199. Sayı: "Âyinesi İştir Kişinin Lafa Bakılmaz"Bu Sayıyı Satın Al
Konu resmiKalk ve Yap!
İnsan

Bazen gençlerle bir araya geliyoruz ve olanla birlikte konuşmaların çoğu -bizim yaşlarla olan geriye ve hatıralara dair değil de- ileriye, geleceğe ait oluyor. Normal olan da bu. Gençlerde beklenti yüksek olmakla birlikte maalesef boşvermişlik ve akışına bırakmak gibi bir hava da hâkim. Bunun yanında direk sonuca ulaşmak gibi bir heves var. Tabii bu sadece gençler için değil, nefis ve hevası önde olan herkes için geçerli… Geçtiğimiz ay bir kariyer toplantısında, sunum yapan kişi şuna dikkat çekmişti. Bahsi geçtiği üzere, gençler kariyer planlaması denilince gözünü en son noktaya dikiyor. Şık bir ofis, özel jetlerle seyahatler, dolgun maaş ve olabildiğince itibar… olayı böyle görüyor. Oraya gelinceye kadar olan süreçler es geçiliyor. Hele muhatap olunan filmler ve diziler de hep sonucu gösterip, kazanılan tarafı değil de harcanan tarafı, zahmet sahnelerini değil de lezzet zamanlarını göstermesiyle yoğun ve sanal bir beklenti havuzu inşa ediliyor zihinlerde. Hasbelkader karşılaştığım, bir milyardan fazla izlenen yabancı bir şarkıda, yukarıda anlatılanla örtüşen şöyle bir cümle geçiyordu: “Fazla televizyon izlemek beni hayalperest yaptı.” Buraya katkı sağlayacak iki anekdot aktarıp bağlayayım. Behlül Dana Hazretleri bir duvar dibinde uyurken Harun Reşid’in askerleri uyandırmış, o da “Saltanatımı yıktınız” diyerek şikayetçi olmuş. Mevzu sultana taşınmış ve sormuşlar, mevzu nedir diye. Behlül başlamış anlatmaya: “Ben uyuyordum ve rüyamda sultan idim. Sarayım ve içinde saltanatıma dair her şey vardı. Fakat bunlar gelip beni uyandırdı ve saltanatımı yıktılar” demiş. “İyi de” demişler, “senin de dediğin gibi bu bir rüya; uyanınca kaybolur.” Behlül demiş ki “Seninkinden ne farkı var? Benimki uyanınca bitiyor, seninki ölünce!” Benim buradan yakaladığım, öncelikle hayal dünyasından uyanmalı ama dünyada olmanın da ne manaya geldiğini bilip ona göre davranır hale gelmeliyiz. Yoksa karşımıza Behlül Dana Hazretlerinin hayatından bize bakan şu ikinci ders çıkar. Behlül bir gün üstü başı perişan ve yorgun görünümüyle yürürken Harun Reşid ile karşılaşır ve nereden geldiğini sorarlar. O da “Evde ateş kalmamış, cehenneme gittim, oradan alayım diye” şeklinde karşılık vermiş. “E, bulabildin mi bari?” sualine ise “Hayır, bulamadım. Cehennemde ateş yokmuş, herkes kendi ateşini dünyadan getiriyormuş” cümleleriyle bir hakikat dersi vermiş. Hasılı, sürekli hareket ve eylem üzere olan dünyaya, insan da iş ve hareket için gönderilmiştir herhalde. Hem dünyevi işlerinde hem de ahirete bakan işlerinde sadece sözüne değil, yaptıklarına bakılacağı, bütün her şeyi yazılmaktan bahisle, mahşerde mahkemede önüne konulacağı Kur’an’da beyan edilmiştir. Emir ve yasaklar, dünyada uyulması gereken kanun ve kurallar net ve aşikâr olmakla birlikte insandaki heva ve nefis baskın gelebilmekte, şeytan ve avanelerinin etrafımızı kuşatan nefse hoş gelen şeylerle nazarımızı dağıtıp bizi ya eylemsiz bırakmakta ya da yanlış işler yapmaya sevk edebilmektedir. Özellikle pandemi vs. sonra pişmanlığını çekerek kaldığımız hareketsizlikten, amelsizlikten dolayı ne yapacağım, bir türlü olmuyor, bu işin bir formülü yok mu diyenlere söyleyecek tek sözüm şu olabilir: Sadece kalk ve yap! Zira bu işin başka bir yolu yordamı yok, benim bildiğim. Zamanında bir kitapta okuduğum bu cümle bana yeterli gelmişti. Ha bir de: Benim yapmakla yükümlü olduğum ve yapmam gereken şeyleri benden başka kimse yapamaz…

Metin UÇAR 01 Haziran
Konu resmiTarihten Sayfalar
Tarih

Üsküdar Ayazma Camii Ayazma Camii, Sultan III. Mustafa tarafından annesi Mihrişah Emine Sultan ile ağabeyi Şehzade Süleyman adına yaptırılmıştır. Bina emini İshak Ağa’dır. İnşaatına 29 Mart 1758 tarihinde başlanmış ve 1761 senesinin ocak ayında tamamlanmıştır. Caminin yerinde daha önceden Ayazma Sarayı’nın bulunduğu kayıtlardan anlaşılmaktadır. Caminin açılışı bir cuma günü Sadrazam Râgıb Mehmed Paşa ve Şeyhülislam Veliyyüddin Efendi tarafından gerçekleştirilmiştir. Caminin giriş kapısının üzerinde bulunan tarih kitabesinin manzumesi Ragıb Paşa’ya ait olup, hattatı ise Veliyyüddin Efendi’dir. Mimarîsinde Avrupa sanat üsluplarından etkilenilmiş ise de Türk mimarî tarzını yansıtan yönleri de vardır. Meselâ büyük kemerlerin içlerindeki pencerelerde Türk mimarisi özelliklerini taşıyan kemerler kullanılmıştır. Mihrap, minber ve kürsü, mermer ve çeşitli renkli taşların ustalıkla birleştirilmesi suretiyle çok zengin ve gösterişli biçimde yapılmıştır. Bunlar Türk sanat geleneğinde olmamakla beraber göze hoş gelen bir ihtişama sahiptir. Kapı üstlerindeki yazıların Seyyid Abdullah adındaki bir hattatın kaleminden çıktığı, bazı renkli camlı alçı pencerelerdeki (revzen) yazıların ise Seyyid Mustafa tarafından yazıldığı imza­larından öğrenilmektedir. Ayazma Camii’nin müş­temilâtından olan sıbyan mektebi ile hamam ve muvakkithane yıkılmıştır. Önceleri ca­mi yakınında inşa edilen vakıf dükkânlardan ise sadece bazı izler kalmıştır. 9 Haziran 1261 Abbasî Hilâfeti üç yıllık bir aradan sonra yeniden kuruldu Moğol istilâsıyla Bağdat Abbasî halifeliği 1258’de sona erince İslâm âlemi üç yıl halifesiz kalmıştı. Aynicâlût Savaşı’nı kazanarak 1260 yılında Moğol istilâsını durduran ve ardından Sultan Kutuz’u öldürüp Memluk tahtına geçmeyi başaran Sultan I. Baybars, Moğolların Bağdat’ı tahribi sırasında Dımaşk’a giden son Abbasî halifesi Müsta‘sım-Billâh’ın amcası Ebü’l-Kasım Ahmed’i hilâfeti canlandırmak amacıyla Kahire’ye davet etti. Baybars tarafından törenle karşılanan Ebü’l-Kâsım Ahmed’in Abbasî hanedanına mensubiyetini gösteren ve Abbas bin Abdülmuttalib’e kadar uzanan şeceresi ilim adamları, devlet büyükleri ve kadılardan oluşan bir heyetin huzurunda okundu ve Kâdılkudât Tâceddin Abdülvehhâb bin Bintü’l-Eaz tarafından onaylandı. Arkasından da kendisi Müstansır-Billâh lakabıyla halife ilân edildi ve halktan biat alındı. 17 Haziran 656 Hz. Osman (ra) şehid oldu Hz. Osman (ra), Peygamber Efendimizin (asm) bir hadisi dolayısıyla bir musibetten sonra şehid edileceğini biliyordu. Hz. Osman (ra) rüyasında, Resûlullah’ın (asm) ertesi gün birlikte iftar edeceklerini söylemesinin de etkisiyle âsilere boyun eğmeyi reddedip ölümü beklemeyi tercih etti. Âsiler, hac mevsiminin sona ermesi dolayısıyla Mekke’den çok sayıda insanın Medine’ye geleceğini düşünerek ve eyaletlerden gönderilen askerî birliklerin yaklaştığının duyulması üzerine acele ettiler. Muhasaranın son gününde genç sahâbîlerin savunduğu evin kapısını yaktılar. 17 Haziran 656 günü akşam saatlerinde bitişikteki evden içeriye giren birkaç Mısırlı, Kur’an okumakta olan Hz. Osman’ı (asm) şehid ettiler. Bu Kur’ân, günümüzde Topkapı Sarayı’nda sergilenmektedir. 21 Haziran 1867 Sultan Abdülaziz, Avrupa seyahatine çıktı Fransa İmparatoru III. Napolyon, Milletlerarası Paris Sanayi Sergisi’nin açılışı münasebetiyle Sultan Abdülaziz’i Fransa’ya davet etti. Bu vesile ile genel barışı kuvvetlendirecek bir fikir alışverişinde bulunulabileceğini de İstanbul’daki elçisi vasıtasıyla bildirdi. Bu sırada İngiliz Kraliçesi Victoria da Padişahı Londra’ya davet edince, Sultan Abdülaziz her iki daveti de kabul ederek 21 Haziran 1867 tarihinde Avrupa seyahatine çıktı. Böylece Osmanlı tarihinde yabancı ülkelere seyahate çıkan yegâne padişah ve Hristiyan dünyasına dost olarak giden ilk halife Sultan Abdülaziz oldu. Bu seyahatinde geleceğin Padişahı Şehzade Abdülhamid de ona eşlik etmiştir. Fransa ve İngiltere’yi ziyaret eden Padişah, Belçika, Prusya ve Avusturya’ya da uğramış ve 7 Ağustos 1867 günü İstanbul’a dönmüştür. Sultan Abdülaziz’in bu gezisi genel barışın sağlanmasında önemli rol oynadı. Avrupa ile olan ilişkiler açısından olumlu bir hava oluşmuştur.

Ahmed Said GÜNDÜZ 01 Haziran
Konu resmiRavza-i Mutahhara’da Bekleyen Ruhlar
İnsan

(Edebi terk etmekten sakın! Zira burası Allah’ın habibinin beldesidir. Burası, Hak Teala’nın devamlı nazar kıldığı bir yerdir; Muhammed Mustafa’nın (sav) makamıdır. Ey Nâbî, bu dergâha edebin şartlarına dikkat ederek gir! Sakın edebi basite alma! Burası büyük meleklerin etrafında pervane gibi döndüğü, peygamberlerin eğilip eşiğini öptüğü bir yerdir.) Kurban, gurbette olan âdem­oğlu için bir kurbet (Allah’a yakınlık) vesilesi. Ne çok uzaklaştık içinde bulunduğumuz andan, müstakbelden, maziden… Topraktan, yeşilden ve maviden… Kendimizden ve birbirimizden uzaklaştık kıyıdan uzaklaşan gemiler misali. Hal böyle olunca kuşların neşesi, baharın sevinci, çocukların gülümsemesi yabancı kaldı bize. Bir çiçeğin tomurcuklanması, bir kedinin “Ya Rahim” terennümleri anlamını yitirmeye başladı. Rahman’ın rahmetine sokulmaya, sığınmaya ve ona alabildiğine yaklaşmaya muhtacız. Bizlere “kevser”i müjdeleyerek kendine yaklaşma vesileleri yaratan Rabbimiz ne yücedir. Kurban Bayramı, hakikatte hac bayramı… Arafat ise adeta bayram yeri… Hacca gidebilme bahtiyarlığına erenler kendilerini rahmetin gölgesinde, Rahman’a en yakın noktada hisseder. Zira Rahman’ın aziz misafirleridir onlar. Vazifelerini tamamlayıp günahlarından arındıkları için bayram ederler, haklarıdır da. Gidemeyenler ise yeryüzünün merkezindeki o sevince iştirak ederek bayram yapar, bir gün gidenlerden olma hayaliyle. Mukaddes toprakların sözü edilince insanın içine bir ateş düşer. Bu, imanın insana ihsanıdır. Gidenler tekrar gitmek, gidemeyenler oralara yüz sürmek için can atar. Çünkü bilirler ki “Oraya bir yol bulabilenin Beyt’i haccetmesi Allah’a karşı insanların görevidir.”1 ve “(Allah tarafından) kabul edilmiş haccın karşılığı ancak cennettir.”2  Mükerrem olan Mekke ile münevver olan Medine’nin ecdat yadigarı olması, bizden önce ahirete gidenlerin oralara hizmet edebilme şerefine nail olmaları ayrıca iftihar vesilesidir bizim için. En başta “surre-i hümayun” alayları geçer gözümüzün önünden en ihtişamlı haliyle. Kâbe örtüsü, altın oluk ve nice kıymetli hediyeleri dualar ve niyazlara ekleyerek kutsal topraklara adım adım ilerleyen o kutlu kervan... Beraberinde Türkistan, Afganistan, Volga boyu, Balkanlar, Kırım ve Kafkaslardan gelen binlerce hac yolcusu… Meşakkatli ama bir o kadar mukaddes bir yolculuk. Bazen aç, bazen susuz, bazen yorgun ve uykusuz… Bu mübarek kafile çığ gibi büyüyerek Şam’a ulaşır ve oradaki Müslümanları da bünyesine katarak devam ederdi. Alem-i İslam’ı temsil eden muhteşem bir manzara…  Bu yolculukta ediplerin ve fakihlerin kaleme almış oldukları hac menâzil-nâmeleri ve menâsik-nâmeleri rehberlik ederdi yolda olanlara. Haccın nasıl yapılacağı, nelere dikkat edileceği, yol üstünde nerelere uğranıp nerelerde konaklanabileceği yazılıydı bu kitaplarda. Bize peygamber sevgisini öğreten Nabi de 1678 yılında böyle bir yolculuğa çıkar. Kafilede Osmanlının ileri gelen paşaları da vardır. Kafile, Hicaz bölgesine girince Hz. Peygamber’i ziyaret aşkı Nabi’yi iyice sarar. Öyle ki vücudu bir hoş olup uykusu kaçar, hiç uyuyamaz. Dolaşmaya çıktığında kafilede bulunan Eyüplü Rami Mehmed Paşa’nın Medine tarafına doğru ayaklarını uzatmış olarak uyuduğunu görür. Resul-i Kibriya’nın beldesine girerken gördüğü bu manzara Nabi’yi rahatsız eder. Paşayı uyandıracak bir şekilde şu meşhur beyitleri söylemeye başlar: Sakın terk-i edepten, kûy-i mahbûb-ı Hüdâdır bu!Nazargah-i ilahîdir, Makam-ı Mustafâdır bu.Müraat-ı edep şartıyla gir Nabi bu dergâha,Metâf-ı kudsiyâdır, bûsegâh-ı enbiyâdır bu. (Edebi terk etmekten sakın! Zira burası Allah’ın habibinin beldesidir. Burası, Hak Teala’nın devamlı nazar kıldığı bir yerdir; Muhammed Mustafa’nın (sav) makamıdır. Ey Nâbî, bu dergâha edebin şartlarına dikkat ederek gir! Sakın edebi basite alma! Burası büyük meleklerin etrafında pervane gibi döndüğü, peygamberlerin eğilip eşiğini öptüğü bir yerdir.) Bu beyitleri işiten paşa, gözünü açıp kendine gelir, hatasını anlar. Nabi’ye bu şiiri ne zaman yazdığını ve başkasının bu şiiri bilip bilmediğini sorar. Nabi de “Bunları daha önce herhangi bir yerde söylemiş değilim. Şimdi sizi bu halde görünce elimde olmadan yüksek sesle söylemeye başladım. İkimizden başka bilen de yok.” diye cevap verir. Kafile, sabah ezanına yakın Mescid-i Nebevi’ye yaklaşınca minarelerden müezzinlerin ezandan önce, Nâbî’nin bu naatı işitilir. Nabi ve paşa hayret eder. Mescide girip namazı kıldıktan sonra hemen müezzinin yanına koşarak sorar müezzine: “Allah adına peygamber aşkına söyle, sen ezandan önce okuduğun o beyitleri kimden, nereden ve nasıl öğrendin?” Müezzin önce cevap vermek istemez, Nabi’nin ısrar ve ricası üzerine müezzin rüyasında peygamber efendimizi gördüğünü, “Ümmetimden Nabi isimli birisi beni ziyarete geliyor. Bana olan aşkı her şeyin üzerindedir. Kalkın, ezandan önce, onun benim için yazdığı beyitleri okuyarak kendisini karşılayın, mescidime girişini kutlayın!” diye buyurduğunu söyler. Bunları işiten Nabi, gözyaşları içinde kendinden geçer. Nice gözü yaşlılar, gönlü kırıklar, günahlarının hicabıyla mahcup olanlar affedilme ümidiyle katıldı kervanlara. Yol uzun, yollar çetindi ancak Devlet-i Aliyye’nin himayesinde kafileler emniyet içinde menzillerine varırdı. Hediyeler ve sadakalar surre alayları ile sahiplerine ve yerlerine ulaştırılırdı. Mali açıdan Surre-i Hümayun’u destekleyen pek çok Haremeyn vakfı bu hayrın devamına vesile olmuştu: Atik Valide Sultan Vakfı, Ayasofya-i Kebir Cami-i Şerifi Vakfı, Kanuni Sultan Süleyman Han Vakfı, Şehzade Sultan Mehmed Han Vakfı, Valide Sultan Vakıfları ve daha niceleri… Umre veya hacca gidenler bugün bile hala tanıdık izler görürler. Bunların bir kısmı devlet ricalinin eseri, bir kısmı da vakıf eserleridir. Ecdadın arkasında bıraktığı pek çok eser bugün yok edilmiş olmakla birlikte her şeye rağmen ayakta kalabilenler de yok değil: Belki de “Kabe’den akacak suyun rahmeti ve bereketi ülkemizin üzerine gelsin” manasında Anadolu’ya bakan altın oluk, Kabe’yi çevreleyen revaklar ve üzerindeki kubbeler, Arafat’taki su yolları, asr-ı saadetten hatıraları canlı tutan mescidler, yeşil kubbe, Mescid-i Nebevi ve mescidin içindeki hat sanatıyla süslü bezemeler… Haremeyn-i Şerifeyn’e hizmetkar olma şerefini taşımaya başladığı ilk günden son Osmanlı kumandanı olan Fahreddin Paşa’nın gözyaşları ile ayrılmak zorunda kaldığı ana kadar hürmette ve hizmette kusur etmeme azmiyle geçmiş asırlar. Çöl kaplanı, Medine kahramanı, peygamber sevdalısı Ömer Fahreddin Paşa… Yıl 1918, Hicaz cephesi… Yorgun bir asker anlatıyor: Medine müdafaası için görevlendirilmiştik. Sessiz ve sıcak bir geceydi. Askerler kışlanın önünde toplanmış, meraklı gözlerle bakıyordu. Ordunun maneviyatını güçlendirmek için tertip edilen şiir yarışması sonuçlanmıştı. Fahreddin Paşa birinci olan şiiri önce Ravza’da Resulullah’a okumuş, şimdi bize doğru geliyordu. Esas duruşa geçmiştik. Birlik, Mülazım İdris Sabih Bey’in kaleme aldığı şiiri ilk defa dinleyecekti. Ve Fahreddin Paşa okumaya başladı. Bütün birlik şiiri gözyaşı içinde dinlerken son kıtaya geldiğinde artık Fahrettin Paşa’nın da sesi titriyordu. Son mısrada “Ölsek de ravzanı ruhumuz bekler” dediği vakit biz hep bir ağızdan “Ölelim ama asla dönmeyelim!” diye haykırdık. Aynı ruh ve aynı inançla sünnet-i seniyyeyi ihya ederek, peygamber sevgisini yüreğinde bir kurşun gibi taşıyarak ecdadından devraldığı nöbete devam edenlerimiz bugün hala var şükürler olsun. Ravza’yı bekleyen ruhlara selam olsun. Bir ulü’l-emr idin emrine girdikEzelden bey’atli hakanımızsınAz idik sayende murada erdikDünya ve ahiret sultanımızsın Unuttuk İlhan’ı Kara Oğuz’uİşledik seni göz bebeğimizeBağışla ey şefi’ kusurumuzuBin küsur senelik emeğimize Suçumuz çoksa da sun’umuz yokturŞımardık müjde-i sahabetinleGönlümüz ganidir, gözümüz tokturDoyarız bir lokma şefaatinle Nedense kimseler dinlemez eyvahO kadar saf olan dileğimiziBir ümmi isen de ya RasulallahAncak sen okursun yüreğimizi Suları tükendi gülabdanlarınDinmedi gözümüz yaşı merhametKülleri soğudu buhurdanlarınAşkınla bağrını yakmada millet Ne kanlar akıttık hep senin içinO ulu Kitab’ın hakkıçün azizGücümüz erişsin ve erişmesinUğrunda her zaman dövüşeceğiz Yapamaz Ertuğrul evladı sensizCan verir canânı veremez TürklerEbedi hadimü’l-HarameyninizÖlsek de ravzanı ruhumuz bekler. 1- Âl-i İmrân 972- Buhârî, Umre, 1

Tarık ÇELİK 01 Haziran
Konu resmiHurma Ağacını Kendine Doğru Silkele Ki Üzerine Taze Hurmalar Dökülsün
Eğitim

Meryem validemiz kavminden uzaklaşıp kimsesiz bir yere ulaştığında oturup sırtını dayadığı kuru ağacı yeşertmiş, meyve verdirmiş, ayağının dibinden su çıkartmış ama ona da “Hurma ağacını kendine doğru silkele ki üzerine taze hurmalar dökülsün!” denilmiştir. Bir zaman bir kişi bir tarikata intisap etmek ister ve bu arzusunu şeyh efendiye bildirir. Şeyh efendi ona, “Sen var git, bizim mescidi temizle” der. O kişi mescide gider, fakat ondan sonra onu gören olmaz. Ne olduğunu da anlayamazlar. Aradan zaman geçer, o kişi geri gelir. Talebeler onun yaptığı bu işe kızar ve “Buraya ne yüzle geldin? Efendi hazretleri sana bir vazife vermişken sen onu terk ettin ve arkanı dönüp gittin” misillü laflar ederler. O kişi onlara, “Haklısınız, dediğiniz gibi oldu, fakat şöyle bir ayrıntı var” der ve devam eder: “Ben şeyh efendinin emri üzere mescide geldim. Fakat mescid temizlik kaldırmayacak kadar temizdi. Ben de bunda bir hikmet var, demek ki kirli olan mescid değil benim, kalbimdir, bu söz bana can evime söylenmiş dedim ve arınmak için gittim. İşte şimdi kalben arınmış olarak tekrar geldim.” İşte talebe… Yukarıdaki hikâyenin çağrışımıyla hatırıma gelen, günümüzde duyduğumuz bir söz var: Benim kalbim temiz. Bu söz, yapılan bir işte niyetin doğru ve halis olduğunu ifade etmek için kullanılmakla birlikte, ibadette eksik olup, kulluk vazifesini yerine getirmekte zorlanan nefislerin bir çıkış kapısı olarak ele alındığına şahit oluyoruz. Mesela, namaz kılmıyor olabilirim ama benim kalbim temiz; böyle göründüğüme bakma, aslında ben özünde iyi bir insanım cümleleri… Bu, imtihana çalışmamış bir öğrencinin, soruları cevaplayamadığıma bakmayın aslında ben biliyorum, demesi gibidir. Yahut her akşam önüne koyulan yemek için hanımına teşekkür edemeyen ama bunu da her defasında aslında ben şöyleyim de böyleyim de…, demek kabilinden görebiliriz. İnsan dünyasında bile söz ve fiil arasındaki tutarlılık için taraflar bir vakte kadar sabredebilir, hoşgörülü davranabilir, fakat bir saatten sonra kim olsa, kusura bakma o iş öyle değil, deyip tavrını ortaya koyar. Zira dünya, showroom yani sergi salonudur. Gösterme, ifade etme, söylediklerini fiiliyle ortaya çıkarma yeridir. Birikimin, performansın icra edileceği sahnedir. Sadece sözün insanı kurtarmadığı noktadır! Kur’an bize insanların ahsen-i takvimde yaratıldığını ve fakat bu dünyada imtihan edileceklerini, kömür ruhlular ile elmas ruhluların ayrışacağını söyler. Ayet-i kerimenin beyanıyla, “İnsanlar hiç imtihan edilmeden, (sâdece) “İman ettik!” demeleriyle (kendi hâllerine) bırakılıvereceklerini mi sandılar?”1 ikazını yapar. Söz, insandan beklenendir. Zira söz/beyan, insanın iradesini ortaya koymasıdır. Bundan sonra ise sözün doğruluğunu filleriyle doğrulaması beklenecektir, beklenir. Bu, insanı insan kılan şeydir. Sözleriyle iradesini, yönünü, özünü ortaya koyar; fiil, hareket, amelleriyle de bunları teyit ve tasdik eder. Bundan dolayıdır ki imansız amel işe yaramadığı gibi, amelsiz iman da takviye ve inkişaf edip yerleşemez ve kaybolur. Haydi, buradan yola çıkarak birkaç yere uğrayıp kendimizde derinleşmeye ve bizde bu konuyu arayıp istifade etmeye çalışalım… Ah Şu Okullar Birden buraya gelmek tuhaf olmuş olabilir. Zihnimde yer ettiğinden öncelik kazanması muhtemel. Her neyse… Okullarımız tamamen teori üzerine hareket ediyor. Sürekli bilgi veriliyor. Fakat bu bilginin ne hazmedilmesine ne de -zorunlu istisnalar hariç- pratik karşılığına bakılmıyor. Mesela üniversiteden mezun olan bir genç iş başvurusu için gittiğinde, diploma ve sertifikaların yanında içinde bulunduğu, öznesi olduğu faaliyetlere bakılıyor ve asıl belirleyici olanlar bunlar oluyor. İyi ki de oluyor. Fakat bizim sistemde böyle bir alan ve aralık yok desek yeridir. Kardeşim biz eğitim veriyoruz, o kadarını da öğrenci kendisi yapacak denilebilir. Fakat bu kez de ortaöğretim kısmında veya ailede böyle bir alt yapı verilmiyor. Gençler, sanal alemin sadece harcama ve iyi sonuç pompalaması üzerinden yaptıkları yayınlarla yetiştiğinden, anne-baba çocuğun elini sıcak sudan soğuk suya sokturmadığından, eğitim daha doğrusu öğretim sürecinde böyle bir altyapı verilmediğinden ne iş verenin istediği ne de eğitim sistemin savunduğu resim çıkmıyor ortaya. Mezun olan çocuk, çalışmak bile istemiyor… Ya Evlerimiz? Çocuğunuz sözlerinizi değil, izlerinizi takip eder, derler. Doğrudur. Biz de öyle yapmadık mı? Hayatımızda bize söylenenler değil de sözü söyleyenin yaptıkları belirleyici olmadı mı? Hele bir de anne-baba veya başka bir aile büyüğü ya da öğretmen vs. bize bir şey söylediğinde kendisi o işi yapar durumda olmadığından ve o kişi ne yaptığının şuurunda hareket etmediğinden kazanmadık mı bugünkü problemlerimizi? Psiko-seyahatler sürekli çocukluğumuza taşımıyor mu bizleri? Orada açılan psikolojik problemlerin izini sürmüyorlar mı, psikologlar? Mesele ne? Söylem ve eylem tutarsızlığı kurbanı olmak! Ya şimdi? Aynı hataya düşmemek için bizler ne yapıyo­ruz? Ellerimizde telefon, tablet, bilgisayar varken ve saatlerce bunlarla meşgul oluyorken nasıl olacak da çocuğumuza “Bı­rak o elindekini” diyebileceğiz? De­sek de bir karşılığı olacak mı? Veya başka yanlış ve kötü alışkanlıklar… Karşımıza şöyle kocaman bir cümle çıkmaz mı? “Nefsini ıslah etmeyen, başkasını ıslah edemez.”2 Çıkmıyorsa da biz çıktı alıp duvara ya da göreceğimiz bir yere asmalı değil miyiz? Ne zaman anlayacağız, çocuğumuzda gördüğümüz yanlışların önemli bir kısmı aslında bizde olanlar. Ve onlar bizim aynamız. Ve biz ancak kendimizdeki o yanlışları düzelttiğimizde çocuğumuz da düzelecek. Peki, Kulluğumuz? Yukarıya aldığımız ayet ne diyordu: “İnsanlar hiç imtihan edil­meden, (sâdece) “İman et­tik!” demeleriyle (kendi hâl­le­ri­ne) bırakılıvereceklerini mi sandılar?” Bu işin bir testi, imtihanı, quizi… olmayacak mı? Elbette var. İbadetler. Emir ve yasaklara riayet. Mesela şu ayet-i kerime iddianın karşısında eylem isteyen ve sözün nasıl doğrulanması gerektiğini gösteren delillerden birisidir: “(Habibim, ya Muham­med!) De ki: Eğer Allah’ı seviyorsanız, o hâlde bana tâbi olun ki, Allah (da) sizi sevsin ve günahlarınızı size bağışlasın!”3 Bu işler “Kalbim temiz”, “Ben özünde iyi bir insanım” demekle olmuyor. Sadece ağza değil, ele de bakılıyor. Cehd var mı, mücadele var mı, az da olsa devam eden bir amel var mı… yoksa kuru laftan mı ibaret? İş Görüşmeleri Afrika’da bazı ülkeler var, Orta Doğu ülkelerinden yardım al­­mada son derece becerikli, Arap­ların cemile yani kar­şı­sın­da­kinin gönlünü alacak sözleri söyleyebilme işini iyi yapan. Fakat bu insanlar sadece cemile yapmıyor, verilen paralarının karşılığının ne olduğunu gösteren iyi sunumlarla gidiyorlar. Ta ki sözleri/istekleri kuvvet kazansın. Aynı şey bütün dünyada olduğu gibi bizde de böyledir ve olmalıdır. Bir iş görüşmesine giden kişi yaptığı projeleri, iş tecrübelerini/deneyimlerini koysa ortaya, “işte aradığımız adam” denir. Aksi takdirde “Lafla peynir gemisi yürümez” denilip girdiğimiz kapıdan çıkarız. Sözün Özü Hayatın neresine bakarsak bakalım, karşımıza fiil ve hareketlere bakan şeyler çıkacaktır. Hem şöyle bir cümle daha var; diyor ki: “Evet, size meşakkatte büyük rahat var. Zira fıtratı müteheyyiç olan insanın rahatı, yalnız sa‘y ve cidaldedir.”4 Cırcır böceği ile karınca hikayesini hemen hepimiz duymuşuzdur. Hikâyeye göre, biri yaz boyu eğlenip söylenirken, diğeri durmadan çalışır. Kış geldiğinde karınca nimeti yanında hazır bulduğu halde, cırcır böceği mahrum ve mahzun kalır. Hikâye insana anlattıklarından bahisle makuldür. Yoksa rızkı taahhüd altında olmayan yoktur! (Çalışmamaya bahane için değil bu cümle.) Fakat şunu da unutmayalım ki ayette beyan edildiği üzere “İnsan için, (kendi) çalıştığından başkası yoktur!” İnsanın filleri külli iradeye şart-ı adi yapılmıştır. Bütün kudret ve rahmet elinde olan Zat, insanın fiillerini önemsemekte ve elinden geleni ve emredileni yapmasını istemektedir. Mesela Meryem validemiz kavminden uzaklaşıp kimsesiz bir yere ulaştığında oturup sırtını dayadığı kuru ağacı yeşertmiş, meyve verdirmiş, ayağının dibinden su çıkartmış ama ona da “Hurma ağacını kendine doğru silkele ki üzerine taze hurmalar dökülsün!” denilmiştir. Bebek bile olsan, ağlamazsan emzik vermezler. Ne kadar uğraşsam harekete geçemiyorum, bu işin bir formülü yok mu, nasıl yapacağım? Elbette var. Formül şu: Kalk ve yap! Ve unutma! Senin yapacağın bir şeyi senden başkası yapamaz. Senin yapmadıklarından dolayı da sorumlu kişi yine sen olursun, başkası senin faturanı ödemez… 1- Ankebut, 22- Sözler, 21. Söz, s. 933- Al-i İmran, 314- Mektubat Mecmuası, s. 429

Metin UÇAR 01 Haziran
Konu resmiAmel, İmanın Hareket Etmesidir
İtikad

İmansız İslâmiyet, se­beb-i necat olmadığı gibi; İs­lâ­miyetsiz iman da medar-ı necat olamaz. Felillahi’l-hamdü ve’l-minnetü, Kur’an’ın i’caz-ı manevîsinin feyziyle Risale-i Nur mizanları, din-i İslâm’ın ve hakaik-i Kur’aniyenin meyvelerini ve neticelerini öyle bir tarzda göstermişlerdir ki dinsiz dahi onları anlasa taraftar olmamak kabil değil. Hem iman ve İslâm’ın delil ve burhanlarını o derece kuvvetli göstermişlerdir ki gayr-i müslim dahi anlasa herhalde tasdik edecektir. Gayr-ı müslim kaldığı halde, iman eder. Mantık önermeleri çoğu zaman zihnî kaçaklardan ya da birtakım desiselerden kurtulmaya vesile ve de vicdanı hakem yapmak suretiyle hakikate teslim olmaya vasıtadır. Mesela, “Güneş varsa gündüzdür” önermesi gösterir ki gündüz, güneşin vücudunun mutlak neticesidir. Bu önerme muvacehesinde şu­nu rahatlıkla söyleyebiliriz; iman varsa, amelî neticeleri ol­malıdır. Zira amel meyvesi iman ağacına aittir. Bir diğer mi­sal, Resul-i Ekrem’i (sav) se­vi­­yorsan onun sünnetine tâbi olursun. Bu önerme ve misallerde ürkütücü bir keskinlik olmasından hareketle, bazı insanlar kaçak güreşmeyi seçebilmektedirler. Yani, “Sen benim namaz kılmadığıma bakma, aslında benim içim çok temiz, ben kimsenin kötülüğünü düşünmem, hem sen o namaz kılanların içinde ne fitneler var biliyor musun?” gibi tuhaf ve komik açıklamalara yönelen insanlar, güya bu bakış açısı ile rahatlamaktadırlar(!). Annesini çok sevdiğini her fırsatta söyleyip, annesinin gönlünü almak veya onu mutlu etmek için hiçbir şey yapmayan, üstelik annesini fütursuzca üzen bir evladın bundan bir farkı yoktur. Kısacası iman, ameli netice verir. Devasa bir barajda birikmiş olan suyun heybetli ve ürkütücü görüntüsünün şüphesiz ki bir anlamı vardır ama o su, tribün ve jeneratörlerden geçerek potansiyel formdan kinetik forma geçerek elektrik üretir hale gelmezse bir hikmet ve fayda­yı netice vermeyecektir. Tabiri caiz ise, iman bir potansiyeli ifade eder ve bu potansiyel bir amele dönüştüğünde kinetik yani harekete ait bir anlam ile buluşur. İman, potansiyeli; amel ise kinetiği ifade eder. Biri olmadan diğeri kahir ekseriyetle netice vermez. Kahir ekseriyetle dememin sebebi ise az da olsa istisnasının bulunması. (Hayber kalesinin fethi sırasında Peygamberimiz (asm) ile tanışan ve İslamiyet’i kabul eden Yesar isminde bir çoban, ki Allah Resulü (asm) onun adını Eslem yapmıştı, hemen cihada iştirak etti ve bir vakit namaz kılamadan şehit oldu ve “cennete uçan Müslüman” ünvanını aldı) Bazen küçücük ama ihlaslı bir amel vesile-i necat olunmasına sebeptir. “Ey iman edenler! Kendisinden nasıl sakınmak gerekiyorsa, Allah’tan öyle sakının ve siz ancak Müslüman kimseler olarak can verin!” (Âl-i İmran Suresi, 102) Yukarıdaki ayette Rabbimiz, iman edenleri çok şiddetli bir şekilde ikaz ediyor ve buyuruyor ki, tabiri caizse yukarıda bahsettiğimiz ürkütücü keskinlik ve zımni bir önerme mantığıyla mana-yı mutlakı nazara veriyor. Ey iman etmiş olanlar (eğer gerçekten iman etmiş iseniz, Allah’tan (cc) nasıl ittika etmek, sakınmak, hürmette kusur etmemek ve korkmak gerekiyorsa öylece korkun). İman ettiyseniz, Allah’tan (cc) sakının. Ayetin devamında ise; eğer Allah’tan (cc) hakkıyla korkuyorsanız bunun neticesi olarak da sizi Müslüman yapacak bir hayatı intihab edin, seçin ve Müslüman olun ve nihayetinde Müslüman olarak ölmenin bir yolunu bulun! Hatta ayetteki tam ifade, sakın ha Müslüman olmadan ölmeyin. Gördüğünüz gibi, ey iman edenler (ey iman potansiyeli ile buluşanlar), sakın imanın neticesi hükmündeki salih amellerle Müslüman olmadan (potansiyeli kinetiğe çevirmeden, iman barajındaki su ile amel elektriğini üretmeden) ölmeyin, buyurulmaktadır. Bu husus öylesine büyük bir ehemmiyeti haizdir ki, Üstad Bediüzzaman Hazretleri (ks)   9. Mektupta şu satırlara yer vermiştir. İslâmiyetsiz iman, medar-ı necat olabilir mi? Elcevap: İmansız İslâmiyet, se­beb-i necat olmadığı gibi; İs­lâ­miyetsiz iman da medar-ı necat olamaz. Felillahi’l-hamdü ve’l-minnetü, Kur’an’ın i’caz-ı manevîsinin feyziyle Risale-i Nur mizanları, din-i İslâm’ın ve hakaik-i Kur’aniyenin meyvelerini ve neticelerini öyle bir tarzda göstermişlerdir ki dinsiz dahi onları anlasa taraftar olmamak kabil değil. Hem iman ve İslâm’ın delil ve burhanlarını o derece kuvvetli göstermişlerdir ki gayr-i müslim dahi anlasa herhalde tasdik edecektir. Gayr-ı müslim kaldığı halde, iman eder. Bazı insanlar, insanlığa hayrı dokunmuş, çok büyük icatlar yapmış ve beşeriyetin haya­tını kolaylaştırmış birtakım mu­citlerin ehl-i cennet olması ge­rektiğine dair indî mütalaalarda bulunarak, bu insanların cehenneme atılmalarını adalete münafi görmüşlerdir. Oysa hak ve batıl birbirinden bu kadar güçlü bir şekilde ayrılmışken, beşerin içine derç edilmiş olan merak ve taleb-i hakikat gibi hisleri ıskalayarak, neticesi beşerin menfaati dahi olsa, dünyevî kariyer ve hırslarına yenilen kimseler, bu dünyada bulunmalarının en mühim sebebini görmezden gelerek Hakk’a karşı hadsizlik ve edepsizlik yapmaktadırlar. Üstelik kurtuluş protokolünü Rabbimiz, Asr suresinde birbiri ile ilintili ve aralarında mantık kanunlarına göre “gerek şart” esası olan 4 madde ile beyan etmiştir. (Gerek şart; bir mantık denklem ya da önermesinde sunulan maddelerin biri olmaksızın va’d edilen neticenin istihsal edilmesinin imkansızlığını ifade eder.) Asr suresinde Rabbimiz (cc), insanın zararda olduğunu beyan ederken bu zarardan masun (korunmuş) olanların şu dört eylemi gerçekleştirmeleri gerektiğini aralarında “ve” bağlacı olarak (ki gerek şart kısmını buradan anlıyoruz) ifade etmektedir. Sırasıyla 1. İman ede­cek 2. Salih amellerde bulunacak 3. Hakk’ı tavsiye edecek (ki bir vasiyet şuuru ile, yani son sözlerini söyleyen bir insanın samimiyet ve aşkıyla) 4. Sabrı tavsiye edecek. Rabbimiz kurtuluş protokolünün bu dört eylemin bütün halinde yerine getirilmesiyle imkân dahilinde olacağına işaret etmiştir. Sadece “iman ettik” diyerek kur­­­­­tu­­lacağını zannedenlerin, şey­­­­­tanın bir desisesi ile bu du­ru­ma düştüklerini bilmeleri ge­rek­mek­­tedir. “İnsanlar hiç im­ti­han edil­meden, (sâdece) “İman ettik!” de­meleriyle (kendi hâllerine) bı­ra­­­kı­lıvereceklerini mi sandılar?” (Ankebut Suresi, 2) Şeytan, Allah’ın (cc) affedici olduğunu ilka ederek kişiyi taat ve amelden mahrum eder ve hatta bu durumdan dolayı mahzun olmasına bile mâni olur. Oysa bu durum, tasavvufta “mekr-i hafi” adı verilen gizli bir aldanışı ifade etmektedir. Hasan Basri Hazretleri (ks) şöyle buyurdu: “Mağfiret maksadıyla amel ve ibadet etmekten uzaklaşan kavim, öbür aleme göçtükleri vakit amelsizlik yüzünden azarlandıklarında özür beyan edip derler ki; “Bizler Rabbimize hüsn-i zan ettiğimiz için amel işlemedik”. Onlara denir ki: “Eğer Hazret-i Hakk’a hüsn-i zan etmiş olsaydınız, emrettiği gibi güzel amel de ederdiniz” Bunun delili şu ayet-i kerimedir: “İşte Rabbini­ze beslediğiniz o zannınız sizi he­lake sürükledi, sonunda hüsrana uğrayanlardan oldunuz.” (Fussilet Suresi, 23) Yine derler ki: “Ey Allah’ın kulları, amel etmeden umut beslediğiniz için Allah’tan korkun. Zira umut beslemek korkunç bir helak vadisidir ki, siz ona her an giriyorsunuz. Allah’a yemin ederim ki umut beslemek isteklerinize kavuşturmaz. Sadece ummakla Cenab-ı Hak hiçbir kuluna dünyada da ahirette de ihsanda bulunmaz.” (Hikem-i Ataiyye sh. 153, Atâ­ullah İskenderî) Sözün özü, dünyevî amaçları için her türlü fedakarlığı yapan insan, ebedî bir saadet için daha ciddi olmak zorundadır. Unutulmamalıdır ki, biri harabe ve bakımsız diğeri ise içinde güzel bir konak ve işlenmiş meyveli bahçeler olan iki mülkü olan bir insanın, en çok mamur olanda vakit geçirmek istemesi pek tabiidir. Aynen öyle de insan dünya ve ahiret mezralarından hangisine daha çok yatırım yapıyorsa onunla vakit geçirmek istemesi de tabiidir. Öyleyse, ahi­rete müteallik konularla çok meş­gul olmaması, kişinin o alanı ihmal edip bakımsız bırakmasından dolayıdır. Es’selam Men’ittebea’l Hüda

Ahmet EFENDİ 01 Haziran
Konu resmiSözlerimiz mi, Fiillerimiz mi?
İnsan

Konuşmak elbette önemli, zira bir ihtiyaç. Fakat özellikle tebliğde ve irşadda fiillerimiz sözlerimizi desteklemelidir. Yoksa sözlerimiz tesir etmediği gibi, yukarıya aldığımız ayet muvacehesinde üzerimize ancak mesuliyeti kalacaktır. Konuşmak insanoğluna verilen en önemli özelliklerden biridir. Diğer mahlukattan ayıran, insanlar arasındaki iletişimi sağlayan özel bir nimettir. İnsanın insan ile ilgi ve ilişkisini sağlayan tarafı olmakla birlikte, Rabbimizle olan iletişimimiz açısından da ehemmiyet arz etmektedir. Mesela insan iman ettiğini lisanı ile söyler, Rabbinden ihtiyaçlarını dil yani dua ile talep eder. Tam da burada önemli bir husus vardır; o da sözlerin fiil ile desteklenmesidir. Yukarıda söylediğimiz iman meselesinde mesela; insan dil ile söylediğini kalbi ikrar etmeli, sözünde sadık olduğunu ibadetlerle takviye etmelidir. İnsan ile ilişkilerinde de durum aynıdır. Bir şey iddia edene “Ayinesi iştir kişinin lafa bakılmaz” denir ve fiiliyle sözünü doğrulaması istenir. Bol keseden atıp tutana “Lafla peynir gemisi yürümez” denilir. Çocuğunuza söylediğiniz bir şeyi eğer fiiliniz desteklemiyorsa Kur’an bizi ikaz eder ve “Yapmayacağınız şeyleri niye söylüyorsunuz?”1 der. Konuşmak ve yapmak bir bütünün parçaları gibidir. Bir iddiayı doğrulamakta öne çıkardığımız şeylerin başında yaptıklarımız gelir. Yaptıklarımız yapacaklarımızın referansı olur ve hakeza… Geliniz, bu söylediklerimizi şu hikayelerle derinleştirelim. Vakti zamanında bir baba, evladını bir şeyh efendiye götürmüş. “Efendim, bu evladım size emanettir, rahle-i tedrisiniz için size teslim ediyorum. Ancak müsaadenizle evladım hakkında bazı bilgiler vereyim” deyip devam etmiş: “Bu evladım çok mütevazıdır, yalan söylemez, pay­laşmayı sever, israf etmez, boş konuşmaz...” Bu şekilde çocuğunun güzel ahlaka dair meziyetlerini bir bir saymış. Şeyh Efendi demiş ki, “Efendi, biz de bu hâle getirmek için uğraşacağız. Eğer bu dediklerin bu evladında varsa müsaade et de biz onun talebesi olalım. Çünkü ilmin gayesi ameldir.” Bu şekilde çocuğun babasının patavatsızlığına bir ders vermekle birlikte, söze değil işe bakılması gerektiğini söyleyerek çocuğu teslim almış. Baba da dersini alarak evladını teslim edip ayrılmış. İmam’ı Azam’a atfedilen şu hadise de çok önemlidir. Bir anne bal yemeye müptela olan evladı hakkında İmam-ı azamdan yardım ister. İmam kırk gün sonra gelmesini ister. Kırk gün sonra huzura gelen çocuğa İmam-ı Azam, “Evladım bal yeme!” der. Çocuk o günden sonra bal yemeyi terk eder. Haliyle anne sorar: “Bunu ilk geldiğimizde de yapabilirdiniz. Niçin gelir gelmez söylemediniz de kırk gün sonrayı beklediniz?” İmam şöyle der: “Ben de bal yemeği çok severim; kendi yaptığım bir işi çocuğunuza söyleseydim tesir etmezdi. O yüzden (vücuttan atılma süresi olan) kırk gün/ü bekledim, bu sürede bal yemeyi terk ettim, ta ki sözüm tesir etsin.” Üstad Bediüzzaman doğru İsla­miyet’i anlamak ve çevremi­ze güzel ahlak üzere İslam’ı teb­liğ etmekte şu çok önemli tespi­ti yapar: “Eğer biz ahlâk-ı İslâmiyenin ve hakaik-i imaniyenin kemalâtını ef’âlimizle izhar etsek, sair dinlerin tâbileri elbette cemaatlerle İslamiyet’e girecekler. Belki, küre-i arzın bazı kıtaları ve devletleri de İslamiyet’e dehalet edecekler.”2 Buradaki sır da yine fiillerimizdir. Yaptıklarımızdır. Şart oraya bağlanmıştır. Eğer fiillerimizle göstersek, denilmiştir. Bunun İslam tarihinde, başta Peygamber Efendimiz (sav) hayatında da pek çok tezahürleri vardır. Efendimize (sav) daha Peygamberlik gelmeden önce kendisine Muhammedü’l-Emin denilirdi. Çünkü o ahlakıyla, tavır ve davranışlarıyla, fiil ve hareketleriyle güvenin timsali olmuştu. Müşriklerin baskılarından hicret etmeden önce kendisine verilen emanetleri teslim etmesi için Hz. Ali’yi vazifelendirmişti. Çünkü inancından dolayı ona düşman olan o insanların emanetleri kendisindeydi. Düşman olmalarına rağmen kendilerine ait olan şeyleri ona teslim etmeleri nasıl izah edilebilir? Yakın zamanda bir arkadaşımın bana anlattığı konuyla alakalı şu vakıa Hz. Üstadın vurguladığı tespite güzel bir örnektir. Dindar olan, sünnet sakallı bir arkadaşım evini satılığa çıkarmış. Evine talip olan bir kişi ara ara alma niyetini ortaya koyar ama bir türlü sonuçlandırmaz. Sonra bir başka kişi eve talip olur ve fiyatta anlaşılır. Evin satılma durumundan haberdar olan önceki kişi pazarlığın yapıldığı mekâna gelip “Ben alacaktım niye beni beklemedin vs.” der. Ev sahibi de “Sen bir türlü almadın, ben de sana söz vermedim, ortada bir kapora vs. de olmadı” ama eğer istersen bu evi almaya yine niyetin varsa bak ben bu evi bu aileye sattım. Ancak henüz satışı vermedim, sadece sözlü olarak anlaştık. Onlara sana verdiğim fiyattan biraz aşağıya verdim. Sana söylediğim fiyatı onlara teklif et, eğer kabul ederlerse onlardan al” der. Evi satın alan aile bu tavırdan etkilenmişler ve bu hareketini çok takdir etmişler. Bu arkadaşım bana şunu da aktardı. Evi alanlar ehl-i dünya diyeceğimiz bir hayat tarzı sürdürmekteler ve dini yönleri zayıf. Ancak bu satıştaki halim ve tavrımdan dolayı benimle olan iletişim ve muhabbetlerini hep sürdürdüler. Bazen bir kelam karşımızdakinin maneviyatına çok ciddi katkılar yapabileceği belki imanının kurtulmasına gidecek yolu aralayacağı gibi, bir ticari hassasiyet, bir helal haram korkusu da koca bir devletin Müslümanlığına sebebiyet verebilmektedir. Şöyle ki: Endonezya’ya yerleşen ve ticaretini orada sürdüren Müslüman bir tüccar, bir gün iş yerine geç gelir ve dükkânını emanet ettiği çırağının hayli kârlı bir satış yaptığını görür. Ancak çırağının metresi 5 akçe olan kumaşı 10 akçeden sattığını öğrenince, çırağından derhal satış yaptığı kişiyi bulmasını ister. Çırak satış yaptığı müşteriyi çok geçmeden bulur ve dükkâna davet eder. Tüccar durumu müşteriye izah ederek kendisinden helallik istedikten sonra fazladan alınan 5 akçeyi de uzatır. Çok geçmeden bu olay ülkede dilden dile dolaşmaya başlar ve kralın kulağına kadar gider. Tüccarı huzuruna davet eden kral, bu davranışını neye borçlu olduğunu sorar. Tüccar, sadece dininin emirleri gereği, kul hakkını gözettiği için bunları yaptığını söyler ve kral İslam hakkında daha fazla soru sorup cevabını alır. O güne dek böyle bir dinin varlığından haberdar olmayan kral yaşananlardan etkilenir ve kısa sürede Müslüman olmaya karar verir. Halkı da yavaş yavaş onu takip eder. Hz. Peygamberin (asm) “Doğru ve güvenilir tüccar, kıyamet gününde Peygamberler, sıddıklar (doğrular) ve şehitlerle beraberdir” hadisinin istikametinde gösterilen bu ticari ahlak, belki de bugün iki yüz milyonu aşan Müslüman nüfusa ev sahipliği yapan Endonezya’nın kaderini belirlemiş olur. Konuşmak elbette önemli, zira bir ihtiyaç. Fakat özellikle tebliğde ve irşadda fiillerimiz sözlerimizi desteklemelidir. Yoksa sözlerimiz tesir etmediği gibi, yukarıya aldığımız ayet muvacehesinde üzerimize ancak mesuliyeti kalacaktır. 1- Saff, 32- Mektubat Mecmuası, Hutbe-i Şamiye, 441

Enes KARA 01 Haziran
Konu resmiİman Amele, Amel İmana Kuvvet Verir
İbadet

İman eden kimse, imanının kuvveti nispetinde sâlih amele sarılır, ibadetlerini yapar, günahlardan uzak durur. Böylece takva mertebesine ulaşır. Takva ve amel-i sâlih dairesinde hareket eden kimse de bu vesileyle imanını kuvvetlendirir. Şimdi bu meselede öne çıkan bazı hususları gelin birlikte tefekkür edelim. Birincisi: İmanın gerektirdiği şekilde yaşamak; yani farzları yerine getirmek, kebâir denilen büyük günahları terk etmek lazımdır. Üstad Bediüzzaman Hazretleri der ki, “Farzlarını yapan, kebîreleri işlemeyen, kurtulur.”1 İkincisi: İbadet, Allah’ın emirlerini yapmaktan ve nehiylerinden sakınmaktan ibarettir.2 Özellikle namaz, iman ettiğimiz hakikatleri günde beş defa bize hatırlatıp kalbimizde iyice yerleşmesine vesile olur. Üstad Hazretleri, İşârâtü’l İ’caz isimli eserinde buna şöyle işaret eder: “Akâidî ve imanî hükümleri kavî ve sâbit kılmakla meleke haline getiren ancak ibadettir.”3 Üçüncüsü: Allah’ın kitabı Kur’ ân-ı Kerîm’i çok okumak ve anlamaya çalışmaktır. Çünkü Kur’ân ayetleri, imanı kuvvetlendirecek deliller ve derslerle doludur. Allah’ın her şeyi nasıl yarattığı, peygamberleri neden görevlendirdiği, meleklerin va­zi­feleri ve ahiret hayatıyla il­gili bütün iman hakikatleri, Kur’ ân’da sıkça işlenir ve ikna edici bir üslupla ortaya konur. Misal olarak şu ayetleri inceleyelim: “O Allah ki, gökten su indirir. İçme suyunuz ondan meydana geldiği gibi hayvanlarınıza yedirdiğiniz otlar ve ağaçlar da ondan yetişir. (Allah) onunla size ekin, zeytin, hurma ağaçları, üzüm bağları ve her çeşit meyvelerden bitirir. Muhakkak ki bunda, düşünecek bir topluluk için (Allah’ın varlığına ve birliğine) elbette bir delil vardır.”  4 Her şey Allah’ın eseridir; bütün ağaçlar, meyveler… Özellikle hurma ve üzüm çok dikkat çekicidir. Çünkü susuz bir kumda yetişen hurma ağacından o bal gibi tatlı hurmalar nasıl meydana gelir? Kuru bir toprakta dikili, kuru asma dalında yetişen o salkım salkım üzümler nasıl olur da leziz şerbetlere dönüşür? Aklı başında bir adam: “Bunları böyle yapan, elbette bu kâinatı yaratan Zât olabilir” demeye mecburdur. Dördüncüsü: Kur’ân’ın imana dair ayetlerini daha iyi anlayabilmek için o ayetlerin tefsirlerinden istifade etmek lazımdır. Üstad Bediüzzaman Hazretleri’ nin yazdığı Risâle-i Nur Külliyatı, imana bakan ayetleri tefsir eden, asrımızdaki insanların anlayabileceği, evham ve şüphelerini tedavi ede­bileceği bir mahiyette yazılmış, harika, manevi bir Kur’ân tef­siridir. Böyle iman derslerini tekrar tekrar ve anlayarak okumak, imanın kuvvetlenmesine büyük bir fayda sağlar. İman derslerini başka meseleler gibi bir iki kez okumakla ihtiyacın sona ermeyeceğini Bediüzzaman Hazretleri şöyle ifade eder: “(Ahiretin varlığını ispat eden) Onuncu Söz’ün kıymeti tamamıyla takdir edilmemiş. Ben kendi kendime hususî, belki elli defa mütalaa etmişim ve her defasında bir zevk almışım ve okumaya ihtiyaç hissetmişim. Böyle bir risaleyi bazıları bir defa okuyup, sair ilmî risaleler (kitaplar) gibi yeter der, bırakır. Hâlbuki bu risale ulûm-u imaniyedendir. Her gün ekmeğe muhtaç olduğumuz gibi, o nevi' ilme her vakit ihtiyaç var.”    5 Beşincisi: Kur’ân-ı Kerîm ve tefsirlerinden aldığımız iman derslerini tefekkür etmek için Allah’ın yarattığı canlı cansız sanat eserlerini ibretle düşünmek. Onlarda görünen ilâhî sanatları ve üzerlerinde manaları görünen Allah’ın isim ve sıfatlarını tefekkür etmek ve bunu bir meleke (alışkanlık) hâline getirmek. Meselâ, bitkilere çeşit çeşit özellikler veren Rabbimiz, bizden bu bitkilere dikkatle, düşünerek bakmamızı ve isimlerinin tecellilerini görmemizi istiyor. Bu itibarla baktığımızda “her şeyi sanatlı yaratan” anlamındaki Sâni’ ismini, “çok güzel süsleyen” anlamındaki Müzeyyin ismini görmek mümkün. Altıncısı: Bütün bu saydıklarımızı başarabilmek için bu konuda ihlaslı olmak. Çünkü yine Hz. Üstad’ın ifadesiyle, ihlâs kendisi en sâfi bir ubudiyet olduğu gibi insanı maksadına ulaştıran en kerametli bir vesiledir.6 Cenâb-ı Hak cümlemize, tahkiki imana ihlâsla çalışmayı, böyle kuvvetli bir imanı elde etmeyi ve dünyadan iman-ı kâmil ile göçmeyi nasip eylesin. Âmin. 1- Kastamonu Lahikası, s. 193.2- İşârâtü’l-İ’câz, s. 131.3- İşârâtü’l-İ’câz, s. 131.4- Nahl suresi, 10-11.5- Barla Lahikası, s. 303.6- Asâ-yı Musa, s. 233.

Ali CİRİT 01 Haziran
Konu resmi“Değer”leri İman Gözüyle Okumaya Değer (İman/Amel eksenli kitabettir.)
İtikad

Yüzüne çarpmak gerek zamanenin fendini.Bak, o vakit kabaran sular nasıl yıkacaktır bendini!  Hem nur hem kuvvet. Hayatımıza Cenab-ı Hakk’ın lüt­­fettiği bir nimet var: Elektrik... Bir suhulet bir suhulet: Bazen bakarsın ışık olur, ziya olur aydınlatıverir, insan eliyle keşfedilmiş olan siraçları. Hem siraçları hem karanlık haneleri. Koymaz maddi korkulardan ve kasavetlerden bir eser. Güneşin sahibi unutmamış gecelerimizi, nimetiyle gündüze çevirmiş zulmetleri. Bazen de bakarsın güç olur, enerji olur; harekete geçirir beşer icadı çeşitli mekanik bedenleri. Evvel mutfak gereçleri, şimdilerde caddelerdeki vasıta­ları. Hayatta bir suhulet bir hareket. Rüzgârların nefesini sebep kılmakla bulutları hareket ettirip, inayetiyle, yardımımıza koşturan; verdiği elektrik nime­tinde nur içre kuvvet katmış. İkisini mezcetmiş. Öyle ya! Teşbihte hata olmaz. Bir tarafta ne kadar mücerred olsa da maddi kılıfla ihsan edilen çarpıcı nimeti diğer tarafta mahza bir ihsan bir lütuf olan iman nimeti. Hadi isminin tecellisiyle iman da kalb hanesine girdiğinde lem’a olur, şu’a olur, şu’le olur, ziya olur, nur olur, ism-i Nur’un tecellisiyle. Başta kendini okutur insana sirac misali. Esmanın bütün nakışlarıyla adeta; Cenab-ı Hakk’ın esmasının cilvesine mazhar ve nakışlarına medar, kâinata bir misal-i musağğar olan, Sani‘-i Zülcelal’in masnuu ve mahluku olarak rahmet ve keremine mazhar olan kendisi bütün harfleriyle, heceleriyle, kelimeleriyle, cümleleriyle altı cihetten zahir ve aşikâr olur. Hayru’l-beşer’in (asm) talimiyle tenvir eden ukule, muhabbetle dolan kalblere, saltanatına tabi ruhlara ezelden ebede binler selam… Sonra kâinatı okutur insana şems misali. Esmanın bütün te­cellileriyle, birbiri arkasında daim gelen geçen bu aynalar mecmuasında. Bir mezra, bir tenezzügâh, bir ticaretgâh gös­­­­terir. Zikirhane-i Rahman, ta’ lim­gâh-ı beşer ve hayvan, mey­dan-ı imtihan-ı ins ü can, bir misafirhane, bir mey­dan-ı tec­rü­be ve imtihân, bir dar-ı teklif ve mücahede, bir te­ma­şa­gâh tanıtır. Hem kudret olur, rahmet olur; ism-i Kadîr ve Rahîm’in tecellisiyle. İkisinin mezciyle kuvveti ihsas eder, verir. Enfüsteki a’dası değil, afaktaki a’dasına karşı mukavemet elde eder. İbadette ve adab-ı muaşerette emre ve nehye muvafık şevk ve sabır dengesini şükrün mikyasıyla kurar. Secdeye liyakat, hürmete takat bulur. Velhasılı   (لَاحَوْلَ وَ لَا قُوَّةَ اِلَّا بِاللّٰهِ) sırrıyla acz ve fakr toprağında nefis ve tağutu tokatlayan, kokusunu ve rengini adetullahtan ve mu’cizat-ı enbiyadan taşıyan besmeleler eker. İnayet ve tevfik ile kudret-i İlahiye’ye mazhariyet kesb eder. ( اَلّٰلهُ نُورُ السَّمَوَاتِ وَالْاَرْضِ) hakikati ile derlediği marifet nurları kuvveden fiile çıkar. Hem… O kadar çok muhtaç ki beşeriyet, Muallim-i Ekber’in (asm) iman dersiyle; tevhid güneşi altında, nübüvvetin ab-ı hayatıyla Suffa’da derlediği ve kıtalara serptiği goncalar-misal nesile. İnşallah, aynı ders ile mesud olacak asırlar, “kardeşlerim” hitabının muhatabları. An fecr vakti. Lakin! İlhamını iman-ı billah ve ma­ri­fe­tullahtan, şevkini muhab­be­tullahtan alan Rabbimizin ih­sanı, lezzet-i ruhaniye mü­kâ­­­­­fa­tıyla iktifa eden maarif yo­­lu­­nun müdakkik seyyahları... Şairin şuurundan akseden üst­teki mıs­­ralara, en birinci ve ehem­mi­­yetli saha olan, talim terbiye dai­re­sinde bir kez daha göz gez­di­riniz. Evvela lügatler lügat olacak! Taze dimağlar A’nın indirge­di­ği seviyesizliğe hapsedilmeyecek. Kırk vecihten biri ma’nevi i’caz-ı Kur’ân’ın lem’ası olan elimizdeki Nur’lar ile, Kur’ân’dan başka hiçbir kitaba ve hiçbir kavmin lisanına sığmayan yüksek asalet ve fesahati dilimizde hamden lillah gördük, biiznillah göstereceğiz. Haykırıyoruz: Muallim-i Ek­mel’in (asm) talim ve terbiye­si, saadet-i dareynin müjdecisi­nin usulü “birilerinin istendik davranış oluşturma” keyfiyetine terk edilmez. Gönüllerin ve di­­mağların sınırları iman haki­kat­­lerinin nur ve kuvvetiyle çizi­lir, ibka edilir. İlim ile irfan, kuvvetli iman dersiyle aksiyonu netice verir. Değerlerimiz böylelikle salt kültür tecridinden azad olur. Kâinata yön veren ef’al, ahval ve etvara tabi olur. Rehber-i Mutlak’ın (asm) tedrisinden dercedilmekle ilim ve hissiyat mertebesinde kalmaz, rıza-yı İlahiye’ye namzed salih birer amel mertebesine terakki eder. Zihinleri ve kalbleri nur sağanağı altında ıslanıp salih amelle yaldızlanan, bir satırdan yedi mana derleyen, saçlarında gül kokusuyla müzeyyen baharın çocuklarına müjdeler olsun. Kalem ve kelam siz sahiplerini bekliyor. Ehlen ve sehlen… Hay Hak, Yâ Kadîr-i Mutlak! * * * İlâhî! Bize ve neslimize nûrunla hayat ver! Ve bizi ve neslimizi nûrunla yaşat ve o nûrunla öldür! Ve bizi ve neslimizi, bize ihsânın olan nûr-ı nûrunla haşret, lutfet, kerem kıl! Hatalarımızı ve seyyiâtımızı mağfiret eyle! Ve bizi, başında Habîb-i Zî­şân’ ın (asm) olan firak-ı nâciye-i kâ­mileye ilhâk et! Amin.

İbrahim SARITAŞ 01 Haziran
Konu resmiElimi Açtım Sana
İbadet

İçimdeki dünya meyli şüphesiz ki bitmeyecek. Meylimi azaltacak bir hedef göster bana. İsteklerimin kısacık dünyada değil, uzun vadeli olmasını dileyebilecek bir dil, bir irade ver. Kahrımı lütfa, cefamı sefaya, kötü huylarımı güzel ahlaka çevir. Dualarımı kabul edilen dualar arasına al. Bu garip ve cahil kulunu affeyle, ey affedicilerin en affedicisi. Amin. Elimi açtım sana tutar mısın bilmem? Bir fecir vakti huzurundayım. Karşındayım, rü­kû­­da­yım, secdedeyim. Haykır­mak, yalvarmak istiyorum sa­na. Yalnız öyle süslü cümleler kur­mayı beceremem. İçimden gel­diği gibi davranmak istiyorum. İstiyorum ki bir çocuğun annesine yakarışı gibi bir ba­ba­nın evladına duası gibi iç­ten olsun. En zor şartlar altın­da dua edenlerin dualarını, ateşle başa çıkan İbrahim’in yakarışını, Zekeriya’nın temiz bir nesli için ettiği duayı öğret. Yusuf’un iffetli kalabilmesinin yollarını göster bana. Hüznümün giderilmesi için Yakub’un gözyaşına, düşmanlarına karşı Musa’nın cesaretine, nefsime karşı Yunus’un duasına ihtiyacım var. Lakin tüm bunları ne kadar becerebilirim bilemiyorum. Samimiyetimi teste tabi tutmadım. El açıp dua etmeyi bile hak etmeyişimin farkındayım. Kaç defa bağışlanmamı dilerken bile yine kusur işledim. Kaç defa gözü yaşlı secdeye kapandığım halde fanilerin dünyasına koştum. Buyruklarını çiğnediğimin haddi hesabı yok. Bunca ikramına ve ihsanına rağ­men vefasızlık şurubunu iç­mekten vazgeçmedim. Sayısız bozdum tövbemi. Sadece sen­den yardım dileyeceğimi bil­mem ki kaç bin kere tekrarla­dım. Fakat her nedense sözlerim vücut bulmadı bir türlü yüreğimde. Ancak sen her şeye rağmen bir sabah daha bahşettin bana, tıpkı diğer sabahlar gibi. Her konuda cömert davrandın. Oysa hiçbir padişah bu kadar müsamahakâr değildir. Bizler bir ters bakışa bile sabırsızlık gösterirken sen kırık, dökük kulundan rahmetini hiç esirgemedin. Sana kaldırdığım elimi, ellerimizi hiç mahzun in­dir­medin. Makamına çıkıp ar­zuhal etmekten menetme­din hiç. Ey Rabbim! Kalbim başka dudaklarım başka şeyler söylese de yine de kapını çalmaya devam edeceğim. Bir gün açacağını biliyorum. Belki de açıktır da miyopluğumdan göremiyorum. İstediğimi verdiğinde dua etmeyi keseceğim belki. Seninle konuşmamı bitireceğim. Kim bilir bu yüzdendir kapını her seferinde ısrarla çalmamın sebebi. Dua etmemi benim için istediğini biliyorum. Ben de sığlığımın ve ıssızlığımın farkına vararak istemeye devam edeceğim. İsminle başlayacağım yine dualarıma. Seni takdis ederek devam edecek, Habib-i Kibriyanı (sav) anarak bitireceğim. İstediklerimin gerçekleşip gerçekleşmemesinden ziyade, mutmain bir kalple huzuruna dönebilmek en büyük arzum. Kalbimin inşirahına giden yolları bilmiyor değilim aslında. Lakin heva ateşi yakıyor bedenimi. Bu ateşten kaç kere kaçmayı denedimse de nafile… Tulumbacıları bekledim belki gelirler diye. Gördüm ki onlar da kendi yangınlarıyla baş başalar. Geriye her zamanki gibi sen kaldın. Gönderdiğin bir yağmurla yaptıklarıma bakmadan söndürebilirsin ateşimi. Duaya giden yollarımın arızalı olduğunun farkındayım. Çocukluğumu saymazsam günahsız bir ağzım hiç olmamıştır. Gereği yapılmamış bir hayatın mahkûmu olarak yaşıyorum. Mahkûm, hâkime boğun eğer, kararına rıza gösterir. Elimden beratımı dilemekten başka bir şey gelmiyor. Pişmanlık duygumu ve affedilmeyi günahımdan da büyük eylemek senin elinde. Kınadıklarımla imtihan olduğum dünyada, kınamamayı öğret bana. Her bir günah masumiyetimizden bir parça alıp götürüyor. Lakin çamura saplansam da çıkmayı hep deneyeceğim. Ümidimi, günahımı affının gölgesine serdim. Sevdiğin dostlarının hatırına bu görgüsüzü de kabul et. Affedilmek bana, af sana; cahillik bana, ilim sana; kusur bana, mükemmellik sana; kölelik bana, şan sana yaraşır. Ölçüye gelmez günahımın sınırı affediciliğinin sınırsızlığı yanında hesabı olmaz. Bağışlanmamı dilerim. Ey Rabbim! Beni yüzsuyumu döktürecek hareketlerde bulunmaktan sakındır. Kimseye el açmayacak kadar bir varlığın emanetçisi kıl. Verdiğin mülkün daha ötesi azdırmayacaksa şayet cömertliğini de esirgeme. Senden temiz bir kalp, savrulmayacağım bir itikat isterim. Muradın neyse, neredeyse ve kimlerleyse beni de onların arasına kat. Ne güzel bir dua öğretiyorsun kitabında: “Bize dünya ve ahirette iyilik ver.” İyi ve iyilik yapanlardan olmak ne güzel. Ahlakımı güzelleştir. En korktuğum şeydir davranışlarım yüzünden insanların senden uzaklaşması. Bilerek ya da bilmeyerek sebep olduğum bir saikla çukura düşenler olursa vah halime. Kendi günahımın yükünü rahmet denizine sunarım da benim vesilemle başka günahkârların günahı sırtıma yüklenirse ne yaparım? Kötülükte çığır açıcı olmak istemem. İsyanımın sadece kendimde kalmasını ve yok edilmesini dilerim. Beni benden koru. Küfrü ve kötülüğü bana ve neslime kötü göster. Bizi biraz korku biraz açlıkla imtihan edeceğini söylüyorsun. Ne olur bizleri bunlardan emin kıl. Yine de korku ya da açlık gelirse bunlarla başa çıkabilecek dayanma gücü ver. Seninle olan buluşma vakitlerimize çocuklarımızı da dahil et. Dünya buluşmalarımdan hoşnutsuz olduğun birileri varsa bana o buluşmalarımı kesecek bir irade ver. Kalbimi, başkaları hakkında olumsuz düşüncelerden uzak tut. Gıybeti sohbet diye anlayanlardan ya da sohbetini gıybete çevirenlerden olmak istemem. Bazen “Birileri hakkında niçin hüküm vermiyorsun?” diyorlar bana. Kendine hükmü geçmeyenin başkasına ne hükmü olabilir ki? Ey Rabbim! Gönlüm dar, işim zor, dilim tutuk. Gönlümü genişlet, işimi kolaylaştır, dilimi çöz. Seni anlatabilecek söz gücünü ver. Bir tek sermayem olan kalemimi senin çizdiğin desenleri anlatmamda kullandır. Duanın tatlılığını tadacak bir dil, gücünü anlayacak bir idrak, yakınlığını hissedecek bir kalp ver. Dualarımın kısırlığının farkındayım. Niyazımın çeşitliliği seni gerçek manada tanımamla ancak mümkün olabilir. Bana seni tanımaya gidecek imkân ve kabiliyeti ver. İtminana kavuşmuş bir ruhla huzuruna varmak saadetlerin en büyüğü. Sana olan uzaklığımı yakınlığınla kapat. Musibetsiz gözyaşına ihtiyacım var. Her ne kadar hak etmesem de iyilerin zümresine beni de dâhil et. Celali isimlerine gerek kalmadan cemali isimlerinle terbiye etmeni dilerim. Bütün isimlerinin tecellilerine muhtaç olmakla birlikte hikmet ve ilim sıfatlarının tecellilerine daha çok ihtiyacım var. El- Hâkim! Bana eşyanın mahiyetini öğretirsen niçin ve neden sorularımın cevabını bulabilir, gönderdiğin mektubunu anlayabilir, hakikati mecazdan ayırabilirim. El-Âlim ile de her şeyin bilgisinin yanında olduğunu bilir böylece yanlışa düşmekten korunabilirim. İsimlerinin hatırına bilgi dağarcığımı ince ince, nakış nakış örmemde bana yardımcı ol. Ey Rabbim! Zamanımın bir kül gibi savrulmasına müsaade etme. Meşgu­liyetimi boş uğraşlardan bir amaca; dilimi boş sözlerden hikmete çevir. Öfkeye karşı sabrımı; gurura karşı vakarımı, kibre karşı tevazumu kalkan et. Korkularımdan, korktuklarımdan emin kıl. Doymak bilmeyen nefsimi zikrinle, şükrünle ve fikrinle doyur. Fikrin, zikrin ve şükrün en güzelini dilime pelesenk kıl. Yaşarken ne kendime ne de başkasına yük olmaktan koru beni. Ağzımdan çıkan duayı kalbimin de tasdik etmesini isterim. Aksi takdirde kalbimin aynası olmayan sözlerle boş yere çırpınır dururum. Dualarımı sevdiklerinin dualarıyla süsle. Süleyman’ın mührünü kalbime vur ki senden başka bir otoriteye boğun eğmesin. Eyyûb’u sabırla ıslattığın gibi beni de metanetle ıslat. İsa’nın dirilten nefesiyle gönlüme inşirah ver. İki Cihan Serverinin (sav) kapsayıcı ahlakına tıpkı herkes gibi benim de ihtiyacım var. Çocuk sevmeyi, anne ve baba kıymeti bilmeyi nasip eyle. Zira dünya da cennettin kokusunu duyabilmek ancak böyle mümkün olabilir. Ey Rabbim! Renkler bu kadar karışmışken tuzak kurucuların tuzaklarının farkına varabilecek bir ferasete ihtiyacım var. Yanılgılarımı bilgisizliğime, hatalarımı insan oluşuma vermeni dilerim. Şu dünya gemisinde yükümüz ağır, gücümüz az. Gücümüzü çok yükümüzü hafif eylemek senin elinde. Sıhhatli hastalardan olmak istemiyorum. Hastalıklı sıhhatlilerden de eyleme. Kalabalıkların yalnızlığı korkutuyor beni. Yalnızlığın kalabalığını içimde yeşert. Son anımıza kadar gözlerimizi göz aydınlıklarımızdan mahrum etme. Dualarımda sadece ben olmayayım. Bencil dualardan sana sığınırım. Yakınlarım ve ümmet de olsun aminlerimin arasında. Her istediğim güzelliği ve her kaçtığım çirkinliği kendimden önce onlara dileyecek bir aşk ver. Aşk ki sebeb-i vücud-ı alem demiş Allah dostları. Aşkı dilimden kalbime indirdiğin gün huzur bulacağım. Seni anlatırken insanlar üzerindeki tesir gücüm galiba buna bağlı. Bir hayli zamandır ahlak yoksunu çocuklarıyız ümmetin. Birbirimize sırtını dönen kardeşleriz. Yusufları kuyuya attığımızdan bu yana Yakupların dinmez oldu gözyaşı. Bünyaminler hep yalnız kaldı Kenan çöllerinde. Suizan kılıcıyla vurulan yüreklerimize şifa ver. Ey Rabbim! Hayat basamağının zirvesine doğru adım adım çıkarken, ölümü, tıpkı Mevlana’nın düğün gecesini beklediği gibi bek­le­meyi nasip et. İmanın lez­zeti ölüm korkumuzu alıp götür­sün. Mümin olarak hayata veda etmek ne büyük bir saadet. İman şurubunu içerek noktala hayatımı, hayatlarımızı. İlk doğuşum gibi saf ve temiz olsun ölümüm. Arkamdan iyiliklerim konuşulsun. Günahlarım toprak altında bedenim gibi çürüyüp gitsin. Dua çeşmem hiç kesilmesin. Bizlere açılan her bir âlem öncekinden daha iyi olduğuna göre orasının da iyi olmasını umarım. Anne kar­nındayken dünyada beni ne­lerin beklediğini bilmediğim gibi kabirde de beni nelerin beklediğinden habersizim. Ruhani âlemlerde gezinecek miyiz yoksa bulunduğumuz mevziden güzelliği ya da çirkinliği mi seyredeceğiz? Daha da ötesi azap ya da mükâfatı hissedecek miyiz bilemiyorum. Bildiğim tek şey aydınlığımın ancak sen olduğu. Haşir koridorunda bek­­le­diğimiz yerde bizi nefessiz koyma. Kuşkusuz hesap günü çok daha zorlu geçecek. Defterimde iyilik adına çok az şeyin olduğunun farkındayım. Keşke o defteri olması gerektiği gibi doldurabilseydim. Bazen bonkör adamlar hesap defterinin kalınlığına bakmadan ki­şilerin borçları bir çırpıda silerler. Ey Rabbim! Ben de sana olan borçlarımı ödeyemediğimi mah­­cup bir şekilde itiraf ediyo­rum. Onları silmen sana zor gel­­mez. Zira cömertliğin darlı­ğa düşürmenden daha fazla. İk­­ram ediciliğini sadece bana de­­ğil, hepimize göster. Kaldı ki dün­yada lütuflarını fazlasıyla gösteriyorsun. Nimetlerini ta­da­cak dil, görecek göz, işitecek kulak vermen ikramının bir vesikası. Haşir meydanında senin sevgilinin sancağı altında toplanmayı inanlarına nasip et. Ey yeri, göğü ve içindekileri yaratan Rabbim! Her şeyin sahibi sensin. “Yer, gök” sadece kesrette boğulmamam için söylediğim bir sözcük sadece. Ehadiyet ateşini dizginleyen bir tılsım. Yoksa ben “yer, gök ve içindekilerin” içini dolduracak bir kabiliyette değilim. Sen dile getiremediğim kudretin, rahmetin, ilmin, iradenin, güzelliğin üstündesin. Bense se­nin isimlerinin tecellilerinin sa­yısızca gölgesinin gölgelerine sı­ğın­maya çalışan bir abd-i acizim. Ey Rabbim! İhtiyaçlarımın sonu yok. Hace­timin sonu senin hazinenin yanında damla desem damla değil, zerre desem zerre değil. Söylenmiş söylenmemiş ne demeye çalışsam senin hazinenin yanında bir değer atfetmiş olurum. Gınanın haddi hesabı yok demeyi ne olur kifayetsizliğimin bir işareti olarak kabul et. Mecalimin her geçen gün da­ha da azaldığını hissediyorum. Gü­cümü arttır. Aklım geçmişin pişmanlıklarıyla meşgul. Al­dığım neşeler de geçip gittiği için yine hüzünlüyüm. Gelecek endişesi baş belası aklımın bir kenarında. Aklımı sükunete er­direcek bir limana yaklaştır. Dalalet vadilerinden kurtarıp iman sahralarında dolaştır beni. Ey Rabbim! Zulme uğramak korkunç. Zulmetmek daha da korkunç. İki korkunçtan da koru beni. Fitne ocağını uzak tut çevremden. Bedenimde ve beynimde var olan dengeyi, hayatımın her anında sürdürebilmeyi nasip et. Hadiselere karşı duyarsızlık kalp katılığının bir işareti olsa gerek. Duyarsızlıktan sana sığınırım. Sıhhatimin farkına varabilmeyi göster, göster ki hastalığın öğreticiliğine gerek kalmasın. Beni Kuddüs isminin tecellisiyle temizle. Ruhumun ve bedenimin buna ihtiyacı var. Kullarına borçlu olmak bana en zor gelen işlerden biri. Başa kakılan bir iyiliğin ne büyük bir kötülüğe dönüştüğünün tarafı olmak istemem. Beni ve ailemi namerde muhtaç eyleme. İşlerimi kolaylaştır. Doğru işler beni bulsun. Güce ve güçlüğe boyun eğmeyecek bir duruş ver bana. Akıl erdiremediğim fenalıkları yapanların fenalıklarından ko­ru. Bana öfke girdabında boğulmadan yüzebilmeyi öğret. Dostlarına yumuşak huylulukla boyun eğmemde, düşmanlarına da boyun eğdirmemde bana yardımını esirgeme. İstek­le­ri­min gerçekleşmesini yalnızca senden istiyorum. Kalpten yal­nızca senden dileyen bir ümmet olduğumuzda güneş ısıtacaktır insanlığı. Korkularımız ve kaygılarımız uzaklaşacak bizden. Nil ve Fırat’ın kardeşliği senden yardım dileyenlerin olacak. Birleşen ırmakların suyu besleyecek ekinlerimizi. Senden yardım dileyince sensiz kıtaların bizlerden aman dilediklerine şahit olacağız. Ey Rabbim! Edep havuzunda yıkanmayı isterim senden. İçimde manevi cenneti yaşayacak bir iyilik tomurcuğu yeşert. Kötülük yaptığımda ise manevi cehennemi hissedecek bir ruh ver. İyi ya da kötüye karşı duyarsızlıktan sana sığınırım. İptal-i histen sana sığınırım. Görünüyor ve duyuluyor olduğumu, devamlı hatırlamayı hatırlat bana. İmanın lezzetini en acı ilacı içerken bile duymayı isterim. Kul olmanın ne büyük bir paye olduğunun farkına vardır. Amelim, ilmim, gücüm, servetim yok. Yoklarımı varlığa; varlığımı yokluğa dönüştürmek senin elinde. Günahlarımı yokluğa mahkûm et. Kanatlarımın kırıklığına bakmadan huzuruna kabul edilmeyi bekleyeceğim hep. Selamımı alacağın güne dek sabırla kapında duracağım. Günahlarla yediğim yumruklara aldırmadan kalkmayı deneyeceğim. Hav­lu atmayacağım içimdeki düş­mana. Savaşacağım onunla. Hak­kını veremesem de kıyam durmayacağım senden başkasına. Ey Rabbim! İçimdeki dünya meyli şüphesiz ki bitmeyecek. Meylimi azaltacak bir hedef göster bana. İsteklerimin kısacık dünyada değil, uzun vadeli olmasını dileyebilecek bir dil, bir irade ver. Kahrımı lütfa, cefamı sefaya, kötü huylarımı güzel ahlaka çevir. Dualarımı kabul edilen dualar arasına al. Bu garip ve cahil kulunu affeyle, ey affedicilerin en affedicisi.

Necati İLMEN 01 Haziran
Konu resmiBüyük Meraka Makul Cevap
Risale-i Nur

Bediüzzaman Said Nursi, Mu­ci­zat-ı Ahmediye (sav) eserinin Onuncu Reşha’sında “merak” konusuna dikkat çekiyor. İnsanı medeniyet üretme derecesine yükselten bu duygunun, varoluş gerçeğinden beslendiğinde korku ve ümitsizliği ortadan kaldırdığını vurguluyor. Bu duyguya kıymet kazandıran hakikati ise insanlara ancak bir peygamberin gerçek mahiyeti ile haber verilebileceğini, eğer peygamber olmazsa bu merak duygusunun insanı korkuya ve ümitsizliğe sevk edeceğini, istikbal karanlığının ancak peygamberlerin ortaya koyduğu hakikatlerle aydınlanabileceğini belirtiyor. Bu hakikati en parlak şekilde ortaya koyan o nurani zincirin en önemlisi ise Hz. Muhammed (sav) olduğunu ifade ediyor. Biz de bu yazımızda mezkûr risaleden anladığımız manayı ifade etmeye çalıştık. Rabbim istifademizi ziyade etsin… “İşte, bak: Ne kadar merak-âver, ne kadar cazibedar, ne kadar lüzumlu, ne kadar dehşetli hakaiki gösterir ve mesâili ispat eder. Bilirsin ki, en ziyade insanı tahrik eden meraktır. Hatta, eğer sana denilse, ‘Yarı ömrünü, yarı malını versen, Kamerden ve Müşteriden biri gelir, Kamerde ve Müşteride ne var, ne yok, ahvâlini sana haber verecek. Hem doğru olarak senin istikbalini ve başına ne geleceğini doğru olarak haber verecek’, merakın varsa vereceksin.” Burada üzerinde durulan en önemli kavram meraktır. İnsanı merak tahrik ettiği gibi merakı da korku, muhabbet ve ihtiyaç harekete geçirir. Nitekim Üstad Bediüzzaman, “Arkadaş! O zât-ı mürşid, nev-i beşeri korkutmak için pek müthiş hakikatlerden bahsediyor. Ve insanları tebşir için, kalbleri cezb ve akılları celb eden meselelerden haber veriyor.” İfadesiyle, korku ve müjdenin yani muhabbetin insanların merakını cezbeden iki nokta olduğunu vurguluyor. İnsanlık tarihi incelendiğinde, insanların eserlerinin altında yatan temel sebebin korku, mu­habbet ve bunların tetikle­di­ği merak duygusu olduğu görülür. Geçmiş, gelecek ve hazır zamanın muhabbet, korku ve ümitleri, insanı besleyen ve tetikleyen temel kaynaklalardır. Nitekim varlık felsefesinin temel sorusu olan “Necisin?” “Nereden geliyorsun?” “Nereye gidiyorsun?” ve “Bu suallerin cevabını kimden ve nereden bulabilirim?” sorularının temel kaynağı, meraktır. “Halbuki, şu zat öyle bir Sultanın ahbârını söylüyor ki, memleketinde Kamer, bir sinek gibi, bir pervane etrafında döner. O Arz olan o pervane ise, bir lâmba etrafında pervaz eder. Ve o Güneş olan lâmba ise, o Sultanın binler menzillerinden bir misafirhanesinde, binler misbahlar içinde bir lâmbasıdır.” Üstad bu paragrafta; merak edilen üç temel soruya kimin, nasıl cevap verdiğini söylüyor. Cevap veren o zat, Hz. Peygamber’dir (sav). O Resulün kimin haberini getirdiğini Kur’anî kavramlarla tasvir ediyor. Dünyada icraatlarıyla şöhret olan sultanların, devlet başkanları­nın ya da insanlar arasında şöh­ret kazanmış kimselerin vere­ceği mesajları merakla takibe alanlara, asıl merak etmeleri gereken zatın kim olduğunu çarpıcı bir şekilde ortaya koyup merak uyandırıyor. “Hem öyle acaip bir âlemden hakikî olarak bahsediyor ve öyle bir inkılâptan haber veriyor ki, binler küre-i arz bomba olsa, patlasalar, o kadar acip olmaz. Bak, onun lisanında (اِذَا الشَّمْسُ كُوِّرَتْ)  (اَلْقَارِعَةُ   اِذَا السَّٓمَۤاءُ انْفَطَرَتْ)1 gibi sûreleri işit. Hem öyle bir istikbalden doğru olarak haber veriyor ki, şu dünyevî istikbal ona nisbeten bir katre serap hükmündedir.” Burada ise insanların en çok merak ettiği istikbalden haber veriyor. Üst paragrafta, her şeye hükmeden zatı tasvir ettikten sonra, öyle bir zatın kıyameti getireceğini ihbar ediyor. Yani dünyevi istikbalin nihayet hududunu gösteriyor. Deprem, zelzele, tufan, tabiat olaylarının en dehşetlisi olan kıyametten haber vererek hem mülkün sahibinin azametini hem de kaçınılmaz sona karşı insanın aczini gözler önüne seriyor. Bununla beraber acze düşen insana ebedi âlemin varlığını ihtar ederek gerçek istikbalin orası olduğunu, korku ve muhabbetin orası için tevcih edilmesi gerektiğini vurguluyor. Fani dünya istikbalinin baki âleme nispeten merak edilmeye bile değer olmadığını beliğ bir şekilde beyan ediyor. “Hem öyle bir saadetten pek ciddî olarak haber veriyor ki, bütün saadet-i dünyeviye ona nisbeten bir berk-i zâilin bir şems-i sermede nisbeti gibidir.” Son paragrafta ise saadeti ebediye üzerinde duruyor. Çünkü insanların dünyadaki uğraşısının en büyük sebebi huzur, mutluluk ve saadeti yakalamaktır. Hâlbuki dünyada zahmetsiz bir rahmeti, külfetsiz bir saadeti bulmak mümkün değildir. Oysa dünya saadet diyarı olsun diye değil, müsabaka meydanı olsun diye Allah tarafından yaratılmış/tasarlanmıştır. Nasıl ki buz hokeyi için hazırlanan bir salonda futbol maçı oynamaya kalkmak kayıp düşmeye, kafayı gözü kırmaya sebep olur. Aynen öyle de dünyanın ve insanın varlık sebebini idrak etmeden dünyada saadet aramak, çölde serap görmeye benzer. İşte bu paragraf ile insanın arayışına hakikatli bir cevap veriyor. Dünyanın bütün saadeti, yanıp sönen şimşek gibidir. Oysa cennet hayatı şimşeğe nispetle güneş gibi bakidir, diyor. Orası ebedi saadet karargâhıdır müjdesi ile metni bitiriyor. Hulasa-i kelam; metinde insana fıtraten verilen merak duygusuna vurgu yapılmış, bu duygunun tetikleyicisi olan korku ve ümit teması üzerinden tasvirlerle istikbal kavramı zihinlerde canlandırılmış. Böylece, asıl merak edilmesi gereken konu ortaya konulmuş. Bu konuya, insanlık tarihinde en gerçekçi cevabın Peygamberler ve Peygamberimiz (sav) tarafından ve­rildiği açıklanmıştır. 1- “Güneş dürülüp toplandığında.” (Tekvir Sûresi, 1); “Gök yarıldığı zaman.” (İnfitar Sûresi, 1); “Ne za­man ki yer müthiş bir sarsıntıyla sar­sılır.” (Zilzâl Sûresi, 1)

Ali SEMERCİ 01 Haziran
Konu resmiTam Bağımsız Türkiye: Kızılelma’ya
İnsan

Türk Siyasal Hayatının sağdan sola, soldan sağa uzanan yelpazesinde ve hemen hemen her döneminde tezahür etmiş olan önemli siyasi mottolarından ve sloganlarından birisi “Tam Bağımsız Türkiye” ifadesi olmuştur. Tanınmış ve devlet olma vasıflarını taşıyan egemen bir ülke için kendi vatandaşlarının ve kendi siyasi hareketlerinin, kendi partilerinin yıllar yılı bu ifadeyi sloganlaştırmış ve bu sloganın mahiyetini politik bir hedef ittihaz etmiş olmaları,  bağımsızlığın “bir bağımsızlık vardır bağımsızlıktan içeru” haline tekabül etmektedir. “Bağımsızlıktan içeru bağımsızlık” haline tekabül eden ahvalde Türkiye, koşmaması için yıllar yılı adeta görünmez bir el tarafından sırtından çekilmesi, icraatlarına ket vurulması için kolundan tutulması, tökezlemesi için çelme takılması gibi engellere denk düşecek onlarca somut müdahalelere maruz kalmıştır. Hatta bu harici görünmez eller yani harici bedhahlar, çoğu zaman içerdeki “hemen hemen her yerde olan ama hiçbir yerde görünmeyen” yerli işbirlikçileri yani dahili bedhahları ile el ele, kol kola hareket etmişlerdir. Uzunca bir dönem adları unutturulmuş ama artık neyse ki son dönemlerde gecikmiş de olsa artık gencinden yaşlısına hemen herkesin tanıdığı devasa birer örnekler olan Nuri Killigil, Nuri Demirağ, Şakir Zümre gibi zatlar hep “Tam Bağımsız Türkiye”  ifadesi ve mücade­le­sinin mahiyetini oluşturan, anlamlaştıran isimler olmuştur. Keza 1925’ten 1941’e kadar uçak üretmiş olan Türkiye’nin, ilk uçak fabrikalarından Kayseri’deki TOMTAŞ’ın akıbeti ile 1961 yılında Devrim otomobili­ne uygun görülen akıbet, şüphesiz ki bir tesadüfün sonucu değil, tarihin o günlere kadarki bilerek ve kasten icra edilen onlarca tekerrürünün sonucuydu. Merhum Erbakan’ın ifadesiyle “Mesele, Türkiye’nin şeftali yerine, motor üretmek istemesiydi”. Keçecizade Fuad Paşa’nın Osmanlı Devleti için ifade ettiği “Siz dıştan biz içten yıkmaya çalışıyoruz, yine yıkılmıyor” hali, adeta Osmanlıdan Türkiye’ye tevarüs etmiş bir haldir. Harici düşmanları ve içerdeki işbirlikçi şahıs ve komiteler bu ülkenin “Kızılelma İstikametinden” geri kalması, Büyük Türkiye inşasında muvaffak olamaması, muasır devletler seviyesine çıkamaması, icabında bir vesayet altında gerekirse bin yıl da olsa kalması, kendi uçağı, kendi silahı, kendi arabası, kendi gemisi, kendi her nesi olacaksa olmaması için kesintisiz şekilde ellerinden geleni artlarına koymamışlar, bu noktada belli ölçekte Türkiye’yi bu yolunda tökezletme, yavaşlatma, geri bı­rakma ameliyesinde başarılı olmuşlardır. Bu dahili ve harici bedhahlar son dönemde o kadar azgınlaşmış ve o kadar arsızlaşmışlardır ki, devletin üniter yapısının açıkça revize edilmesi/yenilenmesi gerekti­ği­­ni, sırtlarını dayadık­la­rı örgütlerin adlarını sa­yarak devletin bölünemez bü­tünlüğünü fütursuzca teh­­dit etmeyi rutine bindirmişlerdir. Maalesef alenileşen ve neredeyse rutinleşen bu söylemleri serdedenlere ise bir başka kesim görmezden ve duymazdan gelmekle de yetinmeyerek, tuhaf bir şekilde teveccüh eder hale gelmiştir. Bütün bunları söylemek ve yaz­­mak, günlük siyasetle işti­gal etmek ya da salt politika ile uğ­raşmak derecesine indirge­ne­rek de değerlendirilemez. Dev­­letin ve milletin bekası, bö­lün­­mezliği, kalkınması, elinin ayağının bağlanması, teke­rinin takozlan­ması gündelik siyasetin ötesindedir. Siyasetin bu veçhesi, siyasetin uzak ve ilgisiz durulacak, kayıtsız kalınacak, görmezden gelinecek bir boyutu değildir. Bu satırların yazıldığı saatlerden hemen önceki gün haber bültenlerine düşen “Stadyuma sergilenmek için gelen yerli otomobil TOGG’a Eskişehir­spor tribünlerinden bozuk pa­ra ve ayran atıldı.” haberi ne ile izah edilebilir. Ya da bozuk para ve ayran atanlara tepki ne ile ve nasıl ifade edilebilir. Çağdaş muasır devletlerin seviyesinde bir icraat olan TOGG’a bugün ancak bozuk para ve ayran atabilen zihniyet, eğer elinde imkân olsa dün TOMTAŞ’a, Devrim otomobiline, Nuri De­­mirağ’a ve Şakir Zümre’ye yap­­tığını TOGG’a da yapacağı nok­tasında hiç şüpheye mahal bırakmamaktadır. Bugün elinden ancak ayran ve bozuk para atabilmek gelmektedir. O ayran ve bozuk paralar yalnızca bir otomobile değil tam bağımsız büyük Türkiye idealine, çağdaş ve müreffeh devlet hedefine atılmıştır. Dahası nerede bu araba, yapamazlar, yapılamaz, Türkiye’de yapılmıyor, İtalya’dan geliyor gibi yaklaşımlar ise “arzunun vaka zannedilmesi” ile alakalıdır. Tarih boyunca bu millete “istikamet Kızılelma’ya” sözüyle bir hedef gösterilmiş ancak buna mukabil bir o kadar da “Kızıl­elma neresidir” sualleri eşlik et­­miştir. Ömer Seyfettin’in “Kı­zıl­elma Neresi?” başlıklı hi­kâ­yesinde; Padişahın “Kızılelma neresidir?” sorusuna “tıknaz, es­mer, beyaz keçeli, afacan bir ye­niçeri neferi” hiç düşünmeden “Önümüze düşüp bizi götüreceğin yer.” şeklinde cevap verir. Uzak olmayan bir geçmişte Nuri Demirağ, Şakir Zümre, Vecihi Hürkuş gibi isimler, TOMTAŞ ve Devrim otomobili gibi icraatlar, bu milletin ve gençlerinin önüne düşerek “Kızılelmaya” götürmeye çalışmış iseler de yolun güzergahının “Kızılelma” olduğunu bilen dahili ve harici bedhahlar tarafından engellenmişlerdir. Ömer Seyfettin’in hikâ­ye­sin­de­ki yeniçerinin tarif ettiği gibi; günümüzde gençlerin önüne düşerek, on binlerce gence “İstikamet Kızılelma’ya” diyen ve bir de Kızılelma inşa ederek bir mefkureyi çağın şartlarında mücessem hale getiren Selçuk Bayraktar ve Bayraktar ailesidir. Gençleri Teknofestler aracılığıyla da hem bu çağda yeni Kızılelmalara hem de gelecek zamanlarda geleceğin Kızılelma’larına doğru yürüten Selçuk Bayraktar; bu hedefin önündeki en büyük engelin ise tek parçadan oluşan ve tekerin önüne konulan basit bir “takoz” olduğunu, ancak bu parçanın çok önemli olduğunu ifade etmiştir. Bir TV kanalında da Kızılelma’nın tekerinin önünden “takozu” alarak göstermiş, milyonlarca satır yazılım ve binlerce parçadan oluşan Kızılelma’nın önüne bu tek parça takoz konulduğunda, bu uçak kıpırdayamaz demiştir. Tam bağımsız Türkiye yolunda, Kızılelma mefkûresi güzergahında yürüyen devlet ve millete, manen ve maddeten takoz koymaya çalışan harici düşmanlar ile takoz olmaya gönüllü dahili bedhahlar elbette her dönem olmuştur. Türkiye’nin yakın tarihi, Türk siyasal hayatı bu sarmaldan oluşan bir serüvendir. Ancak artık maddi ve manevi engeller millet tarafından engellenebilmektedir. O takozlar o tekerin önüne konulmasın diye milyonlarca insan TEKNOFEST alanlarına akın etmekte, maddi manevi sahip çıkmakta, milyonlardan müteşekkil bir şahsı manevi oluşturmaktadır. TV ekranında TEKNOFESTleri tuhaf bir tarzla sorgulayan, nedir bu TEKNOFESTler sorusunu kendisi soran ve yine kendisi “– panayır – panayır – orada bir şeyler var gidip bakıyorlar, - TEKNOFEST ile bi­lim ve teknolojide ilerleneceği ma­valını bize okutamazsınız” şek­linde cevaplayan gazeteci de aslında TEKNOFEST’in ha­ki­katte ne olduğunu kendisi de bilmektedir. Biz de bunu pa­nayır olarak tahfif etmeye ça­lı­şan bu zihniyetin, bu sorgu­lama tarzının ve bu cevabın ne anlama geldiğini yorumsuz bilmekteyiz. Yazımızın ve yayınımızın bu kıs­mında şimdi bir şarkı arası veriyor, “TEKNOFEST MAR­ŞI: Tam Bağımsız Türkiye” şarkısını okuyucularımıza ar­­ma­­ğan ediyor ve hep birlikte din­­li­yoruz. (Okuyucularımız YouTube platformundan ulaşabilirler) Tam Bağımsız TürkiyeVazgeçer miyiz hiç sendenDillere destan aşkımızdanYitik SevdamızdanTEKNOFEST’ler göreceğizMilyon milyon geleceğizGençlerle omuz omuzaZaferlere ereceğizGöklerde KızılelmaAnadolu sulardaTOGG çıktı yollaraŞimdi de sende sıraBiz TEKNOFEST’le büyüdükGöklere yürüdükHeyecanı gördükEn zirvesini deŞimdi sıra sende,Hayal et birlikteGeliyor işteTam Bağımsız Türkiye ……… Cumhurbaşkanı Erdoğan; da­ha önce defaatle dile getirmiş olduğu bir hususu, son ola­rak Nisan 2023’te dünyanın ilk SİHA gemisi TCG Ana­do­lu’nun teslim töreninde tekrar dile getirmiştir. “Hedefimiz tam bağımsız savunma sanayi­sidir” sözleri “Tam Bağımsız Türkiye’nin” ne anlama geldiğinin açık izharıdır. TEKNOFEST kültürü, yeni Selçuk Bayraktar’ların ortaya çıkması, yetişmesi ve bu sürecin bir kartopu gibi büyümesi, kıyamete kadar sürdürülebilmesi, tam bağımsız savunma sanayinin muhafazası için, şarkıda da belirtildiği gibi nesilden nesile iletilecek gençlerin bir sıraya girme yani “sıra sende” hareketidir.  Türkiye tam bağımsızlığının gös­­tergesi olan adımları hızla atmaya devam etmektedir. Allah’ın izniyle devam edecektir. Bu anlamda bir söylem ve eylem birlikteliği eş zamanlı olarak yürümektedir. Dolayı­sıyla bu ne bir hamaset ne de salt bir kısır siyasettir. Çok uzun zaman önce denenen, çok defalar engellenen, çok uzun zaman ara verilen unsurların kısa zamanda tekrar kazanılması sürecidir. Bu Türkiye Yüzyılının bidayetidir. …….. Bu satırların kaleme alındığı saatlerde 14 Mayıs geride kalmış ve 28 Mayıs’ta tekrar sandık başına gitmek üzere ülkece gün sayılmaktadır. Bu satırların basıldığı ve yayınlandığı günlerde de 28 Mayıs geride kalmış olacaktır. Tam da bu önemli vakitlerde Necip Fazıl’ın şu mısraları, niyaz içeren bir temennimizdir. “Sanma bu tekerlek kalır tüm­sekte! Yarın, elbet bizim, elbet bizimdir! Gün doğmuş, gün batmış, ebed bizimdir!”

Ahmet Hüsrev ÇELİK 01 Haziran
Konu resmiMilleti Kemiren Virüs: Gıybet
İtikad

Âlemlere Rahmet Efendimize (asm): “Ey Allah'ın Resulü, gıybet nedir?” diye soruldu. “Kardeşini hoşlanmayacağı bir şekilde anmandır.” buyurdu.(Ebu Davud) “Uzaklaşmak, gözden kaybolmak, gizli kalmak” manaların­daki “gayb” kökünden gelir gıybet. Bir kimseden, gıyabında hoşlanmadığı sözlerle bahsetmektir. “Gıybet odur ki…” der ve devam eder Üstad Hazretleri: “Gıybet edilen adam hazır olsa idi ve işitse idi, kerahet edip darılacaktı. Eğer doğru dese, zaten gıybet­tir. Eğer yalan dese hem gıy­bet hem iftiradır. İki katlı çir­kin bir günahtır.” (Mektubat 1, 121) Gıybeti nehy eder ve gıybet etmeyi ölmüş bir din kardeşinin etini yemek gibi gayr-i insani bir fiile benzetir Rabbimiz, Kur’ ân-ı Mu’cizü’l-Beyan’da. En üst perdeden hitab eden: “Siz­­den bir kimse, ölmüş kar­deşinin etini yemekten hoş­lanır mı?” (Hucurat, 12) suali, beliğ bir şekilde bu fiilin çir­kinliğini akla gösterir. Kalbe dokundurur. Müminlere düşen, bu menhus fiilden ve müsebbibinden şiddetle sakınmaktır. Sevk edilen vicdani ve insani açıdan ölçüp biçen her akl-ı selim kul -aklen, kalben, insaniyetten, vicdanen, fıtraten ve milliyetten çirkin olan, bu fiilden kulluğuna yaraşır tarzda ictinab edecektir. Evet hem gıybet öyle dehşetli bir virüstür ki...  Şahsi ve sosyal hayat derinden derine nasibini almıştır/almaktadır. Kardeşlik, birlik ve beraberlik gibi değerler zir ü zeber olmaya mahkûm olmuştur. “Müminler ancak kardeştirler...” (Hucurat, 10) sırrı muktezasınca, birbirlerine kardeş ve destek olmak; iyilik ve yardım etmek, sevgi ve saygı göstermekle yükümlü olan ehl-i iman bu illetin tehdidi altında kalmıştır. Sevgi, saygı ve kardeşlik bağlarını gıybet fiiliyle kökünden zedelenmiş, içtimai hayata kin, öfke, düşmanlık, fitne, fesat tohumları ekilmiştir. Evet hem gıybet öyle alçak bir silahtır ki… Adavet, haset ve inad sevenler tarafından fütursuzca ve çokça istimal edilmiştir. İzzet-i nefis sâhibi, bu pis silaha tenezzül etmeyen meşhur bir zat veciz kelamıyla teslim-i bed-silah eder ve der: “Düşmanıma gıybetle ceza vermekten nefsimi yüksek tutuyorum ve tenezzül etmiyorum. Çünkü gıybet zayıf, zelil ve aşağıların silâhıdır.” Her izzet-i nefis sahibi, merd insana sözüyle rehber olur, hak ve hakikati yerine koyar. Gıybet birkaç maddede câizdir, lakin sadece birkaç hususi maddede… Vazifeli kişiye şikâyet maksa­dıyla biri hakkında konuşabilirsin. Niyet ve maksadın, vazifeliye yardım etmek, hoşa gitmeyen şeyi yahut kabahati ondan gidermek ve hakkını ondan almak olsun. Unutma ki umumum selameti için görülen yanlış bir şeyi haber ediyorsun. Beis yok… Maslahat için, garazsız bir şekilde meşveretin hakkını eda edebilirsin. Misal: Bir arkadaş, meçhulü bir kimse ile ortak iş yapmak istiyor. Lakin ben tanıyorum. Meşveret etmek gayesiyle fikrimi soruyor. Desem: “Onun ile teşrik-i mesai etme, çünkü zarar göreceksin.” Gıybete girmiş olmam. Beis yok… Tarif ve tanıtmak için biri hakkında konuşabilirsin. Lakin tahkir ve teşhiri işmam etmemeli. Bitamamiha kişiyi ta­nıtmak maksad olmalı. Desem: “Şu topal Ali’dir, az önce ko­­nuş­tuğum.’’ Gıybet olmaz. Beis yok… Günah işlemekten çekinmeyen ve utanmayan kişi hakkında konuşabilirsin. Zira bu fısk ehli kimseler fenalıktan sı­­kıl­­maz, işlediği günahlarla iftihar eder, zulmü ile lezzet alır. Gıybet ettim, hem hak hem caiz olur. Beis yok… Şunu da kesinlikle bilmeli ve göz ardı etmemeli ki zikrettiğimiz maddelerde gıybete beis yok. Lakin bu mükâlemeler garazsız, sırf hak ve maslahat için olmalı ki gıybet caiz ola: “Yoksa gıybet, nasıl ateş odunu yer, bitirir. Gıybet dahi a‘mâl-i sâlihayı yer, bitirir.” (Mektubat 1, 121) Asr-ı saadetten, fem-i Gül’den (asm) rivayettir: “Gıybeti dinleyen de gıybet edenlerden birisidir.” (Taberani) İsteyerek ya da istemeyerek gıybet ettik veyahut dinledik. Peki bu halde ne şart olur? Tabi ki tövbe… Hem de farz… Evvela  (اَللّٰهُمَّ اغْفِرْلَنَا وَ لِمَنِ اغْتَبْنَاهُ) (Kenzü’l-Ummal) demeli. Yani ‘‘Allah’ım, bize ve gıybetini ettiğimiz zata mağfiret et.’’ diye dua etmeli. Ahirinde gıybetini yaptığımız kimse ile denk geldiğimizde fırsatı ganimet bilip “Hakkını helâl et!” sözüyle samimane helalleşmeli. Rabbimiz, cümle ehl-i imanla beraber bizleri bu afetli büyük günahtan muhafaza eylesin. Âmin!

Celal AKAR 01 Haziran
Konu resmiSabır Suskun Bir Bekleyiş Değil, Dikkatli, Sükûnetli, Planlı ve Prensipli Bir Direniştir
İnsan

Sabır, manasız bir direniş değildir, anlamsız bir inat hiç değildir. Bilakis akılla, tefekkürle, teenni ve inanç ile hedefe doğru adım adım ilerlemektir. Sabır maksuda yürürken, “Nasıl yol alacağız? Nelere dikkat edeceğiz? Nasıl bir sıra takip edeceğiz?” gibi soru/n/lara doğru cevap vererek ilerlemektir. Mesela, bir adamın ıslahında en önemli esaslardan birisi, sabırla hareket etmektir. Bir insanın kötü alışkanlıklardan bir anda uzaklaşması kolay değildir. Eğer gayemiz, bu arkadaşın ıslahı ise, aşamalı olarak dikkat ve itina ile hareket etmek gerekir. Şeyh Edebali nasihatinde, “Sabırsız olmaz oğul. Sabırsız menzile varılmaz. Kaf Dağı’na sabırsız ulaşılmaz,” diyor. Evet, sabırsız hiçbir yere varılmaz. Sabırsız aşk olmaz. Sabırsız iş olmaz. Sabırsız ilim de olmaz. Aile içindeki sabırsızlık ve tahammülsüzlük, huzuru kaçırır. Bir iş yerindeki usta sabırsız ise güzel iş çıkaramaz. Bir sanattaki sanatkâr sabırsız ise sanat sathi kalır, zevk vermez. Bir müzisyen sabırsız ise notalar haz vermez, kulağı rahatsız eder. Hülasa, sabırsız hiçbir iş güzel olmaz. Rabbimiz bizleri bazen korkuyla, bazen rızıkla, bazen değer verdiğimiz bir şeyi kaybetmekle imtihan eder. Bunun yanında Cenab-ı Hak, her insana bir sabır kuvveti vermiştir ve insanın taşıyamayacağı, kaldıramayacağı hiçbir yükü de omzuna yüklememiştir. İnsan, Allah’ın verdiği sabır kuvvetini yanlış yolda kullanmazsa her musibete karşı kâfi gelebilir. Her bir Mümin başa gelen belalara ve musibetlere karşı sabır ile mükelleftir. Musibetlere karşı mümine yakışır bir şekilde vakur bir duruş mükâfatsız kalmayacaktır. Güzel bir sabırla belaları defeden mümin için, gösterdiği o sabır günahlarına kefaret olabilir. Cenab-ı Hak, yaptığı her işi hikmet üzere yapmaktadır. Yarattığı her şeyde bir tertip, bir düzen, merdivenin basamakları gibi bir sıra koymuştur. Sabretmek, Allah’ın koyduğu bu basamaklara dikkat etmek demektir. Sabırsızlık ise hırsla, aceleyle, sebepleri atlayarak, Allah’ın ka­­nun­larını gözetmeden iş yap­maya çalışmaktır. Sabır, prob­lemlerin ve zorlukların anah­tarıdır.1 Çünkü, Cenab-ı Hakk’ ın yardımı ve muvaffakiyeti, sabredenlerle beraberdir.2 Sabır, manasız bir direniş değildir, anlamsız bir inat hiç değildir. Bilakis akılla, tefekkürle, teenni ve inanç ile hedefe doğru adım adım ilerlemektir. Sabır maksuda yürürken, “Nasıl yol alacağız? Nelere dikkat edeceğiz? Nasıl bir sıra takip edeceğiz?” gibi soru/n/lara doğru cevap vererek ilerlemektir. Mesela, bir adamın ıslahında en önemli esaslardan birisi, sabırla hareket etmektir. Bir insanın kötü alışkanlıklardan bir anda uzaklaşması kolay değildir. Eğer gayemiz, bu arkadaşın ıslahı ise, aşamalı olarak dikkat ve itina ile hareket etmek gerekir. Hz. Aişe (ra) validemiz şöyle buyuruyor: “Kur’an’dan ilk indirilen surelerde cennet ve cehennemin zikri vardı. İslam’a girenler çoğalınca helal ve haramla ilgili ayetler indi. Eğer ilk inen ayet ‘içki içmeyin’ tarzında olsaydı, ‘biz asla içkiyi bırakmayız’ derlerdi. Eğer ‘zina etmeyin’ denseydi, ‘biz zinayı asla terk etmeyiz’ derlerdi.”3 İşte kalplerin sevgilisi, nefislerin terbiye edicisi Resul-i Ekrem (asm), Kur’an’ın bu metoduyla karanlık ve cehalet asrını saadet asrına çevirmiştir. Davası olan, büyük bir gayesi olan her insan mutlaka engellerle karşılaşır. Bu engelleri aşmak ancak sabırla mümkündür. Sabırlı olmayan insanlar engellerle karşılaşınca cesaretlerini kaybeder, yığılır kalırlar ve hedeflerini terk ederler. Azmeden, direnen, sabreden insanlar ise hedeflerine ulaşırlar. Bundan dolayı “Sabreden, zafere ulaşır.”4 denmiştir. Peygamberimiz (asm), her sene Mekke’deki panayırlarda bütün kabileleri dolaşıyor, İslâm’ı tebliğ ediyordu. Yumuşak, nazik davrananların yanında, kaba ve çirkin davrananlar da oluyordu. Hatta kötü davrananlardan birisi bir gün, “Ey Muhammed! Biz seni kovmaktan bıktık, sen gelmekten bıkmadın,” demişti. İşte Rasulullah Efendimizin (asm) bıkmadan, usanmadan, sabır, azim ve gayretle yaptığı bu samimi tebliğler neticesinde İslamiyet dünyada makes buldu. Bediüzzaman Hazretlerine, “Sa­na gelen zahmetlere, sıkıntıla­ra nasıl tahammül ediyorsun?” diye sorduklarında şöyle cevap vermiştir: “Mesela bir gün, bir adam, arkamdan bana hakaret etmiş. Nefsime dedim: Eğer o adamın hakkımda ettiği kötü sözler bende varsa Allah ondan razı olsun ki, nefsimin ayıplarını söyledi. Eğer o söyledikleri bende yok ise, beni riyadan ve gösterişten kurtarmaya vesile oldu. Eğer sırf bana hakaret etmek için küçümsemek içinse; o da bana ait değil. Ben sürgün olduğum için, haysiyetimi kendi elimle düzeltmeye çalışmak bana düşmez. Bir insanın elindeki esirini tahkir etmek, sahibine aittir; o müdafaa eder. Madem hakikat budur, kalbim istirahat etti.  (وَاُفَوِّضُ اَمْرٖٓى اِلَى الٰلّهِ اِنَّ الٰلّهَ بَصٖيرٌ بِالْعِبَادِ ) dedim. (İşimi Allah’a havale edi­yorum. Allah kullarını gö­rür gö­zetir.)5 O vakıayı olmamış gi­bi saydım, unuttum.”6 Bazen bela ve musibetlere kar­şı sağır olmak en büyük çözümdür. Üstad Bediüzzaman, o mu­­sibetin ağır yükünü omzu­na alsa belki hassas vücudu yıp­­ranacaktı. Fakat o, belayı an­lamlandırarak, çözümleyerek bö­lüyor, küçültüyor ve musibeti doğru bir sabırla, tam bir tevekkülle defediyor. Bazen nehirlerin ortalarında büyük kayalar olur. Çarpan sular onu alıp götürmek ister. Kaya, sağından ve solundan çarpan sulara lisan-ı haliyle, “Sen de geç! Sen de geç!” der, dimdik durur. Hadiselere karşı bu kayalar gibi olmak gerekir. O halde sabır, suskun bir bekleyiş değil; dikkatli, sükûnetli, planlı ve prensipli bir direniştir. Sabır, dertleri içine atıp dertlerde kaybolmak değil, dertlerle baş edebilmeyi öğrenmektir. Sabır, inancı ve gayeyi heyecanla içinde büyütmektir. Sabır, öfkeyi kontrol edebilmektir. Sabır, kötülüğe karşı sus pus olmak değil, kötülüğe maruz kaldığında o kötülüğü müspet hareketle, iyilikle defetmektir. Sabretmek, âtıl bir duruş değil, aktif bir harekettir. Sabretmek, tembellik değil, âkilane (akıllıca) bir faaliyettir. Mesela, ibadetlerin devamlılığından gelen zorluğa karşı ubudiyet tavrını takınıp kulluk şuuruyla ibadetlere devam etmek en güzel bir sabırdır. Günahlar karşısında nefse mağlup olmayıp gözü, kulağı ve diğer azaları günahlardan korumak ve muhafazaya gayret etmek en büyük sabırdır. “Lütfun da hoş kahrın da hoş” diyerek gelen musibetin Allah’ tan geldiği şuuruyla hareket etmek en anlamlı sabırdır. Cenab-ı Hak bizleri sabredenlerden eylesin. Doğru sabrı akıl­larımıza göstersin, kalplerimi­ze ilham etsin. 1- Müslim, Tahare, 1.1,2032- Bakara 153, 249; Enfal 66, 463- Heyet, a.g.e., c. 1, s. 119.4- Ahmed b. Hanbel, I, 3075- Mümin, 40/446- Bediüzzaman Said Nursi, “Mektubat Mecmuası”, Hayrat Neşriyat, Isparta 2019, c. 1, s. 55.

Ahmed Hüsrev ACAR 01 Haziran
Konu resmiRisâle-i Nûr’un Dili
Risale-i Nur

“Ahirette seni kurtaracak bir eserin olmadığı takdirde, fâni dünyada bıraktığın eserlere de kıymet verme!”  İnsanların hayatlarında dönüm noktaları vardır. Bu dönüm noktalarına kimi zamanlarda duydukları bir cümle veya onları etkileyen bir vecize sebep olabilir. Küçük yaşlardayken gü­zel bir manzara tablosunun üs­tündeki bir vecizeyi okumuştum. Vecizenin altında kaynak olarak “Mesnevî-i Nûriye” ya­zı­yor­du. Vecize şu şekildeydi: “Ahirette seni kurtaracak bir eserin olmadığı takdirde, fâni dünyada bıraktığın eserlere de kıymet verme!” Bu söz be­ni çok etkiledi. Bir daha asla zihnimden silinmedi. Okuyalı otuz yılı aştığı halde hâlâ zaman zaman aklıma gelir ve tekrar ederim. Peki bu sözü bu kadar tesirli yapan nedir diyecek olursak, cevabımız sanırım az sözle çok büyük hakikatleri anlatması olacaktır. Ayrıca nokta atışı kelimelerle ifade edilmiş olmasını ve çok güzel bir Türkçe ile söylenmesini de bu cevaba ekleyebiliriz. Yıllar sonra bu sözün Risâle-i Nûr’da geçtiğini öğrendim. Son­­raki yıllarda lisedeki tarih öğ­­ret­­­menimiz, bize bir metin da­­ğıt­tı. Bu metinde Cemel Vaka­sı ve Sıffin olayının hik­met­leri anlatılıyordu. Okudukça hay­ran kaldım. Okudukça oku­­dum. Ne kadar mükemmel bir şekilde izah edilmiş, diye dü­şün­düm. Sahabeler arasındaki me­selelerle ilgili kafamda hiç soru kalmamış, tam anlamıyla mutmain olmuştum. Kendi kendime Risâle-i Nûr’u baştan sona okumalıyım, dedim. Bunu dedikten birkaç sene sonra külliyatın tamamını okuyup bitirmiş olacaktım. Geçenlerde bir vesileyle bir video ile karşılaştım. Videoda Ri­sale-i Nûr’un Türkçesi eleştiriliyor, konuşan kişi Risâle-i Nûr’u okuyanların hiçbir şey anlamamayı peşinen kabul ettiklerini söylüyordu. Bu ifadelere nasıl bir cevapla mukabele edilebilir diye düşündüm. Çünkü yıllardır Risâle-i Nûr okuyan ve acizane eli kalem tutan biri olarak, yine yazıyla cevap vermezsem mesul olacağımı düşündüm. Ama cevabı ben değil, Risâle-i Nûr vermeliydi. Risâle-i Nûr’da günümüzdeki pek çok meselenin izahını çok rahat bir şekilde bulabiliyorsak, pekala buna da bir cevap bulabilirdim. Tam o günlerde okuduğum Emirdağ Lahikası’nda Hasan Feyzi Ağabey’in Bedîüzzaman Hazretlerinin tashihinden geçmiş bir mektubuna sıra gelmişti. Mektubu okudukça sanki o zat ve onun gibi düşünenlere bir cevap niteliğinde olduğunu gördüm. Mektuptaki can alıcı ifadeleri burada alıntılamadan önce biraz Hasan Feyzi Ağabey’den bahsetmek gerekir. Hasan Feyzi Ağabey, 1895 senesinde Denizli’de dünyaya gelmiştir. Gördüğü tahsilin ardından bir müddet muallimlik yapmıştır. Melamî şeyhi Muhammed Nur’ül-Arabî Hazretlerinin halifelerinden Üsküplü Ferid Efendi’den icazet almıştır. Bu açılardan hem şeyh hem alim ve muallim hem de edip ve şair özelliklerini bir arada taşıyan mümtaz bir şahsiyetti. Bedîüzzaman Hazretleri’ni, Denizli mahkemesi sırasında, 1943 yılında tanıdı. Şeyhliği bırakıp Üstad Hazretlerine talebe oldu. Yazdığı şiirlerle zor şartlarda iman mücadelesi veren Risâle-i Nûr talebelerinin kuvve-i maneviyelerinin takviyesine yardımcı oldu. Üstad Hazretleri, Denizli’de kaldığı müddetçe onunla görüştü. Denizli Mahkemesinden beraat çıkıp yeni sürgün yeri Emirdağ olunca, Üstadından ayrılmanın üzüntüsünü yaşayan Hasan Feyzi Ağabey, hissiyatını yine şiirle dile getirdi. Bu şiirde geçen “Dahi nezrim bu ki canım sana kurban olacak!” ifadesi, aynen gerçekleşmiş ve 1946 senesinde Üstadının bedeline şehid olarak vefat etmiştir. Hasan Feyzi Ağabey, Bedîüz­zaman Hazretleri’ne bir mek­tup yazar. Üstad Hazretleri bu mektubu Emirdağ La­hi­kası’nda şu şekilde anlatmaktadır: “Bu def‘a şehîd merhûm Hâfız Alî’nin (rh) ehemmiyetli bir vârisi ve Denizli talebelerinin yüksek bir mümessili ve Denizli şehrinin Risâle-i Nûr’a karşı fevkalâde teveccühünün bir tercümânı kardeşimiz Hasan Feyzî’nin edîbâne, Risâle-i Nûr hakkında fevkalâde senâkârâne pek uzun bir mektûbunu aldım.” Emirdağ Lahikası’nda yaklaşık yirmi sayfayı bulan bu mektup bile tek başına, Hasan Feyzi Ağabey’in ilmî, manevî ve edebî kişiliğini göstermesi açısından yeterlidir. Mektupta Risâle-i Nûr’un nasıl bir eser olduğu mükemmel ifadelerle anlatılmaktadır. Bu ifadelerin içinde Risâle-i Nûr’un dili hak­kında da çok veciz ifadeler vardır. Mesela Hasan Feyzi Ağabey diyor ki: “Ey Risâle-i Nûr! Senin Kur’ân-ı Kerîm’in nûrlarından ve mucizelerinden geldiğine, Hakk’ın ilhamı, Hakk’ın dili olup, onun emri ve onun izniyle yazıldığına ve yazdırıldığına, artık şek şüphe yok. Fakat acaba senin bir mislin daha yazılmış mıdır? Türkçe olarak telif ve tertîb ve tanzîm olunan müzeyyen ve mükemmel, fasîh ve belîğ nüshalarının şimdiye kadar bir eşi ve bir yoldaşı görülmüş müdür? Yüzündeki fesahat ve özündeki belâgat ve sendeki halâvet, başka eserlerde görülmüyor.” Hasan Feyzi Ağabey, Risâle-i Nûr’un nasıl fasih ve belîğ bir dille yazıldığını ifade ediyor. Ve ardından: “Öyle yazılmış ve öyle dizilmişsin ki, insanın baktıkça bakacağı, okudukça okuyacağı geliyor.” diye de ekliyor. Risâle-i Nûr’un Türkçe olarak kaleme alınmasının dilimiz için bir iftihar kaynağı olması gerektiğini belirten şu cümleleriyle de adeta başta bahsettiğim iddialara cevap veriyor: “En âlî bir taleben senden feyiz ve ilim ve irfân aşkını aldığı gibi, en a‘vâm bir taleben de yine senden ders ve duygusunu alıyor. Sen ne büyük bir eser, ne tatlı bir kevsersin! Bu hâlin Türkçemize büyük bir kıymet ve tükenmez bir meziyet bahşediyor. Senin ulviyet ve kerametin, Türk dilini bütün diller içinde yükseltiyor. Kur’ân’dan mâadâ hiçbir kitaba ve hiçbir kavmin lisanına sığmayan bu kadar yüksek asalet ve fesahati, seninle dilimizde görüyoruz.” Toplumun her tabakası Risâle-i Nûr’dan hissesini alabiliyor. Bu asrın ihtiyaçlarına uygun, ma­nevî hastalıklarına ilaç ve dertlerine derman oluyor. İman hakikatleri dersleri ile çoklarının imanının kurtulmasına vesile oldu ve hala da vesile olmaya devam ediyor. Tüm dünyada onlarca dile çevrildi, dünyanın her ülkesinden istifade edenleri var. Risâle-i Nûr’un dilinin ne kadar tatlı, akıcı ve anlaşılır olduğunu, onu vicdanla okuyan herkes kabul ve tasdik eder. Türkçe yazılmış mükemmel bir tefsirdir. Bir cümlesiyle bile in­sanları etkileme gücüne sahiptir. O zaman âkil, edib, muhar­rir, muallim, akademisyen, âlim, bilgin ve münevverlere düşen Risâle-i Nur’ları okumak ve okutmaktır. İntişarına yardım etmektir.

Arif Emre GÜNDÜZ 01 Haziran
Konu resmiBediüzzaman Hazretleri, Asr-ı Saadetten Şimdiye Kadar Yazılan Tefsir Ekolünün Öncülerindendir*
Risale-i Nur

Tercüme: Rıdvan ABUD Risale-i Nur’dan istifade eden yüzlerce alim içerisinden, Bediüzzaman Hazretleri ve eserleri hakkında “Türkiye’deki Tefsir Ekolleri ve Hint Kıtası Benzerliği” isimli kitabı kaleme alan Dr. Abdulgafur Cafer’in1 Üstad Bediüzzaman ve Risaleler hakkındaki görüşlerini sizlere arz ediyoruz. Dr. Abdulgafur Cafer, Üstad Bediüzzaman’ı müfessir olması yönüyle almıştır. Ona göre Asr-ı Saadetten şimdiye kadar yazılan tefsir ekolunun öncülerindendir. Hatta Dr. Abdulgafur Nursi’yi klasik tefsir ekolünden değil, kendine has bir ekol olarak değerlendirmektedir. “Türkiye’deki Tefsir Ekolleri ve Hint Kıtası Benzerliği” kitabında şunları söylemektedir: Şeyh Said Nursi’nin toplumun imanını kurtarmak ve tahkiki hale getirmek için yazmış olduğu her bir Risalede, eşsiz edebi zevki ve mükemmel üslubu hissediyoruz. Buna örnek istersen Kur’an’ın İ’cazı için yazdığı eserlere bakabilirsin. Yine kitaplarını dikkatle mütalaa etsen anlarsın ki; Kur’an’ın tefsirini, Kur’an ile hadisler ışığında ve müminin aklını kullanmasını sağlayacak şekilde yapmıştır. Sadece sanat ve cemalli üslubunu izahına bak. Kur’an’ın her yönüyle mucize olduğunu, nazmıyla ve icazıyla izah etmektedir. Bunu Risale-i Nur’da genel olarak (konulu tefsir) gördüğü­müz gibi, tahlili tefsir olan İşa­ratü’l-İ’caz adlı eserinde de görmekteyiz. Şeyh-i ekber olan Bediüzzaman Hazretleri, tefsir ekolünde klasik medreseye intisap etmiştir. Tefsir ekollerine intisap eden taklidi ekollerin en büyüğü, Şeyh Said Nursi’dir. O ekolünde taklidi, tahlili ve konulu tefsirleri birleştirmiştir. Hatta bunu lezzet verici, çok edebi bir üslup ile yapmıştır. Üstad Bediüzzaman’ı (Kur’an ve İmanın Hizmetkârı) lakabıyla isimlendirme şerefine nail oldum. Bu iki lakapla onun iki yönünü nazara vermek istiyorum. Birincisi, iman konularını ele alan konulu tefsirin izahı olan Risale-i Nur’un tamamına işaret eden “Delilli İman Metodu”; ikincisi ise, İşaratü’l-İ’caz adlı eserinde takip ettiği Kur’an’ın mucizevi yönünü ön plana çıkaran “İ’caz Metodu”dur. İkisini bir araya getirerek onun hizmet modelini ve üslubunu şu isimle isimlendirdim: De­lil­li, İ’cazlı, Konulu, Tahlili İman Metodu. Herhâlde yukarıda kullandığım genel konu başlığının sırrı anlaşılmıştır. Çünkü İmam Nursi bir iş yapmıştır; o da imanın kurtarılması, kuvvetlendirilme­si ve yüceltilmesidir. Bunu da burhan ve delil getirerek yapmıştır. Bütün şüpheleri izale ederek batıl yolda olanları bu burhanlarla susturmuştur. Kur’ an’ın güneş gibi olan hakikatini göstermiştir. Bu kutsi vazifenin birinci ve en önemli özelliği, Kur’an’ın İ’caz güneşinin önündeki perdeleri açıp her bir göze girmesini sağ­la­maktı. O kadar açmıştır ki Kur’an’ın İ’cazını kör gözlere bile göstermiştir. Anladığım şu ki Bediüzzaman’ da esrar inkişaf etmiştir. İmani, burhani ve icazi üslupta seçtiği elfaz bunun en büyük delilidir. Ama üslup ve elfazını iman hakikatlerinin anlaşılmasında kullanmıştır. Onun tek gayesi, imanı kurtarmak ve kuvvetlendirip yüceltmek idi. Elinde ise burhan gibi kuvvetli bir kılıç vardı. Bu kılıcı batıl felsefe ve dalalete karşı kullanmış, bütün şüpheleri izale etmiştir. Bu şekilde, Kur’an’ın elmas ve parlak kılıcını bütün dünyaya göstermiştir. Onun fikirlerinin en birinci ve en büyük hali şems-i i’cazın keşfi ve açılmasıydı. İnsanı hayrette bırakan bir keşif ve izah özelliği vardır. Haydi benimle birlikte  سُبْحَانَ الْفَتَّاحِ الْعَلٖيمِ (Ey her sırlı şeyi açan ve her şeyi bilen Allah, sen her türlü noksanlıktan münezzehsin) de. Bu asırda insanların imani ihtiyaçlarını karşılayacak, hakkını verecek, kalplerin onda birleşip sekinet bulacağı bir tefsiri çok yoğun bir şekilde ve dikkatle araştırdık. En sonunda Bediüzzaman Hazretlerinin Ri­sale-i Nur adlı bu tefsirini bul­duk. O, İslam âleminin her tarafındaki her bir Müslüman için bu asrın en büyük iman mürşidi ve iman-ı kâmilin öncüsüdür. Risale-i Nur bu asrın her türlü manevi ihtiyaçlarına cevap veren Kur’an’ın bir tefsiri olduğuna dair tam bir kanaate vardık. Bu kanaatimizi ispat edecek deliller ve hakikatler elimizdedir. En büyük delili ve şahidi ise Risale-i Nur vasıtasıyla imanını muhafaza eden milyonlardır. Ey kardeşlerim! Kur’an-ı Kerimi bu tarzda tefsir edecek bir tefsir kitabını ve böyle bir müfessiri büyük bir iştiyakla arıyorduk. Böylece bizi buna (bu mükâfata vesile olan amellere) hidayet eden Allah’a hamd olsun; hâl­bu­ki Allah bizi hidayete erdirmeseydi, doğru yolu bulamazdık. 1- Ezher-i Şerif Âlimlerindendir. Ezher Üniversitesi Usul-u Din Fakültesinde Tefsir ve Kur’an İlimleri Hocasıdır. *Dr. Abdulgafur Cafer

İrfan MEKTEBİ 01 Haziran
Konu resmiKur’ân’ın Edebi Zevki ile Batı Edebiyatının Mukayesesi
Kültür ve Medeniyet

 “Ulaşmaz, dest-i edeb-i garb heves bâr-ı hevâkâr-ı dehâdâr De’b-i edeb, ebed müddet Kur’ân-ı ziyâ-bâr-ı şifâkâr-ı hüdâdâr” (Farisi ibare) (Batının heva ve heves üzere kurulu dehasından beslenen edebiyatın eli, Kur’an’ın sonsuza kadar ışık saçan, şifa bahşeden ve dosdoğru yola hidayet eden edebî zevkine ulaşamaz.) Bu Farisi ibarenin izahı sadedinde Bediüzzaman Hazretleri mealen şöyle diyor: “Kâmil insanların, yüksek zevklerini hoşnud eden haller; basit, çocukça heveslere ve sefih tabiat sahiplerine hoş gelmez ve onları eğlendirmez. Bu hikmete binaen sefih, hem nefsi ve şehvânî olarak beslenmiş bir süflî zevk, zevk-i ruhiyi bilmez.” (Lemeat, S. 358) Kur’an süfli insanların basit ve çocukça zevklerine göre be­yan­da bulunmaz. Bilakis kâ­mil in­san­ların yüksek zevk-i ru­hî­lerine hitap eder. Peki, kâmil insanlar kimlerdir? Kâmil insanlar nelerden lezzet alır, onların yüksek zevkleri ve hoşnut oldukları haller nelerdir? İnsan-ı kâmil; Allah’ı esma ve sıfatlarıyla tanıyan (marifetul­lah), ardından Allah’ın sayısız nîmetlerini ve ihsanlarını görüp O’na muhabbet eden (muhabbetullah) ve o muhabbetullahtan ruhî bir lezzet alan (lezzet-i ruhiye) ve o saikle Allah’ı görüyormuş gibi kulluk eden (ihsan) ve O’na güvenen, O’na teslim olan ve O’ndan gelecek her şeye rıza gösteren tahkiki iman sahibi (tevekkül, teslim ve rıza) kişidir. İnsan-ı kâmil, Allaha kul olmaktan, O’na ibadet etmekten O’nu zikretmekten, O’na şükretmekten, O’nun yolunda cihat etmekten hoşnut olur. Boş işler ve boş sözlerden hoşlanmaz. Dolayısıyla şehvetle bes­lenmiş, nefsin arzularıyla süs­lenmiş süfli bir zevk, insan-ı kamilin ulvi olan ruhî zevkini tatmin edemez. Mesela, Rabbine ibadetten müthiş bir lezzet-i ruhiye alan ve herkes uykudayken bile seher vakti kıyamda, rükuda, secdede olan; uzun yaz günlerinde oruç tutmaktan lezzet alan birinin halet-i ruhiyesini, ömrünü eğlence merkezlerinde, boş işlerde geçiren biri nerden bilsin... Dolayısıyla, kâmil insanlar ile süf   li insanların edebi zevkleri de farklıdır. Biri Kur’an okumaktan, Kur’an ve hadislerin hakikatlerini tefekkür etmekten; Kur’an dinlemekten veya manevi haz veren musikileri zevk etmekten lezzet alırken, diğeri Kur’an’ı, ezanı duyunca çıldıracak gibi olur, ruhunu ve kalbini iğdiş edecek şarkılardan nefsi bir lezzet alır ve hakeza... Bu durum yalnızca musiki açısından böyle değildir. Edebi met­nin anlamı, ses değeri; kalbî, ruhî, aklî ve hissî özellikleri de buna kıyas edilebilir. Yine Bediüzzaman Hazretlerine kulak verelim; mealen diyor ki: “Avrupa’dan edebiyatımız içi­ne sızmış şu hazır edebiyat, roman-vari bakış açısıyla, Kur’ân’da olan ulvi incelikleri, zevkleri, güzellikleri, haşmetli meziyetleri göremez, hem tadamaz. Kendindeki ölçüyü ona ayar edemez.”1 Kur’an-ı Kerim’de de pek çok kıssa anlatılır. Kıssa-i Yusuf, kıs­sa-i Musa gibi... Tahkiyeli bir anlatım metodu kullanılmıştır bu kıssalarda.2 Ama Kur’an’ın ulvi ve latif zevkleri, güzellikleri ve haşmetli meziyetleri nerede, Avrupa romanlarındaki zevk nerede... Mesela, Bediüzzaman Hazretlerinin o muhteşem ifadeleriyle Hz Yusuf’un harika kıssasının acıklı bitiş hikayesine bakalım: “Ahsenü’l-kasas olan kıssa-i Yusuf Aleyhisselâm hâ­timesini haber veren  تَوَفَّنٖي مُسْلِمًا وَاَلْحِقْنٖي بِالصَّالِحٖينَ  ayetinin ulvî ve latif ve müjdeli ve i‘câzkârâne bir nüktesi şudur ki: Sair ferahlı ve saadetli kıssaların ahirindeki zeval ve firak haberlerinin acıları ve elemi, kıssadan alınan hayalî lezzeti acılaştırıyor, kırıyor. Bahusus kemâl-i ferah ve saadet içinde bulunduğunu ihbar ettiği hengâmda mevtini ve firâkını haber vermek daha elimdir. Dinleyenlere “Eyvah!” dedirtir. Halbuki şu ayet, Kıssa-i Yu­suf’ un en parlak kısmı ki, Aziz-i Mısır olması, peder ve validesiyle görüşmesi, kardeşleriyle sevişip tanışması olan dünyada en büyük saadetli ve ferahlı bir hengâmda, Hazret-i Yusuf’un (as) mevtini şöyle bir surette haber veriyor ve diyor ki: “Şu ferahlı ve saadetli vaziyetten daha saadetli, daha parlak bir vaziyete mazhar olmak için, Hazret-i Yusuf (as) kendisi Cenâb-ı Hak’tan vefatını istedi ve vefat etti. O saadete mazhar oldu.” Demek o dünyevî lezzetli saadetten daha cazibedar bir saadet ve ferahlı bir vaziyet, kabrin arkasında vardır ki, Hazret-i Yusuf Aleyhisselâm gibi hakikat-bîn bir zât, o gayet lezzetli dünyevî vaziyet içinde, gayet acı olan mevti istedi. Ta öteki saadete mazhar olsun. İşte Kur’ân-ı Hakim’in şu be­lâ­gatine bak ki, kıssa-i Yusuf’un hâtimesini ne suretle haber verdi. O haberde dinleyenlere elem ve teessüf değil, belki bir müjde ve bir sürûr ilâve ediyor. Hem irşâd ediyor ki: “Kabrin arkası için çalışınız!” Hakiki saadet ve lezzet ondadır. Hem Hazret-i Yusuf’un (as) âlî sıddîkiyetini gösteriyor ve diyor: “Dünyanın en parlak ve en sürûrlu hâleti dahi ona gaflet vermiyor. Onu meftun etmiyor. Yine ahireti istiyor.”3 Bize göre sonu acıklı biten bir kıssanın bile bu kadar harika hakikatleri, bu kadar güzel nükteleri içinde barındırması; Kur’ân’daki ulvi inceliklerin, zevklerin, güzelliklerin, haşmetli meziyetlerin Avrupa edebiyatıyla kıyas bile kabul edilemeyeceğinin açık bir delilidir. Edebiyatın Ana Temaları Nelerdir? Edebiyatta üç ana tema vardır. Edebiyatın bütün konuları bu temalardan biri içinde yer alır. Bu temalar şunlardır: Aşk ve hüsün Hamaset ve şehâmet (kahramanlık, yiğitlik, destanımsı/epik anlatım) Tasvir-i hakikat. Hamaset: Batı edebiyatı veya İslam dışı edebiyat, hamaset noktasında doğruyu ve hakikati söylemez. Belki zalimlerin zulümlerini alkışlamakla kuvvet-perestlik hissini telkin eder. Yani kuvvetin yanında olur. Başrol zalim bile olsa onun tarafını tutar veya tutturur. Mesela, kovboy filmlerinde, başroldeki adamların Kızılderilileri öldürmesinin gayet masum bir olay şeklinde takdim edilmesi gibi... 2. Hüsün ve Aşk: Batı edebiyatı, hüsün ve aşk noktasında aşk-ı hakikiyi (İlahi aşkı) bilmez. Şehvet uyandıran bir zevki nefislere aşılar. Batı edebiyatı, İlahi aşktaki letafeti, zevk-i ruhiyi nerden bilsin? Tatmayan bilemez. Halbuki bizim edebiyatımızda aşk-ı İlahideki çile bile lezzet verir. Mesela, “Aşkın aldı benden beni, bana seni gerek seni / Ben yanarım dün ü günü, bana seni gerek seni / Ne varlığa sevinirim ne yokluğa yerinirim, aşkın ile avunurum, bana seni gerek seni.” (Yunus Emre) Mesela, Peygamber Efendimize duyulan aşk Derdimendim ya Rasûlal­lah, deva ol derdime,Dest­gir ol, ya Habiballah, bu asî mücrime! Sen şe­faat kânı varken, yal­va­rayım ben kime? Ben Resul-i Kibriyânın, bülbül-ü nâlânıyım.Mücrimim gerçi, cemâl-i Mustafa hayranıyım...(Ali Ulvi Kurucu) Gönül hûn oldu şevkinden boyandım ya RasûlallahNasıl bilmem bu nîrâne dayandım ya Rasûlallah.Ezel Bezmi’nde dinmez bir figandım ya RasûlallahCemâlinle ferahnâk et ki yandım ya Rasûlallâh.(Yaman Dede) Tasvîr-i Hakîkat: Batı edebiyatı hakikat nokta­sında kâinata sanat-ı İlâhî suretinde bakmaz. Rah­mani boya, rahmetiyle bu güzellikleri ihsan etmiş suretinde görmez. Mevcudattaki sanatı, Allaha vermeyip tabiidir der, tabiata verir. Tesadüfe verip kendi kendine oluyor nazarıyla bakar. Yani Tabiata mana-yı ismiyle bakar, öyle tasvir eder. Bu tabiat-perest anlayışından da kurtulamaz. Onun için tabiata aşıklığı, madde-perestliği telkin eder. Kalplere madde-perestlik hissini yerleştirir. Yine tabiat-perestlikten gelen dalâletten kaynaklanan ruhun ızdırâbâtına, o edepsiz edebiyat teskin edici, rahatlatıcı, hakiki bir fayda veremez. Mesela: Bir tapınaktır doğa, sütunları canlıAnlaşılmaz sözler duyulur zaman zamanSembol ormanları içinden geçer insanTanıdık bakışlar süzer gibidir sizi(Charles Baudelaire) Doğdum gözüm onda açtımDoğa benim can dostumdurHer nimeti ondan tattımDoğa benim can dostumdur(Aydın İnan) Şimdi de Kur’an’ın tedrisinden geçmiş olan edebiyatımıza kulak verelim: Tabiatı Sani-i Zülcelalin mükemmel bir sanatı olarak görür. Rahman, rahmetiyle bu güzellikleri ihsan etmiştir. Dolayısıyla mevcudattaki sanatı, Allaha verip ona mana-yı harfiyle bakar, öyle tas­vir eder. Kainattaki her şeyin Allah’ı tesbih etti­ğini bilir. Tabiata bu nazarla bakmak suretiyle marifetullaha ulaşır. Mesela, Bediüzzaman Hazretlerinin şu muhteşem satırlarına bakalım, maşaallah, barekellah demekten kendimizi alamayız. “Dinle de yıldızları, şu hutbe-i şirinine, nâme-i nurîn-i hikmet bak ne takrir eylemiş. Hep beraber nutka gelmiş, hak lisanıyla derler: Bir Kadîr-i Zülcelâlin haşmet-i sultanına, Birer burhan-ı nur efşânız vücud-u Sânia, hem vahdete, hem kudrete şahitleriz biz. Şu zeminin yüzünü yaldızlayan nazenin mucizâtı çün melek seyranına, bu semanın arza bakan, cennete dikkat eden binler müdakkik gözleriz biz. Tûbâ-yı hilkatten semâvât şıkkına hep kehkeşan ağsânına, Zülcelâlin dest-i hikmetle takılmış pek güzel meyveleriyiz biz. Şu semâvât ehline birer mescid-i seyyar, birer hane-i devvar, birer ulvî âşiyâne, birer misbah-ı nevvar, birer gemi-i cebbar birer tayyareleriz biz. Bir Kadîr-i Zülkemâlin, bir Hakîm-i Zülcelâlin birer mucize-i kudret, birer harika-i sanat-ı hâlıkane, birer nadire-i hikmet, birer dâhiye-i hilkat birer nur âlemiyiz biz. Böyle yüz bin dille yüz bin burhan gösteririz, işittiririz insan olan insana. Kör olası dinsiz gözü, görmez oldu yüzümüzü, hem işitmez sözümüzü. Hak söyleyen ayetleriz biz. Sikkemiz bir, turramız bir, Rabbimize musahharız. Müsebbihiz, zikrederiz âbidâne Kehkeşanın halka-i kübrâsına mensup birer meczuplarız biz.”4 1- Kastamonu Lahikası, 2212- Not: Hikâye aslında Kuran-ı Kerim’deki kıssaların da etkisi ile Arap edebiyatında doğmuş bir yazı türüdür ve oradan dünya edebiyatına yayılmıştır.3- Mektubat-1, s. 1274- Sözler 85, 277; Mektubat 14

Mustafa YANKIN 01 Haziran
Konu resmiÇocuğun Kendi Olmasına Fırsat Vermek
Aile ve Çocuk

Çocukların fıtratını bozmamak, bize onların yüce yaratıcı tarafından verilen bir emanet olduğunu bilmek çok önemlidir. Onları dar kalıplarımıza ve kendi şahsi beklentilerimize sıkıştırmamaya çalışmak öncelenmelidir. Çocuk eğitimi ile ilgili bir konu gündeme geldiğinde ilk beklenen, çocuğun istediğimiz kıvama nasıl getirileceği oluyor. Çocuk eğitimini, bir formülle çocukların uslu hale gelmesi olarak tanımlama sık gördüğümüz bir durum. Hâlbuki çocuk eğitiminin ilk ve en önemli referansı, çocukların fıtratını bozmadan onların kendi olmalarına fırsat tanımak olmalı.  Henüz jel durumunda olan ama planlanmış bir özel şeklide bir malzeme elimize verilse ve bunu kendi şeklini alıncaya kadar korumamız ve destek olmamız istense, kendi şeklini alıncaya kadar ona yardımcı oluruz. Ona yardımcı olmak yerine kendimizin kabına koyup kendi şeklimizi vermeye çalışmamız doğru olur mu? Bu bir kere emanete ve bize o emaneti verene ihanettir. İkinci olarak o emanete bir haksızlıktır. O kendi şeklini alma sürecinde bizden destek beklerken biz onu olamayacağı bir şekle zorlayarak onun kendi olmasına izin vermemiş oluruz. Sonuç ne bizim istediğimiz ne de onun olmak istediği olur. İki tarafta hedeflediği sonuca ulaşamaz. Bu örnek detaylandırılabilir ama şu haliyle maksadımızı izaha yeter. Çocukların fıtratını bozmamak, bize onların yüce yaratıcı tarafından verilen bir emanet olduğunu bilmek çok önemlidir. Onları dar kalıplarımıza ve kendi şahsi beklentilerimize sıkıştırmamaya çalışmak öncelenmelidir. Bir insan için en büyük özgürlük, kendi olma özgürlüğüdür. Çocukluk dönemi ruhi gelişim açısından sıvı bir yapıya benzetilebilir ve onun hareket serbestliği kendi kıvamını almasında yardımcı olur. Yani çocuk çocukluğunun içinde olabildiğince rahat hareket edebilmelidir. Çocuk, çocuk olmalıdır ve çocukluğunu yaşamalıdır. Bu, ilerde kendi kıvamını almasında çok etkili olacak, kişiliğinin bütünlüğü bununla sağlanacak ve sağlamlaşacaktır. Kendi olmasına fırsat verilmiş bir çocuk da kendi olabilen bir yetişkin olacaktır. Kendi ve özgür olan bir yetişkin. Kendi olan; kendi iletişim dili olan, kendi öz değerinin farkında olan, kendi ihtiyaçlarını bilen, kendi zaaflarının ve kabiliyetlerinin farkında olan, kendi hayat sorumluluğunu yüklenebilen, inisiyatifi olan, kendi sınırlarını oluşturabilen, ruhi bütünlüğünü elde edebilmiş olan bir ferttir. Çocuk eğitimine, çocuklarımızın kendi olmalarına yardımcı olarak başlamak gerekir. Ebeveyn olarak bizlerin, çocuklara karşı sorumluluğumuzun bu olduğu bilinmelidir. Yaramazlık yaptığında onları nasıl cezalandırmalıyız, ne ödül versek de her istediğimizi yapsa, ne yaparsam istediğimi yaptırırım yaklaşımlarını bu açıdan sorgulayabiliriz. Davranışlarında onlara yol ve yön gösterebiliriz ama onların duygusal ve zihinsel özgürlüklerine, gidecekleri yöne biz karar veremeyiz ve vermemeliyiz. Çocukların fıtri eğilimlerini anlamaya çalışmak ve onların kendilerine doğru olan yürüyüşlerinde yanlarında olmak, ebeveyn olarak yapabileceğimiz en güzel şeydir. Bunu yapabilmek için çocuğumuzu iyi tanımaya ihtiyacımız var. Çocuğu tanımak içinde en başta mizacını bilmeye, bunun yanında ilgi ve yeteneklerini fark etmeye önem göstermemiz gerekir. Çocuğa kazandırmak istediğimiz temel insani değerler, ailevi, kültürel ve dini kazanımlar ancak çocuğun yapısı dikkate alınarak gerçekleştirilebilir. Dinin emirlerini benimsemiş, ahlaklı ve evrensel insani değerlere sahip bir çocuk yetiştirmek, çocuğun doğal yapısını bilmekle mümkün olabilir. Çocuk, yaratılıştan getirdiği özelliklerinin dikkate alındığı ve kendi arayışlarına saygı duyulduğu yerde gelişim iklimini yakalayabilecek ve doğru yönlendirmelerle terbiyesini alabilecektir. Bir kaba ne koyacağıma odaklanmadan önce, o kabın ne almaya uygun olduğunu bilmem ve onu tanımam gerekir. Çocuk terbiyesi, çocuğu tanımaktan ve onun fıtri haline saygı duymaktan başlar.

Muammer KÜÇÜKYAZICI 01 Haziran
Konu resmiDinsizliğe Karşı Nur Göstermelidir ki Kalpler Islah Olsun, İman Kurtulsun!
Risale-i Nur

“Bu zamanda ehl-i İslâm’ın en mühim tehlikesi, fen ve felsefeden gelen bir dalâletle kalblerin bozulması ve imanın zedelenmesidir. Bunun çare-i yegânesi, nurdur. Nur göstermektir ki, kalbler ıslah olsun, imanlar kurtulsun.” Âlem-i İslâm’ın hâl-i hazırdaki genel fotoğrafını dikkatle incelediğimizde Müslümanların ekseriyetinde dinin zaruriyatına karşı bir lakaytlığın olduğunu görürüz. Bunun yanında gençliğin gayr-i İslâmî hayat tarzına yoğun ilgisi ve ecnebi kökenli fikir akımlarının etkisi altında kaldıklarına şahit oluyoruz. Bu hususta Üstad Bediüzzaman Hazretleri bu zamanın en büyük tehlikesinin nereden geldiğini şu sözlerle ifade ediyor: “Bu zamanda ehl-i İslâm’ın en mühim tehlikesi, fen ve felsefeden gelen bir dalâletle kalblerin bozulması ve imanın zedelenmesidir. Bunun çare-i yegânesi, nurdur. Nur göstermektir ki, kalbler ıslah olsun, imanlar kurtulsun.”1 Sevgili üstadımız dinsizlik cereyanının her tarafta yayılmasının neticesinde Risale-i Nur’un bu millet için bir manevi Nuh’un (as) gemisi gibi olacağını ise şöyle ifade ediyor: “Size katiyen ve çok emarelerle ve kat‘î kanaatimle beyan ediyorum ki, gelecek yakın bir zamanda, bu vatan, bu millet ve bu memleketteki hükûmet, Âlem-i İslâm’a ve dünyaya karşı gayet şiddetle Risâle-i Nur gibi eserlere muhtaç olacak; mevcudiyetini, haysiyetini, şerefini, mefâhir-i târihiyesini onun ibrazıyla gösterecektir.”2 Risale-i Nurlar, geçmişte Anadolu’yu kasıp kavuran komünizmin yangınından koruduğu gibi bu zamanda da değişik isimlerle yeniden hortlayan dinsizlik akımlarına karşı ehl-i imanın en büyük kurtarıcısı olacaktır. Hazret-i Üstad bu konuda şöyle der: “Evet, Risâle-i Nur, Sefine-i Nûh gibi Anadolu’yu Cebel-i Cûdî hükmüne getirip, küre-i arzın yangınından ve tufa­nından kurtulmasına bir sebebdir. Çünki zaaf-ı imandan gelen tuğyan, ekser musibet-i âmmeyi celb ettiği gibi; imanı fevkalâde kuvvetlendiren Risâle-i Nûr, o musibet-i âmmeyi dairesinin hâricine bırak­maya rahmet-i İlâ­hi­ye tarafından vesile oldu.”3 Risale-i Nurun hakikatlerine insanlığın ne derece muhtaç olduğunu da şöyle izah etmektedir: “Risâle-i Nûr eczaları bir şecere-i nûrâniyedir ki, dalları aktâr-ı arza neşr-i envâr ediyor. Ve ilâ nihâye edecektir. Karanlıklı bir gecede, semadaki yıldız ve kamerler zemin yüzünde nasıl rehberlik ederlerse, Risâle-i Nûr eczâları da öyledir. Ve zulmette nûra ihtiyaç neyse, Risâle-i Nûr eczâları da odur. O bahr-i dalâlet (dinsizlik denizinin) mevcleri (dalgaları) arasında, sef  îne-i Nûh necat verir. Her kim dâhil olsa, tûfân-ı maâsîden (günahların tufanından) halâs (kurtuluş) bulur. Risâle-i Nûr eczâları, küre-i arzın mevsim-i erbaa kütübhânesinde bir bahardır. Ve bahar kadar letâfetlidir ve can-bahşdır. Ve ölmüş arza o bahar vâsıtasıyla hayat verildiği gibi, Risâle-i Nûr eczaları da ölmüş kulûblere taze hayat verir. Risâle-i Nûr eczaları bir mürşiddir. İnsanı haksızlıktan hakka döndürür ve hayvanlıktan insaniyete ve esfel-i sâfilînden a‘lâ-yı illiyyîne yükseltir.”4 Yukarıda bahsedilen hakikatler ışığında bazı hizmet ölçülerine işaret edelim: Ölçü: İman kalesini sağlam tutmazsak helak oluruz. Madem bu zamandaki en büyük tehlike, imana karşı yapılan taarruz ve hücumlardır. Öyleyse en büyük mücadele ve mücahede de o cihette yapılmalıdır. Nur göstererek kalpleri ıslah edip imanlar kurtarılmalıdır. Çünkü bir Müslü­ma­nın imanını kaybetmesi dünya ve ahiret hayatı için büyük bir felakettir. İman kalpten bir giderse din namına hiçbir şey kalmaz. Bütün faziletletler, güzel hasletler zıddına dönerler. Küfrün şiddetli taarruzlarını geri püskürtecek kuvvetli, delillerle ispatlı hakikatleri ehli imana ulaştırmalıyız ki dinsizlik yayılmasın. Hareket alanı bulamasın. O zındıklarlar da bu delil ve ispatların karşısında ya ikna olsun ya da sussun. Hazreti Üstad’ın dediği gibi: “Medenîlere galebe çalmak iknâ iledir. Söz anlamayan vahşiler gibi icbâr ile değildir.” Aksi halde küfür kuvvet bulur, yayılır. (Devam edecek) 1- Lemalar, 105. Altınbaşak Neşriyat Osmanlıca Nüsha2- Emirdağ Lahikası 1, 168.  Altınbaşak Neşriyat Osmanlıca Nüsha3- Kastamonu Lahikası, 171.  Altınbaşak Neşriyat Osmanlıca Nüsha4- Barla Lahikası, 266.  Altınbaşak Neşriyat Osmanlıca Nüsha

Zafer ZENGİN 01 Haziran
Konu resmiTürbe Mimarisinde Muvâcehe Penceresi
Kültür ve Medeniyet

Muvâcehe penceresi, duâ penceresi, niyâz penceresi, hâcet penceresi gibi adlarla da anılan, İslâm türbe mimarîsine ait önemli bir unsurdur. Peygamberimiz Hz. Muhammed’in tür­besi başta olmak üzere, Müslü­manların mânevi olarak farklı duygularla yaklaştığı sahabe, veli, evliya gibi din büyüklerinin mânevi huzurlarında, ziyaret edilerek önünde Fâtiha ve duaların okunduğu türbelerin dış cephelerinde rastlanmaktadır. Türbeyi aydınlatmak ve havalandırmak için düzenlenmiş pencerelerden farklı olarak ziyaretle ilgili özel bir fonksiyonu olan bu pencereler birtakım mimari ayrıntılar ve sembolik bazı unsurlarla da donatılmaktadır. İslâmî mezar yapılarının en eskisi ve en muteberi olan hiç kuşkusuz peygamberimiz Hz. Muhammed’in (s.a.v) türbesidir. Mescid-i Nebevî ile birlikte tarih boyunca birçok onarım ve tadilat geçirdiği için ilk şekliyle günümüze ulaşmamışsa da burada da cami harimine olduğu gibi dışarıya açılan Muvâcehe pencerelerinin bulunduğu tahmin edilebilir.   Şuan mevcut hâliyle türbede bulunan Hz. Muhammed (s.a.v) ile Hz. Ebu Bekir (r.a) ve Hz. Ömer’in (r.a) kabirlerinin cami hariminden ziyaret edilebilmesi için tasarlanan bu ikili pencere grupları batıdan doğuya doğru “Şebeke-i Resûlullah”, “Şebeke-i Ebu Bekir” ve “Şebeke-i Ömer” olarak adlandırılmıştır. Peygamber Efendimizin kabri tam ortadaki şebeke hizasına rastlamaktadır. Günümüzdeki şekliyle, bu pencereler XVIII. yüzyılın ikinci yarısı içinde son şekillerini almış olduğu bilinmektedir. Türbe-i saadet’te bunların yanı sıra doğu duvarında Osmanlı döneminde yapıldığı bilinen, Mescid-i Nebevî’nin kapalı olduğu saatlerde gelen ziyaretçiler için düşünülmüş dış muvâcehe pencereleri de bulunmaktadır. Bu pencereler Suudi yönetimi tarafından bir duvar çekilerek kapatılmıştır.  Bölgenin Osmanlı idaresinden çıkmasından sonra Medi­ne’deki Cennetü’l-Bakî ile Mek­ke’deki Cennetü’l- Muallâ Me­zarlığı’nda medfun bulunan Ehl-i beyt’ten bazılarıyla ashabın ileri gelenlerine ait türbeler, mimarî özellikleri tespit edilemeden Suudiler tarafından yıktırıldığından bu yapıların bünyesindeki muvâcehe pencereleri hakkında hemen hiçbir şey bilinmemektedir. Anadolu’da bulunan önemli mu­vâcehe pencereleri; Konya’daki Mevlânâ Külliyesi’nde, “Kubbe-i hadra” olarak adlandı­rı­lan Mevlânâ Türbesi’nin güneyindeki “Çelebi odasındaki”, Ankara’da bulunan Hacı Bay­ram-ı Velî Türbesinin batı cep­hesindeki giriş kapısının sol ta­ra­fındaki, Bursa Emir Sultan türbesinin avluya bakan güney ve batı cephesindekiler günümüze kadar gelmiş örneklerdir.  İstanbul’da bulunanlara örnekler ise; Eyüp Sultan Türbesi’ nin avluya bakan kıble duvarında, Yenikapı Mevlevîhâne’sinde tür­benin avluya bakan batı duvarında, Sümbül Efendi lakaplı Şeyh Sünbül Sinan Efendi türbesinin avluya bakan batı duvarında, Merkez Efendi lakaplı Şeyh Musa Muslihuddin Efendi türbesinin avluya bakan ba­tı duvarında, Karagümrük’teki Nureddin Cerrâhî Tekkesi türbesinin sokağa bakan kıble duvarında bulunmaktadır. Irak’ta, İran’da, Türkistan’da, Öz­­bekistan’da ve Hindistan’da bu­lunan emsâllerine nispeten çok daha mütevazı yapılar olup “Dervişâne sadelik” türbelerin muvâcehe pencerelerine de yan­­­­sımıştır. Başta peygamberimiz (s.a.v) olmak üzere Allah’a dost olmuş velî kullarının hürmetine ruhâniyetlerinden isti­fa­de etmeyi, Allah’ın rızasını ka­zanmayı ve sâlihlerden olmayı Cenâb-ı Allah’tan niyâz ederiz.

Mustafa YILMAZ 01 Haziran