192. Sayı: "Hep İleriye Ama Geriyi Unutmadan"Bu Sayıyı Satın Al
Konu resmiMerhaba Yeni Gün, Merhaba Yeni Sabah
İnsan

İnsan hazır bir dünyaya geldi. İhtiyaç duyduğu her şey vardı. Tek mesele konulmuştu önüne: Allah’a kulluk. İnsan dünyayı tanıdıkça, özellikle kendini keşfettikçe, farkındalığı arttıkça yol her yerde ikileşmeye başladı: her şeyi kendinden bilmek ya da her şeyin kendine verildiğini anlamak. Kendisine saltanat ve ne isterse verileceği söylenen Hz. Muhammed (sav) kulluğu seçmişti mesela. Düzenlerinin bozulmasından bahisle Mekke müşrikleri gelip sultanlık, para, mal mülk, kadın ne isterse vereceklerini ancak davasından vaz geçmesini istediklerinde ise bir eline güneşi, diğerine ay’ı verseler yine de hakikatten ayrılmayacağını söylemişti. Gün gelmiş, Karun diye bir adam çıkmış, hazinelerinin anahtarları develerce yük olmasından bahisle, kendine güvenip hakikati göz ardı ederek “Bunları ben kendi ilmimle elde ettim” diyebilmişti. Varlık savaşına dönmüştü insanın dünyadaki hali. Ya ben varım deyip gayrını inkara giden bir düşünce ve hayat tarzı ya da varlığını var edene feda ederek yani hayatını onun emir ve yasakları tahtında yaşayıp her şeyin ondan olduğunu bilerek hakiki varlığa ulaşma sürecine dönmüştü. Gün gelmiş, Ertuğrul soyundan gelenler devlet kurmuş, din-i İslam’a sahip çıkmış, ila-yı kelimetullah’ı dava edinmişlerdi. Zaman gelmiş, yarım gün (beş yüz sene) dine yaptıkları hizmet tamamlanmış, kaderin bir cilvesi olarak vazifelerini itmam etmişlerdi. Osmanlının son döneminde, Avrupa, maddeci felsefe, dünyaya perestiş, nefis ve ene hizmetinde, hakkı kuvvette görerek hareket etmeye başlamış, sanayi devrimiyle kaydedilen ilerlemeler dönemin Karun ve Firavunlarını salık vermişti. Döneminin en önemli silahlarını en yeni teknoloji ile üretebilmiş Fatih Sultan Mehmed Han, nebevi müjdeye mazhar olabilmek niyetiyle İstanbul’u fethederken, medrese ve tekkenin ayrıştığı, birisinden taassup diğerinden dinsizlik çıktığı o son dönemde kendisini dışarıdan gelen her şeye kapatan bir Osmanlı çıkmıştı. Bir kısım “Avrupa top, tüfek diye diye temeddün etti, biz de onlar gibi olmalıyız” zehabıyla fikren veya cismen Avrupa görmeye gitmiş, topu tüfeği alamamış ama papaz olarak geri gelmişti. Diğer kısım ise dini korumak adına kapılarını her şeye kapamıştı. Böyle bir zamanda Üstad Bediüzzaman mektep ve medresenin birleşmesi zaruretinden bahsetmiş, hakikatin ancak bu şekilde tevellüd edeceğini söylemişti. “İstikbal inkılabatı içinde en gür sadan İslam’ın sadası olacaktır” öngörüsü ve müjdesiyle dine sahip çıkmayı, “Bu zamanda i’la-yı kelimetullah maddeten terakki ile olur” beyanı ile de eziklik psikolojisinden çıkıp potansiyelimizi ortaya koymamız gereğini net ifade etmişti. Hamdolsun Türkiye her türlü konjonktürel alt yapısıyla bu zamanda merhamet medeniyetinin temsilcisi olma yolunda manevi olarak hazır olduğu gibi, maddi olarak da hızla ilerlemektedir. Hızır (as)’ın yıkılmaktan kurtarıp ileride açılacağını söylediği hazineye bedel, yer altında ve üstünde nice zenginlikler kendisini göstermeye, dahası onu ortaya koyacak iradenin varlığıyla hem bizleri hem de ümmeti sevindirmeye başlamıştır. Sağlam kafa sağlam vücutta bulunur, evet. Ben bu sözü “aklın nuru, kalbin ziyasından gelir” sözüyle anlıyor, bu ülkenin maneviyatı sağlam, vicdanı hür, mesaisi tam, dünyayı okuyan ve ona göre tavır alan gençlerinin varlığıyla izah ediyorum. Ve görüyorum ki üzerimizdeki atalet her geçen gün azme dönüyor. Ve güneş her sabah yeni bir güne doğuyor. Hem de doğudan…

Metin UÇAR 01 Kasım
Konu resmiTarihten Sayfalar
Kültür ve Medeniyet

Edirne Mahsulat ve Mamulat-ı Vilayet Sergisi Günümüzde anladığımız anlamdaki milletlerarası ilk sergi, 1851 senesinde Londra’da düzenlenmiştir. Osmanlı Devleti de bu sergiye katılmıştır. Osmanlı Devleti’ndeki ilk milletlerarası sergi ise Sultan Abdülaziz döneminde 28 Şubat 1863 tarihinde İstanbul’da açılmıştır. Sultan 2. Abdülhamid döneminde birçok vilayette mahalli sergiler açılıyordu. Bu sergilerin açılmasındaki en önemli hedef ziraat ve sanayide gelişme sağlamaktı. Özellikle serginin düzenlendiği şehrin ürünlerinin tanıtılması, yerli eşyaların değerinin arttırılması, ithalata bağımlılığın önlenmesi ve yerele rağbetin sağlanması amaçlanıyordu. Zaten Sultan 2. Abdülhamid döneminde ihracatın, ithalatın çok üzerine geçmesi için birçok çalışma yapıldığına dair çok sayıda kayıt mevcuttur. Sultan 2. Abdülhamid dönemindeki ilk sergi 4 Mayıs 1901’de düzenlenen Konya Halı-Kilim Sergisidir. 1 Eylül 1903’te ise Halep, İzmir ve Sivas’ta sergiler düzenlenmiştir. 8 Ekim 1903 Mamuretülaziz Sınaat ve Ziraat Sergisi, 7 Kasım 1903 Trabzon Ziraat ve Sanayi Sergisi, 7 Kasım 1903 Diyarbakır Ziraat ve Sanayi Sergisi, 1 Eylül 1905 Edirne Mahsulat ve Mamulat Sergisi ile 1 Eylül 1906 Bursa Mahsulat ve Mamulat Sergisi, düzenlenen diğer sergilerdir. Sultan 2. Abdülhamid’in 31 Ağustos – 1 Eylül 1876’da tahta çıkması dolayısıyla 1 Eylül’de düzenlenen sergiler bir anlamda tahta çıkış yıldönümüne denk getirilmiş ve Sultan’ın cülus yıldönümü de kutlanmıştır. 10 Kasım 1444Varna Zaferi Macar ordusu ile Osmanlı ordusu 10 Kasım 1444 günü Varna yakınlarında karşı karşıya geldi. İki ordu karşı karşıya gelince üç saat kadar birbirini kontrol etti. İlk hareket Osmanlı tarafından geldi, 6000 kişilik bir sipahi birliği sağ kanattaki Macarları ok atışıyla taciz etmeye başladı. İlk etapta Osmanlı ordusu yeniliyor gibi görünse de Sultan 2. Murad’ın sahte geri çekilme taktiği ve Macar kralının tedbirsizce saldırısı sonucu yeniçeriler tarafından öldürülmesi üzerine savaş, Osmanlıların kesin zaferiyle sonuçlanmıştır. Savaşın siyasî sonuçları çok önemlidir. Sultan 2. Murad’a iç politikada yeniden güç kazandıran bu zafer, Osmanlıların Avrupa’dan çıkarılabileceği inancını tamamen sarsmıştır. Bilhassa ortak düşmana karşı Hristiyan prenslerin bir araya gelme şevki ve heyecanı zayıflamış, Batı dünyasında genel bir karamsarlığa yol açmıştır. 29 Kasım 1158Sahîh-i Buharî’nin ravilerindenEbü’l-Vakt vefat etti Ebü’l-Vakt, Ekim 1066’da Herat’a iki mil uzaklıktaki Mâlîn köyünde doğdu. Henüz yedi yaşında iken Abdurrahman bin Muhammed ed-Dâvûdî’den Sahîh-i Buhârî ile Dârimî’nin es-Sünen’ini ve Abd bin Hu­meyd’ in el-Müntehab’ını dinlemek için Herat’tan bir günlük mesafedeki Bûşenc’e babasıyla birlikte yaya olarak gidip geldiler. Yedi yaşında hadis tahsiline başladığı ve hayatı boyunca hadis rivayet ettiği için bazı hadislerin âlî isnadına sahip oldu. Bu sebeple şöhreti yayıldı ve rivayet ettiği hadisleri ondan dinlemek üzere çeşitli ülkelerden pek çok talebe gelerek kendisinden faydalandı. Rivayet ettiği Sahîh-i Buhârî nüshasını Temmuz 1073’te hocası Dâvûdî’den (ö. 1075), Dâvûdî Hamevî’den (Serahsî, ö. 992), Hamevî de Buhârî’nin talebesi Firebrî’den (ö. 932) almıştır. 29 Kasım 1158’de Bağdat’ta vefat etti. 24 Kasım 1934Ayasofya-i Kebir Camii müzeye dönüştürüldü İstanbul’un fethinden sonra şehrin en büyük mabedi olan Hagia Sophia Kilisesi Fâtih Sultan Mehmed tarafından Ayasofya-i Kebir adıyla fethin sembolü olarak camiye çevrilmiş ve ilk cuma namazı da burada kılınmıştır. Ayasofya-i Kebir Camii 24 Kasım 1934 tarihli Bakanlar Kurulu Kararı ile cami olmaktan çıkarılıp Müzeler Genel Müdürlüğü’ne bağlandı. Bu arada sebepsiz olarak medresesi yıktırıldığı gibi içeride bulunan ve camiye ait olan çeşitli eşya ile halılar ve levhalar da kaldırıldı. Bunlardan büyük levhalar daha sonra tekrar yerlerine asıldı. Danıştay 10. Dairesi, 2 Temmuz 2020 tarihinde 24 Kasım 1934 tarihli Bakanlar Kurulu kararını iptal etti. Bunun hemen ardından 10 Temmuz 2020 tarihli Cumhurbaşkanı Kararı ile Ayasofya’nın Diyanet İşleri Başkanlığı’na devredilerek ibadete açılması kararlaştırıldı. Böylece Ayasofya, müzeye dönüştürülmesinden seksen altı yıl sonra, 24 Temmuz 2020 tarihinde kılınan cuma namazıyla ve Ayasofya-i Kebir Cami-i Şerifi adıyla yeniden ibadete açılmış oldu.

Ahmed Said GÜNDÜZ 01 Kasım
Konu resmiİslam Harfleri Müdafacısı Bir Yahudi: Avram Galanti
Kültür ve Medeniyet

“Balkan Harbi, Trablusgarp, Birinci Dünya Savaşı, Kurtuluş Savaşı…Vatan coğrafyası bu müselsel felaketler yüzünden küçülürken aydın sayısı da azalır. Öyle ki İstiklal Savaşı’nın muzaffer başkumandanı harfleri değiştirmeye kalkışınca, bir avuç entelektüelin alkışlarıyla teşci edilir. Arap harflerini müdafaaya yeltenen bir tek hoca çıkar: Yahudi Avram Galanti. Harf devrimi, kütüphaneleri tuğla yığınına çevirir. İrfanımızı düne bağlayan köprüler uçurulmuştur.” Yahudi asıllı eğitimci, tarihçi ve siyaset adamı olan Prof. Avram Galanti 1873 tarihinde Bodrum’da dünyaya geldi. “XVI. yüzyıldan beri ünlü hahamlar yetiştiren bir aileye mensuptur. Babası, Osmanlı Devleti’ne kırk yıl kadar hizmet veren Mişon Galanti Efendi, annesi Rodos’un Kadron ailesinden Coya Hanım’dır. Yahudi geleneğine uygun olarak altı yaşında iken Bodrum’da ilkokula başladı ve öncelikle İbranicenin esaslarını öğrendi. Dokuz yaşında daha geniş bir Yahudi cemaatine ve daha iyi eğitim olanaklarına sahip bulunan Ro­dos’a gönderildi. 1887’de ilk­okulu bitirdikten sonra Bodrum Rüşdiyesine (ortaokul) ve ardından İzmir İdadisine (lise) devam etti; mezun olduğunda İbranice, Türkçe, Arapça ve Farsçanın yanında Fransızcayı da öğrenmiştir.”1 Osmanlı tebaasından olan Ya­hudiler içinde önemli bir ye­re sahip olan Avram Galanti, 1925 senesinde “Türkçede Arabi ve Latin Harfleri ve İmla Meseleleri” isimli bir eser telif eder. Galanti, bu eserinde Arabi harflerin Latin harfleri üzerinde üstünlüğünü ilmi, siyasi ve iktisadi açıdan ele alır. 1926 yılında Bakü Türkiyat Kongresi ile tekrar canlanan tartışmalar üzerine harf değişikliği konusundaki düşüncelerini Akşam gazetesinde yayınlar ve daha sonra bu yazıları “Arabi Harfleri Terakkimize Mâni Değildir” isimli bir kitapta bir araya getirir. Galanti dilbilim, fonetik ve gramer bakımdan Arabi harflerin Latin alfabesine kıyasla daha uygun olduğunu belirterek Latin harflerinin kabul edilmesinin bir cinayet olacağını ileri sürmüştür. Bir öğrencinin en fazla iki üç ayda Arap harflerini öğrenebileceğini, Latin harflerinin ise bir ayda öğretilebiliyor olmasının bir kısım insanlara cazip geldiğini ifade eder. Eğitimde birkaç ay kazanmak uğruna kaybedilecekleri de sıralar. Deği­şiklikle birlikte alfabeden atılacak dokuz harfin halihazırda kullanılan kelimelerin okunuş ve yazılışında bazı sorunları beraberinde getireceğini; bin üç yüz yıllık mazi ile tarihî, ilmî ve fikrî bağların koparılacağını; edebî ve ilmî değeri yüksek eserlerin telif edilemeyeceğini savunur. Japonların harflerini değiştirmediğini, bu yüzden ticari olarak da bir zorlukla karşılaşmadıklarını; yıllardır Osmanlının Batı’yla ticareti olduğu ve Arap harflerinin kullanılmasının da bir mesele oluşturmadığını vur­gu­lamaktadır. Galanti’nin bu görüşleri Ankara hükümeti tarafından tepkiyle karşılanır ve bazı gazeteler de “inkılaplara karşı olduğu” suçlamasında bulunulur. Kendisi harf devrimi öncesi Ankara’ya çağrılmasına rağmen hasta olduğunu bahane ederek gitmez. Bir süre sonra da üniversitedeki görevinden ayrılır. “Arap Harfleri Terakkimize Mâ­ni Değildir” adlı eserinde Galanti, Fransızca alfabesinin Türkçe elifbadan daha zor olduğunu, Fransızca imlanın halihazırdaki imladan daha zor olduğunu ileri sürmektedir. İngilizce kıraat ve imlanın da Türkçe imladan zor olduğunu söyleyen Galanti, toptan bir alfabe değişikliği yerine neler yapılabileceğini açıklamaktadır: Mevcut elifbada hafif değişiklikler yapılabilir, kolay ve resimli elifba kitapları düzenlenebilir, muallimlere bununla ilgili eğitimler verilebilir, ilk kıraat kitaplarında sade bir dil tercih edilir, öğretmen mekteplerinin sayısı artırılabilir. Bununla bir­likte köylerde eğitimin ilerle­me­si için tedbirler düşünülmeli­dir. Elifbada nasıl bir değişiklik yapılması gerektiğine dair bir çalışma da yapan Galanti teknik detayları ayrıntılı bir şekilde aktarmaktadır. Galanti, Falih Rıfkı’ya cevaben yazdığı “Latin Harflerine Dair” adlı makalesinde harflerin değiştirilmesiyle maziyle her türlü ilişkinin kesileceğini; yeni neslin 1300 senelik edebiyat, tarih, ilmî ve fikrî mazisinden haberdar olamayacağını özellikle vurgulamaktadır.  O yıllarda Japonya’da da harf değişikliği tartışılmakta, mevcut harflerin terk edilerek Latin alfabesine geçilmesi konuşul­mak­tadır. Galanti, konu hakkında etraflıca bilgi almak için Japonya elçiliğine gider ve başkatip Hitoshi Ashida ile görüşür. Ashida, Japonya’da 30-40 yıldır böyle bir hareketliliğin bulunduğunu hatta Latin harfleri kullanılarak yazılmış Japonca bir derginin de aylık olarak yayınlanmakta olduğunu söyler. Ancak ne halk ne de devletin böyle bir şeye taraftar olmadıklarını ifade eder. 48 karakterin bulunduğu alfabenin zor olduğunu Japonlar da bilmektedir ancak sırf zor olduğu için Latin harflerini kabul etmeleri halinde kendilerini milletlerine bağlayan bağın çözüleceğini düşünmektedirler. Harf değişikliği için meclise teklifte bulunan milletvekiline Japon milli eğitim bakanının cevabı manidardır: “Yazı meselesi lisan meselesidir. Lisan ise ecdadımızın mirasıdır. Bu miras milletin canıdır.” Harf inkılabı gerçekleşir, sonrasında 1933’te yapılan üniversite reformunda Galanti kadro dışı bırakıldığından müderrislikten ayrılmak zorunda kalır. 1934’te soyadı yasası çıkınca Bodrumlu soyadını alan Avram Galanti, 1943’te Niğde’den milletvekili seçilir. 1946 seçimlerinden sonra milletvekilliği sona erince Ankara’dan İstanbul’a dönerek Kınalıada’ya yerleşir. Uzun süren bir hastalık döneminden sonra 8 Ağustos 1961’de vefat eder. Cemil Meriç, “Mağaradakiler” adlı eserinde Avram Galanti’ den söz ederek onun bu duruşunu takdir eder: “Balkan Harbi, Trablusgarp, Birinci Dünya Savaşı, Kurtuluş Savaşı… Vatan coğrafyası bu müselsel felaketler yüzünden küçülürken aydın sayısı da azalır. Öyle ki İstiklal Savaşı’nın muzaffer başkumandanı harfleri değiştirmeye kalkışınca, bir avuç entelektüelin alkışlarıyla teşci edilir. Arap harflerini müdafaaya yeltenen bir tek hoca çıkar: Yahudi Avram Galanti. Harf devrimi, kütüphaneleri tuğla yığınına çevirir. İrfanımızı düne bağlayan köprüler uçurulmuştur.”2 1- Rıfat N. Bali, TDV İslam Ansiklopedisi).2- Cemil Meriç, Mağaradakiler, İletişim Yayınları, 2020.

Tarık ÇELİK 01 Kasım
Konu resmiRisale-i Nur Kur’an Hattına Sahip Çıkmıştır
Risale-i Nur

Bediüzzaman Hazretleri, Kur’an harflerinin okunup yazılmasına büyük ehemmiyet vermiş ve Risale-i Nur talebelerini, Kur’an harflerine hizmet etmeye tekrar be tekrar teşvik etmiştir. “Risale-i Nur’un bir vazifesi de bidate karşı huruf ve hatt-ı Kur’an’ı muhafaza etmektir” diyerek bu vazifenin ehemmiyetine dikkat çekmiştir. Burada dikkat edilmesi gereken mühim bir nokta şudur: Hazret-i Üstad Kur’an harflerine, yalnız Kur’an okumak ve yazmak için ehemmiyet vermiş değildir. Bununla birlikte, diğer İslam milletlerinde olduğu gibi, kendi lisanımızı okur ve yazarken de bu harflerin kullanılmasını ve yaygınlaştırılmasını ve unutulmaktan muhafaza olunmasını büyük bir hararetle istemiştir. Çünkü toplumun mayası, yazı ve lisandır. Şu aşikârdır ki, dünü bilmeyen bugünü bilemez. Bugünü bilmeyen, yarını inşa edemez. Medeniyetlerde esas olan ise, kültürde, sanatta, edebiyatta, devamlılıktır. Bizi biz yapan değerlere sahip çıkmaktır. Bunun tam tersi bir durumla karşılaştığımız memleketimizde, bizi köklerimize ve medeniyetimize bağlayacak en önemli ve kolay vasıta Osmanlı Türkçesini öğrenmek ve öğretmek olmuştur. Zira bizi o geniş ve azametli dünyaya taşıyacak olan bu yazı ve kelimelerdir. Bugün bu sahada daha geniş çalışmaların yapılması bizleri mesrur etmektedir. Şu da bir vakıadır ki, Bediüzzaman Hazretlerinin hatt-ı Kur’an’a sahip çıkması, eserlerini bu yazı ile yazdırıp okunmasını ve neşrini istemesi, mekâna ve kişilere bakmadan her yeri mektep ve medreseye çevirerek, esasında bu yazıdan hiç kopmadan yetişen organik bir neslin varlığına sebep olmuştur. Bu varlık da bugün bu çalışmaların yapılmasına çok ciddi katkı sağlamaktadır. Bu cihetiyle bakıldığında hem Risale-i Nur eserleri canlıdır, hem de hatt-ı Kur’an ve o kültürle yetişen bir nesil canlıdır. Ve bu canlılık ümit deriz ki, geçmişimizle bağ kurduracak önemli bir köprü olacaktır. Risale-i Nur’un pek çok yerinde, hatt-ı Kur’an (Kur’an yazısı), huruf-u Kur’aniye (Kur’an harfleri), huruf-u Arabiye (Arab harf­leri), İslam yazısı, İslam harf­leri, eski yazı, eskimez yazı gibi tabirlerle ifade edilen bu al­fa­beye, Osmanlı döneminde yüz­yıllarca kullanılmış ol­ması se­bebiyle, günümüzde daha çok Osmanlıca denilmek­tedir. Şim­di bu mevzuda Risale-i Nur’ da geçen mühim kısımları dikkatli mütalaalarınıza arz ediyoruz. * * * 4“Hatt-ı Kur’an’ın ref’ine (kaldırmaya) çalışanları susturmalıyız. Ve Kur’an’ı unutturmaya niyet edenlerin niyetlerini onlara unutturmalıyız.” (Rumuzat-ı Semaniye) 4“Risale-i Nur zındıkaya karşı hakaik-i imaniyeyi muhafazaya çalışması gibi, bid’ata karşı da huruf ve hatt-ı Kur’ an’ı (Kur’an harfleri ve yazısını) muhafaza etmek bir vazifesi iken; has talebelerden birisi bilfiil huruf ve hatt-ı Kur’aniyeyi ders verdiği halde, sırrı bilinmez bir hevesle, huruf ve hatt-ı Kur’aniyeye ilm-i din perdesinde tesirli bir surette darbe vuran bazı hocaların darbede istimal ettikleri eserleri almışlar. Haberim olmadan dağda şiddetli bir tarzda o has talebelere karşı bir gerginlik hissettim. Sonra ikaz ettim. Elhamdülillah ayıldılar. İnşallah tamamen kurtuldular.” (Kastamonu Lahikası) 4“Risale-i Nur’un mühim bir vazifesi, âlem-i İslam’ın ek­se­ri­yet-i mutlakasının yazısı ve hattı olan huruf-u Arabiyeyi (Arab harflerini) muhafaza etmek olduğundan, tab’ (baskı) yoluyla işe girişilse, şimdi ekser halk yalnız yeni hurufu bildikleri için, en çok risaleleri yeni hurufla tab’etmek lâzım gelecek. Bu ise Risale-i Nur’un yeni hurufa bir fetvası olup, şakirdleri de o kolay yazıyı tercih etmeğe sebep olur.” (Emirdağ Lahikası) 4“Risale-i Nurun neşir keyfiyeti de tarihte hiçbir eserde görülmemiştir… Şöyle ki: Kur’an hattını (Kur’an yazısını) muhafaza etmek hizmetiyle de muvazzaf olan Risale-i Nur’un, muhakkak Kur’an yazısıyla neşredilmesi lâzımdı. Eski yazı yasak edilmiş ve matbaaları kaldırılmıştı. Bediüzzaman Hazretlerinin parası, serveti yoktu; fakirdi, dünya metaıyla alâkası yoktu. Risaleleri el ile yazarak çoğaltanlar da ancak zarurî ihtiyaçlarını temin ediyorlardı. Risale-i Nuru yazanlar, karakollara götürülüyor, işkence ve eziyetler yapılıyor, hapislere atılıyordu.” (Tarihçe-i Hayat) 4“Risale-i Nur’dan eskimez ya­zı öğrenmeye gelince: Kur’an ya­­zısıyla olan Nur Risalelerini yaz­­maktaki kazancımız çok bü­yük­tür. Eskimez yazıyı kısa bir zamanda öğreniyoruz. Hem ya­zarken malûmat elde ediyoruz. Hem Risale-i Nur eczalarını çoğaltmakla, imana ve Kur’an’a hizmet edildiği için pek büyük manevî kazançlar kazanıyoruz. Hem yazılarak edinilen bilgi hâfızaya daha esaslı yerleşiyor. Bunun için şimdiye kadar binlerle genç Risale-i Nur’u yazarak Kur’an yazısını öğrenmiş ve öğrenmektedir.” (Nur’un İlk Kapısı) 4“… hatt-ı Kur’an’ın tebdiline (Kur’an yazısının tebdiline) karşı, Kur’an şakirdlerinin (Nur Talebelerinin) bütün kuvvetleriyle hatt-ı Kur’anîyi muhafazaya çalışması aynı senededir.” (Mektubat) 4“Huruf-u Kur’aniyeyi (Kur’ an harflerini) tercüme ile tahrif, tebdil, tağyir etmek (boz­mak, değiştirmek); mülhid­lerin (dinsizlerin) dehşetli cinayetlerine mukabil cihad eden Said, ifratkârane ve müsrifane tevafukta çok tedkikatı lüzumsuz değil, manasız olmaz.” (Kastamonu Lahikası) 4“Sual: En mühim hakaik-i Kur’ âniye ve imaniye ile meşgul olduğun halde neden onu muvakkaten bırakıp en ziyade manadan uzak olan huruf-ı hecaiyenin (tek tek harflerin) adedlerinden bahsediyorsun. Elcevab: Çünkü bu meşum (uğursuz) zamanda Kur’ânın bir temel taşı olan hurufuna (harflerine) hücum ediliyor ve onların tebdiline (değiştirmeye) çalışıyorlar.” (Rumuzat-ı Semaniye, 7. Remiz) 4“Kur’an’ın hurufat-ı kudsiyesinin (kudsi harflerinin) yerine beşerin tercümesini ikame perdesi altında, noksan huruflarla (harflerle) yeni hatt  (yeni yazı) altında tahrifkârane (aslını bozarak) ehl-i dalaletin tevilat-ı fasideleri âyâtın sarahatını incitmelerine bakmıyor gibi, bîçare mazlum bir adamın kardeşlerinin imanını kuvvetlendirmek için bir nükte-i i’caziyeyi beyan ettiği için hizmet-i imaniyesine fütur verecek derecede itiraz, elbette değil ehl-i hakikat zatlar belki zerre mikdar insafı bulunan itiraz edemez.” (Şualar) 4“Huruf-ı Kur’âniyenin (Kur’ an harflerinin) tebdiline (de­ğiştirilmesine) çalışanların ni­hâ­­yet derecede belahet (ahmaklık) ve hasaretlerine (zararları­na) kat’i delalet ettiğini ehl-i dikkat tereddüt etmez görür. Ehl-i il­hadın kör oldukları için gör­memeleri imam Busayrî’nin  (قَدْ يُنْكِرُالْمَرْءُ ضَوْءَ الشَّمْسِ مِنْ رَمَدٍ. وَيُنْكِرُ الْفَمُ طَعْمَ الْمَاءِ مِنْ سَقَمٍ) düsturuyla gözlerindeki hastalıklar ile güneşin ziyasını göremezler. Ve dilindeki hastalıklarla ab-ı hayat olan şu tatlı suyun lezzetini ve zevkini hissedip tadamazlar.” (Rumuzat-ı Semaniye) 4“Kur’ân-ı Hakîm’i yeni bir tarzda yazmaktaki niyetimin sebepleri üçtür… [İkinci sebeb] Kur’ân-ı Hakîmin meani ve hakaikınde esrar ve işaratında olduğu gibi elfaz ve hurufunda dahi çok esrar ve mezaya bulunduğuna bir zemin ihzar etmek için lafzullahın binde bir sırrına işaret edecek bir tarzı yazmak ve bizden sonra gelenler inşâallah daha büyük esrarları o anahtarla açacak temennisidir. Ve nazar-ı dikkati Kur’an’ın hattına çevirmek ve hakaikine ehemmiyetle baktırmak niyetidir.” (Rumuzat-ı Semaniye) 4“(Hz. Ali Ercûze isimli kasidesinde) Hülagû asrından bu asrımıza bakıyor ve ikinci bir keramet-i gaybiyeyi izhar ediyor. Ve diyor ki: … Rûmice bin üç yüz kırk yedide (1931) Arabî hurufunu (Arab harflerini) terk edip, ecnebi ve acemi hurufuna İslâm içinde başlanacak. Hem umum, fakir, zengin, emir ve işçi, çoluk çocuk gece dersleri ile o hurufu cebren öğrenecekler… (18. Lem’a) 4“O bid’alar ve acemî ve ecnebi hurufunun (harflerinin) intişarı, zamanı olan o âhir zamanın fena âdemleri bir kısım ülemaü`s-su’dur (kötü âlimlerdir) ki; hırs sebebiyle batınlarını haramla doldurmak için (ecnebî hurufu gibi) bid’ alara yardım edenler ve fetva verenlerdir.” (18. Lem’a) 4“Hazret-i İmam Ali Radıyal­lahü Anh huruf-ı ecnebiyi (ecnebî harflerini) İslâmlar içinde kabul ettirmek hadisesi ile ulemaü’s-sû’un bid’alara yardımlarından teessüfle bahsedip o iki hadise ortasında irşadkârane bazılarından bahsediyor ki, o Sekine olan İsm-i Âzam ile ecnebi hurufuna karşı mukabele ediyor. Ve hem ulemaü’s-su’a karşı muhalefet ediyor. İşte bu zamanda o âdemler Risale-i Nur şakirdleri ve naşirleri oldukları şüphesizdir. Çünkü onlardır ki hatt-ı Kur’ ân’ı muhafaza ediyorlar ve bid’akâr bir kısım ulemalara karşı mukavemet ediyorlar.” (18. Lem’a)

Cemaleddin ŞENER 01 Kasım
Konu resmiKur’ân’a Adanan Ömürler
İbadet

Kur’an-ı Kerim’le geçen her bir zaman, yaşanan zamanların en hayırlısıdır. Telaffuz edilen, yazılan her bir harf ise onunla uğraşanın sevap defterine kaydedilen onlarca bazen binlerce hasenedir. Kur’an için yaşayan ve ömrünü Kur’an’ın basım, lafız, harf ve mesajına veren nice ömürler vardır. Buyurunuz beraber Kur’an’a adanan ömürlerden birkaçına beraber bakalım. Genç yaşta Müslüman oldu. O sadece Kur’an’ı güzel okumakla kalmamış, büyük bir cesaret örneği gösterip Kâbe’de Kur’an’ı müşriklere karşı yüksek sesle okuyan ilk kişi olmuştur. Bu yüzden müşriklerin eziyetlerine maruz kalmış, ancak Kur’an okumaktan asla vazgeçmemiştir. Efendimizin (sav) ashabına Kur’an’ı kendilerinden öğrenmelerini tavsiye ettiği dört kişiden biridir. Kaynaklar, onun Kur’an’ın ilk öğreticilerinden ve ilk Müslüman tabakanın en büyük öğretmenlerinden biri olduğunda ittifak etmişlerdir. İşte Kur’an’a adanan bu ömrün sahibi, Abdullah bin Mesud (ra)’dır. Resûlullahın amcasının oğlu­dur. Hicretten üç yıl kadar ön­ce, Müslümanlar Kureyş’in ablukası altındayken, Mekke’de doğdu. Doğumuyla İslam ve Müs­lümanlar şereflendi. Resûlullah, küçükken onu kucaklamış, alnını okşamış ve “Ey Allah’ım! Ona hikmeti ve Kur’ an’ın tevilini öğret” diye dua etmiştir. Kur’an’ı ilk tefsir eden kişi olarak tarihe geçti. Kur’an’ı anlama ve Kur’an’la ha­yata anlam verme hususunda “Tercümanu’l-Kur’an, Hıb­­ru’l-Ümme ve Bahru’l-Üm­­­­me” unvanlarının sahibidir.  Ayetlerin nüzul sebeplerini, nâ­sih ve mensuhunu çok iyi bil­­di­­ği gibi, Arap edebiyatına olan vukufu da mükemmeldi. Kur’ an’ın anlaşılmasına hayatını vakfetti. İşte Kur’an’a adanan bu ömrün sahibi, Abdullah bin Abbas (ra)’dır. Zinnureyn yani iki nur sahibidir. Resûlullah’a iki defa damat olma şerefine nail olmuş bu zat Kur’an ile yaşadı. Hz. Ebû Bekir zamanında Mushaf halinde toplanan Kur’an-ı Kerim’i beş veya yedi nüsha olarak çoğaltıp Mekke, Basra, Kûfe, Şam, Yemen ve Bahreyn’e birer nüsha gönderdi. Kur’anı toparla­yıp bir araya getirip وَإِنَّا لَهُ لَحَافِظُونَ hakikatine mazhar oldu. Kur’ an’a yaptığı hizmetler sebebiyle “Câmiu’l-Kur’ân: Kur’ân’ı Toplayan” vasfıyla tebcîl edilmiştir. Kur’an-ı Kerim ile çok meşgul olduğu için iki Mushaf eskitmiştir. Her sabah kalktıklarında Mushaf-ı Şerîf’i hürmetle öpmeyi âdet hâline getirmiştir. Cuma gecesi Bakara suresini okumaya başlar, Perşembe gece­si hatmi tamamlardı. Yani haftada bir hatmederdi. Kur’an okurken şehadete nail oldu. İşte Kur’an’a adanan bu ömrün sahibi, Osman bin Affan (ra)’dır. Sahabiyi görmüş, Kur’an-ı Ke­rim’i onlardan öğrenmiştir. Kur’an ilimlerinde, dö­nemin ön­de gelen alimlerinden ve ta­­bii­nin büyüklerindendir. Kur’ an-ı Kerîm’in tamamını Hz. Osman’dan dinlemiş, Kur’an’la ilgili sorularının devam etmesi sebebiyle Hz. Osman’ın ona, “Sen benim halkın işleriyle meşgul olmamı engelliyorsun, Zeyd b. Sâbit’e git” dediği için Zeyd’den ders almaya başlamış ve tam on üç yıl süre ile (veya on üç defa) Kur’an’ı ona arz etmiştir. Yaklaşık kırk yıldır (camide oturup Kur’an-ı Kerim öğrettiği yeri işaret ederek) beni buraya oturtan şu hadis-i şeriftir, demiştir: “Sizin en hayırlınız, Kur’an-ı Kerim’i öğre­nen ve öğreteninizdir.” İşte Kur’ an’a adanan bu ömrün sahibi, Ebu Abdurrahman Es-Sulemi (ra)’dır. Küçüklüğünden Kur’an’ı anla­mak ve yaşamak için gayret etti. Babası erken yaşta vefat etmesine rağmen evin tedbiriyle birlikte Kur’an ve hadis halkalarını terk etmedi. İmam-ı Bağdat olarak isimlendirildi. Kur’an’ın tilaveti, yazımı, hare­kelendirilmesi, taşınması ve el sürülmesi ile alakalı bütün fıkhi hükümler üzerine çalışma yapmıştır. Kur’an’a, “Kur’an mah­­­­­­luk­tur” fitnesiyle saldırı baş­la­­yınca hayatını ortaya koy­­­­­du. Ca­­nı pahasına Kur’an’ı mü­­­­­­da­­­faa et­mekten çekinmedi. Ve so­nunda büyük bir fitnenin önü­­ne geçti. İşte Kur’an’a adanan bu ömrün sahibi, Ahmed Bin Hanbel (ra)’dır. Yedi kıraat imamından biri, tabiinden bir zattır. Kıraat ilmine temayüz etti; çok güzel sesi ve tilâvetiyle dikkatleri çekti. Hz. Osman’ın Kûfe’ye gönderdiği resmî Mushaf’a göre Kur’an öğretmekle görevlendirilen es-Sülemî’den Ali b. Ebû Tâlib’in kıraatini aldı. Çok güzel Kur’an-ı Kerim okurdu. Sesi de çok güzeldi. Her kelimenin, her harfin hakkını verirdi. Kur’an-ı Kerimin belagat ve fesahatini, yüce manasını canlandırmak hususunda öyle güzel bir edası, öyle bir okuyuş tarzı vardı ki, eşine çok az rastlanırdı. O, kıraat imamlarının üçüncü tabakasındadır. Kıraat ilminde her bakımdan hüccettir, senettir. Bunda bütün âlimler ittifak etmişlerdir. İşte Kur’an’a adanan bu ömrün sahibi şu an dünyada en yaygın olan Kur’an’ı Kerim kıraat imamı, Asım Bin Behdele (ra)’dır. Hayatını Kur’an için yaşadı. Günde bir-iki cüz okumak suretiyle Kur’an’ı hıfza başladı. Her gün, iki cüz ezber etmekle, Kur’an’ı on beş gün zarfında hıfzetti. Tek derdi vardı; Kur’an hakikatlerinin bu asrın insanı­na aktarılması… Kur’an’dan alıp ilhamı, asrın idrakine söy­letti İslam’ı. Kur’an’ın i‘caz ve îcazını en güzel tarzıyla ele al­dı. Eserler telif etti. Bu gaye ve hedef için seksen küsur sene hapisler, sürgünler ve meşakkatlerle dolu bir hayatı yaşadı.  Kur’an’ımız yeryüzünde cemaatsiz kalırsa cenneti de istemem fedakarlığının sahibiydi. Hayatını Kur’an’ın sönmez ve söndürülmez bir güneş olduğunu dünyaya ilan etmeye adayandır. İşte Kur’an’a adanan bu ömrün sahibi, Üstad Bediüzzaman Said Nursi (R. Aleyh)’tir. On yaşında Kur’an-ı Kerîm’i ezberledi. On dört yaşında Kur’an ilimleri ve kıraat-i seb’ ayı tahsil etti. Daha sonra Ka­hire’de kıraat-i aşereyi tamamladı. Elli yılını Kur’an’ın çeşitli kıraatlerde okunmasına adadı. Dünyanın her tarafındaki Müslümanların heyecan ve huşû içinde dinledikleri özellikle tiz sesi ve uzun nefesiyle tanınmıştır. Bir nefeste en yüksek perdeden 45-50 saniye devam eden müstesna okuyuşları hâfızalarda silinmez bir iz bırakıp Kur’an’ı, dinleyenlere sevdirmiştir. İşte Kur’an’a adanan bu ömrün sahibi Savtu’l Mekke: Mekke’nin Sesi unvanının sahibi, Abdulbasit Mu­ham­med Abdussamed (R. Aleyh)’tir. İlk öğrenimiyle beraber Kur’an’ı ezberledikten sonra İstanbul’a giderek dinî ilimleri tahsil etti. Hayatını Mushaf yazmakla ge­­­çirdi. Kur’an’ın yazısında gö­­­rü­­nen i‘cazı hattıyla ortaya koy­­­muştur. Her bir sayfa ayetle başlayıp ayetle biten “ayet berkenar” özellikli Kur’an’ı o yazmıştır. 107. Mushaf’ını yazarken Yusuf suresinin 12. ayetine geldiğinde, Ramazan ayında, teravih namazı kıldırdığı esnada, rükûda vefat etti. İşte Kur’an’a adanan bu ömrün sahibi Kayışzâde Hâfız Osman Nuri Efendi (R. Aleyh)’tir. Asrı saadetten bu yana hiçbir zamanda ve zeminde görünmeyen Kur’an’ın gözlere hitap eden yazısındaki i‘cazını şirin kalemiyle ortaya çıkardı. Üstadının işaretiyle tevafuklu Kur’an’ı yazmaya başladı. 40 yıl boyunca Kur’an yazmakla ve hatt-ı Kur’an ile meşgul oldu. Kur’an’ı 9 defa yazdı. Öyle ki günde en fazla bir saat uyku uyuyordu. O bir saatlik uykuyu da Kur’an yoluna sarf edemediği için rahatsızdı. “Ruhum beni her daim Kur’an’a ve hakikatlerine hizmete çağırıyor” derdi. Kur’an hizmeti için Hayrat Vakfını kurdu. Basımının yapılıp tamamlanması için vasiyette bulundu. Kur’an nuru ile yaşadı. Ve Kur’an’ın nuru ile ahirete irtihal etti. İşte bu Kur’an’a adanan ömrün sahibi, Üstad Ahmed Hüsrev Efendi (R. Aleyh)’tir. Kur’an’a hizmeti, çok zor şart­larda, evlad-ı fatihanda, Üs­küp’te başlattı. Komünizmin tesiriyle inim inim inleyen gençlerin elinden tuttu. Kur’an harflerini ve hakikatlerini öğretti. Kur’an’ın Arapça bilme­yenler tarafından doğru anlaşılmasına hizmet etmek maksadıyla hazırlanan muhtasar meal çalışmasında var olan he­yete öncülük etti. Çalışma, sadece bir meal değil, haşiye ve dipnotlarıyla bir hazine misali küçük bir tefsir mahiyetini aldı. Şiir ve divanlarıyla Kur’an’ın hakikatlerini sevdirdi. İşte Kur’ an’a adanan bu ömrün sahibi, Üsküp’lü Cavid Saraçoğlu (R. Aleyh)’tir. Küçük yaşta Kur’an hafızı oldu. Ömrü boyunca hafız ve Kur’an talebesi yetiştirdi. Tashih-i hu­ruf ve tecvid çalışmasında elin­den geçmeyen Nur talebesi yoktur. Dad dili olan Arabi li­sa­nın nutku ve doğru telaffu­zu için çok gayret sarf etti. İşte Kur’an’a adanan bu ömrün sahibi, Hafız Ali Başol (R. Aleyh)’tir. Dikkatliydi, ayrıntılara ehem­mi­yet verirdi. İstidadını Kur’ an’a hizmet yolunda istihdam etti. Filmle Kur’an basmaktan, son model bilgisayarlar ile Kur’an sahifelerini baskıya hazırlamaya kadar bütün aşamalarda gayret ile çalıştı. Kur’an’ın sevdirilmesi için tezhib ve süslemeler üzerinde büyük bir itina ile çalıştı.  Gün geldi bir Kur’an’ın baskıya hazırlanması için harflerle düzenlemelerle aylarca bilgisayar başında çalıştı. Ömrünün en güzel baharından başlayarak 45 yılını bu işlere verdi. Montaj yaptı. Renklendirdi. Dizayn etti ve baskıya gönderdi. İşte Kur’an’a adanan bu ömrün sahibi geçtiğimiz ay ahirete yolcu ettiğimiz, İbrahim Dikyar (R. Aleyh)’tir. Rabbim ismini anıp anamadığımız Kur’an hizmetkarlarının cümlesine binlerle rahmet eylesin. Saydığımız bu isimler ve emsali, Kur’an’a yazımıyla, basımıyla, hafızlığıyla ve manasıyla geçmişte hizmet eden milyonlarca zatlar hali hazırda ise hizmet eden binlerce Saidler, Ahmedler, Hüsrevler vardır. Rabbim Kur’an’a hizmet ile dolu uzun ömürler nasip eylesin. Kur’an’ımız yazımıyla, basımıyla, hafızlığıyla hakikatleri­nin insanlara anlatılmasıyla kıyamete kadar bunlar emsali adanan ömürler ile devam edecektir inşallah. Şu duayla bitirmiş olalım: Rabbim Kalbimizi iman ve Kur’an nuruyla nurlandır. Bize Kur’an’ın nuruyla hayat ver. Kur’an’ın nuruyla yaşat. Kur’ an’ın nuruyla vefat ettir. Kur’ an’ın nuruyla huzuruna al.

Rıdvan ABUD 01 Kasım
Konu resmiHatt-ı Kur’ân
Kültür ve Medeniyet

Hatt-ı Kur’ân, millî kültürümüz açısından bin yıllık köklü bir maziye sahiptir. Yazısında Kur’ân harflerini kullanan Osmanlı Türkçesi, Türk Milletinin hatt-ı kadîmidir. Ecdadımız yüz yıllar boyunca mektuplarını bu yazı ile yazmışlar, kitaplarını bu harfleri kullanarak telif etmişler, mezar taşlarına ve kitabelere bu harfleri nakşederek tarihe not düşmüşlerdir. Günümüzde Osmanlı Türkçe­si­­ni okuyabilmek, bir asır önce­siyle köprü kurmak gibidir. Ma­zi ile hâl arasında gidip gel­di­­ğim ve sonrasında geçmişle ba­­ğımı kurabildiğim bir hatı­ra­mı sizlerle paylaşmak istiyorum: Küçüklüğümde neredeyse her gün köyümüzün çeşmesinden su doldurup gelirdim. Su testisini doldururken tarihî çeşmenin kitabesindeki yazıya bakar dururdum. O sıralar, ilkokula gidiyordum yani okuma yazmayı biliyordum; lakin her gün suyunu doldurduğum o güzelim çeşmenin yazılarını okuyamıyordum. Hatt-ı Kur’ân’la yazılmış o yazıya baktıkça kendimi öz yurdunda bir yabancı gibi hissediyordum, ne garip değil mi? Yıllar sonra Osmanlı Türkçesini öğrendiğimde ilk işim köy çeşmesinin kitabesini okumak oldu. 1927 tarihli kita­bede şöyle yazıyordu: ايچنلر صاحب الخيراته قيلسينلر دعاواسطه اولانلر اولسونلر قرين خداوَسَقٰيهُمْ رَبُّهُمْ شَرَابًا طَهُورًا(1) Yüz yıl öncesinden terennüm edilen bu mısralar, ecdadımızın Kur’ân-ı Kerim’le ne kadar barışık olduğunun bir göstergesidir. Zira Kur’ân-ı Kerim’deki 6666 ayetten çeşme için münasip bir ayeti bulup kitabedeki dizeler arasına kafiyeli bir şekilde yerleştirmek bir maharettir. Hem Selçuklu ve Osmanlı dönemine ait kitabe ve mezar taşlarında bu emsal daha çok edebî beyitlere rastlamak mümkün. Örneğin çeşme kitabelerinde وَجَعَلْنَا مِنَ الْمَٓاءِ كُلَّ شَيْءٍ حَيّ   (2) mezar taşlarında كُلُّ نَفْسٍ ذَٓائِقَةُ الْمَوْتِ(3) ifadelerini görebilirsiniz. Memleketimizde ecdadımızın bi­ze birer emaneti, yadigârı olan bir­çok güzîde sanat eserleri var. Bu harika eserler kimi zaman bir tablo, kimi zaman pirinç veya mermer bir levha olarak kar­şı­mıza çıkmaktadır. Tarihî camilerimizin kubbelerini, mih­rap­la­rı­nı estetik zevki hâiz İslam hat sanatının en güzel ör­nek­leri süslemektedir. Mihrap üstü hüsn-i hat yazılarının içerisinde öne çıkanlar, “Artık (namazda) yüzünü Mescid-i Haram tarafına (Kâbe’ye) çevir”4 ve “Ne zaman Zekeriya (as), onun (Meryem’in) yanına mabede girse…”5 mealindeki ayetlerdir. “Muhakkak ki Allah, gökleri ve yeri yıkılırlar diye (kudreti ile) tutuyor. And olsun ki eğer yıkılsalar, O’ndan sonra hiç kimse o ikisini tutamaz. Doğrusu O, Halîm ve Gafûr’dur.”6 mealindeki ayet-i kerime ise Mimar Sinan’ın kalfalık eseri Süleymaniye Camii kubbesinde ihtişamını korumaktadır. Sonuç olarak, şanlı tarihimizin bin yıllık ilmî birikimine doğrudan ulaşmak, sanat eserlerindeki zengin içeriğe vâkıf olmak ve gelecek nesillere sağlam bir kültür mirası bırakmak için ecdadımızın diline, yazısına sa­­­hip çıkmalıyız. Böylece mazi ile müstakbel arasında bir hat kur­­­muş, bir köprü inşa etmiş oluruz. 1- İnsan suresi, 21: “Ve Rableri onlara tertemiz bir içecek içirmiştir.”2- Enbiya suresi, 30: “Ve her canlıyı sudan yarattık.”3- Ankebut suresi, 57: “Her nefis ölümü tadacaktır.”4- Bakara suresi, 149.5- Âl-i İmran suresi, 37.6- Fâtır suresi, 41.

Ali CİRİT 01 Kasım
Konu resmiİşletme Körlüğü de Bir Çeşit Kanserdir
İnsan

Şirketler, kurumlar ve organizasyonlar daha başarılı oldukça, değişime duydukları ihtiyaç o denli azalıyor. Zira bu tür yapıların elde edilen başarıdan çıkardıkları tek ders, her şeyin yolunda olduğu yönündedir. Bu durumun insanlar için de geçerli olduğunu söylemek hiç de yanlış olmaz. Başarı yolunda emin adımlarla ilerleyen kişilerin de kurumların da bu başarının bir yerde duraksayabileceğini veya bir kırılma yaşanabileceğini bilmeleri gerekmektedir. Bugün belli bir başarı noktasına gelmiş firmaların ve organizasyonların yerlerini korumaları ancak ve ancak değişim ile ilgili dinamikleri keşfetmeleri şartına bağlıdır. ABD eski başkanlarından J. F. Kennedy’nin çok kıymetli bir sözü vardır: “ABD yerinde saymak için bile çok hızlı ilerlemek zorundadır.” Bu münasebetle, elde edilen başarı için bir birim yorulduysak, o başarıyı korumak için iki birim güç harcamak mecburiyeti vardır. “Kurumsal İdeolojiler Körlük Nedeni” Mayıs 2010 tarihli Harward Business Review dergisindeki makalelerden birinde çok ilginç bir tespit yapılmış. Yapılan gözlemler, çok uluslu şirketlerin özellikle bir kurum kültürü oluşturabilmiş olanlarının (Toyota, Xerox gibi) elde edilen başarılarıyla birlikte “kurumsal bir ideoloji” edindiklerini, bu kurumsal ideoloji nedeni ile bir işletme körlüğü yaşadıklarını ortaya koymuş. Bu ideolojilerin bu şirketlere büyük kazanımlar sağladığını elbette görmezden gelemeyiz. Ancak her ideoloji, ister siyasi ister ekonomik isterse dinî olsun beynimizde lokal bir anesteziye neden olur. Bunun anlamı; sizin dışınızda kalan dünyanın sizin için ciddi ve faydalı bir anlam ifade edememesi ve dışınızda olup bitenleri, yaşanan gelişme ve değişimleri objektif bir şekilde gözlemleyemez, gerekli dersleri çıkaramaz hale gelinmesidir. Çünkü kurumsal kültür bir ideolojik form kazandığında, o şirketlerde çalışan kişilerin birçok inancını yeniden yapılandırır. Bu şirkette bu yapıda veya bu organizasyonda biz bu işleri bu şekilde yaparız – bizde böyle- gibi anlayışlar o yapı içindeki herkesi istila eder. Her şeyin yolunda gittiği, şirketin, kurumun ve organizasyonun kazandığı ve kabul gördüğü zamanlarda bu anlayış, kültür ya da kurumsal ideoloji sorgulanmaz; ta ki gerek iç gerekse dış nedenlerin yol açtığı bir krizin kapıya dayanmasına kadar. Üstelik organizasyonu kolektif ya da kurumsal bir aklın yönetmediğini de hesaba kattığımızda tablo çok daha vahim bir hale gelir. Özellikle teknolojinin gelişim hızına uyum sağlanamamasının bu süreçteki etkisi de yok sayılmamalıdır. “Hiçbir problem onu üreten zihinsel düzeyle çözülemez.” Einstein Gelenekçi anlayışın yönettiği şirketler, dünyayı, müşterileri/insanları ve değişen beklenti ve kalite anlayışlarını tam okuyamamakta, bunun sonucu olarak da rekabetin dışında kalmaktadırlar. Organizasyonlar, ürettikleri ürünlere ve verdikleri hizmetlere mahkûm ya da o ürünleri üretmeye o hizmetleri o seviyede sunmaya mahkummuşçasına, ürünlerini ve hizmetlerini daha kaliteli, tercih edilir ve hatta akıllı hale getirmenin yollarını aramaktan aciz bir görüntü vermektedirler. Mesela telefonların “akıllı” olarak nitelenmesinin bile akıllı şirketler için ilham verici bir yönü olmalıdır. Mor İnek’in tasarımcısı Seth Godin, “Gelişen dünyada müşteriler, artık onları memnun etmenizle yetinmiyorlar ve onları uçurmanızı bekliyorlar” der. Klasik üretim ve yönetim anlayışlarının neden olduğu körlükten kurtulmak için elbette mevcut zihin düzeyimizi ve algı frekansımızı değiştirmek zorundayız. Peki, eldeki kadro ile bu değişim yaşanabilir mi? Önemli sorulardan birisi bu. Zira Einstein, hiçbir problem onu üreten zihinsel düzeyle çözülemez der. Şirketler, kurumlar ve organizasyonlar bir körlüğe neden olan kadro ile o körlükten nasıl kurtulabilir. “Alışkanlıklar sizin efendilerinizdir, efendileri olanın efendiliği olmaz.” B.Pascal Alışkanlıklar hangi düzeyde yaşanırsa yaşansın sonunda bir kanıksanma/kabul ve kalitesizlik kaçınılmazdır. Alıştığı için davranışlarını değiştirme gereği ve gücü bulamayan insanın durumu budur. Tüm işletmeler ve yapılar eğer değişimin gerekli olduğunu düşündükleri halde bunun için adım atamıyorlarsa bunun tek bir nedeni vardır; alışkanlık. Kendilerine kutsal birer inek gibi bağlı olunan “düşünme, yönetme ve üretme biçimleri” birçok işletmeyi ve organizasyonu tarihe gömmüştür. İşletme körlüğü denilen şey, işletmede yaşanan sorunları ve gerçek nedenlerini, dünyada üretim ve yönetimin aldığı en son biçimi ve belki de en önemlisi insan kaynağının anlam, değer ve önemini fark edememe durumudur. Bu körlük öylesine tehlikeli bir kanser hastalığı gibidir ki, bugün yaşanan ve sadece günlük denilebilecek sorunların çözümü için uğraşırken geleceğin ellerimizden kayıp gittiğini göremememize neden olur. Alışılagelmiş iş akış ve süreçlerinin zaman içerisinde yol açtığı sorunların, yöneticiler tarafından görülememesi sonunda çözülmesi daha zor bir tabloyu karşımıza çıkarır: körlük. Bilgi o kadar hızlı bir şekilde değişmekte ve gelişmekte ki, bu durum en kaliteli bir üniversite diplomasının  bile bir yıl içinde geçerliğini yitirmesine yol açmaktadır. Birçok yöneticinin kendini güncelleyememesi, anı­larda yaşaması, dışlarında olup bitene kör olması, onları çözüm sürecinin bir parçası ola­bilme şansından alıkoymakta­dır. Bulunduğumuz çağın her kulvarda ne kadar hızlı bir akış içinde olduğunu ayrıca ifade etme ihtiyacı bile duymuyorum. Bilgiye ulaşma hızınızın artık bilgisayar ya da cep telefonu kullanma hızına endeksli olduğu gerçeği, mevcut bilgiye ulaşmak yerine o bilgiyi “üreten olma” durumunu kaçınılmaz kılmaktadır. İnsanların zihinsel, duygusal ve ruhsal açıdan geçirdiği değişim süreci akıl alır gibi değildir. Her gün zamanın ve dünyanın türlü türlü etkilerine maruz kalan insanlara hitap edebilmek ve onları yüreklerinden yakalayabilmek çok ciddi bir kalibrasyon ve uyumlanma gerektirir. Tam olarak tanımadığınız hiçbir insana ulaşamaz ve ona bir katkı sunamazsınız. Ne yazık ki hiçbir çekiciliği olmayan üslup ve metotlarla en güzel hizmet ve ürünü de sunsanız alıcı bulamayacaksınız. “Nasibi olan bulur” ya da alır gibi bir anlayışın ise kaderi ve iradeyi anlayama­mış olmaktan başka bir izahı yoktur. Elbette şimdiye kadar paylaştığımız bilgilerin teknik yönleri ayrıca incelenmeli ve çeşitli değerlendirmeler yapılmalıdır. Ama bu paylaşımlarımızın belki de en önemli kısmı ve satır aralarında kaldığı için önemi zor fark edilen noktası, insan unsuru yani insan kaynağıdır. Yönetim ve üretim denilen süreçlerin tamamı insanlarla gerçekleştirilen süreçlerdir. Şirketlerin, kurumların ve organizasyonların bakış açılarının maruz kaldığı körlük, onları en çok insan unsurunu göremez hale getirmektedir. İnsanın önemsenmediği, değerinin kavranmadığı hiçbir çalışma ortamı gerçek bir müşteri memnuniyetine vesile olamaz. Mesela çalışırken kendini hiç iyi hissetmeyen, çalıştığı ortamdaki ilişki örgülerinden, yönetim anlayışından ve davranışlardan hoşnut olmayan bir insanın ürettiği ürüne bir mutsuzluk enerjisi yüklediğini kimse düşünmemektedir. Mutluluk bulaşıcı olduğu gibi mutsuzluk da bulaşıcıdır. Bu açıdan bakıldığında, müşterilerimizde ve hitap ettiğimiz insanlarda oluşturmak istediğimiz memnuniyetin ilk şartı, müşterilerimize o ürünleri ulaştırmamıza sebep olan çalışanlarımızın memnuniyetidir. Zira mutlu olamayan mutlu edemez. İnsan kaynakları ile algılarımızın da, yaşanan işletme körlüklerinden ciddi nasibi olmuştur. Mesela şirketler herhangi bir kriz anında işten adam çıkartmaya başladığında neredeyse ilk olarak, belki de önemli bulmadıkları için, insan kaynakları uzmanını çıkartıyorlar. Bu traji-komik durum bile işletme körlüğünün ne denli vahim bir sorun olduğunun anlaşılması için yeterlidir. Zira, “İnsan Kaynakları” bir işletmenin pusulası hükmündedir. Dalgalı ve fırtınalı bir ortamda gemisi batmasın diye ağırlıklardan kurtulmak isteyen kaptanın ilk olarak o pusulayı denize atması ne acıdır. İşletme körlüğü, ancak gerçekçi ve doğru soruların sorulması ile ortadan kaldırılabilecek bir problemdir. Doğru sorular hayat kurtarır. Bu soruların büyük bir cesaretle sorulması da ayrıca önemlidir. Mesela birkaç örnek verelim; Doğru performans nasıl ölçülür? Yöneticilerimiz liderlik yapabiliyor mu? Orta kademe yöneticilerinin odak noktasında ne var; statüko mu, değişim mi? Yeni iş alanları, hizmet biçimleri, nitelikli ürünler ve Ar-Ge çalışmalarındaki durumumuz nedir? Bu ve benzeri sorulara objektif ve adil bir şekilde verilecek cevapların ışığında bu körlükten kurtulmak mümkündür. Unutmayın, kimse sizin gemiyi nasıl kullandığınıza bakmaz, onu limana sağ salim getirip getiremediğinize bakar. 

Ahmet EFENDİ 01 Kasım
Konu resmiNamaz Niçin Usandırmaz?
İbadet

“Ey nefsim acaba ömrün ebedi midir? Gelecek seneye belki yarına çıkacağına dair elinde senedin var mı? Sana namazdan usanç veren kendini şu yaşadığın hayatta ebedi zannetmendir. Keyif için dünyada ebedi kalacakmış gibi nazlanıyorsun. Eğer anlasaydın ki ömrün azdır, hem de faydasız boşu boşuna gidiyor. O zaman elbette onun yirmi dörtten birisini gerçek ve ebedi bir hayatın mutluluğuna vesile olacak namaz gibi güzel, hoş, rahat ve rahmet bir ibadete sarf etmek seni usandırmak şöyle dursun, belki namaz konusunda sana ciddi şevk verir ve senin için hoş bir zevki tahrike sebep olurdu.” Son Namazımızmış Gibi… Namazla ilgili olarak şöyle bir gözlemim var: namazı kılmayanlar da dahil olmak üzere neredeyse herkes namazın güzel bir şey olduğu konusunda hem fikir. Problem şurada kendi gösteriyor; her gün beşer defa olarak namazın tekrar ediyor olması insana usanç veriyor. Aslında bu, nefsin bizden gözükerek yine bize oynadığı bir oyun. Hiç çevrenizde genç yaşta kaybettiğiniz bir tanıdığınız yok mu? Mutlaka vardır. Hastalıklardan, kazalardan, kalp krizlerinden veya çeşitli sebeplerden dolayı çok sayıda gencimizi de her gün ebedi yolculuklarına uğurluyoruz. Aslında hepimiz ölecek yaştayız. Ama nefis bunu kabul etmek istemiyor ne yazık ki! O, aslına bakarsanız kendini ölümsüz yani layemut sanıyor ve öyle görmek istiyor. Namaza da haliyle bu pencereden baktığı için bıkkınlık gösteriyor. Ebedi/sonsuz zannedilen bir hayatta her gün her gün beşer defa kılınacak ve bitmeyecek bir namazın nefsi usandırması aslında çok anormal gözükmüyor. Öyleyse -bence- burada ilk yapmamız gereken, nefse büyük bir yanlış anlayış içerisinde olduğunu anlatabilmektir. Seslenmek lazım nefsimize: “Ey nefsim acaba ömrün ebedi midir? Gelecek seneye belki yarına çıkacağına dair elinde senedin var mı? Sana namazdan usanç veren kendini şu yaşadığın hayatta ebedi zannetmendir. Keyif için dünyada ebedi kalacakmış gibi nazlanıyorsun. Eğer anlasaydın ki ömrün azdır, hem de faydasız boşu boşuna gidiyor. O zaman elbette onun yirmi dörtten birisini gerçek ve ebedi bir hayatın mutluluğuna vesile olacak namaz gibi güzel, hoş, rahat ve rahmet bir ibadete sarf etmek seni usandırmak şöyle dursun, belki namaz konusunda sana ciddi şevk verir ve senin için hoş bir zevki tahrike sebep olurdu.” Evet, aynen Bediüzzaman Hazretlerinin nefsine verdiği bu ders gibi biz de nefsimizi ikaz etmeliyiz. Namazdan usananlar, demek ki namazın kendisinden değil, namazı ebediyen kılacakları zannından dolayı bir usanç duyuyorlar. Ama aslında insanın sayılı ömür dakikaları vardır. Doğumdan ölüme doğru hızla gidiyoruz. Tıpta da sorulur, derler ki “Daha yeni doğan bir bebek ölüme mi yakındır? Yoksa doğuma mı?” Bir çocuk ilk nefesini de alsa ölüme yakındır. Çünkü geriye dönmek imkânsızdır. Yer çekimi kuvveti gibi kabrin, ölümün insanları kendine doğru çeken bir kuvveti var. Nasıl yer çekimi kuvveti bir hakikatse ölüm de o kadar kesin bir hakikattir. Dikkatimi çeken bir şeyi paylaşmak istiyorum: Bir kısım Müslümanlar ibadetlerini yapmaya başlamak için yaşlarının ilerlemesini ve hatta emekli olmayı bekliyorlar. Geçtiğimiz günlerde kabristandan geçerken, acaba ölenler hep 70-80 yaşın üzerinde ve emekli olanlar mı diye mezar taşlarına göz gezdirdim ve anladım ki “hepimiz ölecek yaştayız.” Mehmet 12 yaşında ölmüş, Kadir 17 yaşında, Hatice 1 yaşında, Hulusi 28’inde, Aydın 45 yaşında hayata gözlerini yummuş. Liste uzayıp gidiyor. Kim bilir belki de Mezaristanlar “daha gencim, yaşım ilerleyince namaza başlarım” diyen talihsiz Müslümanların pişmanlıklarıyla doludur, ne dersiniz? Bizim için vakit henüz geç değil. Bizden önce gidenlerden ders alırsak arkamızdan gelecek olanlara ibret olmayız. Yüce Rabbimiz Sevgili Peygamberimiz için, “O konuştuğunda kendi hevasından konuşmaz, kendisine ne vahyolundu ise onu konuşur” diye buyuruyor. Her sözü hikmetli olan Efendimiz aleyhissalatü vesselamın şu sözünü biraz tefekkür etmenizi sizden rica ediyorum: “Namazınızı veda namazınız gibi kılın!” Namaz Tutulması “Namaz Tutulması” diye bir şey daha önce duydunuz mu? Geçenlerde bir yerde okuyana kadar ben de duymamıştım ama hoşuma gitti. Güneş tutulmasından ilham alınarak söylenmiş bir söz bu. Güneş tutulması, -bildiğiniz gibi- dünya ile güneş arasına ayın girmesi durumuna verilen addır. Ay, güneşin önüne geçer ve onun ışığını perdeler. Böylece güneşin ışığından mahrum kalırız ve ortalık alaca karanlığa bürünür. Esas enteresan olan ise şudur; güneş aydan tam 6,5 trilyon defa büyük olmasına rağmen, ona oranla küçücük ay, güneşi perdeleyebilmektedir. Aynen bu örnekte olduğu gibi, bazen gündelik işler, sıradan meşguliyetler namazla aramıza girerek namazın nurundan istifade etmemize perde oluyor. Bu işler, namazımıza nispetle çok önemsiz işlerdir. Allah Teala Hazretleri, “Ben insanları ve cinleri ancak bana ibadet etsinler diye yarattım” buyuruyor. Yani yaratılış amacımız namazdır; namaz, sayısız nimetlerine karşı Yaradanımıza teşekkür bor­cumuzdur. Aynı zamanda cen­netin anahtarıdır. Kulun, Rab­binin huzuruna müşerref ol­masıdır. Namaz, kalbimizin gı­da­sı­dır, ruhumuz için su, tüm duygularımız için nefes almalarına vesile olan hava hükmündedir. Bizim için adeta güneş gibi büyük olan namazımıza maalesef gündelik işler, gereksiz boş uğraşlar perde oluyor, namazla aramıza girerek o şerefli ve eşsiz değerdeki nimetten istifade etmemize engel oluyor. Namaz gibi olmazsa olmaz bir görevi sürekli bahanelere feda edenlere inanın şöyle sitem edesim geliyor: “Be hey kardeşim, sadece şu dünya için mi yaratıldın ki bütün vaktini ona sarf ediyorsun? Sabırsızlık ve erteleme alışkanlığı gibi hallerin namazını perdeleme ve gölgelemesine daha ne zaman kadar izin vereceksin? On saatini okul derslerine çalışmak için ayıran sen, bir saatini de ebedi mutluluğunun vesilesi olan namaza ayırmazsan yarın Rabbinin katındaki halin nice olur düşünmez misin?” Görüştüğüm bazı Müslümanlar da iş yoğunluğu mazeretlerinin arkasına sığınıyorlar: “Çoluk çocuğun rızkı peşinde gece gündüz koşturuyoruz hocam, inanın namaz kılmaya vakit kalmıyor. Yoksa ben de kılmak istemez miyim?” Eminim bunu söyleyenin kendisi de söylediğine tam inanmıyor, çünkü aynı iş yerinde ne kadar yoğun çalışırlarsa çalışsınlar namazlarını hiçbir zaman aksatmayan kendi mesai arkadaşları da var.” Böyle diyenlere Bediüzzaman Hazretleri şu örneği veriyor: “Yüz lira gündelik ile çalışıyor olsan ve biri gelip de sana ‘Gel şurayı bir saat kaz, bir milyar lira değerinde bir elmas bulacaksın’ dese, sen ise ‘yok olmaz, on lira gündeliğimden kesilir’ desen, bunun ne kadar büyük bir akılsızlık olduğunu herkes anlar.” Her iş yerinde belirli saat aralıklarıyla işçilerin dinlenmeleri için verilen molalar vardır. En yoğun programın takip edildiği okul ve dershanelerde bile ders aralarına teneffüsler konur. Ta ki verimlilik artsın diye. İşte bir insan da kalp ve ruhuna namaz ibadetiyle gün içinde teneffüsler ve molalar koyar ki onları şarj etsin, maddi ve manevi verimliliğini artırsın. Allah’a karşı namaz vazifesini yerine getirerek rızkını temin eden bir insanın kazancı aynı zamanda bereketli olur. Yaptığı her türlü çalışması da güzel bir niyet ile onun hakkında ibadet hükmünü alır. Hırs yolunda namazını feda eden bir insanın tüm kazancı sadece dünyaya ait az, bereketsiz ve geçici bir kazançla sınırlı kalır. Az kazanır çok kaybeder. Biz biz olalım, şu ömür sermayemizi onu bize verenin emri doğrultusunda kullanalım ki sonunda telafisi mümkün olmayabilecek derin bir pişmanlık yaşamayalım… 1- İbn-i Mace, Zühd, 15

Mücteba YILDIZ 01 Kasım
Konu resmiBorrell’in Bahçesi veya Lerner’in Mekke’siz Makineleşmesine İnat
Tarih

Külli manada medeniyet üzerine, daha müstakil olarak ise Doğu ve Batı medeniyetleri üzerine ayrı ayrı, münhasır olarak bu ikisinin mukayesesi üzerine çok şeyler söylenmiş, yazılmıştır. Medeniyet yolculuğu devam ediyor olan insanlığın, bu yolculuğun devamı boyunca sonraki yıllarda da medeniyet üzerine gözlemleri, söylemleri, yazınları, mukayeseleri, mücadeleleri devam edecektir. Bu derginin baskıya girdiği tarihler itibariyle bu kapsamda tarihe geçecek en son söz; 13 Ekim 2022 tarihinde AB diplomatlarını yetiştirmek için oluşturulan Diplomasi Akademisinin açılışında konuşan Avrupa Birliği (AB) Dış İlişkiler ve Güvenlik Politikası Yüksek Temsilcisi Josep Borrell tarafından söylenmiştir. Bir sözü, ‘kim söylemiş, kime söylemiş, ne için söylemiş, ne makamda söylemiş’ veçhelerinden bakıldığında, sesin geldiği medeniyet tarafına ve bu medeniyetin mensubu sesin sahibi şahsa dönüp bakmak için ziyadesiyle sebep teşekkül etmiştir. Kendisi İspanyol olan Borrell’in ifadelerini tarihe not düşmek, sanal âlemde kaybolup gitmesini önlemek adına, kayıtlara geçmesi için sözlerinin tamamına bir defa da burada yer vermek, yerine getirilmesi icap eden tarihi bir sorumluluktur. “Avrupa bir bahçedir. Biz bir bahçe kurduk. Her şey işliyor. İnsanlığın inşa edebileceği, siyasi özgürlük, ekonomik refah ve sosyal uyumun en iyi birleşimidir. Dünyanın geri kalanı ise tam olarak bir bahçe değil. Dünyanın geri kalanının çoğu bir (jungle) ormandır ve orman bahçeyi istila edebilir. Bahçıvanlar onunla ilgilenmeli ancak duvarlar örerek bahçeyi koruyamazlar. Güzel, küçük bir bahçenin duvarlarla çevrilmesi, ormanın içeri doğru yayılmasını önlemek için çözüm olmayacak. Çünkü ormanın güçlü bir büyüme kapasitesi vardır ve duvar asla bahçeyi korumak için yeterince yüksek olmayacaktır. Bahçıvanlar ormana gitmek zorunda. Yani Avrupalılar dünyanın geri kalanıyla çok daha fazla meşgul olmak zorundalar. Aksi takdirde, dünyanın geri kalanı bizi farklı yol ve araçlarla istila edecek. Evet, bu benim en önemli mesajım: dünyanın geri kalanıyla çok daha fazla meşgul olmalıyız.” Uzun paragrafın özünde kısaca “Avrupa’yı bahçe, geri kalanı vahşi orman” olarak nitelendiren bu ifadelerine Avrupa’dan da gelen tepkiler üzerine her ne kadar özür dilemiş olsa da, Avrupa’nın bu bahçeyi inşa sürecindeki yüzyılları kuşatan vahşi geçmişi, onu bu yüzyıla ve bu bin yıla taşıyan belki bir bilinçaltının dışa vurumu olması münasebetiyle özrün bir kıymeti bulunmamaktadır. Borrell’in tasvir ettiği, Borrell’in kurduklarını ifade ettiği bu bahçenin kurucu bahçıvanlarından Montesquieu (1689-1755) da Kanunların Ruhu adlı eserinde Afrikalılardan yaratık olarak bahsetmekte, onların insan olarak sayılamayacağını, eğer onlar insan olarak sayılırsa kendilerinin Hristiyan olmalarının sorgulanacağını ifade etmiştir. Montesquieu gibi bir Fransız olan Lemaître (1853-1914) de Afrikalıların vahşi olduklarını ve kendilerine hizmet etmek üzere var olduklarını ifade ederek bu bahçenin bir parçası olmuştur. ABD’li Benjamin Franklin (1706-1790) de zencileri hayvan olarak nitelendirmiştir. Alman düşünür Kant’a göre de beyazların aklı siyahlardan üstündür. Borrell’in bahçesinin İngiliz bahçıvanlarından David Hume (1711-1776) da aynı Borrell gibi düşünmüş, tarihte uygarlığın beyaz ırk­tan kaynaklandığını belirtmiştir. Yine, örneğin Voltaire (1694-1778) gibi pek çok Avrupalı düşünür Türkleri tiran- barbar vb. gibi ifadelerle tavsif etmiştir.  Örnekler çoğaltılabilir. Avrupa kendi bahçesini inşa ederken her zaman kendisini fikri-dini ve içtimai vb. gibi alanlarda üstün bir yere konumlandırmıştır. Bu konumundan bakarak o günden bu güne bir öteki algısı inşa edegelmiştir. Bu ilk zaman Avrupalı ve Afrikalı üzerinden olmuş, kimi zaman Avrupa –Türk mücadelesi üzerinden yürümüş, son zaman medeniyetler çatışması ve İslamafobia uğrağı olmuş, nihayet Borrell ile Avrupa’nın biz- öteki algısı Avrupa ve Dünyanın geri kalanı ayrımı mesabesine ulaşmıştır. Borrell’in bahçesindeki “İnsan­lığın inşa edebileceği, siyasi özgürlük, ekonomik refah…” için Amerika’daki yerliler yok edilmiş, Afrika’daki yerliler yok edilmiş, hasılı başkaları­nın bahçelerine fütursuzca gi­rilmiş, hunharca talan edilmiştir. Borrell’in bahçesi için 1884-1885 Berlin Konferansında Afrika parsel parsel taksim edilmiştir. Yetmemiş Dünya topyekûn bir ateşin içine itilmiştir. Borrell’in bahçesi, Dünya Savaşı adı verilen ve eşi benzeri görülmemiş toplamda on milyonlarca insanın hayatını kaybettiği cehennemleri bu dünyaya iki defa yaşatmıştır. Borrell’in bahçesinden kalkan uçaklar başkalarının bahçesine atom bombaları atmıştır. 1992’den 1995’e kadar Bosna’da yaşanan soykırım Borrell’e göre bahçesinin neresindedir.  Bu soykırımda Borrell’in bahçesinin Hollandalı bekçileri Srebrenitsa’yı katiller sürüsüne teslim etmekten, hatta katliam öncesi bir de kadeh kaldırmaktan imtina etmemiştir. Borrell’in bahçesindeki Fransa’dan uzanan bir el 21. yüzyılın eşiğinde 1994 yılında Ruanda’yı karıştırarak 800.000 kişinin hayatına mal olan bir soykırıma neden olmuştur. Borrell’in bahçesi şu günlerde mültecilere -sığınmacılara bir kere daha kendi medeniyetinin kodları çerçevesinde davranmaktadır. Borrell’in Yunan bahçe bekçileri kadın çocuk var demeden Suriyeli sığınmacıların botlarını batırmasıyla, Borrell’in memleketi İspanya ise Fas sınırından geçmeye ça­lı­şan mülteci katliamlarıyla Dün­ya gündemine gelmektedir. Gerek Borrell’in bahçesinde ya­şanan, gerekse Borrell’in bah­çesi dışında yaşanan ancak Borrell’in bahçesinden kaynaklanan buraya sığdıramayacağımız kadar sayısız trajik vahşiliği merhum Aliya İzzetbegoviç “Bunu hiç unutma evlat; Batı hiçbir zaman uygar olmamıştır ve bugünkü refahı, devam edegelen sömürgeciliği; döktüğü kan, akıttığı gözyaşı ve çektirdiği acılar üzerine kuruludur.” İfadeleriyle özetlemiş, kulağımıza küpe etmiştir. Borrell’in bahçesinde bunlar olurken Borrell’in bahçesinin bir başka çağdaş düşünür Daniel Lerner (1917-1980), The Passing of Traditional Society: Modernizing the Middle East adlı eserinde bir başka dayatma ile karşımıza çıkmaktadır. Daniel Lerner’a göre, Müslümanlar “Mekke” ile “makineleşme” arasında seçim yapmak durumundadır. Lerner’a göre Müslümanların iki seçeneği bulunmaktadır; biri dinden kaynaklanan tutuculuğu bırakıp modernleşmeye yönelmek, diğeri seçenek ise geleneksel İslam’a sarılıp hurafelere batmış halde kalmaktır. Özetle Lerner’a göre “ya Mekke – ya makineleşme”dir, bu ikisinin bir arada olması mümkün değildir. Avrupa’nın serüveni tamda Lerner’in dediği gibi tam bir Mekke’siz makineleşmedir. Mek­­ke’siz makineleşme süreci ya­şa­yan Avrupa’nın hem yaşa­dı­­ğı hem yaşattıkları tüm siyasi ta­rih kitaplarında tafsilatıyla anla­tıl­maktadır. Artık maki­ne­leş­­me­yi de aşmış olan ve diji­talleşme yaşayan Mekke’siz Avrupa’nın henüz tarih olma safhasına geçmemiş, hali hazırdaki insanlık ve merhametten yoksun vukuatları da tüm dünyanın gözü önünde cereyan etmektedir. İslam, bireysel manada insanın, kolektif anlamda insanlığın terakkisi ve tekâmülünü hedefler. Bu terakki dünyevi ve uhrevi unsurların birbirine imtizaç ettirilerek, birbirlerine eşlik ettirilmesiyle mümkündür. Bu bir ütopya değil, tarihi gerçekliği olan ve her dönemin kendi şartlarında gerçekleşen “Mekke ve Medenileşme” “Mekke ve Maddi Terakki” “Mekke ve Bilimsel Modernleşme” birlikteliğidir. Bu birlikteliğin sonucunda bin yılı aşkındır kıvrıla kıvrıla coğrafyalara ve kalplere yayılan, yayıldığı her alana hayat sunan, “Batı’ya Doğru Akan Nehir” gerçeği ortaya çıkmıştır (Bu birliktelik hakkında hızlı bir malumat için Bahçeşehir Üniversitesi Medeniyet Araştırmaları Merkezi (MEDAM) tarafından hazırlanan ‘Batı’ya Doğru Akan Nehir’ Medeniyet Belgeselinin izlenmesi okuyuculara önemle tavsiye edilir). Üstelik bu nehir Avrupa’nın Ortaçağ karanlığında ve skolastik bataklığında kıvrandığı bir dönemde akmıştır. Kendisini salt makineleşmeye endeksleyen, insanı mekanikleştiren, insani hasletleri ötekileştiren, Mekke’nin insanlığa verdiği ruha ihtiyacı olmadığını düşünen anlayışla makineleşmede muvaffak olan insanlığın İzzetbegoviç’in ifade ettiği gibi “hiçbir zaman medenileşemediği” ortadadır.  Batının hiçbir zaman medeni olamamasının nedenini, 1911 yılında Şam’da Camii Emevi’de içinde Şam ulemasının da bulunduğu cemaate irad ettiği Hutbede Bediüzzaman “Evet, Avrupa’nın medeniyeti fazilet ve hüda üstüne tesis edilmediğinden, belki heves ve heva, rekabet ve tahakküm üzerine bina edildiğinden…” şeklinde izah eder ve devam eder “Kur’an, her cihetle beşeri maddî manevî terakkiyata sevk etmek için ders veriyor, üstad-ı küll olduğunu ispat ediyor…, İşte İslâmiyet’in hakaiki hem manen hem maddeten terakki etmeye kabil ve mükemmel bir istidadı var.” O halde “Ya Mekke – Ya makineleşme” dayatmasına karşı Hem Mekke – Hem Makineleş­me- Hem Medenileşme sağlandığında dünya şairin dediği “bir gül bahçesine” dönebilecektir.

Ahmet Hüsrev ÇELİK 01 Kasım
Konu resmiDüstur
Risale-i Nur

Şu hizmet-i Kur’aniyede bulunan kardeşlerinizi tenkîd etmemek ve onların üstünde fazilet-füruşluk nevinden gıbta damarını tahrik etmemektir. Çünkü nasıl, insanın bir eli, diğer eline rekabet etmez; bir gözü, bir gözünü tenkîd etmez; dili, kulağına itiraz etmez; kalb, ruhun ayıbını görmez; belki birbirinin noksanını ikmal eder, kusurunu örter, ihtiyacına yardım eder, vazifesine muavenet eder. Yoksa, o vücûd-u insanın hayatı söner, ruhu kaçar, cismi de dağılır. Hem nasıl ki bir fabrikanın çarkları, birbiriyle rekabet-kârâne uğraşmaz, birbirinin önüne takaddüm edip tahakküm etmez, birbirinin kusurunu görerek tenkîd edip sa‘ye şevkini kırıp atalete uğratmaz. Belki bütün istidatlarıyla, birbirinin hareketini umumi maksada tevcih etmek için yardım ederler, hakiki bir tesânüd ve bir ittifakla gaye-i hilkatlerine yürürler. Eğer zerre mikdar bir taarruz, bir tahakküm karışsa; o fabrikayı karıştıracak, neticesiz, akim bırakacak. Fabrika sâhibi de o fabrikayı bütün bütün kırıp dağıtacak. İşte ey Risâle-i Nûr şâkirdleri ve Kur’an’ın hizmetkârları! Sizler ve bizler, öyle bir insan-ı kâmil ismine lâyık bir şahs-ı manevinin azalarıyız. Ve hayat-ı ebediye içindeki saadet-i ebediyeyi netice veren bir fabrikanın çarkları hükmündeyiz. Ve sahil-i selâmet olan dârusselâma ümmet-i Muhammediyeyi (asm) çıkaran bir sefine-i Rabbâniyede çalışan hademeleriz. Elbette dört ferdden, bin yüz on bir kuvvet-i maneviyeyi temin eden sırr-ı ihlâsı kazanmakla, tesânüd ve ittihâd-ı hakikiye muhtacız ve mecburuz. (21. Lem’a, İhlas Risalesi)

İrfan MEKTEBİ 01 Kasım
Konu resmiİ‘la-yı Kelimetullah
İtikad

“Güçlü Müslüman zayıf Müslümandan,zengin Müslüman fakir Müslümandan hayırlıdır.”Hadis-i Şerif Bu zamanda İ‘lay-ı Kelimetullah, maddeten terakkiye mütevakkıftır. Evveliyetle İ‘lây-ı Kelimetullah yani Allah’ın adını yüceltmek, yegâne hak din olan İslamiyet’i yaymak hangi yollarla olmaktadır, ona bakmak gerekir. Bu mevzu, İslamiyet’e yeni kimseleri kazandırmak demek olduğu gibi, hali hazırdaki Müslümanların ihtiyaçlarına koşmak, onları eğitmek olarak da değerlendirmek lazımdır elbette ki. Her bir mesele için de Müslümanların -özellikle bu zamanda- varlıklı olmaya ihtiyaçları vardır. Maddi imkanları kısıtlı olduğunda ne donanımlı ibadethaneler yapılabilir ne de eğitim kurumları güzelce idare edilebilir. Aynı şekilde Müslümanlara gelebilecek tehlikeler ve tehditler, ancak yeterli maddi imkanlarla defedilebilir. Uzaktan kumandalı akıllı füze sistemlerine kar­şı, mavzerle mukabele etme imkânı yoktur. Gelişmiş ekonomilere sahip olan milletlerin orduları, âdeta birer yüzen ada gibi uçak gemileriyle okyanuslarda istedikleri yerlere seyahat edebilmekte, bir gözdağı unsuru olarak diğer devletlerin karşısında boy gösterebilmektedirler. Nükleer enerjiyle çalışan denizaltılar bile geliştirilmiştir. En hassas bir mevzu olan haberleşme, binlerce kilometre yüksekteki uydulardan sağlanmaktadır. Benzer teknoloji ve donanımlara sahip olamayanlar, birçok mevzuda diğerlerine boyun eğmek mecburiyetinde kalmakta, haklarını yeterince savunamayıp, onlara mahkûm durumda yaşamaktadır. Yine, İslam medeniyetinin önemli unsuru olan vakıflar, mad­di imkanlar üzerine kurulmuş­tur. Geçmişte, vakıfların hizmetleri o kadar genişlemiştir ki, hayvanlara hizmet edenlerin sayıları bile onlara, yüzlere ulaşmış ve şubeleri yaygınlaşmıştır. Bunların, yeterli maddi imkanlar olmadan hizmetlerini devam ettiremeyecekleri aşikârdır. Aynı zamanda uzak beldelere İslâmiyet’in götürülmesi, yine yeterli maddi varlığın olmasına bağlıdır. Günümüzde, her türlü tehdide açık durumda olan, başta Afrika ülkeleri olmak üzere imkanları ellerinden alınmış ve fakir bırakılmış topraklardır. Yani kendilerine gelen tehlikeleri bertaraf etme gücüne sahip değildirler. Ülkelerinde yaşamak ne sağlık, ne eğitim ve ne de güvenlik cihetlerinden kolay değildir. Bu sebeplerden genç nesilleri dünyanın dört bir yanına dağılmış durumdadır (diaspora). Sadece rızık peşinde koşmak mecburiyetinde olanların ise, yani “aç” diyebileceğimiz kim­se­­­lerin, başkalarına -verimli- teb­­liğde bulunması beklenemez. Yine, sağlık ve barınma gibi temel ihtiyaçlarını karşılayamayan kimselerin Müslümanlara hizmetle meşgul olması kolay bir mevzu değildir. Bunu yapanlar da olmuştur ama, tabir yerindeyse her babayiğidin kârı olan bir iş değildir. Afrika milletlerini hem böyle düşkün hâle getirmiş hem de yardım etmek vaadiyle ellerinde kalan son varlıkları olan inançlarını da kendilerinden almaya çalışan başka dinlerin misyoner teşkilatları ve faaliyetleri, oldukça yaygındır. Öbür taraftan, insanlara İs­lâ­mi­yet’in tam olarak öğretilmesi için tam teşekküllü eğitim kurumlarına ihtiyaç vardır. Bu kurumların barınma ihtiyaçları ve günlük giderlerin yanında, istihdam edilen insanların giderleri de küçümsenemez. Yani, maddi donanımların mad­di varlığa ihtiyacı olduğu gibi, eğitim kadrolarının da sırf ken­di hizmetleriyle meşgul olabilmeleri için, güçlü maddi desteğe ihtiyaçları vardır. Bütün bunlar için güçlü devlete, güçlü iş adamına, yani cesur müteşebbislere ihtiyaç duyulmaktadır. Hadis-i şerifte buyrulduğu gibi, “Güçlü Müslüman zayıf müslümandan, zengin Müslüman fakir Müslümandan hayırlıdır.” Mensubu bulunduğum HAYSİAD İş Adamları Derneği’mizin bünyesinde geçen sene düzenlemiş olduğumuz “Ülke Günü” programlarından birisi olan Nijerya Ülke Günü’nde, Nijerya’daki Hayrat Vakfı mensubu arkadaşlarımızla  yapmış olduğumuz canlı bağlantıda, bir vilayette vakıf faaliyetinin düzenli olarak devam edebilmesi için, aylık sadece 1500 (Bin beş yüz) Amerikan doları gibi, onlara göre yüksek, bir iş adamı için fazla yüksek sayılamayacak bir rakama ihtiyaç duyulduğunu; şu anda 100 kişiye hizmet götürülebiliyorsa, o durumda bunun binleri bulabileceği ifade edilmişti. Bu ihtiyacı karşılamakta olan vilayetlerin faaliyetlerini de rakamlarla ortaya koymuşlardı. Evet, bir vilayetteki çalışmaların on katına çıkabilmesi için, bahsettiğimiz bu rakam yeterli olacaktır; yetişmiş adam var. Fakat kendi geçim derdiyle meşgul olunca, yeterince faaliyette bulunamıyorlar ve sadece akşamları vakit ayırabiliyorlar. Bu çalışmaların meyvesi de o nispette sınırlı kalıyor. Öyle söylediler. Teknoloji ve İslam Asrımızda, ilim ve teknoloji, neredeyse her alanda belirleyici olmuş; en değerli ve pahalı bir unsur haline gelmiştir. Ve maddi terakki meselesi de ilmi kaynakları elinde bulunduran ve sürekli üreten toplumların yakalayabildiği, diğerlerinin geride kaldığı bir mevzu olmuştur. Onun için “İlim, müminin yitik malıdır; onu nerde bulsa alır” nebevî düsturunu rehber etmemiz gerekiyor. Halbuki günümüz Müslümanları olarak bizler, bu mevzuyu oldukça gerilerden seyrediyoruz. Maalesef ki atı alan Üsküdar’ı çoktan geçmiş bulunmaktadır. İslam aleminin bu derece zaafa uğramış olmasının sebepleri; zaruret, cehalet, ihtilaf ve tembelliktir. Bedelini ödeyip, teknoloji ürün­leri satın almak veya sade­ce bazı basit parçalarını imal edi­yor olmak, işin kolayıdır. Asıl olan, ilmi araştırma ve üret­ken­liğin ön planda olması ve kendi teknolojisini geliştirebil­mektir. İslam medeniyetlerinin üstün ve önde olduğu zamanlarda, idarecilerin ilme ve ilim adamlarına çok ehemmiyet vermeleri, gereken her türlü teşviği esirgememeleri, çok mühim bir unsurdu. Mesela, Endülüs Emevileri’nin yedi yüz seneden fazla ileri medeniyetlere öncülük etmiş olmaları da böyledir. İlmi bir eser meydana getiren şurada kalsın, herhangi bir dilden ilk defa kitap çevirisi yapanlara, o kitapların ağırlığınca altının mükafat olarak verildiğini tarih kaydetmiştir. Öyle ki, Avrupalıların (BBC) yaptığı bir araştırmaya göre bir Endülüs alimi, bu çeviriden aylık olarak şimdiki parayla 20 bin ila 25 bin Amerikan dolarına denk gelecek bir gelir elde edebiliyordu. Selçuklu ve Osmanlının bir döneminde de yetişmiş alimler, bütün dünyaya ışık saçmıştır. Günümüzde ise devletimizin teknolojiye vermiş olduğu destekler gün geçtikçe artmaktadır. Üniversiteler bünyesindeki Teknokentler ve Teknofest faaliyetleri, bunlara misaldir. Bizlere düşen de yeni nesli, manevi değerlerine sahip çıkarken, ilim ve teknolojiye de gereken ehemmiyeti vermeleri hususunda teşvik etmek ve fedâkârâne destek olmaktır. Fi emanillah!

İsmail ERDOĞAN 01 Kasım
Konu resmiPazarın Ağası Kim?
İnsan

İslam hukukunda alış-verişte karşılıklı rıza esas alınmıştır. Peygamber Efendimiz yaşanan gıda sıkıntısı sebebiyle fiyatların sınırlandırılması taleplerini, satıcıların hukuku noktasında geri çevirmiştir. Bununla birlikte sonraları hem satıcının hem de kamunun hukuku göz önünde bulundurularak narh uygulamasına gidilmiştir. Bunun da şöyle zamanlarda olabileceği anlaşılmaktadır: 1. Mal veya hizmetlerin kamuya zarar verecek kadar (Hanefilere göre gabn-i fâhiş boyutlarında) pahalandırılması. 2. Söz konusu mal veya hizmetlere umumi ihtiyaç duyulması. 3. Devletin kamu maslahatını cebrî narhtan başka bir yöntemle gerçekleştirememesi. 4. Pahalılığın üretici veya satıcıların spekülasyonundan kaynaklanması. 5. Narh uygulamasının arzın kısılmasıyla sonuçlanmayacak olması. 6. Hakkaniyet icabı gerek esnaf ve tüccar gerekse uzmanlar arasından seçilecek adalet ve emanet sahibi bilirkişilerle istişare edilmesi. 7. Üründe kalite, hizmette uzmanlık farklarının dikkate alınması. 8. “Zarar ve zararla mukabele yoktur” ilkesi gereği hem satıcıların hem alıcıların yararının gözetilmesi, makul bir kâr payı bırakılarak tarafların rızalarının sağlanması. 9. Yetkililerin adalet sıfatı taşıması. Bunlara narh kurallarının kanunla düzenlenmesi gerek kıymet takdiri gerekse işlem hakkında yargı yolunun açık tutulması gibi bazı kayıtlar da eklenebilir.  Gelin bir de Behlül Dânâ Hazretlerinin penceresinden bakalım: Behlül Dânâ Hazretleri bir gün Harun Reşid’den bir vazife ister, o da Pazar ağalığını verir. Behlül pazara gider, bir fırındaki ekmekleri tartar, eksik olduğunu görünce mal sahibine hâl hatırını sorar. Adam her şeyden şikayetçidir. Başka bir fırında da aynısını yapar, gramajların tam, hatta fazla olduğunu görür, ona da sorar, o da gayet memnunane beyanda bulunur. Behlül bunun üzerine Harun Reşid’e gelip yeni vazife isteyince, “Behlül daha demin vazife verdik sana ne çabuk bıktın?” der. Behlül de, “Efendimiz çarşı pazarın ağası varmış. Benden önce ekmekleri tartmış, vicdanları tartmış, buna göre herkes hesabını ödemiş, bana ihtiyaç kalmamış.” diye cevap verir.

İrfan MEKTEBİ 01 Kasım
Konu resmiBu Zamanda İ’la-yı Kelimetullah Maddeten Terakkiye Bağlıdır
İtikad

“Nev‘-i insanın yüzde sekseni ehl-i tahkik değildir ki, hakikate nüfuz etsin. Ve hakikati hakikat tanıyıp kabul etsin. Belki surete, hüsn-ü zanna binaen, makbul ve mu‘temed insanlardan işittikleri mesâili taklîden kabul ederler. Hatta kuvvetli bir hakikati zaîf bir adamın elinde zaîf görür. Ve kıymetsiz bir meseleyi kıymetdar bir adamın elinde görse, kıymetdar telakki eder.” Güçlünün haklı görüldüğü bir zamanda yaşıyoruz. Haklı, eğer güçlü değilse, haklı olmasının bir değeri yok. Güçlü, haksız da olsa, fark etmiyor; haklı olarak görülüyor. Bu durumun farklı bir şeklini Bediüzzaman Hazretleri Mektubat adlı risalesinde şu cümlelerle ifade etmektedir: “Nev‘-i insanın yüzde sekseni ehl-i tahkik değildir ki, hakikate nüfuz etsin. Ve hakikati hakikat tanıyıp kabul etsin. Belki surete, hüsn-ü zanna binaen, makbul ve mu‘temed insanlardan işittikleri mesâili taklîden ka­bul ederler. Hatta kuvvetli bir hakikati zaîf bir adamın elinde zaîf görür. Ve kıymetsiz bir meseleyi kıymetdar bir adamın elinde görse, kıymetdar telakki eder.” Bu hakikati diğer bir deyişle ifade edecek olursak; anlattığınız hakikat ne kadar değerli olursa olsun, karşınızdaki kişi -genellikle- ilk olarak sizin toplumdaki yerinize ve kıymetinize dikkat eder. Ona göre sizi dinler. Bediüzzaman Hazretlerinin ifa­­de ettiği gibi, anlatılan mese­le kıymetsiz de olsa, anlatan önemli biri ise genellikle kıymetsiz mesele de kıymetli görülür. Toplumsal kıymeti zayıf olan bir adamın anlattığı hakikatin değerine pek bakılmaz, anlatılan hakikate gereken değer verilmez. Aslında bu durum hayatın kaçınılmaz bir gerçeğidir. Bu konuya hayatımızda en çok karşılaştığımız bir durumdan örnek verebiliriz. Şöyle ki; eğer hasta olursak doktora gideriz. Öncelikle hastalığımıza çare bulacak kişinin adının başında doktor unvanını ararız. Hastalığımız şiddetliyse ya da ağır bir hastalıksa, doktorun mezun olduğu üniversiteye ba­karız ve tecrübesini araştırırız. Kısacası, etiketine bakarız. Top­lumda öne çıkan, herkesin yetkinliğini kabul ettiği doktorların sözleri daha muteber görülür. Belki pek tanınmayan yeni mezun bir doktor da aynı şeyleri söyler ama biz meşhur ve güçlü olanının sözünü dinleriz. Bu konuya benzer şekillerde diğer meslek dallarından da örnekler verilebilir. İ’lâ-yı Kelimetullah, lügatte İs­lâm dininin esaslarını ve yüce­liğini yaymak için gösterilen gayret, bu yolda yapılan cihat olarak tanımlanmıştır. İslâm dinini yaymak için ise tebliğ ve irşad çalışmaları yapmak gerekmektedir. Bu konuda göz ardı edilmeyecek ilk hakikat, hidayetin Allah’tan olduğudur. Bununla birlikte imtihan dünyasında yaşadığımız gerçeğini de unutmamak gereklidir. Cenab-ı Hak, her hususta olduğu gibi hidayet hususunda da sebepleri halk etmiştir. İnsanlara İslamiyet’i ve imanı anlatmak ve onların hidayetlerine vesile olabilmek için sebepler dairesine riayet etmek gerekiyor. Aksi takdirde hedeflenen sonuç­lara ulaşamayabiliriz. Hedefimiz, müm­kün olduğunca daha fazla muhtaç ‘gönül’e iman hakikatlerini ulaştırmaksa, bu iş doğru stratejiler ve doğru yöntemlerle yapılmalıdır. Bunun için de maddî terakki lazımdır. Peki maddî terakki nasıl olur? Bu soruya birkaç şekilde cevap verilebilir. İlk olarak günümüzün ifadesiyle ve en meşhur şekliyle para gücünü elinde bulunduranların İ’lâ-yı Kelimetullah için daha fazla faaliyette bulunma imkânı vardır. Osmanlı dönemine baktığımızda başta Padişahlar olmak üzere, yüksek maaşlı devlet adamlarının, Osmanlı coğrafyasının her yerine vakıflar kurduklarını, külliyeler, camiler, medreseler, hanlar, hamamlar, imaretler gibi hayır eserleri inşa ettirdiklerini görüyoruz. Üstelik bu eserlerin kıyamete kadar yaşayabilmeleri için de kurdukları vakıflarına gelir getiren akarlar bağışlıyorlardı. Birçok hayır eseri bu sayede günümüze kadar gelmiştir. Onun dışında maddî terakki, makam, mevki veya söz sahibi olarak sağlanabilir. Yani kişi, liyakat ve ehliyetle veya helal dairesinde çalışarak sahip olduğu yetkiyle İslam’a hizmet edebilir. Veyahut İslam’a, imana hizmet etmek isteyenlerin önünü açabilir, onlara destek olabilir. Bir diğer maddî terakki çeşidi ise ülkeler açısından ifade edi­le­bilir. Müslüman ülkelerin güç­­lenmesi, ekonomilerinin ge­­­­­­liş­­­­me­si ve dünyada söz sahi­bi ol­ma­larıyla birlikte, bu ül­ke­­­­le­rin yöneticileri ve sakinleri, İs­lam’a daha fazla hizmet ede­bi­lir­­ler. Mazlumların yanında yer ala­rak ekonomik refahı dünyanın her tarafına yayıp, Müslüman ol­mayan topluluklara karşı İslamiyet’i güzel bir şekilde tem­­­sil edebilirler. Hatta bu sayede topluluklar halinde Müslüman olanlarla karşılaşabiliriz. Son olarak ilim ve fen cihetinde üst seviyelere çıkmak da bir maddî terakki çeşididir. Çağı­mız­da ilmin ve fennin her nok­tasında büyük gelişmeler kay­­de­dildiği malumumuzdur. Böyle bir devirde ilim ve fen cihetinde Müslümanların da­ha ileri aşamalar kat etmeleri, Müslüman olmayanların gözünü İslam dünyasına çevirmesine sebep olacaktır. İslamiyet’in maddeten terakkiye mâni olmadığı, tam tersine ilim ve fende ilerlemenin önünü açtığı hakikatini görmelerini sağlayacaktır. Böylece yine nicelerinin hidayetlerine vesile olunabilecektir.

Arif Emre GÜNDÜZ 01 Kasım
Konu resmiRabbimiz! Şeytanların Vesveselerinden Sana Sığınırız
İtikad

İnsan her fırsatta şeytanın vesvesesinden Rabbine sığınmalıdır. Ayette hitap zahiren Resulallah Efendimize ise de hakikatte ümmetinedir. Zira Resulallah’ın (asm) insanların ve cinlerin şerrinden korunacağına dair teminat-ı ilâhiye vardır. O halde Allah-u Teâlâ’nın, Resulüne istiâzeyi emretmesi, ümmetinin daha ziyade iltica ve istiâzeye muhtaç olduğunu ifade etmek içindir. Vesvesenin Ehl-i İmana Musallat Olmasının Hikmeti Yarattığı her şeyi güzel yapan Rabbimiz, kâinatı hayır, güzellik ve mükemmellik üzere yaratmıştır. Eşyanın vücuda gelmesinde hakiki maksat hüsündür. Kâinatta yaratılan şerler ise cüzîdir, esas maksat değildir. Yani çirkinlikler, çirkinlik için kâinata girmemiş; belki güzelliğin bir hakikati ve çok hikmetlerini içinde barındıran bir maksatla vücuda gelmişlerdir. Bu sırra göre şeytandan gelen vesveseler dahi bir hikmete binaen gelmektedir. Evet, vesveseler, müminleri (aşı­rıya kaçmamak ve vesveseye mağ­lup olmamak kaydıyla) reha­vet­­ten kurtarıp, müte­yak­kız ol­maya vesile olur. Tembellik­ten uzaklaştırıp gayre­te ve araş­tır­maya sevk eder. La­kaytlığı atar, ciddiyete davet eder. Cenab-ı Hak, Kur’an-ı Kerim’de  (وَ قُلْ رَبِّ اَعُوذُ بِكَ مِنْ هَمَزَاتِ الشَّيَاطٖينِ) “Ve de ki: “Rabbim! Şeytanların vesveselerinden sana sığınırım.”1 buyurmaktadır. Müfessirler “hemezât” kelimesinin çoğul olarak gelmesi “şeytanın vesveselerinin birçok çeşidi olduğunu vurgulamak içindir” demişler. Zira şeytanın kıyamete kadar insanları aldatacağına yemin etmesi, mühim işlerde, sekerât anında, bela, musibet ve yokluk zamanlarında şaşırtmak için insana defaatle vesvese vermesine binaen Ce­nâb-ı Hak, kullarına şeytanın şerrinden Rablerine sığınmaları gerektiğini ifade etmiştir. O halde insan her fırsatta şeytanın vesvesesinden Rabbine sığınmalıdır. Ayette hitap zahiren Resulallah Efendimize ise de hakikatte ümmetinedir. Zira Resulallah’ın (asm) insanların ve cinlerin şer­rinden korunacağına dair teminat-ı ilâhiye vardır. O halde Allah-u Teâlâ’nın, Resulüne istiâzeyi emretmesi, ümmetinin daha ziyade iltica ve istiâzeye muhtaç olduğunu ifade etmek içindir.2 Vesveselere Karşı Mücadele Yöntemi Başımıza gelen musibetlerle baş edebilmek, karşılaştığımız sı­­kın­tılara karşı göğüs gerebilmek için öncelikle musibetin ve sıkıntının mahiyetini kavra­ma­mız gerekir. Vesvese yapılan ko­nuda bilgi sahibi olmak bizi onun zararından korur. Bilgisizlik, vesveseyi davet eder. İlim ise kovar. Sevgili Peygamberimiz (asm) “İlim cennet ehlinin feneridir”  3 buyuruyor. O halde, vesvese karanlığına ilim feneriyle karşı koymak lazımdır. Vesvesenin zararından kurtulmanın önemli bir noktası da ona ehemmiyet vermemektir. Zira ehemmiyet verdikçe büyür, şişer; ehemmiyet verilmezse küçülür, dağılır. Nasıl ki insan, arı kovanına ilişse, arılar insanın başına üşüşürler. İnsan aldırmazsa arılar dağılıp giderler. Evet, insana gelen vesveseler de arı gibidir. Eğer üzerinde çok durulur ve uğraşılırsa, ehemmiyet verilip büyütülürse insanın kuvve-i manevisi kırılır. Aklını, sıhhatini ve bütün malını bu yolda kaybedebilir. Vesveseyi gözümüzde büyütmek vesveseye mağlup olmak demektir. Nasıl ki engin ve yakın bir tepeye çıkmaya niyet eden bir insan o mevkii gözünde büyütse, yüksek ve sarp bir dağ suretinde hayal etse, daha o tepeye çıkmaya mecali kalmaz. Yola koyulmadan yorulur, vazgeçer. Aynen öyle de vesvese gözlerde büyütülürse kurtulması zorlaşır; küçük görülürse küçülür, ondan kurtulmaya bir gayret ve şevk gelir. Hayatta korkulmayacak şeylerden korkmak, insanın hayatını zehretmek için yeterlidir. Vesvesenin özü de budur. Sivrisineğin vızıltısını işiten evhamlı bir adam kuruntusundan o sesi kulağında büyütür, aslan kükremesi zanneder, telaşa kapılır. Boş yere endişe duyar. Yine başka evhamlı bir adam, vehminden, her vasıtaya bindiğinde hayalen salasını işitip titrese hayat o insana zindan olur. Vesveseden gelen bu çeşit korku kişiyi hasta eder. İşte vesveseye karşı en büyük silahlardan birisi de ondan korkmamaktır. Hayal Hüküm Değildir, Mesuliyeti Yoktur Kalp, mahall-i imandır. Şeytan ise iman yüklü kalbi bozmak ve zehirlemek için sinsice çalışmayı (Rabbimizin izniyle) kendine vazife bilmektedir. Bu suretle şeytan, müminin kalbine şüpheler atmaktadır. Mümin, imanının kuvvetiyle ve sağlam itikadıyla tuzağa düşmezse bu sefer şeytan hayal vasıtasıyla, çirkin ve pis hatıraları ve edebe aykırı nahoş halleri canlandırmaya çalışmaktadır. Şeytanın bu hilesi karşısında vesveseli kimse Cenab-ı Hakk’a karşı edepsizlik yapıyorum zannına kapılarak ümitsizliğe düşer. Kor­kulu ve endişeli halden kurtul­mak için huzurdan kaçar, gaflete dalmak ister. Müminin, bu vaziyetten kurtul­mak için öncelikle bu batıl tas­virin ve bu pis hayalin bir hü­küm olmadığını, yalnızca tahayyülden ibaret olduğunu bilmesi lazımdır. Zira çirkin ve necis şeylerin hayale gelmesi insanı küfre götürmez. Ayrı­ca kalbin bu pis düşünceler karşısında üzüntü duyması bu çirkinliklerin kalbe ait olmadığının bir delilidir. Şüphe yok ki bu hüküm bildiren necis hayaller şeytandan gelmektedir. O halde şeytana ait olan bu sinsi hileyi, mümin kendi kalbine hamletmemeli şeytanın bu tuzağına karşı uyanık olmalıdır. Hayallerdeki Pislikler Mukaddes Manalara Zarar Vermez Kalpten çıkan manalar hayalde bir surete girerler. Manalar temiz ise suretlerin pis olması manaya zarar vermez. Fakat temas ettiği için vesveseli kişi manaların çirkin suretler giydiğini zanneder. Mesela denizin kıyısına kurulan bir kamera ile güneşin batışını seyreden birisinin ekranı kirli olsa bu kir, güneşi ve denizi kirletebilir mi? İzleyen kimsenin nazarına bir zarar verebilir mi? Ebetteki pis olan yalnızca ekrandır. Ekranın necaseti ne denize ne güneşe ne de seyreden kimseye dokunamaz. Aynen öyle de hayallerdeki necaset ne mukaddes manalara ne de kulun ibadetinin sıhhatine asla zarar veremez. Namaz kılan bir kimsenin karnındaki pislik namazın sıhhatine zarar vermediği gibi, mukaddes manaların pis suretlere temas etmesi, yakınında bulunması da ona zarar vermez. Keza tefekkürî bir ibadete dalan birisinin hayaline birden ibadetin ruhuna aykırı işler gelse ve o mübarek ibadetin ortasından süfli suretler geçse kesinlikle o mukaddes manalara zarar veremez. Asıl zarar, o hayale takılıp yoğunlaşmak ve zarar edeceği zannıyla kendini harap etmektir. Hayalin Zıtları Birbirine Yakın Etmesi İnsanın hayali sınır ve engel tanımaz. Bir anda pek çok yerleri gezebilir. Kısa bir zaman diliminde muhtelif hatıralara gidebilir. Bazen küçük bir nokta ile 20 sene öncesine gider, bazen ufak bir işaretle zihinde tozlanmış olan bir hatıraya geçer. Hayalin bu hızlı intikal etme özelliğindendir ki bazen mukaddes, mübarek şeyleri görmesine rağmen bir anda pis şeyler hatırına gelebilir. Zahirde birbirine zıt ve uzak olan iki görüntü hayale göre yakındır. Hayal, özelliği gereği zıtları birbirine yakın kılmaktadır. Hâlbuki mübarek bir görüntü içinde o pis hayal hakikatçe birbirinden uzaktır. Fakat hayalce uzaklık yakınlık sebebi olduğu için, o iki zıt şey birbirine yakın gözükmektedir. Mesela ikram edilen zemzemi duayla içen kimse bir anda ehl-i cehennemin “Orada bir kaynar su ve bir irinden başka ne bir serinlik ne de bir içecek tadarlar”4 ayeti aklına gelir. Kaynağı cennet olan zemzemi içerken birden hayalen cehennemin içeceklerine intikal eder. Hâlbuki cennet ve cehennem, ak ve kara gibi, küfür ve iman gibi birbirlerine zıt olmasına rağmen hayal, bu zıtlığı yakınlık olarak görür ve ikisini bir yerde tutar, birbirine komşu kılar. Şeytan, hayalin bu özelliğinden çok istifade etmektedir. İbadet halinde olan bir mümin huzur-u ilahide olmasına rağmen bir anda süfli ve rezil bir hayalin içinde kendini bulabilir. Bu halin içerisinde olan mümin, telaşa kapılmadan, aklı başına geldiğinde, hayalindeki bu sefil vaziyetten geri dönmelidir. En önemlisi ve en ziyade dikkat edilmesi gereken, bu hayal üzerinde yoğunlaşarak meşgul olmamaktır. Üzüntüye gark olup üzerinde yoğunlaşmak, ehemmiyet vermek o zayıf hayali ve münasebetsiz hatırayı alışkanlık haline getirir. Hatta hastalık dercesine çıkar. Şunu iyi bilmek lazım ki bu, kalbî bir hastalık değildir. Ve genellikle insanın iradesi dışında gerçekleştiği için mesuliyeti de yoktur. Nasıl ki meleğin ilhamına mazhar olan kalp ile şeytanın taarruzuna müptela olan kalp aynıdır, bir kalpte iki zıt, vazifeleri itibarıyla komşuluk etmektedir, mesela; bir asansöre iki kişi binse, biri mümin diğeri kafir olsa asansör bu iki şahsı beraber taşımaktan dolayı bir zarara uğramaz. Keza o müminin imanına da bir halel gelmez; aynen öyle de insan, bir fikrin başka fikirleri çağrıştırması neticesinde istemediği pis hayallere girer, fakat zarar görmez. Şeytanın Sağdan Yaklaşması Şeytan, insana her zaman menfi bir fikirle yaklaşmaz, bazen de hayır cihetinde ifrata sevk ederek ifsat etmeye çalışır. Samimi müminin takvaya, amelde en iyi kıvamı yakalamaya çalışırken aşırıya kaçması, harama girmesi şeytanın bir tuzağıdır. Şeytan bu çeşit vesvese ile mümine aşırı titizlikle bir sünnete sevk ederken öte yandan bir vacibi terk ettirir. Kişi bu vesvese ile ibadeti hakkında şüpheye düşer. İbadetinin sahih olmadığı endişesiyle tekrar tekrar iade eder. Bu hal bir zaman sonra nefse ağır gelir ve kişiyi ümitsizliğe sevk eder. Bu noktada şeytan vesveseli, çaresiz şahsı manen yaralar. Halbuki Ehl-i Sünnet ve’l Cemaatin şeytandan gelen bu nevi vesveselere karşı itikadi noktada ortaya koyduğu esaslar bir deva niteliğindedir. Bu nevi vesveseler, batıl bir mezhep olan mutezilede görünmektedir. Mutezileye göre, “Allah ancak güzeli işler. İnsan, akıl yoluyla ahiret cihetinde güzel ve çirkin olanı bilir. Allah’ın emir ve yasakları bir şeyin akılca güzel ve çirkin oluşuna göre tayin edilir. Mesela; namazda çok büyük bir fayda olduğunu insan aklıyla bilir. Şeriat da namazda büyük bir kazanç olduğu için namazı emreder. Keza büyük günahlarda zarar aklen sabit olduğu için şeriat büyük günahları yasaklamıştır.” şeklinde fasit bir itikada sahiptir. Buna göre fiilin, eşyanın, zatı itibarıyla iyi olması onun emredilmesini gerektirmektedir.5 Kısaca, Allah ibadetleri güzel olduğu için, ahiret itibarıyla faydalı olduğu için emretmiştir. Günahları ise çirkin oldukları, ahiret noktasında zararlı oldukları için yasaklamıştır. Güzellikler ve çirkinlikler kendi zatında çirkindir, -haşa- Allah’ın emir ve yasakları da ona bağlıdır. Bu mezhebe göre, insan her ibadetinde şöyle bir vesveseye maruz kalır. Acaba ibadetim aklın tayin ettiği, hakikat noktasında güzel olan surette yapılmış mıdır? Bu gibi vesvese mutezile mezhebine mensup kimselerce görülmekte ve onlara layık bir hal almaktadır. Ehl-i Sünnet ve’l Cemaat ise, bu noktada Cenab-ı Hakk’a dayanır, onun vazifesine karışmaz, hükmüne ram olur, kafası rahat eder. Aklı zararlı, uğursuz bir alet derekesine indirmez. Cenab-ı Hak bir şeyi emretti mi, o şey güzel olur, yasakladı mı çirkin olur. Güzellik ve çirkinliğin ortaya çıkması emr ve nehy-i ilahiye bakar. Mesela; abdest alırken kollarını yıkamayı unutan bir kimsenin abdesti sahihtir. Ancak mutezileye göre bu abdest hakikatte çirkindir, fasittir. Fakat bilmediği veyahut unuttuğu için kabul edilir. Bu durumda ehl-i sünnete göre abdestini alan bir kimse abdest sahih mi değil mi şeklinde vesveseye düşmez. Zira abdestinin sıhhatine mezhepçe hüküm verilmiştir. Fakat kabul edilip edilmediğine dair kesinlikle bir garanti elinde olmadığı için bu sefer kulluğun gereği olan mahviyet halini takınır. Gurura kapı açılmaz, ameline güvenmeyi meneder. Yüce dinimiz İslam kolaylık dinidir. Sevgili Peygamberimiz (asm) “Müjdeleyin, nefret ettirmeyin; kolaylaştırın, zorlaştırmayın,”6 buyurmaktadır. İnsanın kusurunu fark edip tevbe ve istiğfar ile mahviyet içinde olması, amelini güzel görüp gurura girmesinden daha evladır. Vesveseli bir adamın amelini güzel görerek kulluğa yakışmayan bir tavır içine girmesindense, amelini kusurlu görüp istiğfar etmesi kendisi hakkında daha hayırlıdır. İşte bu düstur Rabbimizin bize sağladığı bir kolaylıktır. Mutezilenin iddia ettiği gibi “Her bir mümin eşyada ve ibadette hakiki güzelliği elde etmeyi esas kabul etse hakikat-i hale vakıf olmak için büyük bir meşakkate ve zorluğa girecektir. Akıl ne kadar yüksek de olsa yapılan amelin hakikatte iyi olduğuna dair bilgi sahibi olması takatinin fevkindedir. Bu da “dinde zorlama yoktur” düsturuna aykırıdır. Böyle ves­­vese hengâmında kişi şöyle dü­­şün­­melidir. “Hak olan dört mez­hep var. İbadetim hak olan bir mezhebe uyacak kıvam­daysa vesvese etmeye gerek yok. Bir nevi hastalık olan vesvese za­manında, ibadetim hak bir mez­hebe uysa O bana kâfidir.” demelidir. Bu anlayış, su-i istimal ile keyfi olarak mezhepler arası lakayt geçişler ile karıştırılmamalıdır. Ya Rab! Aczimizi itiraf ediyoruz. İbadetlerimizi hakkıyla eda edemediğimiz için istiğfar ve tazarru ile merhametine sığınıyoruz. Kusurumuzun affını Senden istiyoruz. Eksik ve kusurlu olan amellerimizi kabul etmeni Senden niyaz ediyoruz. İmanî Meselelerde Vesvese Vesvesenin en tehlikeli olanı ima­nî meselelerde, şeytanın ehl-i imanın hayaline şüphe su­­retiyle verdiği vesveselerdir. Vesveseli kişi bir hüküm ifade etmeyen ve elinde olamayarak hayaline gelen bir manayı sanki aklı ve kalbi bu manayı onaylamış zannederek evhama düşer. İmanına zarar gelmiş zannıyla dehşete kapılır. Bu şeytanın bir telkini ve vesvesesidir. Mümin, bu vesveseye aldanırsa kalbinin bozulduğunu, itikadına zarar geldiğini düşünür ve bunun da üstesinden gelemediği için ümitsizliğe düşer. Aklın tasdikinden ve kalbin onayından geçmeyen bir dalalet tasavvuru dalalet değildir. Tasavvur, kesinlik ifade etmeyip hüküm içermez. Tasdik ise hüküm bil­dirir. Nesne hakkında kesin bilgi verir. İman ve küfür birer tasdiktir. Tahayyül, tevehhüm, tasavvur, tefekkür ve taakkul birer tasdik değildir. Bunlar bir derece serbest oldukları için insanın iradesini pek dinlemezler. Bir sorumluluk altına girmedikleri için mesuliyet tahtında çok hareket etmezler. Ancak tasdik ve iz’an, öyle değildir. Bir mizana tâbidirler. Hülasa iman; akılda değil, kalptedir. Bundan dolayı akla gelen vesveseler insanı günaha sokmaz ve mesul etmez. Bu nevi düşünceler, -kalp tasdik ederse- tehlike arz etmektedir. Sünnet-i Seniyenin Vesveseleri İzale Etmesi Cenab-ı Hak, Kur’an-ı Ke­rim’ de “İçinizde olanı açıklasa­nız da gizleseniz de Allah si­zi onunla hesaba çeker”7 bu­­­yur­­­maktadır. Bu ayet-i keri­me nazil olduğunda sahabe-i ki­­ram efendilerimiz ciddî bir en­­di­şeye düşmüşlerdir. Hemen sevgili Peygamberimizin (sav) huzuruna gelip “Ya Resulallah! Namaz, oruç gibi takatimizin yettiği ibadetlerle mükellef tutulduk. Hâlbuki şimdi bu ayet indi. Bizim buna takatimiz yetmeyecek!” dediler. Bunun üzerine Resul-i Ekrem (sav): “Siz de evvelki ümmetlerin dediği gibi: ‘İşittik ve isyan ettik’ mi diyeceksiniz? Siz: ‘İşittik ve itaat ettik; Rabbimiz! Mağfiretini dileriz; dönüş Sanadır’ deyin!” buyurdu. Bunun üzerine, ashâb-ı kiram efendilerimiz, sevgili Peygamberimizden talim ettikleri bu dersi tekrara başladılar.  سَمِعْنَا وَاَطَعْنَا غُفْرَانَكَ رَبَّنَا وَ    اِلَيْكَ الْمَصٖيرُ Bu dersi okudukça dilleri yumuşadı, kalpleri sükûnet buldu. Böyle teslimiyetle dua ve niyaza devam ettiklerinden bir müddet sonra: “Allah, kimseyi gücünün yetmeyeceği bir şeyle mükellef tutmaz!” mealindeki ayet-i kerime müminlere rahmet olarak nazil oldu ve sahabe efendilerimizi endişeye sevk eden önceki ayetin hükmü kaldırıldı.8 Vesvesenin ve evhamın karanlıklarını gideren en büyük nur, Peygamberimizin (sav) sünnetidir. Nasıl ki bir oda, gece vakti güzel bir lamba ile apaydın olur, zifiri karanlık bir gecede parlak yıldızların ortaya çıkması gökyüzünü ışıl ışıl eder, aynen öyle de hayatımıza temas eden sünnetin her bir nüktesi zulümatlı, dalaletli ve vesveseli yollarda güneş gibi parlamakta, biçare müminin kalbine ferah ve sürur vermektedir. Hâlbuki o yollarda insan, zerre miktar sünnetten yüz çevirse, sünnetin rehberliğini terk etse şeytanın oyuncağı haline gelir, evhama mağlup olur, korku ve endişeler karşısında savunmasız kalır, dağlar büyüklüğündeki yükleri zayıf omzuna alır. Evet, sünnet-i seniyeye sımsıkı yapışan, vesvesenin ağır yükünden kurtulur, huzur bulur. Vesveseye Karşı En Büyük Kalkan Namazda okuduğumuz ayetlerin manalarını tefekkür, şeytanın vesvese, evham ve hücumuna karşı manevi bir kalkan hükmündedir. Hem de müminin ibadetinde huşu ve huzuru temin etmesi açısından çok önemlidir. Müminlerin kıblesi Kâbe’nin namaza başlarken hayalen hatıra gelmesi bir huzur alametidir. Kâbe’nin etrafında omuz omuza saf tutan müminler, bir daire şeklinde Kâbe’yi ihata etmektedirler. Hayalin yardımıyla başımızı kaldırıp uzak memlekette bulunan müminlerin oluşturdukları saflara baktığımızda onların da âlem-i İslam’ı ihata ettiğini görürüz. Namaz kılan her bir mümin o saflara dâhildir. Keza namazda söylenen her bir sözün delili bu muazzam cemaattir. Namaz ile ilan edilen her bir davaya hüccet, bu nurani mübarek cemaatin ettikleri şehadetlerdir. Meselâ: Mümin namazda  اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ dediği vakit, o mübarek cemaati oluşturan bütün müminler “Evet doğru söyledin,” diye onun o sözünü tasdik ediyorlar. İşte bu tasdikler, evham ve endişe veren vesveseye karşı manevî bir kalkan vazifesi görür. Böylece mümin, vesvesenin şerrinden kurtulur. Aynı zamanda, duyguları ve latifeleri, kıldığı namazdan zevk ve hisselerini alır. Kur’an’ın Nuru Olan Risale-i Nurların Tedavisi Kur’an’ın icazı, beyanı, üslu­bun­­daki zenginliği sarsılmaz, yüksek, bir kale gibidir. Hiçbir şüphe, vehim ve vesvese hırsızları o kaleye giremez. Kur’an’ın her bir suresi, her bir ayeti, o kalenin surları gibidir. Bu kaleye sığınan vesveselerden kurtulur. Kur’an’ın bir nuru olan Risale-i Nurlar da bu asırdaki fitne ve şüphelere karşı Kur’anî bir metot kullanarak ehl-i imanın imdadına yetişmekte, onların imanlarına yardım etmektedir. Şeytanın vesveselerinden en ürkütücü olanı sekerat anında imana ilişmesi endişesidir. Sekerat vaktinde şeytanın vesvesesi, akla şüphe verip insanı tereddüde düşürmeye çalışmaktır. Risale-i Nurlar, delil ve burhan ile iman hakikatlerinin akla, kalbe, ruha ve latifelere yerleşip kökleşmesine vesile olduğundan şeytan o yerlere yetişememektedir. Evet, kafayı ve bütün aza ve asabı saran ve sarsan vehim ve hayal, vesvese ve tasa, korku ve merak yangınının dehşetli ateşini Risale-i Nur’un feyzi söndürülebilir. Cenab-ı Hak, bizleri vesvesenin her türlüsünden muhafaza eylesin, Nurlardan hakkıyla istifade etmeyi cümle ehl-i imana nasip eylesin. 1- Mü’minûn suresi, 972- Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat: 9-10/3666-36673- et-Tergib ve’t- Terhib, 1, 52.4- (Dünyada işledikleri amellere) uygun bir karşılık olarak, orada bir kaynar su ve bir irinden başka, ne bir serinlik, ne de bir içecek tadarlar! Çünki onlar (ken­dileri hakkında) bir hesab (görüleceğini) ummuyorlardı. (Nebe suresi, 24-25-26)5- Toprak, Süleyman, Gölcük, Şera­fed­din, Kelam, Tekin Kitabevi, 1996, Konya, s.241-2426- Müslim, Cihâd, 17327- Bakara suresi, 2848- İbn-i Kesîr, c. 1, 257

Ahmed Hüsrev ACAR 01 Kasım
Konu resmiSemadan Gelen Bereket
İtikad

Ey gökten inen bereketle bağ ve bostanları, hububatı, leziz meyveli ağaçları yaratan ve bize ikram eden Rabbimiz! Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm’ın bereketi hürmetine, bize ihsan ettiğin maddî ve manevî rızkımıza bereket ihsan et! Âmin! Sözlükte “olağandan, alışılandan çok olma durumu, bol verim, bolluk, gürlük vb.” anlamlara gelen bereket; verilen nimetin ve maddî imkânın artması, fazlalaşması, genişlik ve bolluk vesilesi olması manalarını taşır. Rahman ve Rahim isimlerinin yeryüzündeki bir çeşit tezahürüdür, bereket. Kimi zaman bir katre suda belirir, kimi zaman bir lokma ekmekte gösterir kendini. Zehirli bir sineğin balı, elsiz bir böceğin ördüğü ipek olur. Işık, ısı ve rahmet gibi dünyamıza lazım olan bereketler de semadan gelir, yani gönderilir. Rabbimizin göremediğimiz hazinlerinden ikram-ı İlahi olarak ihsan edilir bize.  Bazen bir samimi tebessümün bazense bir duanın bereketini yaşarız. Dakikalarımız bereketlenir, mekân buram buram bereket kokar. Bu etkilenmişlikle Cennetten akan mübarek Fırat, Dicle ve Nil nehirleri gibi coşar, etrafımıza bereket saçarız biz de. Teselli ve sürur vesilesi oluruz. Hayata hizmet ederiz. Ne kadar da muhtacız berekete! Satanımız “Allah bereket versin” alanımız ise “Bereketini gör” der. Misafir evimize hep bereketi ile gelir. Gönülden kurduğumuz sofralarda “kesenize bereket” duası yükselir. Bir musibetten kurtulduğumuzu, korunduğumuzu fark edince dilimizden ansızın “Bereket ki” sözü dökülüverir. “Harekette bereket var” diyerek aşk ve şevk ile çalışırız. Daima berekete mazhar olmak için “Bismillah” ile başlarız her işimize. Zira saadet-i ebediye kapısını açan bir anahtar, her mübarek şeye feyiz ve bereket veren nurlar membaıdır, Bismillah. Kur’an’ın bir hülâsası, bir fihristi ve miftahıdır. Arştan ferşe kadar uzanmış nurani ve mukaddes bir hat olmakla beraber, kuşkusuz bitmeyen bir berekettir. Bu kelime öyle mübarek bir definedir ki, nihayetsiz olan aczimizi ve fakrımızı, nihayetsiz kudrete, rahmete raptedip, Kadîr-i Rahîm’in der­gâhında aczi, fakrı en makbul bir şefaatçi yapar bizleri ve her şeyi. Ruhun rahatına ve kalbin tenef­füsüne vesile olan beş vakit na­mazımıza çok ehemmiyet veririz. Nafakamız bereketli olsun diye güneşin doğuşu ile başlayan ve yaklaşık kırk beş dakika süren kerahet vaktinde uyanık kalır, işe koyuluruz. Öyle ya, ömür kısa lüzumlu işler ise çok fazla. Geçim sıkıntısı çekmemek adına kanaate alışır, iktisatla yaşarız. Zira “kanaat eden, iktisad eder; iktisad eden, bereket bulur.” İsraf ile bereketi kaçırmayı asla istemeyiz. Yılandan, akrepten kaçtığımız gibi kaçarız israftan. Bereket vesilelerinden biri de zekattır bize. “Zekât, her şahıs için sebeb-i bereket ve dâfi-i beliyyattır. Zekâtı vermeyenin herhalde elinden zekât kadar bir mal çıkacak ya lüzumsuz yerlere verecektir, ya bir musibet gelip alacaktır.” Şayet hanelerimizde ihtiyar an­ne ve babamız kalıyorsa on­ların dualarını alır, çabuk et­ki­lenen kalplerini hoşnut ede­riz hep. İyi biliriz ki onlar hanelerin bereket direğidir, musi­betler onların vesilesi ile def­edilir. “Evet kâinatın şeha­detiyle, nihayet derecede Rahman, Rahîm ve Latîf ve Kerim olan Hâlık-ı Zülcelal-i Vel’ikram, çocukları dünyaya gönderdiği vakit, arkalarından rızıklarını gayet latîf bir surette gönderip ve memeler musluğundan ağız­larına akıttığı gibi; çocuk hük­müne gelen ve çocuklardan daha ziyade merhamete lâ­yık ve şefkate muhtaç olan ih­ti­yarların rızıklarını dahi, be­re­ket suretinde gönderir. On­ların iaşelerini, tama’kâr ve bahil insanlara yükletmez.” Üstad Bediüzzamanın ifade et­tiği, “Nurlarla ya okumak ve­ya okutmak veya yazmak su­re­tindeki meşguliyet; tecrü­be­lerle kalbe ferah, ruha rahat, rızka bereket, vücuda sıhhat veriyor” gerçeği ile gayrete gelir, nurlara koşarız. “Ey Kur’an şakirdleri! Sizi vazife-i mukaddesenizden ekseriyetle geri bırakan, maişet telaşesidir. O ise, Kur’an’ın feyziyle, bereket nevinden sizlere veriliyor. Vazifenize bakınız.” ikazı bize rehber olur, iman ve Kur’an hizmetlerinde yalnız vazifemize bakarız. Terk-i enaniyet, tevazu ve mahviyet ile eşe, dosta ve hususen dava arkadaşlarımıza bereket saçan bir uzuv olmaya çabalarız. “Meziyetin varsa hafâ türabında kalsın; tâ neşvünema bulsun. Ey zîhâssa-i meşhure! Taayyünle zulmetme, ger perde-i hafânın altında sen kalırsan, ihvanına verirsin ihsan ve bereketi.” Övünçle, gizli olan bir bereketi açığa çıkarmak yahut anlatmak, o bereketin kesilmesine sebep olduğu için Rabbimize sığınır, gizli kalmasına çalışırız. Aşikâr olan bereketleri ise şükür niyeti ile anlatırız dilimiz döndükçe. Ey gökten inen bereketle bağ ve bostanları, hububatı, leziz meyveli ağaçları yaratan ve bi­ze ikram eden Rabbimiz! Re­sul-i Ekrem Aleyhissalâtü Ves­selâm’ın bereketi hürmetine, bize ihsan ettiğin maddî ve manevî rızkımıza bereket ihsan et! Âmin! “Besmele ile yenen yemek bereketli olur.” (İbn Mace) “Dua, ömrün bereketini artırır.” (Tirmizi) “Ticarette bereket vardır, ticarete yalan, hıyanet karışınca bereket gider.” (Buhari)

Celal AKAR 01 Kasım
Konu resmiNasıl Başlarsa Öyle Biter
İnsan

Geçtiğimiz Ekim ayının 21’ine denk gelen Cuma hutbesi sırası bana gelmişti. İmam-Hatip lisesinden mezun olduktan sonra farklı zamanlarda farklı yerlerde hutbe okuma vazifesi olmuştu, Vakıfta da ayda bir defa gelecek şekilde vazife düşüyor. İnsanın zamanında aldığı eğitim gereği ve birikimiyle vazife icra ediyor olması güzel. Malum olduğu üzere, bir işi, bilgiyi unutmamanın en kolay ve kısa yolu, devam ettirmektir. Çoğumuz buna imkân bulamayabiliyoruz. Hatta çoğumuz mezun olduğumuz okulda aldığımız eğitimle alakalı işlerde de çalışmıyoruz. Bu açıdan benim için bir güzellik bu durum. Mezkûr hafta da hutbe okumak için bir çalışma yaptım. Risale-i Nur Külliyatın ana eseri olan Sözler Mecmuasının ilk risalesi olan Birinci Sözden mülhemen aşağıdaki hutbeyi hazırladım. Hutbeden sonra kıymetli bir büyüğüm, “Kırk beş sene önce, imam hatip öğrencisi iken ben de Molla Fenari camiinde verdiğim bir hutbede Birinci Sözü hazırlamış ve okumuştum. Namazdan sonra çıkışta amcalar bana dua ettiler, ne güzel bir hutbe dediler” diye bir hatırasını anlatıp istihsanda bulundu. Bu da ayrıca memnun etti beni. Vesileyle ben de bu hutbenin yazılı halini sizlerle paylaşmak istedim. * * * Bismillah her hayrın başıdır. Her hayırlı işimize Besmele ile başlamak mümin ve Müslüman olmanın gereğidir. Efendimiz (sav), “Meşru işlerin hangisi olursa olsun Besmele-i şerife ile başlanmazsa hayrına ve tamamına nail olunamaz, bereketsiz kalır.”1 buyurmuştur. Hadis-i şerifte beyan edildiğinden bahisle Besmele tükenmez bir kuvvet, bitmez bir berekettir. Çünkü Besmele, bizleri nihayetsiz kudret ve rahmet hazinesine ulaştıran en mühim bir anahtardır. Bunun ön şartı da insanın kendisinin hadsiz derecede zayıf ve fakir olduğunun farkında ve şuurunda olmasıdır. * * * Biliyoruz ve bilmeliyiz ki insan aciz ve fakir olarak yaratılmıştır. Buna mukabil düşmanları çok, ihtiyaçları ise sonsuzdur. İnsanın şu hali çölde seyahat eden adama benzer. Kuraldır, çölde seyahat eden adam bir kabile reisinin ismini alır. Ta ki o seyahatine engel teşkil edecek şakilerden, yol kesicilerden “Ben falan reisin ismiyle gezerim” diyerek kurtulur, ona ilişemezler. Yahut bir yere geldiğinde o reisin ismiyle / namıyla karşılanır, hürmet görür. Benzer bir seyahat için iki ayrı adam düşünelim. Birisi mağrur yani kendini beğenen, kendisinden başkasına iltifat etmeyen, sadece kendi­si­ne güvenen, her işi kendi başı­na halledeceği düşüncesiyle her türlü yardımı reddeden bir adam olsun. Bu adam, nihayetsiz aciz ve fakir olmasına rağmen, bunu göz ardı edip, kendini kendine yeter zannederek hareket ettiğinden dolayı o seyahati boyunca türlü belalar çeker, eziyetler görür. Diğer adam ise mütevazı yani alçak gönüllü, kibirsiz birisidir. Kendi potansiyelinin farkında olarak, oralarda sözü geçen bir zatın ismini alır, onun namıyla hareket eder. Bunu kendisi için zül görmez. Bilakis memnun olur. Bu hal ile her türlü engeli aşar, nereye gitse o nam ile hürmet görür. * * * Evet, bizim halimiz çölde seyahat eden adama benzer. Düşmanımız çok, ihtiyaçlarımız sınırsızdır. Bunlara karşı yapmamız gereken, mütevazı olup şu kâinatın Malik-i Ebedisi ve Hâkim-i Ezelisinin ismini almak ve ona göre hareket etmektir. Allah’a karşı acz ve fakrımızı bilmekle, O’nun sonsuz kudret ve rahmetinden nihayetsiz fayda göreceğimizin farkında olmaktır. Modern dünyanın insana dayattığı enaniyet, gurur, kendine güven, gücü kendinde hisset, sen sana yetersin gibi nefsani ve şeytani aldatmacalara kapılmamaktır. * * * Etrafına bakan herkes görür ki, nice mahlukat kendi güçlerinin üzerinde nice işler koyar ortaya. Arı bal makinesi, ipek böceği ipek tezgâhı, koyun, keçi, inek süt fabrikası gibi çalışır. Küçücük tohumlar başları üzerinde kocaman ağaçları taşırlar. Narin, ince kök ve damarlar sert olan taş ve toprağı delerler, geçerler. Yaş ve yeşil olan incecik yapraklar, şiddetli sıcağa karşı kurumadan ve özelliğini kaybetmeden durabilirler. Aklı başında olan herkes bilir ki kuru bir çubukta şerbet tulumbacığı hükmünde olan üzümler kendiliğinden olmadığı gibi, bütün mahlukat üzerinde görünen mükemmel güzellikler de onların eseri olamaz. Onlar, ancak Bismillah diyerek nihayetsiz kudret ve rahmete rabt-ı kalb ederler ve bu güzelliklere mazhar olurlar. Bir parça bunları gören, okuyan ve anlayan insan idrak eder ki işin sırrı Besmelededir. Besmele ile aşılmaz dağlar aşılır, geçilmez surlar geçilir. Her türlü ihtiyaç ancak Besmele ile giderilebilir. Hem bütün kainatla olan bağ ve alış-veriş ancak Besmele ile gerçekleşir. Ağaçtan bir elma koparan insan, Bismillah diyerek alır, elmanın ağaçtan değil, ağaca onu verenden olduğunu dil ile izhar eder, kalbi ile tasdik eder; nihayetinde şükrünü ve minnetini ağaca, insan, sebeplere değil, Allah’a yapar. * * * Anlatılır ki namı Avrupa yakasına ulaşmış Üsküdar’da selatin camilerden birinde vaaz eden bir hoca efendi vardır. Bu nam kulaklarına gelen fakir bir karı koca kayığa verecek paraları olmadığından gidip istifade ede­memenin sıkıntısını yaşarlarken, evin beyi bir lepe yap der hanımına. Yaparlar ve onu satarak elde ettikleri iki akçenin birisini gidiş için kayıkçıya verirler. Camiye gelirler, büyük bir kalabalıkla sohbeti dinlerler. Hoca efendi Besmeleyi anlatmaktadır. Bir yerde der ki “Bismillah de, denizde yürü!” Bunu duyan ve anlayacak hal ve durumda olan safi kalpli fakir karı koca dönüş yolunda kalan bir akçeyi değil de Besmeleyi kullanırlar. Bismillah deyip, suyu geçer ve evlerine gelirler. Hocadan aldıkları bu dersin teşekkürü için eve davet etme niyetiyle tekrar karşıya gider, hocayı bulur ve olanı anlatıp davetlerini yaparlar. Hoca sevinir ama kafasında çözemediği bir şey vardır. Bu iş nasıl olur? Onlarla beraber suyun kenarına gelir, karı koca su da yürüyüp giderken arkalarına dönerler ve hocaya “hadi gel” derler. Hoca da onlara “Hey gidi mübarekler, varın gidin yolunuza. Ben de bilgi var ama sizdeki samimiyet hali henüz yok” deyip onları uğurlar. Allah gönülden ve samimiyetle kendisine iman edip inanmamızı ve ihtiyaçlarımıza karşı samimiyetle ve manasını müdrik olarak müracaat edeceğimiz tek kapı olmayı nasip eylesin. 1- Suyûtî, el-Câmiu’s-sağîr, no: 6284

Metin UÇAR 01 Kasım
Konu resmiFedakârlık Nedir?
İnsan

“Müminlerden özür sahibi olmaksızın cihaddan geri kalıp evlerinde oturanlarla Allah yolunda malları ve canlarıyla cihat edenler bir olmazlar. Allah malları ve canlarıyla cihad edenleri velev özürleri sebebiyle olsun oturanlar üzerine derece itibariyle üstün kıldı.” (Nisa, 95)“(Ey müşrikler!) Siz hacılara su vermeyi ve Mescid-i Haram’ı onarmayı, Allah’a ve ahiret gününe iman edip de Allah yolunda cihad edenlerin imanı ile bir mi tutuyorsunuz? Hâlbuki onlar Allah katında eşit değillerdir. Allah zalimler topluluğunu hidayete erdirmez.” (Tevbe, 19) Fedakârlık; bir dava uğruna mad­di manevi sahip olunan her şeyden arkasına bakmadan, gözlerini kırpmadan vazgeçebilmektir. Fedakârlık, sahip olduğu her şeyini; malını, canını, nefsini, dünyasını, gerekirse ahretini davası uğruna harcamak, bunu yaparken de herhangi bir endişe, üzüntü ve keder çekmemek; aynı zamanda feda etmenin hazzını iliklerine kadar yaşayabilmektir. Fedakârlık, kendi çıkarlarından feragat edip her daim feda etme aşkını şevkini gayretini kendinde hissedebilmektir. Fedakârlık; yalnızca refah ve zenginlik içindeyken değil, darlık, sıkıntı ve yoksulluk söz konusu olduğunda da aynı şevkle yaşanan bir manevi haldir. İçinde bulunduğu maddi-manevi zorlukları vicdanına karşı bir mazeret olarak öne sürmeden gerekeni harfiyen yapmaktır. Fedakârlık, İslamiyet’in bizden istemiş olduğu, her hadisedeki vicdani hassasiyetlerimizin Allah’ın rıza­sı dairesinde ortaya çıkmasıdır. Bu güzel ahlak, müminleri iman etmeyenlerden ayıran en önemli bir özelliktir. Zira iman etmeyen insanın düşüncesi ve gayreti sadece nefsidir. Nefsin ıslahı yalnızca iman ile olduğuna göre, iman etmeyende fedakârlığın bu manasıyla bulunması mümkün değildir. Müminlerin hayatlarının her anına hâkim olan/olması gereken bu haslet, Kur’an’da bildirilen bu ahlak anlayışı, yüce Allah’ın rızasını kazanabilmek için çalışan Müslümanlar arasında tam manasıyla yaşanır. Müslümanların bu güçlü fe­da­kârlık anlayışları içinde hayırda yarışmaları, kardeşlerinin nefislerini kendi nefislerine tercih etmeleri, İslam davası uğrunda canlarını ve mallarını feda etmeleri ve bu özellikleriyle bir­birlerine örnek olmaları ise Allah’ın izniyle hem dünyada hem de ahirette çok büyük hayırlara vesile olmuştur ve olmaya devam etmektedir. En Büyük Fedakârlar Şüphesiz ki insanlar içinde en büyük fedakârlığı peygamberler göstermişlerdir. Hangi şartlarda olursa olsun bütün sıkıntı ve kederlere karşı sabredip ümmetlerinin iman selameti yolunda çekmedikleri cefa görmedikleri eza kalmamıştır. Mesela; vücudu demir taraklarla soyulan, üzerine ağır taşlar konulan, her türlü işkenceden Allah’ın lütfuyla kurtulan, nihayet o işkencelerden biriyle şehit olan Cercis Aleyhisselam fedakârlık timsali bir peygamberdir. Onun fedakârlığını örnek alan müminler, “Cercis’leyim, Hak yoluna çıkmayan canı neylerim” diye ona benzeme gayreti içine girmişlerdir. Hazret-i Nuh ise kavmini tam dokuz yüz elli sene hak yola davet etmiş, büyük bir sabırla yılmadan sebat etmiştir. Yine şehit peygamberlerden Ze­­keriya (as) hak dinin tebliği, Haz­­ret-i Meryem’in muhafaza­sı uğruna gazap edilmiş olan İs­­rail­­oğulları ile ömür boyu mü­ca­dele etmiş ve bir ağaç kovu­ğunda kesilerek Rabbine kavuşmuştur. Hazret-i İbrahim (as) ise göklerin ve yerin yaratıcısı ve mevcudatı yoktan var edenin Hazret-i Allah olduğunu babasına ve kavmine haykırmıştı. Putları­nın onlara hiçbir faydasının ol­madığını anlatmak maksadıyla putlara tuzak kurmuş ve bütün kavmini karşısına alacak bir kahramanlık sergilemiş, neticesinde de ateşe atılmıştı. Ayrıca, Rabbine verdiği sözü yerine getirmek uğruna, can paresi oğlunu kurban etme yolunda eşsiz bir fedakârlık örneği göstermişti. Ve Yunus (as). Her türlü dışlamaya ve kapıların üzerine kapatılmasına aldırış etmeden kavmini tam otuz üç sene hak dine davet etmiş ve kendisine yalnızca iki kişi iman etmişti. Diğer bir çilekeş peygamber de Yusuf (as)’dır. Önce kardeşlerinin tuzağı, sonra babasından ve yurdundan ayrılışı, daha sonra da kendisine atılan iftira. Bunların hepsine sabretmiş, Rabbinin rızası için iffetini muhafaza etmiştir. Rabbinin verdiği hastalığa sabredip şükreden ve asla hastalığından şikâyet etmeyen Eyüb (as) da her halinde harika bir fedakârlık örneği sergilemiştir. Üzerine taşlar yağdırılarak helak edilen kavmin peygamberi Lut (as) ise kavminin çirkin işlerine sabretmiş, yapmış oldukları sefahat ve dalaletten onları kurtarmak için gayret sarf etmiştir. Ve nihayetinde kavminin kendisini vazifeli olduğu şehirden çıkartmak istemesi üzerine Rabbi onu ve ehlini -karısı hariç- o şehirden kurtarmıştır. Cenab-ı Hakk’ın gönderdiği yüz yirmi dört bin peygamber in­san­lığın selameti, ümmetlerinin felahı ve sadece Allah’ın rızası uğruna bu ve emsali fe­dakârlıkları ve kahramanlık­ları göstermişler, çilenin ve acı­nın her türlüsüne göğüs germiş­ler­dir. Efendimiz (sav) ve Ashab-ı Kiram Tarihin hiçbir safhasında görünmeyen fedakârlık numune­lerini ise ümmeti olmakla şe­ref­lendiğimiz Hazret-i Mu­ham­­med Mustafa (sav) ve Sa­ha­be-i Güzin Efendilerimiz gös­­ter­miş­lerdir. Samimi imanlarından kaynaklanan fedakâr ahlak­la­rından naşi tüm insanlara ör­nek olmuşlardır. Mallarına, canlarına ehemmiyet vermemiş, inkâr edenlerin çoğunlukta olduğu ve iman edenlere karşı büyük bir düşmanlıkla harekete geçtikleri bir dönemde, yüce Allah’ın rızasını kazanabilmek için, hiçbir şartta değişmeyen bir kararlılık göstermişlerdir. Gerektiğinde evlerini, ailelerini, işlerini, mallarını-mülklerini, dünyaya ait itibarlarını ve dünya hayatına dair tüm nimetleri hiç düşünmeden geride bırakmışlardır. Sahabe-i Kiram bu dönemde toplumun manevi baskısının yanı sıra, her türlü eziyet, işkence ve suçlamayla da karşı karşıya kalmıştır. Hayatlarının büyük bölümünü ölüm tehdidi altında geçirmiş, şiddetli bir korku, açlık ve baskılarla mücadele etmek zorunda kalmışlardır. Sahabeler çoğu zaman yiyecek hiçbir şey bulamayacak kadar ciddi boyutlarda bir açlığa, susuzluğa, soğuğa ve bunların yol açtığı hastalıklara karşı mücadele etmişlerdir. Kendi menfaatleri yerine, Müslümanların rahatını, huzurunu, güvenliğini ve selametini sağlamak için çaba harcamışlardır. Peygamberimiz (sav)’in güvenliğini, kendi canlarından ve rahatlarından üstün tutarak, yüzyıllar boyunca, gelmiş geçmiş tüm insanlara örnek olacak, imanlarının tecessüm etmiş hali olan eşsiz bir fedakârlık örneği sergilemişlerdir. Kur’an’da iman sahiplerinin Peygamberimiz (sav)’e karşı olan bu sadakatleri ve bu yönde gösterdikleri fedakârane ahlaklarına “Peygamber, müminlere kendi nefislerinden daha evladır…” (Ahzab, 6) ayetiyle dikkat çekilmiş, Resulullah (sav)’in nefsini daima kendi nefislerinden üstün tuttukları bildirilmiştir. “La ilahe illallah” dediği zaman tek başına olan, kavim ve kabilesi hatta en yakın akrabaları bile kendisine karşı çıkan, yurdundan çıkarılan, taşlanan, en sevdiklerini şehit veren, mescidi haramda namaz kılarken üstüne pislikler atılan, hayatı boyunca “Ümmeti! Ümmeti!” diyen Hatemü’l-Enbiyanın güzide sahabelerinin fedakârlıklarından bazıların göz atalım. Asr-ı Saadetten Fedakârlık Tabloları “Mekke’nin en zengin ve en söz sahibi ailelerinden birine mensup olan ve Peygamberimiz (sav)’in tebliğine uyan ilk Müslümanlardan biri olan Erkam b. Ebi’l-Erkam’ın, ilk Müslümanların büyük tehdit ve baskı altında oldukları, en yakın akrabalarından bile eziyet gördükleri, ibadetlerini gizlice yerine getirdikleri bir dönemde, Peygamberimiz (sav), evini Müslümanların hizmetine açtığını bildirmiştir. Hz. Erkam’ın Kâ’be-i Muazzamının batı tarafındaki bu evi, Müslümanlar için çok büyük bir nimet olmuştur. Peygamber Efendimiz (sav) ve o dönemde sayıları 10-15’i geçmeyen müminler buraya gelip gitmiş, bu ev vesilesiyle ibadetlerini rahatlıkla yerine getirebilme ve İslamiyet’in yayılması için çalışabilme imkânı bulmuşlardır. Üç yıl kadar kaldıkları bu evde yapılan tebliğler, pek çok kişinin İslamiyet’i kabul etmesine vesile olmuş, Erkam b. Ebi’l-Erkam’ın evi İslam tarihinde çok önemli bir rol oynamıştır. İlk Müslümanlar kendilerine yapılan eziyet ve işkencelerden kurtulmak için bu eve sığınmış, Hz. Ömer’in katılmasıyla kırk kişi oluncaya kadar Sahabe-i Kiram burada kalmışlardır.”1 İslam tarihinde, Peygamberimiz (sav)’e olan sevgisi ve sadaka­tiyle, şerefle anılan sahabelerden biri de Hz. Ebubekir’dir. Hz. Ebubekir, gösterdiği pek çok üstün ahlak özelliğinin yanı sıra infak konusundaki ihlâsıyla da Müslümanlar için güzel bir örnek olmuştur. Tarihi kaynaklarda Hz. Ebubekir’in, Müslümanların güçlenmesi ve İslamiyet’in yayılması için, bel­ki de desteğe en çok ihtiyaç olan bu dönemde sahip olduğu tüm malını büyük bir şevk ve istekle infak ettiği, hatta ilk sadakayı Hz. Ebubekir’in verdiği anlatılmaktadır. Peygamber Efendimiz (sav)’in ilk halifesi olan Hz. Ebubekir, dini kuvvetlendirmek için malını vermekte, düşmana karşı mücadele etmekte hep önde olmuştur. Tebük Savaşında, Re­sûlullah, herkesin yardım yap­masını emir buyurunca, her­kes malının bir kısmını getirip verdi. Sonra Hz. Ebubekir de malını getirip teslim etti. Peygamber Efendimiz (sav) Hz. Ebubekir’e dönüp: – Ya Ebubekir, sen evine ne bıraktın? deyince, – Ya Resûlallah, evime bir şey bırakmadım. Tamamını buraya getirdim. Onlara Allah ve Resul’ünü bıraktım, diye mukabelede bulunmuştur. Hz. Peygamber malının yarısını getirip veren Hz. Ömer’e de “Ailene bir şey bıraktın mı?” diye sordu. O ise “Evet malımın yarısını getirdim; diğer yarısını ise onlara bıraktım” dedi. Sonra Hz. Ebubekir’in malının tamamını getirdiğini işitince de “Onunla yarıştığımız bütün hayır işlerinde o beni geçmiştir” dedi.2 Ashab-ı Kirâm’ın en zenginle­rinden olduğu hâlde, mala kar­şı hiçbir sevgisi olmayan Ab­­durrahman bin Avf da fe­da­­kârlığıyla İslam tarihine geç­miştir. Abdurrahman bin Avf’ ın Tebük Savaşında in­fak konusunda gösterdiği fe­da­kâr­lıklar, İbn Abbas’tan şöyle rivayet edilmektedir: Taif’ten dönüşünden altı ay son­ra Hz. Peygamber’in yanına git­tim. Allah Teâlâ ona, Tebük Savaşını emretti. Bu, Hicaz’da sıcaklığın en şiddetli olduğu bir zamana rastlıyordu. Münafık­ların sayısı çoktu. Dahası, o sı­ra­da Suffe ashabı da bir hayli artmıştı. Bunlar mescide bitişik bir evde kalıyorlardı. Hz. Peygamberin ve diğer müminlerin verdikleri sadakalarla geçiniyorlardı. Savaş çıktığında Müslümanlar onları kendi aralarında paylaşırlardı. Durumu iyi olanlar ya onlardan birinin savaş teçhizatını ya da içlerinden dört kişinin yiyecek ihtiyacını üzerine alırdı. Sonra da hep birlikte savaşa giderlerdi. Hz. Peygamber bu savaşta da Müslümanlara mallarını Allah yolunda ve onun rızası için harcamalarını emretti. Onlar da bu emre uyarak mallarını infak ettiler. Fakir Müslümanlardan bir kısmına binek temin edilebildi, ancak bazıları yaya kaldı. O gün Abdurrahman bin Avf iki yüz ukiyye (1 ukiyye 40 dirhem değerinde bir ağırlık ölçüsüdür) para yardımında bulundu. Bu, o gün Müslümanların vermiş oldukları sadakaların en büyüğü idi. Hz. Peygamber Abdurrahman’a, “Ailen için bir şey bıraktın mı?” diye sordu. O da “Evet, infak ettiğimden daha fazlasını bıraktım” dedi. Hz. Peygamber “Peki onlara ne bıraktın?” diye sorduğunda Abdurrahman, “Allah ve Resul’ünün vaat ettiği rızık ve hayrı bıraktım” dedi.3 Hz. Ebubekir ve Hz. Os­man’ın ardından Peygamberi­miz (sav)’e tabi olarak, ilk Müs­lü­man­lar­dan olma şerefine erişen ve bundan dolayı işkenceye uğra­tılan Talha bin Ubeydullah, Uhud Savaşında Resulullah’ı koruyabilmek için büyük kahramanlıklar gösteren sahabeler­dendir. Malik bin Zübeyr adındaki bir keskin nişancının Peygamberimiz (sav)’e attığı oklara karşı koyabilmek için elini oklara tutan Talha bin Ubeydullah’ın eli parçalanmış ve parmakları bu yüzden çolak kalmıştır. Bu savaşta seksene yakın yara aldığı, hemen her yeri kılıç, mızrak ve ok darbeleriyle yaralandığı halde Resulullah’ın yanından ayrılmamış, O’nu (sav) korumaya çalışmıştır. Hz. Ebubekir ve Sa’d bin Ebî Vak­kâs, Resûl-ü Ekrem Efendimiz (sav)’in yanına yetiştiği sırada kan kaybından bayılan Talha bin Ubeydullah’ın ayılır ayılmaz sorduğu ilk soru ise kendisine değil, yine Resulullah’a yönelik olmuştur.4 Hazret-i Musab bin Umeyr, Mekke’nin en zengin ailesinin tek çocuğu idi. İslam’a girdiğinde on yedi yaşlarındaydı. Medine’ye giderken üzerinde sadece bir elbisesi vardı ve başka bir şeyi yoktu. Ondan sonra da hep böyle yaşadı. Hatta Uhud’da şehit olduğunda üzerine örtecek tam bir kefen bezi bile bulamamıştı.5 Hz. Ali’nin fedakârlıkta bulunmanın ne kadar büyük bir nimet olduğunu şöyle dile getirdiği rivayet edilmektedir: “Şu iki şeyden hangisinin minnet yönünden daha büyük olduğunu bilemiyorum: Birincisi, bir Müslüman kardeşimin, ihtiyacımı giderir düşüncesiyle ve halis bir niyetle bana müracaat etmesidir. İkincisi de Allah Teâlâ’nın onun ihtiyacının benim ellerimle giderilmesini sağlamasıdır. Yemin ederim ki bir Müslüman kardeşimin bir ihtiyacını karşılamak, benim yanımda yeryüzü dolusu altın ve gümüşüm olmasından daha sevimlidir.”6 Hz. Peygamber’in kardeş yaptığı Abdurrahman b. Avf’ın Medineli kardeşi Sa’d b. Rebî’ el-Ensârî, evine çağırdığı bu din kardeşi Abdurrahman b. Avf’a bakınız ne diyordu: “Kardeşim, Medineliler içinde en çok serveti olan benim. Malımın yarısını sen al. Nikâhımda iki hanımım var, bak, hangisini beğenirsen onu boşayayım sen nikâhla.” Bunun üzerine Abdurrahman b. Avf da şöyle cevap verdi: “Allah senin hanımını da malını da mübarek kılsın. Sen bana pazarın yolunu göster.” Abdurrahman b. Avf, pazarda ticaret yaparak hem geçimini sağladı hem de kısa sürede büyük servet kazandı.7 Evet, Allah Resulünün sahabelerinin fedakârlık ve kahramanlıkları saymakla bitmez. Deryadan bir katre hükmünde olan bu misalleri, ağır taşlar altında ezilen ve inkâr etmesini istedikleri Rabbini “Ehad! Ehad!” diyerek birleyen Bilal-i Habeşi; yakılan ateşe baş aşağı tutulan ve ateş soğuyuncaya kadar üstüne basılan, kızgın demirle vücudu dağlanan Habbab bin Eret; güneşin en kızgın olduğu zamanlarda taşlar üstüne yatırılan her türlü işkencelere katlanarak şehit olan Yasir ailesi; Allah Resulünün öldüğü yerde siz niye ölmüyorsunuz diyen Enes bin Nadr ve “Anam, babam, tatlı canım sana feda olsun ya Resulallah” diyen ve bu fedakârlıkların aynını gösteren tüm sahabelerle çoğaltmak mümkündür. Son nefeslerinde içecekleri bir yudum suyu, diğer kardeşinin içmesini isteyecek kadar fedakâr, ölüm anında bile başkalarını düşünecek kadar diğerkam, İslamiyet’in bizlere kadar gelmesinin sebebi bulunan sahabe efendilerimizi; bu kahramanları yetiştiren, insanlığın medar-ı iftiharı iki cihan serverı Hz. Muhammed Mustafa (sav) Efendimiz bakınız nasıl methediyor: “Ashabım hakkında uygunsuz sözler söylemeyin. Eğer, sizden birinin Uhud dağı kadar altını olsa ve bunun tamamını Allah yolunda infak etse, bu, onların bir-iki avuçluk infakına, hatta bunun yarısına bile mukabil gelmez.”8 “İnsanların en hayırlıları, benim şu içinde bulunduğum asırda yaşayanlardır. Sonra onların peşinden gelenler (tabiin), daha sonra da onların peşinden gelenlerdir (tebe-i tabiin).”9 İşte Allah Resulü, getirdiği nur ile kendi çocuklarını diri diri toprağa gömen, faizin her türlüsünü yiyen, cinayetin envaını işleyen, içkiyi su gibi içen, taştan ağaçtan hatta helvadan yaptıkları putlara tapan bir kavmi insanlığın zirvelerine taşıyor, her birini insanlığa yön veren birer yıldız yapıyor ve enbiyadan sonra en yüksek makam olan  fedakârlık abidesi sahabeliği kazandırıyor ve “Şüphe­siz ki Allah, müminlerden ne­fislerini ve mallarını, karşılı­ğında cennet hakikaten onların olmak üzere satın almıştır. Onlar Allah yolunda savaşırlar öldürürler ve öldürülürler. (Allah tarafından onlara) Tevrat’ta, İncil’de ve Kur’an’da (söz verilen bu cennet Allah’ın) kendi üzerine hak bir vaadidir ve Allah’tan daha çok sözünü yerine getiren kim olabilir. Öyle ise yaptığınız bu alışverişinizden dolayı sevinin işte büyük kurtuluş ise ancak budur”10 ayet-i celilesine mazhar makes ve masadak ediyordu. Tarihin Altın Sayfaları Şüphesiz ki İslam’ı omuzlarında yücelten sahabe efendilerimizden sonra gelen İslam kahramanları da fedakârlığın en güzel numunelerini tarihe altın harflerle yazdırmışlardır. Bu kahramanların feda ettikleri hayatlarının hulasasını birkaç örnekle izaha çalışalım. İslam’ı farklı coğrafyalara yaymak arzusuyla ve aşkıyla yanan Tarık bin Ziyad Afrika’dan Avrupa’ya geçip bir daha dönmek hissi hiç kimsede uyanmasın diye gemileri yakmış ve Avrupa’ya üstat olacak Endülüs medeniyetini kurmuştur. Bu medeniyetin inşasında başrol oynayan Tarık bin Zi­yad’ın kahramanca yaptığı fe­da­kâr­lık­lar neticesinde, Avrupalıların yıllarca üniversitelerinde okuttukları, kitaplar telif edilmiş ve bilime yön veren birçok İslam âlimini yetişmiştir. İslam’a yıllarca bayraktarlık ya­­pan bu necip milletin Ana­do­lu’ya yerleşmesine vesile olan Sultan Alparslan ise Malazgirt günü beyaz elbiselerini giymiş ve bunun kefeni olduğunu, bu yola baş koyduğunu, “ölürsem şehit kalırsam gaziyim” düşüncesini askerlerine etkileyici bir konuşmayla anlatmıştır. Neticede Bizans’ı bozguna uğratıp Anadolu’muzun İslamlaşmasında çok büyük rol oynamıştır. Allah Resulünün İstanbul’u fet­heden orduyu ve komutanı met­hetmesi neticesinde birçok İslam kahramanı bu müjdeye nail olabilmek için defalarca İstanbul’u kuşatmış, fakat fetih bu kahramanlara bir türlü nasip olmamıştı. Çünkü Cenab-ı Hakk’ın kaderi Sultan Muhammed Hanı bu müjde için tayin etmişti. İstanbul son kez kuşatılıyordu. Sultan Muhammed Han ve ordusu, dünya tarihinde görülmemiş bir tarzda gemileri karadan yürütüyor, şahi toplarını döküyor, fetih için yaptıkları ihlaslı dualarla secde yerlerini gözyaşlarıyla ıslatıyorlardı. İşte bu samimane çalışmaların ve ihlasla edilen duaların neticesinde, Ulubatlı Hasan, elinden düşürmediği sancağı, birçok okun vücuduna isabet etmesine rağmen, Bizans’ın köhne surlarına dikiyordu. Artık Bizans düşmüş, Ayasofya İslam’ın sembolü haline gelmiş ve Sultan Muhammed Han bu müjdeli fethin fatihi olmuştu. İşte bu kahramanca fedakârlıkların neticesinde İstanbul İslam’ın yüzyıllarca merkezi olmuş ve âleme adalet buradan neşredilmişti. İslam uğruna hayatını vakfeden bir diğer kahramanda Kafkas Kartalı İmam Şeyh Şamil’dir. İmam Şamil, on beş yaşında bindiği atın üstünden, İslam uğruna, hayatı boyunca inmedi. Rusların İslam’ı Kafkasya’dan atmak ve Anadolu’dan geçerek sıcak denizlere inmek hevesleri, İmam Şamilin çok çetin cihadıyla kursaklarında kalıyordu. Ruslara yıllarca kan kusturan ve dönemin en son teknolojisine kalpleri cihad aşkıyla yanıp tutuşan bir avuç kahramanıyla karşı koyan İmam Şamil, İslamiyet’in ve cihadın selameti için alınan karara uymayan anası da olsa onun yerine kırbaçları yiyor, yine de fedakârlığından taviz vermiyordu. İki metreyi aşan boyu, gür sakalı ve silahın her türlüsündeki çabukluğu, hususen Kafkas dağları gibi metin olan imanıyla çarlık Rusya’sının korkulu rüyası haline geliyordu. Bu mübarek kahraman yaptığı hizmetin, ettiği cihadın makbuliyetine bir alamet olarak cihad aşkıyla dolu ruhunu, Rahman’a mukaddes beldelerde teslim ediyor ve arkasında aynı aşkla yanan binlerce Şamil bırakıyordu. Anadolu’nun düşman çizmeleri altında çiğnenmesine gönülleri razı gelmeyen kahramanlar, İslam’ın merkezi olan İstanbul’a saldıran itilaf devletlerine Ça­nakkale’de “Dur!” diyor ve yüz binlerce kahraman adeta bo­ğazda etten duvar örüyordu. Resmi rakamlara göre iki yüz elli bin Mehmetçik bu uğurda gözünü bile kırpmadan şehid oluyordu. Bir destandı Çanakkale, bir mahşer, Bedir’in aslanlarının küçük kardeşlerinin düğünüydü. Cenab-ı Hakk’ın inayetinin envaının göründüğü bir meşher. Vatanın doğusundan batısına, güneyinden kuzeyine her köşesinden gelen, Allah’a kurban olmak maksadıyla kınalanan kuzuların bayramıydı Çanakkale. İşte bu kahramanların ciltler dolusu kitapları kapsayacak fedakârlıkları sayesinde Din-i Mübin-i İslam’ın haysiyeti kurtarılmış oluyordu. Çanakkale’deki destanlaşan kah­­­­­­ra­­manlar gibi daha nice va­tan ev­ladı vatanın dört bir yanında şehit oluyor, dinin mu­ha­­­­­fa­­za­sı için can veriyorlardı. Sarı­kamış’ta, Maraş’ta Antep’te Urfa’da Yemen’de ve birçok cephede kadın-erkek, çoluk-çocuk din için vuruşuyorlardı. Kara Fatmalar, Nene Hatunlar, Sütçü İmamlar fedakârlığın son noktasını iliklerinde his­se­diyor­lardı. Analar gözlerini kırpmadan evlatlarını cepheye gönderiyor, “Şehit olmazsan sütüm sana helal olmaz” diyordu. Bu hali şu misal ne güzel ifade ediyor… Söğüt’ün Akgünlü Köyünden Mehmet Oğlu Hüseyin Yıl 1915, yağmurlu ve serin bir sonbahar gecesi… Çanak­kale Savaşı kazanılmış fakat, milletin harim-i ismetine el uzat­mak isteyen bakışı bulanmış yedi düvelle, harp bütün şiddetiyle devam etmektedir. Bir zamanlar yedi iklime dal budak salarak “devlet ebed müddet”sözüyle buyruk yürüten Osmanlı’nın kök şehri Bile­cik, bu defa başka bir faaliyete sahne olmaktadır. Bıyıkları yeni terlemiş yağız delikanlılar istasyonda vagon­lara doluşarak, “yurdunu alçaklara çiğnetmemek”için frenk işgalcileri ile yaka paça olma hazırlığındadırlar. Trenin kalkışı için kampana çalınmış, istasyon hareketlenmiştir. Bu arada sık sık çakan şimşekler, istasyonun bir köşesinde dimdik ayakta duran yaşlı bir ananın abideleşmiş siluetini nazara vermektedir. Yağmura ve soğuğa aldırış etme­den orada bir sütun gibi bekleyen bu kadının hâli kumandan Abdülkadir Bey’in dikkatini ve hürmetini celbeder. Bir koşu ya­nına gidip bir isteği olup olmadığını sorunca ihtiyar kadın, bir tekmil verme edası içinde Söğüt’ün Akgünlü köyünden Mehmet oğlu Hüseyin’in anası olduğunu ve aslanını selametlemeye geldiğini söyler. Kumandan, yüzünde sanki asır­­­ların çilesi bulunan bu mü­ba­­­rek ananın duasını alabilmek için Hüseyin’ine haber yollatır. Çağ­­rıl­dığını öğrenen genç de­likan­lı hemen seğirterek anasının nasırlaşmış mübarek ellerine sarılır. Çileli ana, ciğerparesini paralarcasına bağrına son bir kez daha basıp koklar ve ardından tarihin durup dinlediği şu sözle­ri söyler: “Hüseyin’im! Yiğit oğlum benim. Dayın Şıpka’da, baban Dömeke’de, ağaların sekiz ay evvel Çanakkale’de şehit düştüler. Bak! Son yongam sensin. Minareden ezan sesi kesilecekse, camilerin kandilleri sönecekse sütüm sana haram olsun, öl de köye dönme. Haydi oğul, Allah yolunu açık etsin.”11 Bu sözler, İslam kahramanı bir ananın hayatta kalan son ev­lâ­dına nasihatidir. İşte bu fedakârların gayretiyle İslam’a yapılan fiili bir saldırı daha engellenmiş oluyordu. Vatan, din, namus, haysiyet bu çetin mücadeleyle muhafaza ediliyordu. İslam’ın destanlaşan kahramanlarından biri de Bediüzzaman Said Nursi Hazretleridir. Üstad Bediüzzaman, çocukluğundan hayatının son anına kadar imana ve Kur’an’a hizmet etmiş, “Bu milletin imanını selamette görürsem cehennemin alevleri içinde yanmaya razıyım” demiştir. Hatta, bir tek gayesinin milletin -hususen gençliğin- imanının selameti olduğunu, beyan etmiştir. İman davası uğruna defalarca zehirlenmiş, türlü türlü işkencelere maruz kalmış, memleket memleket sürgüne yollanmıştır. Davası uğrunda bu sıkıntıların bin kat fazlasını çekmeyi İslam’ın se­la­meti uğrunda göze almıştır. “Şeriatın bir tek hakikatine bin ruhum olsa feda etmeye hazırım” diyerek imanın, Kur’an’ın ve şeriatın ihyası uğrunda hayatını vakfetmiştir. “Başımdaki saçlarım adedince başlarım bulunsa her gün biri kesilse zındıkaya teslim-i silah edip vatan ve millet ve İslamiyet’e hıyanet etmem ve hakikat-i Kur’aniyeye feda olan bu başı zalimlere eğmem” diyerek davasındaki sadakati âleme haykırmıştır. Zindanları medreseye çeviren Bediüzzaman Hazretleri, İslam’ ın yılmaz bir mücahidi, imanın metin bir muhafızı idi. Kendisine teklif edilen dünya saltanatını elinin tersiyle itip davasını hiçbir şeye alet etmemişti. Kur’an’ın hakiki bir tefsiri olan Risale-i Nurların insanlığın kurtuluşunun bu zamanda en önemli bir vesilesi olduğunu söylüyor, eserlerindeki tahkiki iman dersleriyle de bunu ispat ediyordu. Dünya zevki namına hiçbir şey bilmeyen üstat, İslam’a adadığı ömrünün her dakikasında milletin imanını düşünmüş ve bu noktada milyonlarca talebe yetiştirmiştir. Onları vatan sathına yayarak harika bir iman hizmetini ifa etmiştir. Yetiştirdiği talebeleri de kendisi gibi kahraman olan Bediüzzaman Said Nursi, bu vatana dinsizliğin girmesine engel olacak Risale-i Nurları talebelerinin şirin kalemleriyle neşretmiş ve aldığı zehrin etkisiyle Urfa’da, 1960 Ramazan’ında, şehit düşmüştür. Netice Olarak Evet, bu kahramanlar gibi adları saymakla bitmeyecek ve isimsiz kahramanlar diye yâd edilecek milyonlarca fedakârlar İslam uğruna her şeylerini vermişlerdir. Bizlere yegâne önder ve yolumuzu aydınlatan meşaleler olmuşlardır. Netice olarak ne fedakârlar bit­miştir ne de fedakârlığın so­nu gelmiştir. Problemler de fe­da­kârlar da kıyamete kadar bulunacaktır. Yine sahabe ve İslam kahramanları gibi dinini anlatmak için çoluk-çocuğunu bırakıp sağa-sola, dünyanın dört bir tarafına giden mallarıyla canlarıyla cihad eden her şeyinden vazgeçen fedakârlar olacaktır. Allah, hepimizin kalbinde dine sahip çıkma meşalesini tutuştursun. Âmin.  1- Şamil İslam Ansiklopedisi, Akit Gazetesi, c. 2, s. 274-2752- Muhammed Yusuf Kandehlevi, Hayatü’s-Sahabe, Hz. Muhammed ve Ashabının Yaşadığı İslami Hayat, c. 1, Sentez Neşriyat, Temel Eserler Serisi: 2/1, s. 4103- Age. s. 4074- Age. s. 2955- Buhari, Cenaiz, 286- Age. s. 4747- İbn Kesîr, el-Bidâye, III, 2288- Buhârî, “Fezâilü’l-Eshâb”, 5; Müs­lim, “Fezâilü’s-Sahâbe”, 2219- Müslim, “Fezâilü’s-Sahâbe”, 212; Buhârî, “Fezâilü’l-Eshâb”, 110- Tevbe, 11111- Mısıroğlu, Aynur; Kuvay-ı Milliyenin Kadın Kahramanları, Sebil Yay., İst./ Tarihsiz, s. 44

Hasan AKKAYA 01 Kasım
Konu resmiMüslüman Saati
İnsan

Yolunu geç bulmuş bir kalbin muhabbetiyle Falih Rıfkı’ya İstanbul’u yenileştiren ve yerlisini şaşırtan istilâların en gizlisi ve en tesirlisi yabancı saatlerin hayatımıza girişi oldu. “Saat”ten kastımız, zamanı ölçen âlet değil, fakat bizzat zamandır. Eskiden kendimize göre yaşayışımız, düşünüşümüz, giyinişimiz ve kendimize göre, dinden, ırktan ve ananeden hayat alan bir zevkimiz olduğu gibi, bu üslub-ı hayata göre de “saat”lerimiz ve gün”lerimiz vardı. Müslüman gününün başlangıcını şafağın parıltıları ve nihayetini akşamın ziyaları tayin ederdi. Madenden sağlam kapaklar altında mahfuz tutulan eski masum saatlerin yelkovanları yorgun böcek ayakları tarzında, güneşin kavs-i sema üzerindeki seyriyle az çok münasebetdâr bir hesaba tebaan, minenin rakamları üzerinde yürürler ve sahiplerini, zamandan takrîbî bir sıhhatle, haberdar ederlerdi. Zaman nâmütenahi bahçe ve saatler orada açar, gâh sağa gâh sola mâil, güneşe rengârenk çiçeklerdi. Ecnebi saati iptilasından evvel bu iklimde, iki ucu gecelerin karanlığıyla simsiyah olan ve sırtı, muhtelif evkatın kırmızı, sarı, beyaz ve lâcivert ateşleriyle yol yol boyalı, azîm bir canavar halinde, bir gece yarısından diğer bir gece yarısına kadar uzanan yirmi dört saatlik “gün” tanılmazdı. Ziyada başlayıp yine ziyada biten, on iki saatlik, kısa, hafif, yaşanması kolay bir günümüz vardı. Müslümanın mesut olduğu günler, işte bu günlerdi; şerefli günlerin vakayiini bu saatlerle ölçtüler. Gerçi, felekî hesabâta göre bu “saat” iptidaî ve hatalı bir saatti, fakat bu saat hatıratın kudsî saatiydi. Zevalî saati âdât ve muamelâtımızda kabulü ve ezanî saatin geri safa düşüp camilere, saraylara, imamlara, türbelere ve muvakkıthanelere bırakılmış metrûk bir “eski saat” haline gelişi, hayatı tarz-ı rüyetimiz üzerinde vahim bir tesiri hâiz olmamış değildir. Giden saatler babalarımızın öldüğü, annelerimizin evlendiği, bizim doğduğumuz, kervanların hareket ettiği ve orduların düşman şehirlerine girdiği saatlerdi. Bunlar, hayatı etrafımızda serbest bırakan geniş lâkayt dostlardı. Gelen yabancılar ise hayatımızı bozup onu meçhul bir düstura göre yeniden tanzim ettiler ve ruhlarımız için onu tanılmaz bir hale getirdiler. Yeni “ölçü” bir zelzele gibi, menazır-ı zamanı etrafımızda zîr ü zeber ederek, eski “gün”ün bütün sedlerini harap etti ve geceyi gündüze katarak saadeti az, meşakkati çok, uzun, bulanık renkte bir yeni “gün” vücuda getirdi. Ki bu Müslümanın eski mesut günü değil, bedmestleri, evsizleri, hırsızları ve katilleri çok ve yeraltında mümkün olduğu kadar fazla çalıştırılacak köleleri sayısız olan büyük medeniyetlerin acı ve nihayetsiz günüydü. Unutulan eski saatler içinde eksikliği en ziyade hasretle tahattur edilen saat akşamın on ikisidir. Artık “on iki” solgun yeşil sema altında, ilk yıldıza karşı müezzinin muvahhidlere hitap ettiği, sokakların lâcivert bir sisle kaplandığı, ışıkların yandığı, sinilerin kurulduğu ve yarasaların mahzenlerden çıkıp uçuştuğu o müessir ve titrek saat değildir. Akşam telâkkisinden koparak, gâh öğlenin hararetinde ve gâh gece yarılarının karanlığında mevhum bir zamanı bildiren bu saat, şimdi hayatımızda renksiz ve şaşkın bir noktadır. Yeni saat, Müslüman akşamının mahzun ve muşaşa dakikasını dağıttığı gibi, yirmi dört saatlik yabancı “gün”ün getirdiği maîşet şekli de bizi fecr âleminden mehcûr bıraktı. Başka memleketlerde fecri yalnız kırdan şehre sebze ve meyve getirenlerin ahmak gözleriyle muztariplerin şişkin kapaklar içinden bakan kırmızı ve perişan gözleri tanır. Bu zavallılar için fecrin parıltıları, yeniden boyuna geçirilecek olan hayat ipinin kanlı ilmeğini aydınlatan bir ziyadır. Hâlbuki fecir saati, müslüman için rüyasız bir uykunun nihayeti ve yıkanma, ibadet, neşe ve ümidin başlangıcıdır. Müslüman yüzü, kuş sesleri ve çiçek kokuları gibi fecrin en güzel tecellilerindendir. Kubbe ve minareleri o alaca saatte görmemiş olan gözler, taşa en ilâhî manayı veren o muhayyirü’l-ukul mimârîyi anlamış değillerdir. Esmer camiler, fecirden itibaren semavî bir altın ve semavî bir çini ile kaplanır ve İslâm ustalarının natamam eserleri o saatte tamamlanır. Bütün mabetler içinde güneşten ilk ziya alan camidir. Bakır oklu minareler, güneşi en evvel görmek için havalarda yükselir. Şimdi heyhat, eski “saat”le beraber akşam da fecir de bitti. Birçoklarımız için fecir, artık gecedir ve birçoklarımızı güneş, yeni ve acayip bir uykunun ateşlerinden, eller kilitli, ağız çarpılmış, bacaklar bozuk çarşaflara dolanmış, kıvranırken buluyor. Artık geç uyanıyoruz. Çünkü hayatımıza sokulan yeni ve fena günün eşiğinde çömelmiş, kin, arzu, hırs ve haset sürülerinin bizi ateş saçan gözlerle beklediğini biliyoruz. Artık fecri yalnız kümeslerimizdeki dargın ve mağrur horozlara bıraktık. Şimdi Müslüman evindeki saat, başka bir âlemin vakitlerini gösterir gibi, bizim için gece olan saatleri gündüz ve gündüz olan saatleri gece renginde gösteriyor. Çölde yolunu şaşıranlar gibi biz şimdi zaman içinde kaybolmuş kimseleriz.

İrfan MEKTEBİ 01 Kasım
Konu resmiÜnlü Hattatların Mezar Taşları (Hattatlar Sofası)
Kültür ve Medeniyet

Hattatlarımız kadîm bir medeniyetin şâheserleri olarak bıraktığı güzel eserler, medeniyetimizi, kültürümüzü ve gönül dünyamızı aydınlatmaya devam ediyor. Hepsinin ruhları şâd, makamları âlî, mekânları cennet olsun!.. Türkler, İslâm’la ve onun kutsal kitabı Kur’ân-ı Kerim’le ile tanıştıkları günden itibaren ona gönülden bağlanmış ve İslâm’a hizmet etmenin çeşitli yollarını aramışlardır. İslâm’ın yazılı kaynağı olan Kur’ân-ı Kerim’in yazılması, anlaşılması ve neşri için çalışmayı kendilerine şeref verecek bir hizmet olarak görmüşlerdir. Türkler, İslâmiyet’le birlikte İslâm elifbâsını ve hat sanatını da devralmışlardır. Türklerin hat sanatındaki maharetini teslim etmek için söylenen “Kur’ân Mekke’de nâzil oldu, Kâhire’de okundu, İstanbul’da yazıldı” sözü meşhurdur. Geleneksel Türk sanatlarının ara­sında hat sanatının ye­ri her zaman özel ve önemli olmuştur. Bu güzel yazı, kendisine gönül veren, âdeta ibadet eder gibi kutsi duygularla yazan Türk sanatkârlarının elinde yüzyıllarca gelişimini sürdürerek tekâmül etmiş ve bir sanat halini almıştır. Kabristanlar XV. yüzyıldan başlayarak İstanbul’un ictimai hayatına, burada yaşayanların demografik özelliklerine, sanat anlayışına, inanç ve âdetlerine ışık tutan, halkın kültürünü yansıtan önemli ve güvenilir kaynaklardır. Vefat eden hattatların mezar taşı kitâbeleri talebeleri ya da dönemin ileri gelen önemli hattatları tarafından yazılmıştır. Yazının taşa hak edilmesi de yine dönemin önemli taş ustaları tarafından gerçekleştirilmiştir. Bu sebeple onların mezar taşları, vefatlarından sonra da sanatlarına örnek olmayı sürdüren vesikalardır.   İstanbul’un ilk büyük Müslüman kabristanı Üsküdar’daki Karaca Ahmet Mezarlığı’dır. Osmanlı’nın ilk dönemlerinden itibaren Müslüman halk Anadolu yakasını kutsal kentler Mekke ve Medine topraklarının (denizle ayrılmayan) devamı olmakla Peygamber toprağı saydığı için, vefat eden sevdiklerinin bu mezarlığa gömülmesi arzu etmiş ve bu nedenle kabristan hızla gelişmiştir. Bir diğer büyük kabristan ise Yedikule’den başlayıp Kazlıçeşme, Silivrikapı, Kozlu, Merkezefendi, Topkapı, Edirnekapı, Tokmaktepe ve Eyüpsultan’a kadar uzanıp gider. Bugünkü Tepebaşı, Kasımpaşa, Taksim, Harbiye ve Gümüşsuyu sırtları bir zamanlar büyük mezarlıklarla kaplıydı. Bu mezarlıkların ve şehir içindeki hazirelerin büyük bölümü iskâna açılarak yok edilmiş; pek çoğu da yeni açılan veya genişletilen yollar sebebiyle küçülmüştür. Osmanlı döneminde büyük bir titizliklerle korunup muhafaza edilen tarihi mezarlıklar cumhuriyetin ilk yıllarından itibaren, özellikle 1928’de yapılan harf inkılâbıyla kendi haline bırakılarak sahipsizliğe terkedilmiştir. Bu mezarlıklara daha sonra yeni definler yapılarak sistematik biçimde tarihi taşların yok edilme süreci hızlandırılmıştır. Âdeta birer sanat eseri olan tarihi mezar taşları kör kazmanın kurbanı olmuşlardır. Bu sahipsizlik ve hoyratça yok edilmeden maalesef hattat mezar taşları da nasibini almıştır. Hattat mezarlarının hazirelerde bulunanları nispeten güvencede sayılabilir, ancak mezarlıklarda bulunanları için aynı şeyi söylemek zordur. Ahmed Karahisâri (1468-1556), Hulûsi Efendi (1869-1940), Neyzen Emin Efendi (1883-1945), Mehmed Tâhir Efendi (ö. 1846), Esmâ İbret Hanım gibi önemli birçok hattatın me­zar taşları kaybolmuştur. Çe­şitli mezarlık ve hazirelerde tespit edilen mevcut hattat me­zar taşlarının koruma altına alın­ması temennimizdir. Hattatlarımız kadîm bir mede­niyetin şâheserleri olarak bı­rak­tığı güzel eserler, medeni­ye­timizi, kültürümüzü ve gönül dünyamızı aydınlatmaya devam ediyor. Hepsinin ruhları şâd, makamları âlî, mekânları cennet olsun!..

Mustafa YILMAZ 01 Kasım