188. Sayı: "15 Temmuz'u Unutma"Bu Sayıyı Satın Al
Konu resmiDevlet Ebed Müddettir
Kültür ve Medeniyet

İnsan nisyan ile maluldür, derler. Yani insan zamanla unutur. Aslında bu bir nimettir. Ama bazı şeylerin unutulması insan için afettir. 15 Temmuz 2016’da yaşanan hain darbe girişimi de bunlardan birisidir ve asla unutulmamalıdır. Sırf Allah rızası için çalıştığını söyleyen ve güya ona göre tavır alıp insanlara bu şekilde nüfuz eden, toplumun hassasiyetlerini kullanan FETÖ isimli hain yapı, arka planda yürüttüğü ihanetini mezkûr tarihte harekete geçirmiş, fakat inayet-i İlahi, vatanını seven halk ve devlet bütün olarak bu kalkışmayı akamete uğratmıştı. Yaşanan bu tür hadiseler, sadece günümüzde değil, tarihin pek çok zamanında olmuş, kırılmalar yaşanmış ama yeniden toparlanıp yola devam edilmiştir. Devlet ebed müddettir. Bunu temin edecek olan da istikamettir. İstikamet için de denge şarttır. İnsan tekine sınır konulmaksızın verilen akıl, gadap ve şehvet nasıl ki İslamiyet ile dengede tutulabilir ve insan ancak bu şekilde istikametini tayin edip selamette kalabilirse, milletler ve devletler için de böyledir… Aslında devlet ve onu meydana getiren toplumun birlikteliği su gibidir. Ayrıştıklarında ikisi de yanıcı olabilen suyu oluşturan hidrojen ve oksijen tanımına dahil olabilecek devlet ve toplum da bir araya gelip sağlam bir bağ kurmakla bütün yanıcılıkları söndüren ve hayatın neşvünema bulmasına vesile olan su gibi olur. Nasıl ki laboratuvar ortamında su üretilemezse, toplum ve devlet de laboratuvar ortamının ürünü olamaz. Fıtri olmak zorundadır. Onun için zaman zaman bu tarz girişimler infiale, patlamaya ve zarar üretmeye sebep olur. Sonuçta herkes ve her şey zarar görür. Fıtrat hariçten müdahaleyi hiçbir zaman kabul etmez. Müspet netice vermez. Demem o ki kâinatta yaratılış itibariyle her şey birliğe hizmet etmek için vardır. Her şey fıtratı çerçevesinde kaderin tayin ettiği haddi aşmadan diğeriyle uyum içinde olmalıdır. Yaratılmış olduğunu bilmekle, fabrikanın çarkları hükmünde olarak umum neticeye hizmet etmelidir. Birbirinin önünde takaddüm edip ön almaya çalışanlar, kendi menfaatini öne sürüp maksadın dışına çıkanlar elbette fabrikaya zarar vermekle birlikte sökülüp atılacaklardır. Bu durumda evet yapılması gereken zararlı çarkı bulup, söküp atmaktır. Bu çark diğerlerine benziyor deyip fabrikayı dağıtmaya çalışmak, elbette kâr-ı akıl değildir. Fabrika işleyecektir. Devlet ebed müddettir. Kaldı ki dünya meydan-ı imtihandır. Zamanın eleği çürükleri temizleyip sahih olanlarla yola devam edilebileceğini, edildiğini var olalıdan beri gösteregelmiştir. Temelde Allah’ın rızası, fıtratın gereği, sürekliliğin temini, devletin bekası, hayatın güzelliği için halisane gayret edilecek, baş başa baş da şeriata bağlı olarak çalışılacaktır. Her şeyin geçiciliği, dünyanın Süleyman’a bile kalmadığı, çok dünyalık elde etse de hainane hareket edenlerin ancak günahlarıyla anılıp lanet okunduğu şu dünyada bizler de geldik, gidiyoruz. Bahşedilen ömrün kıymetini bilmekle Allah’a kul, Peygambere ümmet, vatana hayırlı evlat olmak en büyük temennimiz olmalıdır. Buna göre de amel etmek en büyük gayretimiz olmak zorundadır. Şeytanın kafa tutmasıyla başlayan ihanetleri unutmadan ama Allah’ın rahmetinden ümit de kesemeden hayatı istikametle yaşamaktır. Biz gideriz vatan kalır, millet kalır, din kalır… Allah istikametten ayırmasın…

Metin UÇAR 01 Temmuz
Konu resmiTarihten Sayfalar
Tarih

Mısır Çarşısı Yeni Cami Külliyesi’nin inşasına ilk olarak 9 Nisan 1598 tarihinde başlanmıştır. Mimarlığını Davud Ağa’nın yaptığı külliyenin banisi ise Sultan 3. Mehmed’in annesi Safiye Sultan’dı. Külliyenin inşaatı devam ederken Sultan 3. Mehmed vefat edince, annesi Safiye Sultan Eski Saray’a gönderilmiştir. Bu sebeple külliyenin inşaatı yarım kalmıştır. 1660 senesinde İstanbul’da yangın çıkar ve Sultan 4. Mehmed’in annesi Hatice Sultan yangından zarar gören yerleri gezmektedir. Yarım kalan Yeni Cami ve külliyesini görünce, kaldığı yerden inşaatının devam etmesini ister. Bu sayede Mimarbaşı Meremetçi Mustafa Ağa riyasetinde, külliyenin inşaatı tekrar başlamış ve camisi 30 Ekim 1665 tarihinde ibadete açılmıştır. Yeni Cami Külliyesi’nin arastası olarak inşa edilen Mısır Çarşısı ise “L” şeklinde olup, karşılıklı dizilmiş dükkânlardan meydana gelmektedir. Önceleri Valide Çarşısı veya Yeni Çarşı diye adlandırılırken, sonraları Mısır Çarşısı ismiyle meşhur olmuştur. Çarşının uzun kolunda karşılıklı yirmi üçer, kısa kolunda ise on sekizer dükkân bulunmaktadır. Kısa ve uzun kolların köşelerindeki altı dükkân da eklediğinde çarşıda toplamda seksen sekiz dükkân olduğu görülmektedir. Kısa kolun camiye bakan tarafındaki dükkânlarının üstü kubbeyle, diğer taraftaki dükkânlarının üs­tü tonozla örtülüdür. Uzun koldaki karşılıklı dük­kânların tamamının üstü kubbelidir. Dışarıya açılan altı kapısı bulunmaktadır. Çarşının iki so­kağının kesiştiği noktada üstü çapraz tonozla örtülmüş bulunan dua meydanı vardır. 1 Temmuz 1911Osmanlı Âlimi Ahmed Asım Efendivefat etti Ahmed Asım Efendi, 1836’da Gümülcine’de dünyaya gelmiştir. Küçük yaşta yetim kalmış ve ilk eğitimini köyündeki sıbyan mektebi ve medresede almıştır. Eğitimini daha da geliştirmek için 1846’da İstanbul’a gelmiş ve on yedi sene ilim tahsil etmiştir. Tahsilinin bitmesinin ardından Fatih Camii’nde ders vermeye başlamıştır. Bir müddet sonra huzur dersleri muhataplığına atanmıştır. Gösterdiği başarıyla Sultan Abdülaziz’in huzurunda ders vermeye başladı ve mukarrirliğe getirildi. 1892’de Anadolu Kazaskeri, 1894’te Rumeli Kazaskeri oldu. Toplamda otuz üç yıl huzur dersleri mukarrirliği yaptı. Hayatının kırk altı yılı kesintisiz ders vermekle geçti. Kendisine Sultan Abdülaziz tarafından teklif edilen mehâkim-i nizâmiyye reisliğini, ders vermekten uzak kalacağı endişesiyle kabul etmedi. Bu durum ilim öğretmeye olan iştiyakını ve makam peşinde olmadığını göstermesi açısından önemlidir. 1 Temmuz 1911’de vefat etmiş ve Fatih Türbesi bahçesinde defnedilmiştir. 7 Temmuz 1153Maldivler’in Kralı Müslüman Oldu Maldivler’in yaklaşık 2500 yıllık bir yerleşim yeri olduğu tahmin edilmektedir. İki bin civarı adadan meydana gelen Maldivler’e İslamiyet, Müslüman denizciler ve tüccarlar aracılığıyla gelmiş olmalıdır. Maldivler’in Budist kralı Siri Bavanaditta Maha Radun, Tebriz’den gelen Şeyh Yûsuf Şemseddin et-Tebrîzî aracılığıyla 7 Temmuz 1153 tarihinde Müslüman olmuş ve Muhammed el-Âdil adını almıştır. İbn-i Battuta’nın bu konuda farklı bir görüş beyan ettiğini de ayrıca belirtmek gerekir. İslamiyet, 1200’lü yıllarda adaların tamamına yayılmıştır. Maldivler’de 1344-1346 arasında kalan İbn-i Battuta, halkının tamamının Müslüman olup dindar, halim selim ve dürüst olduğunu, adalarda birçok caminin bulunduğunu belirtmektedir. 8 Temmuz 1877Gazi Osman Paşa Plevne’ye ulaştı Rusların 24 Nisan 1877’de Osmanlı Dev­le­ti’ne savaş ilan ettiği sıralarda Gazi Osman Paşa, Vidin’deki Garp Ordusu kumandanıydı. Emrindeki 25 bin kişilik kolordu ile Vidin’den hareket ederek, 8 Temmuz 1877’de Plevne’ye ulaştı. Burada Ruslara karşı yapılan muharebeyi kazandı. Ancak daha sonra destek kuvvetlerle güçlenen Rus ordusu, 18 Temmuz’da tekrar saldırı başlattı. Bu ve bundan sonraki üçüncü saldırıda da Ruslar yenildi. Bu zaferlerin ardından Osman Paşa’ya gazi unvanı verildi. Rusların dördüncü saldırısı kuşatma şeklinde oldu. Gazi Osman Paşa ve kumandasındaki Osmanlı askerleri tüm güçleri ve büyük fedakârlıklarla savunma yapsalar da Rusları püskürtememişlerdir. Osman Paşa yaralanmış ve teslim olmak zorunda kalmıştır. Rus çarı, Gazi Osman Paşa’ya kahramanlığını takdir amacıyla çifte kartal nişanı vermiş ve serbest bırakmıştır.

Ahmed Said GÜNDÜZ 01 Temmuz
Konu resmi15 Temmuz Kalkışması
Tarih

15 Temmuz’da menfur bir kalkışma yaşandı. Hamdolsun milletimizin feraseti, devletimizin dirayeti ve devlet adamlarımızın basireti ile hainlerin ve destekçilerinin bekledikleri neticeye ulaşamadan sonuçlandı. Tesirleri devam etse de tamamen izale olup selametimizi kazanacağımızı rahmet-i İlahiyeden ümid ediyor ve bekliyoruz. Bu yazıyı hadis-i şeriflerde beyan edildiği üzere deccal konusu bağlamında okuyup verdiği zararları, günümüzde iman ve Kur’an hizmetinde öne çıkan Risale-i Nur ve çalışmaları bağlamında değerlendireceğiz. Yaşadığımız asır, en etkili bireylerin bile bir kitleyi harekete geçiremediklerinde tek başlarına etki gösteremedikleri bir asırdır. Söz konusu etkili bireyden kastımız, bir “deha” bile olsa durum yine değişmeyecektir. Zira değil bir dâhi, yüz dâhi kuvvetindeki bir birey bile harekete geçirebildiği kitleler kadar anlam ve değer ifade edecektir (menfi bir yönde olsa dahi). Dolayısıyla yaşadığımız asır, insan tekinin belki de tarihte en silik ve sönük ve hatta en etkisiz olduğu bir asra tekabül etmektedir. İnsan, tekil olarak bu kadar etkisiz ve silik bir mahiyete duçar olmuş iken, Peygamberimiz Hz. Muhammed’in (sav) birinci dereceden -bir alarm seviyesinde- haberini verdiği deccal konusunu nasıl anlamalıyız? Öyle ya tek başına bir adam gelip tüm dünyayı etkileyip, tahrip edip, bozgunculuk çıkararak insanları nasıl fesada sevk edecek? Hem de tek başına! * * * Yaşadığımız asırdaki sosyal bilimler, özellikle psikoloji ve sosyolojideki gelişmeler hem bireysel anlamda hem de kitlesel anlamda insanı harekete geçiren dinamiklerin neler olduğunu bir sır olmaktan çıkarmıştır. Yani insanı, hayatın bu karmaşık akış ve işleyişi içinde nasıl yakalayabileceğinizi, nasıl yönlendirebileceğinizi, nasıl bo­zup kullanabileceğinizi sözünü ettiğim bu bilimlerden öğren­mek mümkündür. Algı operasyonları, manipülasyon teknikleri, kitlesel illüzyonlar, karakter ve değer cinayetleri ve subliminal mesajlar gibi birçok yolla kitleler yönlendirilebilmekte, üstelik herkes de tercihini hür iradesi ile yaptığı kanaati ile yaşamaktadır. Bu öyle bir illüzyon halidir ki ne bozgunculuk yapan bozguncu olduğunu ne de bozulmuş olan bozulmuş olduğunu kabul etmektedir. “Deccal” Peygamberimizin (sav) haber verdiği şekilde “bir kişidir”. Ancak bizim yaşadığımız asır, tek başına bir insanı geçersiz kılma gücüne sahip bir asır olduğu için, olağanüstü güçleri olan deccal bile, tüm dünyayı etkileyecek bir sistem, bir akım, bir teknoloji ya da ideoloji veya kitlesel/küresel bir örgütlenme içinde olmak mecburiyetindedir. Aksi takdirde bozgunculuğuna hedef olacak dünyada, istediği tahribatı vücuda getiremeyecektir. Geride bıraktığımız yüzyıl, kitlesel hareketlerin belki de en ölümcül olanlarını bir laboratuvar ortamında oluşturur gibi gerçekleştirilmesine şahitlik etmiştir. 21. yüzyıl ise, tüm bu etkileşimlerin en üst seviyede, birçok farklı iletişim imkanları ile buluşmasıyla tamamen mahiyet değiştirmiştir. Mesela küçük bir şehirdeki bir belediye otobüsünde yolculara kötü davranan bir şoför, bir anda tüm ülkenin tanıdığı, herkesin nefretini kazanmış ve hatta bundan dolayı sokağa çıkamaz hale gelen biri haline gelebilmektedir. Doğru ya da yanlış her türlü bilgi­ye özgürce dolaşım hakkı ve gü­cü verilmiştir. Çok önemsiz, de­­ğersiz hatta lüzumsuz bir kimseyi bir kahraman gibi, bir zalimi ise bir mübarek gibi gös­terebilme gücü (manipülasyon) tam anlamıyla deccâlî bir güçtür. Kitlelerin zihninde istedi­ği paterni/modeli oluşturup, is­te­­­­di­­­ğini yok eden, istediğini tah­­­rif edip yolundan çıkaran, kı­­sa­­cası Hakk’ı batıl, batılı Hak gösterebilen bu güç tam da Peygamberimizin’in (sav) bize haber verdiği bir deccal gü­cüdür. (Tahrip kolaydır sırrınca, yaptığı işlerin mahiyetinin tahrip olması sebebiyle büyük gözükmesi bundandır.) Deccal fitnesi öylesine tehlikeli bir fitnedir ki, birçok insan ondan dolayı imanlarını ve ebedi hayatlarını kaybetmektedirler. Sevgili Peygamberimiz (sav), üm­­me­tine deccal fitnesinden daha büyük bir fitneden haber verme­diğini1 ifade ettiği halde bugün Ümmet-i Muhammed (sav) bu mevzunun önemini Pey­gam­berî bir eda ve hassasiyetle mütalaa edememektedir. Bel­ki bu durum bile bir deccal fitnesi ile uyuşturulmuş olma­nın işareti olabilir. Modern dünya, insanların elinden bir şeylere “gerçekten inanma” kabili­yetini almış ve hayata dair değer ve konuların önem ve hayatiyet hiyerarşisini yerle bir etmiştir. “Yeryüzünde fesat çıkarmak”2 ifa­desini Kur’an’dan öğreniyoruz. Bu ifade en geniş anlamıyla bu gezegenin maruz kalacağı küresel hüviyetteki her fesat operasyonunu içine almaktadır. Tehlikeyi bize haber veren Kur’an-ı Kerim olunca, dolayısıyla bu tehlikeli saldırıların hedefinin de Kur’an ehli, hakikat ve hidayet ehli olması da tabiî bir sonuç olacaktır. Deccal her ne kadar bir insan figürü üzerinden bize ihbar edilmiş ise de tahribat ve bozgunculuğun küresel ölçekte olması için örgütlü güçleri harekete geçirmesi zaruridir. Yani, dünyayı etkileyen bir fikir bir ideoloji, dünyayı etkileyen bir hareket ya da dünyada borusu öten bir devlet, deccal için kaçınılmaz bir enstrüman olacaktır. Deccal başlangıçta bir kişidir, bir insandır; doğru ama devreye soktuğu ideoloji ve kullandığı örgütlü yapılar ve devletler yüzünden bir müddet sonra kolektif bir ruh, tabiri caiz ise bir şahs-ı manevi haline dönüşüyor. Onun maksat, niyet ve rotasına doğru atılan her adım, yapılan her tahribat ve gerçekleştirilen her bozgunculuk Deccal’ın namı hesabına geçiyor. Yani Deccal’ın bir kişi ve insan olarak başlattığı fesat ve fitne operasyonları, bir müddet sonra artık kendisinin olmadığı ama hedefe konsantre örgütlü bir tahrip gücü olarak fesada devam ediyor. Bu fesadın içinde katliamlar, terör, ahlaksızlık, felsefi ve ideo­lojik yıkımlar, değerler tahribatı, popüler kültür üretimi, manevi sembollere sinsi yollarla zarar vermek, hak dini dejenere etmek, itikadî manipülasyonlar vs. var… bu liste daha da uzatılabilir. Dediğimiz gibi, Deccal hedefe o kadar konsantredir ki fesat niteliği taşıyan her yerde onun izlerini görebilirsiniz. Şimdi Deccal’ın fesat ve tahribatından birkaç örnek verelim. Deccal’ın ilk hedefi “La ilahe İllallah Muhammeden Resulullah” inancını yok etmektir. Bu gaye için yapamayacağı şey yoktur. İnsanlara Allah’ı ve Hz. Muhammed’in (sav) şahsında Peygamberlik kurumunu hatır­latan her ne varsa onları yok etmek ister. Allah’ı inkâr konusunda “Bilim”i kullanan Deccal, bilim ve bilim adamına getirdiği yeni tanımlamalar ile seküler bir anlayışın tüm kıtalarda kabul görmesini sağlamaya çalışmıştır. Seküler anlayış demek, dinden ve maneviyattan tamamen soyutlanmış dünyacı bakış açısı demektir. Sadece dünyaya hasr-ı nazar eden ve tüm zihinleri, gözleri ve gönülleri dünyadan başka her şeye kör kılmak isteyen Deccal’ın bu tavrına Sevgili Peygamberimiz (sav) “Deccal’ın bir gözü kördür”3 ifadesi ile işaret etmiştir. Deccal’ın bir gözünün kör olmasının belki de en geniş ve şümullü manası “sekülerizm”dir. Yani bilimsel çalışmalar yapın ama sakın “Allah” demeyin, kim­­­seye de dedirtmeyin. Bilim­sel çalışmaların da deneysel ol­ma­sı gerek. Bu kafaya göre, eğer bir gerçeği, laboratuvarda yap­tı­ğı­nız çalışma ile gözlemleye­bi­liyor iseniz o şey hakkında ko­nu­şabilirsiniz, aksi takdirde susun. Sekülerizm, insanları duyu organları ile sınırlı bir algı ve inanca mahkûm etmek suretiyle Kur’an’ın bir esası olan gayba yani görünmeyene inanma faziletini hedef almıştır. Deccal bu konudaki tahribatını dünyanın bilimsel anlamda en gelişmiş, sosyal ha­yatı gelişmiş, özgürlük ve demokrasi gibi afyonlarla insanların uyuşturulduğu en önemli ülkelerde yapmış ve dünyaya şu mesajı vermiştir: “Dünyada hangi din ya da inanç insanları bu kadar mutlu, bu kadar özgür bu kadar farkındalıklı bu kadar müreffeh kılabilir?” İşte bundan dolayı Müslüman milletlerde zaman zaman şu tür sorular sorulur oldu: İslamiyet Hak ise, getirdiği davet ve programın bir iddiası varsa, neden bugün dünyanın en gelişmiş en müreffeh ülkeleri Müslüman olmayan milletlerden oluşuyor? Bu, aslında rivayetlerde belirtil­miş olan ve hak ve hakikate karşı muarız ve kör olma esasına dayalı deccalın yalancı cennetinden başka bir şey değildir. Kısacası Deccal, “Hakk’ı batıl, batılı Hak göstermeye” çalışmıştır. Deccal’ın ikinci önemli hedefi ise Hz. Muhammed (sav)’dir. Bunun için izlediği yollardan bir tanesi, yetiştirdikleri terö­rist­leri sanki sahih Müslüman­mış gibi dünyaya gösterip Kur’ an ve Sünnete zarar vermektir. Bir diğer yol ise, Hz. Muham­med’in (sav) getirdiği değerlere dönük cinayetlerdir. Mesela “Komşusu aç iken tok yatan bizden değildir” diyen bir Peygamberin (sav) ümmetinden bazı kimseler milyarlarca dolarlık servetleri ile firavunları bile kıskandıracak ve göğe uzanan gökdelenlerde yaşarken, bazıları da BM’nin kamplarında bir tabak aş için kuyrukta beklemektedir. “Müslüman, elinden ve dilinden diğer insanların emin olduğu kişidir” diyen bir Peygamberin (sav) ümmeti, yaşadığı şehirlere içleri suçlu dolu hapishaneler inşa etmektedir. “Bir insanı öldüren, bütün insanları öldürmüş gibidir” diyen, Kur’an’a inanan insanları, kur­gu­ladıkları olaylarla canlı bomba ya da terör malzemesi göstermek bu dünyada sadece Deccal’ın istediği bir şey olabilir ve en çok da onu mutlu eder. Bizi Boşnaklar Değil, Muhammed (sav) Yendi Mesela Bosna-Hersek’te 1 Mart 1992 tarihinden 14 Aralık 1995 tarihine kadar sürmüş olan Bosna Savaşında hem Sırp hem de Boşnakların cephesinde görev yapan Amerikalı bir gazetecinin dikkatini çeken bir şey vardır. Müslümanların camileri kurşun ve top mermilerinden dolayı tahrip olduğu halde Sırpların kiliselerinde en ufak bir kurşun deliği bile yoktur. Amerikalı gazeteci bu konuyu Boşnak komutana sorarken der ki, “Onlar sizin bütün camilerinizi hedef alan atışlar yap­mışlar peki siz neden onların kiliselerine ateş etmiyorsunuz?” Boşnak komutan, “Biz böyle bir şey ya­pamayız, çünkü Pey­­­­­gam­­­­be­ri­­miz Hz. Muhammed (sav) ‘Savaşta bile olsanız Allah’a dua edilen mabetlere zarar vermeyiniz’ diye buyurmuş­lar­dır.” Ame­­ri­kalı gazeteci 1400 yıl uzak­­­tan hala kendisine ina­nan mü­­­min­lere komutanlık yapan Hz. Muhammed’in (sav) bu reh­­ber­liği karşısında çok etkile­nir ve İslamiyet’i seçer. Daha sonra savaşın sona er­mesinde ola­­ğan­­üstü gayretler ser­­gi­ler. Sa­vaş bittikten sonra sa­vaş suç­lu­­su olarak tutuklanan Sırp ko­mu­­tan, “Bizi Boşnaklar de­ğil, Muham­med (sav) yendi” di­ye­­­rek, süreç içerisinde Müslü­man­­lar tarafından sergilenen sa­­vaş ahla­kına dikkat çekmiştir. Kal­dı ki, Hz. Muhammed’in (sav) sa­vaş ahlakına dair prensiplerin ta­mamı öğrenilse orada­­ki âli ahlak her insanı fevka­la­­de şekilde etkileyecek içe­ri­ğe ve tesire sahiptir. Şimdi, savaş ahlakı bile insanlarda böylesine etki eden bir insanın (Hz. Muhammed sav), getirdiği ve hayatı çok güzel bir forma sokabilme gücüne sahip diğer prensipleri dünya insanlarına ulaştırılsa, insanlar hem dünyalarını hem de ahiretlerini kurtaracaklardır. Deccal, öyle hain ve sinsi bir strateji ile hareket eder ki, Hz. Muhammed’in (sav) savaş ahlakı ile oluşturduğu olumlu izlenime zarar vermek için, hiçbir ahlaki, vicdanî ve insanî hassasiyete sahip olmayan birtakım kimseleri kullanmaya başlar. “Terör” kelimesini, anlamı barış ve güvenlik olan “İslamiyet” kelimesinin ya­nına getirmekle, bu dinin ru­hunu, özünü ve en önemli me­saj potansiyelini yok etmeyi he­defler. Sözün özü deccal yine “Hakk’ı batıl, batılı Hak gösterme” çabasındadır. Deccal hak ve hakikate karşı olan bu muarız tavrını şeytandan aldığı ders ile yapmaktadır. Haddi Aşmayın! “İslamiyet bir denge dinidir. İfrat ve tefritten uzak bir istikamet dinidir. “İşlerin hayırlısı, orta yollu olanıdır” buyuran Nebi-i Zîşan (sav), gerek nübüvvetinden evvel gerekse nübüvveti boyunca hep dengeli bir yaşam sürmüş, “Din nasihatten ibarettir” derken Rabbanî bir doza işaret etmiştir. Tabiri caiz ise Allah Resulü Hz. Muhammed (sav) Hûd Suresi 112. ayetteki İlâhî fermana bihakkın ittiba etmişlerdir. “O hâlde, emrolunduğun gibi dosdoğru ol! Beraberindeki tövbe edenler de! Ve (Allah’ın koyduğu) hududu aşmayın! Çünki O, ne yaparsanız hakkıyla görendir.” Yüce Allah’ın fermanı ile işaret buyurduğu bu denge ve istikamete ve haddi aşmamaya ilişkin emrine karşı Deccal, Müslümanlar içerisinde her türlü aşırılığı terviç etmeye ve özellikle tebliğ değeri taşıyan şeair hususunda çok vahim örnekler oluşturmaya çalışmaktadır. Deccal’ın tüm şiddet ve tahribatı ile zuhur ettiği asrımız hak ile batılın en amansız mücadelesine sahne olmaktadır. Bunlardan, belki de -zamanımıza terettüp etmesi-bakımından en önemlisi ise şimdi dile getirmeye çalışacağımız son savaştır… Yukarıda da beyan ettiğimiz gibi, Deccal’ın en büyük hedefi “La ilahe illallah ve Muhammeden Resulullah”tır. Deccal bu hedefi için, özellikle bilim kurumunu ve onun her aygıtını acımasız bir şekilde kullanmış ve küfür ve inkâr namına, hepsinin aslı hezeyan olan çeşit çeşit ideoloji, doktrin, felsefî düşünce akımlarını manevi savaş meydanına sürmüştür. Tarihte ilk defa, İslam ve imana, ilim ve fen marifetiyle taarruz yapılmıştır. Küfür ve inkarın devlet haline geldiğini bu asırlarda gördük. Devletlerin, her türlü cebrî güç ile İslam ve iman esaslarını yer ile yeksan etmeye çalıştığını yine bu asırda gördük. Kur’an’ın etrafındaki surların bir bir yıkılışına şahitlik ettik. Bin yıldır İslamiyet’e hizmet eden necip bir milletin İslam’ı, İman’ı ve Kur’an’ı hatırlatan her kurumdan, her işaretten ve hatta her hatıradan acımasızca kopartılışına şahit olduk. Korkma Allah Bizimledir! Zulmün ve dalaletin, memleketi şehir şehir, sokak sokak, ev ev istila ettiği o karanlık gecede imanı ve Kur’an’ı terennüm ederek, söylenmesi ve inanılması en zor sözü söyleyen, -tabiri caiz ise- Sevr mağarasının içini karanlık dışını zulüm kuşattığında, tüm ümmetine seslenir gibi, yanındaki yoldaşı Ebu Bekir Sıddık’a (ra) “Korkma Allah Bizimledir!” diyen iki cihan gü­neşi Sevgili Peygamberimiz Hz. Muhammed (sav) misüllü, “Şu İstikbal inkılabatı içinde en yüksek gür sadâ İslam’ın sadâsı olacaktır” diyen biri vardı. Onlar bilmiyorlardı İslam ve iman namına dumanı tüten tek bir ocak bırakmamaya azmetmiş zalimlerin, kuş uçmaz kervan geçmez, kara yolu bile olmayan bir nahiyeye sürdükleri Bediüzzaman Said Nursi’nin (ks) sürgün olarak yaşadığı o küçücük ev, İslam ümmetinin en büyük umutlarının yaşadığı, dumanı tüten son ocak olacağını. Risale-i Nur, nifak perdesi altında iş gören, tevhid ve nübüvvete saldıran küfür, şirk ve dalaletin her şubesine karşı Kur’an’ın elmas bir kılıcı hükmünde karşı koymuş, hatta galebe çalmıştır. Bediüzzaman Hazretlerinin ifadesi ile, küfrün belini hiç doğrulmayacak derecede kırmıştır. O manevi vazifede mazhar olunan muvaffakiyeti ifade ve o nimete bir şükür sadedinde şöyle demiştir: “Tesadüf, şirk ve tabiattan teşekkül eden fesat şebekesinin alem-i İslam’dan nefiy ve ihracına Risale-i Nurca verilen karar infaz edilmiştir.”4 Müspet Hareket Bediüzzaman küfrün temel taşını zîr-û zeber eden Risale-i Nur hareketini tamamen müspet ha­re­ket esası üzerine bina etmiş, ne­re­deyse imânî bir düstur mesa­besinde emniyet ve asayişin teminine yardımcı olmayı ulvi bir vazife ittihaz etmiştir. Hatta bu tavrını destekleyen tarihî bir cevabı da Şeyh Said’e vermiş ve demiştir ki; “Türk milleti asırlardan beri İslamiyet’e hizmet etmiş ve çok veliler yetiştirmiştir. Bunların torunlarına kılıç çe­­kilmez. Siz de çekmeyiniz, te­şeb­büsünüzden vaz geçiniz. Millet irşat ve tenvir edilmelidir.” (Tarihçe-i Hayat) Bediüzzaman Hazretlerinin iman ve Kur’an hizmetini ifa eder­ken nebevî bir ahlak ve ihlası reh­ber edindiğinin en mühim delil­lerinden birisi de kendisine zulmedenlere karşı gösterdiği âlicenaplıktır. O, tıpkı Taif şehrinden taşlarla, kötü söz ve muamele ile kovulan Sevgili Peygamberimiz Hz. Muhammed (sav) gibi davranmayı seçmiş ve Emirdağ Lahikasında geçen şu sözleri söylemiştir: “Mademki nur-u hakikat, imana muhtaç gönüllerde tesirini yapıyor; bir Said değil, bin Said feda olsun. Yirmi sekiz sene çektiğim eza ve cefalar ve maruz kaldığım işkenceler ve katlandığım musibetler hep helâl olsun. Bana zulmedenlere, beni kasaba kasaba dolaştıranlara, hakaret edenlere, türlü türlü ithamlarla mahkûm etmek isteyenlere, zindanlarda bana yer hazırlayanlara, hepsine hakkımı helâl ettim.” Odasını aydınlatan ve ömrü biten ampulleri bile “bizlere hiz­meti geçti” diyerek kırılarak atıl­masına razı olmadığı için onları bir kâğıda özenle sardıra­rak attıran bir hassasiyetin sahi­bi olan Bediüzzaman Hazretleri, tüm dünyanın ihtiyacı olan müspet hareket, asayiş ve emniyet konularında yardımcı tavrı ile muhteşem bir timsal olarak hayat sürmüştür. Zira O, manası barış ve güvenlik olan İslam’ın bundan başka bir şekilde yaşanmasının ve tem­sil edilmesinin mümkün olmadığına inanıyordu. Bu ha­­ki­­kati ifade ederken 1911 se­ne­­sinde Şam’daki Emevî Camiinde ver­diği tarihi hutbede, “Eğer biz doğru İslâmiyet’i ve İslâ­mi­yet’e lâyık doğruluğu kendi ef’al ve etvarımızla izhar etsek, elbette sair dinlerin tâbileri fevc fevc İslamiyet’e girecekler. Hatta küre-i arzın bazı büyük kıtaları ve devletleri de İslamiyet’e dehalet edecekler” diyordu. Bediüzzaman’ın, ömrünün tek bir anında bile taviz vermediği ve verdirmediği müspet hareket esasının Müslümanlar üzerindeki etkisini ve geleceğe olan önlenemez yansımasını projekte eden deccal, iman ve İslam adına asrın ve insanlığın umudu olan Risale-i Nur ve Bediüzzaman Hazretlerini manipüle edebilmek için küresel bir planı devreye soktu. Bu neredeyse 45-50 yıllık bir plandı. Bediüzzaman Hazretleri, Mektubat adlı eserinde İslam deccali olan süfyan ile ilgili olarak “Nifak perdesi altında risalet-i Ahmediyeyi (sav) inkâr edecek, Süfyan namında müthiş bir şahıs, ehl-i nifakın başına geçecek, şeriat-ı İslâmiyenin tahribine çalışacaktır” der. Ya­zı­mızın başında da ifade etti­ği­miz gibi deccalın bir ekol ve akım olması cihetiyle o kapsamda gelen ve din-i mübin-i İslam’ı tahribe çalışan zevatta müşterek bazı vasıfların gözükmesi kadar tabii bir şey olamaz. Bu açıdan bakıldığında deccal, bir –izm- e dönüşmüş ve “deccalizm” denilen bir tahrip ve ifsat hareketi olmuştur. Dolayısıyla, minbere çıkıp hutbe irad eden, İslam dinini ve Peygamberimizi (sav) metheden daha sonra ise bu toplumdan İslam’ı, İmanı ve Kur’an’ı hatırlatan her şeyi silip yok eden anlayıştan, cami kürsülerinde vaazlar verip, dinin içini boşaltarak hareket etmek, tam anlamıyla deccal mantığıdır. Deccal, kendi menhus gayesi için şekilden şekle giren ve hedef için her şeyi meşru gören bir şarlatandır. Yine Bediüzzaman Hazretleri 5. Şua adlı eserinde, “Rivayette var ki, süfyan büyük bir âlim olacak, ilimle dalâlete düşer. Ve çok âlimler ona tâbi olacaklar.” Ayrıca yine aynı bölümde “Ve çok muallimleri kendine taraftar eder ve din derslerinden tecerrüt eden maarifi rehber edip tâmimine şiddetle çalışır” ifadeleri hem tahribat ve ifsadın ilk yıllarında bu tehlikeli şahsın çok öğretmen yetiştirip kendi bozgunculuğuna alet etmesini hem de günümüzdeki yansıması ile deccal ekolünün yine öğretmenler marifetiyle nifak perdesi altında yapacağı şiddetli tahribata işaret etmektedir. Demek ki deccal ciddi bir öğretmen kadrosu oluşturacak. Yine adı geçen eserde Bediüz­za­man Hazretleri şu ifadelere yer verir: “Rivayette var ki, Âhir­za­manın müstebit hâ­kim­leri, hu­susan deccalın yalancı cennet ve cehennemleri bulunur.” Bu ifadeler ise deccalın arzu ve rızasını önceleyen ada­letin cellatlığına soyunan bir yargı kadrolaşmasına işaret et­mektedir. Görüldüğü gibi geç­mişte ve günümüzde aynı mak­satla ifsat ve tahrip operasyon­ları yapan ve deccâlî cereyanın mümessilleri olan kişiler gözükmektedir. Nurânî Hareketi Manipüle Etme Çabaları 15 Temmuz kalkışmasının pek çok yönleri ve etkileri oldu elbette. En büyük zararlardan birisi de iman ve Kur’an davasına gayret gösteren başta Risale-i Nur hizmeti olarak, dini çalışma yapan gönüllü yapılara güvensizlik telkin etmesidir. Her dini yapıyı ve çalışmayı bir potaya koyma fikrini üretmesidir. Risale-i Nur noktasında verilen zararlara verilebilecek örneklere şunları sıralayabiliriz: Bu asrın küfür, şirk ve inkar­dan gelen en tehlikeli istila operasyonuna “dur” deme kabiliyetine sahip en önemli hareket olan Risale-i Nur hareketini ifsat ederek manipüle etmek, İnsanların umut bağladığı Ri­sa­le-i Nur’un en iddialı(!) en güçlü(!) en münevver(!) en hâ­kim(!) meyvesi olarak gösterilen bu kuklanın ifsat ve ihaneti ile “sizin umut bağladığınız bu eserlerin ve hareketin en önemli(!) meyvesi bakın nasıl biri” mesajı vererek bu nurânî ağaçla hiçbir ilgisi olmayan bu kukla ile güya Risale-i Nur’u geçersiz kılmak, Risale-i Nur’ları kullanarak Ri­sa­le-i Nur’u geçersiz kılmak. Bu figürün şahsî hırs ve ihtirasla­rı ile Risale-i Nur’u kendisine ra­kip görmesi nedeniyle kendi mu­­has­sala-i fikriyesini terviç ede­­rek Risale-i Nur’un değerini kay­bettirmek, sadeleştirme ope­­ras­­yonu ile Risale-i Nur’u ta­­nın­­maz, okunmaz ve anlaşılmaz hale getirmek, Risale-i Nur’un hizmet esaslarından olan “müspet hareket” ve “emniyet ve asayişin teminine yardım etmek” gibi en işlevsel prensipleri tahrip etmek, (Risale-i Nur’da emniyet ve asayiş kelimeleri 332, müspet hareket kelimesi 641, muhabbet kelimesi 485, ittifak ve tesanüd kelimeleri 537, ihlas kelimesi ise 497 kere zikredilmektedir.) Bu milletin imanını takviye ve muhafaza konusunda Ri­sa­le-i Nur vasıtasıyla oluşturulan tefekkür ve itikat dilini geçersiz kılmak, (mesela Risale-i Nur’da en çok geçen kelimelerden olan “hizmet” kelimesi, ki yaklaşık 1600 kere zikredilmektedir, yıp­­ra­­­tıl­­mıştır ve kullanılamaz hale ge­ti­rilmek istenmiştir) bu­na benzer feyizli ve manevi işle­vi olan kelime ve kavramların içi­ni boşaltmak, Risale-i Nur’un en şümullü gayelerinden olan “İttihad-ı İslam” hamlesini, İslam ümmeti içerisinde çıkardığı fitne ile akim bırakmak, Risale-i Nur, bu necip milletin sofrasına inmiş ve bu milletin elinden alınan izzet ve şerefi yeniden elde ederek İslam Ümmetine öncülük yapmasına vesile olacak Nuranî Bir Harekettir, bu kukla marifetiyle bu necip millete kaderin ve tarihin biçtiği role mâni olmak, Dinler arası diyalog hezeyanı ile İslam’ın kahraman ordusu olan bu milletin gazâ ruhunu yok etmek, Üssü’l-esası ihlas ve sadakat olan Risale-i Nur yerine, ihlastan ve sadakatten fersah fersah uzak mürai takiyecileri barındıran ne idüğü belirsiz bir yapı ile âlemşümul bir dava örtülmeye çalışılmıştır. Netice itibarıyla fitne, ümmet-i Muhammed (sav) için çok çetin bir imtihan olarak karşımızdadır. Bu tehlikeden emin ve masun olmanın belki de tek yolu iman-ı tahkiki ile ihlas-ı tammedir. Zira Rabbimiz şöyle buyurur: “(İblis) dedi ki: “Rabbim! Beni azdırmandan dolayı, (ben de) mutlaka onlara yeryüzünde (günahları) süsleyeceğim ve mutlaka onların hepsini azdıracağım!” Ancak onlardan ihlâsa erdirilmiş olan kulların müstesnâ.”5 Esselam men’ittebea’l Hüdâ… Kaynakça: 1- Müslim, Fiten 126. Ayrıca bk. Ahmed İbni Hanbel, Müsned, IV, 19-212- Maide, 333- Buhârî, Fiten 26, Tevhîd 17; Müslim, Fiten 101, 102. Ayrıca bk. Ebû Dâvûd, Melâhim 14, Sünnet 25-26; Tirmizî, Fiten 56, 62; İbni Mâce, Fiten 334- Mesnevî-i Nuriye, Zerre, s. 1725- Hicr Suresi 39-40

Ahmet EFE 01 Temmuz
Konu resmi15 Temmuz’u Unutma!
Tarih

Biz gördük bütün devlet kurumları tek vücut gibi bu darbeye karşı durdu. Bu halk, Allah’ın takdir ettiği bu nimeti unutmamalıdır. Ben dâhil milyonlarca Müslüman çok zor bir gece geçirdik. Fakat insanların ümit ve moral kaynağı sela ve ezan seslerini duyunca, “Allahu Ekber!” diyerek zaferin geleceğinden emin olduk. İnsanları göğüsleri ile tankların karşısına durduklarını görünce zaferin yakın olduğuna inandık. Çünkü insanlar darbecilerden daha güçlüdür, imanları ile yaşam mücadelesi verdiler. En son darbeciler çıkış bulamayınca silahlarını ve kendilerini teslim ettiler. Bu Allah’ın bir nimetidir. Onun için Allah’a çok şükür ve hamd etmemiz lazım. İnsan nisyanla maluldür. Fakat bazı şeylerin unutulmaması ve her daim canlı tutulması elzemdir. Bunlardan birisi de 15 Temmuz’da yaşanan menfur darbe girişimidir. Bundan altı sene önce yaşanan ve hamdolsun Allah’ın inayeti, idarecilerimizin basireti, halkımızın sağduyusu ve vatan sevgisi sayesinde hain eller kırılmış, başlamadan bitti denecek kadar hızlı şekilde müspet netice alınmıştır. Yaşanan bu durumun elbette menfi yansımaları da oldu. Devam eden altı sene içerisinde, kılcal damarlara kadar nüfuz eden hainlerin ayıklanması ayrı bir zorluk ve sıkıntılı süreç olmakla beraber, orduya, askere, cemaatlere, tarikatlara, kişilere, piyasalara vs… güven kırılması yaşanmasına ve yaşanmışlığın uzun süre devam etmesine sebep oldu, olmaya devam ediyor… İçerideki bu hain kalkışma ve sonrasında yaşanan süreç, dış güçlerin de iştihasını kabartmış, belki de uzun süredir planladıkları diğer oyunlarını sahneye koymalarının fitilini ateşlemiştir. Bugün kaç koldan üzerimize gelinmekte ve hem içeriden hem de dışarıdan memleketimiz ve insanımız kıskaca alınmaya çalışılmaktadır. Bunu sadece siyaset planına çeken ve algı operasyonlarıyla, olanları değerlendirenleri paranoya ile suçlayan yapılar, tersi çalışmalarla kedi, köpek, kadın, çevre, aile, cinsiyet gibi kavramlar üzerinden sinir uçlarını kaşıyacak hamleler yapmaktadırlar. Üstelik üzerine gelen ekonomik dar boğazla sıkıntı vermek ve komşularımızda/sınırlarımızda devam eden savaşlara sokmak için ellerinde geleni ardına koymamaktadırlar. Rabbim olanları basiretle okuyabilmeyi, millet ve memleketimiz için gayretle müspet manada hareket edip hayırlı çalışmalar yapabilmeyi cümlemize ve cümle kuruluşlarımıza nasip eylesin. Bütün bunlarla birlikte elbette güzel neticeler de oldu. Nihayetinde Rabbimiz “Olur ki, bir şeyden hoşlanmazsınız ama o sizin için hayırlıdır. Ve olur ki bir şeyi (de) seversiniz, hâlbuki o sizin için bir şerdir. Allah ise (sizin için hayır olanı) bilir de siz bilmezsiniz.” buyurmaktadır. Bu yaşananların da nice hayır kapılarının açılmasına vesile olmasını Rabbimizden niyaz ediyoruz. Güzelliklerden birisi de sair İslam memleketlerinin olan bitenden haberdar olması ve bu süreçte Türkiye’nin yanında yer almış olmasıdır. Daha önce neşretsek de hem hatırlamak hem de olayı İslam Dünyası Sivil Toplum Kuruluşları Birliği ve üyelerinin nazarından görmek için basın toplantısıyla deklare edilen metni aşağıya alıyorum. Allah bizlere bir daha böyle menfur bir hadiseyi yaşatmasın. Birlik ve beraberliğimize kuvvet versin. Âmin. İslam Dünyası Türkiye’nin Yanında! 15 Temmuz gecesi Hükümetimizin ve Sayın Cumhurbaşkanımızın nezdinde Türk Milleti menfur bir darbe girişimi ile karşı karşıya bırakılmıştır. İslam Dünyası STK’ları Birliği (İDSB) yurt içi ve yurtdışı üyelerinin katıldığı, milletimizin hür iradeleriyle seçtikleri hükümetimize ve Cumhurbaşkanımıza desteklerini ifade etmek ve bu hain kalkışmayı lanetlemek üzere 1 Ağustos 2016 tarihinde MÜSİAD Toplantı Salonunda “İslam Dünyası Türkiye’nin Yanında” başlıklı bir basın toplantısı düzenlemiştir. Basın toplantısına 50’nin üzerinde yerli STK başkanları ve temsilcilerinin yanı sıra Asya-Pasific, Hindo-Pak, Ortadoğu ve Afrika ülkelerinde faaliyet göstermekte olan yurtdışındaki üye STK’ları da iştirak etmişlerdir. İDSB Genel Sekreteri Av. Ali Kurt’un Konuşması 63 ülkeden 312 STK’nın çatı kuruluşu olan İslam Dünyası Sivil Toplum Kuruluşları Birliği (İDSB) olarak, vatandaşlarımızın hür iradesiyle belirlenen meşru hükümete ve yarısından fazlasının oyunu alarak seçilen Cumhurbaşkanımız Sayın Recep Tayyip Erdoğan’a karşı girişilen menfur askeri darbe teşebbüsünü şiddetle tel’in ediyoruz. Aziz milletimiz, 15 Temmuz günü kadınıyla-erkeğiyle, yaşlısıyla-genciyle Başkomutanının çağrısı üzerine, halkına ağır silahlarla saldırmaktan çekinmeyen haşhaşi terör örgütü karşısında canını siper etmiş ve 40 yıldır hazırlanmakta olan hain bir planı bir gecede bozguna uğratmıştır. Bizler gece yarısı okunan sela ve ezanları Irak’ta işitmiştik. Tanklarla, uçaklarla gözünü kırpmadan kendi halkını katleden canileri Suriye’de görmüştük. Bir gün aynı hadiseleri kendi memleketimizde de yaşayacağı­mıza hiç ihtimal vermemiştik. Darbeciler o gün gerçekten Ebrehe’nin filleri gibi mağrur ve saldırgan idiler! Ama 1960’dan bu yana gerilmiş bir yay gibi bekleyen öfkeli ve kararlı Ebabil’leri unuttular. Bu necip millet, geç saatlerde gelen tek bir telefon mesajıyla milyonlarla sokağa döküldü ve bu hainlerle ölümüne mücadele eden emniyet güçleriyle, keza darbeye karşı çıkan askerleriyle birlikte canını hiçe sayarak muhteşem bir direniş gösterdi. Sadece bir gecede, evet bir gecede, sabaha kadar binlerce destan yazıldı. Bu aziz toprakları korumak üzere kendilerine teslim edilen silahlarla kendi milletini, kendi emniyet güçlerini, kendi meclisini bombalayabilecek kadar gözü dönmüş bu ihanet çetesine hak ettikleri cevap elhamdülillah en güzel şekilde verildi. Bu hain yapılanmaya mensup olanlar, yıllarca dinler arası diyalog gibi son derece kirli bir proje altında, Müslümanlara karşı şedit, kâfirlere karşı merhametli bir yaklaşım içinde, uluslararası karanlık mihverlerin sadece memleketimizde değil, tüm İslam dünyasında truva atı oldular. Tesettür gibi temel hakikatlere füruat dediler, maksatlarına ulaşmak için her türlü kumpası, yalanı ve hileyi mubah gördüler. Askeri dönem, sağ veya sol, hiç fark etmeden her iktidar döneminde virüs gibi büyüyerek gelişen bu haşhaşiler, birlik ve beraberliğimizin ana omurgasını teşkil eden manevi değerlerimize ve iman esaslarına yönelik planlı tahribatlar yaptılar. Asırlarca bu ümmetin kabulüne mazhar temel esaslarımızı dini faaliyet kisvesi altında sarsmaya çalışarak selim kalpleri ifsad ettiler. Cemaat, yargı ve asker kavramlarına zarar verdiler. Ama unuttular ki, Cenab-ı Hak hayru’l-makirindir. Tuzak­ları bo­şa çıkarandır. Güzel yurdumu­zun kılcal damarlarına kadar sızan bu hainlerin planları, Allah’a sonsuz hamd ü senalar olsun ki neticesiz kaldı. İçerden dışardan hainlerin destekleriyle bunca yıldır yapılan hazırlık, bir kaç saat içinde Allah’ın inayetiyle hezimete uğradı. Ülkeyi bölmek için tezgâhlanan oyun, kalpleri birleştirdi. Kahraman bir milletin bir asırdır baskı altında tutulan direniş ve kardeşlik ruhu, elhamdülillah dizginleri ele aldı. Bu birlik ve kardeşlik anlayışını rehavete kapılmadan, iç ve dış mihrakların oyununa gelmeden muhafaza etmek ve devam ettirmek zorundayız. Yalnız İstanbul ve Ankara’da değil, doğusuyla batısıyla bütün vatan sathında tutulan meydan nöbetlerini, sadece muhteşem bir sahiplenme olarak değil, aynı zamanda dahili ve harici düşmanlara verilen kuvvetli bir mesaj olarak görüyoruz. Başta BM, Amerika ve Avrupa devletleri olmak üzere uluslararası kamuoyu her zamanki gibi bizi hiç şaşırtmayan çifte standart ve duyarsızlık içinde üç maymunları oynadılar. Paris’te, Brüksel’de, Londra’da acılarını paylaştığımız bu demokrasi münafıkları, iki yüzün üzerinde şehid, binlerce yaralı verdiğimiz bu darbe teşebbüsünde sivil halkın birlik ve beraberlik içinde kendi iradesine sahip çıktığı bu muhteşem direnişi görmediler. Mısır’da, Suriye’de, Yemen’de ama maalesef hep bizim coğrafyamızda yapageldikleri gibi anlamak istemediler. Yıllarca emek vererek besledikleri haşhaşi müttefiklerinin halkın sillesiyle bozguna uğratılmasından çok rahatsız oldular. Batı dünyasının bu duyarsızlığına bedel, İslam coğrafyasının dört bir tarafındaki kardeşlerimiz bizim derdimizi yüreklerinde paylaştılar. Bazı ülkelerde yaşanan benzer sıkıntılara rağmen bizimle bir­likte onlar da sokaklara dökül­düler. Bir ümmet şuuruyla bi­zim için yaptıkları samimi dua­lar, destek mitingleri ve gön­­derdikleri mesajlar en güçlü da­yanak noktalarımızdan biri oldu. Bu coğrafya bugün burada olduğu gibi, kendi değer yargıları içinde birlik ve beraberliği daha da güçlendirmek zorundadır. Önümüzdeki bu emsal problem­lerden tek çıkış noktamız aramızda tesis edeceğimiz bu tevhid ruhudur. Bizler ittihad-ı İslam’a sözde değil, özde sahip çıkmak mecburiyetindeyiz. İslam Dünyası Sivil Toplum Kuruluşları Birliği işte bu gaye ve maksatla kurulmuş aynı binanın taşları hükmünde bir kardeşlik ve birlik projesidir, bir himmet seferberliğidir. Bugün karşılaştığımız bu menfur ve müessif darbe teşebbüsü karşısında kardeşlerimiz, “İslam Dünyası Türkiye’nin Yanında” başlığı altında yanımızda yer alarak bu kardeşlik ruhuyla As­ya-Pasific’ten, Hindo-Pak ülkelerine, Ortadoğu ve Afrika’ya uzanan bir coğrafya içinde dayanışma gösterdiler. Darbenin ilk saatlerinden itibaren, dünyanın dört bir tarafından binlerce göz yaşartıcı destek mesajları aldık. Bu vesileyle kardeşlerimize bir kez daha teşekkür ediyoruz. Son olarak, yaşadığımız bu dehşetli hadise bize gösterdi ki birlik beraberliği muhafaza etmek sadece lafla olmaz. Bizler bundan sonra FETÖ benzeri, kim oldukları belirsiz, kökleri olmayan nevzuhur müfsid hareketlere fırsat vermemeli, def’-i mefasid’in celb-i menafi’den evla olduğunu gözden uzak tutmamalıyız. Bir milletin birlik ve beraber­liğini bozacak en önemli teh­likenin, temel referanslarımı­za ve değer yargılarımıza yapılan bilinçli müfsid saldırılar olduğunu unutmamalı, hazır kıta bekleyen yeni taşeronların aramızda tekrar fitne çıkar­malarına izin vermemeliyiz. Özellikle başta Diyanet İşleri Başkanlığımız olmak üzere dini otoritelerimiz ve sivil toplum kuruluşlarımız paralel devlet kadar, paralel din ve itikad anlayışına da karşı çıkmalıdırlar. İyi bilinmelidir ki Kur’an’ın tesis ettiği tevhid ve iman esasları, İslam cemiyetinin ana direğidir. Bu sarsıldığı gün, cemiyet yoktur. Bu vesileyle darbe teşebbüsünde şehid düşen kardeşlerimize Allah’tan rahmet, geride kalan yakınlarına sabr-ı cemil ve yaralılarımıza acil şifalar diliyoruz. Bu ihaneti duyduğu ilk andan itibaren bu darbenin karşısında dimdik duran ve aziz halkımızı sokaklara ve meydanlara sahip çıkmaya davet eden Cumhurbaşkanımız Sayın Recep Tayyip Erdoğan’a hususan teşekkürlerimizi arz ediyoruz. Keza kararlı bir şekilde darbeye karşı çıkan ve geri adım atmayan hükümetimize, savaş uçaklarının bombardımanı altında faaliyetine devam eden TBMM’nin değerli üyelerine ve tüm siyasi partilerimize, emniyet güçlerimize, askerlerimize ve özellikle başkomutanının yanında cansiperane saf tutan silahsız kuvvetlerimize, aziz halkımıza ve sivil toplum kuruluşlarımıza, dualarıyla bizlere destek olan tüm İslam dünyasına teşekkürü bir borç biliyoruz. Bu alçak girişimin faillerinin en kısa zamanda tasfiye edileceğine ve hak ettikleri en ağır biçimde cezalandırılacaklarına inancımız tamdır. Kamuoyuna saygılarımızla arz eder, katılım ve destekleriniz için teşekkür ederiz. Farklı ülkelerden basın toplantısına iştirak eden, bir kısmı da yurtdışı canlı yayın bağlantısıyla katılan diğer STK temsilcilerinin verdikleri mesajlar: SRİ LANKA – Serendib İnsani Yardım Vakfı – Mohideen Abdul Rahuman Serendib İnsani Yardım Vakfının ve Sri Lanka Halkı adına Türkiye Cumhurbaşkanı Sayın Recep Tayip Erdoğan ve Türk milletini, böyle bir darbeyi yendikleri için tebrik ederim. Türk milletinin uzun zamandır askeri darbelerden neler çektiğini ve şimdi Erdoğan liderliğindeki Türkiye’nin ne kadar geliştiğini de bütün dünya biliyor. Biz dua ediyoruz ki Allah Türkiye’yi, Türk milletini ve liderlerini düşmanlarından korusun. Allah Türkiye’ye cesaret ve güç versin. PAKİSTAN – Alkhidmat Foundation – Muhammad Abdus Shakoor 15 Temmuz gecesi, Türkiye’de darbe girişiminin başladığını duyunca tüm Pakistanlılar bundan çok rahatsız oldular ve yataklarından kalkıp dua etmeye başladılar. Şükürler olsun ki Allah Türk milletini korudu. Türk milleti Cumhurbaşkanları Sayın Recep Tayip Erdoğan’ın emrine uyup demokratik haklarını korumak için hemen harekete geçti ve bütün dünya için çok güzel bir örnek teşkil etti. Bu askeri darbeler Türkiye’ye çok zarar verdiler, ama şimdi Sayın Cumhurbaşkanı Türkiye’yi birleştirip öyle bir hale getirdi ki hiç bir düşman artık size zarar veremez. Biz hep şunun için dua ediyoruz ki, Rabbimiz Türkiye’yi ve liderlerini korusun. Bu sayede hem Türkiye, kendisi gelişecek hem tüm dünya için güzel bir örnek olacak. Pakistan Alkhidmat Vakfı olarak biz Türkiye’deki kardeşlerimizin yanında, her türlü yardım ve fedakârlık için hazır olduğumuzun bilinmesini isteriz. Allah Türkiye’ye yardım eylesin. MALEZYA – Society for The Enlightenment of The Ummah Malaysia – Ahmad Azam Ümmetin Aydınlanması Derneği – WADAH ve Malezya hal­­kı adına 15 Temmuz tarihinde Sayın Cumhurbaşkanı Re­cep Tayip Erdoğan’ı ve Türk mil­letini, demokrasiyi ve insan hak­larını savunurken gösterdik­leri cesaret ve fedakârlık için teb­rik ederiz. Başarısız darbe giri­şimi Türkiye’de bir kargaşa mey­dana getirmeyi hedefliyordu. Lakin bu başarısız teşebbüs, günümüzde yöneten ve yöneti­len arasında nasıl bir bağın olması gerektiğini göstermesi açısından fevkalade önemlidir. Türkiye son 10 yılda demokrasi alnında büyük adımlar attı. Bu çok güç elde edilen adımları korumak ve yüceltmek çok büyük meziyettir. Sayın Türk Milleti ve Sayın Ekselansları Recep Tayyip Erdoğan, Ekselanslarının liderliğinde Türkiye, siyasi ve ekonomik alanlarda dünyanın önde gelen süper güçleri ve oyun kurucuları arasında yer almıştır. Biz bu liderlik altında Türkiye’nin Çin’den Arjantin’e kadar dünyaya model olacak bir demokrasi olarak gelişeceğine ve bu yolda nice başarılara imza atacağına inancımız tamdır. Yine ekselanslarının liderliğinde Türkiye, tüm dünyaya, modern bir devletin Suriyeli mülteciler başta olmak üzere yardıma ihtiyaç duyan insanlara nasıl güvenli ve şefkatli bir yuva, nasıl bir yardım kapısı olabileceğini de bir kere daha göstermiştir. Ayrıca Türkiye’nin Filistin ve diğer ülkelerde ezilen Müslümanların haklarını nasıl savunduğunu, oralara nasıl yardım ulaştırdığını hiç kimse inkâr edemez. Bu nedenle biz, Türkiye’nin bu dinamizminin ve duruşunun tüm Müslüman dünyası için çok güzel bir örnek olduğuna inanıyoruz. Sayın Ekselansları, biz dua ediyoruz ki liderliğinizdeki Türkiye Allah Teâlâ’nın yardımıyla her zaman güçlü kalacak, her türlü iç ve dış tehditlerin üstesinden gelecektir. İnanıyoruz ki sayenizde Türkiye bu zor günleri hızla atlatacak ve daha güçlü olarak doğrulacaktır. Dünyanın her köşesindeki Müslümanlar Türkiye’nin başarısı ve huzuru için dua etmeyi hiç kesmeyecekler. Türkiye artık bundan böyle sadece Rumi ve Nursi gibi büyük isimlerle değil, aynı zamanda Erdoğan’ın ismiyle de hatırlanacak. Lütfen en içten dileklerimizi ve selamlarımızı kabul ediniz. Biz “bir” ümmetiz. Selamlarımızla… LİBYA – Libya Verenel Derneği – Şükrü Cüveyli Öncelikle, bu olayda şehit olan kardeşlerimize Allah’tan rah­met, yaralılara acil şifalar dilerim. Libya’da bir sivil toplum ku­ru­luşu başkanı ve İDSB kon­sey üyesi olarak Türkiye’de 15 Temmuz tarihinde başlayan ve başarısızlığa uğrayan darbe giri­şimini şiddetle kınıyorum. Bu darbeyi planlayan, gerçekleştiren ve destekleyenleri terörist olarak görüyorum. Bu çete hakları ve yasalları ve hakları ihlal ederek kanun dışı bir eylem gerçekleştirmeye kalktı. Biz Libya’dan Türk halkı iradesini destekliyoruz. Darbeye karşı ve darbeyi planlayanlara karşı Türkiye hükümeti tarafından güvenliği sağlamak amacıyla alınan her karara ve uygulamaya da destek veriyoruz. LÜBNAN – Cemiyet’ul Waii Velmuwasah – İmad Said 15 Temmuz tarihinde gerçekleştirilen darbe girişimi haberi bizleri çok üzdü. Öncelikle darbe girişiminde şehit olan kardeşlerimize Allah’tan rahmet yaralılara şifa kalanlara Sabr-ı cemil niyaz ediyorum. Bu darbe seçilmiş sivil hükümete, devlet kurumlarına, halka ve demokrasiye karşı olmuştur. Herkesin bildiği gibi bu darbenin temel hedefi hükümete el koymak ve sıkıyönetimi getirmekti. Biz bu darbe girişimini şiddetle kınıyoruz ve biz buradan Türk halkını ve hükümetini zalim cuntacıların karşısında birliğe ve beraberliğe davet ediyoruz. Darbeciler darbeyi yaparken insanların haklarını ihlal ettiler. İnsanları öldürdüler; çevreye ve demokrasiye zarar verdiler. Biz her zaman Türkiye’nin yanındayız; dualarımız gece gündüz devam ediyor. Filistin meselesi başta olmak üzere Türkiye hükümeti ve halkının ilgi noktası olmuştur. İslam dünyasının derdi onların derdidir. Aynı zamanda Lübnan savaşında da Türkiye’nin duruşu çok farklıydı. Hep mazlumların yanında… Rabbim bu diyarları korusun. Güveni ve barışı nasip eylesin. SOMALİ – Al Tadamun – Abdurrahman Ali Somali halkından saygı ve selamlar olsun. Türkiye halkına ve hükümetine İDSB aracılığı ile tebriklerimizi sunmak istiyorum. 15 Temmuzda gerçekleşen darbe girişiminin ilk anından itibaren -Somali halkı olarak- sabaha kadar sokaklarda kalıp Türkiye için dua ettik. Gelişmeleri sürekli takip ettik. Allah’a çok şükür, Türkiye halkı, birliğin ve beraberliğinin ne demek olduğunu bir kere daha gösterdi. Darbe girişimi hedeflerine ulaşamayınca, başarısızlığa uğrayınca, biz çok mutlu olduk ve Türk kardeşlerimiz ne kadar sevindiyse biz de o kadar sevinmişizdir. Hep dua edeceğiz ki Allah Türkiye’yi ve Başkomutan Tayyib Erdoğan’ı korsun. Biz istiyoruz ki Türkiye her zaman birlik ve barış içinde olsun ve diğer Müslümanlara hatta tüm dünyaya örnek olsun. Rabbim bu zor günleri tekrar yaşatmasın. FAS – İslah ve Tevhid Hareketi Başkanı – Abdurrahman Şihi Öncelikle, biz her zamanki gibi nerede olursa olsun ve hangi şart­larda olursa olsun devlet kurum­larına ve seçilmiş hükümet­lere karşı yapılan her türlü darbeyi kınıyoruz. Türkiye’de yapılan darbe girişimi, Allah’a şükür Türk halkının dirayeti ve seçilmiş hükümetinin yanında durarak bu darbeyi püskürttü. Biz en baştan bu darbe girişimini kınadık, kınamaya devam ediyoruz. Ve biz inanıyoruz ki darbeyi bir tek halk püskürtebiliyor, bunu da Türkiye’de gördük. Türk halkı el ele omuz omuza tankların karşısına çıktı. Birlik ve beraberlik çok önemlidir. Türk halkı bu günlerde demokrasi ve istikrar mücadelesi veriyor. Biz her zaman Türk halkının yanındayız. Darbeye karşı duranları -devlet memuru olsun, normal vatandaş olsun- herkesin duruşunu takdir ediyoruz. Darbeler hiçbir zaman istikrar ve güvenlik getirmez. Dünyada birçok örnek var. Bu darbelerden bir tek İslam ve ümmet düşmanları istifade ediyor. SUDAN – Munazzamatu’l-Dava İslamiye – Abdulrahim Ali Allahu Ekber. Yine de ki: Hak geldi; bâtıl yıkılıp gitti. Zaten bâtıl yıkılmaya mahkûmdur. Türk halkı başta olmak üzere, tüm Müslümanları bu zaferleri ve darbeyi başarısızlığa uğrattıkları için kutluyorum. Bu darbe girişimi Sudan ve diğer İslam dünyası ülkelerini çok rahatsız etmiştir. Ve biz ilk defa Türkiye’deki tüm siyasi partilerin meşru hükümetin arkasında durduğunu gördük. Sudan halkı gelişmeleri an be an takip etti; Türkiye için gece gündüz dua etti, namaz kıldı. Bu darbenin başarısız olduğu an Sudanlılar çok sevindiler ve birbirlerini kutladılar. Türkiye’de darbeler Atatürkizm ve Kemalimizle birlikte başladı. Sonradan Arap ülkelerine taşındı. Bu hastalık, Arap dünyasında yaygınlaştı ve bir (moda) oluştu. Bu hastalık (darbeler) bütün Arap ülkelerine bulaştı, insanların hayatını berbat etti. Ümit ediyorum ki bu darbe girişimi darbelerin sonu olacaktır. Hem Türkiye için hem de İslam dünyası için. Böylece hâkimiyet milletin olur. Osmanlı döneminden sonra başlayan militarizm ve kemalimiz dönemi artık son bulsun. Sudan halkı sizleri çok seviyor. Keşke Türk halkı, Sudan halkının gazetelerde yazdıklarını okuyabilse, toplantılarda Türkiye hakkında konuşulanları anlayabilse. Bu olay İslam dünyasının tek vücut olmasına bir fırsattır. Müminler birbirlerini sevmekte, birbirlerine acımakta ve birbirlerini korumakta bir vücuda benzerler. Vücudun bir uzvu hasta olduğu zaman, diğer uzuvlar da bu sebeple uykusuzluğa ve ateşli hastalığa tutulurlar. Bu bir rahmettir. Allah sizinle beraberdir. İNGİLTERE – Munezzematu’l-Muntada İngiltere – Halit Fevvaz Bu zaferin arkasında duran Türk halkına Al-Muntada El-İslami kuruluşu ve Suudi Arabistan halkı adına tebriklerimi sunmak istiyorum. Ümmet için ve Türkiye için tanklara meydan okuyan bu halk, Türkiye’nin 12 yılda elde ettiği kazançları ve başarıları yok etmeyi hedefleyen darbe girişimini engellemiş oldu. Türkiye’nin darbelerden neler çektiğini herkes biliyor. Bu darbe başarılı olsaydı, Türkiye eski darbe zamanlarına dönmüş olacak ve elde ettiği başarılar yerle bir olacaktı. Darbeler hiçbir zaman ülkeleri yükseltmez, cuntacılar hiçbir zaman kendi ülkelerin menfaatlerini düşünmemişlerdir. Türkiye tarihini inceleyen daha iyi anlar. Şüphe yok ki Türkiye AK Parti döneminde siyasi, ekonomi ve diğer alanlarda iyi adımlar atmıştır. Bu başarılara vesile olan T.C. Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’a en içten teşekkür ve saygılarımı sunmak istiyorum. Bu zamanlarda özellikle Müslümanların en çok ihtiyaç duyduğu birlik ve beraberliği Türkiye’de görüyoruz. Türkiye hükümeti ve STK’ları her zaman mazlum halkların yanında durmuştur. Filistin, Suriye, Somali, Myanmar ve diğer mazlum bölgeler buna şahittir. Türk STK’ların çalışmaları dünyanın dört bir yanında devam etmektedir. Nerede kriz varsa Türk STK’lar oradadır. ENDONEZYA – Indonesian Humanitarian Committe – Oke Setiadi Türkiye Cumhurbaşkanı Sayın Recep Tayip Erdoğan’a karşı bir darbe gelişimi sonucunda yaklaşık 300 kişinin hayatını kaybettiğini haber aldık. Allah onlara şehadet nasip etsin ve rahmet eylesin. Binden fazla kişinin yaralandığını işittik. Allah onlara acil şifalar versin. Allah Türkiye’de demokrasiyi, insanlığı ve özgürlüğü korusun. Recep Erdoğan beye Endonezya’dan selamlar gönderiyoruz. BANGLADEŞ – Social Agency for Welfare and Advancement i – A. Raseduzzaman Selamünaleyküm! Yakın zamanda Türkiye’de bir askeri dar­be girişimi olduğunu iyi bili­yor­sunuz. 15 Temmuz tari­hinde bazı gözü dönmüş ne yaptığını bilmez askerler tarafından dâhili ve harici telkinlerle gerçekleştirilmeye çalışılmış olan bu askeri darbeyi kınıyoruz. Bu ihanet, doğrudan Türk Milleti’nin hür iradesine karşı gerçekleştirilmiştir. Çünkü Ak Parti hükümeti, Türk Milleti tarafından hür iradeyle çoğunluk oyla seçilen bir hükümettir. Bu darbe girişimi, Türkiye’de iktidarı devirip demokrasiyi gömme girişimidir. Tekraren, biz bu demokrasi karşıtı ihanet hareketini lanetliyoruz. Biz Sayın Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ı karizmatik ve cesur liderliği ile bu darbeye karşı durup ülkesindeki demokrasiyi ayakta tuttuğu için tebrik ederiz. Türkiye’deki kardeşlerimize ülkelerindeki demokrasiyi korudukları için tebrik ve desteklerimizi sunarız. Türkiye’nin kalkınması ve daha ileriye gitmesi için Allah’a dua ederiz. Allah’a emanet olunuz… YEMEN – Şebeket’u Nema – Abdulrakip Ubad Türkiye’de yaşanan olaylar, Allah’ın bir nimetidir. Allah (cc) buyuruyor ki; “Ey iman edenler! Allah’ın size olan nimetini hatırlayın. Hani bir topluluk size el uzatmaya kalkışmıştı da, Allah (buna engel olmuş) onların ellerini sizden çekmişti. Allah’a karşı gelmekten sakının. Müminler yalnız Allah’a tevekkül etsinler.” Allah’ın bu hain elleri Türk halkından nasıl çektiğini gördük. Hatta Allah onların şerrini bölgeden, davetten ve İslam’dan uzaklaştırdı. Şüphe yok ki Allah inananları savunur. Allah’ın nimetlerinden bir tanesi de, mazlumlar ve haksızlığa uğrayanların yanında olmasıdır. Türkiye İslam’ın ve bu davetin kalesidir, başlangıç noktasıdır. Allah’ın bir nimeti de bu darbeci zalimlerin ellerini çekmesidir. Şüphe yok ki CB Recep Tayyip Erdoğan uyanık olmasaydı, tedbirleri almasaydı, bu zaferi yaşamak imkânsız olacaktı. Halkın polisle ve istihbarat birimleri ile el ele hareket etmesi de bir nimettir ve büyük bir zaferdir. Biz gördük bütün devlet kurumları tek vücut gibi bu darbeye karşı durdu. Bu halk, Allah’ın takdir ettiği bu nimeti unutmamalıdır. Ben dâhil milyonlarca Müslüman çok zor bir gece geçirdik. Fakat insanların ümit ve moral kaynağı salat ve ezan seslerini duyunca, “Allahu Ekber!” diyerek zaferin geleceğinden emin olduk. İnsanları göğüsleri ile tankların karşısına durduklarını görünce zaferin yakın olduğuna inandık. Çünkü insanlar darbecilerden daha güçlüdür, imanları ile yaşam mücadelesi verdiler. En son darbeciler çıkış bulamayınca silahlarını ve kendilerini teslim ettiler. Bu Allah’ın bir nimetidir. Onun için Allah’a çok şükür ve hamd etmemiz lazım.

Metin UÇAR 01 Temmuz
Konu resmiFetö, Terör Endüstrisinin Postmodern Bir Ürünüdür
İnsan

“Hak neşvünema bulacaktır-eğer çendan toprakta gizlense… Ve taraftar ve mültezimleri muzaffer olacaklardır-eğer çendan zaman ve zeminin merhametsizliğinden az ve zayıf olsalar…” (Hak, toprakta gizlense de yeşerip ortaya çıkacaktır ve eğer hakkı savunan ve ona taraftar olanlar zaman ve zeminin acımasızlığından dolayı az ve zayıf olsalar da muzaffer olacaklardır.) Kapitalist ve materyalist anlayışın dünyadaki her şeye hâkim olma ameliyesinde olmasının ve nispeten başarmasının tabii bir neticesi olarak “endüstriyel bir paradigma” tarafından kuşatılmış bulunmaktayız. Güç kavramının yaşadığı değişim, bugün ona sahip olmak isteyenlerin de başka bir psikolojik profile doğru dönüşmesine neden olmuştur. Eskiden kendi sınırlarında mutlak hakimiyeti tesis etmek için sahip olduğu asker ve silah gücünü kullanan iktidarlar bugün, merkezinde enerji ve para olan bir güç ekseninde tüm dünyaya hâkim olma gayreti içindedir. Egoizmin/enenin en vahşi kurumsal şeklinin emperyal bir devlet olarak ortaya çıkışı ve başkalarını yutarak beslenme kaidesi, dünyayı tüm gayesi kendi mevcudiyetini idame ettirmekten ibaret olan tek dişi kalmış birkaç canavarın tarlası haline getirmektedir. Sömürgeci küresel akıl, hangi coğrafyayı sömürecekse o coğrafyanın jeopolitik, sosyo-kültürel, ekonomik ve demografik tüm özelliklerinden ilham alarak çeşitli takvim ve hedeflere endeksli operasyonlar tertiplemektedir. Operasyonların mahiyet ve kıvamını tayin eden belirgin unsur ise, o ülke ile demokrasi arasındaki mesafe olmaktadır. Söz konusu ülke demokrasiden ne kadar az nasiplenmişse o ülkede operasyon yapmak için bahane uydurmak o kadar kolay olmaktadır. Zira sömürgeci küresel aklın herkesi inandırmaya çalıştığı en büyük yalanının merkezinde “demokrasi” yani insan hakları, hürriyetler ve adalet gibi kavramlar bulunmaktadır. Bunun tam tersi durum ise sömürgeci küresel akıl için zor operasyon bölgeleri anlamına gelmektedir. Demokrasiyi yaşatan ve demokrasi ile yaşayan ülkelerde, sömürgeci küresel aklı zorlayan ve operasyon kabiliyetini azaltan bir zemin olması, ne kadar umursamasalar da kendi meşruiyetlerinin kaynağı olarak gördükleri uluslararası toplumdaki intibalarını tehdit etmektedir. Bundan dolayı sömürgeci küresel akıl, bir coğrafyayı istila etmeye karar verince her şeyden evvel o coğrafyanın demokrasiye ihtiyacı olduğu safsatasını her mahfilde işlemeye başlar. Haddizatında hedef coğrafyada işlemekte olan bir demokrasi varsa onun topallamasını sağlamak da vazifeleri arasındadır. Bizim toplumumuzda buna “yol yapmak” denir. Demokrasi yolculuğunda oldukça geri kalmış ya da demokrasiye geçiş konusunda netleşememiş ülkelerde sömürgeci küresel akıl zorlanmadan hedefine ulaşabilmektedir. Gerek kendi kurduğu/kurdurduğu gerekse sonradan manipüle ederek kullandığı terör örgütleri ile ülke atmosferinde destabilizasyon (istikrarsızlaştırma, düzenin bo­zul­ması) oluşturarak, uluslar­arası toplum nezdinde elini kolunu sallayarak hatta bazen kahraman bir kurtarıcı edası ile o ülkeye girebilmektedir. Ancak tanımladıkları demokrasinin en mühim esaslarından olan, serbest seçimler, siyasal eşitlik, siyasal partiler, genel oy ilkesi, çalışma, dinlenme, sendika, toplu iş sözleşmesi, grev ve sosyal güvenlik gibi sosyal ve ekonomik hak ve özgürlükler bir ülkede Avrupa’daki uygulamaları aratmıyor, hatta bazılarında ondan daha iyi bir performans sergiliyorsa, sömürgeci küresel akıl böyle bir ülkeye müdahale konusunda sıra dışı yollar üretmek zorunda olduğunu bilir. Çünkü demokrasi oyununu kuranlar, günün birinde birilerinin kendilerini “demokratik” yöntemlerle çaresiz bırakabileceğine hiç ihtimal vermemişlerdir. Bu oyunu kuranlar, demokrasiyi önceden beri yakıştıramadıkları İslam ülkelerinin inançlarının merkezinde insanı tüm değer ve özellikleri ile önceleyen ruhsal bir değerbilirlik refleksi olduğunu çoğunlukla görmezden gelirler. Oysa sadece bu özellikleri bile İslam ülkelerinin demokrasiye uyum sağlamaları konusunda büyük bir avantajdır. Ama altını çizerek bir hususu ifade etmekde fayda var; İslam ülkeleri, demokrasiyi bir oyun olarak tertip edenlerle mücadele hususunda, bu oyunu gereğince oynamak kabilinden demokrat bir bilinç ile hareket etmektedir. Demokrasi, yeryüzüne hâkim olmaya çalışan müstebit iktidar sahiplerini dünyevi gayelerine ulaştırmak amacıyla vazedilmiş bir oyuncaktır. Unutulmamalıdır ki; oyuncaklar ile sadece çocuklar kandırılabilir. Yine hatırlanmalıdır ki demokrasi, Socrates’i idam edenlerin icadıdır. İşte tam da bu sebep ve ortam nedeniyle şu anda ülke olarak bütüncül bir saldırı altındayız. Bu saldırının hikayesi gerçekten çok uzun. Ana hatlarıyla ve görebildiğimiz kadarıyla izah etmeye çalışalım. İslamiyet’in insanlığa Hz. Peygamber (sav) vasıtasıyla bahşedilmesi ile birlikte yeryüzünde çok ciddi inkılaplar olmuştur. İslamiyet Yaradan’ın son ve alemşümul bir çağrısı olması cihetiyle büyük coğrafyaları hatta kıtaları içine alan fütuhatları netice vermiştir. Bu fetihlerin belki de en önemlisi Türk Milleti’nin İslamiyet’i kabulüyle birlikte ortaya çıkmıştır. Zira bu necip millet İslamiyet’in irşat, ıslah ve ihya gücünü azami seviyede kabul etmiş ve gerekli dönüşümü ekmel manada yaşamış ve ortaya ciddi bir kurumsal yapı çıkarmıştır. Bu kurumsal yapı, Selçuklu Devleti ile çıraklık dönemini yaşamış, niteliği “gaza devleti” olan Osmanlı Devleti ile zirve yapmıştır. İslamiyet’in alemşümul olma frekansını kıtalara yayan ruhun teşekkül süreci çok dikkatli bir şekilde incelenmelidir. Semerkant, Buhara, Horasan ve İstanbul’a doğru uzanan bu hidayet sergüzeşti ortaya bir cihan devleti çıkarmıştır. Türklerin İslamiyet’i kabul etmesi, Türklerin İslamiyet’i okuma biçimi, ortaya yeryüzünün en iddialı İslam devletini çıkarmıştır. Bu okuma biçiminin iddiası, Resulullah’ı (sav) olabilecek en güzel biçimde anlayabilme ve O’nun (sav) ruhunu tüm hücrelerinde hissedebilme kabiliyetinden gelmektedir. Yeryüzünün her yerinde i’la-yı kelimetullah’ı bir sancak gibi dalgalandırma arzusunu bir imanî esas olarak kabul eden bu millet, insana lütfedilmiş olan halife-i arz unvanına la­yık-ı veçhiyle mazhar olabilmiş bir devlet özelliği taşımaktadır. Bu millet hangi zorluk, hangi zulüm, hangi işgal ve istilayı görse de İslamiyet’ten koparılamamıştır. Tabir-i caiz ise bu, tarih, kader ve İlâhî iradenin bu milleti İslamiyet’e bir vücut olarak seçmesi anlamına geliyordu. Belki de sırf bundan dolayı bu millet İslamiyet ile imtizaç etmiş olan kendi bekasının temini için her türlü oyunu alt edebilecek, her türlü mücadeleye girişebilecek ve her türlü savaşı göze alabilecek bir genetik ve ruhî kodekse sahiptir. Sömürgeci küresel aklın anla­ya­madığı hatta defalarca anlamak zorunda kalmasına rağmen inadî bir şekilde kabul etmeyi reddettiği gerçek buydu. Bu millet İslamiyet’ten kopartılamaz. Yukarıda sözünü ettiğimiz ve sömürgeci küresel aklın sıra dışı yollar bulmak zorunda kalması beyanındaki ifademiz, bu millet madem İslamiyet’ten kopartılamıyor, o zaman bu milletin kalbinde emsalsiz bir fitne operasyonu ile telafisi ve tedavisi mümkün olmayacak bir yara açalım anlamına geliyordu. Öyle bir yara açalım ki; İslamiyet algısı, Müslüman algısı ve hizmet algısı yerle bir olsun. Bu fitne operasyonu öyle sinsi bir kurgu ile oluşturuldu ki; bu milletin en yumuşak karnı olan, maneviyat, fedakârlık, eğitim, yardımlaşma, samimiyet, içtenlik, dürüstlük ve netlik gibi birçok erdemi yerle bir olsun. Bu milletin İslamiyet algısındaki en hassas ayarlar tahrip edilmeye çalışılmıştır. Bunun için kullanılan bu yapı başlangıçta bir cemaat gibi gözüken, daha sonra okul ve dershanelerle daha sosyal bir nitelik kazanan, ardından gazete, TV ve medya yapılanması ile istediği imaj ve algıyı oluşturan, bu sayede sermaye ve finans ile buluşup bankalaşan derken üniversiteler ve yurt dışı açılımları ile uluslararası bir girişim/güç intibaını oluşturan, Papa ile gö­rü­şerek İslam Dünyası adına bir temsil rolü çalmaya çalı­şan, İs­la­miyet açısından samimi­yet­ten ve hakikat-perestlikten uzak tamamen sahtekar bir eda ile if­sa­datını gerçekleştirmiştir. FETÖ, terör endüstrisinin post modern bir ürünüdür dememizin sebebi, onu sömürgeci küresel aklın, kurduğu ya da manipüle ettiği diğer terör örgütlerinden farklı hale getiren yönü ise; tüm İslam coğrafyası için bir umut ve kurtuluş vesilesi olabilme potansiyeline sahip tek devlet olan Türkiye Cumhuriyeti Devletini çok çe­şitli operasyonel yollarla ele ge­çirme çabasıdır. Bu çaba, za­hi­ren Türk Milleti ve Devleti­­ni hedef almış gibi gözükse de gerçek hedef en net ifadesi ile ufukta gözüken “İttihad-ı İslam’dır”. Hedef Ümmet-i Mu­ham­med’dir (sav). Şimdiye kadar İslam ülkelerinde ortaya çıkmış olan hiçbir terör örgütü marifetiyle böyle bir hedef gözetilememiştir. FETÖ ile hedeflenen şey, Hz. Muhammed’in (sav) getirdiği din-i mübin-i İslam’ı her türlü işlevsellikten yoksunlaştırarak se­küler aklın himayesine vermektir. Zira, dünyada sürdürülmekte olan sö­mürge ve hegomonyaya baş­kal­­dırabilecek ve alternatif sunabilecek tek medeniyet İslam Medeniyeti ve bunu dün­yada yüksek sesle dillendirebilecek olan tek devlet Türkiye Cumhuriyeti Devletidir. Bilinmelidir ki; alemde cari olan İlahî kanunlar vardır. Hem madde alemini hem de mana alemini kaplayan bu kanunların tecellisi hiçbir beşer eli ile engellenemez. O kanunlardan birisi de “hakikat gizli kalmaz” kanunudur. Dolayı­sıyla Cenab-ı Hak, hak ve hakikatin gözükmesi ve aleme hâkim olması için bir hikmet çerçevesinde sebepleri hazırlayacak ve bazı kullarını bu işe memur kılıp onlara muzafferiyet bahşedecektir. Sözlerimizi Bediüzzaman Said Nursi Hazretleri’nin 1911 sene­sinde Muhakemat adlı eserinde dile getirdiği şu ifadelerle nihayetlendirelim “Hak neşvüne­ma bulacaktır-eğer çendan top­rak­ta gizlense… Ve taraftar ve mül­tezimleri muzaffer olacak­lardır-eğer çendan zaman ve zeminin merhametsizliğinden az ve zayıf olsalar…” (Hak, toprakta gizlense de yeşerip ortaya çıkacaktır ve eğer hakkı savunan ve ona taraftar olanlar zaman ve zeminin acımasızlığından dolayı az ve zayıf olsalar da muzaffer olacaklardır.) Es’selam Men’ittebea’l Hüda

Ahmet EFENDİ 01 Temmuz
Konu resmiVatan Sevgisi
İnsan

Bir milletin üzerinde yaşadığı ve hâkim olduğu topraklar vatandır. Vatan toprağında yurt tutan insanların vatanına karşı duyduğu sevgi, vatanseverliktir. Cenâb-ı Hak, insanın kalbine bütün kâinatı içine alacak kadar büyük bir sevgi yerleştirmiştir. Rabbimiz bu sevgiyi, kendisini sevmemiz; vatanımızı, milletimizi ve diğer bütün varlıkları da O’nun istediği şekilde sevmemiz için vermiştir. Varlıkları, Yüce Rabbimizin istediği şekilde sevmeye, “Allah için sevmek” denir. Vatanımızı, milletimizi Allah hesabına sevmek esastır. Çünkü sevginin kaynağı Yüce Rabbimizdir. Nasıl ki; aynada yansıyan, güneşin ışığıdır. Aynen öyle de kalbimizdeki sevginin, muhabbetin kaynağı da Allah sevgisidir. Vatanımızı Allah namına sevdiğimizin birçok göstergesi vardır. Mesela, devletimizin elde ettiği siyasî, ekonomik ve askerî başarılar karşısında, bu vatanın bir evladı olarak gurur duyarız, milletimizle iftihar ederiz. Vatanımızın düşmanlardan korunması, milletimizin huzur ve güven içerisinde hayatını sürdürmesi amacıyla askere çağrıldığımızda severek gider, vatanî görevimizi yerine getiririz. Elimizden geleni elimizle, gönlümüzden geleni gönlümüzle yapar, el açıp Rabbimize yalvarır, kahraman Mehmetçiğimize dualarımızla destek oluruz. Vatansever olmanın en güzel örneklerinden biri de ne yaparsak yapalım onu en iyi bir şekilde yapmaktır. Sporda, sanatta, zanaatta ve hayatın her alanında ne ile meşgulsek o konunun en iyi şekilde yapılmasına gayret göstermemiz hem kendimiz hem milletimiz hem de tüm insanlık için en faydalı ve en doğru olandır. Gerçek bir vatansever, işini iyi yapar. İnsan bu dünyada kendisi için yaşarsa ölümüyle birlikte unutulur gider. Ama insan mil­leti için yaşarsa, yaptığı feda­kâr­lıklar ve ortaya koyduğu hizmet­ler miktarınca hatırlanır, hayırla yâd edilir. Mesela, 15 Temmuz hain darbe girişiminde Ömer Halisdemir’in canını hiçe sayarak vatanı için gösterdiği kahramanlık, zihinlerde hala tazeliğini korumaktadır. Bu kahraman askerimiz, peygamberlikten sonra makamların en yücesi olan şehadete ermiş ve bir vatansever olarak şanlı tarihimizde yerini almıştır. İnsan, himmetini ve gayretini kendi çıkar ve menfaatleri için sarf ederse tek bir şahıs olarak hayatına devam edebilir. Ancak milletinin âli menfaatlerini merkeze alarak; gayretini, himmetini bu yönde sarf ederse artık tek bir şahıs değildir. Milleti için çalışan, vatanı uğruna gayret eden bir vatanseverdir. Böylece milletinin büyüklüğü, yüceliği nispetinde bir değer ve kıymet elde etmiş olur. Himmeti ve gayreti milleti nispetinde olan, tek başına bir millet gibidir. Sonuç olarak bu vatan, kahraman ecdadımızın bize bir emanetidir. Bu mukaddes emaneti korumak atalarımıza karşı bir vefa borcudur. Ne mutlu bizlere ki; üzerinde Allah’a özgürce ibadet edebileceğimiz bir vatanımız var. Bu vatanın korunmasında şehit düşmüş kahramanları hayırla yâd ediyoruz, mekânları cennet olsun! Âmin.

Ali CİRİT 01 Temmuz
Konu resmi15 Temmuz ve Ekonomiye Zararları
İnsan

İstikrarsız ülke, istikrarsız ticaret demektir. Ülkemizdeki 15 Temmuz darbe girişimi, her ne kadar istedikleri neticeye ulaşmadıysa da çok büyük zararlar verdiği aşikârdır. Siyasi, sosyal, askeri alanların hep­sinde büyük badireler yaşadık. İktisadi hayatımız da bundan nasibini aldı, elbette ki. Çünkü ticarette en mühim esaslardan bir tanesi güvendir.Güven ise, siyasi ve iktisadi istikrarla doğrudan bağlantılıdır. Sık sık darbe-muhtıra ikliminde iş yapmaya çalışan tüccar birtakım zorluklarla karşı karşıya kalır. Puslu havada kazananlar da olur; lakin iyi niyetlilerin ve tedbirsiz olanların çoğu kaybeder. Her ne kadar “paramı almadan malı sevk etmem” deseniz bile, rekabet dünya çapında olunca, bunu her zaman uygulayamazsınız. Her alacağınızı garanti altına alsanız, maliyetleriniz fırlar ve rekabet şansınız düşer. Afrika ve bazı Güney Amerika ülkelerinin, zengin yeraltı veya yerüstü kaynaklara da sahip olsalar, özellikle askeri darbeler yüzünden ekonomilerini ayakta tutmakta zorlandıklarına, günümüzdeki çok örnekleriyle şahit olmaktayız. Bizdeki meşum hadisenin, bilmem kaç milyar dolara varan maddi zararlarını zikretmenin çok manası olduğunu düşünmüyorum. Çünkü zaten hepimizi yeterince üzdü ve sıkıntılar yaşattı, yaşamaya da devam ediyoruz maalesef. Darbeciler ve destekçileri, kısmen hedeflerine ulaştılar; çünkü istikrarsız ülke, istikrarsız ticaret demektir. Sanayici ve tüccar, daha temkinli davranacağım diye, yatırımlarını zayıflatabilir. Büyük yabancı projeler ve yatırımlar, bu tip ülkelere karşı çok naz yapar. Vermeye değil, almaya, yani anlık fırsatlardan faydalanmaya gelenler olur. Elbette, bu da ülke menfaatine olmayıp, mahdut kimselerin menfaatine yarar. Oysa adaletin sağlanabilmesi, iktisadi hayatin istikrarıyla son derece bağlantılıdır. Çünkü istikrar olmazsa güven olmaz, güven olmazsa huzur olmaz, huzur olmazsa yatırım ve ticaret zayıflar. Kimin eli kimin cebinde belli olmaz. Güçlü olan, zayıfı ezer. Zaruri ihtiyaç maddeleri karaborsaya düşer ve fiyatlar alır başını gider. Bu kısır döngü, düşmanın ekmeğine yağ sürerken, ülkeye ve dostlarına çok zararlar getirir. İdare sert tedbirler almak mecburiyetinde kalır ve kurunun yanında yaş da yanabilir. Ülke ise dışarıdan üçüncü dünya ülkesi görülür. Parasının değerinin sürekli dalgalandığı, maliyetlerin tahmin edilemediği, hammadde tedarikinin zorlaştığı ülkeler, dışarıya karşı güven vermez ve dış ticareti zayıflar. Peki, Müslüman tüccar, hemen pes edip kabuğuna mı çekilir? Elbette ki hayır! Hem rızkını aramaya, hem memleketine fayda sağlamaya, hem kendisine manen verilmiş olan ticaret vazifesini ifa etmeye devam edecektir. Çünkü belirli bir yere gelmiş bir işletme, artık millete hatta ümmete mal olmuş demektir. Yani sadece şahsımızın veya ailemizin selametini düşünerek kritik kararlar vermemiz doğru olmayacaktır. Ayrıca “Her kriz bir fırsattır” sözü yabana atılmamalıdır. Özellikle temel ve stratejik ihtiyaçlar her durumda talep gördüğü gibi, hususi durumlarda daha da kıymet kazanır. Onun için var gücümüzle işletmelerimizi çalıştırmaya devam etmeli, alternatif alanları değerlendirmeli, harcamaları gözden geçirmeli, sık sık bir araya gelebileceğimiz tecrübeli kimselerle irtibatı sıkılaştırmalı, devletin destek verdiği projeler araştırılmalı, sektörel fuarlar ve yayınlar takip edilmeli, bilenlerle bolca istişareler yapılmalıdır. İşletmeler her zaman farklı şartlara ve senaryolara da hazır olmak mecburiyetindedir. Yani alternatif planları olması gerekir. İstikrar devamlı olabileceği gibi her an değişebilir de. İçinde bulunulan şartların hep aynı kalacağını düşünmek, atalet sayılır ve bir nevi gaflettir. Bunun için her an farklı durumların gelişebileceği, hususan bizim coğrafyamızda bulunan herkesin, her kurumun asla göz önünden ayırmaması gereken bir mevzudur. Bir de, 15 Temmuz 2016 darbesinin failleri, bazı işadamlarını, değişik usullerle kendi tarafına çekip, güç kotarmak ve teşebbüslerini kolaylaştırmak istemişlerdi. Bundan dolayı işletme sahipleri, ticaretin gereklerine göre hareket etmeli, duygusal davranıp sermayesine ve kazancına hari­ci ellerin müdahale etmesine, de­ğişik vaatlerle ticaretine yön ver­mesine müsaade etmemelidir. Hâsılı, şahsi veya zümre menfaatini milli menfaatlerden önde tutmak, geminin içinde bulunan herkese zarar verecektir. Ha, kendince, kendisini bir şe­kilde geminin dışına atmış olanlara gelince, varacakları yer, bir Müslüman mezarlığı olmayabilir. Rabbim istikametten ayırmasın; küçük hesaplar peşinde koş­turmasın! Selametle kalın!

İsmail ERDOĞAN 01 Temmuz
Konu resmiAllah’ım! Bana Helal Rızık Nasip Ederek, Haramdan Koru
İbadet

“Haram yemek, kalbi öldürür. Lokma vardır, kalbini nurlandırır; lokma vardır onu karanlığa boğar. Yine lokma vardır, seni dünya ile meşgul eder; lokma vardır ukbâ ile meşgul eder. Lokma vardır, seni her iki dünyanın da zahidi yapar, seni dünya ve ahiretin Hâlık’ına yöneltir.” Nübüvvetten 5 yıl önceydi. Efen­dimiz (sav) 35 yaşında bulunuyordu. Allah, Efendimize (sav) Ümmü Gülsüm’den sonra Hz. Fatıma’yı ihsan ettiği yıldı. Kureyşîler, Kabe’nin duvarlarını onarıp sağlamlaştırmak ve üzerine de tavan çatmak istiyorlar, fakat onu yıkmaya kalkarlarsa azaba uğrayabileceklerinden de korkuyorlardı. Kabe’nin işini aralarında istişare ediyorlar, kararsızlık içinde bulunuyorlardı. Nübüvvetten sonra azılı bir müşrik olan ve hakkında azap ayeti nazil olan Velid b. Mugîre, Kureyşlilere: “Sizin Kabe’yi yıkmaktaki gayeniz nedir? İyilik mi, yoksa kötülük müdür?” diye sordu “Elbette, iyiliktir!” dediler. Velid b. Mugîre: “Ey kavmim! Siz, Kabe’yi yıkmakla onu ıslah etmek istiyor değil misiniz?” diye sordu. “Evet! Islah etmek istiyoruz!” de­diler. Bunun üzerine, Velid b. Mugîre: “Yüce Allah, ıslah edicileri helak etmez!1 Kureyşliler Kâbe’nin kendilerine düşen taraflarını yıkıp yeniden yapmaya başlayacakları sırada, Ebû Vehb bin Amr ayağa kalktı ve: Fakat, siz, Rabbinizin Beyti’nin onarımına, mallarınızın temiz ve helal olanından başkasını sokmayınız! Ona, faizden, kumardan, fahişe başlığından elde edilen parayı ve herhangi bir kimseden haksız olarak alınmış olan para sokmayınız! Beytullah’ı, mallarınızın kötü olanından uzak tutunuz! Çünkü, Allah, malın temiz ve helal olanından başkasını kabul etmez!”2 dedi. Kureyşliler, yapılan tavsiyenin gereğini yerine getirdiler. Helal olmayan bir kazancın Kâbe’nin inşasına koymasına razı olmayan bir hassasiyet… Aynı hassasiyetin, birer hâne-i Rabbani olan her müminin ci­­sim ve maneviyatına giren lokmalarda ve hâne-i saadetleri olan evlerine giren helal ka­zanç­­larda da olması gerekmez mi? Hz. Sa’d uzunca bir ömür yaşamış hatta ahirete son göçen muhacirlerden olduğu rivayet edi­lir. Kufe valiliği de yapan Hz. Sa’d’ın Habib-i Kibriya (sav)’den bir de isteği olmuş “Ya Re­sû­lallah, dua buyur da Allah Teâlâ, benim her duamı kabul etsin.” Cevaben denilmiş: “Duanızın kabul olması için helâl lokma yiyiniz! Çok kimse vardır ki, yedikleri ve giydikleri haramdır. Sonra ellerini kaldırıp dua ederler. Böyle dua nasıl kabul olunur?”3 Mevlâna Hazretleri Mesnevi’ sinde, “Yediğimiz içtiğimiz şey­ler aynen tohum gibidir. Düşüncelerimiz de ondan meydana gelir. Ağzımıza aldığımız helâl lokmadan Allah’a hizmet ve öteki âleme gitme arzusu doğar. Haram lokmadan ise kin, hased, gaflet, bilgisizlik, hile ve cahillik doğar.” buyurmaktadır. Ebu Hureyre (ra) anlatıyor: “Bir gün Resûlullah (sav), “Ey in­sanlar! Allah Teâlâ temizdir, ancak temiz olanı kabul eder. Allah, peygamberlerine emrettiği şeyleri müminlere de emretti.” buyurdu ve şu ayetleri okudu: “Ey peygamberler! Temiz olan şeylerden yiyin ve güzel ameller işleyin. Ben sizin yaptıklarınızı hakkıyla bilmekteyim.”4 “Ey iman edenler! Size verdiğimiz rızıkların temiz olanlarından yiyin.”5 Ayrıca Resûlullah (sav), uzun yolculuklar yapmış, üstü başı tozlanmış, saçı başı dağılmış, ellerini göğe uzatarak, “Ya Rab! Ya Rab!” diye yalvarıp yakaran bir adamdan söz etti ve “Fakat onun yediği haram, içtiği haram, giydiği haramdı. Haram ile beslenirdi. Peki, böyle birisinin duası nasıl kabul edilsin?” buyurdu. Yine henüz on yaşlarında bir çocuk iken, Hz. Peygamber (sav)’in terbiyesinde yetişen Enes b. Malik (ra) dualarının kabulü için Efendimizden nasihat almak istediğini şöyle an­­latmaktadır: “Dedim ki: ‘Ya Resûlullah! Beni duası kabul edilen bir kimse kıl!’ Resûlüllah (sav) Efendimiz de Ey Enes! Kazancını helâl, kıl ki, duan kabul edilsin! Zira ağzına haram lokma götüren bir kimsenin kırk gün duası kabul edilmez.” buyurdu. Bediüzzaman Hazretleri, bir lok­­­­manın insanın manevi cihaz­ları açısından ne kadar önem­li olduğuna vurgu yaparak şu nasihatleri Mesnevî-i Nu­­ri­­ye’de zikretmektedir: “Hem senin mahiyetine öyle manevi cihazat ve lâtifeler vermiş ki, bazıları dünyayı yutsa doymuyor. Bazıları bir zerreyi kendinde yerleştiremiyor. Baş bir batman taşı kaldırdığı halde göz bir saçı kaldıramadığı gibi, o letâif bir saç kadar bir sıkleti kaldıramıyor. Yani gaflet ve dalâletten gelen küçük bir hâlete dayanamıyor. Hatta bazen sönüyor ve ölüyor. Madem öyledir, hazer et, dikkatle bas, batmaktan kork. Bir lokma, bir kelime, bir dane, bir lem’a, bir işarette, bir öpmekte batma. Dünyayı yutan büyük letaifini onda batırma.”  6 Abdülkâdir Geylânî Hazretleri şöyle buyurur: “Haram yemek, kalbi öldürür. Lokma vardır, kalbini nurlandırır; lokma vardır onu karanlığa boğar. Yine lokma vardır, seni dünya ile meşgul eder; lokma vardır ukbâ ile meşgul eder. Lokma vardır, seni her iki dünyanın da zahidi yapar, seni dünya ve ahiretin Hâlık’ına yöneltir.”7 Mevlâna Hazretleri, helâl ve haram lokmaların kişinin ma­nevi hayatına tesirini şöyle ifade eder: “Bu seher benden ilham kesildi. Anladım ki, vücuduma şüpheli birkaç lokma girdi. Bilgi de hikmet de helâl lokmadan doğar. Aşk da merhamet de helâl lokmanın mahsulüdür. Nur ve kemâli artıran lokma, helâl kazançtan elde edilen lokmadır. Eğer bir lokmadan gaflet meydana gelirse, bil ki o lokma şüpheli veya haramdır.” Hayrat Vakfı’nın kurucusu Üstad Ahmed Hüsrev Efendi talebelerine helal gıda ile alakalı şu tavsiyelerde bulunmuştur: Öyle bir zamanın içindeyiz ki, hiç haram yememek için tarlası ana babasından miras kalacak, kendisi ekecek, kendisi biçecek, kendisi öğütecek, kendisi pişirip, kendisi yiyecek. Bir de kuyu kazacak, suyunu oradan içecek derdi. Bu zamanda haramın helâle eski zamana nispetle çok fazla karışması ve tamamen helâl lokma bulmanın neredeyse imkânsız hâle gelmesi sebebiyle talebelerine, “Kardeşlerim yemeğe başlarken ‘Helâl tarafına Bismillah’ diyerek başlayın, böylece harama besmele çekmemiş olursunuz!” diyerek onlara helâl lokma yemek noktasında büyük bir hassasiyeti telkin ederdi. Bizler de Rabbimizin helâl ve haram sınırlarını korumakla ancak sıhhat ve huzura kavuşabileceğimizin idrakinde olma­lı­yız. Unutmayalım ki, helâl rı­zık, haneye huzur, ömre bereket, beden için sıhhat ve afiyettir. Duaların kabulü için de helâl lokma şarttır. Bütün bir insanlık olarak yekvücut olup Cenâb-ı Hakk’a dua tazarru ettiğimiz bu günlerde dua ve ibadetlerimizin kabul olması için yediklerimizin temiz olmasına dikkat etmeliyiz. Nitekim Hz. Peygamber (sav) de dualarında; “Allah’ım! Bana helâl rızık nasip ederek, haramdan koru. Lütfunla beni Senden başkasına muhtaç etme!” diyerek helâl rızık dilemiştir. Unutmayınız ki: Helâl dairesi geniştir; harama girmeye hiç lüzum yoktur. Ey Rabbimiz! Bizler de Peygam­ber Efendimiz (sav)’in dua ettiği gibi dua ederiz. Haramın her türlüsünden sana sığınır ve senden ancak helâl ve temiz olanı isteriz. Kaynakça: 1- Abdürrezzâk, V, 3192- İbn-i Hişâm, II, 210; İbn-i Kesîr, el-Bidâye, II, 3053- Müslim, Zekât 644- Müminun, 515- Bakara, 1726- Lemalar, 1437- Altınoluk Dergisi, Mart 2018, Sayı, 384, s. 32

Rıdvan ABUD 01 Temmuz
Konu resmiİsraf Eden İflah Olmaz!
İnsan

Rabbimiz,“…İsraf etmeyin; çünkü Allah, israf edenleri sevmez.” ve“… Saçıp savuranlar, şeytanların kardeşleridirler. Şeytan ise,Rabbine karşı çok nankördü.”ayetleriyle bizleri ikaz etmekte venimetin kıymetini bildiren iktisad, şükür ve kulluğa teşvik etmektedir. Dünya bir misafirhanedir. İnsan ise onda az duracak, fakat vazifesi çok bir misafirdir. Ve kısa bir ömürde hayat-ı ebediyeye lâzım olan levazımatı tedarik etmekle mükelleftir. Rabbimizin aziz bir misafiri olarak gönderildiğimiz şu dünya hayatında, elbette ev sahibinin emir ve nehiyleri doğrultusunda hareket etmek, insan ve mümin olmanın şenidir. Ne var ki insan dünyanın fani olduğunu, ömrünün zail olduğunu, hayatın kısa olduğunu, aciz ve fakir bir kul olduğunu unutup, hane sahibini hatırdan çıkarıp “keyfe ma yeşa” hareket etmekte ve ölçüsüz davranabilmektir. Rabbimizin kendisini tanıttırmak ve sevdirmek için verdiği çeşit çeşit nimetleri israf ile heva ve hevesine kurban edip had ve ölçüyü kaçırmakta, bu suretle nimete nankörlük edip istihfaf etmekte ve asıl nimet sahibini de itham etmektedir. Rabbimiz, “…İsraf etmeyin; çünkü Allah, israf edenleri sevmez.”1 ve “… Saçıp savuranlar, şeytanların kardeşleridirler. Şeytan ise, Rabbine karşı çok nankördü.”2 ayetleriyle bizleri ikaz etmekte ve nimetin kıymetini bildiren iktisad, şükür ve kulluğa teşvik etmektedir. Bunun zıddına olarak bugün endüstri toplumu sürekli yeni üretimlerle ihtiyacı dörtten yüze çıkarmakta, ihtiyac-ı gayr-i zaruri olan şeyleri zaruret gösterip dünyalarımıza sokmakla israfı tetiklemekte ve buna bağlı olarak da bütün vaktimizi, enerjimizi dünyaya sarf etmeye teşvik hatta icbar etmektedir. Allah’ın kudretini itham eden sınırlı kaynak yaklaşımı ve ihtiyacı tayin eden kaderin rağmına sınırsız ihtiyaç kavramını -nazarı dünyaya hasredecek şekilde- servis etmekle ibadet, şükür, iktisat, kanaat kavram ve yaklaşımlarını dünyalarımızdan çıkarmakta, insanları kulluk makamından uzaklaştırıp heva, heves ve nefsin kulluğuna sürüklemektedir. “O ki, hanginiz amelce daha güzeldir diye sizi imtihan etmek için ölümü ve hayatı yarattı.”3 ayetiyle de beyan edildiği üzere, dünya hayatı bir imtihandan ibarettir. İnsan, misafir bir memur olduğunu bilerek Malikü’l-Mülk olan Allah’a itaat ve ibadet mi edecektir, yoksa yanlış olarak kendini mülkün sahibi bilerek Rabbine karşı mı gelecektir? İnsanlık tarihi bu imtihanlarla dolu ve mazi mezarlığı bu imtihanı kazanan ve kaybedenlerle memlûdur. Bizler nispeten zor zamanlardan geçtiğimiz, imtihanı bir parça hissettiğimiz şu zamanlarda dünyanın geçiciliğini, ömrün kısalığını, hakiki mal sahibi Allah olduğunu bilerek ve kaderin takdir ettiğine şükrederek elimizden geldiğince gayur olmalıyız. Ayağımızı yorganımıza göre uzatmalı, ihtiyacımızı doğru belirlemeli ve ehlimize karşı cimri olmamakla birlikte asla israfa girmemeliyiz. Kapitalist düzenin heyecanlarına kapılmak insanı sefahatin ve buna bağlı olarak Allah’a karşı itimatsızlık ve bunun neticesi olarak da itaatsizliğe götürecektir. Denildiği gibi, kanaat en büyük hazinedir. Rabbimizin hak­kımızdaki takdirine rıza göstermek, ondan razı olmak ve verdiklerine şükretmek nimeti ziyadeleştirmekle beraber, Rab­bimizin rızasını kazanmaya vesiledir. Kaynakça: 1- A’raf, 312- İsra, 273- Mülk, 2

Fatih YAVUZ 01 Temmuz
Konu resmiKurbanı Anlama Çabası Bizimki
İnsan

Kurban etmeyi de kurban olmayı da her sene gelen eyyam-ı nahırla hatırlayacak, her kesilen kurbanla yakınlaştıklarını yaşayacaklardır. Vakti geldiğinde de ağırlıklarından kurtulan balonun yükselmesi kolaylığı ve rahatlığında dünyadan iftirak edip, ebed alemlerine irtihal edeceklerdir… Önce yakındı insan. Varacağı yerdeydi. Sonra uzaklaştı. Bazı şeyler yakından net gözükmüyordu zira. İçinde bulu­nu­lan, olması gerekene taşıya­cak şartları barındıramayabiliyordu. To­­­hum­­du insan. Toprağı dün­ya ol­­du. Topraktandı insan, top­­­ra­­ğa döndü… Dal budak salacaktı dünyada ama burayı tavattun etmeyecekti. Vatan-ı aslisi için, yakından göremediğini fark etmek için, olmak için uğradığı bir tarlaydı sadece. Ekip biçecekti, kalıcı olmayı düşünmeyecekti. Mevsimlik işçiydi, azığı için, ahiret azığı için gelmişti ve geri gidecekti. Memleketine, yurduna, yaradanına dönecekti. Tarlayı da, tohumu da, asıl maliki de unutmadan hareket edecekti. Vermesi gereken yeri bilerek tasadduk edecek, verdikçe bilecek ve bağını kesmemenin adı olacaktı vermek… Elinden çıkacak olan, çıkacaktı her zaman… Pratik yapacaktı, temellüke değil, tevziata geldiğini idrak edecekti. Kalmaya değil, varmaya gelmişti… *** Varmak, arayıştı; her arayış, bir yakınlaşma vesilesi. Bunun göstergelerinden biri oldu kurban. Adı üstünde, yakın olmaktı. Ağırlıklarının taşıdığı dünyada, yakınlığı temin etmesi için feda etmek de vardı. Kurban bu manasıyla feda etmek demekti. Kendinden vermek. Doğrusu verilenden, ihsan edilenden verebilmekti. Her verme sahiplik kavramını kurcalıyor, hakiki sahip olana yönelme anlamına geliyordu. İnsan, verileni verebilmeyi öğrenendi. Bunun kolay yollarından ve pratiklerinden en önemlisi, sünnete uymanın bir uygulaması da olan kurbandı… *** Dünya öküz ve balığın üstünde denmişti nice sonra. Nice sonra da bundaki manalardan birisi de dünyanın iaşesi toprak ve denizdendir, bunların da en önemli temsilcileri öküz ve balıktır; buradaki mana, oraya bakan beliğ bir cümledir denmişti… *** İlk insanın ilk evlatları da ekip biçenlerdi. Koyunları kuzuları, koçları ve nice hayvanları vardı. Rivayetler muhtelif de olsa nihayetinde kurban ettiler. Kendilerinden, ekip biçtiklerinden veya besleyip büyüttüklerinden Allah’a adak sundular. Kabul edilmesi alametine nazar edip, buna göre de amel ettiler. Habil için yakınlık olan bu hadise, Kabil için daha da uzaklaşmanın adı oldu. Zira ken­di kurbanının/adağının ka­bul edil­memesini hazmedemedi. Suç­lu olarak kendisini değil de kar­deşini işaret edince şeytan, dün­yada ilk kan döküldü… *** Çeşitli sebeplerle günümüze kadar yaşadı bu kurban hadisesi hem dinler içinde hem de farklı yapılar, inançlar içinde… Feda edebilmek bir göstergeydi çünkü. İnsanlar için de verebilme, feda edebilme bir ölçü oldu. Herkes feda edebilmeyi, en azından karşısındakinden istedi, bekledi… Kurban, olandan uzaklaştıkça yakınlaştırandı, mahluk ve mem­luk olan için… *** Anneler mesela, kına yaktılar askere gidecek çocuklarına. Çünkü kurban edecekleri hayvanlara da kurban olduklarını belli etmek için bu işlemi yapıyorlardı. Onun kurban edilecek, feda edilecek olduğunu bununla belirliyorlardı. Gencecik çocuklarına da kına yaktılar. Allah için, vatan için, din için, iman için, namus için gerekirse canınızı feda etmekten çekinmeyin dediler. Siz, Allah’a yakın olacak yerde duruyorsunuz dediler. Şehadet size bizden yakındır dediler. Şu kınayı yakalım ki şehadet gelir de tereddüt etmeyesiniz; zira siz kurbansınız dediler. Hem anneler “kurban olurum sana” diye sevdiler o yaşlara gelinceye kadar çocuklarını. Kendilerinden feda ettiler hep onlar için. Uykusuz kaldılar, yemediler yedirdiler, giymediler giydirdiler. Kendi varlıklarının onların varlıklarına hizmet etmek için var olduğu anlayışıyla, bayrağı devredecekleri, varisleri olan çocuklarına kurban olmaktan, onlarla en içten yakınlık kurmaktan, bu uğurda her şeyi göze almaktan sakınmadılar, çekinmediler… Bunu Allah için yaptılar, yapanlar kazandılar, böyle de Allah’a kurban olup yakın oldular… Gelin olacak yaşa geldiklerinde kız çocuklarının, yavrularının, kıymetlilerinin ellerinde gördük kınayı. Gözleri gibi baktık­ları, gözlerinden sakındıkları yav­­­ru­larını zaman geldi kendi elleriyle teslim ettiler eşlerine. Yeni evlerine, yuvalarına, ailesine… Aile olsunlar diye, birbirlerine kurban olsunlar, yakın ol­sun­lar diye. Kendilerinin de ay­nı­larını yaşayacakları, Efendimizin (sav) “Evlenin, ben sizin çokluğunuzla övüneceğim” beyanıyla Allah’a kurban olacak, yakın olacak, kul olacak nesiller yetiştirsinler diye ellerini kınalayarak yuvalarından gönderdiler… *** Feda etmek vardı bu hayatta. Almaktan çok, vermek vardı. Daha doğrusu yerinin, konumunun, varlık sebebinin, yaratılış maksadının farkında olmak vardı. Zeval önde gidiyordu sanki. Giden kadar gelen olsa da gidenler ve gidecek olmak zorluyordu zihinleri, kalpleri daima… Olma, bulunma süresince kazanılan ve her birisi ebedi olarak ahiret yurduna gönderilen manevi kazanımlar fark edilemeyebiliyordu çoğu kere. İşte kurban bunun içindi. *** Kızına hediye için -önünü arkasını düşünmeden- bir telefona en düşüğünden dört bin lira verebilen aile reisi, fiyatların yüksek seyrettiği şu zamanda kurban meselesi nasıl olacak, acaba bu sene kesmesek mi diye düşünebiliyordu. Yakın olmayı istemek kolaydı ama yakınlaşmanın yolunun vermekten ve dünyadaki ağırlıklardan kurtularak olduğunu görmek, anlamak ya da kabul etmek kolay değildi… Nevşehir’e yolu düşüp ya da isteyerek gidip 170 ila 200 euro veren birisi de bilir ki helyum gazı kadar ağırlıkların atılması etkilidir yükselmek için. Cenneti arzulayan bir insan anlamalı ki, Nevşehir gibi bir yerde onca para verip, ağırlıklardan kurtulmakla güneşin doğuşu, vadi ve diğer görebileceklerini görmek için feda ediyor, kazancından feragat ediyor, balonculara euro cinsinde onca parayı veriyor, peki, geldiği cennete çıkmak için ne gibi ağırlıklardan kurtulmalı ve hangi cinsten ve birimden ödeme yapmalıdır? Nevşehir kurban olsun, yeter ki anlayabilsek… *** Yine bir Kurban, eyyam-ı nahr günleri geldi… Birlik ve beraberlik için, uzakları yakın etmek için, kanları ve etleri ulaşmayacağı ayetle sabit olan, fakat sırf Allah için kesilmesi ve usulüne uygun olarak değerlendirilmesi neticesi rıza-yı İlahi umularak kesilecek kurbanların sevinç günleri kuşattı bizleri… Kimimiz vatan-ı aslimize kavuşmanın bir pratiği olan ata yur­duna geldik. Doğduğumuz topraklarımıza. Akrabalarımı­zın olduğu yere. Ana baba, hısım akraba ziyareti önemliydi de­ğil mi? Ne demişti (sav): “Ak­ra­­basıyla ilgisini kesen kimse cen­nete giremez.”1 Geldiğin yeri unutmayacaksın! Geldiğin yerle alakanı sağlayan, bağ kurduran, irtibata vesile olması zaruri olanları da unutmayacaksın. Ta ki ricati unutmayasın. Kavuşmayı, dönüşü, var edeni ve göndereni… ve tabii ki geri çağıranı unutmayacaksın. Bundandır işte memleket dediğimiz o topraklara ziyaretimiz. Bundandır kurbanı vesile kılıp memlekete gelişimiz. Bundandır işte kurbanı yakınlaşmaya vesile kılıp, ahirete dönüşün ve Allah’ın bize yakın olduğunu hatırlamak ve bizim de ona yakın olmak için elimizden gelenin en iyisini vermekle yakınlaşmamız, kurban kesmemiz… *** Bir kısmımız ise ümmet olma şuuruyla verdi kurbanlarını, iyilik elçileri olan salih, sahih, emin yardım kuruluşlarına. Daha uzakları yakın etmek istediler. Allah’ın rızasını kazanmanın adı olarak, mahrum ve muhtaç olan kardeşlerimizle bağı güçlendirmek, kalpten kalbe yol bulmak, biz buradayız, hemen yanınızdayız diyerek bayram sevincini yaşatmak için kendilerinden olanı paylaştılar… Belki senede bir kere etle muhatap olan insanlara hem eti hem de etin sahibini hatırlattılar. Nasıl bir merhamet medeniyetinin var olduğunu, Rahman ve Rahim olan Allah’ın tecellisinin tezahürü olan yakınlık ve verme manasını taşıyan kurbanlarla bütün dünyaya bu sene de gösterdiler. Melekleri gülümsettiler… Çünkü onlar yetimlere dokundular… *** Bir kısmımız ise ailesini, akrabasını, memleketini bırakarak yola revan oldu bu bayram da. Merhametli yüreklerin el ve ayakları olup kıtalar aştılar. Yakınlığın simgesi kurbanları sırtlanarak kâh araçla, kâh yürüyerek nice gönüllere ulaştılar, ulaşacaklar. Göğüslerinde Türk bayrağı, sırtlarında kurban etleri ve hediyeler, yüzlerinde umudun temsili gülümseme ve birliğin işareti “selamünaleyküm” ile tek tek kapıları çalacaklar… Yakınlıktan gelen tevhidin bayrağını dünyanın dört bir köşesinde dalgalandıracaklar… Yolunuz açık olsun, güneş teninizi yakmasın, yağmur canınızı üşütmesin, ayağınıza taş değmesin; su gibi gidip su gibi dönesiniz vatanınıza… Dönelim vatan-ı aslimize… *** İnsanın diyetiydi bir manada kurban. Bir çocuğu olursa onu Allah’a kurban edeceğine söz vermişti İbrahim (as). Zordu ama söz verilmişti, Rabbe karşı. Veren de o, alan da o değil miydi? Yerine getirmeye niyet etti. Yaşananların farkında olan İsmail (as), yapman gerekeni yapmaktan geri durma, beni sabredenlerden bulacaksın, diyordu. Vakit gelmiş ama emir gelmemişti. Kesmiyordu bıçak. Taşa çalınca ikiye bölüyor, lakin İsmail (as)’ın boynuna gelince zinhar çizik bile vurmuyordu. Güç de kuvvet de ancak Allah’tandı. Allah istemezse ne bir adım ileri ne bir adım geri. Her şey ondandı. Her şey onun içindi. İnsan ancak memur bir misafirdi. İmtihanı kazandı İbrahim (as). İmtihanı kazandı İsmail (as). Allah bu teslimiyeti, bu yakınlığı, bu itaati kurbanla işaretledi. Kurbanı işaret etti. Kurban gönderdi. İbrahim (as)’ın sünneti dendi, Efendimiz (sav) tarafından ve biz Hanefiler üzerine vacip oldu. *** İstesek de istemesek de gideceğiz. Kalmaya değil, gitmeye geldik. Onca gidenler her gün bu hakikati söyler. Uzak kaldığımıza, dünya sürgününe geldiğimiz vatanımıza, bilip de unuttuklarımıza, söz verip de hatırlayamadıklarımıza döneceğiz. “ İrciî” emrine bilmecburiye imtisal edeceğiz. Dünyaya kök salacakmış gibi yaklaşanlar, ölmeyecek gibi ya­şayanlar, gerçek sahipmiş gibi biriktirenler evet onlar da gidecek ama acı olacaktır. Teşehhüde oturmaya alışmayan dizler gibi sızlayacak, oruçla açlığa ve nefsin dizginlenmesine çalışmayanlar gibi acı duyacak, platonik aşk yaşayanlar gibi ızdırap çekeceklerdir. Fakat gideceklerdir… Misafir olduğunu bilen, buraya geçici olarak ve imtihan için geldiğinin şuurunda olan, gerçek sahibi bilmekle itaat dairesinde hayat sürenler ise, hapishaneden tahliye olan mahkûm gibi sevinçli, uzun zamandır ayrı kaldığı ailesine kavuşan insan gibi mesrur, büyük ihsanı kazanan bahtlı gibi aşkın olacaklardır. Cennet, cemalullah ve rıza-yı İlahiye kavuşmak için can atacaklardır. Feda-yı can edeceklerdir. Kendilerine emanet olarak verilen ne varsa hepsini malik-i hakikisine emanette emin olarak teslim edebilmenin arzusu ve endişesiyle hayat süreceklerdir. Kurban etmeyi de kurban olmayı da her sene gelen eyyam-ı nahırla hatırlayacak, her kesilen kurbanla yakınlaştıklarını yaşayacaklardır. Vakti geldiğinde de ağırlıklarından kurtulan balonun yükselmesi kolaylığı ve rahatlığında dünyadan iftirak edip, ebed alemlerine irtihal edeceklerdir Kurban, aynı zamanda tefekkürdür… Kaynakça: 1- Buhârî, Edeb, 11

Metin Said SERDENGEÇTİ 01 Temmuz
Konu resmiKurban Keserken Besmelenin Tamamı Neden Söylenmez?
İbadet

Besmelenin İçinde Geçen Esma-ü’l Hüsna: Besmelede Rabbimizin üç ism-i şerifi geçmektedir. Dolayısıyla besmele üç bölümden oluşuyor diyebiliriz. İki bölümüne bu sayımızda değinip üçüncü bölümü diğer sayıya bırakmış olacağız. Birinci Bölüm: بِسْمِ اللّٰهِ (Bis­millah)’taki Allah lafza-i celali, zatından başka hiçbir ilâh bulunmayan Vâcibü’l-vücud’un zât ismi olup, ulûhiyete mahsus bütün sıfatları tazammun eder/ içerir. Allah lafzının içinde bütün Esma-i Hüsna mündemiçtir. اللّٰهِ (Allah) ism-i şerifi, herhangi bir kelimeden türetilmiş veya başka bir dilden Arapçaya nakledilmiş değildir. Başlangıçtan itibaren has bir isim olarak kullanılmıştır. Allah ism-i şerifi başka dillere çevrilemez. Farsçada Hüdâ, Türkçede Tanrı, İngilizcede God; Allah ism-i şeri­fi­nin karşılığı değil, “İlâh”ın karşılığıdır. Allah; Rabbimizin sıfatların­dan herhangi birine değil, bi­lâ­kis o sıfatların kaynağı olan Zât-ı İlâhi’ye mahsus bir isimdir ki; bu isim Rabbimizin herhangi bir vasfını değil, bizzat zâtını temsil eder. “Bütün ilâhi isimlerin kendisinden çıkartıldığı “re’sü’l-esmâ” yani “isimlerin başı” olan bu isim, Rabbimizin isimlerinin en büyüğü olan “Allah” ism-i şerifidir. (Hakîm et-Tirmizî, Hatmü’l-Evliyâ) Bediüzzaman Hazretleri’nin mev­­­zuyla alakalı ifadesi şöyledir: “اللّٰهِ lafza-i celâli, bütün sıfât-ı kemâliyeyi tazammun eden bir sadeftir. Çünki Lafza-i Celâl, Zât-ı Akdes’e delâlet eder. Zât-ı Akdes de bütün sı­fât-ı kemâliyeyi istilzâm eder. Öyle ise, o lafza-i mukaddese, delâlet-i iltizâmiye ile bütün sıfât-ı kemâliyeye delâlet eder. İhtâr: Başka ism-i hâslarda bu de­lâlet yoktur.” (İşârât’ül İ’caz, 11) بِسْمِ اللّٰهِ (Bismillâh), Allah’ın is­miyle demektir ki, atomlardan yıl­dızlara kadar -canlı cansız- bütün mevcudat, hareketlerinin bi­da­yet­lerinde “Bismillâh” derler. Allah namına hareket ederler. Her şey onlara musahhar olur. Bediüzzaman Hazretleri şöyle der: “  بِسْمِ اللّٰهِ kudret-i ezeliyenin taalluk ve te’sîrini celb eder. Ve o taalluk, abdin kesbine ve işine yardım edici bir ruh gibi olur. Öyle ise, hiç kimse hiçbir işini besmelesiz bırakmasın.” (İşârât’ül İ’caz, 11) Üstad Hazretleri Lem’alar adlı eserinde mevzuyu daha şümullü bir şekilde şöyle ifade eder: “Kâinat simasında, arz simasında ve insan simasında, birbiri içinde birbirinin nümunesini gösteren üç sikke-i Rububiyet var. Biri, kâinatın heyet-i mecmuasındaki teavün, tesanüd, teânuk, tecavübden tezahür eden sikke-i kübrâ-yı Ulûhiyettir ki, Bismillâh ona bakıyor.” (14. Lema) “Bu kelâm güneş gibidir. Yani güneş başkalarını gösterdiği gibi, kendini de gösterir. Başka bir güneşe ihtiyaç bırakmaz. بِسْمِ اللّٰهِ başkalarına yaptığı va­­­zi­feyi, kendisine de yapıyor. İkin­ci bir بِسْمِ اللّٰهِ daha lâzım değil­dir. Evet, بِسْمِ اللّٰهِ öyle müstakil bir nûrdur ki, bu nûr hiçbir şeye bağlı değildir.” (İşârât’ül İ’caz, 11) Dolayısıyla اللّٰهِ lafza-i celali Rabbimizin zâtî sıfatlarını ta­zam­mun eder. Yani, vücut, kı­dem, beka, vahdaniyet, kıyam binefsihi, muhalefetün lil-­ha­va­dis gibi uluhiyetin şe’ni olan bü­tün sıfatları mündemiçtir. Rabbimizin bütün sıfatlarını ta­zammun etmesi hasebiyle, ulu­hiyetin sadece rahmet ciheti yoktur. Hem rahmet hem de ga­dap ciheti vardır. اللّٰهِ lafzı da ulu­hiyeti ifade ettiği için onun da hem rahmet hem gadap ciheti vardır. Başta peygamberler (aleyhimüsselam) olmak üzere salih inanlara rahmet ettiği gibi; Nuh, Ad, Semud, Lut kavimleri gibi isyan eden kavimlere Celal sıfatıyla de gadap etmiştir. İkinci Bölüm: رَحْمٰنِ (Rahman) İsm-i Şerifi Bu da Allah-u Teâlâ’ya mahsus bir isim olup zat ismi değil, sıfat ismidir. Rahman; rahmet kelimesinden türemiştir ve sonsuz merhamet sahibi demektir. Allah Teâlâ’nın rahmeti ezelden ebede sonsuzdur. Onun bütün âlemleri, canlı cansız bütün varlıkları yaratması, canlılara rızık vermesi, her şeyi yerli yerinde nizama koyması, sonsuz rahmetinin bir neticesidir. Hatta bu rahmet o kadar umumî ve şümullüdür ki; Rabbimiz, hak edip etmemesine, lâyık olup olmamasına bakmaz; mü­min-kâfir, çalışkan-tembel, haklı-hak­sız ayırmadan bu dün­yada rahmetini herkese, her mah­lûka şamil kılmıştır. Ayet-i ke­ri­mede şöyle buyuruluyor: “Rahmetim ise her şeyi kuşatmıştır.” (A’râf, 156) İnanmayanlar da bu dünyada rızıklanırlar. Allah-u Teâlâ onlara mühlet verir, geçici bir zaman için bir servete, bir mevkie nail olabilirler. Fakat bu sadece geçici bir faydalanmadır. Süresi kısadır, sonu hüsranla biter. Bu durum, haklarındaki ilâhî azabın artmasına sebep olur. Ayet-i kerimede bu husus şöyle ifade edilir: “Eğer bütün insanlar (küfre meyledip) tek bir ümmet olma durumuna gelmeyecek olsaydı, Rahman olan Allah’ı inkâr edenlerin evlerinin tavanlarını, çıkacakları merdivenleri, evlerinin kapılarını, üzerine yaslanacakları koltukları gümüşten yapar ve onları altın ziynetlere boğardık. Bütün bunların hepsi sadece dünya hayatının geçimliğidir. Ahiret ise Rabb’inin katında, onun azabından sakınıp rahmetine sığınanlara mahsustur.” (Zuhruf, 33-35) Üstad Hazretleri Lem’alar adlı ese­rinde mevzuyu daha şü­mul­lü bir şekilde şöyle ifade eder: “Kü­re-i arz simasında, nebâ­tât ve hay­vanâtın tedbir ve terbi­ye ve idaresindeki teşâbüh, tenâ­­­süb, intizam, insicam, lütuf ve merhametten te­­za­hür eden sikke-i kübrâ-yı Rah­­mâniyettir ki, بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ ona bakıyor. (14. Lema) رَحْمٰنِ     اَلرَّحٖيمِ Mâkabliyle bu iki sıfatın nazmını îcâb eden şöy­le bir münasebet vardır ki: Biri menfaatleri celb, diğeri mazar­râtları def‘ etmek üzere terbiyenin iki esası vardır. Rezzâk manasına olan اَلرَّحْمٰنِ birinci esasa, gaffâr manasını ifa­de eden اَلرَّحٖيمِ de ikinci esasa işaretleri için birbiriyle bağ­lanmıştır. (İşâ­­rât’ül İ’caz, 15) Kurban Keserken Besmelenin Tamamı Neden Söylenmez? Müslümanların üzerinde durması gereken mühim meseleler­den biri de hayvan kesiminde “besmelenin çekilmesi” meselesidir. Hayvanı keserken Allah’ ın ismini anmak vâciptir. “Bismillahi Allahuekber” demek ise müstehaptır. Allah-ü Teâlâ şöyle buyuruyor: “Kesilirken Allah’ın adı anılmayan hayvanlardan yemeyin. Çünkü onu yemek muhakkak ki bir fısktır, Allah’ın yolundan çıkmaktır.” (En’am, 121) Müslümanların herhangi bir işe başlarken ilk önce “Besmele” ile, yani Allah-ü Teâlâ’nın son­suz merhamet sahibi olduğu­nu bildiren “Rahman” ve “Rahim” isimleri ile başlamaları emredilmiştir. Böyle olmakla be­ra­ber kurban kesilirken neden besmelenin tamamı söylen­mez? Çünkü “Bismillah”taki “Allah” lafzı uluhiyet manasında olup bütün isimleri cami olduğu için hem gadap hem de rahmeti ifa­de eder. Rahman ve Rahim isim­leri ise şefkat ve merhameti ifade eder. Halbuki kurbanda hay­vanı kesmek, Rahman ve Ra­him isimlerinin tezahürü olan şefkat ve rahmete zahiren uy­gun gelmediği için sadece Bismillâh çekilir. Besmelenin tamamı söylenmez. Tabii ki meselenin hakikatine vakıf olanlar bilirler ki; bir hay­­vanın Allah adına kesilmesi Rab­­bimizin Rahman ve Rahim isimlerine zıt bir mesele değil­dir. Üstelik bir de kurban ola­rak kesilirse o hayvan esma-i İlahîye daha fazla mazhar olur. Onun içindir ki besmelenin tamamını çekmenin de herhangi bir mahzuru yoktur. “Elbette böyle bir rahmet, senden küllî ve hâlis bir şükür ve ciddî ve sâfî bir hürmet ister. İşte, o hâlis şükrün ve o sâfî hürmetin tercümanı ve unvanı olan Bismillâhirrahmânirrahîm’i de o rahmetin vusulüne vesile ve o Rahman’ın dergâhında şefaatçi yap.” (14. Lem’a) Netice: Kim bir şeyde çok tevaggul etse; galiben başkasında gabileşmesine sebebiyyet verir. Bu sırra binaendir ki maddiyatta tevaggul eden maneviyatta gabileşir ve sathi olur.” (Muhakemat, 17) “Besmele-i Şerif, Sübhanallah, Elhamdülillah, Allahü Ek­ber, La İlahe İllallah” gibi keli­mat-ı mübarekede tevaggul etmek akıl ve kalbimizi işlettirir, Rah­met-i Rahmana vesile kılar.

Mustafa YANKIN 01 Temmuz
Konu resmiŞefkat, Rahmete Rabt Edilmekle “Değer” Kazanır
Aile ve Çocuk

Bir damla şefkat olan gönüllerde Bir garib, bir öksüz, bir yetim ağlar Rahmet katresi… Rahim olanın rahmet hazinesinden… Toprağın sıcaktan bağrına açılmış rahnelerden, yüreğine serinlik yürür. Çevreyi bir şükür kokusu sarar. Şenlenir bağlar, bahçeler. Dallarını gökyüzüne açmış ağaçlar, gövdelerinden süzülen yaşlar eşliğinde yapraklarını yüzlerine kapatır. Islaktır hâlâ çiçeklerin tomurcuk gözleri. Korudaki genç selviler, rüzgârın yardımıyla salınarak her bir nebat adına uğultulu teşekkürlerini dillendirirler. Çiçekten kelebeğe, nebatlar ve hayvancıklar neşe içinde. Tarla sevinçli, tarla kuşu cıvıltılı. Suya kanmanın ötesinde bir heyecan kıpırtısı sarar zerratı. Gökteki sevk edilen süngerlerin hemen arkasından güneş parlak yüzünü gösterir. İnayet vakti taçlanır. Yedi renkli kuşak, bir fiyonk… Narın tacındaki imza misali. Her şey capcanlı… Her şey fıtri. Mana dolu okunmayı bekleyen satırlar gibi intizamlı saf saf… HemGören göz, sanattan sanatkârı gören, nimetten mün’imi gören, sebeplerden müessir-i hakikiyi gören bir nazar ile bakar. Yani O’nun hesabına. Aksi nazar, bakan gözün körlüğü. Gören göz, Rahman ve Rahim olanın ismiyle başlar. Kendisinde bulunan ve şefkat tesmiyesiyle gönlüne yerleştirilenin, rahmet tecellisi olduğunu derk eder. Şefkatini bir katre de olmuş olsa rahmetle tartar. Gönlündekine sahip çıkar. Kaynağıyla bağını koparmaz. Bir lahzacık huzme nasıl güneş olmaksızın bulunabilir ki! Böylelikle,Anneler ayinesine bakar. Sadece validesinin şefkati değil, tüm validelerin sinesindeki rahmet tecellisinin Rahim olanın rahmetinin bir lem’ası olduğuna kanaat getirir. Yalnız kendi yavrucuğuna değil tüm yavrulara şefkatini teşmil eden validede, Rahim olanın rahmetinin ihatasını görür. Emanet şuuruyla şefkat kanatlarını açabildikçe açar. Aynen,“Ümmeti! Ümmeti!” nidasıyla ümmetine olan şefkatini daha kundaktayken gösteren Rahmeten lil âlemin (asm) gibi. Her şeyde olduğu gibi şefkatini isti’malde dahi rehberini, mürşidini bulur, örnek alır. Şefkatinin hadd-i vasatını bulur. İstikamette gider. Haddinden aşmaz. İşte,Bir katre rahmetten hareketle kurulan tefekküri şefkat tartısı. Temelinde Rahim olanın kelamı var. Âlemlere rahmet olarak gönderilenin sünneti var. Adaletsizlik yapmaz. Elbette…Rahmet katrelerinde rahmeti gönderenin isimlerini okuyamayan ebeveynler var. Kâinatın kalbine rahmet olarak nisan yağmuru gibi düşen beşerin en büyük nasibini (asm) tanımayan anne ve babalar var. Evlatlarının dünyası için hayatlarını feda edebilirken ahiretlerine yönelmemelerinin sebebi bu: Şefkatin su-i istimali. Ameliyatı cerrahiyedeki hekimin elindeki neştere sarılmayı sedyedeki çocuğuna şefkat bilmek gibi, manevi müdahalelerde maneviyat doktorlarına set olmalarında bu müessir sebep var. (Vicdanı tefessüh edenler, yılan gibi zehirlemekten lezzet alanlar bahsimizden hariçtir. Şemsin ziyasından, pis ve mülevves maddelerden taaffün ederler, berbad olurlar.) Ya İlahi!Ona ve Ehl-i Beyt’ine suyun dam­laları sayısınca salât ü se­lâm eyle!

İbrahim SARITAŞ 01 Temmuz
Konu resmiTürkiye’nin Güç ve Potansiyeli Hamaset Değil, Hakikattir
İnsan

“Biz böyle görüyoruz, biz bunu böyle düşünüyoruz değil, bunun ötesinde bu bir gerçek. Türkiye çok önemli bir potansiyele sahip. Yeniden doğan dünya için büyük bir potansiyel…” Venezuela Devlet Başkanı Ma­du­ro’nun 6 Ekim 2017’de Tür­kiye’ye gerçekleştirdiği ilk res­mi ziyaretinde sarf etmiş oldu­ğu “Türkiye’ye inanıyoruz. Ye­ni bir gücün doğduğunu bi­li­yo­ruz. Dünya birkaç ülke­den çok daha büyük. Biz çok mer­kezli ve çok kutuplu bir dünyanın kurulacağından emi­­niz. Dünya iş birliğine, ba­rı­şa ve eşitliğe dayanan bir denge üzerinde yeni güç odak­larının ve kutuplarının doğacağını, böylece dünyanın yeni bir dengeye kavuşacağını düşünüyorum. O yüzden Türkiye’ye geldik, çünkü Türkiye’ye inanıyoruz. Tarihine ve kültürüne inanıyoruz…” ifadelerini, İrfan Mektebi Dergisinin 2017 Aralık sayısında “Yeni Bir Güç Doğuyor” başlığıyla değerlendirmiştik. O günden bu güne günler aylar geçti. Bu ziyaretten sonra karşılıklı ziyaretler 2018 -2019’da da söz konusu oldu. Takvimler 8 Haziran 2022’yi gös­te­rirken Maduro resmi bir ziya­ret çerçevesinde tekrar Tür­kiye’ye geldi. 2017’deki ifa­­de­lerine benzer ifadeleri de 2022 yılında bir defa daha, tek­rar dile getirdi. “Biz böyle gö­rü­­yoruz, biz bunu böyle düşünüyoruz değil, bunun ötesinde bu bir gerçek. Türkiye çok önemli bir potansiyele sahip. Yeniden doğan dünya için büyük bir potansiyel. Bir dünya ki biz buna çok kutuplu dünya diyoruz. Çok merkezli bir dünya diyoruz. Biz bu dünya için barışın tesis edilmesini, uluslararası hukukun tesisini istiyoruz. Bu dünya eş güdüm, iş birliği dünyası olmalı. Birlikte var olabilmenin dünyası. Yine medeniyetler arasındaki diyaloğun, dinlerin, kültürlerin dünyası olmalı. Bu anlamda Türkiye bizim için bir örnek teşkil ediyor. Dünyayı jeopolitik olarak değerlendirdiğinizde Türkiye çok önemli bir rol oynuyor.” 2017’den 2022’ye aradan geçen zaman diliminde her iki ülke de önemli badirelerden geçti. Örneğin bu ara dönemde, 2019 yılında, Venezuela’da bir darbe girişimi yaşanmıştır. Bu girişim Venezuela halkı ve ordusu tarafından bastırılmıştır. Maduro’nun 2017 yılı ziyaretinden sonra ise Türkiye’nin serüveninde neler mi oldu? Maduro’nun son ziyaretinde sarf ettiği “Biz böyle görüyoruz, biz bunu böyle düşünüyoruz değil, bunun ötesinde bu bir gerçek. Türkiye çok önemli bir potansiyele sahip. Yeniden doğan dünya için büyük bir potansiyel…” ifadelerin izdüşümü doğrultusunda yoluna ve tecrübelerine devam etmiş ve etmektedir. Maduro’nun bu ifadelerinde, kendi tespitinin görecelik, öznellik içermediğini vurgulaması, “Biz böyle görüyoruz, biz bunu böyle düşünüyoruz değil, bunun ötesinde bu bir gerçek…” demesi, bir hakikat olduğuna dikkat çekmesi, bütün bir paragrafın içerisinden bu cümlenin çekilip ön plana çıkarılmasını gerektirmektedir. Bu bir gerçekse (ki öyledir) herkes için olma hali içerir. Eğer öyleyse (ki öyledir) bu ifadeye ilişkin yegâne değişkenliği muhatabın bu hakikati fark edip – fark edememesi oluşturur. Ma­du­ro’nun fark ettiği ve dile getir­diği bu hakikat, hiç şüphesiz ki dile getiremeyen ancak fark eden nice muhataplıklara sahiptir. Bu ha­ki­katin tespiti elbette sadece Maduro’ya münhasır değildir. Ancak çook uzak coğrafyalardan münhasıran ifa­de edilmesi, elbette ki tarihi öneme haizdir. Bu hakikat ise (ki öyledir) bugünün hakikati de değildir. 2017 öncesinin de hakikatidir. 2010 öncesinin de, 2000 öncesinin de, 1990 öncesinin de, 1980 öncesinin de, 1970 -1960-1950-1940-1930-1920-1910-1900 -1890 öncesinin de, …………….1800 öncesinin de, 1700 öncesinin de, 1600 öncesinin de,… vd. nice tarihlerin de.. tarihin her devrinin hakikatidir. Bu potansiyel hakikat ise (ki öyledir) hamaset değildir. Sahip olduğu potansiyeller ile dün­ya­nın her devranında varlığını sürdürmeye muvaffak olmuştur. Dünyanın her çöküşünden sonra her yeniden doğuşunda nasıl bir potansiyele sahip olduğunu dost – düşman muha­tap­larına hissettirmiş, fark ettirmiştir. Türkiye ise 2017 sonrasında da; Maduro’nun “bir gerçek” olarak vurguladığı “…çok önemli bir potansiyele sahip…” olduğunu göstermeye devam etmiştir. Örneğin; Libya’da meşru hükümeti devirmek üzere harekete geçmiş olan General Hafter, 25.10.2020 tarihinde dünya basınında da yer alan açıklamasında, “Tüm kuvvetlerimizi Libya’daki Türk kuvvetlerine karşı savaşa hazır olmaya çağırıyorum. Madem Türkiye barışı reddedip savaşı tercih ediyor, işgalciyi inancımız, irademiz ve silahımızla kovmaya hazırlanıyoruz. Düşmanın iki seçeneği var: Ya barışçıl bir şekilde ayrılmak ya da zorla kovulmak” ifadelerini kullanmıştır. Peki ne olmuştur? Bir gerçek bir kere daha tezahür etmiştir. Hamaset olmayan hakikat bir kere daha tahakkuk etmiştir. Önce, Hafter’in açıklamasından kısa süre sonra Aralık 2020’de TBMM tarafından onaylanan tezkere ile Türk askerinin Libya’daki varlığı 18 ay daha uzatılmıştır. Peki sonra ne olmuştur? 2020’deki bu açıklamadan iki sene sonra, Haziran 2022’de yine TBMM tarafından onaylanan tezkere ile Türkiye’nin Libya’daki askeri varlığı 18 ay daha uzatılmıştır. Türkiye ise; Maduro’nun “bir gerçek” olarak vurguladığı “…çok önemli bir potansiyele sahip…” olduğunu göstermeye 2017 sonrasında da devam etmiştir. Örneğin Maduro’nun 2017 yılındaki ziyaretinden iki gün sonra, 8 Ekim’de İdlib ope­rasyonu başlamıştır. Ardın­dan Ocak 2018’de Zeytin Dalı, Ekim 2019’da Barış Pınarı, Şubat 2020’de Bahar Kalkanı Ha­rekâtları yapılmıştır. Bu ha­re­­kât­lardan, kameralara da yansıyan, hatırda ve hatıralarda unu­tulmaz nasıl bir potansiyel mi kal­mıştır: “Tankın üstünde bir asker / İstikamet Nereye : Kızıl­elma’ya / Ailene Mesaj gön­der: Beklemesinler, başka bir şey yok.” 6 Aralık 2017’de ABD Başkanı Donald Trump, Kudüs’ü İs­rail’ in başkenti olarak tanıdığını açıklamıştır. ABD’nin bu kararına karşı olarak İslam İşbirliği Teşkilatı dönem başkanlığını yürüten Türkiye harekete geçmiştir. Türkiye’nin öncülüğünde konu BM Genel Kurulu’na getirilmiştir. ABD’nin dünya kamuoyuna da yansıyan baskı ve tehditlerine rağmen Kudüs konusunda yapılan oylamada, 128 ülke ABD’nin kararına karşı, 9 ülke ABD lehine oy kullanmıştır. Kudüs konusunda da “Türkiye çok önemli bir potansiyele sahip” olduğunu tüm dünya görmüş ve dünya basınında Türkiye’ye dikkat çe­kil­miştir. Türkiye’nin dönem baş­kanlığı döneminde, Kudüs ko­nusunda İİT tarihinde olmadığı kadar üst üste olağanüstü zir­ve toplantıları gerçekleştirilmiştir. Türkiye’nin girişimleriyle 1992’ de Türk Dili Konuşan Devletler Devlet Başkanları Zirvesi yapılmıştır. Bu zirvelerin 9.sunun düzenlendiği 2009 yılında Nahcivan Anlaşması ile birliktelik süreci Konsey’e dönüşmüştür. Konsey’in 12 Kasım 2021 tarihinde İstanbul’daki toplantısında da Konsey Türk Devletleri Teşkilatı’na dönüşmüştür. Yıllara sâri şekilde Türk Dünyasında da “Türkiye’nin çok önemli bir potansiyele sahip” olduğu tezahür etmiştir. Azerbaycan,2020 yılında vuku bulan Karabağ Savaşı sonucunda, Ermeni işgali altındaki topraklarını geri almıştır. Gerek savaş sürecinde gerek savaş sonrasında Türkiye’nin desteği dünya kamuoyunda geniş yer bulmuştur. Sıcak bir savaşta da “Türkiye’nin çok önemli bir potansiyele sahip” olduğunu bütün dünya bizzat müşahede etmiştir. 14 Mayıs 2022’de Rize’ye gelen Azerbaycan Cum­hurbaşkanı Aliyev burada yap­tı­ğı konuşmada, “Türkiye, bugün dünya çapında bir güç merkezidir, söz sahibidir.” demiştir. Savaşın ilk gününden son gününe kadar Türk halkı Azerbaycan’ın yanında olduğuna, bu savaşın iki ülkenin “ortak tarihi” olduğuna dikkati çekmiştir. 18 Eylül 2021’de Sırbistan Cum­­hur­­baş­­kanı Aleksandar Vu­ciç ile Cum­hur­başkanı Er­do­­ğan İstan­­bul’da gö­rüş­müş­­ler, gö­rüş­me sonrası Vuciç, “Belgrad ile Ankara ara­sındaki dostlu­ğun tüm Batı Balkanlar’da is­tik­rar ve barışın korunmasının teminatı” olduğu­nu ifade et­miş­tir. Vuciç’in bu ifa­de­leri, Bal­kan­lar’da ve barışta “Tür­kiye’nin çok önemli bir potansiyele sahip” olduğunun bütün dünyaya bir başka ağızdan ilanı olmuştur. Suudi Arabistan Veliaht Prensi Muhammed bin Selman’ın 23 Haziran 2022 tarihinde gerçek­leşen Türkiye ziyareti, Suudi Arabistan medyasında yeni bir kal­kınma ve refah çağının müjdecisi olarak yer alması, iki ülkenin birlikteliğinin potansiyeline bir dikkat çekiştir. Şimdi, Yunanistan üzerinden bir şeyler denenmekte, test edil­mektedir. Maduro’nun 10 bin km. öteden bir dost olarak gör­düğü hakikati ve dostane şekil­de dünyaya ilan ettiği potansiyeli, hasımane tavır takınan Yunanistan fark etmemekte, görmezden gelmekte ısrar etmektedir. Maduro’nun sözlerini bir kere de Yunanistan’ın muhtemel çılgınlığı için hatırlatmak gerekmektedir. “……bu bir gerçek. Türkiye çok önemli bir potansiyele sahip. Yeniden doğan dünya için büyük bir potansiyel……” *** Türkiye’nin gücü ve potansiyeli hamaset değildir, hakikattir Sakın test etmeyesin

Ahmet Hüsrev ÇELİK 01 Temmuz
Konu resmiTeslimiyet Kahramanı Bir Anne: Hz. Hâcer Validemiz
Aile ve Çocuk

“Rabbimiz! Doğrusu ben zürriyetimden bir kısmını (oğlum İsmâîl ile annesi Hâcer’i), senin Beyt-i Harâm’ının (Kâ’be’nin) yanında, ekinsiz bir vâdiye yerleştirdim; Rabbimiz! Namazı hakkıyla edâ etsinler (sana hakkıyla kulluk etsinler) diye (emrin üzere, böyle yaptım)! Artık (sen) insanlardan bir kısım gönülleri onlara meylettir ve onları mahsûllerden rızıklandır! Umulur ki şükrederler.” Tarihin sayfaları arasında isimleri altın harflerle yazılı nice örnek şahsiyetler vardır. Bunlardan birisi de Hz. İbrahim’in mübarek zevcesi Hz. Hâcer validemizdir. Allah’ın hükmüne itirazsız, pazarlıksız rıza gösterip boyun eğmiş müstesna bir insan… Sıra dışı tahammül, halis tevekkül ve sarsılmaz imanı ile inananların dünyasına ışık tutan bir şahsiyet… Hatırası bugüne dek yaşatılan Hz. İsmail’in teslimiyet kahramanı annesi… Rivayete göre, Sâre validemizle evlenen Hz. İbrahim (as) uzun bir müddet evlat sahibi olamamıştır. Yaşı bir hayli ilerlemiş olmasına rağmen kucağına bir çocuk alamamış bu büyük peygamber, her şeyin anahtarı yanında ve her şeyin dizgini kendisinde olan Allah’a daima yalvarmış ve ümit içinde “Rabbim bana salihlerden olacak bir evlât ver!”1 şeklinde dua etmiştir. Hz. Sâre, beyinin evlât hasreti çekmesine çok üzülmüş ve ona Mısır’dan getirdiği cariyesi Hâcer’i ikinci eş olarak teklif etmiştir. O sıralar seksen dört yaşında olan Hz. İbrahim (as) bu teklifi Allah’ın emri doğrultusunda kabul etmiş ve yapılan izdivaç neticesinde Hâcer validemizden ilk çocuğu İsmail (as) dünyaya gelmiştir. Lakin Sâre validemiz onun doğumundan sonra Hz. Hâcer’i kıskanmaya başlamış, bir süre sonra da kocasından onu ve oğlunu evden uzaklaştırmasını istemiştir. Bunun üzerine bir süre tereddüt gösteren Hz. İbrahim (as), Allah’ın emri üzerine Hz. Hâcer ile oğlunu evden uzaklaştırmış ve onları Mekke’ye, Kâbe’nin bulunduğu yere götürmüştür. O sırada oldukça ıssız olan Mek­ke’nin çorak vadisine geti­ri­len Hz. Hâcer “Bizi hiçbir ekinin bitmediği ve kimsenin yaşamadığı bu vadiye bırakıp gidecek misin?”2 diye sormuş, Hz. İbrahim de Allah’ın muradının bu yönde olduğunu ve bunu onun emriyle yapmak durumunda kaldığını ifade etmiştir. Oğlunu ve hanımını böylesi bir ahval içinde yapayalnız bırak­mak Hz. İbrahim’e (as) çok zor gelmiş ve Seniyye tepesini aşıp gözden kaybolunca yüzü­nü Beyt’e çevirerek gözyaşı içinde şöyle yakarmıştır: “Rabbi­miz! Doğrusu ben zürriyetimden bir kısmını (oğlum İsmâîl ile annesi Hâcer’i), senin Beyt-i Ha­râm’ ının (Kâ’be’nin) yanında, ekinsiz bir vâdiye yerleştirdim; Rabbimiz! Namazı hakkıyla edâ etsinler (sana hakkıyla kulluk etsinler) diye (emrin üzere, böyle yaptım)! Artık (sen) insanlardan bir kısım gönülleri onlara meylettir ve onları mahsûllerden rızıklandır! Umulur ki şükrederler.”  3 Evet, Hâcer validemiz çöl ortasında yanında küçücük bir bebekle, bir kadın için tahammülü oldukça zor ve tarifi mümkün olmayan bir imtihanla karşı karşıya kalmıştır. Hiçbir ekinin ve suyun bulunmadığı, eşkıyaya ve vahşi hayvanlara karşı emniyetsiz bir muhitte sabır ve tevekkül içinde mücadele vermiştir. “Ubudiyette ancak teslimiyet vardır. Tecrübe, imtihan yoktur.”4 sırrınca merhamet ve inayeti sonsuz olan Allah’a iman ve teslimiyetle intisap etmiştir. O’na hem fiili hem de kavli olarak dua ve yakarışta bulunmuştur. Cenab-ı Hakk’a ait vazifeye karışmamış, yani netice ile alakadar olmadan sadece kendi vazifesini yapmıştır. Rabbimiz de bu teslimiyet sırrından dolayı validemizin gurbet ve kimsesizlik dehşetini huzuruyla ünsiyete çevirmiştir. Korktuklarından emin, umduk­larına nail eyleyerek hem Hz. Hâcer’i hem de pak neslini lütuf ve ihsanlarına mazhar kılmıştır. Şüphesiz, Hz. Hâcer ve İs­mail’ in böylesi ıssız ve gıdasız bir yerde ikamete mecbur bırakılmalarının altında çok mühim gayeler saklıdır. Nitekim kazaya rıza ve kadere teslimi kendisine şiar edinmiş validemizin koşuşturması, daha sonra onun itaat ve teslimiyetinin bir yadigarı olarak Sa’y diye bilinen hac ibadetinin bir parçası haline gelmiştir. Sabır ve ihlaslı bir gayretin nihayetinde, minik topukların fiili duasıyla fışkıran zemzem Hz. Hâcer ve İsmail’e (as) tatlı bir mükafat, ümmete ise kıyamete kadar bir şifa kaynağı olmuştur. Kendisine sığınanları asla zayi etmeyen Rabbimiz Mekke’de Hicr denilen yerde annemizi günümüze kadar himaye etmiştir. Evet, Hz. Hâcer “Madem O var, sana bakar, sana her şey var. Asıl gurbette ve kimsesizlikte kalan odur ki; iman ve teslimiyetle ona intisâb etmesin veya intisabına ehemmiyet vermesin.”5 hakikatini bize hayatıyla ders vermiştir. Bizler de Hâcer validemiz gibi rububiyet-i İlahiyenin icraatından olan musibetlere karşı tam bir teslimiyet ve rıza ile mukabele etmeliyiz. Her daim sabır ve tevekkül içinde sa’y etmeliyiz. Hayatımızın son demine kadar gayret ve ciddiyetle iki cihan saadetimiz için çalışmalıyız. Bilmeliyiz ki herkesin bütün saadetleri, bir Rabb-i Rahim’e olan teslimiyete bağlıdır. Kaynakça: 1- Sâffât, 1002- TDV İslam Ansiklopedisi, Hâcer maddesi, c. 14, s. 431-4333- İbrahim, 374- Mesnevi-i Nuriye, Zeylü’z-Zeyl, s. 1405- Lemalar, s. 226

Celal AKAR 01 Temmuz
Konu resmiİnsana Yakışan Hemcinsine Yardım Etmektir
Risale-i Nur

İnsan yaratılışı itibariyle medenidir. Yani sosyal bir varlıktır. Kubbeyi oluşturan taşların birbirine dayandığı gibi insan da, hayatının devamı ve ihtiyaçlarının temini için hemcinslerinin yardımına, toplumla birleşip bütünleşmeye mecburdur. Yoksa en basit ihtiyaçlarını temin etmekte bile zorlanır insan. Elbise için terziye, ekmek için fırıncıya, yiyecekler için çiftçilere, ev için usta, mimar ve mühendise, sağlık için doktora, eğitim için her branştan muallime vesaireye ihtiyaç duyarız. Bunlar olmadan tek başımıza bütün bu meslekleri tahsil etmemiz imkânsızdır. İnsanın psikolojik yapısı da yardıma muhtaç bütün varlıklara muavenet etmeye uygun şekilde tanzim edilmiştir. Şefkat ve merhamet hisleri insanı muhtaçların imdadına koşmaya sevk ederler. Biz müminler, dinimizin emri olan oruçla açlığın ve açlıkla müptela insanların halini ya­kinî olarak hissediyoruz. Böylelikle fıtratımızda var olan şefkat ve merhametin galeyanıyla ehl-i iman kardeşlerimizin ihtiyacına cevap vermeye çalışıyoruz. Amellerin sevabının katlanarak değerlendiği üç aylar ve mübarek kurban bayramını fırsat bilip hayır hasenat yapmaya azami gayret gösteriyoruz. Sadaka ve zekâtların Ramazanda daha çok verilmesinin bir sırrı da bu aydaki ibadetlerin daha faziletli olmasındandır. Orucun sosyal dayanışmayı tetikleyen bu özelliğinden dolayı her mümin ekonomik durumu ölçüsünde manevi değeri yüksek bu fırsatı değerlendirmelidir. Bediüzzaman Hazretleri bu konuda şunları söyler: “Hangi ferd olursa olsun, kendinden bir cihette daha fakiri bulabilir. Ona karşı şefkate mükelleftir. Eğer nefsine açlık çektirmek mecbûriyeti olmazsa, şefkat vâsıtasıyla muâvenete mükellef olduğu ihsânı ve yardımı yapamaz. Yapsa da tam olamaz. Çünki hakîkî o hâleti kendi nefsinde hissetmiyor.”1 Müminleri hayır yapmaya teşvik sadedinde bir hadis-i şerifte sadakanın malı eksiltmeyeceği şu şekilde anlatılır: “Hz. Ebu Hüreyre (ra) anlatıyor: “Resulullah (asm) buyurdular ki: Mal sadaka ile eksilmez. Allah affı sebebiyle kulun izzetini artırır. Allah için mütevazı olan bir kimseyi Allah yüceltir.”2 Sevgili Üstadımız da bu hususu şöyle bir hadise ile aydınlatır: “Ben, dokuz sene evvel mübarek bir şehre geldim. Kış münasebetiyle o şehrin menâbi‘-i servetini göremedim. Allah rahmet eylesin, oranın müftüsü birkaç def‘a bana dedi: “Ahâlimiz fakirdir.” Bu söz benim rikkatime dokundu. Beş altı sene sonraya kadar, daima o şehrin ahâlisine acıyordum. Sekiz sene sonra yazın, yine o şehre geldim. Bağlarına baktım. Merhum müftünün sözü hâtırıma geldi. “Fesübhânallâh!” dedim. Bu bağların mahsûlâtı şehrin hâcetinin pek fevkındedir. Bu şehir ahâlisi pek çok zengin olmak lâzım gelir. Hayret ettim. Beni aldatmayan ve hakîkatlerin derkinde bir rehberim olan bir hâtıra-i hakîkatle anladım ki, iktisâdsızlık ve israf yüzünden bereket kalkmış. O kadar menâbi‘-i servetle beraber o merhum müftü “Ahalimiz fakirdir” diyordu. Evet, zekât vermek ve iktisâd etmek, malda bittecrübe sebeb-i bereket olduğu gibi; israf etmek ile zekât vermemek, sebeb-i ref‘-i bereket olduğuna hadsiz vâkıât vardır.3 İktisatsızlık, israf, zekât ve sadakanın terk edilmesi malın bereketini kaçırdığı gibi insanı manen mesul de eder. Bununla birlikte Üstad hazretleri: “Hem yüz aç adamın huzurunda kemâl-i lezzet ile fazla yenilmez.”4 der. Bugün dünya üzerinde açlık ve fakirlik sebebiyle milyonlarca insan ölümle pençeleşirken müminler olarak kemal-i iştahla yemek, hele de israfa girmek son derece mesuliyetli bir iştir. Rabbimiz Kur’ân-ı Kerimde şöyle buyuruyor: “Sonra o gün, nimetlerden mutlaka hesaba çekileceksiniz?”5 Sahip olduğumuz her nimetin bir hesabı vardır. Onu nerede kullandığımız kadar imkân sahibi olduğumuz halde nerelerde kullan(a)madığımız da sorulacak. Müminleri bir binanın tuğlaları veya bir vücudun azaları gibi gören bir dinin mensupları olarak ihtiyaç sahibi insanlara karşı ilgisiz kalamayız. Özellikle ibadet ayları olan üç ayları ve ardından gelen kurban bayramını fırsat bilerek sadaka ve zekâtlarımızı en muh­taç insanlara ulaştırmalıyız. Bu işi gönüllü olarak yapan yardım kuruluşlarının da yapılan bu hayırları dünyanın dört bir tarafına ulaştırmak için verdi­ği desteği de unutmamak gerek. Şu anda oturduğunuz yer­den göndereceğiniz bir mesaj­la Afrika’da, Asya’da veya dün­yanın başka bir yerinde­ki müminleri sevindirebilecek imkâna sahipsiniz. Rabbim bizleri hayır hasenat hususunda cömert kullarından eylesin. Âmin. Kaynakça: 1- Mektubat 2, 12. Altınbaşak Neşriyat.2- Müslim, Birr, 69 (2588); Tirmizi, Birr 82, (2030); Muvatta, Sadaka 12, (2, 1000).3- Lemalar, 253. Altınbaşak Neşriyat.4- Lemalar, 247. Altınbaşak Neşriyat.5- Tekasür suresi, 8.

Zafer ZENGİN 01 Temmuz
Konu resmiİstanbul’un Çeşme Güzelleri Kaptan-ı Deryâ Çeşmeleri
Kültür ve Medeniyet

İstanbul’un özellikle Kasımpaşa, Büyükdere semtlerinde karşımıza çıkan Osmanlı yâdigarı çeşmelere baktığımızda, bazılarını diğerlerinden ayıran gemici işaretleri görürüz. Ömürleri yine bir su olan denizlerde geçen Kaptan-ı Deryâlar bu çeşmeleri, hem bir sadaka-i câriye olarak hem de karada izlerini bırakacak bir hayrat olarak tersaneler ve limanların bol olduğu bu bölgelere yaptırmışlardır. Kaptan-ı Deryâ çeşmeleri genel olarak çağlarının mimari anlayışına uymuşlarsa da bahriyelilerin yaptırdığı çeşmeler, fener kabartmalarıyla bir kalyonun aynalığı şeklinde yapılan süslemeleriyle diğerlerinden ayrılır. Bu çeşmelerden Kaptan-ı Der­yâ Küçük Hüseyin Paşa Çeş­me­­si’nin bir bahriyeli çeşmesi olduğunun fark edilmesi, aynasının, üç ambarlı bir kalyonun kıç fenerlerine benzetilen kabartmalarla süslenmiş olduğunun görülmesiyledir. Kaptan-ı Deryâ Cezâyirli Gazi Hasan Paşa Çeşmesi Beşiktaş’ta bulunan Yahya Efendi Dergâhı içindedir. Kaptan-ı Deryâ Cezâyirli Hasan Paşa Kasımpaşa’da kendi adına birçok çeşme yaptırmıştır. Bunlardan Camii Kebir ile Hasan Paşa kışlası arasındaki Talih sokağında yaptırdığı çeşmenin üzerinde yine bir denizci alâmeti olarak “çıpalar” bulunur. Kızılay Meydanı’na açılan Medrese Sokağı’nda yaptırdığı çeşmede ise denizcilikle ilgili bir iz görülmez. Muslihiddin Camii karşısına yap­tır­dığı çeşme ise diğer İstanbul çeşmelerinden fener kabartmalarıyla ayrılır ve bahriyeli çeşmelerinin en güzel örneklerinden biridir. Denizci çeşmelerinde genellikle kıç aynalıklar ve san­cak iskele fenerleri alemli olarak kazıldığı halde, sadece bu çeşmenin kitabe levhası üzerindeki silmeye üç fener yapılmıştır. Kaptan-ı Deryâ Cezâyirli Hasan Paşa yaşadığı kültürün, onu büyüten medeniyetin en güzel hasletlerinden biri olan hayrat inşa etme geleneğine sahip çıkmış şehrin çeşitli semtlerine yaptırdığı çeşmelerle su götürmüştür. Ömürleri tuzlu suda yüzdürdükleri gemilerle İslâm’a ve devlete hizmetle geçen bu güzel insanları Mevlâ cennetin tatlı ve serin sularında ağırlasın.  

Mustafa YILMAZ 01 Temmuz