201. Sayı: "İrfan Mektebi'nde Ağustos"Bu Sayıyı Satın Al
Konu resmiAğustos Deyince Ben…
İnsan

Ağustos deyince ilk akla gelen muhtemelen 1071 Malazgirt Zaferidir. Sultan Alpaslan’ın “Size öyle bir vatan aldım ki ebediyen sizin olacaktır!” cümlesiyle silkinir, bu tarihten başlayarak devam eden zaferler silsilesini hatırlarız. Bu arada kulağımızda şu sözlerle beraber mehter sesleri yükselir: “Aylardan ağustos, günlerden Cuma / Gün doğmadan evvel iklim-i Rum’a / Bozkurtlar ordusu geçti hücuma / Yeni bir şevk ile gürledi gökler / Ya Allah...Bismillah... Allahu Ekber.” İklim-i Rum’dan yedi iklime taşınır, üç kıtada at koşturup hakikat nurları saçan ceddimizi rahmet ve minnetle yad ederiz. Tutundukları hakikatin kıymetini tekrar hatırlayarak bu hakikatten tekasül gösterildiği zamanlarda nasıl da savrulduğumuzu hissederiz. On dokuzuncu yüzyıl başlarına ve hemen öncesine geldiğimizde üstümüze hasta adam yaftasının yapıştırıldığını, Avrupa’nın bizden aldığı hakikat bilgisi ve ahlaki alt yapıyı kullanmak ve sömürgeciliği büyüterek maddi olanı da elimizden alarak yükseldiği sanayileşme ve teknolojik ilerlemelerin altında ezilip, dahası komplekse girerek ümitsizlik hastalığına yakalandığımız zamanları yutkunarak geçiririz gözümüzün önünden. Kurtuluş Savaşı ve Çanakkale ile ayakta olduğumuzu tekrar gösterip kendimize gelip dünya sahnesine çıktığımız anda 15 temmuzla sarsılışımızı ama 1071 ruhuyla bir olup içimizdeki cerahati atmayı bildiğimizi, 2071’e dair çizilen vizyona gayret etmemiz gereğini iliklerimize kadar hissederiz. Bir başka acı hatıramızda 99 depremidir, ağustos ayına dair. 6 Şubat 2023’te yaşanan büyük deprem kendisiyle beraber ona taşır bizi. 28 Şubat gibi bir çıkmazın bir cihette ikazı olan bu hadise mümin olup ahirete gidenleri şehit kılıp, malını kaybedenlere ahiret namına sadaka olmakla birlikte, düzenimizi bozmaya çalışanlara da bir tokat olmuştur. Baş aktörlerinden bir asker ne diyordu hastane köşesinde, “Biz bu kadar ne yaptık da geldi başımıza bu hal?” Ve sıcakları ağustosun. Evet, sıcak bir mevsim. Bir tarafta hasadın sonu, diğer tarafta soğuklara geçişin adresi. Yarısı yaz, yarısı kış der eskiler ağustos için. Ama biz en çok gaflete düşme tarafından korkarız. Hele bu zamanda günahların boyu aştığı şu zaman diliminde ürkütür bizi yaz. Elden geldiğince sahillerden uzak dururuz. Sahilleşen kentlerden. Allah’tan korkarız. Yanlışa bir şey diyememe endişesiyle sıkılırız. Münkeri nehy edemeyenlere söylenen sözlerin derinliğinde kavruluruz. Ateşi iki kere yakar ağustosun. Ataleti, tembelliği, ye’si çağrıştıran tatil sözünü de sevmeyiz. Fıtratı müteheyyiç olanın rahatının çalışmada olduğunun farkındalığıyla, “tatil” demez, “izin” deriz. Zira ayet-i kerime bize boş durmayı değil, bir iş bittiğinde başkasına yorulmayı emreder. Aktif dinlen, seni dinlendirecek başka bir uğraş bul der. Ve bu ayki sayımızın kapağı tam da bunun için İrfan Mektebi’nde ağustostur. Sıcağımıza serinlik olacak güzel bir sayıyla sizinleyiz. Keyifli okumalar dileriz…

Metin UÇAR 01 Ağustos
Konu resmiTarihten Sayfalar
Tarih

Sultan Hanı Kervansarayı Aksaray’ın sınırları içerisinde yer alan Sultan Hanı, bir kervansaray olup; Konya-Kayseri yolu üzerinde yer almaktadır. Aksaray’ın merkezine 42 km. uzaklıktadır. Bulunduğu ilçeye adını vermiştir. Kitabelerine göre 1229 yılında Anadolu Selçuklu Sultanı I. Alâeddin Keykubad tarafından yaptırılmıştır. Mimarı Konya Alâeddin Camii’ni de inşa eden Şamlı Muhammed bin Havlân’dır. Kalabalık kervanların uğrak yeri olan han, Sultan III. Gıyâseddin Keyhusrev döneminde yangın geçirmiş, mütevellisi Sirâcüddin Ahmed tarafından 1268’de tamir ettirilmiştir. Bir askerî üs olarak da kullanıldığından çeşitli savaşlara sahne olmuş, kuşatmalar sırasında zarar görmüştür. Son yüzyılda civardaki köylülerin taş ocağı haline gelen Sultan Hanı, Vakıflar Genel Müdürlüğü’nce 1959-1968 yılları arasında kısmen restore edilerek koruma altına alınmıştır. Toplamda 4680 m2’lik bir alanı kaplayan Sultan Hanı, düz araziye kurulmuş bir kale görünümündedir. Kesme taş malzemeyle örülen duvarlar kulelerle desteklenmiştir. Doğu cephesinde mermerden yapılmış âbidevî bir taç kapısı vardır. Kapıdan eyvan şeklindeki koridora geçilmektedir. Avlunun doğusunda on bir oda, batısında aynı sayıda iki sıralı revak bulunmaktadır. Odalardan ikisi üçer bölümlü hamam ve depo haline getirilmiştir. Hanın kapalı kışlık bölümüne ikinci bir taç kapıdan geçilmektedir. Dıştaki ile aynı mimari ve süsleme özelliklerine sahip olan bu taç kapının üst bölümü yıkılmıştır. Kışlık bölüm üç nefli bir hol şeklinde planlanmıştır. Taç kapı genişliğindeki orta nefle buna dikey olarak uzanan ve daha geniş tutulan yan nefler, dörder sıralı otuz iki pâye ile desteklenen sivri kemerli beşik tonozlarla örtülmüştür. Mekânın ortasında mukarnaslı tromplarla geçilen bir aydınlık kubbesi mevcuttur. 7 Ağustos 1673Sultan IV. Mehmed,Osmanlı ordusunun başında Lehistan seferine katıldı Leh kralının Bucaş Antlaşması’nın şartlarına uymaması üzerine Sultan IV. Mehmed, 7 Ağustos 1673’te orduyla birlikte ikinci defa Lehistan seferine katıldı ve İsakça’ya kadar gitti. Antlaşma şartları yerine getirildiği takdirde hücum edilmeyeceğine dair Leh kralına mektup gönderen Sultan, Hotin’in elden çıkmasına rağmen kış şartlarının ağırlaşması üzerine Babadağı’na çekildi ve Hacıoğlupazarcığı’nda kışlamaya karar verdi. Aynı yılın haziranında Rusların Ukrayna Kazaklarına saldırdığı duyulunca seferin güzergâhı değiştirildi. Bu arada Hotin Kalesi’nin geri alındığı haberi geldi. Aksu sahrasına kadar ilerleyen Sultan, daha sonra Edirne’ye döndü. Osmanlı-Leh savaşı Zuravno (İzvança) Kalesi civarında yapılan çarpışmaların ardından Lehistan kralının kabul ettiği anlaşma ile sona ermiştir (Kasım 1676). 20 Ağustos 636Yermük Zaferi Hz. Ömer’in (ra) Hilâfetinin ilk yılında gerçekleşen Suriye’deki fetihler üzerine Bizans İmparatoru Herakleios, Hristiyan Arapların ve Ermenilerin de katıldığı 50-100.000 kişilik bir ordu hazırlayarak ardarda gelen yenilgilere bir son vermeyi düşündü. Bizans’ın yaptığı savaş hazırlıklarını öğrenen Hz. Hâlid bin Velîd (ra) Humus ve Şam’daki kuvvetleri de çağırdı ve sayıları 25.000’i aşan askerleriyle Yermük vadisine geldi. Savaşmadan beklenen üç aydan sonra 20 Ağustos 636 günü yapılan meydan muharebesinde Bizans ordusu çok ağır bir yenilgiye uğradı. Theodoros öldürülürken kurtulan askerler Filistin’e, Antakya’ya, el-Cezîre ve İrmîniye’ye kaçtılar. Bunların bir kısmını takip etme görevini alan İyâz bin Ganm, Malatya’ya kadar ilerledi ve şehir halkı ile cizye ödemeleri şartıyla bir anlaşma yaparak geri döndü.  24 Ağustos 1276Seyyid Ahmed el-Bedevî Hazretleri (ks) vefat etti Arabistan’dan göç eden bir ailenin mensubu olarak 1200 senesinde Fas’ta dünyaya gelmiştir. Yüzünü Afrika bedevîleri gibi örttüğü için el-Bedevî, cesur ve atılgan bir genç olduğu için de el-Attâb ve Ebü’l-Fityân lakaplarıyla tanındı. Küçük yaşta ailesiyle birlikte hacca gitti. Mekke’de iken babası vefat etti. Gençlik döneminde zahirî ilimlerle meşgul oldu. Kur’ân-ı Kerîm’i ezberledikten sonra kıraat ilmine ilgi duydu ve Kur’an’ı kırâat-i seb‘a üzere okumayı öğrendi. Seyyid Abdülkadir Geylani, Seyyid Ahmed Rıfaî, Hallâc-ı Mansûr, Adî bin Müsâfir Hazretleri (ks) gibi evliyaullahın kabirlerini ziyaret etti. Bu ziyaretler onun ruhanî hayatını geliştirdi. Irak’tan Mısır’a döndükten sonra 1236’da Tanta’ya yerleşti. Burada, kendisine kırk yıl hizmet edecek ve ölümünden sonra da yerine geçecek olan Abdülâl bin Fakih ile karşılaştı. Hayatının geri kalan kısmını Tanta’da geçirdi ve 24 Ağustos 1276’da vefat etti.

Ahmed Said GÜNDÜZ 01 Ağustos
Konu resmiDin Dersleri
Eğitim

“…meşâgil-i dünyeviye dediğin, çoğu sana ait olmayan ve fuzuli bir sûrette karıştığın ve karıştırdığın malayani meşgalelerdir. En elzemini bırakıp, güya binler sene ömrün var gibi, en lüzumsuz malumat ile vakit geçiriyorsun. Meselâ ‘Zühal’in etrafındaki halkaların keyfiyeti nasıldır ve Amerika tavukları ne kadardır?’ gibi, kıymetsiz şeylerle kıymetdar vaktini geçiriyorsun. Güya kozmografya ilminden ve istatistikçi fenninden bir kemâl alıyorsun.”  İnsan, taallümle tekemmül edecek bir fıtrat üzere yaratılmıştır. Hayvanlar doğuştan birçok bilgiyi bilerek dünyaya gelirken, insanlar neredeyse her şeyi sonradan öğrenirler. Aslında doğduğumuzda bildiğimiz üç şey vardır. Birisi acıkma hissi, ikincisi bu acıkma hissi üzerine ağlamak ve üçüncüsü bize verilen yemeği yutkunmaktır. Bunların dışındaki her şeyi, sonradan duyarak, görerek, hissederek ve anlayarak zaman içinde öğreniriz. O sebeple hayatımızın olmazsa olmazı eğitimdir. Aslında eğitim faaliyetlerimiz ömür boyu devam eder. İnsan, ömrünün sonuna kadar devamlı yeni şeyler öğrenir. Bunu bazen fark eder, bazen fark etmez ama devamlı bilgi dağarcığına bir şeyler eklenir. Eğitim faaliyetinde önemli olan ne öğrenildiğidir. Neyi, nasıl ve niçin öğreniyoruz? Öğrenirken kullandığımız beş metod vardır. Bunlar sırasıyla dinlemek, görmek, dokunmak, koklamak ve tatmaktır. Kısacası duyu organlarımızı kullanarak öğrenme faaliyetini geliştiririz. Bazen zorunluluktan, bazen ihtiyaçtan ve bazen de meraktan dolayı öğreniriz. Hayatımızı idame ettirmek için bilmek zorunda olduklarımızı bir yana bırakırsak, bir insan için eğitim faaliyetinde dikkat edilecek ilk husus öğrenilen ilmin faydalı olup olmadığıdır. Bu hususu Bedîüzzaman Hazretleri Sözler adlı eserinde şöyle ifade etmektedir: “…meşâgil-i dünyeviye dediğin, çoğu sana ait olmayan ve fuzuli bir sûrette karıştığın ve karıştırdığın malayani meşgalelerdir. En elzemini bırakıp, güya binler sene ömrün var gibi, en lüzumsuz malumat ile vakit geçiriyorsun. Meselâ ‘Zühal’in etrafındaki halkaların keyfiyeti nasıldır ve Amerika tavukları ne kadardır?’ gibi, kıymetsiz şeylerle kıymetdar vaktini geçiriyorsun. Güya kozmografya ilminden ve istatistikçi fenninden bir kemâl alıyorsun.” İşimize yaramayacak bilgileri merak edip, onlarla uğraşarak kıymetli vaktimizi boşa harcıyoruz. Kıymetli zihnimizi gereksiz bilgilerle doldurduğumuzda bizim için asıl gerekli olan ilimleri tahsile vaktimiz kalmamaktadır. Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi Günümüzde haftada iki saat mecburi olarak “Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi” adlı ders tüm okullarda okutulmaktadır. Bunun yanında Kur’an-ı Kerim, Siyer-i Nebi ve Osmanlıca dersleri de seçmeli olarak verilebilmektedir. Seçmeli dersler seçilmediğinde bir öğrencinin haftada iki saatlik din dersinden alması gereken temel dinî bilgi sizce ne olmalıdır? İslam tarihi mi, Kur’an’dan sure ezberlemek mi, adab-ı muaşeret mi? Yoksa Uzakdoğu felsefe ekolleri mi öğretilmelidir? Bu mühim soruya bir örnekle cevap vermek gerekir diye düşünüyorum. Eğer dinimizi bir ağaca benzetirsek, Kur’ân-ı Kerîm bu ağacın kökleri, Sünnet-i Seniyye ve Hadîs-i Şerîfler gövdesi, altı iman hakikati altı büyük dalı ve diğer iman hakikatleri de daha küçük dallarını teşkil eder. İbadetler ve salih amel ise ağacın yaprakları ve meyveleridir. Eğer bu ağaç Kur’an’dan ve Sünnet-i Seniyye’den temelini alan iman hakikatleri ile beslenmezse kurumaya yüz tutar, meyve veremez duruma gelir. İman hakikatleri ile beslenen dallardan ve yapraklardan, olgun ibadet ve salih amel meyveleri çıkar. Ağaç, bu sayede yeşerir, büyür ve yaşar. Temel din eğitimini alacak olan bir çocuğa veya gence, öncelikle Kur’an’dan ve Sünnet-i Seniyye’den beslenen iman dersi tam anlamıyla öğretilmelidir. İman-ı tahkikiyi bu şekilde elde etmelidir. Niçin iman ediyoruz? Her bir iman hakikatinin delilleri nelerdir? Bu dünyaya niçin geldik? Ce­nab-ı Hak niçin bizden ibadet yapmamızı istiyor? Tüm bu soruların cevapları delilleriyle ve ikna edici ifadelerle anlatılmalıdır. Bunlar yapılmazsa iman, taklidi dediğimiz seviyede kalır ve üzerine bina edilecek her şeyin her an çökme ihtimali olur. Eğer iman derslerini tam anlamıyla verebilir ve iman-ı tahkiki dediğimiz -görmüş gibi- iman seviyesine çocuklarımızı ve gençlerimizi çıkarabilirsek, iman ilminin devamındaki diğer ilimleri biz söylemeden onlar talep edeceklerdir. İmam hatip okulları başta olmak üzere tüm okullardaki haftalık iki saatlik din dersinin iman-ı tahkiki dersine dönüştürülmesi, yaşadığımız çağ itibariyle artık bir zorunluluk haline gelmiştir. Yeni nesillerin imansızlık ve sefahet hastalıklarından korunmaları için yapılması gereken ilk çalışma bu olacaktır. Hususan iman hakikatlerinin sırayla ve ünitelendirilerek anlatılması, her biri için birden fazla delilin örnekleriyle ortaya konulması, niçin ibadet yapmamız ve günahlardan kaçınmamız gerektiğinin akılları ikna edecek şekilde izah edilmesi büyük önem arz etmektedir. Bu iman-ı tahkiki dersi verilirken etkili anlatım tekniklerinin uygulanması da amaca daha hızlı ulaşmayı sağlayabilir. İman-ı tahkiki dersini veren öğretmenlerden daha fazla özveri beklemek zorundayız. Çünkü her şeyin temelinde iman vardır. Din dersleriyle ilgili belirtilme­si gereken bir diğer hususu da Bediüzzaman Hazretleri Mek­tubat adlı eserinde: “…nâ­sih­lerin nasihatleri şu zamanda tesirsiz kaldığının bir sebebi şudur ki, ahlâksız insanlara derler: ‘Hased etme, hırs gösterme, adavet etme, inâd etme, dünyayı sevme, yani fıtratını değiştir’ gibi, zâhiren onlarca mâlâyutâk bir teklifte bulunurlar. Eğer deseler ki: ‘Bunların yüzle­rini hayırlı şeylere çeviriniz, mecralarını değiştiriniz!’ Hem nasihat tesir eder. Hem daire-i ihtiyarlarında bir emr-i teklîf olur.” şeklinde ifade etmektedir. Din dersinde yapılan aslında bir nevi nasihattir. Nasihatin tesir etmesi için yapılması gereken ise insanın fıtratında zaten mevcut olan özelliklerin hayra yönlendirilmesinin telkin edilmesidir. Nefret edeceksek, günahlardan, günah işlemekten nefret edeceğiz, Müslüman kardeşimizden nefret etme­ye­ce­ğiz. Seveceksek, haram sevmeyeceğiz, helal dairesinde eşi­mize sevgimizi göstereceğiz. İnat edeceksek, ibadetlerimizi ta’dil-i erkân ile zamanında yap­ma konusunda inat edece­ğiz. Dünyayı ahiret hesabına, ahi­retin bir tarlası olarak seveceğiz. Salih amel işlemede azimli olacağız. Bu şekilde nasihat edilirse, insanların yapamayacakları değil, yapabilecekleri şeyleri tavsiye etmiş oluruz.

Arif Emre GÜNDÜZ 01 Ağustos
Konu resmiBir Ağustos Tefekkürü
Tarih

Dergimizin bu ayki hususi konusu bizatihi içinde bulunduğumuz ağustos ayının kendisi.  Elbette ağustos ayı içerisinde tahattur edilecek, tefekkür edilecek pek çok hadisat bulunuyor. Öncelikle mayıs ayı nasıl ki İstanbul’un Fethinden mütevellit Fetih ayı olarak biliniyor, ağustos ayı da öncelikle Zafer ayı olarak bilinmekte ve hatırlanmaktadır. Zaferler fetihler ihtiva ettiğinden, ağustos ayında da çok sayıda fetihler nasip olmuştur. Evvela 26 Ağustos 1071, Malazgirt Muharebesi Türk ve dünya tarihinin dönüm noktalarından birini oluşturmaktadır. Kronolojik olarak bakıldığında Ağustos ayındaki diğer zaferler; 24 Ağustos 1514 tarihli Çaldıran Zaferidir. Bu zafer ile Safevi tehlikesi bertaraf edilmiş. Doğu ve Güneydoğu Anadolu bölgesindeki Osmanlı otoritesi kuvvetlenmiş ve bölgedeki Diyarbakır, Bitlis, Urfa, Mardin ve Rakka’ya kadar olan bölge Osmanlı egemenliğine girmiştir. Halep, Hama, Humus ve Şam’ ın fethiyle sonuçlanan 24 Ağustos 1516 tarihli Mercidabık zaferidir. Bu Zafer Hilafeti Osmanlılara intikal ettirmede bir safha olmuş, Mercidabık Zaferinden sonra Ocak ayındaki Ridaniye zaferi ile Hilafet Osmanlılara intikal etmiştir. 29 Ağustos 1526: Mohaç zaferi ile de Macaristan, Osmanlı hâkimiyetine girmiştir. Hem Osmanlı tarihi hem de Avrupa tarihi açısından çok önemli sonuçlar ortaya çıkmıştır Osmanlı Devleti’nin Avrupa üzerindeki etkisi artmış, sınırları Orta Avrupa’ya kadar uzanmıştır. 11 Ağustos 1473 Otlukbeli zaferi, 1480 Otranto zaferi, 1501 Navarin’in Fethi, 1501 Mo­ra’nın Fethi. 1571 Kıbrıs’ın Fethi, 1545 Estergon Kalesinin Fethi, 1633 Revan, 1484 Akkirman, 15 Ağustos 1551 Trablusgarp’ın Fethi, 1543 Bar­baros Hayreddin Paşa tara­fından Fransa’nın Nis Kalesi - 1534 Tunus -1519 Cezayir Fetihleri. 1537 Korfu’nun Fethi, 1521 Belgrat’ın Fethi ve daha listeye eklenebilecek başka zaferler ve fetihler… Ve Nihayet 1071’den sonra yine bir defa daha Türk ve dünya tarihinin dönüm noktalarından olan zaferler; Çanakkale’nin en kanlı savaşlarından olan ve “Çanakkale Geçil­mez” sözünün tezahür etti­ği muharebelerden Conkbayırı Za­feri. 26 Ağustos’ta başlayan Büyük Taarruz 30 Ağustos’ta zafer ile taçlanmış, İstiklal savaşı zaferle sonuçlanmış, Anadolu’nun Müslüman ve Türk yurdu olarak kalacağı bir defa daha tarih ve dünyaya ihtar edilmiştir. Ağustos ayı içerisinde yakın tarihte vuku bulan bir diğer önemli zafer ise ilk safhası Temmuz ayında yapılan Kıbrıs Barış Harekatının ikinci safhasının 14-16 Ağustos 1974’te gerçekleştirilmesidir. 1071 Malazgirt ve 30 Ağustos 1922 zaferleri ile Kıbrıs Barış Harekâtı her yıl coşkuyla hatırlanmakta ve kutlanmaktadır. 1071 Malazgirt ve 30 Ağustos 1922 zaferleri aslında yukarıda saydığımız ve sayamadığımız pek çok zaferin de kuşatıcısı ve tacıdırlar. Bir zaferler silsilesinin bidayeti ve nihayetidirler.  ………. İçinde bulunduğumuz zaman dilimi, nüfusun ekserisinin kent­lerde çalıştığı ve ikamet et­ti­ği, kır ve kent fark etmeksizin teknoloji ile kuşatıldığımız, mo­dern olarak nitelendirdiğimiz bir çağa tekabül etmektedir. Bütün bir yıl çalışan modern çağın kentli insanının yıllık izin kullanma, tatile gitme vakitleri temmuz ve ağustos aylarıdır. Bu itibarla temmuz ve ağustos ayları insanların dünya gailesinden azami derece uzaklaşmak için gayret gösterdikleri zamanlardır. Mevsim şartları­nın insanların deniz, dağ ve doğa istifadeye yaygın şekilde imkân vermesi ve adeta insanı lisan-ı haliyle kendisine davet etmesi hususen bu aylara mahsus bir hususiyettir. Kentin ve kentlinin çalışma temposunun düştüğü bu vakit­ler, nüfusun köy ve kırsalda yaşayan diğer kısmının çalışma temposunun arttığı, işlerinin yoğunlaştığı, hasat ve mahsulat toplamanın yaklaştığı, ziyadeleştiği bir dönemdir. Mevsim şartları itibariyle tarla, bağ ve bahçede çalışanlarca bu dönemde çalışmanın zorluğu malumdur. Yine hemen hemen her yıl, hemen hemen her ağustos ayı geldiğinde, görsel ve yazılı medyada son yılların en sıcak günlerinin olduğu/olacağı, son 10 yılın, 20 yılın, 50 yılın en sıcak ağustos ayının yaşandığı/yaşanacağı ifade edilir. Başta yaşlılar olmak üzere insanların sıcaktan etkilenebilecekleri dışarı çıkmamaları ve kendilerini sakınmaları gerektiği önemle hatırlatılır. Kentteysek sıcağın bizi çalıştırmadığı ve uygun bir tabirle modumuzu düşürdüğü, köydeysek sıcak atmosferde çalışmanın mec­­buriliği ve kaçınılmazlığı­nın bizleri düşündürdüğü, kent­­teysek ve mecbur değilsek sı­­ca­ğa maruz kalmamak için günün belli saatlerinde dışarı çıkmadığımız, köydeysek işle­ri­­­mizi sıcağın daha az etkileyeceği vakitlere göre işlerimizi ayarlamaya çalıştığımız, kapalı mekânlarda veya araçlarda isek serinliğin derecesini, içecek olduğumuz suyun soğukluğunun hesabını mevzu ettiğimiz bir ay olarak yaşamakta oluruz ağustos ayını. Ağustos ayı bize kendi hususiyetlerini yoğun şekilde hisset­tirir. Yaz olmakla birlikte sıcak­tan mütevellit bir zorluk ve meşakkat veren hususiyet barındırır mahiyetinde. Kışın soğuktan kaçındığımızı andıran bir halet-i ruhiye ile sıcaktan kaçındırır. Ağustos ayının zaferlerini, muzafferlerini, şehitlerini ve gazi­lerini de bu hususiyetler ile tefekkür ve tahattur etmek de gerekmektedir. Bu zaferlerin kazanıldığı vakitler de belki son kaç yılların en sıcak ağustosu idi, harp meydanlarında mücadele ve muharebe eden kahramanların bilemediği. Bilse dahi bir şeyin değişmeyeceği, bir anlam ifade etmeyeceği, bir gölgeye sığınamayacağı, bir serinlik bulamayacağı, bir soğuk suya ulaşamayacağı, kiminin siperden ayrılamayacağı, kiminin atın üstünden inemeyeceği, kiminin gemi güvertesinden ayrılamayacağı nasıl bir ağustosta zaferler elde edildiği tahattur ve tefekkür edilmelidir. Tüm şehit ve gazilerimize rahmet ve minnetle…

Ahmet Hüsrev ÇELİK 01 Ağustos
Konu resmiLezzet ve Saadet Çalışmadadır!
İnsan

“Bu zamanda en büyük bir ihsan, bir vazife, imanını kurtarmaktır, başkalarının imanına kuvvet verecek bir sûrette çalışmaktır.” Kavurucu sıcakların iyice hissedildiği şu yaz günlerinde üzerimize kuvvetli bir rehavet çökmekte, çabucak gevşekliğe ve tembelliğe kapılabilmekteyiz. Üstüne üstlük, maddi havanın bozukluğuna manevi havanın bozukluğu da ilave olunca bir anda atalet zindanına düşebilmekteyiz. Haliyle çalışmaya olan şevkimiz iyice kırılmakta, maalesef gayret ve işlemekteki lezzetten, saadetten mahrum kalabilmekteyiz. Halbuki gayretle çalışmakta, harekette büyük lezzet ve saadet saklıdır. Özellikle ahiret hayatı için çalışmakta, hizmet etmekte bizim için öyle bir sevinç ve rahat vardır ki tarif edilemez. Rabbimiz sonsuz keremi ile dünyaya ait olsun, ahirete ait olsun yapılan her bir işin, hizmetin içine o işe ve hizmete münasip bir mükafatı, ücreti koymuştur. Yani Cenab-ı Hak her bir çalışmanın, vazifenin içine bir çeşit lezzet ve mutluluğu rahmetiyle yerleştirmiştir. Ta ki çalışmaya bir şevk olsun ve işler, vazifeler rahatlıkla görülsün. Adeta işçilerin işe girer girmez aldıkları peşin ücretle işlerine şevk ve lezzetle koştukları gibi, bütün varlıklar da hizmetlerinin içindeki peşin lezzet ve mutlulukla vazifelerini hakkıyla yaparlar. Arıdan, sinekten, tavuktan tut, ta güneşe ve aya varıncaya kadar her şey tam bir lezzetle vazifelerine çalışırlar. Demek hizmetlerinde bir lezzet ve ferahlık var ki akılları olmadığından, akıbeti ve neticeleri düşünmeden, mükemmel bir tarzda vazifelerini yerine getirirler. Göz Gördükçe Mutludur Vazifede, çalışmada lezzet bulunduğuna dair bunlar gibi çok güzel misaller vardır. En güzellerinden biri, vücudumuzdaki uzuvların yaptığı hizmettir. Her bir uzvun hem kendisinin hem de vücudun sıhhat ve afiyeti için yaptığı hizmette öyle bir lezzet vardır ki durmaksızın işlerler. Şayet yaptıkları hizmet onlara bir tat ve şevk vermese o şekilde hummalı çalışmazlardı. Tam tersine hizmeti terk etmek, onlar için bir nevi azap ve ıstıraptır. İşi bırakmak onlara zahmet ve sıkıntı verir. Ancak işlemekle lezzet ve saadet bulurlar. Mesela, gözün lezzeti görmekte; sıkıntı ve ıstırabı ise görememektedir. Kulak işittiğinde haz alır, işitme engeli olduğu an huzursuz olur. En Korkağı En Cesur Yapan Hal Hayvanlar aleminden horoz ve yavrulu tavuk gibi hayvanların vazifelerinde gösterdikleri fedakârlık, mertlik vaziyetleri, çalışmada ve hizmette nasıl lezzet olduğunu bize açıkça göstermektedir. Çünkü horoz, aç olduğu halde tavukları kendi nefsine tercih eder. Bulduğu rızka onları çağırır ve yemez, onlara yedirir. Kuvvetli bir şevkle, iftihar ve lezzet içinde o vazifeyi yaptığı açıkça görünür. Bu itibarla, horozun idarecilik hizmetinden aldığı lezzet ve hazzın, yemekten daha fazla olduğu rahatlıkla söylenebilir. Hem küçük yavrularına çobanlık eden tavuk dahi, hayvanlar içinde en korkaklarından iken, yavrularının hayatı için ruhunu feda eder. Gerektiğinde köpeğe, aslana saldırır ve tatlı canından olur. Çoğu zaman kendi aç kalır, yavrularını doyurur. Demek o annelik ve muhafızlık hizmetinde öyle bir lezzet alır ki, açlık acısına ve ölümün elemine o lezzeti tercih eder. Ne acayiptir ki hayvani valideler, yavruları küçük iken vazifeleri bulunduğundan, lezzetle himâyeye çalışırlar. Yavrular büyüdükten sonra o vazife kalkar, lezzet de gider. Hatta validesi, bazen yavrusunu döver, elindeki taneyi alır ve kendi yer. Yalnız insan nev’indeki validelerin vazifeleri, bir derece devam eder. Çünkü insanlarda zaaf ve acizlik itibariyle daima bir çeşit çocukluk hâli var. İnsanoğlu her vakitte şefkate muhtaçtır. Kendisi Çamur Yer, Meyvesine En Tatlı Gıdayı Verir Çalışmada, hizmette lezzet ve saadet olduğunu bitki ve ağaçlar da bize göstermektedir. O sa­nat harikaları da bir nevi şevk ve lezzeti hissettiren bir tavır ile Rab­bimizin emrine itaat ederler. Dağıttıkları güzel kokular, müş­terilerin nazarlarını çekecek ziy­netlerle süslenmeleri, süm­bül­lenmeleri ve meyveleri için çürüyünceye kadar kendile­rini feda etmeleri gösterir ki, İlahi emre itaatlerinde fevkalade bir lezzetleri vardır. Öyle bir lezzet ve saadet ki kendilerini bu uğurda çürütürler. Mesela, başında onlarca süt konservesi taşıyan Hindistan cevizi ve incir gibi ağaçlar, rahmet hazinesinden hâl dili ile süt gibi güzel bir gıdayı talep ederler ve alırlar. O güzel gıdayı meyvelerine yedirir, kendileri ise çamur yerler. Hem nar ağacı safi bir şarabı/içeceği rahmet mutfağından alıp meyvesine yedirir, kendisi ise yine çamurlu bulanık suya kanaat eder. İnsanın Rahatı Sa’y ve Cidaldedir Pekâlâ, Rabbimiz çalışmanın içine peşin ücret, mükafat koyduğu ve Kuran-ı Kerim’de mea­len ‘‘Ve (yine bildirilmedi mi ki) şübhesiz insan için, (kendi) çalıştığından başkası yoktur!’’ 1 buyurduğu halde neden biz insanoğlu tembelliğe yenik düşeriz? Harekete geçmek, işlemekle lezzet ve saadet bulmak varken niye vazifelerimizi ihmal edip âtıl kalırız? Her şey bize çalışmanın ve hizmetin kıymetini gösterirken niçin rehavet duygusuna kapılıp gafletle yaşarız? Ebedi hayatımız önümüzde iken yan gelip yatmak biz en şerefli kullara yakışır mı? Evet, her şeyden evvel yapma­mız gereken biraz tefekkür edip gafletimizi gidermeye çalışmaktır. Tam bir farkındalık sağlayarak hedef ve gaye ile yaşamaktır. Ümitsizlikten sıyrılarak Allah’ın rahmetine itimat edip kudretine sımsıkı dayanmaktır. Gayreti, çalışma şevkini öldü­ren israf ve hırs tuzağına düşmemektir. Yaptığımız iş ve va­­zi­felerin neticeleri ile değil, key­­fiyetiyle meşgul olmaktır. Tüm sıkıntıların anası ve her türlü rezaletin yuvası olan rahata düşkünlükten olabildiğince kaçınmaktır. Meşakkatte ve mücadelede büyük rahat olduğu bilinci ile asla vazgeçmemektir. Zira “Sabrın mükâfatı zaferdir. Atâletin mücâzâtı sefalettir. Sa‘yin sevabı servettir, sebatın mükâfâtı galebedir.”  2 Aklımız “bu zamanda en büyük bir ihsan, bir vazife, imanını kurtarmaktır, başkalarının imanına kuvvet verecek bir sûrette çalışmaktır.”   3 hakikatine göre hareket etmelidir! Kalbimiz “Hâlikımız bizden ne suretle razı olacak ve bugün ne gibi bir sa‘y ile sahîfe-i hayatı­mı kapatacağım? Acaba ümmeti bulunduğumuz o sevgili Peygamber-i Zîşân (asm) Efendimizin, dalâlet yolunu tutan veyahud dalâlete gidenlerin arkalarından giden ümmetlerini, ne sûretle tarîk-i hidâyete getirmek için sa‘y etsek, hoşnûdiyet-i Peygamberîyi (asm) celb edebiliriz?”  4 duygu ve mefkûresiyle çarpmalıdır! Yorgunluktan istirahati arzu eden nefsimizi, iki cihan saadeti için ruhumuz daima vazifeye davet etmelidir! Unutmamalıyız ki, mevcûdât içinde en kıymetdar, hayattır. Ve vazîfeler içinde en kıymetdar, hayata hizmettir. Ve hıdemât-ı hayatiye içinde en kıymetdarı, hayat-ı fâniyenin hayat-ı bâkiyeye inkılâb etmesi için sa‘y etmektir...5 Vesselam… 1- Necm Suresi, 392- Sözler Mecmuası, 3503- Emirdağ Lahikası, 1004- Barla Lahikası, 975- Barla Lahikası, 54

Celal AKAR 01 Ağustos
Konu resmiYaz Mevsiminde Dünya Gafleti Ziyade Hükmeder
İnsan

Yaz aylarında gafleti izale edecek manevi çalışmalara, derslere, toplantılara, mütalaalara ara vermemek, az da olsa çalışmaya devam etmek önemlidir. Üstad Bediüzzaman bu cümleyi kurduğu Barla Lahikasında devamla şöyle demektedir: “Ders arkadaşlarımızın çoğu fütura düşüp tatil-i eşgale mecbur oluyor. Ciddî hakaik ile tam meşgul olamıyor.”1 Üstadın bu cümleyi kurduğu tarih 1927-35 arası olmakla birlikte, manevi cihette sıkıntılı bir dönem olup, manevi hizmetlere gayret edenlerin az olduğu ve olanların sınırda nöbet tutan asker hassasiyetiyle vaziyet alınması gereken bir dönemdir. Vazifenin büyüklüğü nispetinde eller de azdır. Onun için her bir fert kıymetlidir. Ne var ki Üstad’ın etrafında saf tutan ve gayret eden insanlar saf ve temiz olup nurlara müştak olmakla birlikte geçimlerini topraktan kazanan ve yaz döneminde çalışmak zorunda olan insanlardır. Yaz dönemi harman zamanıdır. Mahsulün toplanacağı, ambara gireceği dönemdir. “Yazın çalışmazsak kışın ne yaparız?” cümlesinin makul karşılanabileceği bir zaman dilimidir. Diğer taraftan yaz aylarının sıcağı da füturu destekleyen ve beraberinde gafleti getirecek başka bir husustur. Lakin ehem olanın mühim olana üstünlüğü vardır. Bediüzzaman Hazretleri yukarıdaki bütün mazeretleri boşa çıkaracak şu önemli cümleleri kurar ve her ne haklılıkta olursa olsun nazarları mühim olandan ehemme çekmeye çalışır: “1. Bilirsiniz ki, şu zamanda şu vazife-i imaniye çok mühimdir. 2. Bu zamanda dalâlet ve gaflete karşı pek çok manevi kuvvete muhtacız.” Bir tarafta dünyanın şerait-i hayat noktasında icbar ettiği yüzü ve sıcağın gaflete verdiği kuvvetli destek, diğer tarafta tek başına, sürgünde fakat dilinden dökülen hakikatler hem ferdi hem de toplumu kuşatarak selameti vadetmekten öte, öteyi gösteren ses arasında kalan o insanlar, ahiret namına dünyaya sırtlarını dönmüş, gaflete kuvvet veren füturdan kurtulmuşlardır. Fütur kelimesine lügatte, “Bezginlik, usanç, bıkkınlık, bezginliğin verdiği gevşeklik, gayretsizlik ve ye’se düşmek” gibi manalar verilmiştir. Bu manalardan birisiyle insan meşguliyette atalete/eylemsizliğe düşebilir ve her neyle uğraşıyorsa o iş geri kalabilir. Günümüzde de durum bundan farklı değil. Bir farkla ki köy hayatından ayrılan ve şehirleri mesken tutan insanlar olarak, yaz ayı artık çalışma değil, tatil ayıdır. Peşinen kabul edilmiş bir halle gireriz yaz ayına. Çalışmaya, gayrete ara verdik. Kapalıyız. İnsanın -istisnaları olmakla bir­­likte- elbette 7/24 çalışması zordur. İstisnalar var dedim, me­­sela Kur’an’ın tevafuklu nüsha­sını yazma nimetine kavuşan Hüsrev Altınbaşak Hazretleri günde bir saat istirahat etmekte ve bundan da şikayetçi olmaktadır. Zira Hak namına yapılacak iş çok, fakat ömür dakikaları sayılıdır. Evet, günün belirli bir saati istirahat içindir. Bu, ayet-i kerimede şöyle beyan edilmiştir: “Görmediler mi, gerçekten biz geceyi içinde istirahat etmeleri için (karanlık), gündüzü ise (çalışmaları için etraflarını) aydınlatıcı yaptık. Şüphesiz ki bunda, iman edecek bir kavim için nice deliller vardır.”2 Fakat bizim bugün tatil kelimesiyle karşılamaya çalıştığımız dinlenme ve istirahat dönemi için Kur’an şöyle demektedir. “O hâlde boş kaldığın zaman, hemen (başka bir işe giriş) yorul!”3 Günümüzde bazıları bu­na aktif dinlenme de diyor. Her neyse, şuraya gelmek istiyorum. Mesela akan suda yüzen bir insan kulaç atmaya devam etmezse sürüklenecektir. Az da olsa kulaca devam etmek önemlidir. Kur’an da bize çalışma ve hareket anlamında devamlılığı ihtar ve tavsiye etmektedir. Bir işe ara vermeyi yeni bir işe başlamakla hem hareketten kopmamayı hem de fikren atalete düşmemeyi göstermektedir, anladığım. Çünkü tatil düşüncesi, bir işi başarmış olmakla sanki her şey bitmiş imtihan kazanılmış havasına girmeyi salık vermektedir. Buna destek olacak şekilde bir hadis/e aktarayım. Efendimiz  (asm) bir hatmi bitirip tekrar başlayanlara konar göçer tabirini kullanmış ve bunu “Amellerin en efdali konup göçmektir” cümlesiyle ifade etmiştir. Konup göçmek nedir diye soranlara da “Kur’an’ın sonuna gelince yeniden başlamaktır” diye cevap vermiştir.4 Bundandır ki hatmi bitirdiği­nizde Fatiha ve Elif. Lam. Mim’i okumak adet-i haseneden sayılmıştır. Yani bitirmedik, yeniden başlıyoruz demektir. Hep başlamak var, bitirmek yoktur; illa ölüm gele. İşte yaza giren ve yaz ayında olanlar için de durum bu minvalde olmalıdır: girdiği durumu yeni bir işe yorulmak görmek ve çalışma fikrinden kopmamak. Çünkü koparsa akıntıya kapılma ihtimali var. Sefahatin dizi değil, boyu aştığı günümüzde atalete düşmek bizi günah denizinde boğulmaya kadar götürebilir. Günahın dışı bal içi zehir hastalıkları ve rehavete alışmakla özellikle manevi çalışmalara yeniden kuvvet bulmakta zorlanabiliriz. Bundan dolayı yaz aylarında gafleti izale edecek manevi çalışmalara, derslere, toplantılara, mütalaalara ara vermemek, az da olsa çalışmaya devam etmek önemlidir. 1- Barla Lahikası, 1282- Neml, 863- İnşirah, 74- Tirmizi, Sünen, Kıraat, bab 13, hadis 3200, Hakim, Müstedrek 1/757, hadis no 2089, Beyhaki, Şuab, 2/348, hadis no: 2001

Metin UÇAR 01 Ağustos
Konu resmiDünya, Ahiretin Tarlasıdır
İtikad

 “Ey iman edenler! Allah’tan korkun ve kişi yarın için ne gönderdiğine baksın.” (Haşr, 18) Yaş ilerledikçe, -bilmüşahede- çok daha iyi anlaşılabilen ayet-i kerimelerden birisi olsa gerek, başta zikrettiğim ayet-i kerime. “Akıl, yaşta değil baştadır” derler, fakat aklı da başa yaş getirir. Yaştan kasıt, yaşanmışlıklar, ya­ni tecrübedir; boş geçen ömrün ederi de boştur. Genç iken ve kavak yellerine çokça maruz kalma devirlerinde bulunurken, gaflet perdesinin kalın olması şaşılacak bir şey olmayabilir. Fakat, aynı şeyi yaş ellinin üzerine gelince söylemek pek mümkün olmuyor. Bir beldede yaşayan zengin bir adam varmış. Herkes de tanırmış. Çünkü, zenginliğiyle olduğu kadar, cimriliğiyle de meşhurmuş. Bir gün duyulmuş ki, nesi var nesi yoksa, hayır kurumlarına ve fakir-fukaraya dağıtmış. Her duyan son derece şaşırmış tabii ki. Sormuşlar kendisine, “Yahu, duyduğumuz doğru mu? Hangi dağda kurt öldü? Sen akrabalarına bile zırnık koklatmazken, ne oldu da her şeyinden vazgeçtin böyle?” Adam: “Doğru duymuşsunuz.” demiş. “Baktım ki; gittikçe yaşlanıyorum ve bir ayağım çukura girmiş vaziyette. Malımı da çok seviyorum. Ben de bütün mallarımı kendimden önce gön­­deriverdim” demiş. Yani adam cimri fakat, akıllı cimrilerdenmiş. Herkese nasip olmuyor bu. Rabbim, son nefes gelmeden akıllanmayı nasip etsin. (Âmin!) Malı ve mülkünün tamamını dağıtmak veya vakfetmek gibi bir vazife yok elbet. Çünkü ayette “Onlar ki, gayba inanırlar, namazı hakkıyla edâ ederler ve kendilerini rızıklandırdığımız şeylerden (Allah yolunda) sarf ederler” (Bakara, 3) buyurularak, bize verilenin tamamını değil, bir kısmını infak etmekle mükellef olduğumuz beyan edilmektedir. Evet, kimisi mal gönderir, kimisi dua ve ibadet. Kimisi ömrünün bir kısmını, kimisi de bütün ömrünü vakfeder. Kimisi hastaya, kimisi kimsesize, kimisi yetime imdad eder. Kimisi tek canını verir de “şehid” olur ya da belki yüz şehid sevabı alabileceği bir amel yakalar. Hasılı, “Dünya, ahiretin tarlasıdır” ve ne yapılacaksa, buradayken yapılır. Kısalığına ve hakaretine rağmen, dünya hayatını yegâne sermayesi olduğunu unutmayıp, bu kısıtlı sermayeyi zayi etmeden bire bin verecek olan Zâta satmayı kabul edenlere selâm olsun! KARINCA İLE AĞUSTOS BÖCEĞİ “Şu dünyada kazanmayan bir ekmek parası, dostunun yüz karası, düşmanının maskarası” Çook eskilerde yaşamış Ezop isimli Yunanlı masalcıya ait Karınca ile Ağustos Böceği hikayesini hemen herkes duymuştur. Hikâyeye göre karınca, diğer arkadaşları gibi bütün yaz boyunca yuvasına buğday tanesi, çekirdek ve daha yiyecek namına ne bulduysa taşımış, durmuş. Dur, durak bilmeden, hiç usanmadan çalışmaya devam etmiş. Ağustos böceği ise, en verimli zaman olan Ağustos, yani yaz mevsimi boyunca cıır, cıır da cır cır edip durmuş. Bu bereketli mevsim boyunca da bulunduğu yerden fazla hareket etmesine lüzum bile kalmadan, karnını doyurabiliyormuş; çünkü orman bin bir türlü nimetle doluymuş. “Ne lüzum var ki canım çalışmaya!” diye düşünürmüş. Hatta, karıncanın yuvasına sürekli yiyecek taşımasına mana veremez, onunla dalga bile geçermiş.  “Bu güzelim mevsimde, yemek, içmek, eğlenmek varken, bunca çaba neye gerek?” deyip, karıncayı aptal yerine koyarmış. Karınca da buna çok öfkelenir, fakat, sesini çıkarmadan işine devam edermiş. Günler haftaları, haftalar ayları kovalamış; sonbahar, derken kış gelip çatmış. Herkes zorlu kış şartlarını geçirmek için yuvasına çekilirken, Ağustos Böceği, açıkta kalmış. Hem soğuktan hem açlıktan tir tir titriyormuş. Nerdeyse kurumuş ormanın içinde boş boş dönüp dolaşırken, aklına arkadaşı karıncanın kapısını çalmak gelmiş; “Belki bana yardım eder” diye düşünmüş. “Tak! Tak!” “Geldim, geldim, kim o? “Benim, Ağustos Böceği” “Ne istemiştin arkadaşım?” “Yiyeceğim kalmadı da sende fazla vardır dedim.” “Koskoca yaz boyunca hiç çalışmadan, ne yapmıştın sen?” “Çalışmamak olur mu? Saz çaldım, saz!” “Öyleyse, şimdi de oyna biraz!” “Çat!” diye de kapatmış kapıyı zavallının suratına. Hikâye bu kadar. Hikayeyle çocuklara verilmek istenen, çalışmanın ve tedbirli olmanın, sadece bugünler için değil, gelecek için de hazırlıklı olmanın ehemmiyetidir elbet. Bizde de “Tarlada izi olmayanın, harmanda yüzü olmaz.” ya da “Akarken doldurmak gerek.” gibi ata sözleri ile, iş mevsiminde gayret gösterip emek vermek sayesinde hasat zamanında mahsulünü almak ve bolluk zamanındayken, yokluk zamanını da düşünerek hareket etmenin gereği vurgulanır. Fakat gel gör ki; bizim kültür ve inancımıza yakışmayan ve sığmayan, hikâyede geçen, karıncanın son tepkisidir. Bizden yardım isteyenleri, hele bizi son ümit olarak görenleri, her hâlükârda geri çevirmeyiz, çeviremeyiz. Hatta tembelliğin­den ve müsrifliğinden dolayı bile olsa, muhtaç duruma düşeni, “Oh olsun!” diyerek, kapı dışarı etmeyiz. O üzgünse, gerektiğinde onunla beraber üzülürüz. Elimizde bulunanı, az miktarda da olsa, severek paylaşırız. Halbuki, Ezop ve benzerlerinin bu gibi hikayeleriyle büyüyen Batı insanı, son derece bencil, yardım sevmez, hırs küpü ve soğuk kimseler olmuştur. Bize uymayan başka bir ciheti de hep dünya malı ve ihtiyacından çok fazlası için, âdeta bir makine gibi çalışmak, bu şekilde çalışmayanları ise küçük görmektir. Yine, sadece kendimize ait olanı, yani helal olanı alabiliriz. Karınca misal, kokusunu al­dı­ğımız her kaynağa uzanma­ya çalışmaz, ne bulduysak ken­di hanemize taşımayız. Yani, Ba­tı medeniyetinin mayası olan sömürgecilik, bize pek uymaz. Bir lafım da azıcık meslektaşım olan bu Ezop’a: Ezop, arkadaşım! Geveze ettin beni. Bir hikâye uydurmuşsun bari bi araştır, bi sor; “Bu Ağustos Böcüğü, ne kadar yaşar?” deyu. Hepi topu 4 veya 6 hafta yaşayabilen bu hayvancağız, hiç kış mevsimi görmüş müdür ki; onu da bizi de bu kadar zahmete sokuyorsun? Hadi neyse, yaşına veriyorum; benden 2 bin 600 sene önce doğmuşsun ya! Bir de, Selman-ı Farisi’nin (ra) Medine’ye gelmesine vesile olan o muhterem papaz ve kili­sesinin bulunduğu -Afyon/Emirdağ yakınlarındaki- Amorium şehrinde yaşadığın rivayeti de var. Yani, o mübarekle hemşehri de sayılırsın. Güzel şeyler de söylemişsin fakat, vahiy kaynaklı olmadığından olsa gerek, eksiklerin olmuş. Onların bir kısmını tamamlamak da, Selman (ra) ve arkadaşlarının öncüsü oldukları İslamiyet’e mensup sıradan bir Müslüman olan bize nasip oluyor; hamdolsun! Duruma başka el atanlar da olmuştur muhakkak. Özetleyerek karınca ile ağustos böceğinin ortasını bulacak olursak; dur-durak bilmeden sürekli kendimiz için çalışmak da tembelliğe varan çalışmamak da bize uymaz. “Şu dünyada kazanmayan bir ekmek parası, dostunun yüz karası, düşmanının maskarası” diyor şair (M.A. Ersoy). Ayet-i kerimede ise, “O hâlde boş kaldığın zaman, hemen (başka bir işe giriş) yorul!” buyurulmaktadır. (İnşirah, 7) İbadet yönünde yaptığımız işlerle yetinmek de bize uymaz. Çünkü, yapmış olduğumuz hizmetlerin, bizi kurtarmasına garanti gözüyle bakmak olacaktır ki; buna ucb denir ve çok çirkin addederiz. Onun için, rıza-yı Bari’nin nerde olduğunu bilemediğimizden, en ufak hayırda bile, ömrümüzün sonuna kadar onu ararız. Şerlerin def’i ve hayırların celbi, her işimizin gayesi olsun. Hayır, gayret ve selametle kalın.

İsmail ERDOĞAN 01 Ağustos
Konu resmi“Değer” Ayinesinde Yaz Mevsimi
İnsan

Kur’ân talebesi, darb-ı emsalden ayet-i kerimedeki “Sakının!” nidasını işitir. “Yarın, yani kıyamet günü için, ne takdim ettiğine (ne hazırladığına) bak.” ihtarını alır nefsine. Ve Allah’tan sakınır. Fezlekedeki “Çünkü Allah, ne yaparsanız hakkıyla haberdar olandır.” esması baş/kalb kulaklarında çınlamaktadır. “Yazın başı pişenin kışın aşı pişer.” der, ecdadımız. Bu ata yadigârına hürmetten olsa gerektir ki ecnebilere ait Ağustos Böceği ve Karınca ismiyle anlatılagelen hikâyeye büyük bir önem atfedilir. Özetle vakıa şöyledir: Zevk eyler, yazı beyhude geçirir Ağustos Böceği. Birdenbire kış geliverir. Kıtlık başlar. Bir habbecik yiyecek yoktur. Sıkıntı yaşar, komşusu karıncaya gider. Halini anlatır. Borç yiyecek ister, yalvarır. Karıncanın ise kimseye borç bir şey vermek âdeti değildir. Sorar: “Yazın meşgaleniz neydi acaba? Bilsek olur mu?” Böcek cevap verir: “Mazur görün, madem sual eylediniz cevap vereyim. Gece gündüz şevk ile türkü çağırmaktı işim gücüm.” Karınca son noktayı koyar: “O vakit, işiniz madem teganniymiş. Şimdi de durmayıp hemen raks eyleyin bari.” Şimdi bakalım… İlk başta darb-ı emsalimizin ve hikâyenin hedef kazanımının aynı olması dikkat çeker. Her ikisinde de aslolan bir hazırlığın olmasıdır. Ancak medeniyetimizin esası olan Kur’ân dersi ile meseleye yaklaştığımızda, batı medeniyetinin temellerini inşa eden felsefeden çok ayrı tarzda bir hitab dikkati çeker. Şöyle ki: Kur’ân talebesi, darb-ı emsalden ayet-i kerimedeki “Sakının!” nidasını işitir. “Yarın, yani kıyamet günü için, ne takdim ettiğine (ne hazırladığına) bak.” ihtarını alır nefsine. Ve Allah’tan sakınır. Fezlekedeki “Çünkü Allah, ne yaparsanız hakkıyla haberdar olandır.” esması baş/kalb kulaklarında çınlamaktadır. Sonra iki emanetten ikincisi yetişir. Teşbih fasihtir: Dünya ahiretin tarlasıdır. Kurulan dünya-ahiret dengesidir. İman gözü her iki âlemi tartmış, sa’y ciheti ile bir denge sağlamıştır. Geceler, gündüzler tartıdaki kıvamını bulmuş, hak edene hak ettiği kıymet bu göz ile verilmiş. Ukbada beklenilen harman daha dünyada iken kalben müşahede edilmiştir. Bu iki emanetin takipçileri, salavata vesile kadem-i şerifleri hakkıyla takip edercesine, hassasiyetle hayat basamaklarını yürümüşlerdir. “Ne olursan ol gel!” teklifinin sahibi mevsimlere imani bir nazarla sahip çıkar ve mevsimleri gelen’lerin kalblerine “hayatın merhaleleri” olarak yerleştirir. Yaz, gençlik; kış, mevti hatırlatan ihtiyarlık. Dünya hayatı yaz/gençlik ile bir başka değer kazanır. Gençlik yazı yeşil ve taze bağ gibi bol bol meyve verir. Bu meyveler kış/ ihtiyarlık, zorluk zamanının emanı olur. Sevgili Üstad tam bir vazife şuurunu hissettirerekten benzer bir benzetmede bulunur. Gaflette giden tüm insanlara tek bir insana hitab edercesine, iman ve Kur’an dersi vererekten seslenir: “Beni dinle. Ben de senin gibi gençlik sarhoşluğuyla, gaflet içinde dünyayı hoş ve güzel gördüğüm halde, gençlik sarhoşluğundan ihtiyarlık sabahında ayıldığım dakikada, o güzel zannettiğim, ahirete müteveccih olmayan dünyanın yüzünü, nasıl çirkin gördüğümü ve ahirete bakan hakiki yüzü ne kadar güzel olduğunu… sen de gör.” Sonra kadim medeniyetimizin en ücra köşelerinde yer alan mezar taşı kitabelerinin Kur’ânî teessürle ağlayışına bakalım. Vefatını bekleyen dünya seyyahlarına duyurmak istercesine, baş uçlarında hatt-ı Kur’ân ile kazınmış “Yâ Hû”, Yâ Bakî” sessiz haykırışlarını işitelim. Yine aynı dersi var beşeriyete: Daha dünyada iken, hususen gençlik vaktinin kıymetini bilip ahirete hazırlık yap! Fanisin! Ya felsefe talebesi? Geçen fablda kelime, cümle ve metin olarak bahsettiğimiz atasözüne maddeten yakınlık vardır. Fakat bu yakınlık, zahiren böyledir. Aslına, hakikatine bakıldığında arada dağlar gibi fark görünür. Her şeyden önce felsefe talebesi marifetten, imanın rükünlerinden ve hakikatlerinden seradan süreyyaya kadar uzaktır. Darb-ı misalimizde kazanımın özü olan hazırlık Allah için, ahirete yönelik, nebevî ve Kur’ânî eda iledir, felsefe talebesinde ise durum böyle değildir. Tamamen dünyevi bir rahatı kazanmak, kaybedilen günü gün etme anlayışını tamir cihetiyledir. Nerede, Kur’ân’ın esma ile sakındırması? Nerede, Peygamberimizin (asm) ahiret hatırlatması? Nerede, Kur’ân ve sünneti rehber alanların meseleyle alakalı ikazları? Nerede, ukbadan dünyaya haber vererek zaman giriftinden başını çıkararak çözüm sunan medeniyet eserleri? Felsefe talebelerinin “Çelişki, çe­liş­ki, çelişki!” nidalarını, “Süb­­han­allah, Elhamdülillah, Allahu ekber!” nidalarıyla ilzam eden Kur’ân talebelerine selam olsun! Yâ İlâhenâ! Furkân-ı Hakîm’in kendisine indirildiği Zâta (sav) ve onun bütün âline ve ashâbına salât eyle. Âmîn!

İbrahim SARITAŞ 01 Ağustos
Konu resmiKarma Eğitim
Eğitim

Demokrasilerde halkın talebi önemsenir. Bu taleplerden biri de çocuklarını kız, erkek ayrı okul ve sınıflarda okutmak olabilir. Nitekim olmuş ve Sn. Bakan, bir vesile ile bunu dillendirmiştir. Hal-i hazırdaki karma sınıflarda eğitimine devam etmek isteyen edebilir.  Bu noktada yapılması gereken husus, velilerimizin talep ve muvafakatı doğrultusuna eğitimin tüm kademelerinde karma olmayan eğitim ortamları da açmak olmalıdır.  Türkiye önemli bir seçimi geride bıraktı.  Başkanlık sisteminin bir gereği olarak hemen ilk hafta atanan Bakanlar görevlerine başladı. Millî Eğitim Bakanlığına, bu bakanlıkta daha önce beş sene boyunca Müsteşar olarak görev yapan, sonrasında ise Hacı Bayram-ı Veli Üniversitesi Rektörü olarak görev yapan Prof. Dr. Yusuf Tekin Bey atandı.  Sn. Bakan’ın geçtiğimiz günlerde bir televizyon programında yaptığı “Karma Eğitim” ile ilgili söyledikleri kamuoyu gündemine oturdu ve tartışma konusu oldu. Konuyla ilgili olarak birtakım çevreler her zamanki “şartlı refleksleriyle” konuyu “laiklik” ile ilişkilendirerek kabul edilemez olarak gördüklerini gösterdiler. Şaşırdık mı? Hayır! Peki, ne söylemişti Milli Eğitim Bakanı Sn. Yusuf Tekin? “Kız çocuklarını okula göndermeyen velilerin argümanların­dan bir tanesi de ‘Ben çocuğumu erkeklerle aynı okula göndermek istemiyorum.’ O za­man veliyi ikna etmek için biz gerekirse kız okulları da açabilmeliyiz. Karma eğitime karşı olduğum söyleniyor, tam tersine, özgürlükçüyüm. Zaten Milli Eğitim Temel Kanunu da ‘Karma eğitim esastır’ diyor. 2013 yılında müsteşarlığım sırasından kız çocuklarıyla ilgili böyle bir şey yapılabilir demiştim, oradan hareketle tartışma bambaşka yerlere doğru gitti.” Görüldüğü üzere Sn. Bakan, velilerin taleplerini kamuoyuyla paylaşıyor ve bu noktada veli hassasiyetlerinden birisinin de kız erkek karışık aynı okul ve sınıfa göndermek istemeyen ailelerin talebini paylaşıyor. Gerekirse bu şekilde okullar da açabilmeliyiz diyor.  Var olan kanunu hatırlatmakla birlikte, kendisinin de dayatmacı olmadığını, özgürlükçü olduğunu ifade ederek, yine bu özgürlük kapsamında velilerden gelen bu talebi eğitime katkı açısından önemsediğini ifade ediyor. Burada yeri gelmişken Milli Eğitim Temel Kanunundaki karma eğitim maddesini de paylaşalım. Milli Eğitim Temel Kanunu’nun 15. maddesine göre, “Okullarda kız ve erkek karma eğitim yapılması esastır. Ancak eğitimin türüne, imkân ve zorluklara göre bazı okullar, yalnızca kız veya yalnızca erkek öğrencilere ayrılabilir.” denilmektedir. Bu kanun muvacehesince “Tür­kiye’de türüne göre açılan kız ve erkek liseleri olduğu gibi, mesleki anlamda da Kız Meslek Liseleri ve İmam Hatip Liseleri bulunmaktadır. Konu iki noktada düğümlenmektedir; laiklik ve pedagoji. Laiklik açısından bakıldığında, laiklik ilkesi bütün dinlere eşit mesafede olmayı gerektiriyor. Laikliğin kendisinin bir eğitim modeli sunduğu yok. Yani duruma göre karma, duruma göre ayrı okullarda eğitim vermek laikliğe zıt bir durum değil. Ancak yazımızın başında da belirtiğimiz gibi laikliği ideolojik kalıplarla değerlendirenler bu haklı talebi hazmedemeyerek içlerindeki ideolojik saplantıları her daim açığa vurmaktan geri durmuyorlar. Gerek pedagojik olarak gerek genel olarak bakıldığında ise; karma eğitim konusunu birçok noktadan değerlendiren ve bu alanda “Yüz Yılın Pedagojik Yanlışı Karma Eğitim” adıyla bir kitap yazan Ali Erkan Kavaklı, konuyla ilgili olarak “Karma eğitim kime ne zarar veriyor” makalesinde şunlardan bahsediyor. “Karma eğitim toplumda kadın-erkek eşitliğini sağlamak için ortaya atılmış bir proje idi. 1969’lu yıllardan beri uygulanıyor, toplumda kadın-erkek eşitliği sağlanmadı. Batı’da eğitimciler ve toplum bilimciler acaba proje mi yanlış diyerek konuyu yeniden ele aldılar ve hakikaten karma eğitimin kadın-erkek eşitliğine hizmet etmediğini, hatta tam aksine kadınlara okul çağından itibaren ‘aşağılanmayı, cinsel tacize uğramayı, erkek hegemonyasında yaşamayı’ öğrettiğini ortaya koydular ve ayrı eğitimi savunmaya başladılar. Bizim batı taklitçilerinin de ezberi bozuldu. Batıdaki araştırmaları ve ayrı eğitim eğilimini görmezden geldiler ve körü körüne karma eğitimi savunmaya devam ediyorlar. Bunlardan bir kısmı da okuyucum gibi kime, ne zarar veriyor, diye soruyor. Merak eden okuyucularım için bu yazımda karma eğitimin insan tabiatına aykırı olduğunu söyleyeceğim ve zararlarını sıralayacağım. İnsan tabiatına aykırı, çünkü Cambridge Üniversitesi’nde ça­lışan psikolog Prof. Simon Ba­ron-Cohen’in de ifade ettiği gi­bi kız ve erkek anne karnından itibaren farklı programlanıyor­lar ve farklı ilgi alanları var. Prof. Baron-Cohen The Essential Diffrence adlı kitabında der ki: “Normal şartlarda kadınlar ve erkekler farklı beyin yapıları ile dünyaya gelirler. Erkek beyni dünyayı sistematik olarak algılamaya yeteneğiyle dünyaya geliyor; buna karşılık kadın beyni ise duyarlı ve empatik yapılı olarak donatılıyor.” (Der Spiegel, 25.08.2003, s. 91) Kadın ve erkeğin farklı programlandığını anlamak için çocuklara bakmak bile yeterli. Kız torunum bebeklerle oynuyor, erkek araba ve silahlarla. Verdiği zararları kısaca şöyle sıralamak mümkün: Okullarda kızların cinsel tacize uğramasına yol açtı. Kızlara erkek hegemonyasında yaşamayı öğretti.  Özellikle muhafazakâr ailelerin kızları okula göndermemesine yol açtı. Kızları eğitimsiz bıraktı. Karma sınıflar strese yol açtı, kız ve erkeklerin yeteneklerini geliştirmelerini engelledi. Fizik, kimya, bilgisayar, spor, el işi, motor dersi gibi alanlarda kızlar erkeklerle yarışamadı ve yeteneklerini geliştiremedi. Dil, edebiyat, tarih, coğrafya, biyoloji, sosyal bilgiler alanında kızlarla yarışamayan erkeklerin yeteneklerini geliştirmesini engelledi. Kız ve erkeklerin derslere odaklanmalarını ve daha iyi yetişmelerini önledi. Özellikle mühendislik alanlarında kızların verimsiz olmasına ve daha az maaşlı meslekler seçmelerine yol açtı. Ergenlik çağındaki kız ve erkekler dersler yerine karşı cinsle ilgilenmesine ve ahlaki yozlaşmanın meydana gelmesine yol açtı. Okullarda kız veya erkek arkadaşını başkalarından kıskanan erkek veya kızların kavga etmesine sebep oldu. Fiziken güzel olmayan ve arkadaş bulamayan kız ve erkekleri karamsarlığa sürükledi. Peki, kime, ne kazandırdı?”  Evet, konuya pedagojik açından da bakıldığında karma eğitimi bir model olarak tek alternatif gibi göstermenin yanlışlığı ortada. Demokrasilerde halkın talebi önemsenir. Bu taleplerden biri de çocuklarını kız, erkek ayrı okul ve sınıflarda okutmak olabilir. Nitekim olmuş ve Sn. Bakan, bir vesile ile bunu dillendirmiştir. Hal-i hazırdaki karma sınıflarda eğitimine devam etmek isteyen edebilir.  Bu noktada yapılması gereken husus, velilerimizin talep ve muvafakatı doğrultusuna eğitimin tüm kademelerinde karma olmayan eğitim ortamları da açmak olmalıdır.

Enes KARA 01 Ağustos
Konu resmiHer Derdin En Kudsi Dermanı: İman
İtikad

Saadet-i ebediyenin anahtarı, hayat-ı bâ­ki­yenin medarı, cennet-i dâimenin esası imandır. İman eden kaybetmez. Zira imanda baki ve daimi bir kazanç vardır. İman eden mahzun olmaz. Zira imanda ebedi bir sevinç, sermedi bir sürur, nihayetsiz bir saadet, sonsuz bir huzur vardır. Evet, bütün sadetler imandadır. Hakiki ve elemsiz lezzet, yalnız iman ile mümkündür. Kalbin emellerini ancak iman teskin edebilir. Ruhun elemlerini yalnız iman teselli edebilir. Aklın izacını (rahatsız etmesini) ancak iman giderebilir. İman her zaman birinci ve en önemli meseledir, hiçbir zaman tali bir konu olmamıştır. İnsanın bu dünyaya gönderilmesinin hikmeti ve gayesi imandır. Yani Allah’ı tanımak ve ona teslim olup ibadet etmektir. Allah’a iman, ancak Kur’ân-ı hakîmin ders ver­diği surette iman etmekle olur. O da şöyledir; Cenab-ı Hakk’ı sıfatlarıyla, isimleriyle, umum kâ­inatın şehadetine istina­den kalben tasdik etmek ve elçi­leriyle gön­derdiği emirleri tanımak ve günah ve emre muhalefet et­tiği vakit, kalben tevbe ve ne­damet etmektir.1 İman, insanı Allah’a muhatap kılar. İman olmazsa insan sahipsiz, hamisiz, kimsesiz bir hale düşer. İnsanın hakiki kıymeti iman ile ortaya çıkar. İman, insandaki latifeleri, duyguları, cihazları cevherden mücevhere dönüştürür. Esfel-i safilinden ala-yı illiyyine yükseltir ve cennete layık şerefli bir misafir yapar. İman olmazsa insanın kıymeti binden bire düşer. Kulak, dil, göz gibi azaları zararlı bir alet, kalp ve akıl gibi latifeleri ızdırap veren işkence aletine dönüşür. Hulasa iman insanı minarenin başına çıkarır, keyifli bir manzara sunar. İmansızlık ise kuyunun dibine atar, aşağılık bir vaziyete düşürür. İman, müminin varlıklarla uhuvvetini, irtibatını, birliğini ve beraberliğini güçlendiren bir bağdır. Bu sebeple müminin ruhu kardeşlikle, kalbi samimiyetle, aklı uhuvvetle doludur. Mümin, imanın nuruyla bütün mevcudatı kendisine dost ve aşina bilir. Umum mevcudatla bir muârefesi (tanışıklık) ve bütün varlıklarla bir münasebeti vardır. İman olmazsa insanın mevcudatla bağı bir anda kopar. Her şey insana yabancı, her şey insana düşman olur. İman, manasızlık buhranını gideren bir burhan, anlamsızlık düğümünü çözen bir irfan kaynağıdır. İnsan dünyaya gözünü açar açmaz, hastalıklarla elemlerle belâlarla karşılaşır. Nihayetsiz korkular içerisinde kıvranır. Sonsuz ihtiyaçlarına çare arar. Böyle bir vaziyetteyken imanın nuru insanın imdadına yetişir. Hayatın ağır yükünü hafifletir. Korkuları, sonsuz kudret sahibi olan Allah ile giderir. İhtiyaçları, nihayetsiz rahmet hazinelerine malik olan Rabbimiz ile temin eder. Saadet-i ebediyenin anahtarı, hayat-ı bâ­ki­yenin medarı, cennet-i dâimenin esası imandır. İman eden kaybetmez. Zira imanda baki ve daimi bir kazanç vardır. İman eden mahzun olmaz. Zira imanda ebedi bir sevinç, sermedi bir sürur, nihayetsiz bir saadet, sonsuz bir huzur vardır. Evet, bütün sadetler imandadır. Hakiki ve elemsiz lezzet, yalnız iman ile mümkündür. Kalbin emellerini ancak iman teskin edebilir. Ruhun elemlerini yalnız iman teselli edebilir. Aklın izacını (rahatsız etmesini) ancak iman giderebilir. İnsan her zaman imandan gelen teselliye muhtaçtır. Her derdin en kutsi dermanı imandır. İman nazarıyla her bela Allah’ın bir memuru, her musibet Rabbimizin muti bir askeri, her hastalık Mevla-yı kerimimizin nurdan bir işçisi hükmündedir. İnsan hastalıklara, belalara, musibetlere, arzî ve semavi afetlere, depremlere ve yangınlara ancak imandan gelen bir nur ile mukavemet edebilir. Enkaz altında kalan yavrusunu çaresizce bekleyen bir anayı imandan başka hangi güç teselli edebilir? Ailesinin bütün fertlerini bir anda kaybetmiş bir genci Allah’a imandan başka hangi kuvvet teskin edebilir? Bütün mal varlığını hırçın bir sele kaptıran insanın gönlünü imandan başka hangi nur ferahlatabilir? Bir bardak su almak için mutfağa gitmeyi uzun bir yolculuğa çıkmak gibi meşakkatli gören beli bükülmüş ihtiyarlar, erzel-i ömür ile ölümü memnuniyetle bin defa hayata tercih eden ihtiyareler imandan başka hangi güç ile hayata tutunabilirler? Amansız bir maraza (hastalık) giriftar olan bîçare bir hastaya imandan başka hangi ilaç merhem çalabilir? Günahların bir volkan gibi patlayıp beşeriyetin üzerine yağdığı bir zamanda, savunmasız, masum bir genç çekici günahlara ve cazip fitnelere karşı imandan başka hangi kalkanla kendisini koruyabilir? Hangi güçle kendisini zinde tutabilir? Evet, elbette imandan başka tutacağı sağlam bir kulp, imandan başka sığınacağı muhkem bir kale yoktur. Vefasız bir dostun harap etti­ği mahzun bir gönlü imandan başka kim tamir edebilir? Daima sürura meftun insanı, mütemadiyen sevince müştak beşeri imandan başka tebşir (müjdeleme) edecek bir mübeşşir (müjdeleyici) yoktur. Fena ve fani dünyanın yüzsüz yüzünden incinen ince ruhlu insanlara nefes alacak baki ve daimi bir pencere ancak iman ile mümkündür. Evet, firakların, ayrılıkların, belaların, musibetlerin ilacı, devası, şifası ancak ve ancak imandadır ve iman ile mümkündür. İman, insanın geçmiş ve gelecek zamanlarını nurlandıran bir lambadır. İnsanı karanlıktan ay­dınlığa çıkaran bir güneştir. Evet, mazinin boğucu mezarlı­ğını nurani menzillere çeviren, imandır. Müstakbelin endişeli karanlıklarını parlak yarınlara inkılap ettiren, imandır. Ölümün yüzünü güldüren bir dost, acının rengini değiştiren bir ruhtur, iman.  Hayatın zehrini lezzete, acısını tatlıya çeviren bir ilaçtır, iman. Evet, iman, insanı dünyevî ve uhrevî cehennem azabından muhafaza eden bir yoldur. Hem dünyada hem ahirette cennet hayatını yaşatan bir nurdur. “Selâmet ve emniyet, yalnız İs­la­miyet’te ve imandadır. Öyle ise biz daima  اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ عَلٰي دٖينِ الْاِسْلَامِ وَ كَمَالِ الْاٖيمَانِ demeliyiz.”2 Denizlerin dalgaları adedince, ağaçların yaprakları adedince, yağmurların katreleri adedince  اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ عَلٰي دٖينِ الْاِسْلَامِ وَ كَمَالِ الْاٖيمَانِ3 1- Bkz. Emirdağ Lahikası, c.2, s.432-4332- Sözler, s.53- İslam dini ve imanın kemali üzerine hamd Allah’a mahsustur. (Arabî ibare)

Ahmed Hüsrev ACAR 01 Ağustos
Konu resmiİnsan İnanmaya Muhtaçtır!
İtikad

insanın sonsuz arzularını karşılayacak daimî bir yaratıcı olmalıdır. Ve o yaratıcının ebedi bir âlemi olmalıdır. İşte o âlem de cennettir. İhtiyaçlarımızı bu dünyada mükemmel olarak karşılayan Allah, elbette -emir ve yasaklarına uymak şartıyla- ahirette de daha güzel bir şekilde sonsuz yaşama arzumuzu karşılayacaktır. Nihayeti olmayan bu kabiliyetlerimizi tam kullanabileceğimiz cenneti bize verecektir. Her insan hayatını gözden geçirse son derece güçsüz ve birçok şeye ihtiyacı olduğunu anlar. İşte insanın yaratılışında var olan bu acizlik ve muhtaçlık yüce bir zata inanmak ihtiyacını açık bir şekilde göstermektedir. Âdem Aleyhisselam’dan günümüze kadar bütün toplumlar yüce bir varlığa inanma ihtiyacı duymuşlardır. Dünyanın her tarafındaki faklı toplumlara ait ibadethaneler de buna kesin bir delildir. Demek ki inanmak, insanın en büyük ve mühim ihtiyaçlarından biridir. İnsan, yaradılışı itibariyle âciz­dir ve kâinatta olup biten her şeyle alakadardır. Bu alaka nedeniyle pek çok şeyi sever, onlara bağlanır. Hâlbuki sevdiği, bağlandığı şeylerin zarar görmesi ve onu terk etmesi insanı devamlı incitir, huzursuz eder. Hayatta, insanın hoşuna gitmeyen ve ona zarar veren şeyler pek çoktur. Büyük küçük, her şey ona ilişir, onu etkiler. Mesela insan, şiddetli bir depremden ürktüğü gibi basit bir hastalıktan da kaygılanır. Bir kuyruklu yıldızın dünyaya çarpmasından korktuğu gibi bir mikroptan da korkar. İnsanın, korktuğu ve endişe ettiği şeylerin çoğundan kendini korumaya gücü yetmez. Hiçbir insan, başına bir bela ve musibetin gelmesini istemez ancak bir belaya, bir musibete düştüğü zaman da elinden bir şey gelmez. Mesela insanın deprem, sel gibi afetlere karşı yapacağı çok şey yoktur. Kendisine hastalık veya ölümün gelmesini engelleyemez. Ancak tedbir alıp tevekkül edebilir. İşte böyle çaresiz hâldeki bir insan; acizliğine merhamet edecek ve korktuğu şeylerden onu kurtaracak bir zata muhtaçtır. Böyle bir zat ise her şeye gücü yeten Allah (cc)’tır. İnsan, çok şeye muhtaç ve çok fakir bir varlıktır. Çünkü insanın ihtiyaçları sonsuz ve istekleri sınırsızdır. Üstelik şu dünyada mal mülk sahibi olmak, insan için gerçek bir zenginlik de değildir. Mesela, insan bir çiçeği sever; bahar mevsimini de sever. Bir bahçeyi arzu ettiği gibi, ebedî cenneti de arzu eder. Başka bir şehre taşınmış bir dostunu ziyaret etmek istediği gibi, ebedî âleme göçmüş sevdiklerini de görmek ister. Bütün bunlar insan aklının, ruhunun ve duygularının şiddetle arzuladığı gerçekleşmesi için ihtiyaç hissettiği şeylerdir. İnsanın bütün kâinatla alakadar olması, pek çok şeyin ona ilişmesi, çok şeye ihtiyaç duyması gibi hâlleri gösteriyor ki insan, istediklerini elde edebilmek için nihayetsiz rahmet sahibi birine muhtaçtır. Böyle bir zat ise zenginliği sonsuz olan ve hiçbir şeye muhtaç olmayan Allah’tır. İnsan, aciz olduğundan daima dayanacak ve sığınacak bir yer arar. Sınırsız ihtiyaçları olduğundan kendisine yardım edecek birini talep eder. Kısacası insan, Allah’ın kudretine sığınmaya ve rahmetinden yardım istemeye mecburdur. Bütün bu nedenlerle, bir olan Allah’a inanmak insan için hem bir ihtiyaç hem bir zorunluluktur. İnsanın kalbi, aklı, ruhu, duyguları bu dünyayı sevdiği ve burada kalmak istediği gibi sonsuz bir cennet hayatını da arzular. Çünkü insanın istek ve ihtiyaçları sonsuzdur. İnsan bunları dünyada tam olarak karşılayamaz. Çünkü dünya da içindeki insan da sonludur, fanidir, ölümlüdür. Evet, insan dünyadaki hayatını korumaya çalışır, ona zarar gelmesini istemez. Onu devam ettirmek için çabalar. Aç kalmak, hasta olmak, kaza yapmak istemez. Sağlığının, hayatının, mutluluğunun devamını ister. Yine insan birçok şeye kalbiyle bağlanmıştır. Evini sever; ona bakar, onu onarır, güzelleştirmeye çalışır. Fakat bununla kanaat etmeyip daha güzel başka evler de ister. Sahip olduğu varlıkların da elinden çıkmasını istemez. Sürekli bulunduğu durumdan daha fazla bir zenginlik, rahat ve mutluluk beklentisi içindedir. İnsanın ihtiyaçları hiç bitmez, beklentileri bir türlü son bulmaz. İnsan, bu ihtiyaçları karşılanmazsa mutsuz olur. Öyleyse insanın sevdikleriyle beraber sonsuza kadar mutlu olacağı bir yer olmalı değil midir? Anne rahmindeki bir çocuk incelendiğinde görülür ki o bebeğin milyonlarca güzellikleri görebilecek gözleri vardır ama o karanlık ortamda kullanamaz. Harika işlerde kullanabileceği, koşabileceği ayakları vardır, lakin o küçücük yerde koşamaz. Mükemmel özelliklere sahip bir dili vardır, fakat orada tadamaz ve konuşamaz. O bebeğin çok fonksiyonel elleri vardır, ancak o dar yerde kullanamaz. Çeşit çeşit sesleri işitip ayırt edebilecek kulakları vardır, ama duyamaz. İşte böyle bir be­be­ğin bu hali gösterir ki o mü­kem­mel gözlerini, ayaklarını, dilini, ellerini, kulaklarını tüm imkânlarıyla, rahatça kullanabileceği dünya hayatı gibi bir yer olmalıdır. Ta ki bu mükemmel organlar boşa yaratılmamış olsun. Eğer böyle bir yer olmazsa bu organların verilmesi anlamsız olmaz mı? İnsan aynen bu bebekliğine benzer. Çünkü her bir insan, dünyanın sonlu ama istek ve ihtiyaçlarının sonsuz olduğunu vicdanıyla hisseder, bilir. Bu istek ve ihtiyaçlarının da karşılanmasını ister. Hâlbuki görülüyor ki insanın sonsuza uzanan bu istek ve ihtiyaçları dünyada tam olarak karşılanamamaktadır. İnsan ise bunları karşılayamayacak kadar aciz ve güçsüzdür. İnsanın sahip olduğu şeyler de sadece kabre girene kadar elinde kalmaktadır. Demek, insanın sonsuz arzularını karşılayacak daimî bir yaratıcı olmalıdır. Ve o yaratıcının ebedi bir âlemi olmalıdır. İşte o âlem de cennettir. İhtiyaçlarımızı bu dünyada mükemmel olarak karşılayan Allah, elbette -emir ve yasaklarına uymak şartıyla- ahirette de daha güzel bir şekilde sonsuz yaşama arzumuzu karşılayacaktır. Nihayeti olmayan bu kabiliyetlerimizi tam kullanabileceğimiz cenneti bize verecektir.

Ayhan Mirza İNAK 01 Ağustos
Konu resmiKütüb-i Sitte’de Hadis Tarihi Safhaları
Tarih

I. DOGUŞ DÖNEMİ (M.7. YY – H. 1. YY) Peygamberimiz Dönemi Sahabeler Peygamberimizi yakından takip ederek hadisleri ezberleme ve aktarma yoluna gittiler. İlk dönemlerde Kur’an-ı Kerimle karışmaması için hadislerin yazılması yasaklansa da; Kur’an-ı Kerimin üslubuna alışılması. Hadislerin artmasından dolayı hafızada tutmanın müşkilleşmesi. nedenlerinden dolayı hadis yazımına Hz. Peygamber döneminde başlandı.  Abdullah b. Amr el-As (Sahife-i Sadıka), Cabir b. Abdullah, Ali b. Ebi Talib gibi sahabler bu konuda ön plana çıkanlar olarak tarihe geçti. Yine bu dönemde; Medine vesikası. Davet mektupları. Siyasi ve askeri vesikalar. Dini ve hukuki bildirimler. Dini gruplarla mektuplaşmalar. Sahabelerin yazdığı sahifeler. önemli yazılı vesikalar olarak hadis ve siyer kitaplarında yerini almıştır. Not: Prof. Muhammed Hamidullah, Hz. Peygamber (sav) ile dört Halife’ye ait yazılı vesikaları altıyüz sayfalık hacme ulaşan bir kitapta toplamıştır. (KS. C. 1, s. 19) Sahabeler Dönemi Peygamberimiz (sav), “Ashabım gökteki yıldızlar gibidir. Hangisine uyarsanız hidayete erersiniz” buyurmuştur. İmam-ı Şa­fii Risale-i Kadimesinde, “Sa­ha­be-i Kiram ilim, ictihad ve akılca hepimizden üstündür” der. Peygamberimizin rahle-i tedrisinden geçmiş olan Sahabe-i Kiram efendilerimiz hadis na­killerinde azami ihtimam gös­termişlerdir. Sahabelerden ha­dis alan sonraki dönem muhaddisleri bu hadisleri cerh ve tadile tabi tutmamışlardır. Hadisler ilk zamanlar ezber yoluyla kaydedilirken, sünnetlerin çoğalması üzerine, peygamberimizin serbest bırakmasıyla yazıyla kaydedilmeye başlanmıştır. Hadis yazdıran sahabelerin sayısının elliye ulaştıgı belirtilmektedir. Böylece; Hadislerin aslına uygun bir şekilde gelecek nesillere aktarılması sağlanmış. Şer’i dellilerin Kur’an-ı Kerimden sonraki en muteber kaynağı korunmuş. Kur’an-ı Kerimin hayata tatbiki birinci el kaynaklar vasıtasıyla öğrenilmiş. Tarihi açıdan dönemi aydınlatan önemli kaynaklar haline gelmiş. Rasulullah (sav)’in “Sözümü dinleyip belleyen ve bellediği gibi başkalarına ulaştıranların Allah yüzünü ağartsın.” vasiyetine ve duasına uygun haraket edilmiş. Rasulullah (sav)’e salavat getirmeye vesile olunmuştur. Not: “Kim bana yalan isnad ederse cehennemdeki yerini ha­zırlasın.” (Buhari) hadisine bi­naen bazı sahabeler hadis rivayetini terk etmişler veya az hadis rivayet etmişlerdir. II. TEKÂMÜL DÖNEMİ (Tabiin – Etbeuttabiin) (M.8.YY, 9. YY – H. 2.YY, 3.YY) - İnsanlarda hıfz melekesi zaafa uğramaya başladı. - Senedler1 uzamaya başladı, bundan dolayı ezber güçleşti. - Asıl kaynaktan uzaklaşmadan kaynaklı olarak tahrifat endişesi arttı. - Siyasi bakımdan Revafız, Havariç, Şia; itikadi açıdan Mutezile, Cebriye gibi bidat fırkalarının ön plana çıkması gibi arızalı durumlar İslam alimlerini harekete geçirdi. Hadislerin zarar görmesini engellemek için çalışmalar yapıldı. Hadis ilminin tekâmül ettiği bu devrede; İsnat çalışmaları arttı. Hadisleri yazarak ya da ezberleyerek yapılan ilim yolculukları hadislerin yaygnlaşmasını sağladı. Medine dışındaki sahabilere ulaşıldı. Halife Ömer b. Abdulaziz hadislerin toplanmasını, yazılı olmayanlarında yazılı hale getirilmesini emretti. (Resmi Tedvin) Cerh ve tadil konusunda alimler daha geniş şalışmalar yaptı. Hadis ilminde tanınmayan kişilerden hadis alımı durduruldu. Gizli illetleri orataya çıkarmak için hadisler inceden inceye tedkik edildi. III. TELİF ve TEKVİN DÖNEMİ (M.8.YY,10 YY. –  H. 2. YY., 4. YY.) Hadislerin kitap haline getirildiği dönemdir. “Hadislerin hepsine şamil olan ve devlet eliyle yürütülen ikinci hicri asırdaki yazma faaliyetidir” (KS c. 1, s. 113). Hicretin birinci asrının sonlarında Ömer b. Abdulaziz döneminde hadisler resmi olarak toplatılarak bir araya getirilmiştir. Tedvine sevk eden sebepler, Alimlerin ölmesiyle hadislerin yok olması endişesi, Siyasi ve mezhebi ihtilaflardan dolayı hadis uydurma faaliyetlerinin artması olarak sıralanabilir. İkinci asırdan itibaren de hadisler konularına ve ravilerine göre tasnif edilmeye başlandı. Bu dönemin ön plana çıkan ve İslam tarihi boyunca da önemini kaybetmeyen en önemli hadis kitabı “Kütüb-i Sitte”dir. Bu kitapta şu eserler bulunmaktadır: Sahih-i Buhari, Müslim El Hacca Bin Kuşeyri’nin El-Camiu’l-Sahihi, Ebu Davud’un Sünen’i, Tirmizi, Nesai’nin Mücteba’sı, İbni Mace. 1- Hadisi birbirinden rivayet ederek daha sonraki nesillere ulaştıran râvilerin alış sırasına göre ve tarih unsuru göz önünde bulundurularak zikredildiği kısımdır. … Resûlullah'ın sözünden önce zikredilen isimler zincirinden oluşan kısım sened, bu kısmı “haddesenâ” ve “kāle” gibi rivayet sözcükleriyle birlikte anarak hadisin metnini Resûlullah'a kadar ulaştırma ve râvileri sırasıyla zikretme işi de isnaddır. (TDV İslam Ansiklopedisi, İsnad maddesi)

Ali SEMERCİ 01 Ağustos
Konu resmiMüdafaa-i Milliye ve Yüzük Kardeşliği
Tarih

Devlet adamları için gümüş yüzükler hazırlandı. Hatta bir gün Müdafaa-i Milliye Cemiyeti Reisi Nedim Bey bir grup temsilci ile birlikte V. Mehmet Reşat’ın huzuruna çıkmış ve gümüş yüzüklerden bir tanesini de padişaha takdim etmişti. Padişah, yüzüğü inceleyip parmağına takmış ve çalışmalarından dolayı heyeti tebrik etmişti. Sonra cebinden çıkardığı yüz Osmanlı lirasını -padişahın şanına yakışan yüklü bir tutarı- cemiyete bağışlamıştı. Fantastik edebiyatın en büyük şaheserlerinden kabul edilen ‘Yüzüklerin Efendisi’ romanı yaklaşık yüz elli milyon satış rakamı ile hala dünyada en çok satan kitaplar arasında ikinci sıradadır. J. R. R. Tolkien tarafından II. Dünya Savaşı yıllarında “Yüzük Kardeşliği, İki Kule ve Kralın Dönüşü” isimleriyle kaleme alınan roman aynı zamanda sinemaya da uyarlanmıştır. Bu üçlü serinin ilk kitabı olan “Yüzük Kardeşliği”nde olaylar, dünyanın kaderini değiştirecek olan bir yüzük etrafında gelişir. Yıllar önce üretilen ve Orta Dünya olarak adlandırılan efsanevi coğrafyaya kandan başka hiçbir şey getirmeyen yüzüklerin sonuncusu, üretiminden yüz yıllar sonra ortaya çıkar. Mitolojik karakterleri hatırlatan kahramanlar da bu yüzüğü ortadan kaldırmak için uzun ve çetin bir yolculuğa çıkarlar ve yüzük kardeşliği böylece başlar. Zaman içerisinde ciddi bir beğeni kitlesine ulaşan hikâye onlarca yıl boyunca gündemde kalmayı başarmıştır. Romandaki karakter, eşya ve kavramlar pek çok edebiyat ve sinema eleştirmeni tarafından farklı biçimlerde yorumlanmış; hikâyeye çok farklı anlamlar yüklenmiştir. Popüler kültüre ait bu esere dair çok derin bilgisi olmayanlarımız bile en azından “yüzüklerin efendisi” ismini bir kere duymuştur. Ancak millet olarak tarihimizde ondan daha gerçek ve ilginç o kadar çok hikâyemiz var ki bizler farkında değiliz. 300 Spartalıyı pek çoğumuz bilir de Çirmen Muharebesinde sekiz yüz Osmanlı akıncısının 70 bin Sırp askerini nasıl dize getirdiğini bilmeyiz. Bu hikâyelerden birisi de yakın tarihimizde yaşanmış olan bir başka “yüzük kardeşliği”ni anlatır bize. Sene 1915… Çanakkale cephesinde yürek dağlayan çarpışmalar olmakta ve yaralanan askerler İstanbul’a getirilmektedir. Hastanelerde bulunan ilaç, pamuk, sargı bezi gibi sağlık malzemeleri ve hemşireler yaralılara yetişemez olur. Durumu öğrenen Sultan V. Mehmed, yayınladığı ferman ile İstanbul’daki kadınları hastanelere yardıma çağırır. Yanlarında da getirebildikleri kadar sağlık malzemesi getirmeleri istenir. Haberi duyan İstanbullu hanımlar hemen hastanelere koşar, yaralıların yardımına yetişir. Gelemeyenler de ziynet eşyalarını, altınlarını bozdurarak parası ile destek olur. Onların bu fedakârlıklarına karşı para ve ödül teklif edildiyse de vatan uğruna yapılan hizmetin karşılığı para ile ölçülemezdi. Yaralanan, şehit düşen askerler hemşirelerin öz be öz kardeşiydi. “Hemşire” demek zaten kız kardeş demekti. Bu yüzden hizmetlerinin karşılığı olarak yapılan teklifleri reddettiler. Hanımların göz yaşartan fe­da­kârlıkları ve vatan sevgileri kar­şısında ne verilse az gelirdi. Ancak o günlerin anısına küçük bir hediye hazırlanarak emeği geçenlere armağan edilmesine karar verildi. Eskimiş İngiliz tüfeklerinin namluları yüzük şeklinde kesildi, üzerine de “Müdafaa-i Milliye 1332 Cihadiye” yazılarak kenarlarına da birer ay yıldız eklendi. Bundan güzel bir hatıra olur muydu? İstanbullu hanımlardan bir kısmı bu yüzükleri bile satarak parasını orduya vermeyi tercih etti. Bu ne yüce bir ruh, bu nasıl bir incelik… Sonraları Müdafaa-i Milliye Cemiyeti, yüzüklerin tanesini 5 kuruştan satarak orduya gelir toplamaya başladı. Sadece Anadolu’da değil, İran ve Afga­nistan gibi bazı ülkelerde de satılıyordu. Devlet adamları için gümüş yüzükler hazırlandı. Hatta bir gün Müdafaa-i Milliye Cemiyeti Reisi Nedim Bey bir grup temsilci ile birlikte V. Mehmet Reşat’ın huzuruna çıkmış ve gümüş yüzüklerden bir tanesini de padişaha takdim etmişti. Padişah, yüzüğü inceleyip parmağına takmış ve çalışmalarından dolayı heyeti tebrik etmişti. Sonra cebinden çıkardığı yüz Osmanlı lirasını -padişahın şanına yakışan yüklü bir tutarı- cemiyete bağışlamıştı. Bu meşhur yüzükler Medine’ye de ulaşır. O tarihlerde Hicaz demiryolu tamamen tahrip edilmiş, Medine’nin kuzeyle olan bağı artık tamamen kopmuştur. Çöl Kaplanı, Medine Kahramanı Fahreddin Paşa, yüzüklerin askerlere dağıtılacağını ve karşılığında askerlerden Medine savunması bitene kadar ayrılmayacaklarına dair söz alınacağını bildirdi.  Ayrıca “Hicaz Dostları” isminde bir defter hazırlanarak kendisine söz veren askerlerin deftere kaydedileceğini ve sonrasında onlara Medine savunmasına olan bağlılıklarını ifade eden “cihadiye” yüzüklerinden hediye edileceğini bütün askerlere duyurdu. Fahreddin Paşa, bu yolla silah arkadaşlarına ne derece güvenebileceğini görmek istiyordu. Subaylar ve askerler deftere kaydolmak, bu uğurdaki kararlılıklarını göstermek için birbirleri ile yarışıyordu. Yüzük takan askerlerin sayısı her geçen gün daha da artıyordu. Kaygıları, endişeleri, sevgileri ve hedefleri aynı olan kahraman askerler arasında adeta bir “yüzük kardeşliği” kurulmuştu. Bu kardeş­lik Medine elimizden çıkana, askerler esir veya şehit olana kadar devam etmiştir. Mekânları cennet, makamları âlî, ruhları ilâ yevm’il kıyâm şâd ü handân olsun. Âmin…

Tarık ÇELİK 01 Ağustos
Konu resmi(1899-1977) Rahmet ve minnetle...
Risale-i Nur

Sevgili Üstadım, Bu hâl karşısında kendimi düşünüyorum. Ve bir de peşinde koştuğum bu kudsî hizmete bakıyorum. Cenâb-ı Hakk’ın lütf-u ihsanlarına hamd eder, şükrederken, bir kardeşimizin dediği gibi, ben de kendime diyorum ki: “Evet Hüsrev, iyi olan sen değilsin. Takip ettiğin yol iyidir, güzeldir, parlaktır. Ondan daha güzel ve ondan daha parlak ve onlardan daha nûrlu, hiçbir şey olamaz” diyorum. Sevgili Üstadım, size medyunuz, risâlelere medyunuz. Bizi size ve risâlelere ulaştıran Cenâb-ı Hakk’a medyunuz ve müteşekkiriz ve hâmidiz. Sevgili Üstadım, mektubunuzda yorgunluğumdan bahis buyuruyorsunuz. Evet, bazen yoruluyorum. Fakat yorgunluktan istirahati arzu eden nefsimi, ruhum vazifeye davet ediyor ve “Belki bugünkü sa‘yim, keffâretü’z-zünûb olur. Çünkü Cenâb-ı Hakk’ın rahmeti vâsi‘dir” diyorum. İşte bu düşünce ile şevk ve sevince doğru ilerlerken, yazılarımın kıymetdar Üstadımı memnun etmesi, bu hâlimi kat kat tezyîd ediyor. اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ هٰذَا مِنْ فَضْلِ رَبّٖى Hüsrev

İrfan MEKTEBİ 01 Ağustos
Konu resmiBu Ateş Seni de Yakar Ey Avrupa!
İnsan

Ve yol iki gözüküyor. Ya Billstrom kafalılarla hareket edip, şeytanete özgürlük diyecek ve yaktığınız ateşin yakıtı olacaksınız ya da insaniyet-i kübra olan İslamiyet’in mukaddes kitabı Kur’an’a kulak verip dünya-ahiret mutlu ve mesut olacaksınız. Sene 610. Yer Mekke yakınlarında Nur Dağı’ndaki Hira Mağarası. Bütün dünyaya ve insanlığa kıyamete kadar nur ve ışık olacak, medeniyet verecek, bütün kötülükleri söküp atacak İlahi Kelamullah’ın ilk ayetleri indirilmişti. Sonraki her dönemde olduğu gibi o zaman da yarasa fıtratlı münkirler vahyin nurundan rahatsız olmuş, gözlerini ve kalplerini ısrarla kapatmış, halkı da buna teşvik etmişlerdi. O zamanın Rasmusları da “iktidarlarının kaybolacağından, nefsani özgürlüklerinin kısıtlanacağından, rahatlarının bozulacağından, etki alanlarının kırılacağından” dem vurarak Kur’an’ın hakikatlerine karşı çıkmış, fakat akıl ve mantıkla muhatap olup karşılık veremediklerinden savaş yolunu seçmiş, kendileriyle beraber pek çok kişi ve nesneye zarar vermişlerdi. Yıl 2023. Yer İsveç’in Stockholm şehrindeki Türk Büyükelçiliğinin iki yüz metre yakını. Irkçı, İslam düşmanı bir siyasetçi bütün dünyanın gözü önünde İslam’ın mukaddes kitabı Kur’an’ı yakıyor. Bunu da devletinin izni ve polis korumasında gerçekleştiriyor.  Saldırgan gerekçesini, “İslam ve Türkiye Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın İsveç’teki ifade özgürlüğüne müdahale etme çabasına karşı” olarak açıklıyor. Çanak tutan İsveç’in Dışişleri Bakanı da “İsveç’in çok geniş kapsamlı bir ifade özgürlüğü var” diyerek özrü kabahatinden büyük bir açıklama yapıyor… Avrupa ateşle oynuyor… Terör seviciliği ve teröre ev sahipliği yapanlara karşı, bu yanlıştan dönmeleri mukabilinde NATO oluru sağlanabileceği yönünde haklı bir talepte bulunan ülkemize alınan tavır çerçevesinde, akılsız herifin biri kalkıp Allah’ın kitabını yakıyor.  Biz, tepkimizi olabilecek en üst seviyeden veriyoruz, veririz de… Fakat ey ahmak, elinde tuttuğun Allah’ın kitabı ve sen onu yakıyorsun. Bilmiyorsan da öğren, zira Allah elinde tuttuğun kitabında, “Şüphesiz Allah’ın ayetlerini inkâr edenler yok mu, onlar için pek şiddetli bir azap vardır. Hâlbuki Allah, Aziz (kudreti daima galip gelen)dir, intikam sâhibi (yapılan haksızlıkları cezasız bırakmayan)dır.”1 buyurmaktadır. Sene 571. Yer Mekke. Ebrehe de Kâbe’yi yıkmak niyetiyle Mekke’ye gelmiş, yol üstünde ne varsa talan etmiş, bir heyet mallarını geri istemek için Ebrehe’ye gitmişti. Heyetin başında Efendimiz (sav)’in dedesi Abdülmuttalip vardı. Ebrehe gururunun şaşkınlığıyla “Ben Kâbe’yi yıkmaya geldim. Benden vazgeçmemi isteyeceğinize mallarınızın derdine düşmüşsünüz” deyince, Abdülmuttalip bütün tevazuuyla şu cevabı vermişti:  “Ben, develerin sahibiyim ve onları istiyorum. Kabe’nin ise asıl sahibi var. Onu O yüce sahibi korur!” Nihayetinde Allah’ın askerleri Ebabil kuşları, gaga ve ayaklarındaki kızgın taşlarla Ebrehe ve ordusunu darmaduman etmişti.  Sene 1918’ler ve sonrası… İki Dünya Savaşı sonuçları ve istibdadın kuvvet bulmasıyla İsveç’le beraber Norveç, Finlandiya gibi ülkeler, komünistlik ve dinsizliğin zararlarından korunmak için Kur’an’ı okullarda ders olarak okutmaya başlamıştı. Dünyayı yakacak dinsizlik ateşine karşı Kur’an’ı set yapmıştı.2 Sene 2023. Stockholm’de bir siyasetçi parçası, ateşin önünde set yaptıkları ve ateşten korunmaya çalıştıkları Kur’an’ı ateşe veriyor… Avrupa ateşle oynuyor… Ve yol iki gözüküyor. Ya Billstrom kafalılarla hareket edip, şeytanete özgürlük diyecek ve yaktığınız ateşin yakıtı olacaksınız ya da insaniyet-i kübra olan İslamiyet’in mukaddes kitabı Kur’an’a kulak verip dünya-ahiret mutlu ve mesut olacaksınız. Unutma İsveç! İnsan seçtiğidir... 1- Al-i İmran, 42- https://oku.risale.online/mektubat/hutbe-i-samiye#440

Münib SAİD 01 Ağustos
Konu resmiNazar Haktır
İtikad

Arapça asıllı olan nazar kelimesi “bakma, görme, bakış açısı” gibi anlamlara gelir. Ancak nazar kelimesi Türkçede, “Bazı kimselerin bakışlarının bir şey veya kimse üzerinde meydana getirdiği etkiye yorulan ve kötü hadiselere sebep olan terslik, uğursuzluk ve göz değmesi” anlamlarını kazanmıştır. “Nazar insanı mezara, deveyi kazana sokar” sözü meşhurdur.1 Nazarla ilgili Resulullah (asm) şöyle buyuruyor:  (اَلْعَيْنُ حَقٌّ وَلَوْ كَانَ شَيْءٌ سَابَقَ الْقَدَرَ سَبَقَتْهُ الْعَيْنُ…) “Nazar (göz değmesi) haktır. Eğer kaderin önüne geçecek bir şey olsaydı, nazar onun önüne geçerdi.”2  Bir gün Allah Resûlü ashâbı ile birlikte Mekke’ye doğru yola çıkmıştı. Cuhfe yakınlarında Harrar denilen yere geldiklerinde bir dereye rastladılar. Medineli sahâbî Sehl bin Huneyf, burada yıkanmak istedi. Sehl, beyaz tenli, yakışıklı bir insandı. O sırada Medine’ye ilk hicret eden sahâbîlerden olan Âmir bin Rebîa, Sehl’i gördü ve birden ağzından onu öven sözler dökülüverdi. Hemen ardından Sehl olduğu yere yıkıldı. Görenler durumu alelacele Hz. Peygambere bildirdiler. Sehl, ne başını kaldırabiliyor ne de ayağa kalkabiliyordu. Muhtemelen kendisine Âmir’in nazarı değmişti. Resûlullah, onlara kimden şüphelendiklerini sordu. Onlar da, “Âmir bin Rebîa ona baktı.” dediler. Resûl-i Ekrem, Âmir’i derhâl yanına çağırtarak öfkeli bir şekilde, “Neden biriniz kardeşini öldürüyor?” dedi ve ekledi: “Biriniz kardeşinde beğendiği, hayran kaldığı bir şey gördüğü zaman ona mübarek olması için dua etsin.” (Yani Maşallah, Barekallah desin.)3 Kur’ân-ı Kerîm’de ahsenü’l-ka­sas yani “kıssaların en güzeli” olarak takdim edilen Yusuf pey­­gamberin hikâyesi hepimizin malumudur. Özetle; kardeş­leri tarafından kıskanılan ve kör bir kuyuya atılan Yusuf’u, kader Mısır’a hâkim yapar. Bir süre sonra kuraklık her yanı kasıp kavurur. Herkes gibi Yakup (as) ve oğulları da Yusuf’un kapısına muhtaç olurlar. Boylu poslu ve güzel giyimli oğullarını, yiyecek temini için Mısır’a gönderirken Hz. Yakup, onlara, gerek emniyet açısından bir sıkıntı olmaması gerekse kem gözlerin bakışlarına maruz kalmamaları için Mısır’a değişik kapılardan girmelerini tavsiye eder. Bu hadiseden başka mukaddes kitabımız Kur’an’da, Kalem suresinin sonunda göz değmesinin gerçekliğine şöyle işaret edilmektedir:  (وَ اِنْ يَكَادُ الَّذٖينَ كَفَرُوا لَيُزْلِقُونَكَ بِاَبْصَارِهِمْ لَمَّا سَمِعُوا الذِّكْرَ وَيَقُولُونَ اِنَّهُ لَمَجْنُونٌ وَمَا هُوَ اِلَّا ذِكْرٌ لِلْعَالَمٖينَ) “Doğrusu inkâr edenler Zikr’i (Kur’ân’ı) dinlediklerinde, neredeyse seni gözleriyle devire­ceklerdi ve (hasetlerinden): “Şüphesiz ki o, gerçekten bir mecnundur!” diyorlar. Hâlbuki o (Kur’ân), âlemler için bir nasihatten başka bir şey değildir.” Peygamber Efendimiz (sav)’e olan kin ve hasetleri bakışlarına yansıyan müşrikler onu âdeta öfke dolu nazarlarıyla yok etmek istiyorlardı. Eğer Allah’ın hıfz ve emânı olmasaydı, ona bir fenalık yapacaklardı. Ayrıca Rabbimiz, Felâk suresinde:  (وَ   مِنْ شَرِّ حَاسِدٍ اِذَا حَسَدَ)  “Ve hased ettiğinde, hased edenin şerrinden! (Allah’a sığınırım)”4 ayetiyle bizzat kendisine istiaze etmemizi emretmesi ile nazar arasında bir alaka söz konusudur. Zira nazarın oluşmasında haset duygusunun önemli bir etkisi vardır. Evet, nazarın asıl kaynağı haset duygusudur. Bu duyguda, kin, düşmanlık ve intikam hisleri mevcuttur. Haset duygusu ne kadar şiddetli olursa nazarın gücü de o kadar şiddetli olur. Ayrıca, “Nazar/göz değmesi haktır, gerçektir. Eğer kaderin önüne geçecek bir şey olsaydı onun önüne göz değmesi geçerdi.”5 hadisi de nazarın tesir kuvvetine işaret etmektedir. İbn-i Abbas (ra)’den rivayet edildiğine göre şefkat Peygamberi (asm), gözü gibi sevdiği torunları Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin (r.anhümâ) için şöyle dua ederdi:                    (أُعٖيذُكُمَا بِكَلِمَاتِ الٰلّهِ التَّامَّةِ مِنْ كُلِّ شَيْطَانٍ وَهَامَّةٍ وَمِنْ كُلِّ عَيْنٍ لَامَّةٍ) “Sizin ikinizi, bütün şeytanlardan ve zehirli hayvanlardan ve bütün kem gözlerden Allah’ın tam olan kelimelerine sığındırırım.”6 Rabbimiz, Sevgili Peygamberimizin bizlere öğretmiş olduğu bu dualar muvacehesinde umum Risale-i Nur talebelerini ve bütün ehl-i imanı her türlü nazardan, kem gözlerden, görünür görünmez kaza, bela ve musibetlerden, haset eden hâsid insanların şerlerinden emin ve mahfuz eylesin. Âmin. 1- Kubbealtı Lügati, c. 2, s. 2310.2- Sahih-i Müslim Muhtasarı, s. 873, h.no: 1421.3- İbn-i Mâce, Tıb, 32.4- Felak Suresi, 55- Tirmizî, Tıb, 19 (2062).6- Kaynaklarıyla Büyük Dua Mecmuası, Hayrât Neşriyat, s. 170.

Ali CİRİT 01 Ağustos
Konu resmiHayat, Devam Ederse Hayattır
İnsan

Menşei ve menbaı Baki-i Hakiki olan hayat, daimidir, ebedîdir. Aynalar geçici olsa da nur bakidir. Ve o nur kendisine ayna olacak şeyleri her daim murad eder. Hayat, doğası gereği asla zail olmaz, yok olmaz. Bitmez, tükenmez ve nihayeti olamaz. Çünkü hayatın bir ân-ı vahidde (bir anlığına) inkıtaa uğraması, alemdeki binler hikmeti muhtevî hakikati hedmeder (yıkar, parça parça eder). O zaman şunu rahatlıkla söyleyebiliriz: hayat, devam ederse hayattır. Aynaların kırılması ile kesintiye uğradığı sanılan hayat, aslında kesintiye uğramamaktadır. Sadece daha latif aynalar üzerinden tecelli etmeye devam etmektedir. Gözünü aynaya diken ve hayatı o ayna ile kaim zannedenlerin bu yanılgısı, hayat hakikatindeki mertebelere gafil olmalarındandır. Belki de kâinatın en büyük sırrıdır hayat. Ve belki de kâinatın en büyük hakikati. Biyolojik bir durumdan bahsetmediğimin altını çizmek istiyorum. Hayat, uçsuz bucaksız bir anlamı ifade eder. İşin hem felsefi hem biyolojik hem sosyolojik hem de ontolojik ayakları vardır. İlâhî olduğuna şüphe etmediğimiz menşei, hayatın gizemini daha da ihtişamlı bir hale getiriyor. Hayatı icat eden kudret sayısız şey yaratmıştır ama hayat, bizzat kendisi olan ve bir subutî sıfat olarak Hakk’a ait bir sırdır. Onun birçok aynada tecellisi vardır ama hayat hem mahiyeti hem de potansiyelindeki esrarengiz içerik sebebiyle emsalsiz bir hakikattir. Alemden hayat çekildiğinde, alem tüm manasını zayi’ eder. Alemde tezahür eden esma-yı hüsna, hayat hakikati üzerinde yükselir. Alemdeki tüm hikmet ve müjdeler, hayat var diye vardır. Hulasa hayat; alemin nuru, enerjisi, esası ve özüdür. Menşei ve menbaı Baki-i Hakiki olan hayat, daimidir, ebedîdir. Aynalar geçici olsa da nur bakidir. Ve o nur kendisine ayna olacak şeyleri her daim murad eder. Hayat, doğası gereği asla zail olmaz, yok olmaz. Bitmez, tükenmez ve nihayeti olamaz. Çünkü hayatın bir ân-ı vahidde (bir anlığına) inkıtaa uğraması, alemdeki binler hikmeti muhtevî hakikati hedmeder (yıkar, parça parça eder). O zaman şunu rahatlıkla söyleyebiliriz: hayat, devam ederse hayattır. Aynaların kırılması ile kesintiye uğradığı sanılan hayat, aslında kesintiye uğramamaktadır. Sadece daha latif aynalar üzerinden tecelli etmeye devam etmektedir. Gözünü aynaya diken ve hayatı o ayna ile kaim zannedenlerin bu yanılgısı, hayat hakikatindeki mertebelere gafil olmalarındandır. Rabbimizin tüm takdiri, hikmet ve iradesi hayat ile zâhir olabilmektedir. Tabiri caiz ise, hayatın mahiyetine müteveccih her idrak seviyesi ile kul, Rabbini daha derunî bir surette hisseder, bilir ve sever. Yunus Emre hazretlerinin (ks) dediği gibi “her dem yeniden doğarız, bizden kim usanası”. İşte bu şuur, belki de yazının başından bu yana anlatmaya çalıştığımız hakikati metaforik bir surette izah etmiştir. Alemde hep doğmak vardır. Hep var olmak vardır. Elektrik ampullerine çok hızlı bir şekilde gelen akım, aslında fark edilmesi imkânsız (ölçek anlamında) kesintilerle gelmektedir. Ama orada esas olan, ışığın devamlılığıdır. Bundan dolayı, ışığın maruz kaldığı kesinti bizim tarafımızdan anlaşılamamaktadır. Aynen öyle de alemde câri olan hayat ışığı daima gözükmekte ve bizce kesinti gibi olan anlar ise sadece ayna değişikliğinin olduğu mikro fâsılalardır. Bu manadan bakıldığında hayat, ebedî hayatı istilzam eder, yani gerektirir. Çünkü hayat daimî, berkarar, zevalsiz bir surette tezahür etmek ister. Bunun neticesi ebedî bir diyardır. Bu sürecin zişuur (şuur sahibi) ve en mükemmel muhatabı da insandır. Yani kendisine ebediyetin, ebedi bir hayatın, daimî bir menzilin va’d edildiği mükerrem varlık. Olup bitenlere, tecellilere, fiillere, hikmete anlam verebilme ve onu mütalaa edebilme kabiliyetine mazhar kılınmış varlık. Bu idrakini -farklı seviyelerde- kulluk olarak Rabbine takdim edebilen tek varlık. Kısacası ilâhî olan her eyleme sâik ve müşevvik olan insan. Tabirimi mazur görün, insan Allah’ın heyecanıdır. Kâinatın büyüklüğüne ne akıl ne de sır erer. Ama tüm bu büyüklüğün yaratılma sebebinin insan olduğu bilgisi, tüm hikmet ve hayretin ve hayranlığın insanda temerküz etmesi tabirimi mazur görecek gücü siz muhterem okuyucularıma verecektir. Bu satırlarıma ilham olan ve herkesten neredeyse her gün yüksek bir konsantrasyon ile odaklanarak okumalarını ar­zu edeceğim ve eminim ki her okuma ve mütalaada bir­birin­­den farklı hakikatlerin keş­fe­di­leceği, Üstadımız Bediüzza­man Hazretlerinin (ks) 30. Lem’a’daki Hay isminin şerh ve izahını dikkatlerinize tekrar sunuyorum. “Hayat, şu kâinatın en ehemmiyetli gayesi, hem en büyük neticesi, hem en parlak nuru, hem en latif mayası, hem gayet süzülmüş bir hulâsası(özeti), hem en mükemmel meyvesi, hem en yüksek kemâli, hem en güzel cemâli, hem en güzel ziyneti (süsü), hem sırr-ı vahdeti (birlik sırrı), hem râbıta-i ittihadı (birlik ve birleştirme bağı), hem kemâlâtının menşei (mükemmelliklerin kaynağı), hem sanat ve mahiyetçe en harika bir zîruhu (ruh sahibi), hem en küçük bir mahlûku bir kâinat hükmüne getiren mu‘cizekâr bir hakikati, hem güya kâinatın küçük bir zihayatta (canlıda) yerleşmesine vesile oluyor gibi koca kâinatın bir nevi‘ fihristini o zîhayatta göstermekle beraber, o zîhayatı ekser mevcudatla münâsebetdâr küçük bir kâinat hükmüne getiren en harika bir mucize-i kudrettir. Hem en büyük bir küll kadar hayat ile küçük bir cüz’îyi büyüten ve bir ferdi dahi küllî gibi bir âlem hükmüne getiren ve rubûbiyet (terbiye edicilik) cihetinde kâinatı tecezzi (par­ça­la­ra ayrılma) ve iştirâki ve in­kı­sa­mı (bölünmeyi) kabul et­mez bir küll (bütün) ve bir kül­lî (umumî, bir bütünün tüm parçalarında bulunan) hük­münde gösteren fevkalâde ha­ri­ka bir sanat-ı İlâhiyedir. Hem kâinatın mahiyetleri içinde Zât-ı Hayy-ı Kayyûm’un vücûb ve vücûduna ve vahdetine ve ehadiyetine şehadet eden burhan­ların en parlağı ve en kat‘îsi ve en mükemmelidir. Hem masnûât-ı İlâhiye içinde en hafisi (gizlisi) ve en zâhiri ve en kıymettarı, en ucuzu, en nezihi ve en parlağı ve en manidarı bir nakş-ı san‘at-ı Rab­bâ­niyedir. Hem sâir mevcudatı kendine hâdim ettiren nâzenîn, nâzdâr, nâzik bir cilve-i rah­met-i Rahmâniyedir. Hem şuû­nât-ı İlâhiyenin gayet câmi bir aynasıdır. Hem Rahmân, Rez­zâk, Rahîm, Kerîm, Hakîm gibi çok esmâ-yı hüsnânın cilvelerini câmi; ve rızık ve hikmet ve inayet ve rahmet gibi çok hakikatleri kendine tâbi eden, görmek ve işitmek ve hissetmek gibi umum duyguların menşei, madeni bir u‘cûbe-i hilkat-i Rabbâniyedir. Hem hayat, bu kâinatın tezgâh-ı a‘zamında öyle bir istihâle makinesidir ki, mü­te­mâdiyen her tarafta tasfiye yapıyor ve temizlendiriyor, te­rakki veriyor, nurlandırıyor. Ve zerrât kāfilelerine, güya o hayatın yuvası olan her cesed, o zerrelere vazife görmek, nurlanmak, talimat yapmak için bir misafirhane, bir mekteb, bir kışladır. Âdetâ Zât-ı Hayy-ı Muhyî, bu makine-i hayat vâ­sı­ta­sıyla; bu karanlık ve fâni ve süflî olan âlem-i dünyâyı la­­tîf­­­leş­tiriyor, ışıklandırıyor, bir nevi beka veriyor, bâkî bir âle­me gitmeye hazırlandırıyor. Hem hayatın iki yüzü, ya­ni mülk ve melekût vecihleri parlaktır, kirsizdir, noksansızdır, ul­vîdir. Onun için perdesiz, vası­tasız, doğrudan doğruya dest-i kudret-i Rabbâniyeden çıktığını aşikâre göstermek için, sâir eşya gibi, zâhirî esbâb, hayattaki tasarrufât-ı kudrete perde edilmemiş bir müstesna mahlûk­tur. Hem ha­yatın hakîkati, altı erkân-ı îmâ­niyeye bakıp, ma­nen ve rem­zen isbat eder. Yani, hem Vâ­ci­bü’l-Vücûd’un vücûb-u vü­cû­dunu ve hayat-ı sermedi­ye­sini, hem dâr-ı ahireti ve hayat-ı bâkiyesini, hem vücûd-u melâikeye, hem sâir erkân-ı îmâniyeye pek kuvvetli bakıp iktiza eden bir hakikat-i nûrâniyedir. Hem hayat, bütün kâinattan süzülmüş kâinatın en sâfî bir hulâsası olduğu gibi, kâinattaki en mühim bir maksad-ı İlâhî ve hilkat-i âlemin en mühim neticesi olan şükür ve ibadeti ve hamd ve muhabbeti netice veren bir sırr-ı a‘zamdır.” (30. Lema)

Ahmet EFENDİ 01 Ağustos
Konu resmiTürk Allame Mücahid Üstad Bediüzzaman Karanlıklara Işık Tutan Nadir Şahsiyetlerdendir
Risale-i Nur

Tercüme: Rıdvan ABUD Risale-i Nur’dan istifade eden yüzlerce alim içerisinden, Bediüzzaman Hazretleri ve eserleri hakkında “Said Nursi, Rolu ve Davası” adlı makaleyi kaleme alan Ahmed Behcet* Üstadımız ve Risaleler hakkındaki görüşlerini sizlere arz ediyoruz. Bu dünyada karanlığa lanet eden birçok insan vardır. Ama o şiddetli karanlığa bir mum yakabilen dava adamları pek nadirdir. Türk Allame Mücahid Üstad Bediüzzaman karanlıklara ışık tutan nadir şahsiyetlerdendir. Eserleri için Nur risaleleri adını seçti. İnsan hayatında nurun ehemmiyetini idrak etmişti. Nasıl ki harici nur insanların hareketi için önemli ve zorunludur. Öyle de insan vicdanının hareketlenmesi için dâhili nura ihtiyaç elzemdir. Dâhili nur olmazsa insan yeryüzündeki vazifesini ifa edemez. Said Nursi her daim şuur ile hareket ederdi. Cesaret sıfatı ise mütemmim bir cüz olarak olarak her daim yanında idi. Cesareti hususunda hayatında ortaya koyduğu çok örnek alınacak hususlar vardır. Hakikaten Bediüzzaman hazretleri meşakkatli bir hayat yaşamıştır. Sürekli insan yetiştirmek ve manevi cihatla meşgul olmuştu. Bu sebeple hayatı boyunca rejim tarafından hedef tahtasındaydı. Birkaç defa hakkında idam kararı çıktı. Fakat inayet-i ilahiye her defasında onu muhafaza eyledi. En zor şartlarda bile hak sözünden ve davasından geri adım atmamıştır. Eserleri olan Risale-i Nur’lar ise özünde İslam’a davet hususunda başarılı eserlerdendir. Kalplerin uyandırılıp imanla tenvir edilmesi en önemli hedeflerindendi. Zahiren bu Risaleler İslam mefhumlarının şerhinde sıradan eserler olarak görünüyor. Fakat esasında Kur’an’ın kıymetli bir tefsiri olup birçok hususiyeti içinde barındıran kıymetli bir tefsirdir. Üstad Bediüzzaman’ın tek üstadı mürşidi Kur’an-ı Kerim idi. Kur’an’dan ilham alarak bu eserleri telif eyledi. Sünnet-i seniyeyi hayatına bir pusula yaparak bu mürşitten istifade etmiştir. Said Nursi’nin adalet mefhumu derin bir mefhumdur. İstikametli yolu her aşamada ve her yerde sağlamanın derdindeydi. İstikametten başka bir şiar ile hareket etmemiş ef’ali daima sözlerine uygun ve mutabık idi. Allah rahmet eylesin. * Mısırlı meşhur gazetecilerden. Yazıları ile İslamiyet’e hizmet etti. Mısır Ehram Gazetesinin köşe yazarı.

İrfan MEKTEBİ 01 Ağustos
Konu resmiDinsizliğe Karşı Nur Göstermelidir ki Kalpler Islah Olsun, İman Kurtulsun! (2)
Risale-i Nur

“Risâle-i Nûr’un mesleği odur ki, zihinlerde bir iz bırakmamak için, sâir ulemaya muhalif olarak, muarızların şüphelerini zikretmeden öyle bir cevap verir ki, daha vehim ve vesveseye yer kalmaz.” Ölçü: Risale-i Nur Gibi Eserler Mutlaka Milli Eğitimde Yer Almalıdır. Gençliğimizin dinsizliğin, ahlaki bozulmanın, eğitimli cehaletin, batıya özentinin, kültürel değerlerden uzaklaşmanın, milli ve manevi değerlere hürmetsizliğin, bağımlılık haline gelen kötü alışkanlıkların, özgürlük adı altında sapkın fikirlerin ve anlayışların esiri yapılmak istendiği bir dönemde eğitim, millet ve devletin hayat memat meselesi olmuştur. Bunun yegâne çaresi doğru İslamiyet’in ve İslamiyet’e layık doğruluğun insanlara öğretilmesi ve onların bu doğrultuda eğitilmesidir. Hazret-i Üstad bu hususu şöyle dile getirir: “Din hayatın hayatı hem nûru, hem esası; ihyâ-yı dîn ile olur; şu milletin ihyâsı”1 Çünkü dini hakikatler akıllarda, kalplerde, ruhlarda yerleşirse ahlaksızlık, cehalet, sapkın inanışlar ve kötü alışkanlıklar insanların hayatından çıkar. Bunların yerlerini güzel ahlak, fazilet, ilim, marifet, takva gibi yüksek meziyetler alır. Risale-i Nurlardaki iman dersleri muhataplarını dinsizlikten, kötü ahlaklardan, sapkın inançlardan, kötü alışkanlıklardan kurtarıp yüksek ahlaka, hak ve hakikate, yüce mertebelere ulaştırır. İnsanı “esfel-i safilînden a’lâ-yı illiyyine” çıkarır. Yaklaşık yüzyıldır dinsizliğin şiddetli hücumları karşısında bu coğrafyada milyonların imanlarını kurtaran Risale-i Nurlar elbette Milli Eğitimin tüm kademelerinde yerini almalıdır. Bu sayede onun iman derslerinden feyiz alan gençlikle büyük ümitlerle istikbale ve hedeflerimize gidebiliriz. Gençliğimiz, Risale-i Nurdan aldıkları marifet dersleriyle devletin ve milletin mevcudiyetini, bekasını, haysiyet ve şerefini ve tarihini batıl fikirlerin ve sapkın inançların tasallutundan kurtaracak. Şanlı ecdadına layık bir mahiyete bürünecektir. Ölçü: Risale-i Nur Dafi’-i beliyyat ve Calib-i İnâyattır. Tarih boyunca Allah’a karşı isyan, tuğyan, küfran türlü türlü musibetlerin celbine sebep olduğu gibi, iman hakikatlerinin ve dini yaşayışın hayata hâkim olması da bela ve felaketlerin def’ine vesile olmuştur. Çok tecrübelerle sabittir ki Risale-i Nurlara ve imana hizmetlerin ziyadeleştiği mahallerde Cenab-ı Hakk’ın hıfz-u himayeti, avn-ı inayeti o memleketlerin üzerinde olmuştur. Çünkü umumi musibetler zaaf-ı iman, isyan, tuğyan, butlan ve küfran gibi sebeplere binaen gelir. İman ve Kur’an hakikatleri ile meşguliyet ise (bu meşguliyetlerin derecesine göre) musibetleri def’ eder. Allah-u Teâlâ Hazretlerinin yardım ve ihsanını celb eder.  Evet, Risâle-i Nurlar, geçmişte Sefîne-i Nûh misal Anadolu’yu Cûdî dağı hükmüne getirip, küre-i arzın yangınından ve tufanından kurtulmasına bir sebep olduğu gibi bugün de dinsizlik cereyanının, isyan ve tuğyanların taarruzuna karşı ehli imanın bir sığınağı ve ilahi hıfzın bir merkezidir. Ölçü: Zulmet Nura İhtiyacı Gösterdiği Gibi Küfür de İmana Olan İhtiyacı Gösterir. Risale-i Nurun hakikatleri, küfrün karanlığında kalmış insanlığın muhtaç olduğu nurları dünyanın her tarafına yayıyor, neşrediyor. Ve ilâ nihaye, ilâ yevmi’l-kıyame neşr-i envar edecektir. Karanlığın en yoğun olduğu zamanlarda gökteki yıldızlar ve ay insanlara nasıl yol gösteriyorsa Risale-i Nurlar da dalalet bataklığına saplanmış, küfrün zifiri karanlığına mahkûm olmuş, zaaf-ı iman neticesinde inancında şüpheye düşmüş ve selametli kurtuluş yolunu arayanlara halas ve necat yolunu gösteren manevi bir nur, bir güneştir. Üstad Bediüzzaman Hazretleri Risale-i Nur’un mesleğini şöyle tarif ediyor: “Risâle-i Nûr’un mesleği odur ki, zihinlerde bir iz bırakmamak için, sâir ulemaya muhalif olarak, muarızların şüphelerini zikretmeden öyle bir cevap verir ki, daha vehim ve vesveseye yer kalmaz.”2 Evet, Risale-i Nur manevi bir güneştir. Bu zamanın insanlarına manevi bir mürşid-i kâmil-i ekmeldir. Dinsizliğin ortaya attığı batıl fikirleri -zihinleri karıştırmamak adına- zikretmeden öyle hakikatler ve delilleri ortaya koyar ki daha hiçbir şüphe o kalbe giremez. Üstadın bu metodu son derece dikkat çekicidir. Çünkü günümüz alimlerinin ekseriyeti önce batıl fikirlerin neler olduğunu zikreder, sonra cevabını verir. Oysa bu Hazret-i Üstadın şu tespitiyle: “Bâtıl şeyleri iyice tasvîr, sâfî zihinleri idlâldir.”3 Yanlış bir yoldur. Bu şekilde safi zihinler karışabilir, bulanabilir.  Risale-i Nur’da bütün batıl fikirlere cevap vardır. Fakat Risale-i Nur o efkâr-ı batılayı zikrederek onlara pirim vermez. Davasını ispat, batılı ilzam ve ıskat eder. 1- Sözler, 342. Altınbaşak Neşriyat Osmanlıca Nüsha2- İşarat’ül-İ’caz, 2.  Altınbaşak Neşriyat Osmanlıca Nüsha3- Mektubat 2, 498

Zafer ZENGİN 01 Ağustos
Konu resmiMushaf Gülleri
Kültür ve Medeniyet

İlâhi vahyin iki kapak arasında toplanmasından oluşan Mus­haf­ların süslenmesi, sa­nat­­­­kâr­­­­ların Rablerine olan sev­gi­­­­­­le­­ri­ni saygılarını gösterme yol­­larından biri olarak VII. yy’ dan itiba­ren ortaya çıkmış ve XVII. yy’da Osmanlı sarayında zirvesi­ne ulaşmıştır. Mushaflar, mânâ bü­tünlüğünün korunması, oku­yana yahut ezberleyene ko­lay­lık sağlaması cihetinden bö­lüm­lere ayrılmıştır. Ayrılmış olan bu yerlere, tezhip sanatının gelişmesi ile işlenen rozet şek­lindeki bezemelere “Mushaf Gülü” adı verilmiştir.  Kur’ân-ı Kerîm’in, ilâhi mesaj olmasının yanında ayrıca sanat ve estetik açısından insanların gözüne ve gönlüne hitap eden bir etkisi vardır. Bu etkiyi en güzel şekilde Mushaflara yansıtabilmek arzusu, hat ve tezhip gibi sanatların gelişmesinde teşvik kaynağı olmuş ve İslâm sanatına nâdîde sanat eserleri kazandırmıştır. En erken örneklerine Emevî ve Abbasîler za­manında yazılmış Mushaflarda rastladığımız güller, yüzyıllar içe­risinde farklılıklar göstererek günümüze kadar gelmiştir. Türk tezhip sanatının en eski örnekleri, Türklerin tarih sahnesine çıktıkları ilk devirlerden itibaren görülmüş, Büyük Selçuklu, Anadolu Selçuklu, Beylikler ve Osmanlı Devleti’nin kuruluş devrinde desen, motif ve renkler açısından mükemmele ulaşmıştır. Klâsik Osmanlı Mushaf tezyinatında tezhiplenen alanlar; zahriye sayfası, serlevha, hatime sayfası, sure başlıkları, âyet aralarındaki duraklar, metin kenarlarındaki güllerdir. Duraklar dışında Kur’ân metninin kenarlarında Kur’ân okumayı ve ezberlemeyi kolaylaştıran ibarelerin yazılı olduğu her beş âyeti işaret eden hamse veya on ayetin bitimini ifâde eden aşır gülleri, secde âyetlerinin gösterildiği secde güllerinin yanı sıra cüzün başlangıcını gösteren cüz gülleri kare, daire, dikdörtgen, oval tezhipli rozetler halinde bulunmaktadır. Bu tezhipli güller her dönemde farklılıklar göstererek farklı motiflerle tezyin edilmişlerdir. Bunlar geometrik motiflerden oluşabildiği gibi rûmi, hatâi, münhani, bulut motifleri, natüralist çiçekler, tabiattan yetiştiği şekilde alınan, gül, nergis, lâle, sümbül, süsen, haseki küpesi, zerrîn, bahar çiçekleri ile çiçek demetleri kullanılmıştır. Cüz Gülü: Kur’ân-ı Kerîm’de bulunan 30 cüzü göstermek için sayfa kenarlarında kullanılmıştır. Nısf Gülü: Kur’ân-ı Kerîm’de bulunan her cüzün yarısını işaret etmek için sayfa kenarlarında bulunmaktadır. Hizib Gülü: Kur’ân-ı Kerîm’de bulunan 30 cüzün her biri için dörtte birini gösteren tezyini madalyonlardır. Secde Gülü: Kur’ân-ı Kerîm’de bulunan 14 secde ayetinin hizasında bulunmaktadır. Bu ayeti okuyan kişinin secde etmesi gerektiği için bu işaretin bulunması okuyan kişiye kolaylık sağlamaktadır. Zahriye Gülü: Zahriye sayfası tezhibine bitişik olarak yatay eksende eklenen, XIV. yüzyıl itibariyle örnekleri az görülmeye başlanmıştır. Serlevha Gülü: Serlevha sayfasında bulunan tezhipli alana bitişik olarak eklenen madalyonlardır. XIV. yüzyıl itibariyle kullanımı giderek azalmıştır. Sure başı Gülü: Mushaflarda sure başı tezhibine bitişik olarak eklenen sure başı gülleri XIV. yüzyıl itibariyle kullanılmamıştır. Hâtime Gülü: Hatime sayfasında bulunan tezhipli alana bitişik olarak konumlanan bu güller XIV. yüzyıl itibariyle kullanılmamıştır. Hamse Gülü: Kur’ân-ı Kerîm’ de her beş âyetten sonra kullanılan hamse gülü Mushaflardaki kullanımı XV. yüzyıl itibaren zamanla azalmış ve terk edilmiştir. Aşere Gülü: Her on âyetten sonra sayfa kenarında kullanılmıştır. XVII. yüzyıl itibariyle zamanla terk edilmiştir. Allah (c.c.), peygamberlerine içinde yaşadıkları toplumların durumlarına göre farklı şekillerde mûcizeler vermiştir. Peygamberimiz (s.a.v.)’e verdiği mûcizelerin en büyüğü Kur’ân’dır. Yüzyıllar boyunca Müslüman sanatçılar “müminlere şifâ ve rahmet” olan Mushafları bir ibâdet titizliği ve dikkatiyle itinayla tezyin etmişlerdir. İsimleri unutulmuş olsa da eserleriyle yaşamaya devam eden tüm sanatkârların ruhları şâd mekânları cennet olsun.

Mustafa YILMAZ 01 Ağustos