190. Sayı: "Hiç Bilenlerle Bilmeyenler Bir Olur mu?" Bu Sayıyı Satın Al
Konu resmiŞaşırtma Beni, Doğruyu Söylet
İnsan

Kur’an bize ilk nazil olan ayeti ile “Oku!” diyor ve nasıl okumamız gerektiğini devam eden ayetlerde şöyle beyan ediyor: “Yaratan Rabbinin ismiyle oku! (O,) insanı bir alak’tan yarattı. Oku! Çünkü Rabbin, en büyük kerem sâhibidir. O, kalemle öğretendir. İnsana bilmediği şeyleri öğretti. Hayır! Şüphesiz insan, kendisini ihtiyaçtan kurtulmuş görmesinden dolayı gerçekten (isyan ederek) haddini aşar! Muhakkak ki dönüş, Rabbinedir.”1 Osmanlı son dönem müfessirlerinden merhum Elmalılı Hamdi Yazır da tefsirinin başına şu cümleleri/duayı koyarak ilk nazil olan ayetlere atıfla niyazda bulunuyordu: “İlahi, hamdini sözüme ser taç ettim, Zikrini kalbime miraç ettim,Kitabını kendime minhac ettim, Ben yoktum, sen var ettin, Varlığından haberdar ettin, Aşkınla gönlümü bi-karar etin, İnayetine sığındım, kapına geldim, Hidayetine sığındım, lütfuna geldim, Kulluk edemedim Ya Rab affına geldim, Şaşırtma beni, doğruyu söylet, Neşeni duyur, hakikati öğret, Sen duyurmazsan ben duyamam, Sen söyletmezsen ben söyleyemem, Sen sevdirmezsen ben sevemem, Sevdir bize hep sevdiklerini, Yerdir bize hep yerdirdiklerini, Yar et bize erdirdiklerini, Sevdin habibini kâinata sevdirdin, Sevdin de hilat-ı Risaleti giydirdin, Makam-ı İbrahim'den Makam-ı Mahmud’a erdirdin, Server-i Asfiya kıldın, Hatem-i Enbiya kıldın, Muhammed Mustafa kıldın, Salat u Selam, tahiyyat ü ikram, Her türlü ihtiram, Ona, Onun Al ü Ashab u Etbaına Ya Rab!..” Başa aldığım ayetler ve merhumun şu duası, kapağa taşıdığımız “Hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur mu?”2 sorusunun cevabına götüren yolculukta istikamet skalamız olabilir, olmalıdır. Değilse yanlış bilmek başa bela olmaktan öteye geçemeyecektir. Nihayetinde bilginin kaynağı vahiydir ve bilgiyle ulaşılması gereken yer de Allah’tır. Varlığımızın hikmetini kavrayıp ona göre hareket etmek ve sonuçta dönüşümüzün Allah’a olduğunu bilmektir. Bu yolculukta rehber olarak da Efendimiz (sav)’in alınması, onun çizdiği ve gösterdiği yoldan gidilmesi zarureti doğmaktadır. Zira o bir peygamberdir. “Ve (o, nefsinin) arzu(sun)dan konuşmuyor! O (söyledikleri) bildirilen vahiyden başka bir şey değildir.”3 “Peygamber size ne verdiyse, artık onu alın; size neyi de yasakladıysa, ondan hemen kaçının!”4 ayetlerinin muhatabıdır. Kaynakça: 1- Alak, 1-8        2- Zümer, 93- Necm, 3,4        4- Haşir, 7

Metin UÇAR 01 Eylül
Konu resmiTarihten Sayfalar
Tarih

Üsküdar Yahya Kemal’in ifadesiyle Üsküdar, İstanbul’un fethini gördüğü için bir ulu rüyayı görenlerin şehriydi. Tarihî Yarımada’dan önce fethedildiği için uzun yıllar Üsküdar’dan İstanbul’un kalbi olan Suriçi’ne bakanlar, Peygamber Efendimizin (asm) müjdelediği kutlu rüyanın hayaliyle avundular. Gün geldi, Üsküdarlılar fethi gün gün canlı olarak seyrettiler. Üsküdar’ın ilk Müslüman sakinleri Osmanlılar değildi. Abbasî Halifelerinden Mehdî-Billah, 781 senesinde oğlu Harun Reşid komutasındaki İslam ordusunu, İstanbul’u fethetmek için gönderdi. Yüz bin kişilik İslam ordusu, bir müddet Üsküdar’da konakladı. Üsküdar’ın fethi için Orhan Gazi dönemini beklemek gerekecekti. Ankara Savaşı ile Üsküdar’ın kontrolü Osmanlıların elinden çıksa da Çelebi Sultan Mehmed döneminde 1420’de tekrardan fethedildi. Üsküdar’ın 1530 senesindeki nüfusu yaklaşık 2.400 kişiydi. Nüfusun yaklaşık %75’i Müslüman Türklerden meydana geliyordu. 1561’e gelindiğinde nüfus iki katına çıkmıştı. İlerleyen yıllarda nüfusun devamlı arttığı gözlemlenmektedir. Üsküdar, Osmanlı idaresine girdiğinde Kocaeli sancağına bağlı Gebze kazasının bir nahiyesi olmuştu. 1871’de ise mutasarrıflığa dönüştürüldü. Fethin ardından Vezîriâzam Rum Mehmed Paşa’nın inşa ettirdiği külliyeyi, Mihrimah Sultan, Şemsi Paşa, Atik Valide Sultan, Çinili Cami, Yeni Valide, Ahmediye, Ayazma, Altunizade külliyeleri izlemiştir. Sultan 2. Abdülhamid devrinde Haydarpaşa’da Baytar Mektebi’nin inşa edilmesinden sonra 1900 yılında Numune Hastahanesiyle birlikte Mekteb-i Tıbbiyye-i Şâhâne binası yaptırılmıştır. 9 Eylül 622Peygamber Efendimiz (asm) Mekke’den hicret etti Mekkeliler’in Peygamber Efendimiz (asm) hakkında suikast kararı aldıkları 9 Eylül 622 Perşembe günü akşamı, Resulullah (asm) ve Hz. Ebu Bekir (ra) Mekke’den ayrıldılar. Üç gün kalacakları Sevr mağarasına gittiler. 13 Eylül 622 Pazartesi günü Sevr mağarasından ayrılarak Medine’ye doğru yola çıktılar. 20 Eylül Pazartesi günü Kuba’ya vardılar. Burada bir rivayete göre dört gün, bir rivayete göre on dört gün kaldılar. Kuba’da kaldıkları süre zarfında İslam’ın ilk mescidini inşa ettiler. Dört gün kaldıklarına dair rivayet kabul edilirse, 24 Eylül Cuma günü Kuba’dan hareket ettikleri anlaşılır. Kuba’dan Medine’ye giden yol üzerinde Rânûnâ vadisinde Sâlim bin Avf kabilesine misafir oldular. Bu sırada Cuma vakti girdiğinden Resûlullah (asm) vadideki namazgâhta ilk Cuma namazını kıldırmıştır. Ardından aynı gün Medine’ye varmışlardır. 21 Eylül 1842Sultan 2. AbdülhamidDoğdu Sultan II. Abdülhamid’in babası Sultan Abdülmecid ve annesi Tîrimüjgân Kadınefendi’dir. On yaşına geldiğinde annesi Tîrimüjgân Kadınefendi Beylerbeyi Sarayı’nda veremden vefat etti. Bu yüzden babasının emriyle, hiç çocuğu olmayan Piristû Kadınefendi kendisine annelik yaptı. Sultan 2. Abdülhamid, Gerdankıran Ömer Efendi’den Türkçe, Ali Mahvî Efendi’den Farsça, Ferid ve Şerif efendilerden Arapça ve diğer ilimleri, Vak‘anüvis Lutfi Efendi’den Osmanlı tarihi, Edhem ve Kemal paşalarla Gardet adındaki bir Fransız’dan Fran­sızca, Guatelli ve Lombardi adındaki iki İtal­yan’dan mûsiki tahsil etti. Şehzadeliği oldukça serbest geçen Sultan 2. Abdülhamid, Maslak çiftliğinde toprak işleriyle meşgul oldu. Burada koyun besledi, üstübeç madenleri işletti, finansal faaliyetlere katılarak para kazandı. Tahta çıktığı zaman servetinin 100.000 altını aştığı söylenir. 24 Eylül 1921Medine Müdafii Fahreddin Paşa Ankara'ya geldi Mondros Mütarekesinin imzalanmasının ardından Medine’deki Osmanlı kuvvetlerinin komutanı Fahreddin Paşa’nın, mütarekenin 16. maddesi gereğince teslim olması gerekiyordu. Ancak Fahreddin Paşa teslim olmayı reddediyordu. Cephane, ilâç ve giyecek stoklarının bitmesine rağmen direnmeye devam etti. Ancak sonunda kendi subaylarının da baskısı ile teslim olmaya rıza gösterdi. Ardından Ravza-i Mutahhara yakınındaki bir medreseye giderek burada önceden hazırlatmış olduğu yatağına girdi ve bir yere gitmeyeceğini bildirdi. 10 Ocak 1919 günü kumandan vekili Necib Bey ve etrafındakiler tarafından tutulup Hâşimî karargâhında hazırlanmış olan çadırına götürüldü. Önce Mısır’a, daha sonra Malta’ya sürüldü. Nihayet 24 Eylül 1921’de Ankara’ya gelebildi.

Ahmed Said GÜNDÜZ 01 Eylül
Konu resmiSınırlarını Aşan Kadim Bir Mektep İmam-Hatip Okulları
Eğitim

Türk maarif sisteminde herhangi bir okul olmanın çok ötesinde varlık gösteren imam hatip okulları, yüklendiği vazifeyi Osmanlı’nın son dönemlerinden günümüze taşımaktadır. Bizler millet olarak bin yıldır bu topraklardayız. Devlette devamlılığın esas olduğu düşüncesinden hareketle, bugün var olan bazı kurumların da Osmanlı’dan bize miras kaldığı bir gerçektir. Danıştay, Polis Teşkilatı, İtfaiye Teşkilatı, Kızılay ve Jandarma gibi birçok kurum Cumhuriyet’e Osmanlı Dönemi’nden miras olarak kalmıştır. İmam-Hatip okulları da 1912 yılında Medresetü’l-Vâizîn olarak tarih sahnesine çıktı. Bu okullarda dini derslerin yanı sıra edebiyat, tarih, coğrafya, matematik, geometri, hukuk bilgisi, sağlık bilgisi, felsefe, astronomi, sosyoloji, iktisat gibi gerek fen bilimleri gerek sosyal bilimlere ait dersler de okutulmaktaydı. Ülkenin içinde bulunduğu siyasi durum, öğrencilerin askere alınması ve ekonomik sıkıntılardan kaynaklı olarak beklenen netice elde edilemedi. 1913 yılında sadece dini eğitim vermek amacıyla Medresetü’l-Eimme ve’l-Hutebâ açılsa da o da beklenen ilgiyi görmedi. Medresetü’l-İrşâd adı altında birleştirilen bu iki kurum 1924 tarihinde Tevhid-i Tedrisat Kanunu ile İmam Hatip Mektepleri adını alarak yeni kimliği ile 29 merkezde faaliyetlerine devam etti. Cumhuriyetle birlikte yaşanan pek çok köklü değişimden bu okullar da nasibini aldı ve 1930’da öğrenci azlığı sebep gösterilerek kapatıldı. 1931 yılında ilk öğretmen okulları ve diğer orta dereceli okulların müfredat programlarından din dersleri çıkarılmış; 1932-1933 ders yılında İlahiyat Fakülteleri yine “talebe yetersizliği” sebep gösterilerek kapatılmıştır. Bu tarihten itibaren yaklaşık on beş yıllık dönemde insanlar kendi imkânlarıyla dini öğrenme ve din adamı yetiştirme yollarına başvurmuşlardır. Müftülük, imamlık ve vaizlik gibi vazifelere ehil olmayan kişiler gelmeye başlamış; bazı köylerde cenaze defnedecek hoca bulmak imkânsız hale gelmiştir. İşin aslı Celaleddin Ökten hocanın deyişiyle, “cenazeyi değil imanı yıkayacak hoca yoktur.” Cenaze bir şekilde yıkanırdı, hiç olmadı üstüne bir teneke su atılırdı ancak gelecek nesillerin imanı tehlikedeydi ve bir şeyler yapılması gerekiyordu. 1940’lı yıllarda kapatılan okulların yeniden açılması için birtakım girişimler olmuş ancak olumlu bir netice alınamamıştır. Devrin Diyanet İşleri Başkanı Ahmet Hamdi Akseki, Başbakan Şükrü Saraçoğlu’na bu düşüncesini açıkladığında aldığı cevap dönemin zihniyetini göstermesi bakımından önemlidir: “Bu milletin başına yeniden sarık sardırmayız! Bu okullar katiyen açılmayacaktır!” Dönemin başbakanı “okullar açılmayacak” diyerek kestirip atsa da içinde bulunulan zorlayıcı şartlar imam-hatiplerin bir kurs olarak açılmasını sonuç verdi. 1949 yılında ortaokul mezunu ve askerliğini yapmış kimselerin alındığı 10 ay süreli İmam Hatip Kursları açılarak din hizmeti görevlisi yetiştirme uygulaması başladı. Celaleddin Ökten bu kurslara müdür olarak görevlendirildi. 10 ay gibi bir sürede müezzin ve imamın yetişmeyeceğini savunan Celaleddin Hoca, kısa süre içinde talebelerin en iyi şekilde yetişmesi için adeta çırpınıyordu. Öğrenci yetersizliğinden kursların kapanmaması için eksik öğrenci kadar amele buluyor, onların yevmiyelerini ödeyerek kursta bulunmalarını sağlıyordu. 1949 sonuna kadar 50 kişinin mezun olduğu bu kursların süresi daha sonra iki yıla çıkarıldı ve meslek okulu mezunlarının da kurslara girmesine imkân verildi. 1950 yılı Türk siyasi tarihinde önemli bir dönüm noktası olarak kabul edilir. Seçimlerden sonra iktidara geçen Demokrat Parti, halka verdiği sözü tutarak iktidarının ilk yılında İmam Hatip Okulları’nı açtı. Birinci devresi 4, ikinci devresi 3 yıl olan 7 yıl süreli ve bir bütün teşkil eden İmam Hatip Okulları 1951-1952 döneminde 7 il­de açıldı. Celaleddin Ökten Ho­ca’nın bu süreçteki mücade­lesi ve gayreti de tarihe geçecek büyüklüktedir. Celaleddin Hoca, sadece İmam Hatip Okul­ları’nın değil, bir neslin ön­cü­sü olarak bu dünyadan geçti. Başbakan Menderes ile Milli Eğitim Bakanı Tevfik İleri’nin olumlu görüşlerine ve mevzuat açısından da bir engel bulunmamasına rağmen okulların açılması için gerekli iznin alınmasında bürokrasinin nasıl aşılması zor bir duvar olduğunu Celaleddin Hoca bizzat kendisi anlatır: “O günün Maarif Vekili olan Tevfik İleri, talebelerimden idi. Terbiyeli bir talebe idi. Beni unutmamıştı. Daha önce de onun vesilesi ile Başbakan Adnan Menderes’in oğullarına Kur’ân-ı Kerîm okutmak, dînî bilgiler öğretmek için beni tayin etmişlerdi. O işin de tek âmili Tevfik İleri idi. Adnan Bey’in oğullarının İstanbul’da olduğu günlerde Hâriciye Vekili Fatin Rüştü Zorlu’nun evine gider, çocuklara ders verirdim. Bunu herkes bilmezdi. Tevfik İleri ile daha önce imam hatipler hakkında konuşmuştum. “Hocam Ankara’ya gelin. Ümit ederim ki inşallah bu İmam Ha­tip kararını çıkarırız.” demişti. Ankara’da bir otelde kaldım. Günler geçiyor, Tevfik İleri’nin verdiği emirler Talim Terbiye Dairesinden bir türlü çıkmıyordu. Bekle bekle bir ses yok... Tevfik İleri’nin talebem olması, “gelin” demesi, bana güç vermişti. Fakat işin bu kadar zor olacağı, masonların, dönmelerin Bakan’ı dahi dinlemeyecekleri hesapta yoktu. Bir ay uzayacağını ise hiç beklemiyordum. Müdür, “Mevzuat, kanunlar mü­saade etmiyor. Bunun için Tev­hîd-i Tedrisat Kanunu’nun de­ğiş­mesi lâzım. Bu kanun ile İmam Hatip Mektepleri kapatıl­mış, o günden bugüne buna dair bir kanun da çıkmamış. Karar bizim salahiyetimizin dışındadır. Parlamentodan bir kanun çıkması lâzım. Biz böyle bir izin veremeyiz!” diyor, direniyordu. Müdür olacak adam, sarı bir herif... Yılan gibi bakışları var... Beni çok soğuk karşılıyor. Diyebilse bana “Hoca defol git!” diyecek... Demedi ama bakışları öyle... Bir ay boyunca her gittiğimde bu dönme, beni “Yine mi geldin Hoca! Boşuna yorulma!..” diyen bakışlarla karşılıyor. Bir ay Ankara’da süründüm. Ça­ma­şırım kalmadı. Param bit­ti. Ak­şamları, otelden aldığım çayla, odamda ekmeği çaya batırıp yemek zorunda kaldım. Ar­tık uykularım kaçıyordu. Hat­ta bir gece kaşınmaya başladım. “Eyvah, bitlendim mi acaba?” di­ye korktum, gözlüğümü takıp bakındım... Çünkü temiz çamaşırım kalmamıştı. Girişken bir kimse değilim. Davet eden kimse de yok. Ancak Talim Terbiye Kuruluna ve Tevfik Bey’e giderim, otele dönerim. Nihayet bir gün, artık çok sıkıldım, rahatsızlandım. Sarı adam gittiğimde artık yüzüme bile bakmaz olmuştu. Bastonuma dayandım. Buradan doğru trene gideyim, diye kalktım. Yalnız Tevfik İleri Bey’e bir daha uğrayayım hem veda edeyim, dedim. Tevfik Bey, o kırgın halimi gördü; rengimi beğenmedi. “Hocam, siz rahatsızsınız...” “Tevfik Bey, ben gidiyorum.” dedim. Üzüldü… “Hocam iyi sabretmişsiniz. Son bir çare olarak meseleyi Adnan Bey’e açalım.” dedi. Birlikte Adnan Menderes Bey’e, başvekâlete gittik. Vaziyeti anlattık. Adnan Bey hayret etti, üzüldü. Talim Terbiye Dairesindeki bir adamın, Bakana karşı koyduğuna şaştı. “Bu derece mi Tevfik Bey?” “Evet, efendim, bu derecedir.” Başbakan biraz düşündükten sonra dedi ki: “Hocam, yarın siz Tevfik Bey’e gelin; Tevfik Bey’le beraber Talim Terbiyeye gidin. Ben aynı saatte baskın yapayım. Bir de bu şekilde tecrübe edelim. Belki Allah yardımcımız olur.” Ertesi gün Adnan Bey’in dediği gibi, Tevfik Bey’le birlikte Talim Terbiyeye gittik. O memurun masasında iken Başbakan geldi. Girer girmez selâm verdi. Sonra: “Tevfik Bey neredesin yahu! Ne zaman sorsam, Talim Terbiyede diyorlar! Nedir bu? Allah aşkına senin Talim Terbiyede bu kadar ne işin var?..” “Efendim, Celâl Ökten Hoca be­nim hocamdır. Bir aydan be­ri buradadır.” “Hayırdır ne işi varmış?..” Tevfik Bey, “Efendim, böyle böyle...” diye anlattı. “Lâzım olanı yazın, ben imza ederim!” Adnan Bey memura sordu. “Beyefendi bunun mahzuru nedir?” “Efendim, bana meşguliyetimin dışında bir teklif yapılıyor. Ben böyle bir karar veremem. Böyle bir müsaadeyi benden istiyorlar. Benden çıkması lâzımmış. Binaenaleyh mevzuat böyle bir karar vermeme müsaade etmez. Vekil Bey üzerime büyük baskı yapıyor.” “Peki, Tevfik Bey’in verdiği talimat kâfi gelmiyorsa emri ben vereyim. Bu emri günün Başvekili vermiş deyin.” “Muhterem başvekilim ben mesul olurum, şifahî emir beni kurtaramaz.” “O halde lâzım olanı yazın, ben imza edeyim.” Merhum Adnan Menderes’in bu kararlı tavrı karşısında, artık Talim Terbiye Dairesi Başkanlığının söyleyecek sözü kalmadı.” İmam Hatip Okulları halkın maddi-manevi destekleri ile açılır ve büyür. Bu rüzgâr, İmam Hatip’lerin doğal bir uzantısı sayılan Yüksek İslam Enstitüsünün kurulmasına da vesile olur. Bu da yine Menderes’in zor zamanlarda risk alarak ortaya koyduğu bir hizmettir. 1959 yılında Cevat Akşit yeni mezun bir imam hatipli olarak beraberindeki arkadaşları ile Ankara’ya gelir. Amcası Baha Akşit Demokrat Parti’nin grup başkanvekili olduğu için başbakana kolayca ulaşırlar. Menderes “Kimseyi kabul etmiyorum ama imam hatipli bu gençlere hayır diyemem.” diyerek onları kabul eder. Görüşmek için randevuyu gece saat ona verir. Gençler başbakanlığın arka kapısından birer ikişer girerek toplantı odasındaki yerlerini alır. Menderes odaya girer, koruma polisini dışarı çıkarıp kapıyı kapattırır. Herkesi süzdükten sonra konuşmaya başlar: “Benim müsteşarım bile masonların reisi. Beni bu kadar bunalttılar, etrafımı çevrelediler. Ben Müslüman’ım. Türkiye’nin de ayakta kalmasının teminatı İslam’dır, imandır. Arkadaşlarım beni desteklemiyor, bu okulların açılmasını laikliğe aykırı görüyorlar. Yalnızım arkadaşlar, çok yalnızım. Burnumun dibine bile bu tip adamlar koydurlar.” Sözlerine fazla devam edemez Menderes ve ağlamaya başlar. Kendini biraz toparladıktan sonra konuşmasına devam eder. “İmansız, İslamsız yaşanmaz. Arkadaşlar şundan emin olun, hayatım pahasına da olsa İmam Hatip Okullarının yüksek kısmını açacağım.”1 Birkaç ay içinde Yüksek İslam Enstitüsü de eğitim faaliyetlerine başlar. Menderes millet ve memleket yararına olan bu hizmetlerinin bedelini 1960 darbesinde canıyla öder. O yıllardan içinde bulunduğumuz günlere kadar pek çok kısıtlama, engelleme ve dışlanmaya da maruz kalır imam hatip okulları ve öğrencileri. Bütün bunlardan sabır ve tevekkülle geçerken bu necip milletin desteği de her zaman yanında olmuştur. Bugün İmam Hatip Okulları mesleki anlamda “imam ve hatip” sınırını çoktan aşmış, mezun ettiği öğrenciler cumhurbaşkanı bile olmuştur. Fedakâr kadroları ve inanmış öğrenci/velileriyle fen lisesi seviyesinde eğitim veren İmam Hatip Okullarının dini değerlerle donanmış öğrencileri, merkezi sınavlarda gösterdikleri başarılarla adlarından her zaman söz ettirmektedir. Geleceğin Türkiye’sinde birer doktor, öğretmen, mühendis, akademisyen… olarak yer almaya hazır ve istekli olarak gayret etmektedirler. Kaynakça: 1- ÖNDER 50. Yıl Özel Albümü, İstanbul, 2010, s. 52-53

Tarık ÇELİK 01 Eylül
Konu resmiİlmin Faziletine Dair Büyüklerin Sözleri*
Eğitim

Hazret-i Ali (ra), talebesi Kümeyl’e: Ey Kümeyl! İlim maldan daha hayırlıdır; çünkü ilim seni korur, malı ise sen korursun. İlim hakimdir, mal ise mahkûmdur. Harcamak malı azaltır, ilmi ise çoğaltır, buyurdu. Yine Hz. Ali (ra): Bir alim, gecesini ibadetle, gündüzünü oruçla geçiren ve zamanını cihada harcayan kimseden daha faziletlidir. Bir alimin ölümü ile açılan boşluğu, onun gibi bir alimden başkası dolduramaz, buyurmuştur. Bir şiirinde de Hazret-i Ali (ra) şöyle buyurur: İnsanlar yaratılış bakımından birbirlerine eşittirler. Babaları Âdem Aleyhisselamdır, anneleri de Hazret-i Havva’dır. Eğer insanlar, soy ve asıllarına öğünme vesilesi arıyorlarsa bilsinler ki, asılları çamur ve sudan ibarettir. Ancak ilim sahibi olan, ilmi ile övünmeye hak kazanabilir. Bununla beraber alimler de tevazuları sebebiyle, ilimlerini övünme vesilesi yapmazlar. Alimler, hidayet arayanlara ışık tutarlar. Böylece her insanın kıymeti, ilmi ile ölçülür. Cahiller de alimlerin amansız düşmanlarıdır. Bunun için, ilim sahibi olmaya çalış ve onun harcama yerlerini muhakkak bil. Bütün insanlar ölüdür, ancak alimler diridir. Ebû’l-Esved Amr ibni Zalim Ed-Dili şöyle demiştir: Şu dünyada ilimden daha aziz ve üstün hiçbir şey yoktur. Görünüşte padişahlar, siyasî güçleriyle halka hâkim durumdadırlar. Aslında ise alimler padişahlara hakimdirler. Müfessirlerin imamı Abdullah ibni Abbas (ra) demiştir ki: Süleyman Aleyhisselam, ilimle dünya saltanatı arasında bir tercih yapmakta serbest bırakıldı da ilmi seçti. Onun için Allah ilimle beraber kendisine dünya malını ve saltanatını verdi. Ebû Abdurrahman ibni Mübarek’e sordular: Kâmil insan olanlar kimlerdir? Alimlerdir. Düşük insanlar kimlerdir? Dinini dünya menfaati karşılığında satanlardır. Melikler kimlerdir? Zahidlerdir. Böylece alimlerden başkasını kâmil insan saymamıştır. Gerçekten insanı hayvandan ayıran vasıf ilim sıfatıdır. İnsan, kendisine şeref veren bir vasıfla ancak insan sayılabilir. İnsanın şerefi kuvvetinden dolayı değildir. Eğer şeref kuvvetle olsaydı, develerin daha şerefli olması gerekirdi. Çünkü develer insanlardan kat kat daha kuvvetlidir. Şeref, beden büyüklüğünden de olmaz. Çünkü fil, insandan çok daha iri gövdelidir. Cesaretten de ileri gelmez; zira ormanlardaki yırtıcı hayvanların cesareti insanların cesaretinden daha fazladır. Fazla yemekten de şeref olmaz. Çünkü bu takdirde öküzlerin daha şerefli olması gerekirdi. Zira öküzlerin karnı büyüktür. Yine şeref cinsel kudret sebebiyle de değildir: çünkü en küçük kuş bile, bu hususta insanoğlundan daha güçlüdür. Bütün bu sayılanlar insana şeref vermez. Ancak insana şeref veren şey, ilimdir. İnsan, yaratıcısını tanıyıp onun emirlerini öğrenmek ve ona ibadet etmek için yaratılmıştır. Nitekim bu husustaki ayet-i kerimenin meali şöyledir: “İnsanları ve cinleri, bana ibadet etsinler diye yarattım.”1 Alimlerden biri de şöyle demiştir: “İlmi elinden kaçıran acaba ne kazanabilir? İlmi elde eden kimsenin de zararı ne olabilir?” Peygamber Efendimiz (sav) şöy­le buyurmuştur: “Kur’an bil­gi­sine sahip olan kimse, başkasının maddi varlığını ondan daha iyi görürse, Allah’ın büyük saydığını küçültmüş olur.” Fetih El-Mûsulî şöyle demiştir: “Bir hasta, yedirilmez, içirilmez ve tedavi edilmezse, ölmez mi? İşte kalb de aynen bir hasta gibidir; üç gün arka arkaya ilim ve hikmetten mahrum edilirse manevi yönden ölür.” Gerçekten kalbin gıdası ilim ve hikmettir. Onun yaşaması ilim ve hikmete bağlıdır; bedenin sağlığı yiyip içmeye bağlı olduğu gibi… İlimden yoksun olan bir kimsenin kalbi, mana bakımından hasta ve ölüdür. Bir de bunun üzerine dünya sevgisi ile maddecilik eklenirse, insanı öyle hale getirir ki, bütün hislerden mahrum kalır. Artık bu büyük felaketi anlayamaz hale gelir. Korku, yaranın acısını bir müddet duyurmadığı gibi… Ama insana ölüm gelince, sırtından dünya ağırlığı atılır ve bir felaket çöktüğünü anlar, son derece üzülür. Ancak onun bu andaki üzüntü ve pişmanlığı hiç fayda vermez. Baygın halde iken ameliyat yaralarının acısını duymayan kimsenin, kendine geldikten sonra acı duyması gibi… Perdeyi kaldırıp gerçekleri ortaya koyan günün dehşetinden Allah’a sığınırız. İnsanoğlu bu dünyada bir nevi uykudadır; öldükten sonra uyanır. Daha önce dünyada yaptıklarının karşılığını görür; fakat iş işten geçmiştir. Hasan-ı Basrî (ra) şöyle buyurmuştur: “Alimlerin kaleminden damlayan mürekkep, şehidlerin kanı ile tartılır ve o kanla tartılan mürekkep, tertemiz kandan daha ağır gelir.” İbni Mesûd (ra) şöyle buyurmuştur: “İlim ortalıktan büsbütün çekilmeden ilme sarılın, ilim, ancak ilmi yayan alimlerin azalmasıyla çekilir gider. Canım kudret elinde olan Allah’a yemin ederim ki, Allah yolunda şehid olarak öldürülenler, alimlerin ahiretteki mertebelerini gördükleri zaman, Allah’ın kendilerini tekrar diriltip dünyada alim olmayı isterler. Hiç kimse anasından alim olarak doğmaz; ilim ancak çalışıp öğrenmekle elde edilen bir nimettir.” İbni Abbas (ra) buyurmuştur: “Gecenin bir anında ilim üzerinde sohbet etmek, o gecenin bütününü namaz kılmakla geçirmekten daha faziletli gelir bana…” Hasan-ı Basrî (ra) “Ey Rabbimiz! Bize dünyada iyilik ver; ahirette de iyilik ver ve bizi cehennem azabından koru,”2 mealindeki ayet-i kerimenin tefsirinde buyurur ki: Bu ayette geçen “bize iyilik (hasene) ver” cümlesindeki “ha­se­ne” ilmi ifade eder. Ayrıca bu ke­lime ibadeti de içine alır. “Ahi­ret­te bize iyilik (hasene) ver” cüm­lesindeki “hasene” de cenneti ifade eder. Hükemadan birine soruldu: Bu dünyada hangi şey elde edilmelidir? Gemi battığı zaman gemiyle beraber batmayan, seninle beraber kalan eşyayı al. O, bu cevabı ile ilmi kastediyordu; çünkü ilim, insanın kafası içinde olduğundan kaybolup gitmez, daima insanla beraber kalır. Denmiştir ki, bu ifadede “geminin batmasından” murad, ölümle batan bedendir. Alimlerden biri de şöyle demiştir: “İlim ve hikmeti kendisine gem edineni, halk imam ve öncü edinir. Hikmet sahibi olanlar her zaman hürmet ve itibar görür.” İmam Şafiî Hazretleri buyurmuştur ki: “İlim sahibi olanın, azıcık dahi olsa o sıfattan sevinmesi, ilmin özelliklerindendir. İlim edinemeyen ise, ondan mahrum kal­dığı müddetçe üzüntüsünü çeker.” Hazret-i Ömer (ra) şöyle buyurmuştur: “Ey insanlar! İlim isteyin ve ilim öğrenin; çünkü Allah’ın rızasına uygun bir elbise vardır ki, Allah o elbiseyi ilmi arayıp elde edene giydirir. Allah’ın giydirmiş olduğu bu elbiseye bürünen kimse, o elbise sırtında oldukça hangi günahı işlerse işlesin, Allah sevdiği o elbiseyi sırtından almamak için o kimseye üç defa tövbe etme imkânı verir. Ölünceye kadar günah yolunda bulunsa bile, o elbise sırtında iken hiçbir zaman günahından dönme yolu ona kapanmış olmaz.” Ebû Bekir El-Ahnef şöyle demiştir: “Alimlerin hepsi efendi olmaya layıktır. Fakat ilimle kuvvetlendirilmemiş rütbeler zilletten başka bir şey değildir.” Salim ibni Ebü’l-Ca’d da şöyle demiştir: “Efendim beni üç yüz dirhem para karşılığında satın aldı. Sonra da beni azad etti. Ben hürriyete kavuştuktan sonra hangi işle uğraşayım diye düşünmeye başladım ve sonunda ilimle uğraşmaya karar verdim. Aradan bir yıl geçmişti ki, şehrin valisi beni ziyarete geldi. Ancak benim durumum müsait olmadığı için yanıma girmesine izin veremedim; o da dönüp gitti.” Zübeyr ibni Ebû Bekir şöyle demiştir: “Babam, Irak’dan mektup yazıyor ve bana şu öğüdü veriyordu: Oğlum, ilim öğren; çünkü fakir düşersen ilim senin için en kıymetli bir sermaye olur. Zengin olursan, ilim senin için bir süs ve güzellik olur.” Lokman Hazretlerinin de oğ­luna buna benzer öğütleri var­dır. Oğluna şöyle demiştir: “Oğlum, alimlerle beraber ol, onların dizleri dibinden ayrılma. Çünkü Allah, yeryüzünü rahmetiyle yeşertip canlandırdığı gibi, ilim de öylece insanoğlunun kalbini yeşertip canlandırır.” Hükemadan biri de şöyle demiştir: “Bir alim öldüğü zaman, sudaki balıklardan tutunuz da havada uçan kuşlara varıncaya kadar, bütün hayvanlar onun için matem tutar ve ağlarlar.” Bu sözü kuvvetlendiren bir hadîsi, İbni Neccar, Enes’den (ra) rivayet eder: “Alimler ölünce, denizlerdeki balıklara varıncaya kadar bütün canlılar kıyamete dek onlar için mağfiret dileğinde bulunurlar.” Ölen bir alimin bedeni kaybolur; fakat o hiçbir zaman unutulmaz, daima hayırla anılır. Zührî3 şöyle demiştir: “İlim kelimesi müzekkerdir; onu ancak babayiğit olanlar sever.” *İhyau Ulumi’d-Din’den alınmıştır. 1- Zariyat, 562- Bakara, 2013- Hicretin 124. yılında vefat etti. Ebu Hüreyre, İbni Ömer ve Rafi bin Hadic’den hadis rivayet etmiştir.

İrfan MEKTEBİ 01 Eylül
Konu resmiDanışan Dağlar Aşmış, Danışmayan Düz Yolda Şaşmış
İnsan

“Hiç bilenle bilmeyen bir olur mu?” İlim, bir şeyin künhüne vakıf olmaya denir. Âlim ise, ilmin sahibine. İlim, o kadar geniş bir deryadır ki; herhangi bir insanın, bütün ilimlerde âlim olmasının imkânı yoktur. Tek alanda her şeyi biliyor olmak da insanoğlu için mümkün değildir. Çünkü ilim, Rabbimizin sıfatlarındandır ve biz kullar, ancak mahdut kısmında söz sahibi olabiliriz; bizlerin kabiliyeti ve istiap haddi çok kayıtlarla çevrelenmiştir. “Her şeyi hakkıyla bilen, yalnız O’dur.” İnsanoğlu kendi gayretiyle ilim sahibi olabilir. Peygamberler ve bazı mahsus kulları ise, Rabbimizin bazı hikmetlerinden dolayı, doğrudan kendisi tarafından hususi olarak ilimden pay sahibi yapılırlar. Evet, peygamberler bile, sadece kendilerine bildirilen kadarını bilebilirler. Öyleyse biz insanların elde edebildikleri ilim, çok çok sınırlıdır. Onun içindir ki ecdadımız, “Bin bilsen dahi, bir bilene danış” diyerek, kibirden uzak kalıp, her bilgi sahibine saygı göstermemizin şahsi selametimiz için en münasip yol olacağına vurgu yapmıştır. İlmin zıddı ise cehalettir ki, farklı açılardan değerlendirilebilir. İçinde bulunduğumuz asır için, “Bilgi Çağı” deniliyor. Önceki asırlarda geniş topraklar, büyük ordular vs. kuvvetin kaynağı ve göstergesi olarak görülürken, şimdi bilgiyi elinde bulunduran ve kullanmasını bi­len devletler öne çıkmaktadır. Üstad Bediüzzaman Hazretleri, bir asır önce, “Elbette nev-i beşer âhir vakitte ulûm ve fünuna dökülecektir, bütün kuvvetini ilimden alacaktır. Hüküm ve kuvvet ise ilmin eline geçecektir.” tespitinde bulunmuştu. Günümüzde bilgisayar dediğimiz cihazlar, küçülüp ceplerimize kadar girmiş bulunuyor. Bu cihazlardan en fazla bulunduranlar değil de, her şeyiyle imalatını yapabilenler, alterna­tif sistemler geliştirebilenler ya­ni bilgiyi kullanabilenler, da­ha da söz sahibi olmakta ve zen­ginleşmektedir. Mali hesapların muhafaza edildiği hafıza depoları, orduların kullandığı ileri teknoloji mahsulü cihazlar, son teknoloji nakil vasıtaları, hemen bütün resmi ve hususi kurumların ellerinde bulundur­mak mecburiyetinde oldukları teknolojiler, asırlar boyunca birikmiş olan bilgiden istifade etmesini bilenlerin eseridir. Nüfus olarak küçük olduğu halde, fert başına yüksek gelir sahibi olan birçok ülke, belki de işlerini bilgiye dayandırdığı, her işini kayıt altına aldığı, araştırma-geliştirmeye çokça zaman ve sermaye ayırdığı, bilgi sahibi olan insanlarına çok kıymet verdiği için gücünü muhafaza edebilmektedir. Sadece bir elektronik yazılım bile, fonksiyonundan dolayı, çok kıymet kazanabilmektedir. Meselâ, nerdeyse hepimizin kul­lanmaya mecbur duruma gel­diğimiz cep bilgisayarındaki (şahsi telefonlarımızdaki) bir yazılım programı, 4 sene kadar önce satıldığında, Türkiye’nin en büyük 5 iktisadi kurumundan daha değerli idi. Bize gelince, “İlim Çin’de dahi olsa, gidip alınız” diyen bizim Peygamberimiz (sav) değilmiş gibi, bu asır Müslümanlarının nazarları farklı cihetlere kaymış, kaydırılmıştır. Öbür taraftan, aslî ihtiyaçlarını karşılama gayreti, birçoğu fakir bırakılmış, zaafa uğratılmış ve tembelleştirilmiş asrımız Müslümanının bütün vaktini alır olmuştur. Üstüne, ırkçılık düşünceleri, birbirinden kopukluk ve farklı düşmanlıklar da eklenince, İslam coğrafyası madden iç içe olduğu halde, manen par­ça parça olmuştur. Varlık sahibi olan Müslüman devletlerin idarecileri ise gaflet, cahiliyet ve asa­­biyet galibiyetiyle fakir Müslümanlardan uzak durmuş; fıtri kaynaklarından bile, yabancıların yardımı olmadan istifade edemez hale düşmüşlerdir. Cahiliye devrinde, mezarlarda yatmakta olan ölmüşlerini bile sayarak, ırklarının kalabalıkla­rı­nı birbiriyle yarış bahanesi ya­panlar, şimdilerde, eğlence yer­lerinde ve kaldıkları bol yıldızlı otellerde en fazla bahşişi verme, ülkesine en yüksek bina ve kuleyi dikme yarışına girmiş; öbür taraftan açlıktan ölen din kardeşlerini unutmuş; mülteci durumuna düşenlerden ellerini uzak tutmuşlardır. Yani cahiliyeleri, sadece şekil değiştirmiş gözükmektedir. Halbuki Üstad Bediüzzaman şu ifadesiyle kendi asrından, “Her bir mümin i’la-yı Kelimetûllahla mükelleftir. Bu zamanda en büyük sebebi maddeten terakki etmektir. Zira ecnebiler, fünun ve sanayi silâhıyla bizi istibdad-ı mânevileri altında eziyorlar. Biz de fen ve san’at silâhıyla İ’la-yı kelimetullahın en müthiş düşmanı olan cehil ve fakr ve ihtilaf-ı efkâra cihad edeceğiz” diyerek, çok mühim tespitlerde bulunmuş ve rehberlik etmek istemişti. Yani nasihat dinleyen de dinlemeyen de netice itibariyle kendine eder. Bizlerin çoğunun iş hayatına gelince, bilgi ve tecrübe, elbet­te ki orada da önde olması gerekirken, bazı mühim kafa karışıklıkları ile karşı karşıya kalıyoruz. Şöyle ki; işveren veya yöneticinin şahsi tecrübeleri, her şeyin önüne geçtiği durumlar sıkça yaşanabilmektedir. Yani astların kendi bilgi ve tecrübesine da­yanan tavsiyeleri, âmirlerin düşünceleriyle çatışıyorsa, ço­ğu zaman, hayat bulmasının im­kânı olmamaktadır. Şahsına ait dar bir alandaki 30-40 yıllık tecrübenin her şeye yeteceğini zannedenler, bulundukları yerden ileri gidemez, hatta geride kalırlar. Enaniyet, yani ego tatmini, iş­yerlerinde muhtemel başarıların ve kazançların önünü tıkayan en mühim faktör olarak karşımıza çıkar. Hususan genç çalışanların, bir mevzuu âmirinden daha iyi biliyor olması, maalesef ki pek kabule şayan değildir. Halbuki atalarımız, “Bin biliyorsan dahi bir bilene danış” diyerek, bilgi sahibi olan herkese gerekli hürmetin gösterilmesinin, kişi­nin kendisine fayda sağlayacağı me­sa­jını vermektedir. Maalesef ki, astından veya çalışanından (ç)almış olduğu bilgiyi veya fik­ri, kendisine aitmiş gibi davra­nan nice amirler, ticari/içtimai hayatın içinde varlıklarını devam ettiregelmektedirler. Aslında bir teşekkür veya iltifat, kişiyi arkadaşları içinde onore edeceği gibi, hem o fikirlerin devamının gelmesini sağlayacak hem de diğer arkadaşlarını teşvik etmiş olacaktır. Muvaffakiyet seviyesini sürekli yükseltenlere gelince, bedeli ne olursa olsun, bilenlere danışmakta ve her alanda kendilerinden daha çok bilgi sahibi olanlara ulaşmak için yoğun çaba sarfetmektedirler. Hâsılı, “Danışan dağlar aşmış; danışmayan düz yolda şaşmış” diyen ecdadımız, bir taraftan bilgi sahibi olmanın ehemmi­yetine vurgu yapmış, öbür taraftan da şahsi bilgisiyle yetinenlerin zararda olacağını en veciz bir şekilde ifade etmiştir. “Hiç bilenle bilmeyen bir olur mu?” ilahi mesajı ise o kadar kıymetlidir ki hayat damarlarımızın her yerinde kendine yer edinmelidir. Rabbimiz, bu ikisini birbirinden çok iyi ayırdığı gibi, biz kullarından da ilim sahibi olmak için çok gayret sarfetmiş ve ömrünü değerlendirmiş kimseleri rehber ve örnek almamız gerektiğini, bunun neticesinde bizlerin kazançlı çıka­cağını beyan etmiştir. Rabbim, faydalı ilimlerden ve ilim sahibi kimselerden hakkıyla istifade etmeyi ve cahillerden yüz çevirmeyi hepimize nasip etsin! Fi emânillah!

İsmail ERDOĞAN 01 Eylül
Konu resmiPeygamberlerin Mirası: İlim
Eğitim

İlim, lügat manasıyla bir şeyi her şeyiyle bilmek anlamına gelir. İlim kelimesinin bu anlamından yol çıkarak, bir kişinin bir konuda ilim sahibi olabilmesinin kulaktan dolma bilgilerle olmayacağı sonucuna varabiliriz. Kimi zaman sadece okunulan bir cümleyle bile bir konu hakkında bilgili olunabileceğini düşünenler olabilir. Ancak ilim sahibi olmak o kadar basit değildir. İlim öğrenmek, kimi zaman işin ehlini dinlemeyi, kimi zaman da öğrenilecek konu hakkında temel eserleri okumayı gerektirir. Kısacası bir konu hakkında az çok bir şeyler bilmek, kişiyi o konunun âlimi yapmaz. Bazen de insan bir ilim dalının her konusunu bilmez ama bir meselesini iyice öğrenebilir. Mesela Hadis ilmini bilmez, Hadis âlimi değildir ama bir veya birkaç Hadis-i Şerif’i anlamlarıyla ve anlatmak istedikleriyle birlikte güzelce okur, dinler ve özümser. İşte bu tür bir durumda bu bildiği hakikatleri başkasına da ulaştırma imkânı doğabilir. Bu konu hakkında Ebu’d-Der­dâ’­dan (ra) rivayetle şöyle bir Ha­dis-i Şerif vardır: “Allah, biz­­den bir söz işitip, onu işit­ti­ği gibi (başkasına) ulaştıran ki­şi­nin yüzünü ak etsin. Ken­di­sine (bilgi) ulaştırılan nice kimseler vardır ki onu işiten (ve kendisine aktaran) kimseden daha kav­ra­­yış­lıdır.”1 O ci­het­le duyduğu­­muz veya öğ­ren­­di­­ği­miz hakikat­leri baş­­kalarına aktarma sorumluluğumuzun olduğunu an­­­la­­­ya­bi­­li­­­yoruz. An­­cak bildiği­mi­­zi baş­­ka­larına anlatırken, doğrulu­­­ğu­­­­nu da önceden teyit et­­me­­­liyiz. Doğruluğundan şüp­he duy­­­du­ğumuz, ke­­sin emin olmadığımız bilgile­ri başka­la­rına an­la­tırken dikkat­li olmalıyız veya hiç an­lat­­ma­­ma­lıyız. Âlimler, Peygamberlerin Varisleridir Kays bin Kesîr (ra) anlatıyor: Medine’den bir adam Şam’da bulunan Ebu’d-Derdâ’nın (ra) yanına geldi. Ebu’d-Der­­­dâ (ra) ona; “Kar­de­­­şim, seni buraya ge­ti­­­ren nedir?” diye sor­du. Adam, “Senin Re­­sû­lul­lah’tan (asm) nak­­­let­ti­ği­ni öğrendiğim bir ha­­dis.” cevabını verdi. Bunun üze­­ri­ne Ebu’d-Derdâ (ra) dedi ki; “Resûlullah’ı (asm) şöyle der­ken işittim: ‘Kim ilim için yola çıkarsa Allah ona cen­­nete giden yolu kolaylaştırır. Melekler, hoş­nut­luklarından do­­­layı ilim ta­le­besine kanatla­rı­­nı serer. Sudaki balıklara va­rın­caya kadar yer ve gök ehli âlim kişinin bağışlanması için Allah’a yakarır. Âlimin, âbide (ibadet edene) üstünlüğü, (parlaklık, görünürlük ve güzellik bakımından) ayın diğer yıldızlara olan üstünlüğü gibidir. Kuşkusuz âlimler Peygamberlerin vâ­ris­leridir. Peygamberler miras olarak ne altın ne de gümüş bırakmışlardır; onların bıraktıkları yegâne miras ilimdir. Dolayısıyla kim onu alırsa büyük bir pay almış olur.’ ”2 İnsan, taallümle tekâmül edecek şekilde yaratılmıştır. İlim öğrenerek gelişir, kemale erer ve maddî ve manevî olarak tüm mahlukatın üstünde bir değer kazanır. İnsanı diğer yaratılmışlardan ayıran, onun bir şeyleri öğrenebilmesi ve kendini geliştirebilmesidir. O halde ilim öğrenmek insanın tabiatında vardır, denilse yanlış olmaz. Bakara Sûresi 31. ayet­te; “Ve Âdem’e isimlerin hep­sini öğretti…” buyrulma­sını Bedîüzzaman Hazretleri şöyle tefsir eder: “Şahs-ı Âdem’e talim-i esma (isimlerin öğretilmesi) unvanıyla nev-i benî Âdem’e (Âdemoğullarına) il­hâm olunan bütün ulûm ve fü­nû­nun (ilimlerin ve fenlerin) ta­li­mini ifade eder.” Tarih boyunca insanlar, Allah’ın kendilerine verdiği aklı ve zekâyı kullanarak, çalışmış ve gayret etmişler, birçok ilmî buluş ve keşif gerçekleştirmişlerdir. Hz. Adem’den (as) beri her asırda yeni yeni ilmî gelişmeler ortaya çıkmıştır. İdrak ettiğimiz asırda birçok bilim dalında çok büyük gelişmeler kaydedilmiştir. Ancak bu gelişmeler, ‘eski zamanlarda bilim yoktu, herkes cahildi’ anlamına gelmemektedir. Her devrin kendisine göre ön plana çıkan bir ilim dalı olduğunu tarihe bakanlar anlayacaktır. Mısırlıların yaptıkları piramitlerin bazı özellikleri bugün bile tam anlamıyla anlaşılamamaktadır. Piramitlerin o günlerin teknolo­jisi ile nasıl inşa edilebildiği hala çözümlenememiştir. Hakeza Hz. İsa (as) döneminde tıbbın ve Peygamber Efendimiz (asm) döneminde edebiyatın çok ileri seviyelerde olduğunu bilmeyen yoktur. Demek ki Hz. Adem’e (as) öğretilen isimler, tüm insanlığın öğreneceği ilmi de ifade ediyor. Buradan ilim tahsilinin insan hayatının bir parçası olması gerektiği ortaya çıkıyor. Tabi burada sadece fizik, kimya, biyoloji, matematik gibi bilim dalları ile ilmî keşiflerin kastedildiği anlaşılmasın. İslam tarihine baktığımızda, dinî ilimlerle müspet ilimlerin bir arada tahsil edildiği, kimi âlimlerin ya da meslek mensuplarının -tıpkı günümüzdeki gibi- daha sonra kendi alanlarında uzmanlaştıkları görülüyor. Ayrıca her bir fizik, kimya, biyoloji, astronomi gibi bilim dalında insan isterse Allah’a gidecek bir yol bulabilir. Çünkü sonuçta her bir bilim adlı aslında bize Allah’tan bahseder. İlmin Zekâtı Kişi doğru ve sağlam kaynaktan öğrendiği bir İslami veya imanî hakikati başkalarına da anlatmalı, yaymalı ve ilminin de zekâtını vermelidir. İlim, paylaşıldıkça azalmayan büyük bir hazinedir. İlim sahipleri, öğretme konusunda cimri davranmamalıdır. Hadis-i Şerif’lerin bize müjdelediklerine nail olmak istiyorsak, ilim öğrenmeli ve ilim öğretmeliyiz. Kaynak: 1- Tirmizî, İlim, 72- Tirmizî, İlim, 19

Arif Emre GÜNDÜZ 01 Eylül
Konu resmiSen, Sana Sorulmuş Bir Sorusun
İtikad

“Ey kendini insan bilen insan! Kendini oku. Yoksa hayvan ve camid hükmünde insan olmak ihtimali var.” Gelişmesi, fark etmesi ve yücelmesi öğrenme eylemine bağlanmış tek varlıktır, insan. Kazandığı tüm değer ve kabiliyetler, istisnasız bir öğrenme eyleminin neticesidir. Bu durum insanla bilgi arasında kaçınılmaz bir ilişki kurmaktadır. Manası ve sırrının ayân olması kendisini keşfetmesine bağlanmış olan insan, bilgiden, bilmekten ve ilimden uzak kaldıkça kendisinden uzak kalmaktadır. Yani ilim ile çıkılan yolun ilk menzili, kişinin kendini ve kendinde gizli sırrı keşfetmektir. Bu keşif, insana kim olduğunu, kimin olduğunu ve neden yaratıldığını idrak etme imkânı vermektedir. İnsanın kendisi sırlı bir anahtar hükmündedir; ancak öncelikle bu anahtarın kendisinin sırlı bir anahtar olduğu bilgisi ile buluşması gerekmektedir. Anahtar olduğunu ve bu anahtar ile kâinatın sır kapılarını açabileceğini öğrenen insanın kendini bilmek denilen bir mevkie ulaştığını ifade etmek mümkündür. Bu menzil, insanın çıkmaya hüküm giydiği bu uzun ve gizemli yolculuğun ilk menzilidir. İnsanın, çok câmi’ bir varlık kılındığı, mahiyetinde alemin türlü türlü hususiyetlerinin bulunduğu ve hatta insanın, alemin küçük bir fihristesi olduğu zahir bir hakikattir. Her irade ve tecellisinde binler hikmet saklı olan Hakîm-i zü’l-Kemal olan Rabbimiz, yine aynı hikmet tecellilerinden olarak insanı insana saklamıştır. Nasıl ki Rabbimiz gizli bir hazine olduğunu ve bilinmeyi murâd ettiğini beyan ediyor, bu beyanın son ucu olarak insanın yaratılmasını irade ediyor. Aynen öyle de bu kudsî iradenin sevimli bir meyvesi olan insanı da gizli bir hazinenin mahzeni kılarak, keşfedilecek en âlî sırları insanın mahiyetine saklıyor. Bu hakikati en yüksek seviyede idrak ederek konunun derinliğine muttali’ olan insanın, kendi varlığını merak etmesi, onu tanımaya ve sırlarını keşfetmeye çalışması kadar kaçınılmaz ya da tabii bir durum olamaz. Bunun dışındaki her insani tutum acaba ne kadar insani kabul edilebilir bilemiyorum. Zira üstadımız Bediüzzaman hazretlerinin (ks) şu sözü bu hakikati çok kati bir surette izaha kâfidir. “Ey kendini insan bilen insan! Kendini oku. Yoksa hayvan ve camid hükmünde insan olmak ihtimali var.”1 İnsanın kendini ta­nı­masının neticesi ya da mükafatı, şüphesiz Rabbini tanımasıdır. İnsanın varlığına ilâhî olma vasfını kazandıran o nefes insanın içindedir. O nefes marifetiyle ilâhî bir varlık hüviyeti kazanan insanın, mahiyetindeki ilâhî nakışları (gerek maddî gerekse manevî varlığını kastediyoruz) tanımaya, anlamaya ve öğrenmeye çalışması, insanı halife-i ruy-ı zemin yapacaktır. O meşhur ve makbul ve bir o kadar da hikmetli olduğu kabul edilmiş sözde, nefsini bilen Rabbini bilir şeklinde yapılmış çeviriye ihtiyatlı yaklaşmak icap eder. Zira metinde –alime- yani bilmek fiili değil –arafe- yani tanımak fiili kullanılmıştır. (Men arafe nefsehu fekad arafe Rabbehu) Bu durum, bilmek gibi hiç de görece olmayan ve kişinin bakış açısı ve kapasitesi ile doğru orantılı olarak deneyimleyebileceği -arafe- yani tanımak ile anlatılmıştır. Bilmek, kuşatıcı ve mutlak bir bilme durumunu ifade eder ki, bu insan için pek de mümkün değildir. Tanımak ise herkesin kendi gönlü, dimağı ve idraki nispetinde yaşayabileceği bir haldir. Üstelik her insan Rabbini kendi gönül penceresinden müşahede edebilir, başkasınınkinden değil. Tanımak ve tanış olmak, insan için dikey bir şekilde işlediğinde onu kul olmaya, yatay bir şekilde işlediğinde de dost, yaren ve yoldaş olmaya götüren bir faaliyettir. Bilmeye ve tanımaya giden yol tam bir fedakârlık yoludur. Terk etme yoludur. Tüm öğretilerde fazileti netice veren terbiye metotları, terk etme üzerine kurulmuştur. Bu durumda insanın, kendisi zannettiği kişiyi terk etmesi, içinde ebedî kalacağını zannettiği dünya fikrini terk etmesi ve belki de Nakşibendî usulündeki gibi terk ettiği her şeyi de zihnen terk etmesi gerekmektedir. İnsan kendini sağlama almak gibi bir zafiyetin pençesinde ya­şa­dığı için, güvencesizliği ölüm­cül bir korku seviyesinde al­gı­lar. Oysa terk etmek bir son­ra­ki dalı tuttuğumuz için eli­miz­de­kini bırakmak değil, bel­ki elimize geçeceğini sadece um­du­ğumuz (ve asla geçip geçme­yeceğini bilemeyeceğimiz) bir dal için elimizdekinden vazgeçebilmektir. Hulasa insan, insana sorulmuş bir sorudur. Cevap olarak Rabbini bulanların ortaya koyacağı hayatın neticesinin ebedî saadet olduğu bir soru ve bu cevabı verenlerin dünyanın hiçbir eşyasına kalben muhabbet etme ihtiyacı hissetmeyeceği bir soru. Ne mutlu o insana ki, kendini tanımasının Rabbini tanımak gibi bir neticesi olduğunu bilir, tüm hayatını bu gaye için sarf eder. Veyl o kimseye ki, kendini tek bir lahza bile merak etmeden yaşamanın Rabbini tanımaktan mahrumiyet olduğunu bilmez ve sermaye-i ömrünü heba eder. Kaynak: 1- Mektubat Mecmuası, Otuz Üçüncü Mektub, s. 378

Ahmet EFENDİ 01 Eylül
Konu resmiMaârifin Kalbi: Marifet “Değer”i
İnsan

(Menşeindeki “مَنْ عَرَفَ” hakikatinden koku taşıyan,hüceyre-i kelam tesmiyesine seza bazı kelimattan ibarettir.) Marifetullah “lafzatullah”sız olmaz:İlm oldur kim Hakk’a rehber ola / Cehl ola kim ile de ayruk yola … tanır Kazanım cümlesinin içini ne ile doldursan doldur! Hiç bana mısın der mi? Bazen kimileri tanıtılır, bazen niçini… Kâh zaman, kâh mekân, kâh nesne oluverir, cümleyi mesken tutan, ma’ruf ittihaz edilen. Cümlede cem olan, hedef gösterilen istendik veya istenmedik davranışlar çevresinde çarşaf çarşaf sahifeler ve okumaları… Gör-mek ve seyret-mek fiilinin cazibesi öne sürülerek ekran başlarına kaçamak geçişler… Sıklıkla “yaparak, yaşayarak…” terennümüyle açık mektep gezinticikleri… Maârife hangi cihetten yaklaşılsa, hangi aşaması ele alınsa “tanımak”ın kendisi hakikat nurlarıyla tanınmadıktan sonra netice vahim: ya değirmende su döğmek ya da bir çuval incir berbat (battal). Tenvir edenin nurani olması gerek! A-re-fe Belki de daha ilk mektep yıllarında karşılaştık da konumlandıramadık: “İlim ilim bilmektir / İlim kendin bilmektir / Sen kendini bilmezsin / Ya nice okumaktır” mısraları çoğu vakit çocukluk bestesiyle döküldü dilimizden. Gençlik çağının mukaddimesinde, lisan-ı hâli kazandıran okumalar yapmaya merhaba dediğimiz vakitlerde “Kendini oku!” hitabına muhatap olduk. Yalan söylemez fıtratımızdaki meyille kesbimize yön verdik. İşaretten işarete menzilden menzile, Yunusça sürdürdük tefekküri seyahatimizi: hilkatten fıtrata her cihetiyle… Enfüste ve afakta en cüz’i şey dahi bir imza bir mühür oldu. Sadece baktığımız değil her şey bize Rabbimizi hatırlattı, tanıttı. Akıl, miftah-ı kenz oldu, … Fena, bab-ı bekadır gör. Ârif Ârif’ler… Ârifane söyler, âri­fa­ne, bakar, âri­fa­ne konuşur, gü­lümser. Hem öyle sever, öyle kızar. Ârifane yer, uyur, oturup kalkar. Hem öyle başlar ve işler, öyle verir ve ister. Tarife hacet yok. Bes ârifanedir. Zira ebed tarifesi vardır elinde; vakit, saatin sesi gibi hoş bir sada bırakarak işlemektedir. Mevlevi-vari mana gözüyle okuduğu kâinatın sesindeki ahenge kendi ritmi de eşlik eder. Afaktaki tanıdığı ve müşahede ettiği kanun ve nizama, ihtiyari olarak “Muhammedî” izafetiyle nefsinde de iktida etmiştir. Sünnet-i seniyeye isimli nurani bir tarifename olmuştur. Tüm fiiller, haller, tavırlar, tekellümleri, ondaki nurlu ve esrarlı tarifattır. Gaflet ve dalaletin ilimden geldiği şu zamanın her Arif’ini “Ârif” san(y)mamamız bundandır. Muarrif “Ârif, olana bir işaret yeter.” de­di ecdadımız. Mekânları cen­net olsun. Lisanlarıyla, davranışlarıyla, halleriyle kamu hayat­larıyla hep hakikate işaret etti: Ferden ve fevcen Kur’ân-ı Hakîm’i ve Resul-i Ekrem’i (asm) dinlediler. “Kün” emrinin sahibi Hâlık-ı Zülcelâli ve yarattığı her şeyi bizzat kendi kelamından dinlediler. Rabbimizi kudret, irade, ilim, hikmet gibi nice sıfatlarıyla ve isimleriyle tanıdılar; varlığına, birliğine ve vahdetine iman ettiler. Kur’ân’ın ahlakıyla ahlaklanan Nebiyy-i Muhterem’in (asm) dersine kulak verdiler. Burhan-ı Natık’ı (asm), risaletini tasdik etmeklikle tanıdılar, velî oldular. Hem iki emanetteki himmetlerinden mülhem şevk ve gayretleriyle hikmet-nüma Kâinat Kitabını ârifane okudular. İmanın iksiriyle, çölü göl eyleyen nazarlarında yağmur rahmet, ekmek nimet oldu. Rahmetten Rahîm’e, nimetten Mün’im-i Hakiki’ye vasıl oldular. Dillerinde ve hallerinde, ihsana karşı şükür ve teşekküre liyakat kesp ettiler. Fiili şükürlerini edaya kuvvet buldular. Her biri “ârifane bir nida” olan, hak ve hakikatten işaretler taşıyan, darb-ı mesel ve kelam-ı kibarlardaki hikmette; mahza bir imanın, ciddi bir sadakatin ve samimi bir ihlasın nakşedildiği hat, tezhib, musiki, mimari ve emsali eserlerdeki sanatta üç büyük muarrifin muhabbeti ve te’siri var. Kelamullah’ın i’câzı ve belagatinin aksinden, Sani-i Hakîm’in tecellisinden hasıl olan maya var. Elbette ki, muhabbetimizin ve içindeki lezzet-i ruhiyemizin menbaı bu: Marifetullah. Madem O var her şey var! İrfan Enfüsteki katre, “medinetü’l-ilm” ünvanın ve davetinin sahibi olan Muallim-i Ekmel’in (asm) maârifiyle cihan-şumul ummana dönüştü. Meclis oldu, mektep oldu, ocak oldu, şehir oldu, memleket oldu… Her tanımaklık cem olup cemre-veş gönüllere düştü. Birlik sikkesi taşıyan binler göz, binler kulak, binler dil bir oldu da kumandanlarının hizmetinde ümmete dönüştü. Şehirlerin en medenisini inşa eden Ashabın birliğinden ve uhuvvetinden bir nişan taşıdı. Sohbet oldu, ders oldu, nasihat oldu, kitabelere ruh veren hitabe oldu: Fiile, söze, hale, tavra ab-ı hayat misali girdi. Hayatı hayatlandırdı, aksiyona dönüştü. Erkam’ın evinde yanan meşalenin titrek ışığından Fetih sancağının altına, iki günü bir olmaksızın tezyid eden heyecan, yüreklerimize selam taşıdı. Su oldu, ziya oldu, hava oldu, toprak oldu da sonra bağa, bağçeye dönüştü. Bahçıvan da derlenen gül yüzlüler de hisse kaptı. En Nurani Mescid’in sayesindeki suffadan bad-ı saba esintisi taşıdı. Haşyet poleni aşıladı. Gül kokusu yaydı. Maârifçiler! Hatib-i Ümem’in (asm) sa­da­ka-i cariye ve dua eden hayırlı evlatla birlikte zikrettiğiعِلْمٍ يُنْتَفَعُ beyanında, marifet-i İlahiye hakikati bulunmaktadır. Okuyarak ve yazarak neşrini gaye edindiğiniz te’lifatınızı ibka edecek sır budur. İşte, “Marifetullah”ı işaret etmekle ârifane nazar kazandıran düstur-ı mütearife hükmünde bir söz! Gönül hanenizin ve evinizin duvarına ta’lik etmeye layık. İster kitabının kapağına hatt-ı Kur’ân ile yaz, istersen eserinin suretine takılmayıp hüsn-i şiretini bununla doku! Harf harf, kelime kelime, cümle cümle, sayfa sayfa nâfî ilmi işle. يَكٖيدَانْ “Biri bil, ma‘rifetine yardım et­me­yen başka bilmeklikler fâi­desizdir.” Yâ İlâhî! Bana öğrettiğin ilim ile beni faydalandır. Bana fayda verecek ilmi bana öğret ve ilmimi arttır. Her hâl üzere Allah’a hamd olsun. Cehennem ehlinin hâlinden Allah’a sığınırım.”

İbrahim SARITAŞ 01 Eylül
Konu resmiİlim ve Ahlak
Eğitim

  Edeple ve iman nuru ile şahlanmış ecdadın o güzel günlerini tekrar yakalamak için haydi ilim ile yoğrulup ahlak ile şekillenmeye ve edepli olmaya. “Gezdim Halep ile Şam’ıEyledim ilim talepMeğer ilim bir hiçmişİllâ edep, illâ edep”; “Girdim ilim meclisineEyledim kıldım talepDediler ilim gerideİllâ edep illâ edep”.(Yunus Emre) İlim ve ahlak deyince söze ilim ve ahlak erbabından sözlerle başlamak ve ilme selam verip ahlaktan selam almak elzemdir diye düşünüyorum. Yoksa okudum, ilim sahibi oldum demek, Yunus’un deyimi ile bir kuruca emektir. İlk emri “Oku!” olan Kur’an’ı gönderen Rabbimiz bize kalemle ilim öğrettiğini de ayrıca bildiriyor. Yani Kur’an bize yolu çiziyor: Okuyun, kalemle ilim öğrenin. İlimle kemale erersiniz diyerek ilimdeki kemalatın derecesini daha ilk baştan bildiriyor. İnsanlar ile hayvanlar arasındaki fark da buradaki detayda yatıyor. İlimle kemale eren insanın doğduğunda hayattan bihaber olması, her şeyi öğrenerek bilme zorunluluğu anlayanlar için çok ciddi mesajlar içeriyor. Aciz olarak görülen hayvanlar doğumdan birkaç dakika sonra kalkıp yürüyor, annelerinin süt çeşmelerine yapışıp hayatını idame etmenin yolunu biliyor. İlim sahibi mi, eğitimden geçti mi? Hayır! Görüyoruz ki hayatı için gerekli hazır bir donanımla geliyor ve hayatının sonuna kadar yeterli oluyor. Peki insan! Neden sıfır bilgi ile gelip de isterse allame olabiliyor? İşte bunun sırrı Kur’an’ın ilahi mesajındadır. Kur’an bize Rabbimizin bütün peygamberlerine, insanlara, cinlere bir mesajıdır. Yol haritamız, hayat düsturumuzdur. Üstat Bediüzzaman’ın tabiri ile, insanlığın terbiye edicisi, bütün ilimlere kaynak ve aydınlatıcı bir kütüphane, Rabbimizin bizimle konuşması hem dua hem zikir hem fikir kaynağımızdır. Hal böyle olunca insanın tekamülünün temeli ilimdir. Varacağı nokta ise imanla tekâmül etmiş ahlakıdır. Yani diğer bir ifade ile edeptir. İnsan edep zırhına bürünmemiş ise yaratılışın âlî maksadından zilletin en derin derecelerine düşer, haberi olmaz. Hatt-ı vasat olan orta/kolay tarafını bırakır ifrat ve tefrit arasında gider gelir. Ne yaptığının farkına varamadan, yaratılış gayesini öğrenemeden hazlarına mağlup olarak perişaniyet dereceleri arasında yuvarlanır durur. Yol bellidir: Rabbinin adıyla oku! İlmi talep edene talebe, ilim yolunda olana ilim yolcusu denir. Yürünmesi gereken sadece bu yol mudur? Elbette değil. Ticaret ve memuriyet için bu dünya yurduna gelen insan, elbette ihtiyaç duyduğu dünyalıklarını kazanacak ama edep ve iman sınırının dışına çıkmayacaktır. Haramlara bulaşmayacaktır. Mevlana’ya göre her şeyden önce, gerçek ilim ve hikmet sahibi olmak için, haram yememek gerekir: Helal lokma ye ki, ilim elde edesinİlim ve hikmet helal lokmadan doğar,Aşk ve zarafet de helal lokmadan doğar.Lokmalar tohum ise, düşünceler onun ürünüdür,Lokmalar eğer deniz ise, fikirler onun incileridir.Ruhun özü ilimle genişler ve evrenselliğe ulaşır: Kendilerine imtihan sırrı olarak yasak edilenlere yaklaşmayacaktır. Haddini bilecek, haddi aşmayacaktır. Had bilmenin anlamı, ilim bilmek ve kendini bilmekle anlaşılacaktır. Kur’an’ı anlayacak, Rehberin (sav) nasihatlerini yerine getirecektir. Yoksa dünya dârını/yurdunu dert edene dünya kendini dar eder. Gönül dostlarının ilmi, onları yüceltirDünyalık ise insanlara yük olurİlim ruha hitap edince dost olurİlim, maddi isteklere yönelince yük olur.Evrensel aklı tamah ve egolarla kirletmemek gerekir: İnsanın ilmi denizden bir damla gibidir Allah’ım bana huzurundan bir damla bilgi verdinDenizlerine kavuştur onuRuhumda bir damla ilim varVücudun toprağından ve rüzgârlardan koru onu.İnsanın inandığı değerleri belirleyen en önemli şey, düşünce kalıplarıdır. Düşünce kalıpları, kazanılmış bilgilerden oluşur. Bir kişinin şahsiyetini oluşturan üç temel vardır: Bunlardan birincisi sorun çözme stili, ikincisi iletişim tarzı, üçüncüsüyse düşünce biçimidir. Düşünce kalıpları, beyne program yazmak gibidir. İman nuru ile Kur’an kaynaklı ilim, düşünce kalıplarında ahlak hamurunu edep ürünü haline getirir. Bir insanın özel hayatındaki düşünce kalıplarının toplum nezdindeki karşılığı, halkın onayından geçmiş değerlerdir. Genel kitlenin benimsediği erdemler ne kadar çok kişi tarafından kabul edilirse, toplumsal hafıza da o oranda güçlü olacaktır. Bir topluluğun öncelik verdiği erdemler, aynı zamanda onun belirgin özelliklerini oluşturur. Millet, kabul ettiği faziletlere dayanarak ya gelişir ya da tarihin sayfalarına karışır. Edeple ve iman nuru ile şahlanmış ecdadın o güzel günlerini tekrar yakalamak için haydi ilim ile yoğrulup ahlak ile şekillenmeye ve edepli olmaya. Derler ki batıda uygarlık nesebe, doğuda ise edebe dayanır.

Ahmet TÜRKAN 01 Eylül
Konu resmiİnternetten İlim Öğrenilir mi?
Eğitim

İnternetten alim olur mu? Tabii ki olur. Ama o meşhur sözü çevirerek söylersek “yarım hoca dinden, yarım doktor candan eder.” Teknoloji ve Dijitalizm çağındayız. Bilgiye istediğimiz an ulaşabiliyoruz. Kaynaklar elimizin altında. Arama motorları emrimize amade. Eskiden bu işler kolay değildi. Kütüphanelere gidip, ciltler dolusu ansiklopedilerden bilgiye ulaşmak zorundaydık. Günler, hatta haftalarımızı alıyordu. Bilgileri okuyup, derleyip kullanmak, teyit etmek bir o kadar da zordu. Fakat artık internet sayesinde her şeye kolayca ulaşmak mümkün. Bu durum bizim için hayatın kolaylaştığı anlamına gelse de bazı sorunları da birlikte getiriyor. Mesela kullandığımız bilginin ne kadar doğru olduğunu bilmiyoruz. Nereden alındığını bilmiyoruz. Kullandığımızda kitleleri yanlış yönlendirebileceğimizi düşüne­mi­yoruz. Yani, internet bir yan­dan kolaylaştırırken diğer taraf­tan da bazı sorunları ortaya çıkarıyor. Bilgi Kirliliği Hastalık Gibi Yayılıyor Bu kadar kolaycılık arasında açıkçası doğruya ulaşmak için zoru tercih etmek tercih edilebilir değil. Bir şey okuduğumuzda, onun kimler tarafından kullanıldığına bakmadan, alıp doğruymuş gibi kullanmak sadece kendimize değil, bilgiyi paylaştığımız insanlara da zarar verebilir. Bu anlamda sosyal medya da tam olarak yanlış bilgi kaynağı olarak çalışıyor. Sosyal medyada izlediğimiz bir görüntü ya da okuduğumuz bir metni doğru gibi kabul edip kullanmaya başladığımızda, çoğu zaman özür dilemek ve paylaşımı sil­mek zorunda kalabiliyoruz. Da­ha önce bu güç televizyonların, gazetelerin elindeydi. İste­di­ğini suçlu, istediğini masum gösterebiliyordu televizyon kanalları. Ekrana getirdiği bir görüntüyle katili maktul, maktulü katil gösteriyorlardı. Şimdi bu durum sosyal medya aracılığıyla daha yoğun ve daha hızlı bir şekilde gerçekleşiyor. Hiç alakanız olmadığı halde bir olayın içerisinde bulabilirsiniz kendinizi ve linç edilebilirsiniz. Yine siyasete, tarihe, dine ve hayatımızın içerisinde bulunan pek çok alana ilişkin birçok bilgi sosyal medyada paylaşılıyor. Bunların doğru olup olmadığını araştırmadan peşin yargıyla alıp kullanmak, bir anlamda hastalığın yayılmasına sebep olmak gibi bir şey. Grip hastalığını düşünün. Hastalığın yoğun yaşandığı bir ortama girdiğinizde size bulaşması­nı engelleyemiyorsunuz. Sosyal med­ya da böyle. Yanlış olanın, ya­lan olanın hastalık gibi hızla ya­yıl­dığı bir alan. Yapılan çalış­malarda 1980 yılına kadar dünyadaki kümülatif bilginin 100 yılda bir ikiye katlandığı ortaya çıkmıştı. Sonra 90’larda 10 yıla düştü, 2000’lerde 1 yıla şimdi ise sadece 58 saniyede bir bilgi ikiye katlanıyor. Tabi bilgi dediysek malumat demek daha doğru olur. Çünkü artık hikmet yok haber var, bilgi yok malumat var. Kimse hikmetin, işine yarayacak bilginin peşinde değil. Doğru Bilgiye Ulaşmak İçin İnternet, bilginin fırtına gibi dolaştığı bir mecra. Burada hangi bilginin doğru olduğunu bulmak imkânsız gibi bir şey. Kasırganın uçurduğu nesnelerden işimize yarayanı tutmak gibi bir şey internetten istifade etmek. Bu zorluğa düşmeden, önümüze gelen her yemeği yemediğimiz gibi, sunulan her bilgiyi de doğru diye düşünmemeliyiz. Her alanda doğruluğu tescillenmiş kaynaklara başvurmalıyız. Bilgi dini ise ilmihallere, akaid kitaplarına, siyer kitaplarına, ha­dis kitaplarına; tarihi bilgi ise ala­nının uzmanı isimlerin yazdı­ğı ve bugüne kadar istifade edilen kaynaklara; kişilere ya da siyasete dair bir bilgiyse, çeşitli görüşlere mensup farklı kişilerin bilgilerine müracaat etmek gerekiyor. Yoksa, yanlışlığın içerisinde kendi etrafımızda döner durur ve bir adım ilerleyemeyiz. Bilgi kaynaklarının bu kadar çeşitli olduğu dönemde, sosyal mecraların web 3.0 ile anlamsal web tabanına evrildiği bu süreçte insanlığın hayrına olacak doğru bilgiye her zamankinden daha çok ihtiyaç var. İyi uygulamalar yok mu? Tabi ki var. Takip edilesi yazarlar, öncüler yok mu? Tabi ki var ama onlara da ulaşmak maalesef bu kadar karmaşanın ve oyalayıcı dijital ortamın içinde çok zor hale geliyor. Kapitalizm, meşgul ederek işgal ediyor. Önce zihinler işgal ediliyor, bağımlılık ile bedenler işgal ediliyor. Düşünün, youtube’da sevdiğiniz bir yazarın söyleşisini izleyeceksiniz, daha sonra önerilen videoları takip ederek bir bakmışsınız kendinizi geçmiş bir futbol müsabakasını izlerken bulabiliyorsunuz. Eskiler herkese her kitabı vermezmiş; kime ne lazımsa çekmeceden çıkarır, o kitabı verirmiş. Şimdi herkesin her şeye bu kadar kolay, kılavuzsuz ulaşabildiği ve bilginin ayaklar altına alındığı bir dönemde, gerçekten odaklanarak bir alanda bilgilenmek imkânsız hale gelebiliyor. Özetle, sosyal medyada dijital kılavuzlara hiç olmadığı kadar ihtiyacımız var. Doğru internet kullanımı ve doğru bilgi için dijital medya okuryazarlığı olmaz­sa olmaz eğitimlerin başında ge­liyor. Başlıktaki soruya cevap verip bitirelim: İnternetten alim olur mu? Tabii ki olur. Ama o meşhur sözü çevirerek söylersek “yarım hoca dinden, yarım doktor candan eder.”

Said ERCAN 01 Eylül
Konu resmiTahsil-i Marifetin Fazileti
Eğitim

İnsanın müddet-i ömrü içinde yâd ve teselliye layık bir mevsim-i saadet var ise o da mücerred tahsil-i marifetle geçen zamandır. Marifet bir cevherdir, onun tahsiline çalışmak bir zevk-i diğerdir ki böyle bir tabire onun kıymetini takdire ne de berikinin lezzetini tasvire kâfi görünmez. İkisi için her ne kadar derece-i meziyetlerine nispetle az olsa da şöyle bir tevcid-i icmali yaraşmaz mı ki (marifet-i mahz-ı ruh onun tahsili ise her şeyde bais-i fütuhtur) hakikat. Hayat-ı insaniyenin ancak marifetten ibaret olduğunda nasıl şüphe olunur ki marifetsiz insan dünyada kendini bile müdrik olamayacağı için meyyit-i müteharrikten başka bir şey de­ğildir. Böyle tahsiline gayretsizlikte başka bir mâni olmayan hayatı ki eazz-ı eşya olduğunda şüphe yoktur. Ele getirmekte fevt-i fırsat edenlerin haline ağlamak lazım gelir. Bu takdirce gerek kendisini ve gerek başkasına tahsil-i marifete sevk etmek henüz lezzet-i hayatını alamayan bir sabiyi günahı helakten kurtarmak himmetine muadil olamaz mı ve belki ona bile mukaddem tutulamaz ki; helak in’idam ise marifetsiz güya yaşamak, mevtin halet-i buhranı içinde devamdır! Elhasıl marifetle onun mukabilinin -ki cehalet demektir- mu­ka­ye­sesine nasıl tenezzül ve o sıfatta bulunmaya nasıl ta­ham­mül olunur ki bir fazılın kü­tüp­hane-i marifeti bir cahilin hazane-i servetinden yüz derece metin görünür! Tahzir ol gençlere ki vatan ve milletin ümid-i saadet ve selameti kendileriyle kaim ve mün’ adim olduğunu hatırdan çıka­rıp ve bir insanı hemcinsine hayırlı etmeye kabiliyet veren ilim ve marifet tahsilini bir tarafa bırakıp da ten-perverlik ve sekahetkârlık yolunda telef-i nakd-i vakt eder. Tahsin ve takdir ol gençlere ki fa­zilet ve saadeti vatanına müfid olmaya kabiliyeti hüner ve kemal­de bilerek hâb-ı rahatını onun iktisabına hasr ve sarf eyler. Hayf-ı ebed ol avare seyran ve beyhude puyan-ı heva ve hevese eşya-yı ârıziyenin bekasına kâil ve hâlihazırdan her istifadeye mail olarak zaman geçtikçe ihtiyacatın dahi müterakki olacağından gafletle ilim ve marifet gibi bir sermaye-i bi zeval tahsilinden istiğna gösterirler. Reşk ve haset ol gayr-ı temennü­dan ve mücahede-kârân kesb-i marifete ki işgal-i çerağ-ı himmetle sabahlayıp mahrum-ı hâb ve huzur olurlar ise de ta­rik-i terakkide her dakika bir hatve ileri gider ve ileri gittikçe matmah-ı nazarları nokta-i saadet ve i’tila-yı mütevazıh ve mütekarib görerek ruşen-i çeşm-i fahr ve mübahat olurlar.

İrfan MEKTEBİ 01 Eylül
Konu resmiBen Bir İnsanım
İnsan

“Açları doyurdum, çıplakları giydirdim” Bilge Kağan Kamuoyuna görüntüleri yansıyan hadise malum; farklı yaş gruplarından birbirini muhtemelen tanımayan kalabalık bir grubun, İstanbul Üsküdar’daki bir sokakta 17 yaşındaki Suriyeli bir gencin etrafında sarf ettikleri sözler ve gencin gayri ihtiyari olarak verdiği, anlayan için ibretlik cevap. “Sen nerelisin” sorusuna “Suriye” diye verilen cevap son­ra­sında kelimelerin adeta ta­şa dönüştürülerek, bir gencin şahsıyla sınırlı kalmayan bir linç başlamasıdır. Kalabalıktan birisinin “susturun şunu” demesi, bir başkasının “bizim paralarımızı yiyorsunuz” bir diğerinin “adam mısınız” bir diğerlerinin ve başkalarının “yürü git, konuşma fazla” “git be, gidin” “size o kadar gıcığız ki” ifadeleri karşısında, gencin kendini savunmaya başlaması önce okuldaki başarılarından bahsederek kendisinin ‘öğrenci’ olduğunu söylemesi, daha sonra bir işte ‘çalıştığını’ dile getirmesi, bütün bunlar kalabalığın hızını kesmemesi üzerine de o ibretlik ve sarsıcı ifadeyi kullanması “Ben kimim, ben bir insanım” Kalabalıktan savrulan kelimeler ile adeta taşlanan bir insanın, kendisini savuna savuna çekileceği son mevzi bu kelimedir. Sarsıcı ve yıkıcıdır. Sarsıcı ve yıkıcı olması gerekir. Zira bu kelime bir şeyin son sınırına gelmişliğin, ateşe yakın uçmanın, uçurumun kenarında dolaşmanın bir başka vecihle ifadesidir. Zira savrulan kelimeler insanlık olgusunun kafasına gözüne gelmekte, yaralamakta, kanatmaktadır. Kendisinin insan olduğunun muha­taplarına hatırlatılmasının bir zaruret olarak ortaya çıkması, bunun belki bir refleks ile ifade edilmesi noktası­na gelindiğinde, bu gelinen nok­ta bir başka son noktaya da gös­­terge teşkil etmektedir. Ken­di­si­nin insan olduğunu ha­tır­­la­tan kimse, aslında muhataplarının da nereye geldiklerini ifade etmektedir. Kendisi için “ben kimim, ben bir insanım” diyen kimse, aynı zamanda zımni olarak durun “siz kimsiniz, siz bir insansınız” demektedir. Muhataplarının insan olduklarını da muhataplarına hatırlatmaktadır. İstanbul Üsküdar’daki bu hadiseden bağımsız olarak “Ben bir insanım- sen bir insansın” ihtarı eğer bir frenleyici olarak durdurmazsa ve bu noktada durulmazsa, “size o kadar gıcığız – adam mısınız” söyleminden bir U dönüşü ile evet “sen bir insansın – ben bir insanım” güzergâhına dönülmezse, bu gencin bu ihtarına rağmen frene basılmazsa, bunun bir adım ötesine geçilirse, bu bir insanlıktan çıkma haline tekabül edebilecektir. Böyle bir tavır, topyekûn uçurumdan aşağı yuvarlanmayı beraberinde getirebilme potansiyelini dünyanın her yerinde taşıyabilir. Nitekim, muhtemeldir ki geçmişin bir zamanında Güney Afrika’nın bir yerlerinde, bazı beyazlar bazı siyahlara “size gıcığız” demişlerdir. Ya da ABD ve Avrupa’da ırkçılığın revaçta olduğu dönemlerde, bir yerlerde, birtakım beyazlar birtakım siyahlara muhtemeldir ki “adam mısın” demiştir. Ya da Ruanda’da yaşanan soykırımda elinde pala ile kafa-kol kesmek üzere olan bir Hutu’ya karşı, artık hayatının son anlarında olan bir Tutsi muhtemelen “ben bir insanım” demiştir. Ama muhtemelen Tutsilinin bu sözü Hutuluyu durdurmamıştır. İrfan Mektebi’nin Mayıs 2016 sayısındaki yazımızda şöyle bir ifadeye yer vermiştik. “Her mil­letin barbarlığı kendisine özgü­dür. Kimisi kafa keser kimisi 7 tonluk konvansiyonel silahlarla uzaktan kitle katliamı yapar” der, Barbarlıklar Çatışması adlı eserinde Gilbert Achcar. Bu hal Roger Garaudy’nin “Dünya gemisi batmakta” çığlığıyla ötüşen bir ahvale denk düşmektedir. Barbarlığın faili de, mağduru da, muhatabı da mikro ölçekte insan, makro ölçekte insanlıktır.” Aradan geçen altı yılı aşkın zamanda insanlık adına ve namına bir şeyin değişmediğini gösteren çok hadiseye de tanıklık ettik hep birlikte. Sükûnetle söylenen “Ben kimim, ben bir insanım” ifadesi aslında bir çığlıktır ve tam da Garaudy’nin bahsettiği çığlığa tekabül etmektedir. Bu çığlığın nedeni ise Achcar’ın bahsettiği özgün bir barbarlığın ürünüdür. Bu özgün barbarlık bir milletin yani Türk Milletinin barbarlığı değildir. Bir güruh, Türk Milletini millet yapan unsurlar olan, milli   -   manevi   -   ahlakî   -   insanî değerlerden, tarihsel ilkelerden, merhametten, şefkatten kopma noktasına gelmiştir. Bu insanî hasletlerden kopuş bir güruhun Türk Milletinden kopuşu anlamına da gelmektedir. Türk Milletinin vasıflarını üzerinden atma eğiliminde olan bir güruh, tehlikeli ve kaba bir ırkçılık güzergahına girmiştir. Bu barbarlık böyle bir güruhun barbarlığıdır. Bu güruh, muhtelif yerlerde, reel ve sanal muhtelif mekanlarda temayüz ve temerküz etmektedir. Göktürk Kitabelerinde, Bilge Kağan yazıtında “Açları doyurdum, çıplakları giydirdim…” ifadesi yer almaktadır. Bu ilke, pek çok Türk Devletinin ve Türk Siyasetnamelerinin temel ilkelerinden birisi olmuştur. Bu milleti, millet yapan unsurlardan birisi olmuştur. Emir Timur’un Tüzükatı Timur eserinde “Yine buyruk verdim; şöyle ki, bize tabi tüm memleketlerde dilencileri toplasınlar. Aralarında çalışmaktan aciz olanlar varsa onlara günlük yiyecek verip ve nafaka kesip ileride dilencilik yapmayacakları hakkında resmi huccet alsınlar.” talimatı bulunmaktadır. Yusuf Has Hacip, Kutadgu Bilig’de hükümdara, açları doyurmasını salık verir. Kınalızade, Ahlak-ı Ala’i adlı eserinde “mürüvvet ve ihsandan” bahseder “Nâmert insan fırsat olduğu halde kendisine muhtaç olanlara iyilik etmez. Ve muhtaçların sıkıntılarına seyirci kalır.” der Türk Milleti; tarih boyunca muhatapları tarafından kendisine yaşam, giyinme, barınma, ekmek, su üzerinden “ben bir insanım” hatırlatması yapılan bir millet olmamıştır. Bugün de bu hususiyetini kaybetmeyecektir. Türk milleti insandır.

Ahmet Hüsrev ÇELİK 01 Eylül
Konu resmiAllah’ın Amellerimize Karşı Cömertliği
İtikad

Cenab-ı Hakk’ın kullarına olan şefkat ve merhametini, fazl ve keremini, amellerimiz için vaad ettiği sevap ve günah kıyaslamasından da anlamamız mümkündür. Sevaplar Yazılırken: Bir kul bir hayır işlemeye niyet ederse fakat o hayrı işlemek bazı sebeplerden dolayı geri kalırsa yine de o sevabı işlemiş gibi 1 sevap yazılıyor.1 Yani 0 amel 1 sevap… Eğer o ameli işlerse 1 amele karşılık 10’dan 700’e kadar sevap yazılacağı Kur’ân-ı Ke­rîm’de zikredilmiştir.2 Yani 1 amel 10 sevap1 amel 700 sevapCuma gününde yapılan hayırlara ise Cenab-ı Hakk sair günlere göre iki kat sevap yazıyor.3 Yani 1 amel 20 sevapMübarek gecelerde yapılan hayırlara en düşük ihtimalle 1’e 30 bin (bazen 70 bine kadar) sevap veriyor.4 Yani1 amel 30.000 sevap Mübarek mekanlarda iş­le­nen ha­yır­lar diğer mekan­lara göre kat kat fazla yazılıyor. Me­se­­la; Mes­cid-i Ak­sa’­da 1.000, Mes­cid-i Nebevi’de 10.000, Mes­cid-i Haram’da 100.000 sevap.5 Yani1 amel 1000 sevap1 amel 10000 sevap1 amel 100000 sevap Günahlar ise ya aynen ya da eksi katları olarak yazılmaktadır. Mesela kişi bir günahı işlemeye niyetlenip sonra Allah korkusundan dolayı vaz geçerse hiç günah yazılmıyor. Hatta bir sevap yazılıyor.6Yani 0 amel 1 sevapEğer o günahı işlerse 1 günah yazılıyor.7 Yani1 amel 1 günahEğer bir günah işler de daha sonra tövbe ederse Allah o günahı affedip hiç işlememiş gibi kabul ediyor. Yani1 günaha 0 günahAyet-i kerimelerde ve ha­dis-i şeriflerde beyan edildiğine göre, bir kimse küfür ve şirk üzere iken tövbe edip iman ederse, tüm günahları sevaba tebdil edilecektir.8 Yani mesela 1.000.000 günahı varsa 1.000.000 se­va­ba dönüşecek. Şu ihsana ve cömert­liğe bakar mısınız? Şimdi şu hesaplara tekrar bakalım; Sevapta0=11=10 ve 7001=20 ve 14001=1.0001=10.0001=30.0001=100.000 Günahta ise0=01=11=0-1,000,000 = +1,000,000 İşte bu amellere yazılan sevap­lardan anlaşılıyor ki, Allah kullarını hayra teşvik ediyor. Şerden, kötülüklerden, günahlardan uzaklaşmasını istiyor. Cehenneme değil, cennete girmesini istiyor. Günah kazandıran amel­lerde hem dünyevi hem uhrevi çok sıkıntılar ol­du­ğu gibi, sevap kazandıran amellerde ise hem dünyevi hem uhrevi faydalar bulunmaktadır. Fakat buna rağmen bazen hissiyat-ı nefsaniye damarlara ilişip kalbin, aklın, ruhun rağmına olarak hükmünü icra ediyor ve yaratılışımız gereği bazen günahlara gi­re­biliyoruz. Bunun çaresi olarak da Cenab-ı Hak töv­be istiğfar silahı­nı eli­mi­­ze vermiş el­ham­dü­­­lil­lah. O halde;Rabbimizin, amellerin yazılması noktasında kullarına karşı bu kadar fazl ve keremine, cömertliğine, merhametine ve ihsanına rağmen… Sevaplarda Allah’ın hoşnutluğu ve rızası varken… Günahlarda da hem dünyevi sıkıntılar hem uhrevi azap varken… En önemlisi elimizde tövbe istiğfar silahımız varken… Bunları kullanmazsak akılsızlık etmiş ve cezaya müstahak oluruz… Ne mutlu o kimseye ki, bu dünyayı Allah’ın rızasını ve ahireti kazanmak için bir ticarethane olarak görüp, amel defterinin sevap bölümünü doldurmaya çalışıp, günaha girdiği zaman Allah’tan affını isteyip, ahirete gittiği zaman amel defterini sağ taraftan alarak “Girin cennete!” nidasına mazhar ola… Rabbimiz bizleri de onlardan eylesin. Âmin… Kaynakça: 1- Buhari, Rikâk 31; Müslim, İman 207, 2592- En’âm 6/160, Bakara 2/2613- Deylemi4- Mektubat-285, Sözler-137, Lemalar-2355- Buharî, Fazlu’s-Salât 1; Müslim, Hacc 505, (1394); Muvatta, Kıble 9, (1, 196); Tirmizî, Salât 243, (325); Nesâî, Mesâcid 7, (2, 35)6- Müsned, I, 227, 279; Buhârî, “Riḳāḳ”, 31; Müslim, “Îmân”, 202-2087- Müsned, I, 227, 279; Buhârî, “Riḳāḳ”, 31; Müslim, “Îmân”, 202-2088- Hûd 11/114; el-Furkān 25/70; Müsned, IV, 199, 204, 205

Yasin TOKAT 01 Eylül
Konu resmi2023 LGS Hazırlık Sürecinde Neler Yapmalıyız?

“Zahmette rahmet vardır”. 1. Her şeyden önce mutlaka birkaç kitap bitirmeliyiz. Kitap okuma alışkanlığını oturtan öğrencilerimiz yarışa birkaç sıfır önde başladıklarını da bilmelidirler. Yıl içerisinde de mutlaka kitap okumaya zaman ayırmalıdırlar. 2. Türkçe dersi dilbilgisinde işlerinin zor olmadığını söylemek isterim. Fakat doğru çıkarımda bulunma ve güçlü bir muhakeme yeteneği için kelime dağarcığının güçlü ve zengin olması gerekiyor. Bu hem LGS hem TYT hem de içtimai hayat için her zaman önemli olacaktır. Burada bir sır vermek istiyorum: bildiğin kelimeye bir kez, bilmediğin kelimeye ise 2 kez bak. Yani işin sırrı, sözlük karıştırmaktan geçiyor…   3. Kafaları kurcalayan ve velilerimizin ne yapsam dediği şu konuya gelelim şimdi de: Okul kursu mu? Dershane mi? Özel ders desteği mi? Bu sorunun cevabı aslında çok net: eğer okul kendini ispatlamış akademik çalışmalarını sistematik bir şekilde yapıyor ise kesinlikle okul ve DYK kursları diyorum. Burada kararı vermeden önce mutlaka öğrencimizi okulun yaz kursuna gönderelim ve okulumuzda yapılan akademik çalışmalar hakkında bilgi alalım. Burada şurası aslında en hassas nokta: veli olarak okulunuza maddi-manevi destek verin ve öğretmenlerinize güvenin. Yıl içerisinde öğrencimizin aksadığı yerlerde özel ders desteğini, yapılacak ilk denemelerin sonucuna bakarak kararlaştırmanız doğru olacaktır. Fakat 7. sınıfta aksayan dersimiz hangisi ise yaz döneminde mutlaka takviyeye başlamalısınız. Özellikle matematik noktasında bunu önerdiğimi bilmenizi isterim. Eylül- Ekim dönemini beklemeyin.Dershane en son tercihiniz olmalıdır. 4. Türkçe ve matematik haricinde kalan dersler içinse endişelenmeyin. Her dersin kavram bilgisini mutlaka önemsesinler. Yıl içerisinde yaptıkları çalışma programı dahilinde her derse yeteri kadar zaman ayırıp kavramlara ve konulara iyi hâkim olsunlar. Mesela günlük 10 dk. İnkılap Tarihi çalışmak gibi ya da hafta da en az iki etüt İngilizce, din kültürü ve İnkılap Tarihine ayırmak gibi. Sınav sadece matematik yaparak kazanılmıyor, bunu unutmayalım. 2022 LGS bunu ortaya koymuştur. 5. Kavram ve konu hakimiyeti olmadan test çözülemeyeceğini unutmayalım. Denemelerde yanlış sayımızın fazla olmasının temel nedeni budur. 6. Çocuklarımıza öğretmenlerimizin tavsiye ettiği kaynakların dışında -onlar istemediği sürece- materyal almayın. Emin olun çoğunu ciddi bir şekilde çözmeyecektir. Eğer öğrencimiz çok sistemli çalışıyor ve mevcut kaynaklar yeterli gelmiyorsa o zaten sizden bu yönde talepte bulunacaktır. Öğretmen olan anne babaların çocukları kaynak deryasında boğulabiliyorlar. Bu süreci okul ve ders öğretmeniyle birlikte yönetmenizi tavsiye ederim. 7. “Çocuğum kaç soru çözmelidir?” sorusu da bize sık sorulan sualler arasında. Bu, öğrenciler tarafından da sene başında çok sorulan bir soru. Şunu bilmekte fayda var: Başlangıçta -her şeyden önce- konu hakimiyeti, sonra çözümü ve aksayan yönlerin KTT’lerle belirlenmesi. Her gün mutlaka matematik ve Türkçe çözülmesini tavsiye ediyorum. Matematikten 30 yeni nesil soru hedefi ile başlanabilir. Türkçe günlük paragraf sayısı da başlangıç için 30- 40 civarında olmalıdır. Fen Bilimleri, Din Kültürü, İngilizce ve İnkılap tarihinden konu ve üniteler bittikçe kaynaklarda eş zamanlı bitmelidir. Günlük 100-120 soru bandı ile başlayıp sayıyı 300’e kadar çıkarabilirsiniz. Önemli olan fazla soru çözmek değil, doğru kaynaktan yeteri kadar soru çözmek ve soruların analizini yapmak. 8. İlk denemelerde kesinlikle endişelenmeyin net sayınız zaman içerisinde yukarıya doğru bir ivme kazanacaktır. Yeter ki düzenli çalışmaya devam edelim. 9. Sınıf rehber öğretmeni ve okul rehber öğretmeni ile mutlaka iletişim halinde olmalıyız. Görüşmek için veli toplantısını beklememeliyiz.

İbrahim TÜRKSOY 01 Eylül
Konu resmiAhlâk Eğitiminde Proje Tabanlı Öğrenme (PTÖ) Metodu
Eğitimİnsan

21.yy. becerilerini kazandırmaya odaklanan PTÖ yaklaşımı, ahlâk eğitiminde de kullanılabilir. Öğrenciler geleneksel metodun dışına çıkarak, proje temelli çalışarak ahlaki değerleri kazanabilirler. Günümüzde birçok ahlaki değerlerimizi kaybetmek üzereyiz. Çok geçmeden ahlaki benliğimize geri dönmeliyiz. Sadece kendini düşünen, hissiz, duygularını ifade edemeyen, saygı ve sevgi yoksunu bir nesil istemeyiz. Öğrencilerimiz öğrenci merkezli faaliyetlerle ahlaki değerleri benimseyebilir ve kendinde gösterebilir. Öğretmenler öğrencilere ahlaki eğitimi vermeden evvel şu cümlelere dikkat etmelidirler: “İşte, bak: Şu cezire-i vâsiada vahşî ve âdetlerine mutaassıb ve inatçı muhtelif akvâmı, ne çabuk âdât ve ahlâk-ı seyyie-i vahşiyânelerini def’aten kal’ ve ref’ ederek bütün ahlâk-ı hasene ile teçhiz edip bütün âleme muallim ve medenî ümeme üstad eyledi. Bak, değil zâhirî bir tasallut, belki akılları, ruhları, kalbleri, nefisleri feth ve teshîr ediyor. Mahbub-u kulûb, mu­allim-i ukûl, mürebbî-i nüfûs, sultan-ı ervâh oldu.”1 Peygamber Efendimiz (sav) ah­lâk eğitiminde üç adımı takip etmiş: Kalplere girmek, sevgileri kazanmak. Akıllara hitap etmek, akılların muallimi olmak. Ruhlara hitap etmek, ruhların sultanı olmak. Bir öğretmen de kendi öğrencilerine bu usulle hareket etmelidir. Zorla, korkuyla ve cebirle ahlâk eğitimi kalıcı olmaz, yapmacık olur; benliğe yerleşemez. Kabul edilmesi ve kalıcı olması her haliyle örnek olmakla olabilir. Sevgilerini kazanıp, akıllarını eğitip, ruhlarına yerleştirmekle ahlâk eğitimi verilirse tesirli olur. Peki PTÖ yoluyla ahlâk eğitimi nasıl verilmelidir? 21. yy. becerilerini ahlâk eğitimi ile nasıl birleştirebiliriz? 21. yy. becerileri, ahlaki ve insani değerler ile insanı kemâlâta taşıyabilir. Aksi takdirde tek başına 21. yy. becerileri de yavan kalacaktır. Öncelikle verilecek olan ahlaki değere karar vermek gerekir. Bu değer saygı, sevgi, yardımseverlik, vefa, doğruluk gibi herhangi bir değer olabilir. Misal olması için bir değeri ele alalım. Mesela “yardımseverlik” değerini çocuklarımıza PTÖ metoduyla nasıl kazandırabiliriz? AHLÂK EĞİTİMİ İÇİN ÖRNEK PTÖ UYGULAMASI Proje Adı:YARDIM EDELİM Proje Fikri: Dünyanın birçok yerinde Müslüman kardeşlerimiz zulüm görmekteler. Yardıma muhtaç vaziyette bizlere el uzatıyorlar. Siz de bir yardım derneğinin başkanı olarak bu konuda bir dernek faaliyeti yapmak, okullara giderek mazlum Müslümanlar için yardım faaliyetinde bulunmak ve öğrencilerde farkındalık oluşturmak istediniz. Kumbaralar getirip yardım toplamak istediniz. Sürüş Sorusu: Sosyal sorumluluk kapsamındaki bir yardım faaliyetini nasıl yürütürsünüz? Beceri Standartları: Dernek logonuzu, kartvizitinizi ve web sitenizi tasarlayınız. (Bilişim) Dünya haritasında zulüm gören Müslümanların konumlarını işaretleyiniz. (Coğrafya) Zulüm gören Müslüman ülkelerin tarihi gelişimleri hakkında bilgi toplayınız. (Tarih) Yardımlar ile ilgili matematiksel verileri toplayıp grafikler elde ediniz. (Matematik) Edebiyatımızdan yardım ile il­gi­li şiirler bulunuz ve konuşma metni hazırlayınız. (Edebiyat) Yardımseverlik ile ilgili ayet ve hadis araştırıp sınıf duvarlarına asınız. (Din Kültürü) Sınıflarda öğrencilere sunmak üzere sunu hazırlayınız. Su­nu­nuzun içinde videolar olsun. Türkiye’de faaliyet gösteren yardım kuruluşlarını araştırınız ve sununuzda yer veriniz. Mümkünse bir ziyaret gerçekleştiriniz. Kamu yararına bir proje fikri de siz bulunuz ve okul müdürüne teklif götürünüz. Topladığınız yardımı resmi kanallarla ulaştırınız ve miktarını ilan ediniz. 21.yy. Becerileri: Sözel okuryazarlık (Konuşma metni, edebi araştırmalar) Sayısal Okuryazarlık (Grafiksel veriler, toplanan yardım miktarı) Bilimsel Okuryazarlık (Yardım oranları ve istatistikler) ICT(BIT) Okuryazarlığı (Lo­go ve web sitesi tasarımı) Finansal Okuryazarlık (Dünyadaki yardım faaliyetlerinin maliyetleri) Kültürel Okuryazarlık (Mazlum ülke Müslümanlarının araş­­­tı­­rıl­­ması ve tarihi bilgiler) Problem Çözme (Yardıma muh­taçlara yardım toplama) Tasarımcılık (Sunu, faaliyet plan­laması) İletişim (Resmi yardım kurumlarıyla ve ekibiyle haberleşme) İş birliği (Resmî kurumlarla, öğretmenlerle ve ekibiyle çalışma) Meraklı Olma (Yardım konusunda bilgi toplama) Girişimcilik/İnisiyatif Alma (Faaliyetlerde aktif rol alma, yönetme) Adapte Olabilirlik (Arkadaşla­rıyla ortak bir çalışma yürütme) Liderlik (Karar alma ve faaliyetleri yönlendirme) Toplumsal ve Kültürel Farkın­dalık (Yardıma muhtaç insanların durumunu fark etme) Uygulama: Grup: Her takım 6 öğrenciden oluşacaktır. Her takımda görev paylaşımı olacaktır. Takım lideri seçilecek ve takımından sorumlu olacaktır. Takım toplantıları olacaktır. Alınan kararlar defterde tutulacaktır. Elde edilen bilgiler ve ürünler, takım tarafından muhafaza edilecektir. Her takım sunum ve raporlama yapacaktır. Kamu teklifi üretecektir. Ferdi: Her öğrenci aşağıdaki etkinlikleri bağımsız olarak tamamlayacaktır. Öğrenci planlama özeti İş birliği değerlendirmesi Ekip için öz değerlendirme Proje değerlendirmesi Proje Takvimi: (8 Hafta) Takımların oluşturulması, pro­je fikri ve sürüş sorusu (1 hafta) Logo tasarımı, web sitesi tasarımı, harita materyali oluşturma (1 hafta) Projede kullanılacak tüm bilgileri araştırma, toplama ve kayıt (1 hafta) Projede kullanılacak görsel ve dijital bilgi ve materyalleri hazırlama (1 hafta) Sınıflarda sunumların yapılması ve diğer faaliyetler (1 hafta) Yardım toplama ve yetkili mer­­ci­­lere ulaştırma (2 hafta) Kamu teklifi ve raporlama (1 hafta) Kullanılacak Değerlendirme Formları (Rubrikler): Takım İş Paylaşımı Sözleşmesi Proje Günlüğü Öğretmen Haftalık Gözlem Formu İş Birliği Değerlendirme Formu Akran Değerlendirme Formu Proje Değerlendirme Form Sunum Değerlendirme Formu Rapor Değerlendirme Formu Evet, bu şekilde bir PTÖ planı dahilinde gerçekleştirilecek faa­li­yetlerle, öğrenci yaşayarak öğrenecektir. Hem hedef davranış ve ahlaki değerler daha ka­lı­cı olacaktır hem de 21.yy. becerilerini geliştirebilecektir. Sı­­ra­da oturarak dinlediği bir ahlâk dersi bu kadar tesirli olmayacaktır. Yaşayarak proje te­melli çalışmalarla elde ettiği ah­laki değerler sayesinde (yardımsever olmak, diğerkâmlık, empati yapmak, sırf Allah rızasını gözetmek, başkasının mutluluğu için de çalışmak) Yunus Emre’nin şu dizelerini içinde hissedebilecektir: Bir hastaya vardın iseBir içim su verdin iseYarın anda karşı geleHak şarabın içmiş gibi Bir miskini gördün iseBir eskice verdin iseYarın anda sana geleHulle donun biçmiş gibi Yunus Emre bu dünyadaİki kişi kalır derlerMeger Hızır, İlyas olaÃb-ı hayat içmiş gibi Yunus Emre de harekete geçmeyi tavsiye ediyor. Ahlaki değerleri dinleyerek değil, yaşayarak ve uygulayarak kazanabileceğimizi söylüyor. Son olarak; şairin dediği gibi belâlardan emin olmak istiyorsak hiçbir işimizde edepten ayrılmayalım. “Edeb bir tâc imiş nûr-ı Hûdâ’dan / Giy o tâcı emîn ol her belâdan” Böyle bir edeple yoğrulmuş ecdadın bî-edeb evlâtlarından etme bizi Ya Rabbi! Edep örtüsüyle bizi örten Rabbimize hamdolsun. Hep beraber diyelim: Edeb Ya Hû! 1- Beş Risale, 19. Mektub, Yedinci Reşha, s. 28

Yusuf IRMAK 01 Eylül
Konu resmiNübüvvet Semasının Yıldızları: Ashab-ı Kirâm (Radıyallahü Anhüm)
İtikad

Onlar, en ince meselelerine varıncaya kadarSünnet-i Seniyyeye riayet ettiler,ta ki bizim numune-i imtisalimiz oldular. Onlar (ra), nübüvvet sema­sında parlayan Şems-i Hida­yet’in (asm) yıldızlarıdır. Ne­biyy-i Zişan Aleyhisselatü Ve­sel­lam’ın nebevî sohbetinden aldıkları nur ve feyizle insana ait kemalatta en a’lâ dereceye çıktılar. Saadete inkılab eden asırda, en nurani ustaya çıraklık etmekle Hakka âşık, sıdka müştak ve adalete meftun fertler oldular. Hakikatin en parlak siracından (asm) harikulade bir tarzda hakikat nurlarını elde ettiler. Pek az bir zamanda, içtimai ve siyasi hayatta en ileri gitmiş, malumatlı ve medeni milletlere, hükûmetlere üstatlık ve rehberlik yaptılar. Birer diplomat olarak, dünyaya meydan okurcasına -şarktan garba- kavimlere ve devletlere adaletle hükmettiler. Onlar; beşeriyette peygamber­lerden sonra efdal-i beşer, İslamiyet’in tesisinde ve Kur’ an nurlarının neşrinde saff-ı evveldir. Din-i mübini cehil­leriyle boğacakları vakitte, kes­kin kılıçlarıyla küffarın gayzları­nı ken­dilerine yutkundurdular. Aka­binde ila-yı kelimetullah için tüm dünyaya ilân-ı harp et­ti­ler. Hem her anlarını manevi cihad ile semeredar ettiler. Hissiyatları uyanık ve latifeleri hüşyar… Bütün saatleri, müthiş bir mekânda bir saat nöbet tutan fedakâr bir askerin nöbeti gibi; ücreti çok, kıymeti yüksek… İşte bu sır sebebiyledir ki velayet mertebelerinin en yüksek mevkiine ulaştılar. En büyük velilerin dahi yaklaşamadığı sahabe derecesine çıktılar. Uyanık iken çok defa Resul-ü Ekrem’in (asm) sohbeti ile velayet semasında müşerref olan nice veli kendilerine gıpta ile baktılar. Onlar ki, fıtratları en revaçlı, en kıymetli ve medar-ı iftihar şeyleri almaya müheyya idi ki Zât-ı Risalet’in sözlerinin, fiillerinin, hal ve harekâtının hamileri oldular. Canlarını, mal­larını, peder ve aşiretle­ri­ni fe­da ettirecek derecede kuv­vet­li bir imanla Rehber-i Mut­lak’ın (asm) izini takip ettiler. İlkin az ve zayıftılar. Lakin çekirdekler gibi neşvünema bul­dular. Şeref-i Nev-i İnsan’a (as) iktida ile sureten ve sireten yükselip kıymet ve kuvvet kazandılar. Nefislerinde ihya ettikleri dinin esrarı ve şeriat-ı Muhammedi’nin ahkâmını ci­ha­nın her köşesine taşıdılar. Reisü’l-Enbiya ve Evliya’nın (asm), Reis-i Âlem olduğunu da tüm cihana ispat ettiler. Onlar, müteyakkız bir kalb ve keskin bir nazar sahibiydi. Herkesten ziyade ahiret yurdunu düşündüler. Muallim-i Ekber’in (asm) mektebinde tev­hidle beraber ilkin fevkala­de tarzda ahireti ders aldılar. Sey­yid-i Kevneyn olan Muhammed Mustafa Sallallahü Teala Aleyhi Vesellem’in akıl ve kalplerine talimiyle dünyanın fenasını tam manasıyla anladılar, ahiretlerine ciddi çalıştılar. Hakiki saadeti kabrin arkasında buldular. فَلَا تُزَكُّٓوا اَنْفُسَكُمْ şuuruyla şükür ve hamd mesleğinde zirveye çıktılar. كُلُّ نَفْسٍ ذَٓائِقَةُ الْمَوْتِ ثُمَّ اِلَيْنَا تُرْجَعُونَ hakikatini gönül binasının ser-levhası yapıp ubudiyetin her çeşidini çabuk kırılacak hayat aynalarında parlak bir surette gösterdiler. Yüksek faziletlerinin menbaı olan Kur’ân’ın medh ü senasına mazhar oldular. Onlar, en ince meselelerine varıncaya kadar Sünnet-i Seniyyeye riayet ettiler, ta ki bizim numune-i imtisalimiz oldular. Allah onlardan razı olsun. Rabbimiz, bizleri o Peygamber Semasının Yıldızları’na (ra) küçük birer kardeş eylesin. Kur’ân ve Sünnet yolunda ashab gibi sıdk ve istikametle ilerlemek nasip etsin. Âmin

Celal AKAR 01 Eylül
Konu resmiMucizât-ı Enbiya Haktır
İtikad

Mucize dediğimiz peygamberlere mahsus harikulade olaylar, Allah’ın yaratmasıyla gerçekleşmektedir. Bu olağanüstü olaylar karşısında kafirler, vuku bulan bu hadiselerin adeta üstünü örtmek için “sihirdir” demek zorunda kalmışlardır. Hâlbuki bu hadiseler doğru sözlü, mümtaz şahsiyetlerce günümüze kadar nakledilmiştir. Mucize, Hâlık-ı Kâinât tarafın­dan peygamberlik davasını bir tasdiktir. Peygamberlerin gös­termiş olduğu mucizelerin varlığı kesindir. Hatta Allah’ın peygamberler göndermiş olması ne kadar kesinse o peygamberlerin Allah’ın yaratmasıyla mucizelere mazhar olması da o kadar kesindir. Geliniz, mucizelerle ilgili öne çıkan bazı hususları maddeler halinde sıralayalım: 1. Mucizeler Allah’tan Gelir Mucizeler, Cenâb-ı Hakk’ın fii­li­dir, ihsanıdır, ikramıdır; be­şerin fiili değildir. Bizim için bir rehber ve bir önder ola­rak seçtiği peygamberleri hiçbir zaman yalnız bırakmayan Cenab-ı Hak, inkârcılara nübüvvet davasını ispat ve onları ilzam, iman edenlerin de imanlarını takviye etmek için peygamberlere mucizeler ihsan etmiştir. Meselâ, Mekkeli müşrikler Peygamber Aleyhissalâtü Vesselâm’dan ısrarla mucize istiyorlardı. Bu durum had safhaya varıp sınırları zorladığında Resulullah (asm), Allah’tan yardım istemiş ve bir parmağının işaretiyle ay yarılmıştır. Bu hadise şakk-ı kamer mucizesi olarak tarihe geçmiştir.1 2. Mucizeler Ancak Peygamberlere Mahsustur Mucizeler, peygamberlere mah­­sus harikulâde olaylardır. Ce­nâb-ı Hak tarafından pey­gam­berlik davasını fiilen tasdiktir. Meselâ, Musa Aleyhisselâm’la ilgili bir mucizeyi Kur’an-ı Kerim şöyle haber vermektedir: “Ve bir zaman Musa (Tih Çölünde) kavmi için su istemişti de (ona): Asânla taşa vur! dedik. Bunun üzerine (taşa vurunca) ondan on iki pınar fışkırdı.”2 3. Kafirler bile Mucizeleri Tasdik Etmiştir Kâfirler, mucizeler karşısında ancak “sihirdir” demişler fakat bu harikulade olayların meydana geldiğini inkâr edememişlerdir. Kur’an-ı Kerim bunu şöyle haber vermektedir: “Hâlbuki (onlar ne zaman) bir mucize görseler, yüz çevirirler ve: “(Bu) süregelen bir sihirdir!” derler.”3 Sihir, bir bilgi ve beceri işidir. Bunu öğrenen herkes yapabilir. Fakat mucizeler, ancak peygamberlerin elinde ortaya çıkar. 4. Mucizelerle İlgili Haberler Günümüze Kadar Doğru Olarak Ulaşmıştır Peygamber Efendimiz Aleyhis­salâtü Vesselâm’ın göstermiş ol­du­ğu mucizeler, sahabe efendilerimiz tarafından nakledilmiştir. Sahabeler doğru sözlü insanlardır. Yalan bir mesele üzerinde hemfikir olmaları müm­kün olmayan, seçkin bir topluluktur. Peygamberimizin (asm) en kü­çük bir hareketini dahi dikkatle takip edip, söylediği her sö­zü ezberlemeye çalışmışlardır. Haz­ret-i Peygamber’in (asm) gösterdiği mucizelere yüzlerce sahabe şâhit olmuş ve içlerinden bazıları bu mucizeleri haber vermişlerdir. Eğer bu mucizeler gerçekleşmemiş olsaydı, o seçkin insanlar bu mucizelerin haber verilmesine müsaade etmezler ve engel olurlardı. Malumdur ki, insanın yaratılışında yalana “yalandır!” deme meyli vardır. Demek ki, sahabe efendilerimizden rivayetle bize kadar gelen mucizeleri, aynen gözümüzle görmüş gibi kabul ve tasdik etmemiz lâzımdır. Buhari, Müslim, Tirmizî gibi hadis âlimleri, sahabelerden al­dıkları haberleri kitaplarına ya­zıp bugünlere kadar ulaştırmış­tır. Bu büyük İslam kahramanlarının gayet yüksek bir ahlak, takva ve doğrulukta yaşadıkları tarihçe sabittir. Sarrafın altını tanıdığı gibi sözün hadis olup olmadığını bilen ve en az yüz bin hadis ezberleyerek “el-hâfız” unvanını alan birçok hadis âliminin günümüze kadar naklettikleri mucizeler elbette kesindir. Sonuç olarak, mucize dediğimiz peygamberlere mahsus harikulade olaylar, Allah’ın yaratmasıyla gerçekleşmektedir. Bu olağanüstü olaylar karşısında kafirler, vuku bulan bu hadiselerin adeta üstünü örtmek için “sihirdir” demek zorunda kalmışlardır. Hâlbuki bu hadiseler doğru sözlü, mümtaz şahsiyetlerce günümüze kadar nakledilmiştir. Kaynak: 1- Kamer, 1: “Vakit yaklaştı ve ay yarıldı.”2- Bakara, 603- Kamer, 2

Ali CİRİT 01 Eylül
Konu resmiBir Ayet ve Bir Hatıra
İnsan

İlk defa 2014 yılının başlarında Umre ibadeti nasip oldu. Harem-i Şerif’te sabah namazına hazırlanırken aniden içimi bir hüzün kapladı. Sebebi de, görüp tattığım güzellikleri yaşamakta bu yaşıma kadar gecikmiş olmaktı. Bunun da sebebi, geçmişteki isabetsiz tercih ve kararların bu gecikmeyi netice vermiş olduğunu düşünüyor olmamdı. Geçmişten akıp gelen hayıflandırıcı düşüncelerle iç dünyam adeta yanıp kavrulurken Kâbe imamı, İnsan Suresi’ni okumaya başladı. Derken 30. ayet-i kerimeye gelince içimizdeki yangın söndü gitti. Adeta güllük gülistanlık bir halete giriverdi. Ayet-i kerime mealen şöyle: “… bununla beraber sizler ancak Allah’ın dilemesi yani izin verip inayet buyurması sayesinde herhangi bir şeyi isteyebilirsiniz. Şüphesiz Allah, her şeyi hakkıyla bilen, her işi ve icraatı hikmetli olandır.” Bu ayet-i kerimenin elbette çok farklı mana ve mesajları var. Ancak mevcut durumuma bağlı olarak aldığım mesaj şöyleydi: Ey kulum! Geçmişe uzun uzadıya takılıp kalıp da halihazırda değerlendirilmeyi bekleyen vaktini zayi etme. Verdiğim ömür sermayesini anbean değerlendirmeye bak. Geçmişle ilgili olarak alacağın dersi al, tecrübe hanene kaydet; tövbeyi gerektiren bir şey varsa tövbeni yap ve yoluna devam et. Çünkü ben kulumun işini sağlam ve düzgün yapmasından hoşlanırım. İşini sağlam yapabilmen için önündeki çalışmaya yoğunlaşman lazım. Yoğunlaşabilmen için de geçmişin takıntısından bir an önce kurtulman lazım, ta ki önünde duran iş ve çalış­ma için lazım olan enerjin dağılmasın. Ayet-i kerimenin bu ve benzeri telkin et­ti­ği düşünceler içi­­mi se­rinle­tin­ce Kur’an-ı azimüşşan’ın mü­minler için nasıl müjde ve şi­fa kayna­ğı olduğunu bir kere da­ha yaşayarak anlamış oldum. Mezkûr ayet-i kerimenin manasını daha iyi kavramak için Risale-i Nur Külliyatı Mektubat Mecmuası 15. Mektuptaki bir açıklamayı paylaşmak isterim. Hazret-i Yakup’tan sorulmuş ki, ne için Mısır’dan gelen gömleğinin kokusunu işittin de yakınında bulunan Kenan kuyusundaki Yusuf’u görmedin? Cevaben demiş ki: Bizim halimiz şimşekler gibidir; bazen görünür bazen saklanır. Bazı vakit olur ki en yüksek mevkide oturup her tarafı görüyor gibi oluruz, bazı vakitte de ayağımızın üstünü göremiyoruz. Elhasıl insan her ne kadar fail-i muhtar, yani istediğini yapmakta serbest ise de (mealen) fakat “Allah dilemedikçe siz dileyemezsiniz” sırrınca meşiet-i İlahiye, meşiet-i insaniyeyi geri verir (Allah’ın dilemesi insanın istemesini geri çevirir). “Kader geldiği zaman göz görmez olur” kaidesi hükmünü icra eder. Kader söylese iktidar-ı beşer (insanın iktidarı) konuşmaz, ihtiyar-ı cüz’i yani cüz’i irade susar. Kısaca, Allah Teala aklı yerli yerince kullanalım diye verdi. Gelecek bize kapalı olduğuna göre, aklımızı akıllıca kullanarak daima doğru ve faydalı olan şeyleri yapmaya çalışacağız. Buna rağmen hoş olmayan şeylerle karşılaşırsak, mukadderat böyleymiş diyerek ama hikmet yönünü de anlamaya çalışarak ümit ve enerjimize halel getirmeden, zarar verdirmeden hiçbir şey olmamış gibi yolumuza devam edeceğiz… Mehmet Akif’in beyti ile bitirelim: “Allah’a dayan, sa’ye sarıl, hikmete ram ol; yol varsa budur bilmiyorum başka çıkar yol.”

İrfan MEKTEBİ 01 Eylül
Konu resmiHizmete de Hizmet Edene de Küsülmez
İnsan

“Kardeşlerimden rica ediyorum ki, sıkıntıdan veya ruh darlığından veya titizlikten veya nefis ve şeytanın desiselerine kapılmaktan veya şuursuzluktan, arkadaşlardan sudur eden fena ve çirkin sözlerle birbirinize küsmeyiniz ve “Haysiyetime dokundu!” demeyiniz. Ben o fena sözleri kendime alıyorum. Damarınıza dokunmasın. Bin haysiyetim olsa, kardeşlerimin mabeynindeki (aralarındaki) muhabbete ve samimiyete feda ederim.” Asrımızın içinde bulunduğu şartlar, küresel krizler, ekonomik bunalımlar, maddi ve manevi yıkımlar, salgın hastalıkların etkileri insanların psikolojilerini bozup insanları birbirlerine karşı tahammül edemez hale getirmiştir. Bunun sonucunda da insanlar arasında öfke patlaması, kin, nefret, düşmanlık, kıskançlık, haset, küskünlük, cimrilik, merhametsizlik, zulüm ve her şeyde aşırılığa kaçmak gibi durumlar ortaya çıkmaya başladı. Bunların sonucu olarak da yıkılan yuvalar, bozulan dostluklar, güvensizlik ortamı, ticari anlaşmazlıklar sonucu zedelenen ilişkiler ve sair sıkıntılar toplumları esareti altına aldı. Bu haletler Risale-i Nura hizmet eden insanlar arasında da zaman zaman görünür hale geldi. İmana, Kur’an’a halisane hizmeti esas alan Nur talebeleri arasında böyle hadiselerin vukuu hizmetlerine ciddi zarar verip vahim neticeleri doğurur. Bu gibi haller hem hizmete hem de hizmet edenlerde büyük kayıplara mal olur. Risale-i Nurun hizmet tarihine baktığımızda hazret-i Üs­ta­dın döneminde de Nur tale­beleri arasında benzer olay­la­rın yaşandığını görmekteyiz. Eski­­şehir hapishanesinde ya­şa­­nan sıkıntılara sevgili Üs­­ta­­dı­­mız şöyle müdahale etmiş­­ti: “Kar­deş­­le­rim­­­den rica edi­yo­rum ki, sıkıntıdan veya ruh darlığın­dan veya titizlik­ten veya ne­­fis ve şeytanın de­si­se­lerine ka­­­­pıl­­­maktan ve­ya şuur­­suz­­luk­­­­tan, ar­kadaş­lar­­­­dan su­dur eden fe­na ve çir­kin söz­­ler­le bir­biri­ni­ze küs­me­yi­niz ve “Haysiyeti­me do­­kun­du!” demeyiniz. Ben o fena söz­­leri ken­dime alı­yo­­rum. Da­­­ma­­rı­­nı­­­za dokunmasın. Bin hay­si­­ye­­­tim olsa, kar­deş­­le­­ri­min ma­­bey­nindeki (ara­la­rın­­­­da­­ki) mu­­habbete ve sami­mi­­­ye­te feda ederim.”1 Üstad Bediüzzaman hazretleri çeşitli bahanelerle birbirlerine küsüp gücenen Nur talebele­ri­ne başka bir eserde şu tavsiyelerde bulunmuştu: “Sizi kasemle (yeminle) temin ederim ki; biriniz bana en büyük bir hakaret yapsa ve şahsımın haysietini bütün bütün kırsa, fakat hizmet-i Kur’aniye ve imaniye ve nuriyeden vaz geçmese, ben onu helal ederim, onunla barışırım. Gücenmemeye çalışırım.”2 Şimdi bu ifadeler ışığında bir takım hizmet ölçülerine dikkat çekelim. Ölçü: Hizmet edene de hizmete de küsülmemeli İnsanın olduğu her yerde ha­ta olabilir. Hatalar, kusurlar ek­se­­­­ri­­­yet­le nefis ve şeytana uy­mak­­­tan, sıkıntıdan, psikolo­jik rahat­sız­lık­lardan, fazla hassa­­si­­­yet­­­ten, şuursuzluk gibi du­rum­lar­­dan kaynaklanabilir. Bu gi­bi sı­kıntılar baş gösterdiğinde Nur talebeleri olarak hazret-i Üsta­dın tavsiyelerine uyul­ma­lı. Onun gösterdiği ölçü­ler­le ha­­re­ket edilmelidir. Bir de­fa, ki­şi­­le­rin hataları hizmete mal edil­­me­meli ve hizmete küsül­me­­me­­li­dir. Haklı olabiliriz. Fa­kat haklı kalmaya dikkat etme­liyiz. Şahsın/şahısların hatalarını hizmete yüklemek, hizmetle irtibatını kesmek kişiyi haklı da olsa haksız hale getirir. Bu durumda kişi hem kendine hem de hizmetine bilerek zarar vermiş olur. Hatta bu hal farkına varmadan hizmete muarız olanlara yardım hükmüne geçer. Hem Nur talebeleri olarak madem Kur’an’a, Rasûlüllah’ın (asm) sünnetine, Allah’ın dini­ne hizmet ediyoruz. Kardeşle­ri­miz­­le birlikte yapılan hizmet­ler müddetince bir hu­ku­ku­muz var. Üzerimizde Allah’ın, Kur’ an-ı Azimüşşanın ve Ra­sû­lül­lah’ın (asm) hakkı hürmetine dava arkadaşımıza küsemeyiz. Bütün bu hukukların hatırını kırıp hizmetteki kardeşine küsüp gücenmek, üzerine düşen hizmetleri aksatmak manen ve maddeten büyük bir kayıptır. Adeta ateşe barut atmak gibi dehşetli bir tehlikedir. Bir tane hak için binler hakkı çiğnemek büyük bir haksızlık olduğunu unutmamak gerekir. Bunca me­su­liyeti şuurlu bir Nur talebesi omuzuna al(a)maz. Birbiriyle küs ve gücenik olanlar davalarının esası olan ihlası, samimiyeti, uhuvveti, muhabbeti, itifak ve ittihadı, tesanüd ve muaveneti muhafaza edemezler. Bütün bu faziletleri kaybeden bir insanın Risale-i Nurlardan tam feyz alması ise imkansızdır. Madem dava arkadaşımıza küsmekle bir meçhul hak için bu kadar haksızlığa giriyoruz. Öyleyse umumi hukukun zayi olmasına rıza göstermemeliyiz. Buna razı olmak çiğnenen hukuklar adedince zulümdür. (Devam edecek) Kaynak: 1- Lemalar, s. 304. Altınbaşak Neşriyat Osmanlıca Nüsha2- Şualar 2, s. 543, Altınbaşak Neşriyat Osmanlıca Nüsha

Zafer ZENGİN 01 Eylül
Konu resmiAbdest Tekneleri
Tarih

İslâm Dînî temizliği ve ibâdeti bir bütün olarak görmüş, temizliği hem birçok ibâdetin ilk şartı hem de kendiliğinden bir ibâdet saymıştır. Bu yüzden de suya, hayat kaynağı ve temizliğin en önemli unsuru olarak büyük önem atfetmiştir. Müslümanlar tarafından da bir beldeye su getirtmek, çeşme yaptırmak “Sadakanın en fazilet­lisi su teminidir” Hadîs-i şerîfi düsturunca hayırların en büyüğü olarak saymıştır. Bunu, vefatlarından sonra da devam edecek bir sevap olan “Sadaka-i câriye” kabul etmiştir. Bu sebeple, Müs­lümanlar çeşme yaptırmak için âdeta birbirleriyle yarışmışlardır. Kendilerinin hayırla yâd edilmesi veya vefat etmiş yakınlarının rûhunun şâd olması için çeşme yaptırmayı öncelikli yapılması gereken hayırlardan biri olarak görmüşlerdir. Türk su mimarisinin en bilinen örnekleri şüphesiz çeşmelerdir. Çeşmelerden sonra dînî yapılarda karşımıza çıkan şadırvanlarla birlikte en önemli işlevsel mimari ögelerden birisi de abdest tekneleridir. Abdest tekneleri, sa­de olduğu gibi, ço­ğunlukla üzerinde yapıldığı dö­nemin üs­lûbu olan zengin zarif süslemeler ile tezyin edilen; yaptıran hayır sahibinin bilgilerinin ve yapım tarihinin olduğu, değişik form ve türde, genellikle yekpâre mermer ve küfeki taşından oyularak, kare veya dikdörtgen şeklinde yapı­lan, üzerinde yine aynı cins taştan kapağı bulunan, çoğunlukla dört tarafında musluk bulunan, estetik ve kültürel değeri olan Osmanlı mimarîsinin önemli öğelerinden birisidir. Abdest tekneleri; geleneksel dî­nî mimariyi tamamlayan bir yapı olarak; medrese, tekke, türbe, cami ve mescidlerin iç veya dış avlularının ortasında, ba­zen de duvar kenarlarında bulunur. Yaptıran kişinin kendisi veya vefat etmiş bir yakının hayırla yâd edilmesi ve Cenâb-ı Hak’kın rızasını kazanması için abdest alma, su içme, el-yüz yıkama yeri olarak hayır sahipleri tarafından yaptırılmıştır. Abdest teknelerinin musluklarının karşısına taş veya ahşaptan otu­raklar yapılmış, suyun daha ik­ti­satlı kullanılması amacıyla muslukları diğer şadırvan mus­luklarına nispeten daha ufak yapılmıştır. Bazı abdest teknelerinin dip taraflarında küçük bir boşaltma deliği, üst tarafında ise suyun taşmasını önleyen tahliye deliği mevcuttur. Musluklardan akan suyun abdest alan kişilerin üzerine sıçramaması ve suların tahliyesi için ayrıca kanallar yapılmıştır. Zamanın bütün yıpratıcılığına rağmen geçmişten günümüze ulaşan, yenileri artık yapılmayan, sayıları çok azalmış, yıllar içinde ihmal edilmiş bu ata yâdigârı kültür hazinelerini koruyup muhafaza etmek ve yaşatmak bizlerin kendi kültür ve medeniyetimize karşı bir vefa borcudur.  

Mustafa YILMAZ 01 Eylül
Konu resmiVeda Hutbesinden
İtikad

İrfan MEKTEBİ 01 Eylül