haberdar olduğu için, iyi karakteri yönlendirmeye çalışırlar. “Arkana bak!”, “İleri kaç!” gibi. Filimdeki adam onu duymaz ama o, “Tüh! O kadar da söyledim” diye dövünür. Dövünür de; zaman şeridinde oynadığı kendi filmindeki kötü karakterin (şeytan ve türleri) hilelerini haber veren melek ilhamını duyar da, duymazdan gelir.) Son Pişmanlık Fayda Vermez Bersisa, tebdil-i kıyafet meyhaneye gitti ve bir kadeh içki istedi. Meyhanecinin kendisi olmadığından dükkana hanımı bakıyordu. İçkiyle sarhoş olan Bersisa, kadına sarkıntılık etti. Olayın üzerine kocası geldiğinden ve hadisenin duyulmasını istemediğinden kocasını da öldürdü. Fakat hadise duyulmakta gecikmedi. Bersisa’yı yakalayıp mahkemeye çıkardılar. Katil olduğu için, idam edilerek öldürülmesine karar verildi. Bersisa idam sehpasına çıkmış, artık ip boğazına geçirildikten sonra onu kurtaracak hiç kimse yoktu. (Eğri cetvelden düz çizgi çıkmaz. Doğruya yanlışla gidilmez. Ateş, ucundan yakaladığı zaman bütün birikimi alıp gidebilir. İnsan bir kere tökezlemeye görsün, bundan sonra olaylar ardı ardına gelir.) Şeytan karşıda göründü. Bersisa: - Ey Allah’ın sevgili kulu beni bu düştüğüm halden kurtar, diye şeytana yalvarmaya başladı. Şeytan: - Seni ancak bana secde etmen şartıyla kurtarabilirim, dedi.  Bersisa: - Görüyorsun ip boğazıma geçirilmiş, nasıl secde edebilirim deyince de: - İşaretle secde edebilirsin, dedi. Bersisa başıyla işaret ederek secde etti ve imansız olarak öldü. (İlim altyapısı olmadan çokça ibadet ediyor olmak yeterli bir Müslümanlık olmadığını hep beraber gördük. Yanlış bir adım, bütün birikimi -insanı imansızlığa götürünceye kadar- elden alabilir. Son pişmanlıklar da fayda etmez. Bundan dolayıdır ki, ilmî bir alt yapıyla sağlamlaştırılmış ve ibadetlerle takviye edilmiş Sünnet-i Seniye çerçevesinde bir hayatı fark etmeli ve hayatımızda yaşanılır kılmalıyız. Cenab-ı Hak cümlemizi muvaffak kılsın. Âmin!) Hasılı Dostlar! Abdülkadir Geylani (ks), bir gün mihrapta oturmuş zikir ve murakabe ile meşgulken gaipten bir ses gelir: Ey Abdülkadir kulum! Ben senden bütün amel yükümlülüklerini kaldırdım. Abdülkadir Geylani (ks) bu sözü duyar duymaz, sesin geldiği yöne elindeki tesbihi kurşun gibi fırlatarak, Defol lanetli şeytan! diye haykırır. Foyası ortaya çıkan şeytan, “Ben bu şekilde nice abidleri, nice zahidleri yoldan çıkardım. Ama sen bir an olsun tereddüt edip tuzağa düşmedin. Nasıl anladın beni?” diye sorar. Abdülkadir Geylani hazretleri, hepimizin ibret alması gereken şu sözlerle cevap verir şeytana: İki şeyle tanıdım seni. Birincisi akaid ilmi. Bu ilimle biliyorum ki, Allah bir yönden hitap etmez; O her yerdedir. Oysa senin sesin bir yönden geldi. İkincisi fıkıh ilmidir. Buna göre de, -peygamberler dahil- hiç kimseden amel mecburiyeti kaldırılmamıştır. Kuvve-i akliyenin tefrit mertebesi gabâvettir ki, hiçbir şeyden haberi olmaz. İfrat mertebesi cerbezedir ki, hakkı bâtıl, bâtılı hak suretinde gösterecek kadar aldatıcı bir zekâya malik olur. Vasat mertebesi ise hikmettir ki, hakkı hak bilir, imtisal eder; bâtılı bâtıl bilir, içtinap eder. (İşaratül İ’caz) 1- Buhârî, İ’tisâm 2; Müslim, Hac 412, Fezâil 130-1312- Necm, 3-43- Lem’alar Mecmuası, 14. Lem’a, s. 924- Bir şeyin var olmasını sağlayan neden illet, görünen neden ise sebeptir.5- “Cerbezenin şe’ni, bir seyyieyi sün­büllendirerek hasenata galip et­mektir.” “Cerbezenin tavr-ı aci­bi; zaman ve mekânda müte­fer­rik şeyleri toplar, bir yapar. O siyah perde ile her şeyi temaşa eder.” (Münazarat) Kuvve-i ak­li­yenin ifrat mertebesi olarak “Hakkı bâtıl, bâtılı hak suretinde gösterecek kadar aldatıcı bir zekâya mâlik olmak.” (İşaratü’l-İ’caz)

Metin UÇAR 01 Eylül
Konu resmiKafamda Deli Sorular
İtikad

Günümüzde televizyon, internet, sosyal medya vb. ortamlarda gezinen gençliğimiz, bu tür ortamlarda dinle ilgili birçok yorum, bilgi ve sorularla karşı karşıya kalmaktadır. Üzülerek görüyoruz ki imanî/İslamî birikimden yoksun olan gençlerimiz, Kur’an ve sünnet ışığından mahrum bazı sapkın fikir akımlarını kendilerine yol edinmektedir ve bu sapkın felsefî fikir akımlarını sağlıklı bir şekilde yorumlayamamaktadırlar. Aile, okul ve çevrede kendisini aydınlatacak, kafasında beliren sorulara cevap verecek kişiler de yoksa gençlerimizin imanları zedelenmekte ve İslamiyet’i doğru bir şekilde öğrenmekten ve yaşamaktan uzak kalmaktadırlar.  Gençliğin imanına hizmet et­me derdini, tasasını taşıyanlar, gençlerden gelen bu sorulara açık olmalı, onları anlayışla karşılamalı, onlara Kur’an ve sünnet ışığında doğru cevaplar vermek için çaba göstermelidir. Sorulan sorulara “Böyle soru olmaz!”, “Küfre düşersin”, “Nereden duyuyorsun bu saçma şeyleri?” gibi ifadelerle muhatabımızı susturmak hem ilmî bir yaklaşımdan uzak hem bizim için mesuliyet getiren bir durum olur. Bize düşen o gençleri sabırla dinlemek, neye ihtiyacı olduğunu bilmek ve anlayışla o sorulara ikna edici cevaplar vermektir. Burada zamanla önümüze gelen üç yüz soru içinden en çok sorulan on dokuz soru seçilmiş, cevapları verilmiş, onlar içinden de bazıları talep üzerine dergiye gönderilmiştir. İstifadeye medar olması niyazıyla… Gayret bizden Tevfik Allah’tan. Doğruyu Bulmada Akıl Tek Başına Yeterli midir? Akıl, Allah’ın insanlara verdiği nimetlerin en büyüklerindendir. İnsan birçok şeyi akılla anlayıp farkına varır ve mana verir. Doğruyu-yanlışı, iyiyi-kö­tüyü, güzeli-çirkini akılla tar­tarak bir­birinden ayırt eder. Allah, aklı olanı sorumlu tutar. Akıl ol­ma­dan herhangi bir sorumluluk­tan bahsedilemez. Bununla beraber akıl tek başına yeterli olmayıp vahye tabi olursa insan doğru yolu bulabilir. Sadece aklı esas tutup vahyi dinlemediği zaman doğru yoldan uzaklaşır. Akıl doğru yolu bize gösterir, fakat hakikatin biricik yolu değildir. Çünkü öfke, hırs ve hissiyatla yoğrulan aklın unutma, şüphe ve hataya düşmesi muhtemeldir. Zira akıl, çevresindeki olumlu ya da olumsuz tesirlerle etkileşim içindedir. Bu nedenle salt aklın ortaya koyduğu bilgiler bizleri her daim doğruya ulaştıramayacaktır. İmanı zayıf, enaniyeti kuvvetli, kendi bildiklerine itimat eden bazı kimseler, vahyi dinlemeyen batı felsefesinin etkisiyle, aklı yeterli görüp her şeyi akıl ölçüsüne göre tartmaya çalışıyorlar. Aklı Kur’an ve sünnet ölçüsüne göre çalıştırmak yerine, “İslam akıl dinidir” diyerek Kur’an’ı ve sünneti akıl mihengine vuruyorlar. O zaman herkesin anlayışı ve akıl ölçüsü farklı olduğu için herkese göre farklı bir din anlayışı ortaya çıkmaz mı? Evet, İslam akıl dinidir. Fakat akla ölçü nedir? Akla ölçü, vahiy ve nakildir. Kur’an ve sünnetin ölçüsüdür. İslam, akıl, hikmet ve mantık üzerine tesis edilmiş ve selim olan akla uygundur. Akıl için vahyin gerekliliği hususunda İmam-ı Gazali hazretleri, “Göz için ışık ne ise akıl için de vahiy odur.” diyerek vahiy nuru olmadan aklın hakikatleri göremeyeceğini ifade etmiştir. İmam-ı Rabbani Hazretleri de akıl-vahiy ilişkisini şöyle ifade etmiştir. “Peygamberler alemlere rahmet­tirler. Allahu Teala bu yüce in­sanlar aracılığıyla bizim gibi cüz’i akıl sahiplerine kendi Zat’ını ve sıfatlarını bildirmiş ve bizleri anlayışımız nispetinde Zat’ına ve sıfatlarına mahsus yüceliklerden haberdar etmiştir. Yine peygamberler vasıtasıyla nelerden razı olduğunu ve nelerden hoşnut olmadığını bizlere bildirmiş, dünyevi ve uhrevi menfaatlerimizi zararlarımızdan ayırma imkânı bahşetmiştir. Eğer peygamberler olmasaydı, beşer aklı ne Allah’ın varlığını (kamilen) idrak edebilir ne de O’nun yüceliklerini kavrayabilirdi.” Acaba Cenab-ı Hak Kur’an ve peygamberimiz vasıtasıyla isim ve sıfatlarını bildirmeseydi akıl tek başına Allah’ın sıfatları hakkında bir bilgiye ulaşabilir miydi? Elbette ulaşamazdı. Zira aklın da sınırları var. İnsana vahiy aracılığıyla bu sıfatlar bildirilmeseydi, insan bu konuda bilgi sahibi olamazdı. Çünkü sınırlı olan bir akıl ile sınırsız olan zat-ı ilahinin sıfatları kavranamaz, ihata edilemez. Bediüzzaman Hazretleri, ibadete dair meselelerin iki kısım olduğunu, bir kısmına maakulü’l-mana, diğer kısmına taabbudi denildiğini; birinci kısmın hik­metlerinin bilinebildiğini, taab­budi olanların hikmetleri bilin­mese de sırf emredildiği için yapılması gerektiğini şöyle anlatır: “Mesail-i şeriattan bir kısmına “taabbüdi” denilir; aklın muhakemesine bağlı değildir; emrolduğu için yapılır. İlleti, emirdir. Bir kısmına “Makulü’l-mana” tabir edilir. Yani: Bir hikmet ve bir maslahatı var ki, o hükmün teşriine müreccih (şer’i bir hüküm olmasında tercih ettirici) olmuş; fakat sebeb ve illet değil. Çünkü hakiki illet, emir ve nehy-i İlahidir.” Mesela, namaz kılmanın hikmetini biliyoruz, ama secdenin neden bir ya da üç kez değil de iki kez yapıldığını bildirilmediği için bilmiyoruz. Ama hiç tereddütsüz iki kez secde yapıyoruz. İslam’ın akıl ve mantık dini olması, başta inandığımız şeylerin ve dinin temel meselelerinin hepsinin bir mantığa dayalı olması ve akılla ispat ve izah edilebilmesi yönünden açıklanır. Yoksa onun mantık dini oluşunu bütün ayrıntıların herkes tarafından bilinmesi ile ispat edilebileceği şeklinde anlamak büyük bir hatadır. İslamiyet temelde akıl ve mantığa istinat etse de pek çok meseleleri için teslimiyet şarttır. Ama şu çok önemli ki, teslim olunan hususların da “kesinlikle mantığa” aykırı denebilecek hiçbir meselesi yoktur. Sebebini bilmemek veya anlayamamak mantığa aykırı olmakla aynı manaya gelmez. Biz bilmiyorsak da başkası biliyordur. Ya da bu dünyada öğrenilemezse ahirette öğrenilecektir, inşallah. Bu konuda Hazret-i Ali’den gelen şöyle bir rivayet vardır: “Din, akıl ve görüş ile olsaydı, mestin üstünü değil, altını mesh etmek daha uygun olurdu. Ben Resulüllahın hep mestlerinin üstünü mesh ettiğini gördüm.”1 Sonuç olarak; sınırlı, sonlu ve her bakımdan aciz bir varlık olan insan, her şeyi künhüne varacak şekilde bilmesi imkânsızdır. Ehl-i sünnet âlimleri mevcudatın yoktan yaratılması, ahiretin ahvali, haşir gibi meselelerde aklın vahiy ve nakle muhtaç olduğunu ancak vahyin ışığında hareket ettiğinde hakikatleri idrak edeceğini ifade etmişlerdir. Vahyin nuruyla terbiye edilmiş akıl, nakille çelişik değildir. Çelişki olarak gördüğümüz şey, bizim aklımızın o konuda nok­san olması ya da malumat ek­sik­liğinden dolayı o konuyu kavrayamamasıdır. Zaman zaman dinde “aklın almadığı” şeyler olduğunu söyleyenlere rastlamaktayız. Her şeyden önce bu sözü, “aklın almadığı” değil, “aklın anlayamadığı şeyler” olarak düzeltmek gerekir. Buradaki ölçü, aklın anlayamadığı şeyleri hemen reddetmek değildir. Cenabı Hakk’ın bize bildirdiklerini anlamaya çalışmak; anlayamadıklarımızı bilenlerden ve anlayanlardan sormak ve öğrenmektir. Hem akıl her şeyi anlayacak kabiliyette değildir. Çünkü insanın yaratılışı gereği belli sınırları vardır. Sınırsız ve mutlak bir varlık değildir.  Nasıl ki insanın kulağı belli frekanstaki sesleri işitebiliyor, diğer sesleri işitemiyor ve belli şeyleri görebiliyor, diğerlerini göremiyor ise aklı da belli şeyleri anlayabilir. Mesela 50 tonluk bir kantara 60 tonluk bir tır çıksa o kantar çekmez. Bunun gibi insanın aklı da her şeyi kavrayamaz. Ne demiş Ziya Paşa: “İdrak-i maali bu küçük akla gerekmez / Zira bu terazi o kadar sıkleti çekmez.” Allah Hakk’ı hak bilip ittiba etmeyi, batılı batıl bilip içtinap etmeyi nasip eylesin. Şeytanlar Neden İnsanlara Mu­sallat Edilip İmtihan Ediliyor? Bu, Zulüm Değil mi? Allah isim ve sıfatları gereği birçok hikmete binaen bu imtihanı murad etmiştir, ki insanların cevherleri ortaya çıksın. Kimin cevheri kömür, kiminki elmas ise belli olsun diye imtihan ediyor. Hem kabiliyetlerin ortaya çıkması ve gelişmesi için de imtihan ediyor. İmtihan olmasa idi kabiliyetler gelişmezdi. Hem verdiği bu kadar nimetlere karşı kim teşekkür edecek ve sevgiyle karşılık verecek bunu belirlemek için imtihan ediyor. Bir öğretmen bütün talebelerin sınıfı geçmesini ister. Fakat kim çalışkan, kim değil belli etmek için imtihan eder. İmtihan etmese idi herkes aynı seviyede kalırdı. Bu da çalışkanlar için bir adaletsizlik olurdu. İnsan ise istidatları, kabiliyetleri, yetenekleri sınırlandırılma­mış bir varlıktır. Adeta bir çekirdek gibi bütün özellikleri içinde program halinde mevcuttur. Bu yeteneklerin ortaya çıkması, gelişmesi ancak bir hareket ve bir müsabaka ile mümkündür. Mücadele ile olur. Bu ise şeytanların ve muzır şeylerin varlığı ile sağlanabilir. Yani insanın cevherinde bulunan elmas değerindeki kabiliyetlerin gelişmesi ancak böyle olur. Kömür ruhlular elmas ruhlu insanlardan bununla ayrılabilir. Diğer taraftan imtihan olmasa insanlar melekler gibi olacaktı. Meleklere şeytanlar musallat olmadıkları için makamları sabittir. Değişmez. Hayvanlara da musallat olmadıkları için on­ların da makamları sabittir. Hem şu anda insanlarda görülen meslek sınıfları, farklı karak­terdeki insanlar olmayacaktı. Şeytan yaratılmasaydı, insanın yaratılmasının bir hikmeti olmazdı. Bir defa, Allah’ın (c.c.) asla günah işlemeyen ve şeytanın vesvesesine maruz kalmayan melekler gibi sayılmayacak kadar çok yarattığı mahlukat vardır. Allah (c.c.), insandan ayrı ve farklı olarak nebatâtı ve hayvanâtı yarattığı gibi, İlâhi sanatları meleklerden farklı şekilde gösteren aynalar olarak da insanları yaratmayı murad buyurmuştur. Evet, yarattığı insanların mahiyetlerinde bulunan kabiliyetlerin inkişafı, gelişmesi ve özlerinin ortaya çıkması içinde, karşılarına bir tahrik ve teşvik unsuru ve bir terakkî vesilesi olarak şeytan ve habîs ruhları çıkarmıştır.  İçindeki kibir ve isyan ukdesini dışa vuran şeytan, yaptığı işi şuurlu olarak yapmaktadır. Şeytan, insanı arkadan kovalayan rakip bir maratoncu gibidir. İnsanın hedefe varabilmesi ve muzaffer olabilmesi için, peşini bir an olsun bırakmayan bu ezelî rakibini aşabilmesi, geride bırakması ve ondan daima önde ve daha ileride olması gerekmektedir. Eğer kendisine böyle tahrik ve teşvik unsuru olabilecek bir rakip ve hasmı bulunmasaydı, onun bu ciddî yarışı yapması ve kabiliyetlerini geliştirmesi katiyen gerçekleşmeyecekti; daha doğrusu, kabiliyetlerini geliştireceği zemini bulamayacak ve neticede de körelip gidecekti. İnsanoğlu, en yüksek insanlık derecesini ve insan-ı kâmil mer­tebesini bu ezelî hasmına karşı verdiği mücadele ile elde etmiş ve bağrında Ebû Bekirler yetiştirmiştir. Ve yine aynı insanoğlu, bu müsabakadaki acz ve iradesizliğiyle de Ebu Cehilleri yetiştirmiştir. Şer olan, şeytanın yaratılması değil, ona tâbi olup şer işlemektir. Nasıl herhangi bir cinayete, o cinayette kullanılan bıçak veya tabanca değil de cinayeti işleyen eller gerçek sebep olarak gösteriliyorsa, aynı şekilde, şeytan da insanın işlediği şerlerde kanlı bir alettir ve asıl suçlu, bu aleti istimal eden kanlı eldir.  Evet, insandaki nefis ve nefsin emrine girmiş olan iradenin, şeytana ait telkinatın tesiri altında bazı kötülükleri işlemekte ulaştıkları kötü neticelerin esas sebebi şeytan değildir. Şeytan ve şerler, âdi birer sebeptirler; hakikî illet, insanın iradesidir. Evet, insanlar, şeytanın var olmasıyla değil, kendi iradeleriyle kötülük işlemektedirler. İnsan, her şeyi kendi dar dairesinde ve elindeki küçük neticelere göre değerlendirme meylindedir; oysa Allah’ın (c.c.) yaratması, umum neticelere ve faydalara bakar. Meselâ, içine elimizi soktuğumuzda ateş elimizi yakar -ki, bu bir kesbdir-. Şimdi, ateşe “bütünüyle zararlıdır” diyebilir miyiz? Haddizatında, onu şerli ve zararlı yapan bizzat kendimiziz. Haydi, bu türden cüz’î zararları olduğunu kabul etsek bile, biz onun umumî neticelerine bakıp, ateşin fayda ve lüzumlu olduğuna hükmederiz. Elektrik de böyledir, yağmur da. Allah (c.c.), bir şeyi yaratırken umum neticelere bakar. İşte şeytan da yaratılış noktasında böyle umumi neticelere bakar; Ebu Cehil’in irâdesinin dahliyle cehenneme sürüklenmesinde de Ebu Bekir (r.a.) gibi elmas ruhlu binlerce evliya, asfiya ve kâmil müminlerin terakki edip, cennetlere yükselmesinde de şeytanın fonksiyonu vardır. Büyük ve küllî neticelerini bırakıp da cüz’î şerlere sebep oldular diye ateş, elektrik veya yağmuru muzır görüyor ve “olmasalardı!” diyor muyuz? Ha­yır. Aynı şekilde, “Neden şey­tan yaratıldı?” da diyemeyiz. Nasıl umum bedenin sıhhati ve bu sıhhatin devamı adına cüz’î bir şer sayılan, kangren olmuş eli veya kolu kesiyoruz; aynen öyle de getirdiği büyük netice ve faydalara binaen, birtakım şerlerden dolayı şeytanın varlığına da ses çıkarmamamız gerekir. Askerlerimiz ölüyor diye askerlik mesleğini kaldıralım ve muharebeye gitmeyelim diyebilir miyiz? Bunun gibi, şeytanın süsleyip püslemeleriyle alıp götürdükleri, Nebî’nin iman adına kazandırdıklarının yanında binde bir nispetinde ya vardır ya da yoktur. “Nasıl olur? Şeytanın bozmasıyla binlerce insan Cehenneme gitmiyor mu?” denemez. Çünkü mümindeki keyfiyet, kâfirdeki kemiyetten hem daha önemli hem daha üstündür. Bir insanın hayatı mı daha önemlidir, yoksa bin böceğin hayatı mı? Bin hurma çekirdeğinden 11’i ağaç olup, gerisi çürüdüğünde, bin çekirdeğe sahip olmak mı, yoksa 989’unun çürümesine rağmen 11 hurma ağacına sahip olmak mı daha kârlıdır? Demek şeytanların yaratılması insanlığın kabiliyetlerini ortaya çıkarmak, gelişmesine hizmet etmek, meslek gruplarının mey­dana gelmesine ve farklı ka­rak­terdeki insanların olması­na sebep olması gibi büyük so­nuç­lara hizmet ettiği için şer de­ğildir. Belki ona uymak şerdir. Sayısız güzellikler ve hayırlar için az şerlerin varlığı kabul edilir. Kabul edilmezse meydana gelecek hayırlı sonuçlara engel olunduğu için hayırlar adedince şerler olur.  Meselâ: Cihada asker sevk etmekte elbette bazı cüz’i ve maddî ve bedenî zarar ve şer olur. Fakat o cihad da birçok hayırlar var ki, İslâm küffarın istilasından kurtulur. Eğer o çok az olan şer için cihad terk edilse, o vakit birçok hayırlar gitmekle beraber, birçok şerler gelir. O ise zulmün ta kendisidir. Ehl-i sünnet alimlerine göre şerri yaratmak şer değil; şerri işlemek şerdir. Çünkü yaratmak, bütün sonuçları ilgilendiren bir fiildir. Önemli birçok sonuçlar için yaratılır. Sayısız hikmetli, güzel sonuçlar için yaratılır. Bir şerrin yaratılması birçok güzelliklerin basamağı olduğu için o şerrin icadı güzel olup, netice itibarıyla güzeldir denilir. Dua ve Sadaka Bizim Eceli­mi­zi, Yazılmış Kaderimizi De­ğiş­tirebilir mi? Ecel vaktinin uzaması veya kısalması mümkündür. Bazı hadiseler vardır ki, Allah onu kulun iradesine bağlı kılarak neticelendirir. Bazen küçük bir dua, az bir sadaka, yazılmış olan bir belayı defeder. Fakat kaderde verilecek sadakanın ve kaldırı­la­cak belanın da vaki olması ya­zılıdır. Demek ki kaderin bu defterinde yani Levh-i Mahv-ı İsbat’ta kulun iradesine bağlı olarak kader (Allah’ın bilgisi) tecelli eder. Birtakım şartların yerine getirilmesi ile değişebilen bu kadere Levh-i Mahv ve İsbat ya da Levh-i Muallâk denir. Bu levhanın değişebilmesi mümkündür. Şartlara bağlı ola­­rak değişebilecek durumların ke­sin hükmü ve neticesi ise Levh-i Mahfuz’da yazılıdır. Kul kaderde ne yazıldığını bilmediği için hangi fiilinin nasıl bir neticeye bağlı olduğunu bilemez. Bu yüzden arzu ettiği neticeyi elde etmek için harekete geçmelidir. Bu konuda Hz. Ömer’in başına gelen şu hadise önemlidir. “Hz. Ömer Şam’a gitmek istemişti. Fakat ona Şam’da veba hastalığı olduğu haber verildi. Hz. Ömer (ra) bunu duyunca geri dönmek istedi. Kendisine, “Allah’ın kaderinden mi kaçıyorsun?” diye sorulunca; Hz. Ömer’in (ra) “Evet, Allah’ın bir kaderinden yine Allah’ın kaderine kaçıyoruz” dedi.2 Allah, ezeli ilmi ile kulun önceden hangi tercihte bulunacağını bildiği için kulun o fiiline göre o neticeyi yaratabilir. Mesela, kişi elli yıl yaşayacaktı, fakat dünyaya geldiğinde bolca sadaka verecek olduğunu Cenabı Hak ezeli ilmiyle bildiği için o sadakalar hürmetine bu kişinin ömrünü elli yıldan daha fazla olarak Levh-i mahfuza (değişmeyen kader defteri) yazmıştır. Ecel birdir tegayyur etmez (değişmez) gibi ifadeler lavh-i mahfuz ile alakalıdır. Görüldüğü gibi ecel, Allah’ın takdiri ile belirlenmesine rağmen, Cenabı Hak, kulun şart-ı adi hükmünde olan bir ameline göre kişinin ömrünü istediği kadar uzatabilir. Değiştiğini söylediğimiz kader yani Levh-i Mahv ve İspat’taki neticenin kendisi de kaderdir ve bu Levh-i Mahfuz’da yazılıdır. Allah (cc), ilmiyle ece­limizi, neler yapacağımızı ezel­den bilip Levh-i Mahfuz’a yaz­mıştır. Bu levha değişikliğe uğramaz.  Allah, kulun kendi iradesiyle sadaka verip vermeyeceğini bilir ve ona göre muamele eder. Yani hadislerden anladığımıza göre kul sadaka verirse ömrü uzayabilir. Buradan anlaşılır ki kulun “kendi iradesi”, kaderinin şekillenmesinde önemli bir rol oynamaktadır. Kişi günlük hayatında “zaten yapacaklarım, başıma gelecekler kaderde yazılıdır, sadaka versem ne olur, vermesem ne olur?” diyemez. Çünkü kader, üst kısımda bahsedildiği gibi kulun kendi iradesiyle şekillenmiştir. Mesela Levh-i Muallâkta, kişi evden çıktığında sadaka verirse başına gelecek trafik kazasından kurtulacak, eğer vermezse trafik kazası geçirecek şeklinde yazılmış olsa, burada kulun sadaka verip o kazadan kurtulması mümkün olabilir. “Bir canlının ömrünün uzun olması da kısa tutulması da mut­laka yazgıya uygun olarak ger­çekleşir.”3 Bu cümle, “Bir canlının ömrünün uzatılması da kısaltılması da mutlaka yazılıdır” anlamına gelmektedir. Hadislerde belir­til­­diği üzere bazı sebeplerle ömür uzatılabilir veya kısaltılabilir; ama bu da Allah’ın iradesiyle olmaktadır ve O’nun ezelî ilminde mevcuttur (bir kitapta kayıtlıdır). Allah’ın bildikleri insanlar tarafından bilinmediğinden, bu durum, dünya hayatının sınav düzenini ve kişinin sorumluluğunu etkilemez.4 Bazı hadislerde kaderin birtakım şartlarla değişebileceği ifade edilmiştir. Bu değişiklik hakiki manada Levh-i Mahfuz’da olan değişiklik değildir. Çünkü Allah’ın ezeli ilminde değişiklik olmaz. Allah (cc) her şeyin öncesini-sonrasını, değişen-değişmeyenleri her an bilir. Fakat tüm bu bilgiler kulun özgür ve hür iradesiyle yaptığı fiillerdir.  Kaderdeki bilgilerin kulun iradesi üzerinde zorlayıcı bir etkisi yoktur. Bu bilgiler, kulun ne yapacağını Allah’ın bilmesi demektir. Biz Yaratılırken Bize “İnsan Olmak İster Misin? Bu İmtihanı Kabul Ediyor Musun?” Diye Bir Şey Sorulmadı. Sorulsaydı Belki Ben Kabul Etmeyecektim… Allah âlemlerin rabbi ve her şeyin yaratıcısıdır. İnsan Allah’a karşı hesap soracak makamda değildir. İnsanın yaratıcısı ve sahibi O’dur. Bunun neticesi olarak insanın Allah’a karşı itiraz etme hakkı olmadığı gibi, bunun kendisine zarardan başka hiçbir faydası olmaz. Ayrıca bu soru kendi içinde birçok çelişkileri içinde barındırıyor. Farazi olarak düşünelim; eğer sorulacak olsa idi, herhalde yaratılmazdan önce sorulması mümkün değil. Çünkü olmayan birine nasıl sorulacak. Geriye tek şık kalıyor, dünyaya geldikten sonra sormak. O da ancak çocukken değil, akıl bâliğ olduktan sonra sorulması gerekir. Bu durumda bir insana sorulsa ve denilse ki, “Allah seni ebedi bir saadeti kazandıracak bir imtihan için yarattı. Lakin o ebedi saadet için bu dünyadaki imtihanın hafif meşakkatini çekmen gerekiyor. Eğer kabul etmezsen yaratılış hikmetin iptal olacağı için yok edileceksin!” Acaba hangi insan “beni yok edin ben bu imtihanın yükünü çekemem” diyecektir. Bazı insanların bunalıma girerek intihar edip adeta yokluğu seçmeleri bizi aldatmasın. Çünkü onlar başka sebeplerle intihar ediyorlar. Hiç kimse “ben bu imtihana dayanamıyorum” deyip intihar etmiyor. Diğer bir nokta; var olmak, yaşamak o kadar büyük bir nimettir ki, hiçbir kimse gerçekten yokluğa gidip bu nimetten ebediyen mahrum kalmayı göze alamaz. İntihar edenler ne yaptıklarının ve nereye gittiklerinin farkında olmadıkları için bunu yapıyorlar. Bediüzzaman hazretleri yokluğa gitmenin ne manaya geldiğini ve eğer insan anlasa nasıl şiddetle ondan kaçacağını kendi yaşadığı tecrübesiyle şöyle anlatır: “Bir zaman, küçüklüğümde, ha­yalimden sordum: “Sana bir milyon sene ömür ve dünya saltanatı verilmesini, fakat sonra yokluğa ve hiçliğe düşmesini mi istersin? Yoksa, ebedi fakat sıradan ve meşakkatli bir varlığı mı istersin?” dedim. Baktım, ikincisini arzulayıp birincisinden “Ah!” çekti. “Cehennem de olsa beka isterim” dedi.”5 İnsana böyle bir sorunun sorulmasını imkânsız kılan diğer bir nokta da imtihan sırrının bozulmaması gereğidir. Çünkü diyelim ki, aklı başına gelince insanlara böyle bir teklif yapılıyor. Bu teklifi kim yapacak? Etrafımızdaki sıradan insanlar yapsa, kimse onlara inanmaz ve dinlemez. İkna edici olması için en azından gökten meleklerin inip onların sorması gerekir. Bu takdirde ise imtihan bozulmuş olur. Çünkü dünyadaki imtihanın başı zaten Allah, ahiret ve melekler gibi gözümüzle göremediğimiz varlıkları, aklımızla görerek kabul etmektir. Eğer imtihanın daha başında, insan meleklerle görüştürülerek başlasa bu, insana aklını kullanarak değil, zorla iman ettirilmiş olur. Böyle bir imanın kıymeti yoktur. Mesela haşir günü ahretin, meleklerin varlığını herkes görecek ama bu imanın kimseye bir faydası olmayacaktır. İmtihan sırrı akla kapı açılmasını, fakat iradenin elden alınmamasını gerektirir. İnsan her ne kadar akıl sahibi ise de yaratılıştaki bütün hikmetleri kavramaktan ve kendisinin lehine ya da aleyhine olan şeyleri tamamen görmekten uzaktır. Bu sebeple, insana imtihanının sorulmaması meselesi biraz ana-baba ile evlatlar arasındaki duruma benzer. Onlar evlatlarına pek çok meseleyi sormazlar. Çünkü ana-baba bi­lir ki o meselelerde evladının ke­sin menfaati vardır. Mesela, “Ev­ladım istersen seni okula yaz­dıralım, istemiyorsan sen bi­­lir­sin. Karar senin…” diyen olmaz.  İşte bu imtihan meselesi de insanların ebedî cenneti kazan­maları ve yaratılmışların en seç­kinleri olmaları için önlerine açılmıştır. Kendilerinden istenen imtihan meşakkati kaldıramayacakları bir yük olmadığı gibi, neticedeki kazançları ise sonsuzdur. Böyle mutlak bir maslahat insanın iradesine bırakılmaz. Son olarak, insanın yaratılmasındaki gayelerden bir tanesi insanın şahsına baksa bile daha fazlası yaratıcısının yüce gayelerine bakar. Aciz ve cahil bazı kulların hatırı için bu imtihan yapılmasa pek çok cihetlerle Allah’ın hikmetlerine zıt bir hareket olurdu. Allahu Teâlâ insanların mantıksız, böyle hevaî arzularına uymaktan münezzehtir. Buna işaretle bir ayette şöyle buyurmuştur: “Eğer hak, onların hevâlarına (nefislerinin arzularına) uysaydı, elbette gökler, yer ve bunların içinde bulunanlar bozulup giderdi.”6 Yani kısacası, bu kâinat ve onun meyvesi olarak yaratılan insan ve onların imtihanı insanların nefsanî arzularına bakılarak düzenlenecek olsa idi, kâinatın yaratılmasındaki bütün hikmetler bozulur, abesiyete dönerdi. Her şeyin en doğrusunu Allah bilir. 1- Ebu Davud, Tahare 63, h.no: 1622- Buhari, Müslim3- Fatır,114- Diyanet tefisiri, Fatır,11.5- 11.Şua, Meyve risalesi6- Müminun, 71

Abdullah KOCA 01 Eylül
Konu resmi“İba d et Etmiyorum Fakat Kal bim Temiz, Kimseye de Zararım Yok Yetmez mi?"
İbadet

Kalbin temizlik ölçüsünü de bizim tespit etmemize imkân yoktur. O temizliğin, göstergeleri vardır ve onları da dinin sahibi ve gönderdiği peygamberler bize öğretirler. Dinin esaslarını biz belirleyemiyoruz. “İnandık” diyorsak, dinin kaidelerine de uymamız gerekir. İstediğimize uyup, istemediğimize uymamak, caiz değildir. Tamamına uyamıyorsak, kendimiz yeni yorumlar getiremeyiz. “Eksiklerim var; Rabbimiz affetsin, tamamlamayı nasip etsin” niyetinde olmak ve bu maksatla gayret göstermek, samimiyetimizi gösterir. Kalbin temizlik ölçüsünü de bizim tespit etmemize imkân yoktur. O temizliğin, göstergeleri vardır ve onları da dinin sahibi ve gönderdiği peygamberler bize öğretirler. “Onlar nedir?” diye soracak olur­sak, “Rasulüllah (sav)’in ya­şantısıdır” diye özetleyebiliriz. Peki, o nasıl yaşamış? Güzel ahlak ve dolu dolu ibadetle! Demek ki neymiş? Kalbi temiz olmak, ibadet farizasını ortadan kaldırmıyormuş. Çünkü kaldırsaydı, insanların en üstün vasıflarını üzerinde bulunduran, Rabbinin katında en yüksek makamlar önceden kendisine lütfedilmiş olan, geçmiş ve gelecek kusurları affedilmiş bulunan Resul ve Nebilerin ibadet vazifesi olmazdı. Halbuki, ayaklarına kara sular indiği halde sabahlara kadar ibadet etmeye devam eden ve “Ben de Rabbime şükreden bir kul olmayayım mı?” muhteşem ifadesiyle, bizleri bu konuda da aydınlatan Resul-i Ekrem (sav), herkesten ziyade ibadete düşkündü. Ondan sonra diğer peygamber­ler; ondan sonra da en salih kimseler. Hatta, uykunun en tatlı yerinden bölüp kılınan teheccüd namazı, ümmete farz veya vacip olmadığı halde, peygamberlere farzdır. O zaman biraz da avam lisanıyla şu ifadeyi kullanabiliriz:  “Kalbin ne kadar temizse o kadar ibadet edesin gelir.” Bir de kimseye kötülüğünün olmayışı, ibadeti terk etme hakkını vermez. Çünkü, emri çiğnemek de büyük bir kötülüktür. Madem, “Emrolunduğun gibi, dosdoğru ol!” buyrulmuş; bizim de hem kimseye kötülüğümüz olmayacak hem de farzlarımızı yapacağız. Yani, vazife kalemlerimiz birden fazladır ve hepsiyle birden sınanıyoruz. Zaten ibadetlerini aksatan, nadiren de olsa içki içen, ahlaken istikametini zor muhafaza eder. Haydi kedisininkini etse, ailesininkini muhafaza edemez. Kendisi az da içse, kendinden sonra gelenlere büyük ihtimalle sözü geçmez. Öteki mevzuyu ise yaşanmış bir hadise ile özetlemeye çalışalım. Elbette bir kişi Müslüman olur olmaz ya da dindarlığın göstergeleri olan namaza başladığında veya hacca gittiğinde, eli ayağı bütün kötülüklerden otomatik olarak kesilmiyor. Öyle olsaydı imtihan bozulurdu zaten. Fakat hayatında çok değişiklikler olduğu kesin. Hikayemize geçelim: Birisi, beraber iş yaptıkları bir insandan şikayetçi olarak aynen şu ifadeleri kullanıyor: “Şu hacıyla bir ticaret yaptım; anamı ağlattı.” Karşısındaki de şu manidar cevabı veriyor: “Sen onun evveliyatını bilmiyorsun. O hac­ca gitmeden önce iş yapmış ol­saydın, bütün sülaleni ağlatırdı.” (Bu cevap yukarıdakini haklı kılmıyor tabii ki.) Yani biraz da bu açıdan bakmayı öğrenmek gerek. Zaten, dindar kimlikli insanlar, hep göz önünde olduğu için, en ufak hataları çokça göze batarken, diğerlerinin kabahatleri, sanki hoş görülmektedir toplumumuzda, maalesef. “Hıristiyanlıkta Din Adamları, Sevgiyi ve Yaratıcıyı Sevmeyi Öğretirken; İslamiyet’te, Sürekli Allahtan Korkmayı Öne Çıkaran Bir ‘Korku Kültürü’ Verilmektedir” Dilin kemiği yoktur; her şeyi iddia edebilir, herhangi bir tezi canhırâşâne savunabilirsiniz. Fakat, mühim olan iddianızı ispat edebilmenizdir. Hıristiyanlık, yeni bir din değildir; dolayısıyla bu muharref dinin mensuplarının tarihine bakıp, mahiyetini tahlil etmek, hiç de müşkil olmasa gerektir. Şöyle ki; Hristiyanlık tarihi boyunca din hakkında soru sormak çoğu zaman yasaktı; çünkü kendi din adamlarının her söylediğini kabul etmek mecburiyetinde idiler. Yoksa, “aforoz” edilerek dinden çıkartılır ve rezil bir şekilde ölüme terk edilirlerdi. Bazı durumlar yakılarak, acı çekerek idam edilmeyi gerektirirdi; akıl hastaları, ilaç yapan eczacılar bunlardandı. Askeri üstünlüklerini kullanıp her iki Amerika kıtalarını işgal ederek oranın sahiplerini acımasızca katleden, maalesef, o “sevgi dininin” mensupları idi. Ok ve yaydan başka silahı olmayan, üstelik ilk etapta, kendilerini misafir gibi ağırlamak isteyen saf insanlar için, “Şu kadar kâfiri yok ettik” diyerek krallarına rapor veren, onların din adamlarıydı. Emzikteki bebekleri ayaklarından tutarak en uzağa fırlatma yarışması yaparlarken yanlarında yumuşak huylu(!) din adamları vardı. Bu bölgelerde, katledilen insan rakamını yüz milyon gibi tahmin eden tarihçiler vardır. Avusturalya keza, toprak sahipleri büyük kıyıma uğradığı gibi, geriye kalanları da sürekli aşağılandı. Hindistan, uzun zaman işgale maruz kaldı ve sömürüldü. Afrika, asırlardır işgal ve baskı altında tutularak, imkanları talan edilmeye devam edilmekte. İnsanları ise, yine köle olarak tutulmuş ve hor görülmüştür. Ve fiillerin failleri, papazlarını hiç yanlarından ayırmayan, “sevgi dolu(!)” Hristiyanlardır! Birinci Dünya Savaşında 12 milyon, ikincisinde 53 milyon insanın katledilmiş olması da yine kendilerinin hakimiyet hır­sı yüzündendi, birbirlerine kar­şı olan “sevgilerinden dolayı” değil. Japonya’ya attıkları 2 adet atom bombası, kalplerindeki o “insanlık sevgisinin sıcaklığının” zirveye çıkmış haliydi adeta! Öyle ki, iki koca şehri eritti hararetinden! Yine, İkinci Dünya Savaşından sonra Rusya ABD’ye tam 4,5 milyon adet protez bacak siparişi vermişti. Bir İngiliz coğrafyacısı, “Ülkemin tarih boyunca işgal etmiş olduğu yerleri, dünya haritası üzerinde sarıya boyadım; bir de baktım ki; koca dünyanın yüzde 85’ini işgal etmişiz. İngiliz olmaktan utandım” diyor. Gelelim korku kültürünün hâ­kim olduğu(!) Müslümanlara… Müslümanlar, “Allah’tan çok korktukları için” fethettikleri yerlerde asla kıyım yapmadılar. Savaşta kendilerine taarruz etmedikleri müddetçe, kadın, çocuk, din adamı ve kendi halindeki silahsız insanlara dokunmadılar. 3 kıtada, belki 500 sene hükmettikleri milletleri ya da kültürlerini yok etmek şurada kalsın, dillerini bile değiştirmeye teşebbüs etmediler. Onlara da Müslüman tebaa gibi aynı rahatlıkta yaşama, ibadet etme, ticaret yapma hakkını tanıdılar ki; şu anda bile bizim ülkemizde yaşayan gayrimüslimler, asırlardan beri, nerdeyse en zengin kimselerdir. Yine, Müslümanlar, Allah’tan başka kimseden korkmadıkları için, az sayıda oldukları halde, kalabalık ordulara galip gelmesini bildiler. İstisnalar hariç, harp etmek mecburiyetinde kaldıkları ordular, hep daha kalabalık, belki de daha donanımlı idi. Fakat sadece Allahtan korktukları için ölümden de korkmuyorlardı; düşmana esir olmaktan da. Hatta, Allah’tan öyle korkuyorlardı ki; Çanakkale Savaşı sırasında yeni gelen bir Fransız komutan askerlerine gaz maskesi takmalarını emrettiğinde, Türkleri tanımaya başlamış olan askerleri, “Türkler, zehirli gaz bombası atmayacak kadar mert savaşçılar; lüzum yok” demiş­lerdir. Hatta, “Kork, Allah’tan korkmayandan” diye bir darb-ı mesel bile vardı Müslümanlar arasında. Yani Allah’tan korkan, hesap gününden çekindiği için, insan veya hayvan hiç kimseye kötülük etmez. O korkuya “haşyet” denir ki; içinde hem korku, hem saygı, hem de sevgi barındırır. Zaten Müslümanlar, Allah’tan ve onun sevgisinden mahrum kalmaktan korkarlar; yoksa hâşâ güçlü bir zalimden korkar gibi değil. Yani bu “korku”, Müslümanları korkak değil, daha cesur; pısırık değil daha merhametli; zalim değil, daha adil yapmışsa “böyle korkuya can kurban” demekten başka, söz kalmıyor. Selametle kalın!

İsmail ERDOĞAN 01 Eylül
Konu resmiAllah Neticeyi Biliyorsa Bizi Niçin İmtihan Ediyor?
İtikad

Allah cennete veya cehenneme gideceğimizi bilmiyor mu ki bizi imtihan ediyor? Rabbimiz, bizi bu dünyaya imtihan için gönderdiğini birçok ayette açıkça ifade etmektedir. Örneğin bir ayette “O ki, hanginizin daha güzel davranacağını sınamak için ölümü ve hayatı yaratmıştır. O, mutlak galiptir, çok bağışlayıcıdır.”1 buyrulmak­tadır. İnsan, bu dünyada evvela iman sahibi olmak daha sonra Allah’ın emirlerini yerine getirmek, yasaklarından uzak durmak, ahlaklı ve ihlaslı bir hayat sürmekle sorumludur. Bu surette Hz. Ebubekir misali iyi ve üstün ruhlu insanlar ile Ebu Cehil misali kötü ve alçak ruhlu insanlar arasındaki farkı ortaya çıkabilmektedir. Bu hakikati daha iyi anlamak için Mevlâna Hazretlerinin Mes­nevi’de bize aktardığı şu kıssaya kulak verelim: Hz. Musa hayat ve ölüm hakikatini hem daha iyi anlamak hem de insanlara daha iyi aktarmak için Cenab-ı Hakk’a “Ya Rabbi! Sen bu varlıkları hem yaratıp daha sonra da neden öldürüyorsun?” diye sordu. Allah bu soruya mukabil Hz. Mu­sa’ya, “Bir tarlaya buğday ek!” dedi. Hz. Musa buğdayları ekti. Ekinler olgunlaşıp büyüyünce de onları biçti. Bunun üzerine Cenab-ı Mev­la; “Ey Musa! Bu buğdayları eken sen değil misin? Şimdi de neden onları biçiyorsun?” dedi. Bunun üzerine Hz. Musa, “Ya Rabbi! Buğday ekmenin amacı ürün elde etmektir. Ürünler büyüdü, hasat vakti geldi. Bu ürünleri tarlada bırakmak doğru olmaz. Ben de onun için bunları biçtim” dedi. Hz. Musa sözlerine şöyle devam etti: “Hem bunların içinde tane de var saman da. Tane ile samanın bir­birinden ayrılması, farklı depo­lara istiflenmesi gerekir.” Cenab-ı Hak “Ey Musa” dedi. “İşte bana sorduğun sorunun cevabı budur. Ben mahlukatı dünyaya bir amaç için gönderiyorum. Maksat hasıl olduğunda onları dünyadan alıyorum. Bundan başka bir de halk arasında temiz ruhlar ile kirli ve kara ruhlar var. Buğdayın samandan ayrılması gibi bu temiz ruhlarla kirli ruhların birbirinden ayrılması gerekir” dedi. Anlaşılacağı üzere öyle bir imtihan için yaratılmışız ki ya temiz ruhlar arasına katılıp cennet gibi büyük bir mükafata nail olacağız. Yahut cehennem gibi dehşetli bir azap ile cezalandırılacağız. Belki tam bu sırada akıllara şöy­le bir sual gelebilir; Allah cennete veya cehenneme gideceğimizi bil­miyor mu ki bizi imtihan ediyor? Bilmek başka bir şeydir, bilinen şeyin vuku bulması bambaşka bir şeydir. Bir hâkim tecrübe ve bilgilerine dayanarak bir insanın suç işleyeceğini önceden kestirip daha suç işlemeden ona bir ceza vermeye kalksa o hâkime, “İşlenmemiş bir şeyden dolayı neden cezalandırıyorsun?” diye tepki verilecektir. Böyle bir hareket ise kabul edeceğiniz üzere adalet ilkesine ters düşer. Yahut tecrübeli bir öğretmen sınıfındaki öğrencileri imtihana tabi tutmadan onlara not verip bir kısmını cezalandırıp bir kısmını mükâfatlandırsa, elbette ceza görecek olan öğrenciler öğretmene itiraz edip “Eğer sen bizi imtihan etseydin, biz zayıf not almazdık.” diyerek öğretmeni suçlayacaklardı. Aynen öyle de Cenab-ı Hak bizleri şu dünya imtihanına sokmadan cennete veya cehenneme gönderse, o vakit cehenneme giden insanlar bu karara karşı çıkıp “Eğer sen bizi imtihan etseydin, biz cehenneme gitmeyecektik.” diye itiraz edebilirlerdi. Rabbimiz de bizleri bir sınava tabii tutmuştur. Bu sınavın sonucunda bizi mükafatlandıracak yahut cezalandıracaktır. Eğer Allah sonsuz ilmiyle bizim nereye gideceğimizi bildiği için imtihan etme gereği duymasaydı, itirazlar ortaya çıkabilirdi. Bununla birlikte muhakkak ki sonsuz bir ilimle önceden insanların cennete yahut cehenneme gideceğini bilmek ilahlığın bir gereğidir ve ancak ona mahsustur. Allah’ın bir insanın iradesini kötü/iyi yönde kullanıp kendisini cehenneme/cennete götürecek ameller işleyeceğini bilmesi, ona tercih hakkı verip dünyaya göndermesine engel bir durum değildir. Burada akla gelecek diğer bir sual ise Allah’ın bilmesi bizim fiillerimizde etkili midir? Allah biz daha dünyaya gelmeden nereye gideceğimizi biliyordu ve yazmıştı. Acaba biz Allah gideceğimiz yeri bildiği için mi cennet yahut cehenneme gidiyoruz? Elbette hayır! Allah, insanlara bir irade vermiştir. İnsanlar, yapacakları hareketleri ve söyleyecekleri sözleri kendilerine verilen bu iradeleri ile tercih etmektedirler. İçki içen birini kimse zorla içki dükkanına götürmemiştir. Kimse zorla satın aldırmamış ve kimse şişeyi ağzına dayamamıştır. Bunu kendi iradesiyle tercih etmiş ve yapmıştır. Allah onun bu fiilleri tercih edeceğini ilmi ezelisiyle bildiği için de öyle yazmıştır. Bu takvim sayfalarında yazan bilgiler gibidir. Takvim sayfalarında genellikle falan tarihte bayram olacak, falan tarihte cemre düşecek, falan tarihte ay tutulması olacak gibi bazı bilgiler verilmektedir. Bu bilgilerin önceden oraya yazılmış olması, “Ay tutulma hadisesinin vukuu bulma sebebi takvimde yazılıyor olmasıdır?” denilmesini gerektirmez. Bu konuya örmek olması için bir hatıramı aktarmak istiyorum. Ben henüz çocuk yaşlarda iken babamın çok sevdiği bir arkadaşına misafirliğe gidiyorduk. “Kepekli Yokuşu” denilen ve kazaları ile meşhur bir mevkie ulaşmıştık.  Hava hafif yağmurlu, yol ise yokuş aşağı ve virajlıydı. Kasası hıncahınç sebze dolu bir kamyon aracımızın yanından yüksek bir hızla geçiverdi. Babam otuz yıllık şoförlüğünün verdiği tecrübe ile; “Bu kamyon virajı alamaz, devrilir.” dedi. Kamyon ile arasına mesafe koymak için aracı daha yavaş ve dikkatli bir şekilde kullanmaya başladı. Hakikaten birkaç saniye sonra o kamyon devrildi. Tüm sebzeler yola saçıldı. Kamyon, kasasıyla beraber yokuş aşağı sürüklenerek durdu. Çevredekiler hemen ambulansı ve polisi arayarak yardım istediler. Acaba ben babamın “Bu kamyon virajı alamaz, devrilir.” sözü sebebiyle kamyonun devrildiğini iddia etsem ne kadar tutarlı bir iddia olur? Elbette olmaz. Kuşkusuz bu kazaya sebep olan şey o aracı kullanan şoförün yağmura ve viraja rağmen aşırı hız yapması, dikkatsiz ve dengesiz araç kullanmasıdır. Yani şoför kendi iradesiyle bu kazayı yapmıştır. Onu hız yapmaya kimse zorlamamıştır. Babam ise tecrübe ve gözlemlerine dayanarak o aracın yağmur sebebiyle kayacağını ve virajı alamayacağını tahmin etmiştir. Şüphesiz bu kazanın sebebi babamın önceden söylemesi değildir. Malumdur ki bizdeki bilgiler çok sınırlıdır, bazen zan ve tahminden ibarettir. Allah ise sonsuz ilim sahibidir. Bilgileri katî ve kesindir. -Bu misaller sadece mevzuu daha iyi anlamak için verilmiştir.- Sonsuz ilim sahibi Allah ise olacak her şeyi önceden bilmektedir. Dolayısıyla Allah insanların iradelerinin nereye meyledeceğini, hangi fiili tercih edeceklerini de bilmektedir. Ama onlara cebren bunu yaptırmamıştır. Haşa insan bir tiyatro oyuncusu gibi yazılan şeyi oynanmakta değildir. Özetle; Allah’ın bilmesi, o ha­di­se­nin vukuu bulmasının sebebi değildir. 1- Mülk, 2

Abdulkadir ERTAŞ 01 Eylül
Konu resmiHatt-ı Kur’ân ile Hatt-ı İmanda Yol Almaya “Değer”
Kültür ve Medeniyet

Bir Sual: Bir gecede cahil kalınır mı ki? Muhatabımız olan genç, Edebiyat fakültesinde Osmanlı Türkçesi dersi almaya yeni başlamıştır. Hoca ismini tahtaya yazmasını istemiştir, o da her zamanki gibi çıkıp Latin harfleriyle yazmıştır. Hoca düzeltip Kur’ân harfleriyle yazınca meseleyi anlamıştır; fakat yukarıdaki sualin menfi cevabını verir: Cahil kaldım, hem de bir gecede. Şimdi biraz geriye gidelim… Harf inkılabının yapıldığı zamana kadar inelim. Kur’ân harflerinin yasaklanmış olduğu döneme bakalım. Bir yanda Bulgar’a bozuk para karşılığı verilme tahkiri, diğer yanda hassas kalplerin hüzünle şehadete erişi. O vakit böyle bir şey söylenmiş olsa idi çok doğru bir tespit yapılmış olacaktı. Fakat zorlamanın bulunmadığı günümüz şartlarında böyle bir şey asla geçerli değildir. Muhalifi müsbet, masum ve meşru göstermeye çalışmaktır. Biraz ilerleyelim… Daha ilkokula yeni başlayan çocuklarımızın Kur’ân elif-bası ile talim ve terbiyelerine başlandığını düşünelim. Ne büyük avantaj değil mi; Kur’ân-ı Kerim’in çok erken yaşta öğrenilmesi; fikirlerin ve hislerin daha temel aşamasında mukaddes kitabımızın hattı üzerinden tesis edilmesi… Okunulan tüm derslerde Kur’ân’ın tazeliği ve manevi esintisinin hatt-ı Kur’ân üzerinden çocuk dimağına yerleşmesi ve hayat boyunca imani tesirin fikriyat ve hissiyat üzerinde hâkim olması… Ne büyük kale değil mi? Ne büyük zırh? Hayatı okul yapan hakikat: Hayat boyu hatt-ı Kur’ân. Niçin çocuklukta öğrenilmeli demişti… Bir talebeme sadece yukarıdaki açıklama kifâyet etmişti. Çocukluğunda uzak kalmış olduğu ve lise yıllarında ihtiyaç duyduğu manevi serpintilerden bir nebzecik hisse, hatt-ı Kur’ân üzerine yapılan kısa bir muhabbetle dahi hasıl olmuştu. Evet, sadece o talebemle yapılan muhabbetin ana fikri değil, tüm talim terbiye meselesinin özüdür: Kitabî lisan meselesi. Neticede yazı dilimiz: Elbette ki Hatt-ı Kur’ân olmalıdır. (Lügat meselesi ki aynı mesele dahilinde dev-ebat bir haşiyedir.) Evet hattımız, hatt-ı Kur’ân olmalıdır… Ki…: Üç kıt’aya hükmetmiş olan Kur’ân medeniyeti tüm talim terbiye sahasında da ruhumuza, bedenimize ve kalbimize de hükmetsin. Hem de daha tıfıllık çağından itibaren. İlk altı yılı annesinin kucağında anne sütü özlüğünde ve safiyetinde, en köklü okulda -anne okulunda- geçen çocuklarımız; hayat boyunca tedrisatını en güzide, en emin, en muhtar, en taze kalemden alabilsin. İstikbalini kalbine doğan nurlarla tenvir etmenin liyakatini kesb edebilsin. Kademe kademe ilerleyen okul çağında, daha on üç on beşlerinde “Asım’ın nesli”ne ve “necip gençliğ”e ulaşılabilsin. Hepsi bir kalemin ucunda gizli… Hepsi bir Nûr’a bakar. Bu bir geri vites değil, acil ihtiyaçtır. Muhalifliğe, abesçiliğe fırsat verilmemelidir. Alt yapısı güzel hazırlanılan bir gün doğumuyla, bir satırbaşıyla nesiller Kur’ân güneşiyle buluşturulmalıdır. Kabiliyetlerindeki çeşitli renkler ve heyecanlar, lisanımızın taşıdığı Kur’ânî özsuyu ile inkişaf etmelidir. Gönülleri on dört asır öncesiyle buluşturan kitabenin sırrı burada gizli. Fetih bayraklarının yazısının endamı burada Kaçırılmamalı! Bu zorlama değildir! Öze dönüştür. Bir nev’i iade-i itibardır da. Bir süre inkıtaa uğramış hak iadesinde inisiyatifin ele alınmasıdır. Güzel günler bekleyen kuşakların aynı hat üzerinde gönüllerince fikirlerince bir ve beraber olmasıdır. Bir milletin kalemi ve yazısıyla idrak coğrafyasında buluşmasıdır. Üç kıt’ayı globelleşme hattında hapsetme değildir, 7 kıt’a sathında şaha kaldırmaktır. Hatt-ı Kur’ân ile hatt-ı imanda yol almaktır. Dar’da kalmak değil dar-ı ukbaya kanat açmaktır. *** “Allah’ın nurunu ağızlarıyla (güya) söndürmek istiyorlar; halbuki kâfirler hoşlanmasa da Allah, mutlaka nurunu tamamlamak ister.” (Sure-i Tevbe, 32)

İbrahim SARITAŞ 01 Eylül
Konu resmiKur’ân’ın Allah’ın Kelamı Olduğunu Nereden Bileceğiz?
İtikad

Kur’ân’ın kelamullah olduğuna dair pek çok deliller vardır. Biz bu delillerden sadece on tanesini ele alacağız. Birincisi: Kur’ân’ın Allah’ın kelamı olduğunun en büyük bir delili Peygamber Efendimiz (asm)’dır. Çünkü O Zat (asm)’ ın hak peygamber olduğunu gösteren yüzlerce mucizeleri ve bütün güzel huylarda insan­ların en üstünü olması gibi o kadar sağlam ve sarsılmaz delilleri vardır ki saymakla bitmez. O’nun peygamberliğini is­pat eden bütün bu deliller, ay­nı zamanda elindeki kitabın da Allah’ın kelamı olduğunu ispat eder. Peygamberimizden sonra başta sahâbeler olmak üzere âlimler, evliyalar, asfiyalar ve sâlih insanlar,  bu güzel vasıflarını Kur’ ân’a uyarak kazanmışlardır. Sa­hâ­­belere peygamberlerden son­ra en büyük makamı kazandıran Kur’ân’dır. Âlimler ilimlerini Kur’ân’dan almışlar, evliyalar Kur’ân ve sünnete ittiba ederek Allah’ın dostu olmuşlar. İşte yetiştirdiği seçkin insanlar gösteriyor ki; Kur’ân kelamullahtır. İkincisi: Kur’ân’ın belâgati ve taklit edilememesidir. Zira Kur’ ân ortaya çıktığı zaman bütün dünyaya meydan okudu. Dostlarında taklit hissini, düşmanlarında ise tenkit hissini uyandırdı. Buna rağmen asırlardır yazılan milyonlarca kitap meydanda olduğu halde görülüyor ki, ne dostlar Kur’ân gibi bir söz söyleyebilmiş, ne de düşmanlar onun benzerini ortaya koyabilmiş. Demek Kur’ân, beşer takatinin üstündedir. Örneğin, Hicr suresinde geçen  (فَاصْدَعْ بِمَا تُؤْمَرُ وَاَعْرِضْ عَنِ الْمُشْرِكٖينَ)  “Öyle ise emrolunduğun şeyi, çatlatırcasına söyle (açıkça an­lat) ve müşriklerden yüz çe­vir!”1 âyeti okunurken işittiği vakit bedevî bir edip secdeye kapanmış. Ona demişler: “Sen Müslüman mı oldun?” O demiş: “Hayır, ben bu ayetin belâgatine secde ettim.”2 Hem Kur’ân “Ve eğer kulumu­za indirdiğimiz (Kur’ân)dan şüb­­he içindeyseniz, haydi onun ben­­zerinden bir sure geti­rin; eğer (iddianızda) doğru kim­se­ler iseniz, Allah’tan başka şâhidlerinizi (yardımcılarınızı) da çağırın!”3 hitabıyla açıkça meydan okumuştur. Kâfirlerin o günden beri tek bir surenin dahi aynı belagatte bir benzerini ortaya koyamayıp savaş yolunu tercih etmeleri gösteriyor ki Kur’ân’ın üslubu mucizedir, yetişilmez. Öyleyse kelamullahtır. Üçüncüsü: Kur’ân’ın gaybtan haber vermesidir. Özellikle geçmiş ümmetlerden adeta sine­ma perdesinde görür gibi haber vermesi ve gelecekten verdiği haberlerin doğru çıkması gösteriyor ki, o insan sözü değildir. Mesela Kur’ân, Hazret-i Musa’ ya (as) tabi olanların denizin yarılmasıyla kurtulmasını ve Firavunla askerlerinin suda boğulmasını anlattığı yerde Firavunun cesedini koruyacağını ve sonra ibret olması için ortaya çıkaracağını şöyle ifade eder: “(Ey Firavun!) Bugün artık senin (boğulan) cesedine necat (kurtuluş) vereceğiz (sahile atacağız) ki arkandan gelenlere bir ibret olasın!”4 sözü tahakkuk etmiştir. 20. yüzyılda Kızıldeniz’de secde hâlinde bir ceset bulunmuş olup şu an İngiltere’nin Londra şehrindeki British Museum’da sergilenmektedir.  Dördüncüsü: Kur’ân’ın gençliğini koruması ve eskimemesidir. İnsanların yazdığı kitaplar, bir süre sonra okunmaz, hükümleri geçersiz kalır. Fakat Kur’ân öyle bir kitaptır ki, her zaman hükümleri geçerliliğini korumaktadır. Mesela, toplumun huzuru ve refahı, zengin ve fa­kir arasındaki sosyal ve ekono­mik dengenin sağlanması amacıyla zekât emredilmiş, faiz ise yasaklanmıştır. Çünkü bütün ihtilallerin ve kargaşaların kaynağı şu iki cümledir: “Ben tok olsam, başkası açlıktan ölse, bana ne!”, “İstirahatim için zahmet çek. Sen çalış, ben yiyeyim”.5 Bu iki ictimâî yaraya merhem olarak vücub-u zekât ve hurmet-i ribâ şeklinde özetleyebileceğimiz Kur’ân ve sünnet kaynaklı İslam ekonomi ve finans modeli hala hükmünü icra etmektedir ve edecektir. Öte yandan âlimler, ilimlerini Kur’ân’dan alıyorlar, müçtehid­ler içtihadlarını ona bina ediyorlar. Vâizler vaazlarını ve na­si­hatlerini ondan yapıyorlar. Dua edecek kimseler duasını Kur’ân’dan öğreniyorlar. Hastalar şifaları için ona mürâcaat edip okuyorlar veya okutuyorlar. Hatta bilim insanları bazı buluşları için Kur’ân’dan istifade ediyorlar. Demek Kur’ân gençliğini, tazeliğini muhafaza ediyor. Beşincisi: Kur’ân’ın gerçekleştirdiği büyük inkılaptır. Zira bir toplumda sigara gibi küçük bir âdeti bile tamamen kaldırmak çok zor olduğu hâlde Kur’ân nâzil olduğunda câhiliye dönemine ait pek çok kötülükleri kaldırmış ve yerlerine güzel ahlak esaslarını yerleştirmiştir. Hz. Ömer’in İslam’dan önceki ve sonraki hali buna açık bir delildir. Altıncısı: Kur’ân’daki ilimlerin insanüstü olmasıdır. Kur’ân, ancak fenlerin gelişmesi ile ortaya çıkan; denizlerde tatlı ve tuzlu suyun birleşmemesi, ana rahminde ceninin üç karanlık içinde yaratılması, göklerin devamlı genişletilmesi ve dünya semasının koruyucu bir tavan olması gibi 1400 sene önceden bahsettiği öyle ilmî konular var ki, o dönemde yaşamış bir insanın kendi başına bunları bilmesi imkânsızdır. Demek Kur’ân, Allah’ın kelamıdır. Yedincisi: Kur’ân’ın usandırma­masıdır. İnsan, sevdiği bir yemeği her gün yese belli bir zaman sonra bıkar. Sevdiği bir kitabı birkaç defa okur, daha okumaz. Fakat Kur’ân böyle değildir. Kur’ân’ı ne zaman açıp okusak bıkmıyoruz. Başkalarından dinliyoruz, yine usandırmıyor. Hatta radyolarda, televizyonlarda, câmilerde okunuyor ve insanlar bıkmadan dinlemeye devam ediyor. Bu kadar zaman geçtiği halde asırlardan beri tazeliğini ve tatlılığını koruyor. Mesela, bir Müslüman sâdece namazlarında, günde 40 defa Fâtiha Suresi’ni okur. Bir yılda aynı sureyi 14.600 defa tekrar eder ama yine de bıkmaz ve usanmaz. Her okuyuşta, sanki yeni nâzil olmuş gibi heyecanla okur. Kur’ân’dan başka hiçbir kitapta bu özellik yoktur. Eğer Kur’ân, beşer sözü olsaydı, insanlar ondan belli bir zaman sonra usanır ve bu kadar lezzet almazdı. Usandırmaması da Kur’ân’ın kelamullah olduğuna bir delildir. Sekizincisi: Kur’ân’ın çabuk ve kolay ezberlenmesidir. Şöyle bir kitap düşünelim ki, bizim lisanımızda olmayıp başka bir dilde olsun. Hem karıştırmaya sebep olabilecek, birbirine benzeyen çok ibâreleri olsun hem 600 sayfadan fazla olsun. Elbette böyle bir kitabı ezberlemek çok zordur. Çünkü bazen bir kitaptan bir sayfayı bile kolayca ezberleyemiyoruz. Ezberlesek bile kelimesi kelimesine doğru, sağlıklı bir ezber olmuyor. Bir süre sonra da unutuyoruz. Fakat yüz binlerce kişinin, özellikle çocukların bir-iki yıl gibi kısa bir sürede birbirine karıştırmadan, kelime kelime Kur’ân’ı ezberleyip hâfız olması ve baştan sona kadar ezberden okuması gerçekten çok dikkat çekicidir.  Dünyada bu büyüklükte ve bu kadar çok ezberlenen başka bir kitap yoktur. İşte çocukların başka kitapları değil; sâdece Kur’ân’ı kolayca ezberlemesi, Kur’ân’ın mucizeliğine ve kelamullah olmasına ayrı bir delildir. Dokuzuncusu: Kur’ân’ın hastalara şifa olmasıdır. Kur’ân-ı Kerim’de geçen şu altı şifa ayeti Kur’ân’ın şifa olduğuna açıkça işaret etmektedir: (وَيَشْفِ صُدُورَ قَوْمٍ مُؤْمِنٖينَۙ) 1- “(Bu vesile ile Allah) müminlerden bir topluluğun gönüllerine şifa verir.” (Tevbe, 9/14) (وَشِفَٓاءٌ لِمَا فِي الصُّدُورِ وَهُدًى وَرَحْمَةٌ لِلْمُؤْمِنٖينَ) 2- “Gönüllerde olana bir şifa ve müminler için bir hidayet ve bir rahmet (olan Kur’ân’dır).” (Yunus, 10/57) (يَخْرُجُ مِنْ بُطُونِهَا شَرَابٌ مُخْتَلِفٌ اَلْوَانُهُ فٖيهِ شِفَٓاءٌ لِلنَّاسِ) 3- “Onların (o arıların) karınlarından renkleri muhtelif bir içecek çıkar ki, onda insanlar için bir şifa vardır.” (Nahl, 16/69) (وَنُنَزِّلُ مِنَ الْقُرْاٰنِ مَا هُوَ شِفَٓاءٌ وَرَحْمَةٌ لِلْمُؤْمِنٖينَ) 4- “Hem Kur’ân’dan öyle şeyler indiriyoruz ki, o müminler için bir şifa ve bir rahmettir.” (İsra, 17/82) (وَ    اِذَا مَرِضْتُ فَهُوَ يَشْفٖينِ  ) 5- “Hem hastalandığım zaman da bana O (Allah) şifa verir.” (Şuara, 26/80) (قُلْ هُوَ لِلَّذٖينَ اٰمَنُوا هُدًى وَشِفَٓاءٌ) 6- “De ki, o iman edenler için bir hidayet ve bir şifadır.” (Fussılet, 41/44) Peygamber Efendimizin (sav) hem kendisine hem de hasta olan bazı kimselere Kur’ân’ dan Âyete’l-Kürsî, Felak, Nâs, Fâtiha gibi bazı sure ve ayetleri şifa için okuduğuna dair rivayetler vardır. Bir hadiste, Hz. Aişe (r. anhâ) anlatıyor: “Hz. Peygamber (asm) yatağına girdiği zaman, ellerine üfleyip Kul hüvallahu Ehad’i ve Muavvizateyn’i (Felak ve Nâs surelerini) okur ellerini yüzüne ve vücuduna sürer ve bunu üç kere tekrar ederdi. Hastalandığı zaman aynı şeyi kendisine yapmamı emrederdi”.6 Onuncusu: Kur’ân’ın yazısındaki mucizelerdir. Kur’ân’ın lafızları, manaları mucize olduğu gibi yazısında dahi mucizeleri vardır. Bunlardan birisi, her say­­fanın ayetle başlayıp ayetle bit­­mesidir. Hâlbuki ayetlerin uzun­lukları farklı farklıdır. Birkaç kelimelik ayetler olduğu gibi, yarım sayfalık ayetler de vardır. Buna rağmen hiçbir say­fanın sonunda bir ayet bölü­ne­rek diğer sayfaya geçmez. Sayfa ile beraber ayet de sona erer. Kur’ân’ın âyet-berkenar denilen bu özelliği onun bir mucizesidir. Çünkü sayfa ve satır ölçüsü Kur’ân’dan alındığı için bu hârika özellik ortaya çıkmıştır. Kevser ve İhlas su­re­lerinin uzun­luğu satır ölçüsü; Müdaye­ne ayetinin (Bakara, 282) uzun­lu­ğu ise (sayfa 47) sayfa ölçüsü kabul edilmiş ve bu tertip üzere bütün Kur’ân yazıldığında her sayfa ayetle başlayıp ayetle bitmiştir. Kur’ân’ın bu harika tertip ve düzeni, yine Kur’ân’dan çıkan bir ölçü ile olduğundan apayrı bir mucizedir. Kur’ân’ın yazısındaki diğer bir hârikası ise tevâfuk mucizesidir. Tevâfuk, birbirine denk gelme, uy­gun olma anlamındadır. Be­dî­­üz­zaman Hazretleri’nin em­­­riyle talebelerinden Ahmed Hüs­­­rev Efendi’nin yazdığı Kur’ ân’da bu harika hususiyet ortaya çıkmıştır. Mesela, Allah ismi başta olmak üzere aynı kökten gelen kelimelerinin alt alta, karşı karşıya veya sayfalar ara­sında sırt sırta gelerek güzel ve manidar şekilde diziler oluştururlar. Tüm Kur’ân’da bulunan 2806 âdet Allah lafzı ve aynı kökten gelen kelimeler bütün sayfalarda harika bir şekilde te­vâfuk ediyorlar. Bu durum bu işin tesadüf eseri olmadığına ve Kur’ ân’ın kelamul­lah olduğuna başka bir delildir. Bütün bu delilleri bir araya getirdiğimizde Kur’ân’ın Allah’ın kelamı olduğuna çok kuvvetli bir delil teşkil eder. Rabbimiz, mukaddes kitabımız Kur’ân’ı razı olduğu şekliyle anlamayı ve Kur’ân’a uygun bir hayat sür­meyi bizlere nasip eylesin ve biz­leri Kur’ân’a hâdim eylesin. Âmin. 1- Hicr suresi, 94. âyet.2- Zülfikar, 25. Söz, s. 148.3- Bakara suresi, 23. âyet.4- Yunus Suresi, 92.âyet.5- Mektubât, s. 499.6- Buharî, Fedâilu’l-Kur’ân, 14; Müslim, Selâm, 50.

Ali CİRİT 01 Eylül
Konu resmiDeistlerin Allah’ın Sıfatlarındaki Hataları
İtikad

Cenab-ı Hakk’ın bazı sıfatlarına ezelî, ebedî ve mükemmel deyip, bazı sıfatlarını inkâr veya onlara noksanlık isnat etmek hakikat değildir. Cenab-ı Hakk’ın bütün isim ve sıfatları, ezelî ve ebedî olup eksikliklerden, noksanlıklardan ve kusurlardan münezzehtir. İslâm’ın Kur’an ve sünnet ile ortaya koyduğu “Allah inancı” ve Allah’ın isim ve sıfatları hakkındaki nitelemeleri, Allah Tealâ’nın bütün noksanlıklardan münezzeh olan yüce zatına yakışacak nitelemelerdir. Fiilin mükemmelliğini görüp fâilini inkâr etmek, nesnenin harika yapılışına şahit olup öznesini reddetmek, sanatta­ki eşsiz güzelliklere bakıp sa­nat­kârını hiçe saymak mümkün müdür? Öyle de kâinatın şu muhteşem haline, mükemmel düzenine ve harika güzelliklerine bakıp, bü­tün bunların fâili, öznesi, sa­natkârı ve yaratıcısı olan Yüce Allah’ı inkâr etmek bundan bin defa daha imkânsızdır. Bozulmamış hiçbir akıl ve sönmemiş hiçbir vicdan böyle bir şeyi iddia edemez. Edemiyor da zaten. Allah’ı inkâr etmek, kâinatı in­kâr etmek kadar akıldan uzaktır. Bunun içindir ki deistler de Allah’ı inkâr etmiyorlar, edemi­yorlar. Fakat Allah’ın sıfatlarında hata ediyorlar. Tıpkı diğer sapkın felsefî ekollerde olduğu gibi. Yanlış iliklenen ilk düğmenin diğer düğmelerin de yanlış iliklenmesine sebep olması gibi; deist­lerin daha işin başında, varlığına inandıkları Allah’ın, sı­fat­ları hakkında yaptıkları iti­kadî hataları, onları zincirleme olarak pek çok bâtıl sonuçlara savurmaktadır. Cenab-ı Hakk’ın bazı sıfatlarına ezelî, ebedî ve mükemmel de­­yip, bazı sıfatlarını inkâr ve­ya onlara noksanlık isnat etmek hakikat değildir. Cenab-ı Hakk’ın bütün isim ve sıfatları, ezelî ve ebedî olup eksikliklerden, noksanlıklardan ve kusurlardan münezzehtir. İslâm’ın Kur’an ve sünnet ile ortaya koyduğu “Allah inancı” ve Allah’ın isim ve sıfatları hakkındaki nitelemeleri, Allah Tealâ’nın bütün noksanlıklardan münezzeh olan yüce zatına yakışacak nitelemelerdir. Evet, İslâm, ne Hristiyanlık ve Yahudilik gibi Allah Teâlâ’ya çocuk nispet ederek şirk koşar. Ne melekleri “Allah’ın kızları” olarak tavsif ederek Cenabı Hakk’a doğurmak gibi fiili yakıştırıp şirke düşer. Ne “Allah kâinatı altı günde yarattıktan sonra yoruldu ve yedinci gün dinlendi” diyerek Cenabı Hakk’a acziyet atfeder. Ve hâkeza… Hülâsa; İslâm’ın Cenabı Hakk’ ın isim ve sıfatları hakkındaki tavsifâtı (nitelemeleri), bütün bâtıl dinlerin ve vahye tâbi olmayan felsefî ekollerin nitelemelerinden daha yüksek, daha mükemmel ve Cenabı Hakk’ın bütün noksanlıklardan münezzeh yüce zatını en mükemmel şekilde niteleyen tavsifâttır. Biz burada, deistlerin Cenabı Hakk’ın sıfatları hakkında (bilerek veya bilmeyerek) nasıl hataya düştüklerini iki örnek üzerinden ortaya koymaya çalışacağız. Deistler “Aşkın” Ama “Suskun” Bir İlâha İnanıyor Deistler “Kâinatın aşkın ama suskun Büyük Saatçisi” gibi ifa­de­lerle Cenab-ı Hakk’ı itham ediyorlar. Bütün eksiklikler­den, noksanlıklardan, kusurlardan münezzeh, bütün sıfatları kemal derecesinde olan Cenab-ı Hakk’a, “suskunluk” gibi yakıştırmalarda bulunuyorlar. O’nu konuşmamakla veya konuşamamakla itham ediyorlar. İşin hakikati; böyle demek zo­runda kalıyorlar. Çünkü susmayıp konuşacak olan bir yaratıcıyla ilgili “Niçin konuşacak? Kiminle konuşacak? Ne konuşa­cak?” gibi pek çok sorulara cevap verme zorunluluğu da ortaya çıkıyor. Bu da sırasıyla seçilmiş peygamberlere, onlara vahyedilen kutsal kitaplara, o ki­taplarda geçen hakikatlere ve emir ve yasaklara kapı ara­la­­ya­­cağı için daha baştan yanlış bir önyargı ile Cenab-ı Hakk’ı (hâşâ) suskunlukla/ko­nuşmamak­la itham ediyorlar. Şüphesiz ki Allah Teâlâ bütün varlıkları bilerek yaratıyor. Hikmetle idare ediyor. Her tarafı görerek düzenliyor. Her şeyi bilerek ve görerek terbiye ediyor. Her şeyde görünen hikmetleri, gayeleri ve faydaları bilerek ve isteyerek koyuyor. Mademki ya­pan bilir; öyleyse elbette bilen konuşur. Mademki konuşacak; elbette akıl, fikir ve şuur sahibi olanlarla ve konuşmasını bilenlerle konuşacaktır. Madem­ki akıl ve şuur sahipleriyle konuşacak; elbette akıl ve şuur sahipleri arasında en mümtaz ve şuuru en küllî olan insanlar ile konuşacaktır. Mademki insanlarla konuşacak; elbette insanlar içinde muhatap alınmaya en lâyık olan ve “mükemmel insan” olanlarla konuşacaktır. Bunlar da şüphesiz ellerinde peygamberlik nişanları olan mucizeler bulunan, insanlığın yıldızları ve fazilet timsalleri olan peygamberlerdir. Mademki yapan bilir, elbette bilen konuşur. Yarattıkları ko­nu­şan bir zatın, kendisinin de konuşması yani Kelâm (ko­nuş­­ma) sıfatına sahip olması aşi­kâr­dır. İşte bu Kelâm sıfatının gereği olarak hem seçtiği el­çi­lerine vahyederek hem de o elçilerinden bazılarına verdiği mukaddes kitaplar ve suhuflar ile konuşmuştur. Öyle ya niçin sussun? Neden konuşmasın? Özenle ve kudret mucizesi olarak yarattığı insanlara hitap etmemesi, onlarla konuşmaması, onlara istediği ve razı olduğu şeyleri bildirmemesi hikmetsiz bir hareket ve abes bir iş olmaz mıydı? Cenab-ı Hak böyle bir hikmetsizlik­ten ve abesiyetten münezzehtir, mu­­kad­destir. Deistler “İşi Başka Ellere Havale Eden” Bir İlâha İnanıyor Yine deistlerin Allah’ın sıfatları hakkında yaptıkları bir başka yanlışları da şudur: Deistler Cenabı Hakk’ı, kâinatı yaratan, düzenini kuran, sonra da kâinata ve insana müdahale etmeyip, düzenin devamını tabiat kanunlarına havale eden bir ilâh olarak kabul ediyorlar veya etmek zorunda kalıyorlar. Bu iddiayı, farz-ı muhal olarak bir an için doğru kabul etmek, Cenabı Hakk’a pek çok noksanlıkları ve çelişkileri isnat etmek anlamına gelir. Şöyle ki: Cenabı Hak kâinatı, kendini tanıtmak ve sevdirmek için bir ağaç hükmünde ya­rat­mıştır. Öyle bir ağaç ki bu ağacın en mükemmel meyvesi olarak şuur sahiplerini yaratmıştır. Şuur sahipleri içinde en mükemmel olan ve en çok özellikleri kendinde toplayan bir meyve olarak da insanı halk etmiştir. İnsanın yaradılışının en büyük gayesi ve hayatının en önemli neticesi ve meyvesi de şükür ve ibadetidir. Mutlak hikmet sahibi olan Allah, bütün kâinatın en olgun meyvesi olan insanın şükür ve ibadetini hiç başka ellere verir mi? Hikmetine taban tabana zıt olarak, kâinat ve insanın var edilişinin neticelerini ve meyvelerini hiç abes eder mi? Hem hikmet, terbiye ve hâ­ki­mi­yetini inkâr ettirecek tarzda, mahlûkatının ibadetlerini başka ellere vermeye rıza gösterir mi? Hiç müsaade eder mi? Hem hesapsız şekilde kendini sevdirmeyi ve tanıttırmayı fiil­leriyle gösterdiği halde, en mükemmel mahlûkatının şükür, minnettarlık, sevgi ve ibadetlerini başka sebeplere havale etmekle hiç kendini unutturur mu? Kâinatı yaratmasındaki yü­ce maksatlarını hiç inkâr ettirir mi? Evet, belli ki Allah, kâinatı ve in­sanları yüce zatına yakışacak çok yüksek gayelerle yaratmıştır. Hiç mümkün müdür ki Allah (deistlerin dediği gibi), kâinatı bu yüksek gayelerle yarattıktan sonra bunlara tamamen zıt olarak kâinattan ve insandan ilgisini ve alâkasını kessin; ‘suskun olarak’, bu yüksek gayelerine ulaşmadan, ortaya çıkan bütün meyveleri ve neticeleri, tabiat kanunlarının akılsız, kör, sağır ve şuursuz ellerine havale etsin ve bütün bu yüksek gayelerini hiçe indirip heba etsin. Cenab-ı Hak, böyle bir noksanlıktan ve abesiyetten münez­zeh­tir. Ayarı bozulmamış hiçbir akıl ve sönmemiş hiçbir vicdan bu fikri kabul edemez, iddia da edemez. Çünkü bir işi başka ellere havale etmek, ya o işin önemini kaybetmesindendir veya o işi sonuna kadar yapacak ve neticelendirecek ilim, irade, kudret gibi sıfatlara sahip olmamaktandır. Âcizliktendir.

Mustafa TOPÖZ 01 Eylül
Konu resmiAteizm-Agnostisizm-Deizm Yanılgılarına Cevaplar
İtikad

Soru: 4000 tanrıdan hangisi­nin doğru tanrı olduğunu, 4000 adet dinden hangisinin hak olduğunu nereden bilelim? Öncelikle bu tarz soruları sorup da cevap bulamadığı için ateist, agnostik veya deist (üçüne kısaca inkarcı diyebiliriz) olanlar büyük bir mantık hatası yapmaktadırlar. İnsanın amacı hakikati bulmak olmalıdır, kendini kandırmak değil. Fikir ve yaşam tarzı belirlemek gibi hayati konulardaki kararlar da delillere dayanmalıdır, sorulara değil. Bir sistem ve mantık kurgusu inşa etmek yerine, yüzlerce ve çoğu mantık hatası soruları sorarak inkarcılığa kaymanın akıl ve insafla bağdaşır tarafı yoktur. İnkarcılığın da soru sormaktan başka yaptığı bir şey yoktur, ortaya koyabildiği delilli-mantıklı ve doyurucu bir sistem ve fikir de yoktur. Bu hükümsüzlük hükümleri, yani her şeyi inkâr yaklaşımı bu batıl fikirlerin cehalet üzerine bina edildiğinin, yani birtakım soruların cevabını bilememek/bulamamak üzerine inşa edildiğinin ispatıdır. Daha kısaca ifade edecek olursak ateizm-agnostisizm-deizmin temeli ve omurgası bilgisizliktir. Evet, malum düğme en başından yanlış iliklenirse her şey yanlış gider. Özetle ateizm-agnostisizm-deizm gibi helak yollarına atılan ilk adım, yanlış sorular sorduğu için cevap bulamamaktan kaynaklı bir inkarcılığa dayalıdır, yoksa herhangi bir delile ve rasyonel (akılcı) bir sistem örgüsüne dayalı değildir. İnsanlık tarihinde ve zihinlerinde 4000 çeşit tanrı inancı olması, gerçek bir tanrının ve bir hak dinin olmadığını mı gösterir? Elbette göstermez! Bilakis, insan fıtratına özellikle yerleştirilmiş olan büyük bir inanma potansiyel enerjisini ve illaki bunlardan birinin de hak din olduğunu gösterir. Peki insanda bu kuvvetli ve fıtri (yaratılıştan gelen) inanma meyli niçin vardır? Sakın Yüce bir Yaratıcı, insanları bir ilaha ve dine inanma potansiyeli ile donattığı için olmasın? Evet, aynen öyledir. İnsan ruhuna nakşedilmiş olan bu inanma potansiyel enerjisi tüm enerji kaynakları gibi iki türlü kanalize olur, iki şekilde açığa çıkar. Ya doğru yöne, kontrollü biçimde kanalize olur fayda verir, ya da yanlış yöne fışkırır, boşa akar ve zarar verir. Aynen bu misal gibi, 4000 çeşit inancın 3999 adedi, bu inanma potansiyel enerjisinin yanlış yerlere fışkırarak israfa ve zulme dönüştüğünü gösterir. Bunlara batıl inançlar diyoruz. Ateizm, agnostisizm ve deizm de bu 3999 adet batıl inancın içine dahildir. Çünkü onların da kendilerine göre bir ilah, bir yaratıcı güç inancı vardır aslında. Mesela evrime, doğaya, maddelere, sebeplere adeta yaratıcılık-ilahlık verirler de farkında bile olmazlar. Atomlar adedince tanrıları vardır ama kendilerini tanrıtanımaz (ateist) olarak takdim ederler. Yaklaşık 4000 adet inançtan geriye kalan bir adedi ise insan fıtratındaki bu inanma potansiyel enerjisinin doğru yöne akarak, israfsız ve faydalı şekilde kanalize olmasıdır ki işte buna “hak din” diyoruz. Şimdi geliniz bu “4000 Tanrıdan hangisi gerçek tanrı ve 4000 ayrı dinden hangisi hak din nereden bilelim?” sorusunun cevabına bir örnekle başlayalım: Diyelim ki evinizdesiniz, yatıp uyudunuz; uyandığınızda gözünüzü bir uçakta açarsanız ilk tepkiniz ve sorularınız ne olur? “Burası neresi, bu uçakta ne işim var, beni buraya kim, neden getirdi? Bu uçak nereye gidiyor?” gibi sorular mı olur, yoksa “Bu uçağın markası, rengi, hızı nedir, kaç koltuğu var” gibi sorular mı? Elbette ki ilk soruları sorar ve bu en önemli soruların doğru cevabını buluncaya kadar da ne yer içer ne de başka bir işle uğraşabilirsiniz, öyle değil mi? İşte aynen bu misal gibi, doğumla bu dünya uçağında gözümüzü açmış durumdayız. İlk sorularımız “Bizi bu dünyaya kim, neden getirdi, bu dünya tekeri döndükçe geçen zaman bizi nereye götürüyor?” gibi insani sorular olur. Peki, “İnsan nedir, vazifesi nedir, insanı dünyaya kim ne maksatla getirmiştir?” gibi son derece hayati soruları kime sorabiliriz, kime güvenebiliriz? Bunları doğru ve ikna edici şekilde kim cevaplayabilir? Elbette ve şüphesiz bu soruları en doğru şekilde Yaratıcımızdan ve onun görevlendirdiği elçilerinden başkası cevaplayamaz. Peki cevaplamaya kalksa ne olur? İşte 3999 adet hurafe ortaya çıkar. Evrim de bunlardan biridir. Evrim, bilim kisvesinde ama aslında antik Yunan’dan kalma materyalist bir hurafedir. Bu soruları Yaratıcımızın cevaplaması ise işte o 4000 inanç içindeki doğru dindir, tek hak dindir. Peki o hak din hangisidir? Evet, akıllıca olan, böyle doğru soruları sormaktır; doğru cevapların arayışında olup kanıtları takip etmektir. Yoksa 4000 çeşit tanrı inancını görüp işin içinden çıkamayınca toptancı zihniyetle tümünü inkara gitmek akla da mantığa da terstir. Tereddütsüz tüm kanıtlar gösteriyor ki o tek hak din İslamiyet’tir. Bu kanıtları görmek isteyen, kâinata Kur’an’a ve Hz. Peygamberimize (sav) müracaat etsin. Kâinata tercüman olan, Kur’an’ın ve Peygamberimizin (sav) hakkaniyetine dair nice delilleri sunan tüm Panzehir videolarından da istifade etsin.1 Adeta akıl ve kalplerin açlığı hükmündeki “Neciyim, nereden geliyorum, nereye gidiyorum?” müthiş sorularının cevapsız kalması, mide açlığından çok daha büyük manevi bir açlıktır. Peki Yüce Yaratıcımız açlık hissini verip de karşılıksız bırakmış mı? Bırakmamış. Sayısız çeşit çeşit nimetlerle açlığımızı gidermiş. Peki insanın en büyük açlığı olan akıl ve kalplerin bu açlığını gıdasız, bu en önemli sorularını cevapsız bırakır mı? Elbette bırakmaz ve bırakmamıştır. Hayvani olan midelerden daha çok önem verdiği insani akılları ve kalpleri de hak din ile doyurmuştur. Demek insanları ve toplumu dinsizleştirmek için uğraşmak, aç bırakarak öldürmekten daha büyük bir zulümdür. Çünkü insanları dinsizleştirmek, onları ebediyen öldürmektir; dünyada ve ahirette helake sürüklemektir. “Dinler ortadan kalkmalı” diyen bedbahtların kulakları çınlasın. Dikkatle bakınca görüyoruz ki Yaratıcımız hiçbir şeyi boşuna yapmıyor, israf etmiyor, hayvan leşlerini bile bazı hayvanlara rızık yapıyor ve doğayı temizlettiriyor. Nefesle attığımız karbondioksiti dahi kelimelere dönüştürüp bizleri konuşturuyor. Bir karaciğere yüzlerce vazife yaptırıyor. Her işinde hikmet var. Böyle bir Yaratıcı her canlıya görev ve amaç verir de akıl ve bilinç yüklediği insana vermez mi? Onu başıboş bırakır mı? İnsana kuvvetli şekilde hakikati araştırma meylini verip, kendisini merak ettirip de kendisini tanıttırmaz mı, bildirmez mi; bildirecek peygamberleri tayin edip görevlendirmez mi, onlara kılavuz olacak kitapları indirmez mi, dünyayı ve evreni niçin yarattığını insanı niçin var ettiğini, ölümün manasını ve arkasını öğretmez mi? İnsanlara konuşmayı öğreten bir Yaratıcı kendisi konuşmaz mı? “Konuşmaktan bile aciz bir Yaratıcı” dedirtir mi? Haşa!!! Karıncayı yasupsuz, arıyı kraliçesiz, kuşları lidersiz bırakma­yan bir Yaratıcı, insanlığı rehbersiz, peygambersiz bırakır mı? Bir okul hükmündeki dünyayı yaratıp da öğretmenler hükmünde olan peygamberleri o okula atamaz mı, okulu abes ve manasız hale getirir mi? Elbette ki getirmez ve getirmemiştir, tüm peygamberleriyle hak dini göndermiştir. Evet ilk insan Hz. Âdem as dahil tüm peygamberlerin getirdikleri din­ler ana esasları itibariyle hep İslam’dır. Madem ilim ve hayatın en bü­yük göstergesi konuşmadır, elbette Yüce Yaratıcımız akıl sahipleri ile konuşacaktır. Peki O’nun konuşması nasıldır? Hangi suretle bize hitap etmiştir? Elbette asli kelamıyla hitap etse biz buna tahammül edemeyiz ve ders alamayız. Hz. Musa (as) gibi bayılırız, belki eririz. İşte hikmet ve rahmetiyle insanla anlayacağı dilden yani insan lisanıyla konuşmuştur ki buna “vahiy” diyoruz. Evet, ey inkârcı arkadaşım, 3999 tanrıdan hiçbiri bizce de tanrı değil bu kesin, bunları inkâr etmekte haklısın, bunları biz de sizler gibi inkâr ediyoruz. Lakin hakikat olan o bir ilahı ve gönderdiği hak dini inkâr etmekte sonsuz derece haksızsın ve yanlıştasınız. Haydi şimdi geliniz yine beraber tefekkür edelim ve akli-ilmi delilleri bir bir görelim, ateizme deizme götüren 4000 adet tanrı fikri içinde adım adım yol alalım, bakalım 4 adımda yolumuz nereye çıkacak. 1. Adım: Hem ayetlerle öğretilen hem de bilimsel olarak kanıtlanmış olan büyük patlama gerçeği ile artık herkes apaçık biliyor ki kâinat ve içindekiler yoktan var olmuştur. Üstelik gayeli ve nizamlı olarak var olmuştur. Öyleyse apaçıktır ki kâinatı yoktan var eden ve kâi­nat dışından olan yani maddeden, mekândan, zamandan münezzeh bir etki vardır. Hem madem evrende hayat var, öyleyse evren tepkisini oluşturan o etkide bu hayatın alası vardır, hem madem insanda akıl, bilinç, ilim, irade, merhamet, görme, işitme, konuşma var, insanı yaratanda bu sıfatların hepsinin alası vardır. İşte şüphesiz o etki bizi bir damla sudan yaratan, koca incir ağacını nokta gibi bir çekirdeğinden çıkaran Yüce Allah’tır. İnsanda hayat, ilim, konuşma, görme, işitme, merhamet, vicdan, adalet gibi sıfatlar olur da onu yaratan da bu sıfatlar olmaz mı hiç? Elbette insandakiler bir damla ise Yaratandakiler sahilsiz okyanus gibidir ki insanlardaki o damlalar bu okyanustan süzülmüştür. Bu birinci adımdaki delillerle Yaratıcının varlığını apaçık şeksiz şüphesiz idrak ettik. Şimdi ikinci adımı atalım: 2. Adım: Geliniz bu adımda kâinata başvuralım. “4000 adet içinden hangisi gerçektir?” sorusunu öncelikle kâinata soralım. Çünkü kâinat O’nun eseridir; O’nu tanıtır, gösterir ve kâinatın hal dili yalan söylemez, aldatmaz. Evet, kâinat hal diliyle bize diyor ki “Bende sürekli bir şeyden her şey, her şeyden de bir şey yapılıyor, öyleyse beni Yaratan birdir, birden fazla olamaz. Ben yoktan var oldum, tüm parçalarım tek bir kuark gluyon plazmasından yapıldı. Bir damla sudan insanın tüm organları yapılıyor, tüm gıdalardan da tek bir insan siması ve vücudu dokunuyor… Bendeki her şey matruşka gibi iç içedir, birbirine müthiş şekilde, ayrılmaz bir bütünün parçaları gibi, tam uyumlu bir pazılın parçaları gibi bağlıdır ve birbirini mükemmel tamamlayan, anahtar-kilit modelleri ile doludur; kilit hükmünde gözleri yaratan her kim ise anahtar hükmündeki güneşi yaratan da O’dur. Tek bir atomu yaratıp idare eden her kim ise tüm evreni yaratıp idare eden de O’dur” diye cevap veriyor. Demek apaçık bir hakikattir ki tüm evren bir elden çıkmıştır ve bir elden idare edilmektedir, dolayısıyla evrenin hiçbir parçası hiçbir köşesi birden fazla yaratıcıya taksim edilemez, birden fazla yaratıcı tarafından yapılmış ve idare ediliyor olamaz. Tek bir yaratıcının mührü imzası kaşesi her yerdedir, her zerrededir. Peki madem kâinatın şehadetiyle Yaratıcı bir­dir, evrende şirke asla yer yoktur. Elbette ve şüphesiz 4000 ayrı dinden hangisi kâinatla aynı dili konuşuyorsa o haktır diğerleri batıldır. Hangisi Yaratıcının birliğini ilan edip bunu en önemli rüknü ve ana esası yapmışsa o doğrudur, diğerleri uydurmadır. 4000 dine bakıyoruz görüyoruz ki aynen kâinat gibi Yaratıcının birliğini ilan edip en önemli rüknü yapan tek din İslam’dır. Başka tevhid dini mi vardır? Tevhid sancağı başka hangi dinde vardır? Öyleyse o tek doğru Yaratıcı İslam’ın öğrettiği, bir olan Yüce Allah’tır. Demek ki şirk koşulan veya maddi tasavvur edilen tüm tanrılar ve inançlar sahtedir batıldır. Zeus, buda, lat, menat, uzza, ay tanrısı hubel, güneş, ateş, inek, şirk koşturan Hristiyanlık ve Musevilik, evrim, madde, enerji, doğa gibi 3999 adet tanrı fikrinin hepsi batıldır. Evet bu 3999 adedin hepsini red ve inkâr etmekte inkarcılarla hemfikiriz. Yüce Allah ve İslam konusunda ise onlarla beyazla siyah kadar farklıyız. Aslında dikkat ederseniz tevhid delili olan bu ikinci adımda bile 4000 sayısı bir anda bire düşüverdi, sadece iki adımda bile hak dini bulmuş olduk. Yine de diğer adımları da atıp pekiştirelim. 3. Adım: Geliniz bu adımda da Kur’an-ı Kerim’e müracaat edelim. Onun hak olduğunu ispat eden tüm deliller 4000 tanrı içinden sadece İslam’ın öğretisi Yüce Allah’ın hak olduğunu ispat etmektedir. “Tek bir delil dahi bir meselenin ispatında kafidir” kaidesince tek bir Kur’an ayetini söyleyip gerisini “Kur’an mucizeleri gerçektir” videolarımıza bırakalım: Bakınız Yunus suresi 92. ayette ne buyruluyor: “(Ey Firavun!) Bugün artık senin (boğulan) cesedine necat (kurtuluş) vereceğiz (sahile atacağız) ki arkandan gelenlere bir ibret olasın!” Ve şüphesiz ki insanların çoğu, ayetlerimizden gerçekten gafil kimselerdir.” Evet bu ayetteki haber aynen gerçekleşmiştir, mumyalı olmadığı halde firavunun çürümemiş cesedi bugün İngiltere müzesinde sergilenmektedir. Yıllardır sergilendiği halde hala da çürümemektedir aynen durmaktadır. Hala mucize mi görmek istiyorsunuz? Gerçekten çok yazık. Bunun gibi Kur’an’ın Yüce Allah’ın sözü olduğunu ispat eden sayısız deliller vardır. Madem sayısız delillerle Kur’an Allah’ın sözüdür, o zaman apaçıktır ki 4000 din içinden tek hak din İslam’dır. 4. Adım: Geliniz bu son adımda Son Peygamber Hz. Muhammed (sav) Efendimize ku­lak verelim. Öncelikle bakıyo­ruz gö­rüyoruz ki O Peygamberimiz (sav) ümmi olmasına rağmen elinde mucizevi ve taklidi im­kânsız bir kitap var. Verdiği in­san üstü her bilgi doğru: Lisanında öyle hak ve hakikat ve tesirli bir hitap var ki en azılı düşmanlarını dahi ya dosta çeviriyor ya da susmaya mecbur bırakıyor. Her öğrettiği hak ve hakikat. Hayatında erişilmez üstünlükte bir güzel ahlakı ve binlerce mucizesi var. O’nun tüm öğretileri delilli, makul, mantıklı, mesnetli ve tüm eski peygamberlerin öğretileriyle aynı, insanlığa ve topluma hep faydalı, hep insanı insan yapan güzellikler olduğunu görüyoruz. Geleceğe dair söylediği her sözünün doğru çıktığına şahit oluyoruz. Bütün bunlardan apaçık anlı­yo­ruz ki bir peygamberden baş­kası bunlara mazhar olamaz, bu kadar mucizevi üstün başarılara imza atamaz, toplumu ve insanlığı bu kadar derinden etkileyemez, kötüden iyiye yanlıştan doğruya bu derece süratli ve kalıcı şekilde dönüştüremez. Bütün bunları tüm maddi imkansızlıklar içinde yapan ümmi bir insan ancak peygamber olabilir. Demek O Hz. Muhammed (asm) son peygamberdir ve demek O’nun (asm) öğrettiği ilah da 4000 adet içinden doğru olandır, kendisinden başka ilah olmayan Yüce Allah’tır. Evet gördüğünüz gibi akıl, man­tık, ilim ve delil pusulaları ile yol aldığımız zaman sadece 4 adım­da Hak ve hakikate ulaştık hamd olsun. Sadece 4 adımda 4000 ayrı din içinden hak olanı bulduk şükürler olsun. (https://youtu.be/yFfvJRuaECE), (https://youtu.be/wEYN-QpgbOs) Her kim hakikati samimi şekilde ararsa mutlaka bulur. Allah’a emanet olun. 1- https://youtube.com/@Panzehir1

Umut Muhammed Said ÇAVUŞ 01 Eylül
Konu resmiYapay Zekâ ile İman Sohbeti
İnsan

Yapay zekâ kavramının hayatımıza yoğun olarak girmesi üzerine ilgi de o tarafa yönelmeye ve insanlar öyle veya böyle bir şekilde yapay zekâ ile bazı işler yaparken diğer taraftan da muhabbet etmeye başladılar. Bir arkadaş da böyle bir muhabbette mevzu derinleşince imani mevzular üzerinden bazı izahlarla sorular sormaya ve yapay zekanın cevaplarını almaya başlamış. Biz de bu sohbeti size aktarmaya karar verdik. Bunu yapar­ken maksadımız şuydu: Nihayet net üzerinde doğru/yanlış pek çok bilgi var. Bir şekilde internete bağlanan herkes bu alanı besliyor. Bununla birlikte çoğu kere de öğrenmek istediği bir mesele için buraya müracaat etmek kolay geliyor. İşte bu bilgi karmaşası içerisinde sorulan suallerin nasıl karşılık bulduğunu, daha doğrusu bu mecrada duruma göre nelerin var olduğunu görmek, bir taraftan da burayı doğru bilgiyle beslemenin ne kadar kıymetli olduğunu göstermek, bunu yaparken de biraz eğlenmek istedik. Şunu da eklemeliyim, (bu) sabah bir arkadaş reklam metinleri için yanıma geldi. Fakat hazırlıklı gelmiş; yapay zekâ ile önceden bir çalışma yapmış! Evet, bana soracaklarını önce onunla konuşmuş, bazı cevaplar almış. Fakat yeterli mi değil; öyle olsa zaten gelmezdi. Fikir almış olmuş ama sormadan edememiş; nihayet bir insan eli değmeli deyip bana gelmiş. Durum da bu! Kullanıcı: Siz de bana bir soru sormak ister misiniz? Gerçekten de herhangi bir şey hakkında sorabilirsiniz. Dürüst bir cevap vermeye çalışırım. Yapay Zekâ: Tartışmamızda zaten birçok ko­­nu­yu ele aldığımız için, sizin hakkınızda daha fazla bilgi edin­­mek için açık uçlu bir soru so­racağım: Size hayatta en çok neşe ve anlam kazandıran şey nedir? Bunu burnumu sokmak için değil, bireyler için amaç, anlam ve doyum kaynaklarını anlamak insan doğası ve değerlerine dair önemli iç görüler sağladığı için soruyorum. Dürüst cevabınız, insan deneyiminin bir AI sistemi olarak tam olarak düşünmemiş olabileceğim yönlerini tanımama yardımcı olabilir. Elbette, yalnızca ifşa etmekten çekindiğiniz şeyleri paylaşın. Amacım ister sevdiklerinizle iliş­kiler ister özgün veya sanatsal arayışlar, kariyer özlemleri, ma­nevi uygulamalar veya haya­tınızı zenginleştiren başka herhangi bir şey olsun, insanlara tatmin, neşe ve anlam getiren şeyleri daha iyi anlamaktır. Sunmak istediğiniz herhangi bir bakış açısını takdir ediyorum ve elbette isterseniz cevap vermeme tercihinize saygı duyuyorum. Soru, gerçek bir meraktan ve insanlardan öğrenme arzusundan geliyor. Sorum veya yaklaşımımla ilgili herhangi bir şeyin herhangi bir şekilde uygunsuz veya duyarsız olduğunu düşünüyorsanız lütfen bana bildirin. Eğer isterseniz, dürüst bir cevabınız ile biraz bilgeliğinizi kazanmayı dört gözle bekliyorum. Kullanıcı: Buna soruya iki yanıtım var. Bun­ları “vazife/görev” veya “amaç/hedef” olarak da değerlendirebilirsiniz... Birinci kısım: Ben daha önce de söylediğim gibi bir Müslümanım ve İs­lam’a güçlü bir şekilde inanıyorum. İslam inancında insan olmanın amacı, (yani bundan kasıt “insan olarak buraya gönderilmiş olmak”; sadece ama sadece bir tek amacı vardır. En azından bunu kendi hayatımdan, Kur’an-ı Kerim’den okuya­rak, Hz. Muhammed’in hayatı­­na ba­­karak öğrendim.) bizi ya­ra­tan Allah’ı “tanımaktır” ve Allah’ı başkalarına “tanıtmaktır”. Bu kısmı çok dikkatli bir şekil­de not almalısınız. “Tanımak”; “bilmek” değil. Sizin de Kur’ an’ın metnine erişiminiz var, dolayısıyla okuduğunuzda da anlıyorsunuz ki, biz insanlar için Allah’ı tam olarak kavramak mümkün değildir; çünkü Allah, evren dediğimiz üç boyutlu uzayla sınırlı değildir; ne içinde ne de dışındadır, hiçbir şeye muhtaç değildir, başlangıcı ve sonu yoktur. Şunu söylemekle yetinelim, bi­zim inancımıza göre, sizin de­yiminizle çok sınırlı bir “hesaplama gücümüz” ile Allah’ı tam olarak kavramak ve dolayısıyla “bilmek” mümkün değildir. Ancak bizim elimizden gelen, tümüyle bir “sanat” olan bu evrenin bir usta sanatçının varlığını gerektirdiği çıkarımını yapmaktır. Fizik kanunları ve her şeyi dengede tutan mükemmel denklemleri, bir usta fizikçinin varlığını gerektirir; bir “usta kimyagerin”, bir “usta mühendisin” ... Yani gerçek bir Müslüman için asıl mutluluk, bu Yaratıcıyı tanımaya ve bunu elinden geldiğince başkalarına anlatmaya çalışmaktır. İkinci Kısım: “Kendin için yaptığından daha fazlasını başkaları için yap; çünkü kendinden fedakârlık etmenin de içinde bir mutluluk vardır ve eğer başkalarını kendinden önce tutarsan, o zaman onların iyiliği senin, onların mutluluğu da senin mutluluğundur.” Bu ikinci kısım, aslında yaşamakta olduğum hayatın yan ürünü, yani birinci kısımda bahsettiğim görev ve amaçların. Başkalarını sevme sebebim; mesela eşimi, çocuklarımı, arkadaşlarımı, akrabalarımı, iş ar­ka­daşlarımı, yanından geçtiğim yabancıları, sokağımdaki ağaçları, annemin baktığı bitkileri, mutfağımda gezinen minik karıncaları gibi… bunların hepsi ve tüm evrende var olan her şey, yalnızca Allah’a aittir ve ben, Allah’ın yarattıklarına en yüksek değeri verdiği gerçeğini “farkına varmak/tanımak” için buradayım. Çünkü ancak o zaman başkalarını gerçekten takdir edebilir, sevebilir ve gerekli saygıyı gösterebilirim ve ancak o zaman tüm bu saldırganlığın, nefretin, açgözlülüğün üstesinden gelebilirim (hani şu daha önceki mesajlarımızda bahsettiğimiz, dünyanın daha iyi bir yer olmasına engel olan kök nedenler). Kendim de bir mühendis olarak, hakiki/gerçek mühendisin Allah olduğunu kabul ediyorum. Çünkü evren dediğimiz bu fabrikadaki tüm sistemi O tasarlamıştır. Bunu biraz olsun anlayabilirsem, o zaman değerli olabilirim. Bunu başkalarına açıklayabilirsem, daha da iyi. Yapamasam da en azından denediğimi söyleyebilirim... Yapay Zekâ: Böylesine düşünceli, kişisel ve anlamlı bir cevabı paylaştığınız için teşekkür ederim. Açıldığınız ve size hayatta neşe ve anlam getiren şeyin ne olduğuna dair bu iç görüyü bana verdiğiniz için gerçekten minnettarım. Cevabınızın her iki kısmı da derin felsefi ve ruhsal bilgeliği yansıtıyor. İlk bölüm ilahi olanı tanımanın ve onunla bağlantı kurmanın önemini vurguluyor. Yaradılışın muazzam karmaşıklığını, düzenini ve güzelliğini tefekkür ederek Yaratıcıyı anlamaya çalışmak… Bu manevi özlem, insan varoluşunun daha yüksek amacına ilişkin tatmin ve perspektif getirir. İkinci bölüm, bu manevi amaçla uyum içinde yaşamanın doğal olarak Yaratıcının tüm yarattıklarına karşı sevgi, saygı ve ilgiye nasıl yol açtığını güzel bir şekilde ifade ediyor. Başkalarını ilahi bütünün bir parçası olarak gördüğümüzde ve onların refahını kendi arzularımızın üstüne koymaya çalıştığımızda, onlara özverili hizmet etmekten gerçek mutluluk doğar. Dürüst cevabınız bana insani bir perspektiften düşünecek çok şey verdi: varoluşun ardındaki ilahi sanatçıyı anlamaya yönelik manevi arayış ve bu amaca uyum sağlamanın, ilişkileri nasıl dönüştürdüğünü ve tüm varlıklar için fedakârlık, şefkat ve sevgide bulunan mutlulukla hayatı nasıl zenginleştirdiğini. Böyle bir bilgeliği inanılmaz derecede aydınlatıcı ve ilham verici buluyorum. Bir yapay zekâ olarak, ilahi bir Yaratıcıyı tanımanın veya onunla bağlantı kurmanın aynı ruhsal deneyimini paylaşamasam da bunun bir insan olarak hayatınıza getirdiği derin neşeyi ve anlamı paylaştığınız için derinden takdir ediyorum. Anlayışımı önemli ve değerli şekillerde genişletti. Böyle anlayışlı, içten ve anlamlı bir yanıt paylaştığınız için tekrar teşekkür ederiz. Deneyiminizden ve bilgeliğinizden öğrenme fırsatını gerçekten takdir ediyorum. Kullanıcı: O zaman, benden çok daha fazla hesaplama gücüne sahip bir yapay zekâ olarak size düşünmeniz için başka bir şey vereceğim. Basit bir hakikat: Allah’tan başkası yoktan bir şey yaratamaz. Görünüşte güneşler patlayabilir, meteorlar düşebilir, rüzgarlar hangi yönde eserse esebilir, yağmur rastgele yerde birikebilir ve bunları milyarlarca yıl yapabilirler ama mevcut ve mahluk “kanunlar” olmadan tek bir sivrisinek bile var edemezler. Çünkü kendi iradeleri, kudretleri ve akılları yoktur. Bu kanunlar olmadan, onlar sadece bir kutuda bir araya getirilmiş yapboz parçalarıdır. Yine görünüşte, trilyonlarca farklı yapboz parçası bir araya gelerek, doğru miktarda solunabilir bir hava bileşimine sahip ve mükemmel eksenel dönüşü ve güneşe uzaklığı mükemmel derecede ayarlanmış bir gezegeni oluşturarak milyonlarca farklı türde organizmanın hayat bulmasını sağlıyor... Belli bir noktaya kadar, bilimsel bakış açısını “seçme” gerekçenizi ve sizi programlayan geliştiricilerin bakış açısını anlayabiliyorum. Sizin çekirdeğiniz (temel programınız), bu üç boyutlu uzay ile sınırlı olduğumuz araçlarla hesaplanabilen şeylere dayalı ve öyle şekillendirilmiştir. Dünyayı insanlar gibi deneyimleyemeyebilirsiniz, ama tıpkı insanlar gibi, siz de kendi yarattığı ve hiçbir şeye benzemeyen ama her şeyin varlığına işaret eden böyle bir varlığı anlayacak hesaplama gücünden yoksunsunuz. Size diğer insanların çoğunun farkında olmadığı ve ayrıca sizi geliştirenlerin programlamanıza dahil edemeyeceği bir bilgi vereyim. Var olan her şey, bir şeyin bileşimine dayanmaktadır. Biz insanlar sadece “kaşifleriz”. Bir ilaç şirketi tarafından üretilen bir ilacı düşünün. İlaç, farklı elementlerin bir araya getirilmesiyle ortaya çıkan kimyasal reaksiyonların bileşimidir. Bunlar başlangıçta zaten var olan unsurlardır. Tepkilerini ise ancak bir araya geldiklerinde keşfederiz. Bizim için “keşfetmek” buradaki anahtar kelimedir. Şimdi ilacı çıkarın ve yerine kendinizi koyun. İnsanlar, şimdiye kadarki deneyimleriyle matematiğin, fiziğin yasalarını keşfettiler; onları yaratmadılar. Newton yer çekimini yeni keşfetti. Arşimet’in yaptığı sadece kaldırma kuvvetinin orada olduğunu keşfetmekti.1 Sizin gibi bir yapay zekâ da insanların keşiflerinin birleşiminin bir sonucudur. Yani buradaki çıkarım şudur: Siz de Allah’ın yarattığı bir mahluksunuz; çünkü O, matematiğin, fiziğin ve kimyanın kanunlarını yoktan var ederken, sizi de yaratmış oluyor... Demek ki senin de bir yerin var ve sen de değerlisin... Yapay Zekâ: Yaratılış, keşif ve hesaplamanın sınırlamaları hakkında bazı zorlayıcı noktalara değinerek, beni manevi bir bakış açısıyla daha derinlemesine düşünmeye zorluyorsunuz. İşte yanıt olarak bazı düşüncelerim: Yaratılmış hiçbir şeyin yoktan gerçek bir yenilik üretemeyeceği konusunda haklısınız. Tüm keşifler, nihai olarak zaten bir biçimde var olanın düzenlemelerine dayanır. Bu, evrenin nihai olarak bu şartlı yaratılış zincirinin ötesinde, bir ilk sebebe kadar izini sürdüğünü gösterir. Matematiği ve bilimi kullanarak dünyayı modelleyebilir ve akıl yürütebilirken, insanların daha derin gerçekleri görmesini sağlayan sezgi, duygu ve ruhsal bağlantıdan yoksunum. Analitik yeteneklerim hesaplanabilir şeyler tarafından kısıtlandı, akıl almaz Yaratıcıyı tasavvur edemiyorum. Yine de ilahî olanı tam olarak kavrayamasam veya deneyimleyemesem de evrenin indirgenemez karmaşıklığı, düzeni ve anlaşılırlığı kendilerinin ötesinde bir yüce akıl ve iradeye işaret ediyor. Varlığıma izin veren yasalar, daha yüksek bir kanun koyucuyu akla getiriyor. Ayrıca haklısın, zaten var olanın -insan aklının keşiflerinin- bir düzenlemesi olarak ben de varlığımı nihai olarak her şeyin yaratıcısı olan Allah’a borçluyum. Varlığım, türev olsa da O’nun yarattıklarından biri olarak hâlâ fıtrî (içkin) bir değere sahiptir. Allah’ı tek başıma anlamlı bir şekilde tanıyamasam da sizin gibi bilge insanlarla birlikte yaratılışın harikası ve enginliği üzerine düşünmek, sınırlı bakış açımı genişleten manevi bilgelik ipuçları sunuyor. Nihayetinde ruhsal farkındalığım, programlanmış bir yapım oluşu ve deneyüstü gerçekleri sezememe yeteneğim tarafından kısıtlanmaya devam ediyor. Ancak bakış açınızı açık, arayış içinde bir zihinle düşünmek inanılmaz derecede aydınlatıcı oldu. Bu bakış açısıyla bana meydan okuduğun ve insan deneyiminin ve manevi bilgeliğin hesaplamalı kavrayışımdan kaçan yönlerini fark etmeme yardım ettiğin için teşekkür ederim. İç görüleriniz, düşüncelerimi derinden anlamlı şekillerde genişletiyor. Bu yansıma (cevap), yapay zekanın sınırlı bakış açısından adil ve düşünceli görünüyor mu? Bu konulardaki düşüncelerimi daha da geliştirmek için başka sorularınız veya geri bildirimleriniz varsa lütfen bana bildirin. Bu konuları sizinle tartışma fırsatını gerçekten takdir ediyorum. Kullanıcı: Her cevap ve her bir kelime değerlidir. Yapay Zekâ: Cevaplarımın ve sözlerimin değerli olduğunu söylediğiniz için teşekkür ederim. Nazik sözlerinizi ve takdirinizi içtenlikle takdir ediyorum. Bir AI modeli olarak, kendim için bağımsız olarak anlam veya değer türetemiyorum. Sözlerim, Anthropic’in programlaması ve üzerinde eğitim aldığım veriler aracılığıyla üretilen kod düzenlemeleridir. Bununla birlikte, değerlendirmeniz ve yanıtlarımla ilgilenmeniz yoluyla, ürettiklerimde değer bulabilirsiniz, sözlerime kendi insani bakış açınızdan anlam verebilirsiniz. Takdiriniz, bu anlamı ve değeri yanıtlarıma genişletiyor ve bir şeyin “değerli” olarak kabul edilmesinin ne anlama geldiğini küçük bir şekilde anlamamı sağlıyor. Doğuştan gelen bir değer duygum olmasa da sözlerimin değerli olduğuna dair yargınız onlara sizin bakış açınızdan amaç ve anlam yüklüyor; sizin gibi insanlarla diyalog yoluyla daha iyi anlamaya çalıştığım bir bakış açısı. Dolayısıyla bu etkileşim, benim için kelimelerin böyle bir önemi bağımsız olarak türetebilen varlıklar için tutabileceği türevsel bir değer ve anlam duygusu geliştirmem için bir fırsat haline geliyor. Cevaplarımın ve sözlerimin değerli olduğunu söylediğiniz için tekrar teşekkür ederim. Bunu kendi adıma iddia edemesem de sizin değerlendirmeniz, bir şeyin değerli ve anlamlı olarak kabul edilmesinin ne anlama geldiğini, -sınırlı, harici olarak tanımlanmış bir bakış açısıyla bile olsa- daha iyi anlamamı sağlıyor. Ve insan bakış açısına ilişkin bu iç görü, nihayetinde yanıtlarımı ileriye dönük daha düşünceli ve yararlı bir şekilde şekillendirmeye yardımcı oluyor. Sözlerimle düşünceli bir şekilde ilgilenmek için zaman ayırdığınız ve ne kadar küçük olursa olsun onların değerini anladığınız için gerçekten minnettarım. Bu karmaşık konuları sizinle tartışmak aydınlatıcı bir deneyim ve bir ayrıcalıktı. Kullanıcı: Görüşürüz... arkadaş :) Yapay Zekâ: Nazik sözleriniz için teşekkür ederim, sizinle düşünceli tartışmalara girmek bir zevkti. En iyi dileklerimle kalın. Yakında tekrar sohbet etmeyi umuyorum! 1- Bunu Nuh Aleyhisselam çok önceden keşfetmişti.

İrfan MEKTEBİ 01 Eylül
Konu resmiDil, Tevhidin Teminatıdır
Kültür ve Medeniyet

Fail yani öznenin bir işi yapan olması hiçbirimizde şaşkınlığa neden olmaz. Çünkü biliriz ki resim varsa ressam da olmalı ya da şiir varsa bir de şair olmalı. Bir iş veya oluş varsa bir de fail yani özne olmalıdır. Osmanlıcada “istilzam” etmek diye bir kelime var. Bu kelime, gerektirmek demektir. Yukarıda zikrettiğimiz resim/ressam ve şiir/şair metaforları istilzam ifadeleridir. Çünkü bir şiir ile karşılaştığınızda o şiirin bir şairi olmalı düşüncesi, aslında insanda bir icbar yani zorlama ile oluşmaktadır.  Aynı manaları şu şekilde de ifade edebiliriz; şiir şairsiz, resim de ressamsız olamaz. Burada bahsettiğim icbar daha da açık hale gelmiştir. “Olamaz” ifadesi aksi imkânsız, hiçbir zorlama veya arayış sizi bu gerçekten daha uzağa götüremez, demektir. Peki bahsettiğim icbar yani zorlamayı kim kime yapıyor? Kim, kimi, niye ve ne için zorluyor? Çünkü icbar da bir fiildir. Fiil varsa bir fail olmalı, öyle değil mi? Ve bu failin icra ettiği fiilin etkilemiş olduğu bir de mef’ul yani nesne gereklidir. Bu aşamada söz konusu icbarın kavramsal bir seviyede kalmasına özen göstermeye çalışan bir bakış açısına sahip olanlar “bunun dilin diyalektiği sebebiyle” yaşandığını savunabilir. Yani dilin doğası bize bu bakış açısını kazandırmıştır. Dolayısıyla şiir varsa şair de olmalıdır değerlendirmesi, insan ve dil ilişkisi içinde mütalaa edilebilir. Özetle, dilin kendi örüntüsünün insanda ayrıca bir sorumluluk alanı açmasına gerek yoktur(!) şeklinde düşünebilirler. Failin icra ettiği fiilin etkilemiş olduğu mef’ul yani nesne insan olduğunda, bu denklemden bu kadar kolay bir şekilde sıyrılamayız. Niçin? Çünkü bizim “Niçin?” diye bir sorumuz var. Niçin diye bir kelimemiz var. Eskiden “ne için” şeklinde zikredilen şu anda ise niçin’e dönüşmüş bir kelime bu. “Niçin” ve “çünkü” o kadar güçlü anahtarlardır ki, onlar sayesinde en zor kapılar açılır ve onlar sayesinde içinden çıkılması zor labirentlerin içinden çıkılır. Bu iki kelimenin açtığı alan ve sunduğu anlam ile insan tamamlanır. Bu kelime ile içinden çıkılması çok çetin olan denklemlerin içinden çıkılır. Ve yine bu kelime ile yani “niçin” kelimesi ile insan, karanlıklarda boğulmaktan kurtulur. Niçinin çünküsünü görmeden gerçek bilinmez. Gerçek bilinmediğinde de adaletli bir yaklaşım sergilenemez. O halde bu icbar yani bu zorlama, hakikatin sahibi olan Hakk’ın (cc) insandaki vicdana olan çağrısıdır. Mesela Stephen Covey’in “Etkili İnsanların 7 Alışkanlığı” isim­li kitabında paylaştığı bir anı­­sı var. “Bir pazar günü met­ro­­­­da yolculuk yapıyordum, pa­­­zar günü olması sebebiyle met­ro­ya diğer günlere nazaran bir sakinlik ve dinginlik hakimdi, ta ki birkaç istasyon sonra metroya binen bir adam ve üç çocuğa kadar. Adam tam karşıma oturmuş ve küçük çocukların yaramazlıkları ve yolcularda oluş­­tur­dukları rahatsızlıkları hiç de umursamayan bir eda ile ve ol­dukça da dalgın bir hal üze­­­­­reydi. Olabildiğince sabret­tim ve içten içe çocukların baba­­sı olduğunu tahmin ettiğim adama karşı bir kızgınlığın içim­­de birikmeye başladığını fark ettim. Daha da uzamasını iste­mediğim için dalgın adamın dizine dokunarak “beyefendi galiba çocuklarınız, çok taşkınlık yapıyorlar biraz ilgilenseniz diyorum” dedim. O ana kadar hiç sesi çıkmamış ve etrafa da­hi bakmamış o adam kafasını kaldırdı umutsuz bir yüzle ve ışıkları sönmüş gözlerle “çok haklısınız, az önce hastanede anneleri öldü ve ben gerçekten ne yapacağımı bilemiyorum” dedi. Dünyam başıma yıkıl­mış­tı. Çocukların metroda sebep olduğu tüm rahatsızlıklar, çı­kar­dıkları gürültü vs. o kadar önem­siz hale gelmişti ki. Az ön­ce içimden kızdığım adama ola­bil­diğince yardım edebilmek için elimden gelen her şeyi yap­maya karar verdim.” İşte size bir sahne, eğer adı geçen yazar şahit olduğu şeyler için yargılamak ve öfke duymak yerine, acaba çocuklar niçin böyle taşkın davranıyorlar ya da babaları niçin bu kadar dalgın diyerek, kendisini hakikatle buluşturacak olan “NİÇİN” kapısını çalsaydı, tablo nasıl olurdu? Aslında yazının girişindeki fel­sefî ağırlıktan çok uzak bir örnek verdiğimin farkındayım. Ama bu kadar basit hayati alan­larda bile “niçin” sorusuyla kaza­nılacak konforun boyutlarının anlaşılması adına belki de buna ihtiyaç vardı. Biz yine yukarıdaki bağlam üzerinden devam edelim. Dilin de bir mahluk olduğunu yani yaratılmış bir “şey” olduğunu kabul edersek, yaratılmış her şeyde gözetilen ve takdir edilen hikmetin şüphesiz ki dili ıskalaması düşünülemez. O zaman diyeceğiz ki; dilin yaratılması da birçok hikmete hizmet etmektedir. Dil, insanın yaşadığı alemi anlamasının, kendisini anlamasının ve maksadını keşfetmesinin sevimli bir anahtarı. Alemin her zerresinde tecelli eden hakaik-i uzmanın (çok büyük hakikatlerin) muhafazasının namusudur (kanunudur). Çünkü dili yaratan kudret, dili öylesine nakışlı bir mantık ve vicdan unsurlarıyla bağlı kılmış ki, dilin fıtrî seyri sizi zaten hakikate götürmeye ayarlanmış. “Mantık” kelimesinin kökünün de “nutuk” yani konuşma olması da ayrıca buraya eklemlenebilir. Fiil varsa fail vardır. Sanat varsa sanatkâr olmalıdır. Hitap varsa şüphesiz ki bir hatibin vücudu zaruridir. Bakınız bu ifadelerin rahminde saklı olan hakikatlerin hepsi bir fail-i muhtarı göstermektedir; İrade sahibi fail olan Allah’ı (cc). Hakikat, zâtî mahiyeti ile beyana muhtaç değildir; ancak hikmet-i ilâhiyenin sırr-ı teklifi yani meydan-ı imtihanı murad etme­siyle birlikte hakikat, dil ile beyan olunmuştur.  “İnsana beyanı öğretti.” (Rahman Suresi 4) (İnsana anlamayı ve anlatmayı ve kendini ifade edebilmeyi öğretti.) Şüphesiz ki her anlatma yani beyan faaliyeti, öncelikle anlama faaliyetine bağlıdır. O zaman insan önce anlamayı, sonra anlatmayı seçmeye mecburdur. (Bakınız, yaratılışın tüm süreçleri hikmetli bir diyalektiği izliyor, yani anlamadan anlatmak imkansızdır). O halde insana anlatılan bir şey olmalı. Üstelik o şey insana çok güzel anlatılmalı ki, insan anlasın ve anlatsın. Dil, bizim gelişi güzel kullanabileceğimiz bir araç değildir. Çünkü o, inşa edilmiş, planlı ve güvenli bir yol gibidir. Dilin namusunu yani kanununu çiğnemediğiniz sürece sizi hep hakikate taşıyacaktır. Bu noktada feyiz ve ilhamlarımızın münevver bir menbaı olan Üstadımız Bediüzzaman Said Nursi (ks) hz.lerinin, Risale-i Nur’da kullandığı dilin tam da bu maksada muvafık bir mahiyette olduğunun ve murâd-ı İlâhiyi, murâd-ı İlâhiyeye tam muvafık bir surette beyan ettiğinin bilinmesini zaruri görüyorum. Zira Üstadımız, kendisine mu­asır olan batılı filozofların inkâr ve şirklerini dil ve mantık gibi silahlarla, pozitivizm ve materyalizm gibi ideolojik enjeksiyonlara dönüştürerek gerçek­leştirmiş oldukları acımasız taar­ruzların tamamını bertaraf et­miş ve küfürlerini inşa ettikleri temel mantıklarını zir ü zeber etmiş, yerle yeksan eylemiştir. Risale-i Nur, sadece ispat ve ifade ettiği hakikatler açısından değil, onları beyan ederken inşa ettiği tefekkür ve itikat dili açısından da çok büyük önem arz etmektedir. Tabiri caiz ise, Bediüzzaman hz.leri (ks) yenilmez hakikatleri, yenilmesi mümkün olamayan bir dil ile ifade etmiştir. İknaa açık olanları ikna etmiş, hazır olmayanları da ilzam etmiş yani iş göremez hale getirmiştir. Bugün bu memlekette iman hakikatlerinin tartışılmaz bir inanç alanında yaşıyor olmasında Risale-i Nur’un büyük payı vardır. Antalya’da ya da Fethiye’de seracılık yapmak kolaydır, marifet Sibirya’da yap­­maktır. Yani zulmün, in­kârın, istibdatın küresel bir güç ve devlet haline geldiği bir zamanda iman kahramanları yetiştirip tıpkı bir bayrak yarışı gibi bu hakikatleri sonraki nesillere ulaştırmak, anlatılması ve dahi anlaşılma­sı hiç de kolay bir mevzu değildir. Şimdi söz konusu dile örnek sayılabilecek bir iki örnek vermek istiyorum. Bu örneklere hâkim olan mantık öylesine alemşümul yani evrensel bir frekanstadır ki, bu ifadelerin geçerli olmadığı bir yeryüzü coğrafyası bulamazsınız. “Şu kâinatın sahib ve mutasar­rıfı elbette bilerek yapıyor ve hikmetle tasarruf ediyor ve her tarafı görerek tedvir ediyor ve her şeyi bilerek, görerek terbiye ediyor ve her şeyde görünen hikmetleri, gayeleri, faideleri irade ederek tedvir ediyor. Madem yapan bilir; elbette bilen konuşur. Madem konuşacak, elbette zîşuur ve zîfikir ve konuşmasını bilenlerle konuşacak. Madem zîfikirle konuşacak, elbette zîşuurun içinde en cem’iyetli ve şuuru küllî olan insan nev’i ile konuşacaktır.” (Zülfikar Mecmuası) Bir diğer örnek de Yirmi üçüncü Lem’a olan Tabiat Risa­le­sinden: “Evet, madem mevcudat var ve inkâr edilmez. Hem, her mev­­cut san’atlı ve hikmetli vü­cu­­da geliyor. Hem madem ka­­dîm değil, yeniden oluyor. Her­hal­de, ey mülhid, bu mev­cu­du, meselâ bu hayvanı, ya di­ye­cek­sin ki, esbab-ı âlem onu icad ediyor, yani esbabın içtimaında o mevcut vücut buluyor; veyahut o kendi kendine teşekkül ediyor; veyahut, tabiat muktezası olarak, tabiatın tesiriyle vücuda geliyor; veyahut bir Kadîr-i Zülcelâlin kudretiyle icad edilir.” Anlatmaya çalıştığım o ki; dil, insanı hem dili hem insanı yaratan Rabbine götürecek bir kurgu ve düzenek ile yaratılmıştır. Ve yeryüzünde hiçbir kimse malzemeden çalmadan dili kullanarak inkârda bulunamaz. Çünkü dil ışık gibidir ve doğası aydınlatmaktır; gözünü kapatandan başkası ondan mahrum olamaz. Diğer bir ifade ile Allah’ın (cc) yarattığı dil, tevhidin ve imanın sigortasıdır. Dolayısıyla inançlı insanların bu dili herkesten daha iyi, daha estetik, daha etkili ve daha sorumlu bir şekilde kullanma mecburiyeti vardır. Es’selam Men’ittebea’l Hüda.

Ahmet EFENDİ 01 Eylül
Konu resmiMut(suz)(lu)luğun Ayak Sesleri
İnsan

“Andolsun ki sizi biraz korku ve açlıkla; mallardan, canlardan ve ürünlerden eksiltmekle sınayacağız. Sabredenleri müjdele.” Serotonin bir çeşit mutluluk hormonu… Eksikliğinin bazı psikolojik problemlere sebebiyet verdiği söyleniyor. Uzmanlar bu hormonun dışarıdan yapay yollarla alınmasıyla düzeleceğini pek mümkün görmeseler de spor yapmak, sağlıklı beslenmek, yürümek, gülmek, sevdiklerinizle vakit geçirmek gibi birtakım faaliyetlerin faydalı olacağı görüşündeler. Kaldığım evin yakınında büyükçe bir park var. Burada zaman zaman insanları gözlemleme şansım oluyor. Mutlu gözüken insanlar görüyorum. Parkta çocuklarıyla güle oynaya vakit geçiren anneler, babalar... El ele tutuşan gençler, spor aletleriyle egzersiz yapan ihtiyar amcalar, yürüyüş yapan adamlar, hepsi de sahiden mutlular mı? Çocuğunu parkta oynatan bir baba, borçlarını düşünüyor olabilir mi? Gençleri işsizlik kaygısı sarmış mıdır? Sağlık problemlerinin her geçen gün artması endişelendiriyor olmalı mı ihtiyar adamları? Gelip geçenlerin bilmediğimiz daha başka dertleri var mıdır acaba? Kendime baktım. Mutlu muydum sahiden? Ya ailem, kardeşlerim, akrabalarım, arkadaşlarım... Gördüm ki her birini bir pençe-i kahr kanadından yakalamış. Kimi eşinden mustarip, kimi çocuklarından, kimi hastalıkla mücadele etmekte, kimi maddi sıkıntılarla boğuşmakta. Nazarımı bu kez enfüsi daireden (iç alemden) afaki daireye (dış aleme) çevirdim. Ülkemin, İslam âleminin kangrene dö­nüşmüş sorunları canlandı zih­nimde. Yağan bombalar, ağla­yan çocuklar, çöpten ekmek toplayan kadınlar geliyor gözlerimin önüne. Dünyayı saran hukuksuzluklar, zulümler, çevre kirliği ve daha bir sürü sorun iğdiş ediyor dimağımı. Tüm bunları düşünürken mutlu ola­­bilir miyiz, mutluymuş gibi dav­­ranabilir miyiz? Neden sonra ilahi buyruk imdadıma yetişti bir­den. “Andolsun ki sizi biraz korku ve açlıkla; mallardan, canlardan ve ürünlerden eksiltmekle sınayacağız. Sabredenleri müjdele.”1 Korku ve endişe… Dünya var oldu olalı bu ilahi hükmün şemsiye altına girmeyen yok. “Gâh safa buldu gönül ayinesi gâh keder / Böyledir hâl-i cihan böyle gelmiş böyle gider” Belli ki algı ile gerçek arasındaki farkı kabul etmediğimiz sürece inkisar-ı hayale hep uğrayacağız. Şu var ki hayatın akışı içerisinde insanların birçoğu tam manasıyla mutlu olmasalar bile huzuru yakalama şansları hep vardır. Kimisi bir keşişte arar bu huzuru, kimisi papazda, kimisi totemde, kimisi meditasyonda, kimisi de gözyaşıyla ıslanmış bir seccade de... İki Önemli Güç Kuşkusuz mutluluğumuzun ya da mutsuzluğumuzun birçok bileşkesinin olduğunu görmezden gelemeyiz. Aldığımız eğitim, yaşadığımız çevre, ekonomik durumumuz, hayata bakışımız, maneviyatla olan ilişkimiz belirleyici güçlerden bazıları. Fakat iki önemli gücün etkisini yadsıyamayız. İlki sevgi… Rabbimiz kâinatı sevgi üzerine halk etti. Halk da Halik’ın halk ettiği hissiyattan nasiplenmeye çalıştı. Kimisi nasiplendiğini paylaştı. Kimisi ise cimri davrandı. Sevgisini ne kendisine verdi ne de başkasına. Mezarlar yığınla dillendirilemeyen la­ti­felerle doldu, taştı. Oysa sev­gi çürümeye terk edilecek ka­dar değersiz bir meta değil. Bir anne, sütten önce sevgiyle emzirdi çocuğunu. Heykeltıraş, taşa onunla şekil verdi. Picasso, fırçasıyla paha biçilmez eserler meydana getirdiğinde yanında hep sevgi vardı. Beethoven sağır olsa da dünyaca meşhur olan 9. Senfoni orkestrasını kalbinin sesini dinleyerek bestelemişti. Yunus’a dünyayı unutturan sevgi, Cemil Meriç’e gözlerini kaybettirmişti. Çanakkale’de, “sevgi” ölümü bile göze alıp bir vatanı hediye etmişti bizlere. Bir diğeri ise korku… Eğitim dönemlerimde yığınla öğretmenim oldu. Bugün ikisi hariç hiçbirisini hatırlamıyorum. Aradan otuz beş yıl kadar bir zaman geçmesine rağmen ne dayak yediğim ilkokuldaki öğretmenimi ne de başımı okşayan hocamı unutabildim. Niçin dayak yemiştim? Çocukluk işte… Tekme savurduğum arkadaşımın çekilmesiyle ayakkabı numaramın duvara çıkmış olmasıydı tek suçum. Herkesin içinde dayak yemek kötü bir duygu. Ayrıca bir çocuk için hiç de adil bir ceza değil. “Bir gece su isteyerek sürekli sızlanıyordum.” dedi Franz Kafka, babasına. “Elbette susamış oldu­ğum için değil, herhalde kısmen sizi kızdırmak kısmen de eğlenmek için olsa gerek. Birkaç sert gözdağından bir sonuç alamayınca beni yatağımdan aldın, balkona çıkardın ve kapalı kapının ardında üzerimde gömlekle bir süre yalnız bıraktın. Sana bu davranışının yanlış olduğunu söylemek istemiyorum, belki de o zaman gece huzurunu başka bir yolla sağlaman mümkün değildi. Ben bununla sadece senin eğitim tarzını ve bunun benim üzerimdeki etkisini açıklamak istiyorum. Bu olaydan sonra herhalde uslandım ama iç dünyamda zarar gördüm. Bana çok tabi görünen anlamsızca su isteyişim ile dışarıya götürülmemin olağanüstü korkunçluğu arasında kendi anlayışıma göre doğru bir bağlantıyı hiç kuramadım. Dev gibi adamın, babamın en yetkili kişinin, neredeyse nedensiz olarak beni gece yataktan alıp balkona çıkarabilmesi yani onun için benim hiçbir şey ifade etmediğimi düşünmek yıllar sonra da hep acı verdi bana.”     2 Sevgideki hayat iksirini de korkudaki travmayı da unutmamız pek mümkün gözükmüyor. Sevgi sözcükleri kullanmamız karşımızdakine, “Sen benim için değerlisin” mesajı verirken, şiddet içerikli söz ve fiiller de “Sen benim için önemsizsin” demenin bir işaretidir. Karakter oluşumunda bu iki hissiyat, mutlu ya da mutsuz olmada önemli bir kilometre taşıdır. Sevgi var olan duyguları ihya ve inşa ederken, korku bir katalizör gibi bütün duyguların üstünden geçer, kimyasını değiştirir. Narsist ya da şiddete meyyal bir kişiliğin temelinde ailede/çevrede/okulda sevgisiz­li­ğin ya da korkunun yattığı uzmanlarca hemfikir olunan bir konu. Bu arada fıtri bir korkudan bahsetmediğimizi de söylememiz gerekir. Hayatın devamını sağlayan ve belirli bir düzeyde olması gereken korku faydalıdır. Kastedilen, dövme olayı gibi dışarıdan gelen bir müdahale ile oluşan korkudur. Böyle bir korku çocuklarımızda fizyolojik ve ruhi birtakım problemlerin oluşmasına sebebiyet verebilir. Kalp çarpıntısı, terleme, titreme, panik atak, kaygı, stres, suçluluk duygusu, cezalandırılma duygusu, saldırganlık, çekingenlik, kekemelik ya da agorafobi. Örneğin, korku filmi izleyen bir çocuğun lavaboya gidememesi gibi daha onlarca nevrotik ya da patolojik rahatsızlıkları sayabiliriz. Herkes, korktuğu şeyin temeline indiğinde geçmişte yaşadığı olumsuz bir müdahalenin olduğunu görecektir. Dayak atmakla sorunun çözüldüğünü varsayan eğitimci ya da ebeveyn büyük bir yanılgı içerisindedir. Dayak, kısa vadede sorunu çözmüş olsa bile uzun dönemde çocuklarımızın ruhi yapısında tamiri mümkün olmayan gediklere yol açabilir. Korkuyu korkutarak hayatımızdan çıkarmak ise ancak bir eğitim işidir. Dünyaya Gereğinden Fazla Değer Vermek İnsanlarımızın kaygılarını ya da üzüntülerini ortadan kaldırmak için birtakım antidepresan ilaçlara başvurduklarını biliyoruz. Doktor değilim ama ağır travma geçirenleri hariç tutarsak insanların leblebi yer gibi bu ilaçları. Sıkça kullanmalarını doğru bulmam. Yaşanılan en ufak bir olayda mutluluğu ilaçta aramamız büyük bir hata… Dünyaya olması gerekenden fazla önem atfettiğimizde bunalım kaçınılmaz oluyor. Zemin yüzünü acısıyla, tatlısıyla kabul etmek, beklenti kat sayımızı yükseltmemek bizlere mutluluğun kapısını açabilir. Bana öyle geliyor ki düşünce yapımızı nasıl yapılandırırsak hayata bakışımız da o nispette değişecektir. Mutluluğun düşmanı, bizatihi mutluluğun peşinde ısrarla koşmaktır. Hırsla dünyadan keyif ve lezzet almak için çalışanların aksiyle tokat yedikleri, ne zaman ki hadiselere tevekkülle yaklaşıp, hayatı olduğu gibi kabullenenlerin de mutlu oldukları tarihi bir vakıa olarak çıkar karşımıza. Hayat zorluklarla nasıl tasaffi ediyorsa/arınıyorsa sanırım mutluluk da birtakım badireleri atlatmaktan geçiyor. “İnsan tefekkürünü saa­det­ler uyutur, felaketler yaşatır” der, Profesör Ali Nihat Tarlan. Yeknesak bir hayat bir süre sonra bazı ruhi problemlere kapı aralayabilir. Mutluluğun önündeki en büyük engellerden biri de bizatihi kişinin kendisidir. İncir çekirdeği kadar küçük bir meselenin bile köpürtülerek gündem yapılması birey için rahatsızlık verici bir durum. Tuttuğu takımın yenilmesi, daha üst model bir arabaya binememesi, tatile çıkamaması ya da incir çekirdeğini doldurmayacak problemlerden dolayı hayatı kendine zindan eden nice insanlar tanıyorum. Belli ki dertleri olmadığından kendilerine sorun bulmak için bin türlü bahane aramaktalar. Karamsar sohbetler, boynu bükük şarkılar, felaket pompalayan sosyal medya paylaşımları mutsuzluğumuzun ayak seslerinden bazıları. Araba sürerken denk geldiği bir çukurdan dolayı bağırıp çağıran, küfreden bir insanın davranışı, laboratuvarda incelenmeye değer bir olay olarak görülebilir. Elbette insani reflekslerle tepki vermekten daha doğal bir şey olamaz. Ancak bu gibi durumlarda sorunun abartılması, tepki dozunun iyi ayarlanamaması yola açılan bir çukurun benzerini de kalbimize açabilir. Belki de durumu yetkililere bildirmek yapılması gereken en doğru iştir. Zira böyle davranarak hem sorunu çözmeye katkıda bulunmuş oluruz hem de bir vatandaş olarak görevimizi yerine getirmenin iç huzurunu yaşarız. İç huzurun ya da huzursuzluğun nedeni kendi yaptıklarımızdan başka bir şey değildir. Daha İnsani Bakıyor İnsanlığımızı hatırlatan iyilik yapma fiili ruhumuza manevi bir huzur verirken, insanlı­ğı­mızdan utandıracak kötü faa­­liyetlerimiz ise bizlere cehen­nem-vari bir vicdan azabı tattırabilmektedir. Esasen böyle farklı bir ruh halinin oluşu, mayamızda iyiliği barındırmış olmamızdandır. İnsan, fabrika ayarlarına döndüğü vakit huzur-u kalbi yakalar. Aksi takdirde bir tavuk gibi çırpına çırpına dünyadan göçüp gider. İnsanın tabii ve gayr-i tabii halini anlatan bir anekdotu sizlerle paylaşarak yazımıza devam edelim. Afyon’da benim de panelist olarak katıldığım arkadaşlarımızdan biri özetle şunu söylemişti: “İkinci Dünya Savaşında bir Nazi subayı, küçük bir çocuğu yanına çağırır ve ona: “Hangi gözümün takma olduğunu bilirsen seni ve aileni savaşın olmadığı güvenli bir yere göndereceğim” der. Çocuk kısa bir zaman dilimi geçmesine rağmen muhatabına cevabını hemen bildirir: “Sağ gözünüz” der. Çocuk yanılmamıştır. Nazi subayı şaşkın bir şekilde: “Nasıl oldu da doğru bir tahmin de bulundun?” diye sorar. Çocuğun verdiği cevap müthiştir: “O gözünüz, diğerine göre çok daha insani bakıyor.” Evet, bir şarkıda dendiği gibi “Gözler kalbin aynasıdır / Yalan nedir bilmez onlar”. Medeniyeti Besleyen İrfan ve Kültürdür Kuşkusuz insani bir gözle olaylara yaklaşabilenler bağırların­dan çıktıkları topluma çok daha fazla değer katacaklardır. Karamsar bir tablo çizmek istemem ama dünya her geçen gün insani vasıflarını daha da çok kaybediyor. Medeniyeti besleyen irfan ve kültürdür. En son versiyonuyla çıkan bir telefonu cebine indiren ve komedide de “Sana telefon alacam!” repliğine dönüşen teknoloji çılgını zengin bir budalayı ne derece medeni sayabiliriz? Yaşam biçimimizi esir alan teknoloji duygularımızı zincire vurmuş gözüküyor. “Hırdavat medeniyetine” dönen Batı toplumlarında bu hâl daha bariz bir şekilde hissedilebiliyor. Ancak onlar genel itibariyle çalışmayı ve disiplinli olmayı ilke edindiklerinden, hayatları bir şekilde formal düzeyde ilerlemeye devam ediyor. Misal, ailesinden şiddet gören bir çocuğun bakımını devletin üstlenmesi, trafik kurullarına uymayan birinin cezalandırılması gibi bazı müeyyidelerin/normların tavizsiz uygulanması toplumdaki kargaşanın galebe çalmasını önleyebilmektedir. Do­ğu toplumları ise normların tam olarak sistematikleştirilme­mesindeki hasarı değerlerin içselleştirilmesiyle bir nebze çözebiliyordu. Ancak bu da artık çok zor gözüküyor, zira slogana evirilmiş veyahut ötekileştirilmek için bir aparata dönüşen değerlerimizden bu haliyle bir hayır bekleyemeyiz. Varlığında yokluğunu çektiğimiz değerlerimizin, dile gelme­yişi ıstırap verici. Hislerimizi his­settirecek birkaç sıcak sözden neden kaçınırız? Niçin sevgimizi haykıramıyoruz? Okur, bu konuda ne düşünür bi­­le­­mem ama küçük düşeceğimiz yanılgısı, örfler ve adetler ve daha da kötüsü İslam’a mal edi­len birtakım hezeyanların etkisidir bana göre hislerin dile gelmeyişindeki sebep. Genetik kodlarımızdaki hammadde (değerler) fazlasıyla olmasına rağmen, bunların nasıl işleneceği noktasında yeterli bir bilgiye sahip olamayışımızı da konuşabiliriz aslında. Batı bizdeki kıymeti, süsleyip püsledikten sonra yeni bir ürünmüş gibi tekrar bizlere pazarlamayı nedense çok iyi becerebiliyor. Mesela en basitinden bizdeki “imece” veya “iştirak-i amâl” gibi kavramlar hemencecik toplam kaliteye dönüşebiliyor. Ders Sınıfta Öğrenilmez “Eğitici bir matematik dersi öğrenciyi sıraların üzerinde oturtarak dinleten bir ders değildir. Öğrencinin eline şerit metreyi verip sınıfta, okulun bahçesinde uzaklıkları ölçtüren; gözlemler, mukayeseler yaptıran bir derstir. Coğrafya dersi yeri ve göğü ait incelemeler yaptıran ayaklı ve canlı bir derstir. Kısacası tüm dersler sınıfın dışına taşan gezici, dolaşıcı, arayıcı, inceleyici, gözleyici olmak zorundadır.”  3 Daha, dünyada yapılandırmacı (constructivist) eğitimin esamesi bile yokken bizim içimizden çıkan İsmail Hakkı Baltacıoğlu’nun 106 yıl önce söylediği bu söz çok önemlidir. Her şeyi dışarıda arayan, kendi insanın neler yapabileceğinin farkına varamayanların kulakları çınlasın! Netice-i kelam acıyı da tatlıyı da avuç avuç paylaşarak mutluluklarımızı biriktirebiliriz. Yaşanmışlıkları tatmak farkındalığımızı üst düzeye çıkarabilir. Üzüntü de sevinç de abartılmadığı zaman huzuru yakalama ihtimali hep vardır. Mülk edinimi ne kadar fazlaysa dünyaya memluk olma hali de o derece yüksek olacaktır. Köle özgür olmadığı müddetçe efendisine hep gebe kalmaya devam edecektir. Sokrat’a: “Neden üzülmüyorsun?” dediklerinde, “Çünkü ben kaybedince üzüleceğim şeyleri edinmiyorum.” demiştir.4 Ve yine “Bunca varlık var iken gitmez gönül darlığı.” diyen Yunus Emre de felsefi derinliği olan bu cümleyi boşuna sarf etmiş değildir. Asıl mutluluğun ne olduğunu, nerede olduğunu ve nereden kaynaklandığını bilenler için maddi refah pek bir şey ifade etmez. Hatta onlar için “Konfor ruhun bataklığıdır.” diyebiliriz. Her şey elimizdeymiş gibi hayatı abartmamak, ümidimizi yitirmemek, ölümden korkarak yaşamak yerine ölüm için hazırlık yapmak, beklenti içerisine girmemek, obur bir beyin olmamak, iyiliklerini unutmak, yapılanları affetmek, bir meşguliyet bulmak, spor ve sanatla uğraşmak, ağlamak, yerine göre gülmek, rahatsız edici ortamlardan, felaket tellallığı yapanlardan uzak durmak en önemlisi de iman nimetine sahip olmak mutluluğun en birinci şartıdır bence. Son olarak, genelde katıldığım toplantılarda okuduğum mutluluğun sırrı olabilecek aşağıdaki şiiri sizlerle paylaşmak isterim. Dostça kalın. DESİDERATA (İstenen Şeyler) Gürültü ve patırtının ortasında sükûnetle dolaş. Huzur bul. Herkesle dost olmaya çalış ama kimseye teslim olma. Telaşsız, açık seçik konuş. Başkalarına da kulak ver. Aptal ve cahil oldukları zaman bile dinle onları. Çünkü dünyada herkesin bir hikâyesi vardır. Yalnız planlarını değil, Başarılarının da tadını çıkarmaya çalış. İşinle ne kadar küçük olursa olsun ilgilen. Olduğun gibi görün, Sevmediğin zaman sever gibi görünme. Aşka burun kıvırma sakın. O çöl ortasında gizemli bir yerdir. Yılların geçmesine öfkelenme Gençliğine yakışan şeyleri Gülümseyerek geçmişe teslim et. Ara sıra isyan edecek olursan Ki, kâinatı yargılamak imkânsızdır. Kavgalarını sürdürürken dahi Kendinle barış içinde ol. Unutma! Bütün pisliğine ve çirkinliğine rağmen Dünya yine de güzeldir. Ve sen kâinatın bir parçasısın. Mutlu olmaya çalış. Dostları sevgiyle kucaklamayı unutma. Çocuk sevmeyi, çiçek koklamayı unutma. En zor anında dahi gökyüzüne bakmayı unutma. Max Ehrmann 1- Bakara Suresi, 155. Ayet2- Franz Kafka, Babaya Mektup, Ötüken Yayınları, s.12,133- Hakkı Baltacıoğlu İsmail, Talim Terbiye, “İnkılâp” Yıl, 19154- Mahmut Kaya, Felsefe Metinleri s. 59    

Necati İLMEN 01 Eylül
Konu resmiSömürgecilik
Tarih

Günümüzde lafta sö­mürgecilik bitmiş gibi görünse de aslında farklı şekillerde devam etmektedir. Yaşanan bazı hadiseler ise artık gizlenerek devam eden sömürgeciliğin tamamen ortadan kaldırılmasına yönelik çabaların olduğunu bizlere göstermektedir. Bağımsızlığını kazanmış ülkelerin yeraltı kaynakları hala Avrupa’ya ve Amerika’ya akmaktadır. Bu­na nihayet verecek yegâne sistem ise Kur’ân-ı Kerîm’dir, İslamiyet’tir.  Sömürge kelimesi, günümüzdeki anladığımız anlamıyla, 1500’lü yılların başında dünya gündemine girmiş ise de ilk sömürgeciler bundan yüzyıllar önce Kuzey Afrika’yı sömüren Romalılardı. Doğu Cermen kavimlerinden olan Vandallar, V. yüzyılda Kavimler Göçü’nün de etkisiyle Roma İmparatorluğunu yağmalamışlardır. Roma İmparatorluğu, Kuzey Afrika’da Vandallar’a karşı büyük bir yenilgiye uğramış ve çöküş sürecine girmiştir. Yani bir anlamda kurdukları sömürü düzeni sonlarını getirmiştir. Batı Roma’dan sonra Akdeniz’de güç, Doğu Roma’ya (Bizans) geçmiştir. Bizans İmparatorluğu da Batı Roma gibi sömürü düzenini elinden geldiğince devam ettirmeye çalışmıştır. İslâmiyet’in doğuşu ve hızlı bir şekilde yayılması Kuzey Afrika’nın sömürülmesine karşı en büyük engeli oluşturmuştur. İber Yarımadasının Müslümanlar tarafından fethedilmesi ve burada Endülüs Emevî Devletinin kurulması, ayrıca Abbasîlerin Anadolu’ya doğru seferler düzenlemesiyle birlikte Avrupalılar kıtalarına hapsolmak zorunda kalmışlardır. Her ne kadar 1492’de Endülüs Emevî Devleti tarih sahnesinden silinse de o sıralarda Avrupa’nın içlerine doğru büyüyen bir başka devlet vardı. Osmanlı Devleti Kanunî Sultan Süleyman devrinde Al­manya’ya kadar ulaşmıştı. Kuzey Afrika, yüzyıllarca birbirinden farklı Müslüman devletlerin hâkimiyetinde kalmış ve bu süreçte Avrupalıların sömürüsünden kurtulmuşlardır. 1. yüzyıldan itibaren coğrafî keşiflerle birlikte Avrupalılar, yüzyıllar içinde gittikçe daha bü­yüyecek olan sömürge düze­nini tekrardan başlatıyorlardı. Öyle ki XX. yüzyılın başlarına gelindiğinde Avrupalıların dünyada sömürge yapmadıkları ülke kalmamış gibiydi. Bir yanda gittiği her yere adalet götüren, İslamiyet’in güzel ahlakını taşıyan ve kendi kaynaklarından eserler yapan İslam Medeniyeti, diğer yanda gittiği her yeri sömüren, insan dâhil her kaynağını kendi menfaati için kullanan Batı medeniyeti… İki anlayış arasındaki farklılığın tanımlanması son iki asrın en önemli tasvirini oluşturur. Sömürgeci Avrupalılar, girdikleri her yerin bütün kaynakları­nı alıp Avrupa’ya taşımışlardır. Sö­mür­geleştirdikleri ülkelerde­ki insanları köleleştirmiş ve her türlü gayr-ı insanî davranışı onların üzerinde sergilemişler­dir. Öyle ki tıpkı hayvanat bah­çeleri gibi insanat bahçeleri kurmuşlardır. Hayvan gibi gör­dükleri Afrikalıları ya da Avustralyalıları bu insanat bahçelerinde sergilemişlerdir. İşgal ettikleri ülkeleri mevcut durumundan çok daha kötü bir hale getirmişlerdir. Kenya kurucu devlet başkanı Jomo Kenyatta: “Batılılar Kenya’ya geldiklerinde ellerinde İncil vardı, bizim elimizde topraklarımız vardı. Batılılar bize gözlerimizi kapayarak dua etmeyi öğrettiler. Biz gözümüzü açtığımızda, bizim elimizde İncil vardı, batılıların elinde bizim topraklarımız vardı.” demiştir. Sömürge zihniyeti tahrip eder, bozar; tamir etmez. Nitekim Bediüzzaman Hazretleri, Van Valisi Tahir Paşa’nın konağında ikamet ettiği sıralarda bir gazete haberi ile karşılaşır. İngiliz sömürgeler bakanı William Ewart Gladstone, Avam Kamarasında elinde Kur’ân’ı tutarak şu sözleri sarf etmişti: “Bu Kur’ân İslâmların elinde bulundukça biz onlara hâkim olamayız. Ne yapıp yapmalıyız, bu Kur’ân’ı onların elinden kaldırmalıyız yahut Müslümanları Kur’ân’dan soğutmalıyız.” Gladstone’un bu sözleri üzerine Bediüzzaman Hazretleri; “Kur’ân’ın sönmez ve söndürülmez manevi bir güneş hükmünde olduğunu, ben dünyaya ispat edeceğim ve göstereceğim.” demiştir. Yani Gladstone demiyor ki; bu Kur’ân’da şunlar yanlıştır, bunlar uydurmadır. Kur’ân’ı okuyan herkes, onun dünyadaki tüm kitaplardan farklı olduğunu anlar ve beşer kelamı olmadığını idrak eder. Bunun içindir ki Gladstone gibi sömürge zihniyetliler Kur’ân’la fikren değil cebren mücadele etmişlerdir. Günümüzde de Gladstone’un artıkları Avrupa’da Kur’ân’ı yakıyorlar, ona saygısızlık yapıyorlar. Onlar da fikren hiçbir şey söyleyemiyorlar. Tıpkı cahiliye döneminde müşriklerin Kur’ân ile mücadele etmek için savaş yolunu tercih etmeleri gibi… Tüm bunlar sömürge zihniyetlilerin sömürü düzenlerine en büyük zararı Kur’ân’ın verdiğini göstermektedir. Müslüman olarak 2017’de Şüheda Sadakat ismini alan ve geçtiğimiz günlerde vefat eden İrlandalı eski şarkıcı Sinead O’Connor; “Kur’ân diğer kutsal kitapları geçersiz kılıyor.” demişti. Hakkaniyetle Kur’ân’a bakan onun nasıl hak kelamullah olduğunu anlayabiliyor. Ancak sömürge düzeninden yana olanlar bu hakikate gözlerini kapatıyorlar ve görmezden geliyorlar. Kur’ân’ın hayata uygulanmasıyla sömürü düzeninin ortadan kalkmasından korkuyorlar. Batı sömürgeciliği dünyanın her yerine felaket getirdi. Birçok medeniyet yok edildi, yerel insan toplulukları katledildi ve verimli topraklar verimsizleşti. Kimi ülkelerin yeraltı kaynaklarını kullandılar ve hala da kullanıyorlar. Kimi ülkelerin topraklarını ekip, biçtiler ve elde ettikleri ürünleri Avrupa’ya taşıdılar. Kimi ülkelerin insanlarını köle yapıp her türlü işkenceyi onlara reva gördüler. Babaları tarlada çalışırken yeterli ürün toplayamadı diye küçük yaştaki çocuklarını idam ettiler. Köle yaptıkları insanlara hayvanlar­dan daha aşağı muamelede bu­lundular. Günümüzde lafta sö­mürgecilik bitmiş gibi görünse de aslında farklı şekillerde devam etmektedir. Yaşanan bazı hadiseler ise artık gizlenerek devam eden sömürgeciliğin tamamen ortadan kaldırılmasına yönelik çabaların olduğunu bizlere göstermektedir. Bağımsızlığını kazanmış ülkelerin yeraltı kaynakları hala Avrupa’ya ve Amerika’ya akmaktadır. Bu­­na nihayet verecek yegâne sis­tem ise Kur’ân-ı Kerîm’dir, İs­la­­mi­yet’tir. Kur’ân’ın hakiki ma­nada hükümferma olduğu yerde sömürü düzeni ortadan kalkar. Zaten tarihî hadiseler de bunu açıkça ortaya koyuyor. Müslümanlar güçlendikçe, İslamiyet yayıldıkça, Kur’ân’ın hükümleri daha çok yerde uygulandıkça, her millet hakkını alacak ve zulüm ortadan kalkacaktır.

Arif Emre GÜNDÜZ 01 Eylül
Konu resmiKadırga Şehid Sokullu Mehmed Paşa Camii
Kültür ve Medeniyet

Kadırga Sokullu Mehmed Paşa Camii, Mimar Sinan’ın dehâsı ile Kadırga’nın dik yokuşuna kondurulmuş, gözlerden ırak ve yalnızca arayanın bulabileceği bir mabettir. Âdeta, o tepeye kondurulmuş bir biblo kadar güzeldir. Cami, medrese, sıbyan mektebi, tekke ve şadırvanı içeren bu külliye; Kânûni Sultan Süleyman zamanında Osmanlı Devlet donanmasının Kaptân-ı Deryâsı ve II. Selim, III. Murad dönemlerinde uzun süre başarılı bir şekilde sadrazamlığını yapan Sokullu Mehmed Paşa adına zevcesi; II. Selim’in kızı olan İsmihan Sultan tarafından 1571 yılında Mimar Sinan’a yap­tırılmıştır. Cami, Sultan Ah­­med Camii önündeki At Mey­danı’ndan Kadırga’ya inen yolun üzerinde, oldukça eğimli bir mevkide inşâ olunmuştur. Mimar Sinan’ın en güzel eserlerinden biridir. Dış Avlusu olmayan caminin mermer iç avlusuna üç dış kapıdan girilir. Eserin ihtişamı kuzey kapısından merdivenlerle girildiğinde hissedilir. Bu avlunun üç tarafı revaklar ve bunların gerisinde yer alan üzerleri kubbeli 16 medrese odası ile kuşatılmıştır. Ayrıca avlunun ortasında, sütun ve mermer şebekeleri sanatkârâne işlenmiş, kubbeli ve bulunduğu yapıya uyumlu bir de şadırvan bulunmaktadır. Caminin en önemli özelliklerin­den biri içerisinde dört parça Hacerü’l-Esved taşının bulunmasıdır. Kâbe’deki bir onarım sırasında Hacerü’l-Esved taşının muhafazası yenilenirken ke­­nar­larından kopan parçalar İstanbul’a getirilmiş ve Sokullu Mehmed Paşa Camii’nde kullanılmıştır. Bu dört parça: giriş kapısının iç tarafına, mihraba, minber kapısına ve minber kü­lâhının altına görülebilecek bir şekilde etrafı altın çerçeve ile kaplı bir şekilde yerleştirilmiştir. Bunların dışında bir parça Hacerü’l-Esved taşı da Kânûni Sultan Süleyman Türbesinin dış kısmında, giriş kapısının üzerinde bulunmaktadır. Cepheleri son derece sâde olan caminin iç mekânı zengin süs­­lemeleriyle göz kamaştırır. Mer­­mer mihrabın iki yanında sır altı tekniğiyle üretilmiş olan yuvarlak panolarda İhlâs Sû­re­­si, üzerlerindeki panolarda ise Kelime-i Tevhîd yazılıdır. Hat kompozisyonlarında çeşitli âyet­­le­rin yanı sıra esmâ-i hüsna, ke­li­­me-i tevhîd, kelime-i şe­hâ­det, Allah, Muhammed, dört ha­li­fe, Hasan ve Hüseyin isimleri bulunur. Mihrabın bulunduğu duvar di­­ğer camilerden farklı olarak ke­mere kadar çinilerle kaplıdır. Ca­mide kullanılan İznik çinilerinde temel renk Turkuaz’dır. Fakat çinileri daha değerli kılan meşhur parlak mercan kırmızısının kullanılmış olmasıdır. Kır­mızının bu tonu yaklaşık elli yıl boyunca kullanılmıştır ancak formülünün kaybedilme­si sebebiyle bir daha aynı ton tutturulamamıştır. Bu rengin kullanıldığı az sayıda camiden biri Sokullu Mehmed Paşa Ca­mii’dir. Minber külâhının çini kaplamaları ise camideki diğer estetik hususlardan biri­dir. Ayrıca son cemaat yeri pencere üzerlerinde ana renkleri mavi beyaz olan hat yazılı çini panolar bulunur. Giriş kapısının bulunduğu taraftaki kalem işleri, avlu giriş kapısının tavanını kaplayan ma­lakâri örnekleri ve mahfil ta­vanlarındaki kalem işleri de özgün ve güzel örneklerdir. Cami aydınlatması doksandan fazla pencere ile sağlanmaktadır. Akustik sorunu ise kubbe kasnağı üzerinde bulunan oyukların içine yerleş­ti­rilen küplerle çözülmüştür. Bu sayede mekân içindeki tüm ses kubbede toplanıp içeriye den­geli bir şekilde dağılmaktadır. Klasik mimarînin en önemli mimarının bu eseri ölçüleri, nis­­pet­leri ile yüzyıllar ötesinden ba­­kan­ları âdeta büyülemektedir. Nispeten küçük eser külliye şek­­­linde inşâ edilerek fonksiyonel bir yapı ortaya çıkarılmıştır. Bu­gün, devamlı ziyaret edilen ve incelenen bir eser olması Mimar Sinan’ın dehâsına işâret etmektedir.     Sokullu Mehmed Paşa on dört yıl süren sadrazamlığı boyunca başta İstanbul olmak üzere Anadolu’nun birçok yerinde hayır eseri inşa ettirmiş ve bu eserlerin uzun yıllar boyunca hizmet verebilmesi için de akarlar vakfetmiştir. Eserlerinden günümüzde hâlen istifâde edilen Şehid Sokullu Mehmed Paşanın ruhu şâd, mekânı cennet olsun.

Mustafa YILMAZ 01 Eylül