184. Sayı: "İnsana Ancak Çalıştığının Karşılığı Vardır"Bu Sayıyı Satın Al
Konu resmiÇıkış Yolu
Kültür ve Medeniyet

Kur’an, inzal edildiği asırlar öncesinden, peygam­berlerin mucizelerini beyan ederek ve en son hedefini göstererek insanlığı terakki için çalışmaya teşvik eder. Günümüzde gerek bu mucizelerin nihayi hududunu çizdiği gelişmelere, gerek hayvanlar eliyle örnek gösterilen teknolojik modellemelerin yapıldığına şahit olmaktayız. Kur’an’ın hakikatlerine ve manasına Müslümanlar sahip çıkmakla beraber, Endülüs ve farklı etkileşimlerle bu hakikatleri kendi ülkelerine taşıyan Avrupalılar, bahsedilen teknoloji ve dünyaya bakan kısımlarına ciddi sahip çıkmışlar ve insan eliyle ortaya çıkacak nimetlere fiili duanın bereketiyle ulaşmışlardır. Son iki yüz yılda ciddi sonuçları ortaya koyan bu gelişmeler, Osmanlı son dönemi ve Cumhuriyetin özellikle ilk dönemlerinde şöyle bir tabloyu netice vermiştir: Avrupa ilerledi, biz geri kaldık. Sebep ne? Avrupa çalıştı, çabaladı, dinden uzaklaştı ilerledi; biz ise dine bağlı kalmak adına bunlara nazarımızı kapadık, geri kaldık. Çözüm ne? Dini bırakmalı, her şeyimizle Avrupa’ya benzemeliyiz… Dünyada bulunuşluğun temelinde Allah’a kul olmak ve imtihan için gönderildiğimiz bu dünyada Allah’ın emir ve yasaklarına göre hareket etmek vardır. İnsanlık tarihi boyunca da her türlü ilişki, çatışma, etkileşim bunun üzerinden olmuştur. Lakin son dönem sanayi devrimiyle beraber dünyevileşme -kapitalizmin etkisiyle- küresel bazda o kadar artmıştır ki, hemen her şey için dünya ve madde ölçü alınır olmuştur. Değerlendirmeler de bunun üzerinden yapılmıştır. Maddileşen ve dünyevileşen nazar Müslümanları korkutmuştur, evet. Çünkü asıl olan Allah’a kulluk ve ahirete çalışmaktır. Avrupa fen ve teknolojide ileri gitmiş ama yanında inkâr fikirleri de gelişmiştir. Maddi terakki ve dünyevi zenginlik maneviyattan uzaklaşmayı adeta dayatmıştır. Tam bu kavşakta ilerleyelim, manevi her şeyi bırakalım diyenlerle maneviyatı bırakmayalım, gerekirse hiç ilerlemeyelim fikirleri karşı karşıya gelmiştir. Çatışmalar bunun üzerinden yürümüştür. Halbuki yolun selametlisi orta olanıdır.Fen bilimleri ve İslami ilimlerin mezciyle ortaya çıkacak hakikate yapışıp topa da tüfeğe de “Allah Allah” dedirtmektir. Yani dünya Allah’ın isimlerine ayine ve ahiretin mezrası olmak hasebiyle, bir Müslüman, ahireti kazanmaya çalışmalı, fakat dünyadan nasibini de unutmamalıdır.1 Dünyada da ahirette de iyilik, güzellik istemelidir.2 Her ne isterse Allah için istemeli ve işin sonunu hep oraya, onun rızasına bağlamalıdır. Ümitsizliğin verdiği insiyakla zannetmeyelim ki dünya herkese ve ecnebilere terakki dünyasıdır, fakat yalnız biçare ehl-i İslâm için tedenni dünyasıdır.3 Bizim rol-modelimiz Avrupa değil, Sahabelerdir. Dünyayı ekip biçmişler, ticarette ileri gitmişler, ama asla dünya sevgisini kalplerine koymamışlardır. Dünyadan elde ettikleri ne varsa Allah namına insanlığın hizmetine sunmuşlardır. Dünyadan bu geri kaldığımız mesafeyi şeriatın ve şeriat-ı fıtriyenin kanunlarına amel etmek ve istişareyi esas tutmakla kısa zamanda aşmak yolu önümüzdedir. Değerlendirene… Kaynakça: 1- Kasas, 772- Bakara, 2013- Mektubat, 447

Metin UÇAR 01 Mart
Konu resmiTarihten Sayfalar
Tarih

Beylerbeyi Sarayı Beylerbeyi Sarayı’nın bulunduğu yerde Rumeli Beylerbeyi Mehmed Paşa’nın yalısı vardı. Bu yüzden daha sonradan buraya yapılan saraya Beylerbeyi adı verilmiştir. Sarayın bulunduğu alan bir müddet has bahçe olarak kullanılmıştır. Sultan 2. Mahmud ise bu alana 1829 senesinde ahşap bir saray yaptırmıştır. Bu ahşap sarayın büyük kısmı 1851’de çıkan bir yangında harap olmuştur. Sultan Abdülaziz, sarayın yangından geriye kalan kısımlarını da yıktırıp 1861-1865 seneleri arasında Beylerbeyi Sarayını yaptırmıştır. Beylerbeyi Sarayında Doğu ve Batı üsluplarının kaynaştırıldığı gözlenir. Saray iki katlıdır ve her katta 6 salon, 25 oda ile hela ve banyolar bulunmaktadır. Salonların ve odaların çoğunda tavanlar ve duvarlarda yağlı boya ile yapılmış Türk bayraklı gemi resimleri bulunmaktadır. Ayrıca sülüs ve ta’lik hatla yazılmış manzumeler vardır. Yapının arka tarafında bulunan set bahçeleri, Harem ve Mâbeyn bölümlerini birbirinden ayırmaktadır. Birbirlerine merdiven ve rampalarla bağlı bu set bahçelerinin en üstünde Sarı Köşk ve Mermer Köşk adlarında iki yapı bulunmaktadır. Sarı Köşk adını renginden, Mermer Köşk ise sofasındaki mermer havuzla duvarlarındaki selsebillerden almıştır. Bu köşklerin önünde 80×30 m. boyutlarında bir havuz bulunmaktadır. Sarayın birçok ünlü misafiri olmuştur. 1877-1878 Osmanlı-Rus savaşında saray, Kızılay hastanesi olarak kullanılmış ve yaralanan askerler bir müddet burada kalmışlardır. Sultan 2. Abdülhamid, ömrünün son 6 yılını Beylerbeyi Sarayında geçirmiştir.   6 Mart 849Hadîs Hâfızı Ebû Haysemevefat etti 776 senesinde Nesâ’da dünyaya gelmiştir. Türk asıllı olan Ebû Hayseme, Bağdat’ta Hüşeym bin Beşîr’den hadis tahsil etmiş ve Süfyân bin Uyeyne, İsmâil bin Uleyye, Yahyâ bin Saîd el-Kattân, Abdurrahman bin Mehdî, Vekî‘, Abdürrezzâk bin Hemmâm ve Yezîd bin Hârûn gibi tanınmış muhaddislerden hadis rivayet etmiştir. Ahmed bin Hanbel ve Yahyâ bin Maîn ile görüştü. Başta Buhârî ve Müslim olmak üzere Ebû Dâvûd, İbn Mâce, Ebû Zür‘a er-Râzî, Ebû Hâtim er-Râzî, Bakī bin Mahled gibi hadis ilminin önde gelen imamları kendisinden hadis öğrendi. Rivayetleri Tirmizî’nin es-Sünen’i dışında Kütüb-i Sitte’de yer almıştır. Ömrünü hadis öğrenmek ve öğretmekle geçiren Ebû Hayseme, 6 Mart 849 tarihinde Bağdat’ta vefat etti. 26 Mart 1873Hollanda Krallığı, Açe İslam Sultanlığınaültimatom verdi Sömürgeci bazı Batılı ülkelerin Açe topraklarına karşı giriştikleri ilk işgalci saldırı, 11 Eylül 1599’da Hollanda tarafından yapıldı. Ancak Açe Müslümanlarının bu saldırıyı etkisiz hale getirmelerinden sonra uzun süre bağımsız yaşayan bölgeye Hollandalılar, 1871’de yeni bir çıkarma yaptılar. Ayrıca Hollanda ve İngiltere arasında imzalanan Sumatra Antlaşması sonucunda Açe toprakları Hollanda’nın payına bırakıldı. Bu antlaşmadan cesaret alan Hollanda, 26 Mart 1873’te Açe İslâm Sultanlığı’na beş maddelik bir ültimatom vererek İstanbul’daki halife ile münasebetlerin kesilmesini ve İslâm’ın sembolü olarak kabul ettikleri hilâl ile yıldızın Açe bayrağından çıkarılmasını istedi. Açe Müslümanlarının bu­nu kabul etmemeleri üzerine Hollandalılar savaş ilân ederek 5 Nisan 1873 günü Benderaçe kıyılarına çıkarma yaptılar. Bu şekilde başlayan Hollanda-Açe savaşları uzun yıllar devam etti, hatta dönemin milletlerarası siyasî sahnelerinde de büyük yankılar uyandırdı. 27 Mart 1257Hülâgû, Bağdat’a Saldırmak ÜzereHemedan’dan hareket etti Cengiz Han’ın torunu ve İlhanlı Devletinin kurucusu Hülâgû, Alamut Kalesine saldırmayı düşünüyordu. Saldırmadan önce 1255’te Abbâsî Halifesi Müsta‘sım-Billâh’tan bu harekât için asker göndermesini istedi; ancak halife, bunun Bağdat’ın müdafaasını zayıflatmak amacına yönelik bir taktik olduğunu düşünerek elçiye olumlu cevap vermedi. Alamut’un zaptından sonra Hülâgû halifeye ikinci bir mektup daha yollayıp şehrin surlarını yıkmasını, hendekleri doldurmasını ve idareyi oğluna bırakıp bizzat huzuruna gelmesini istedi. Halifenin bu teklifi de reddetmesi üzerine Hülâgû, üçüncü bir mektupla dünyayı idare etme görevinin Cengiz Han’a ve onun soyuna verildiğini bildirerek halifeyi şiddetle azarladı. Halife ise mektubunda Mengü Han’la ve kendisiyle dost olduğunu, elçilerin getirdiği haberlere inanmadığını ve eğer Bağdat’a karşı harekete geçecek olursa başına büyük felâketler geleceğini bildirdi. Bu cevap üzerine Hülâgû, 27 Mart 1257’de Hemedan’dan Bağdat’a hareket etti ve sağ kanat, sol kanat, merkez olmak üzere üçe ayırdığı ordusuyla şehri çepeçevre kuşattı.

Ahmed Said GÜNDÜZ 01 Mart
Konu resmiSadece Özgüven Yeterli midir?
Eğitim

“Dünyada bir zerre yoktur ki güzel yazılmak şartıyla bir mevzu-i mühim addedilmesin. Âlem-i şemsin ahvalini tasvir etmekle bir hurdebînî böceğin kalbini teşrih eylemek edebiyatça müsavidir. En mufassal, en mükemmel kitaplarda bazı küçük şeyler noksandır ki o küçük şeylerin edebiyatça ehemmiyeti pek büyüktür.”  Bu satırlar Türk edebiyatının ilk “modern” öykü derlemesi olarak kabul edilen ve Samipaşazade Sezai tarafından kaleme alınan “Küçük Şeyler” adlı eserin mukaddime bölümünde geçiyor. Bugün ekseriyet tarafından anlaşılması zor olan bu metin, çok değil yüz otuz yıl önce kaleme alınmış. Yazar, kısaca üslubun güzelliğine bağlı olmak kaydıyla önemsiz denilebilecek bir mevzunun bulunmadığı ve bazılarınca ehemmiyetsiz görü­len bu mevzuların edebiyat açısından bakıldığında aslında çok mühim olduğunu ifade ediyor. Söz konusu dil, kelimeler ve mana olunca küçük gibi görünen şeylerin aslında zannedildiği gibi kıymetsiz olmadığı muhakkaktır. “Mühim, ehem, lazım, elzem…” gibi kelimeleri “lüzumsuz” görüp hayatımızdan çıkaralı ifadeler de “ehemmiyetini” kaybetti. Bu gibi kelimeleri ya tamamen lügatlerimizden çıkardık veya aralarında mana bakımından küçük farklar bulunan aynı kavram alanındaki kelimeleri tek bir kelimeyle karşılayarak sığ, aynı zamanda basit bir üslup ile yetinir olduk. Hayati İnanç “stres” kelimesinin bugün çok da kullanılmayan yirmiye yakın karşılığının bulunduğunu ifade ediyor ve sayıyor: melal, inkisar, gam, gussa, keder, ızdırap, kasvet, hüzün, kahır, yeis, efkâr, tasa, dert, elem… Kimi zaman Osmanlı Türkçe­si­ne karşı hazımsızlıktan kaynaklanan bu yaklaşımda, olan manaya oluyor. Özensizce yakıştırılmış ve birçoğu da Türkçenin yapısına uymayan “sözcükler” kadim kelimelerin yerine bağdaş kurup oturuyor. Necip Fazıl’ın “Ruhsal, parasal, soyut, boyut, yaşam, eğilim / Ya bunlar Türkçe değil yahut ben Türk değilim!” dizeleri bu duruma şairane bir şekilde dikkat çekmektedir. “Stres” kelimesi gibi “özgüven” kelimesi de olur olmaz pek çok durum için hoyratça kullanılıyor. “Cesaret sahibi, yürekli, şecaatli, vakarlı, gayretli, (başarılı olacağına dair) inançlı olmak” anlamlarının yerine ama asla onların yerini tam olarak tutamayacak bir şekilde karşımıza çıkıyor. Özgüven, kişinin nefsine tam olarak güvenmesi (itimad-ı nefs) ve her haline kefil olması mıdır? Kendine hata yapma ihtimali bile vermemek, her şeyi bilip her konuda başarılı olacağından emin olmak mıdır? Eğer böyle anlaşılıyorsa bu durumun insanın fıtratına aykırı olduğu ortadadır. Yok eğer kişinin gayreti elden bırakmadan çalışıp tevekkül etmesi kastediliyor ise bu zaten hem insani hem de İslami bir duruştur. Bu duruş gerçek kişiler için önemli olduğu gibi devletlerin şahsiyetleri için de önem arz etmektedir. Bir devletin idarecilerinin vakarlı, haysiyetli, cesur ve gayretli olmaları, temsilcisi oldukları milleti yüceltmeleri bakımından mühimdir. Türkiye siyasi tarihine sıradan bir vatandaş olarak bakıldığında, geçmişte yaşanan bazı olayların insanın içini hala acıtmaya devam ettiği bir gerçektir. AB ve IMF temsilcilerinin elleri arkalarında talimat verip gittikleri günler bu milletin hafızasında unutulmaz izler bıraktı. Para veren emir veriyor, para alan emir alıyordu. Bu işler böyleydi. Türkiye’nin bu acınası halinden ıstırap duyan bir bilim ve fikir adamı vardı: Prof. Dr. Oktay Sinanoğlu. 26 yaşında dünyanın en genç profesörü unvanını kazanmış, yerli ve milli bakış açısına sahip bir bilim ve fikir adamı olan Sinanoğlu o yıllar­da kaleme aldığı “Bye Bye Türkçe” adlı kitabında durum değerlendirmesi yapmakla kalmayıp geleceğe dair önemli bir öngörüye de yer verir: “İkide bir işimize karışan Batılılara gelince; önce bu Batılıları tarihleriyle, ayıpları ve gerçek niyetleri ile iyi tanımamız gerekir. Onları gözümüzde büyütmemeli, zayıf taraflarını da iyi bilmeliyiz. Bize ‘insan hakları’ dersini kim veriyor? Almanların daha elli yıl önce Musevilere, bugün Türklere yaptığına bakınız. İngilizlerin İrlanda’da yaptığını Türk hiçbir yerde yapmamıştır. Ya ABD? Amerika yerlilerinin uğradığı soykırım ve kültürel soykırım bugün dahi süregelmektedir. Ya kendini büyük vehmeden Fransa? Kendi içindeki ve Cezayir’deki Müslüman ahaliye yapmadığı kalmıyor. Böyle ülkelerden gelip de hükümet mensuplarımıza ders vermeye kalkanlar önünde özür diler tavırlar takınan, hatta onların gözüne girmeye çalışan onuru eksik kişilere artık bu milletin tahammülü kalmamıştır. Yakın gelecekteki onurlu yetkililerimiz batıdan gelenlere cevaben kibarca Batı Trakya’dan, Kerkük’ten, Bosna ve Çeçenistan’dan bahsedecekler.” Sinanoğlu bunu başarmanın “gönül ehli, haysiyet sahibi, kendine ve milletine güvenen bir toplum” ile “millet ve tarihiyle bütünleşmiş bir hükümetin varlığına” bağlı olduğunu da yazısında dile getirir. Bütün bu vasıfların hepsine “özgüven” deyip geçmek en basit tabirle “yavanlık”tır. Söz konusu değerlendirmelerinden yola çıkarak baktığımızda ve yakın zamanda yaşadığımız olayları da bu çerçeveden değerlendirdiğimizde, Oktay Si­­­­nan­­oğlu’nun bahsettiği o günün bugün olduğunu söyleye­bi­­liriz. Bizi yirmi yıl önceki Türkiye olarak gören Avrupalı yet­kililer parmak sallama gafletinde bulunduklarında artık hak ettikleri cevabı alıp öyle gidiyorlar. Bugün artık İslam düşmanlığının merkezi haline gelen Fransa’ya Cezayir’deki katliamlarını hatırlatan, Fi­lis­tin’in derdini kendi derdi te­lak­ki ederek BM’de bunu gündeme getiren bir iradeden söz etmek mümkün. Vakarlı, haysiyetli, cesaretli ve şecaatli bir duruş… Ne dersiniz, “özgüven” kavramı bu vasıfların tamamını karşılama noktasında yeterli midir?

Tarık ÇELİK 01 Mart
Konu resmiİnsan İçin Ancak Çalıştığı Vardır
İnsan

Bizim üzerimize düşen en önemli sorumluluğumuz, kulluğumuzun şuurunda olarak, sırf Allah rızası için gayret etmektir. Ve bunda sınır yoktur. Müslüman için Allah’ın rızasını aramakta emeklilik de yoktur.  İnsan dünyaya muhtaç olarak gelmiştir. Öyle ki eğer bu ihtiyaçlar karşılanmazsa hayata mazhar ve ruha mesken olan bedenin fonksiyonları devam edemez ve canlılığını koruyamadığı gibi, ruh da bu bedende dünyadaki varlığını devam ettiremez hale gelir. Peki, bu ihtiyaç nasıl giderilir? Malum olduğu üzere insan, ilk bebeklik döneminde ne dünyayı kavrayabilir ne de ihtiyaçlarını giderebilir durumdadır. Ancak dünyaya gelmesine vesile olan baba ve özellikle anne, o dönem için lüzumlu olan bütün ihtiyaçlarını karşılayabilecek şekilde düzenlenir. Anne süt ve şefkatle, baba sevgi ve merhametle şekillendirilir. Bilgi ve güç anlamında neredeyse sıfır seviyesinde olan bebeğin bütün ihtiyaçları etrafındaki bu insanlarla karşılanır. Büyüyüp geliştikçe, kendi karşılayabileceği ihtiyaçları bebeğin sorumluluğu altına verildiği gibi, o ihtiyaçları karşılamak arzusu da verilir. Yürüyebilir hale gelen bebek, ulaşmak istediği yere gider, gitmek de ister; bir başkası getirmez. Daha büyüdükçe, mesela yemeğini kendisi yemek ister, yemelidir de… Bununla birlikte bu ihtiyacı gideren yardımcı unsurlar da yavaş yavaş devreden çıkmaya başlar. Bakıldığında, acziyet ve kudretine bağlı olarak ters orantılı bir du­rum vardır. Aciz bulunduğu dö­nemde her şey ayağına gelirken, gelişimine paralel olarak ve­ri­len hareket ve yapabilme hür­riyeti arttıkça, ihtiyaç duydu­ğu şeylere kendisi gitmeye başlar. İslamiyet’in tanımladığı “akıl baliğ olma” yaşına geldiğinde ise hem dinen hem de dünyadaki ihtiyaçları karşılama anlamında sorumluluk sahibi olur insan. Ailevi bağlar elbette devam edecektir ama o da bir işin ucundan tutan, kendine ait işleri kendisi görebilen bir bireydir artık. Dini anlamda da dinin emrettiklerini yapmak, yasak ettiklerinden de kaçınmakla mükelleftir. Bu saatten sonra -her nerede olursa olsun- mesul olduğu yapıların (aile, devlet, toplum…) ona karşı sorumlulukları olduğu gibi, onun da bu yapılara karşı sorumlulukları olacaktır. Bundan başka, kendisine karşı sorumlulukları vardır ki, bunu da ondan başkası yapamaz. Birebir kendisi sorumludur. Eğer bu sorumluluk yerine gelmezse, dünyevi uhrevi mesul olacaktır. İşte tam da bu noktada başlıktaki cümle yerini bulur: İnsan için ancak çalıştığı vardır. Zaman ve Mekân Mekân zerrelerle lebalep dolu ve onların farklı hareket ve birlikteliklerinden teşekkül eden şeylerle şekillenmiş bir düzlemdir. Mekânın varlığına sebep, manaya olan muhataplığı ve ayine olmasıdır. Sürekli hareket eden ve yenilenen zerratın hareketi ise zaman kavramına işaret eder ve hareket, zamana sıfat olarak kullandığımız geçiciliği beraberinde getirir. Bu büyük organizasyon içeri­sinde maddi olarak küçük yer tutan insan da var olan bu harekete dahil olmalı ve gayret etmelidir. Burada insan için iki durum var: Birisi, iradesi dışında olup genel harekete dahil olan şeyler. Diğeri ise, iradesiyle olan hareketler. İnsan doğar, lüzum eden ihtiyaçları karşılanır, hayata dair şartlar yerine gelirse bedeni olarak gelişimini devam ettirir. Belirli bir zamana kadar anne-baba vb. elinde devam eder bu süreç; bunu yukarıda söylemiştik. Sadece bedeni değil, ruha ait sevgi, şefkat, merhamet gibi etkileşimler de olur ve olmalıdır elbette. Belirli bir yaştan ve gelişimden sonra ise artık kendine ait işleri kendisi görmelidir. Süresi belirli hayat içerisinde, şartları belli dünyada, kendisinden istenen sorumluluklar çerçevesinde hareket etmesi beklenir. Bu beklenti hem dünyevi hem de uhrevi olacaktır. (Gerçi dünya ahiretle bağlantılı olmak ve her ikisinin de Rabbi Allah olmak hasebiyle böyle bir ayrıma gerek yok.) Her mahlukun fıtratına göre hareket etmesi, yani ne için yaratılmışsa ona göre davranması gerekiyorsa ve öyle de oluyorsa, insan da kendi fıtratına yani yaratılmış olduğu gayeye göre hareket etmelidir. Ta ki hem dünyada hem de ahirette rahat edebilsin. Çünkü var olan bütün hareket, o da bu hareketin içinde olmaktan bahisle, bu uyumu ister, onu bekler. Aksine hareket etmek, yıpratıcı ve zarar verici olur. Neticede fıtrata aykırılıktan dolayı azap çeker. Dünya mı Ahiret mi? İnsan ibadet etmek için yara­tıl­mıştır.1 İnsanın dünyaya gön­de­rilişi ve burada bulunuşu, başka bir iradeyledir. Kendisi gelmiş veya bir anda burada öylesine oluvermiş değildir. Kur’an ve İslam peygamberinin (sav) söy­lediği budur. Ayetteki “İnsan için, (kendi) ça­lıştığından başkası yoktur!”2 be­­yanı, insanın sorumlu oldu­ğunu, yaptığı her şeyin bir kar­şılığının bulunduğunu ve bu­nunla mutlaka yüzleşeceğini farklı ayetlerin desteğiyle beyan eder. Bununla birlikte insan, içinde bulunduğu dünyada bir hayat sürecektir ve bu sürede ihtiyaç duyduğu maddi şeyler de olacaktır. Her ne kadar her şey etrafında var kılınmış olsa da insanın da dahli beklenmiştir. Meryem Suresinde anlatılan hadise buraya ışık tutacaktır. Şöyle ki: Cebrail (as)’ın üflemesiyle ken­­disine çocuk ihsan edilen Mer­­yem Validemiz, toplumun işin mahiyetini bilmemekle onu ayıplamasından çekinerek, bu­lunduğu yerden uzaklaşır. Nihayet kuru bir hurma ağacının dibine kadar gelir. Cebrail (as)’ın bildirmesiyle ayağı dibinde bir su çıkar ve hurma da yeşillenip meyve verir. İnsanın kudreti ve olağanın dışında gerçekleşen bu hadiselerle beraber Meryem Validemize şöyle denilir: “Hurma ağacını kendine doğru silkele ki üzerine taze hurmalar dökülsün!”3 Demem o ki, insanın asıl sorumluluğu ibadet ve kulluk olmakla birlikte, içinde yaşadığı hayatın şartları içerisinde kendi üzerine düşen sorumlulukları vardır ve bu sorumlulukları yerine getirmekle de mükelleftir. İnsan için her şey hazırdır. Fakat onun, kapıyı maddi-manevi çalması gerekmektedir. Bu, askerlik yapmaya benzer. Askere gittiğinizde her şey sizin için hazır edilmiştir. Sizden beklenen, sadece askerlik eğitimidir. Elbette bunun yanında karavana taşırsın, ufak tefek işler yaparsın. Kendine ait özel işlerin de olur. Ama temelde sen askersin ve odak noktası burasıdır. Birtakım angarya işler nazarını askerlikten koparmaz, bilakis rahatlatıcı işler olarak yer alır hayatında. Dünyada da böyledir. Aslında herkes birer askerdir. Askerde her şeyi hazır bulduğumuzdan bahisle baktığımızda görünen o ki, şu an bilinen yaşanılır tek gezegen dünyadır mesela ve insan buraya gönderilmiştir. Işık ve ısı kaynağımız güneş hemen tepemizde, gece lambamız ay da yanı başımızdadır. Her mevsim kendi güzelliği içerisinde ve lüzum eden gıda ve ilaç özellikleriyle bizlerle buluşur. Tarla üretim için hazırdır. Ekip biçilecek şeyler var edilmiştir. Yağmur ihtiyaç anında gelmekte ve gerekli diğer şeyler de hep elimizin ulaşabileceği yerlerdedir. İnsandan istenen nedir? Meryem Validemize denildiği gibi, sil­ke­lemek yahut kazmak veyahut da az bir gayret göstermektir. Bu noktada insan asker/kul olduğunu unutur, asli vazifesi olan ibadeti yapmaz, tamamen dünyanın işlerine gayret gösterecek olursa, bulunma amacına ters hareket ettiğinden dolayı zarar görür. Bu konuda direnir, nefis ve şeytanın telkin ettiği şekilde nefsani ve dünyevi yaşamak konusunda diretirse, emir verenin emirlerini ve yasaklarını kale almazsa o zaman cürmü daha da artarak ebedi cezaya müstahak olacaktır. Çalışmayalım mı? Peki bunun tam tersi olursa, yani insan madem işimiz kulluk, o zaman hiçbir iş yapmayalım derse ne olacak? Elbette bu da olmaz. İnsanlar arasından seçilip, insanlara elçi olarak gönderilen peygamberler bunun doğru olmayacağını hayatlarıyla gösterirler. Hemen her birisi birer meslek sahibidirler. İşlerinde güçlerinde olmuşlardır. Fakat bu meşgaleleri asla kulluklarına, peygamberliklerine engel olmamıştır. Bilakis bu denge halleriyle gönderildikleri topluma, insanlara örnek olmuşlar, nasıl yaşanması gerektiğini hayatlarıyla izhar etmişlerdir. Kaldı ki din, hayatın her tarafını düzene sokar. Mesele şu ki, hayat devam ederken bizler hangi işle meşgul olursak olalım, hayatımızı Allah’ın rızasına göre, dinin emir ve yasaklarına göre, sünnet-i seniyeynin bize öğrettiklerine göre yaşayabilelim. Bunun da en güzel örneğini sahabeler vermişlerdir. Dünyanın dört bir tarafına ticaretle gitmekle birlikte, yaşantılarıyla İslam’ın güzelliklerini de götürmüşler ve insanların hatta toplumların Müslüman olmalarına vesile olmuşlardır. İnsan ticaret yaparken/çalışırken de Müslümandır, Müslümanken de ticaret yapabilir/çalışabilir. Hayat bir bütündür. Ayrım yoktur. Sahabe demişken… Risale-i Nur’da sahabeleri kıyas anlamında sorulan sualde şöyle bir cümle var: “Ehl-i velâyet ve ashâb-ı kemâlât, dünyayı terk etmişler. Hatta hadiste var ki, ‘Dünya muhabbeti bütün hataların başıdır.’ Halbuki sahabeler, dünyaya pek çok girmişler. Terk-i dünya değil, belki bir kısım sahabe o zamanın ehl-i medeniyetinden daha ileri gitmişler.”4 Buna kıyasen neden sahabelere ulaşılamaz sualiyle buluşan cümlenin izahında, Müslümanın dünya ile olan bağı şöyle açıklanmıştır. Dünyanın üç yüzü var. Ahirete bakan yüzüyle, Allah’ın isimlerine bakan yüzünü sevmek, kötü değil, belki manevi kemal sahibi olmanın sebebidir. Kim o iki yüzde ne kadar ileri gitse, daha ziyade ibadet ve marifetullâhta (Allah’ı tanımada) o kadar ileri gider. Sahabelerin dünyası ise, işte o iki yüzdedir. Dünyayı ahiret mezraası görüp, ekip biçmişler. Mevcudatı Allah’ın isimlerinin aynası görüp, aşkla temaşa edip bakmışlar. Üçüncü yüzü ise, fâni yüzüdür ki, insanın arzu ve heveslerine bakar. Yaşadığımız dünyanın bu özelliğinden bahisle kulluğa bakan iki yüzünü iyi değerlendirmek ve öncelemek önemlidir. Diğer yüze tavrımız ise mecbur olduğumuz sorumlulukları yerine getirmek, ama bu arada bu fani yüze kalben bağlanmamak olmalıdır. Rivayet odur ki, İmam-ı Azam hazretlerine bir adam gelip “Ya imam, ben namazlarımı huşû içinde kılamıyorum. Namazda iken ya develerimi otlatıyor veya onlarla ilgileniyorum. Oysa siz benden daha zenginsiniz. Peki, siz ibadet zevkine nasıl erişiyor, ibadetlerinizi huşû içerisinde nasıl yapıyorsunuz?” diye sual eder. İmam-ı Azam da şu ibret dolu ve hakikatli cevabı verir: “Ben develerimi kalbime bağlamam ki; ahıra bağlarım.” Denge “Hiçbir kimse, kendi elinin emeği ile kazandığından daha hayırlı bir lokma yememiştir.” (Buhari, II, 9) “Birinizin sırtında odun testisi taşıması, ücretini versin ya da vermesin, insanlara gidip yalvarmaktan, el açmasından daha hayırlıdır.” (Buhari, III, 9) “Doğru sözlü ve güvenilir bir ticaret adamı, ahirette peygamberler, sıddikler ve şehitlerle beraber olacaktır.” (İbn Mace, II, 724) “Sizden birisi bir iş yaptığı zaman onu mükemmel şekilde yapsın.” (İbn Sa’d, 1, 142) “Allah’ım tembellikten, korkaklıktan, ihtiyarlığın verdiği düşkünlük ve cimrilikten yalnız sana sığınırım.” (Buhari, III, 224) “İnsanın yiyip içtiklerinin en hayırlısı, bereketli ve helal olanı; çalışıp kazanarak elde ettiğidir.” (İbn Mace, II 723) Yukarıdaki hadisler, insanın dünya hayatı müddetince, bir zorunluluk olarak gayret sahibi olması, hayatını devam ettirmek anlamında kendi üzerine düşeni yapması gereğini açıkça beyan etmektedir. Bununla birlikte dünya ve ahiret dengesi şarttır. “Hiç ölmeyeceğini zanneden biri gibi çalış, yarın ölecek biri gibi de tedbirli ol.”5 “Sizin hayırlınız dünyası için ahiretini, ahireti için dünyasını terk etmeyendir.”6 Hadis-i Şerifleri de bu dengeyi ifade ederler. Müslüman çalış/k/andır Kur’ân-ı Kerîm’de Allah’ın geceyi istirahat, gündüzü de geçim temini için yarattığı (Kasas, 73), insan için çalışıp çabalamaktan başka bir kazanç ve başarı yolu olmadığı (Necm, 39) beyan edilmiştir. Araf suresinde (ayet 32) dünya nimetleri için “Allah’ın ziyneti” ve “güzel rızıklar” denilmiş; Cuma suresinde de (ayet 9) Müslümanlara, yeryüzüne dağılarak bu güzel rızıklardan kazanıp faydalanmaları nasihat edilmiştir. İmam Gazalinin eserine aldığı ve hadis olarak söylediğine göre Efendimiz (sav) “Ticaret yapın, çünkü rızkın onda dokuzu oradadır.”7 da demiştir. Sahabelerden Hz. Ebubekir (ra) ve Hz. Osman (ra) ticaret ehli ve oldukça zengin insanlardır. Bu işlerini yaparken kulluklarını aksatmamışlar, dünyevi olarak kazandıklarını da Allah yolunda sarf etmekten asla kaçınmamışlardır. Bunun tersi olarak, dünyevi kazancını kendinden bilen Karun, Allah’ın peygamberlerine karşı gelip kendi benliklerini ilah kabul eden Nemrut ve Firavun gibi şahıslar, dünyada mal mülk sahibi, şan şöhret sahibi olmuşlar ama bu kazançları onların hem dünyada hem de ahirette başlarına bela olmuştur. Günümüz… Osmanlının son döneminde dolaşıma sokulan “Avrupa top tüfek diye diye terakki etti, biz Allah Allah diyerek geri kaldık” algısının tersine, doğuyu ayağa kaldıracak din ve diyanettir. Zira bize çalışma aşkı ve şevkini veren de dindir Değilse Avrupa’nın ilerlemesi diye önümüze konulanın yanında servis edilen dinsizlik, ahlaksızlık, dünyevilik gibi şeyler terakkiye değil, tedenniye sebeptir. Onun için bugün bizim üzerimize düşen en önemli sorumlu­luğumuz, kulluğumuzun şuu­runda olarak, sırf Allah rı­za­sı için gayret etmektir. Ve bunda sınır yoktur. Müslüman için Allah’ın rızasını aramakta emeklilik de yoktur Müslüman için ömür en önemli sermayedir ve bunu son nefesine kadar Allah yolunda harcayacaktır… İbadet de yapacaktır, tank tüfek de… Tank tüfek onu dinsiz kılmayacak, belki o top tüfeğe Allah Allah dedirtecektir… Vesselam… Kaynakça: 1- (Ben) cinleri ve insanları, ancak bana ibadet etsinler diye yarattım! (Zariyat, 56)2- Necm, 393- Meryem Suresi, 254- Sözler Mecmuası, 1695- Câmiu’s-Sagîr, II/12, Hadis No:12016- Kenzü’l-Ummal, III/238, hn: 63367- İhya, 2/64

Metin UÇAR 01 Mart
Konu resmiDurmayalım*
Kültür ve Medeniyet

*Mehmet Akif ERSOY

İrfan MEKTEBİ 01 Mart
Konu resmiBu Zamanda İ'lâ-yı Kelimetullah Maddeten Terakkiye Bağlıdır
İtikad

Kur’an’ın çeşitli ayetlerinde müminler ehl-i küfre karşı  “can ve mallarıyla” cihad etmekle emr olunmuşlardır. Mesela Saf Suresi’nde (ayet: 9, 11) şöyle buyrulur: “Ey iman edenler! Sizi elemli bir azaptan kurtaracak bir ticareti göstereyim mi? Allah’a ve Resulüne iman edip Allah yolunda mallarınızla ve canlarınızla cihad edersiniz. Eğer bilirseniz bu sizin için daha hayırlıdır.”  Milletler Arası Yarış Bir Japon’la, Amerikalı ormanda yürüyorlarmış. Çok uzaktan kendilerine doğru gelmekte olan bir aslanı görmüşler. Japon hemen eğilip ayakkabılarını bağlamaya başlamış. Amerikalı müstehzi bir edayla “Bu aslanı geçebileceğini mi sanıyorsun?” demiş. Japon “Hayır!” demiş “Aslanı geçemem. Fakat seni geçebilirim.” Günümüz dünyasında bütün ülkeler arasında, siyasi ve –bilhassa- iktisadî alanda kıyasıya bir yarış var. Geride kalan mahvoluyor ve canavarlar tarafından yeniliyor. Canavarlara lokma olmamak, ancak önlerde olmakla mümkün. Kur’an, ümmet-i Muhammed’e “Hayırlı işlerde (diğer ümmetlerle) yarışın!” (Bakara, 148, Maide, 48) emriyle, bu yarışta en önlerde yerimizi almamızı emretmektedir. Kur’an’ın emrettiği ve mecbur olduğumuz bu yarışta şu an neredeyiz ve nerede olmalıydık? Ekonomik Cihad Kur’an’ın çeşitli ayetlerinde müminler ehl-i küfre karşı “can ve mallarıyla” cihad etmekle emr olunmuşlardır. Mesela Saf Suresi’nde (ayet: 9, 11) şöyle buyrulur: “Ey iman edenler! Sizi elemli bir azaptan kurtaracak bir ticareti göstereyim mi? Allah’a ve Resulüne iman edip Allah yolunda mallarınızla ve canlarınızla cihad edersiniz. Eğer bilirseniz bu sizin için daha hayırlıdır.” Kur’an’ın “mal ile cihad” emri, diğer ifadeyle “ekonomik savaş” günümüzde, bedenen yapılan cihaddan daha büyük bir önem arz etmektedir.1 Bugün adeta her şeyi belirleyen iktisadî faaliyetler ve iktisadî dengeler, Müslümanların da bu ortamda aktif bir rol üstlenmelerini zaruri kılmaktadır. “Olmak” ve “ölmek” adeta buna bağlı. Ne yazık ki günümüzde dünya çapında, başarılı ekonomik cihad yapan Müslüman bir ülke göstermek neredeyse mümkün değildir. Bu yüzden ister istemez, Müslüman olmayan başka bir ülkeyi örnek göstermek zorunda kalıyoruz: Japonya’yı. 2. Dünya Savaşının yenilgisinden sonra Japon imparatorunun sarayın balkonundan halka şöyle seslendiği anlatılır: Ey Japon milleti! Gerçekten yenildik. Bugün önümüzde iki yol var. Birincisi harakiri. Ben de size katılacağım. Ama ikinci bir yol daha var ki, o da şu: Amerikalılarla mücadelemize devam edelim. Askeri cenahta yenildik. Onlara ekonomik bir savaş açalım. Ülke ekonomisini canlandırıp doların sırtını yere vuralım. Tercih sizin! Japonlar ikinci yolu tercih ettiler ve bugün birçok alanda Amerikalıların sırtını yere getirdiler. Bir Japon profesör şöyle diyor: “Üniformalı bir or­du, tek ordu biçimi değildir. Bi­limsel teknoloji ve iş adamı giysileri ardında gizlenmiş savaşçı ruhumuz bizim yeraltındaki ordumuz olacaktır. Bu Japon-Amerikan savaşını, üniformanın işadamının giysisine yenilgisi diye yorumlamak çok doğru olur.” (Brezezinsky, Kontrolden Çıkmış Dünya, İş Bankası Yayınları, s. 131) Bazı gazete haberlerinde bir Amerikan şirketi battığında, Japonların bir Amerikan uçak gemisi batırmış gibi sevindikleri, Amerikan General Motor şirketinin 70 bin işçiyi işten çıkaracağının haberi Tokyo borsasının ekranına yansıdığında genç Japon brokerlerin (simsar) zafer işareti yaptıkları anlatılır. Savaş sonrası stratejisini “Ekonomik Savaş” olarak belirleyen Japonya’nın geldiği çizgi, bütün dünya milletleri için ders alınacak niteliktedir. Japonlar, baştanbaşa yıkılmış, ağır tazminatlar ödemeye mahkûm edilmiş ülkelerini, yirmi beş yıl içinde dünyanın en zengin ve ileri ülkelerinden biri haline getirmeyi başardılar. Japonya ABD’den sonra dünyanın ikinci büyük milli ekonomisidir. İkinci Dünya Savaşı’ndan mağlup çıkan ve ülkeleri tamamen harabeye dönmüş olan Japonya ve Almanya’nın, şimdiki du­rum­­larıyla -İkinci Dünya Sa­va­şı’na girmeyen- Türkiye ara­sın­daki uçurum, ister istemez bazı soruları akla getiriyor: Onlar niçin öyle, biz niçin böyleyiz? Dünya ve Ahiret Arasındaki Denge İslâm dini dünya için çalışmayı yasaklamış veya zemmetmiş değildir. Fakat halk arasında çoğunlukla öyle zannedilir. İslâmiyet ifrat ve tefritten uzak, hemen hemen bütün kurallarında orta yolu tavsiye eden bir denge dinidir. Peygamberimiz “İşlerin hayırlısı orta yollu (mutedil) olandır” demekle buna işaret eder. İslâm’ın orta yolu tavsiye ettiği en mühim konulardan biri dünya ile ahiret arasındaki dengedir. O ne Yahudiler gibi bütünüyle dünyayı ne de Hıristiyan ruhbanları gibi bütünüyle ibadet ve ahireti tavsiye eder. İslâm müntesiplerine hem dünya hem de ahiret için çalışmalarını emreder. Zengin mi Olalım, Fakir mi? Günümüzde İslâm’ı hâkim kıl­­­mak, Müslümanları içinde bu­­lun­­­dukları felaketten kurtar­mak istiyorsak, ekonomi alanında ileri gitmeli ve zengin ol­malıyız. Üstad Bediüzzaman şöyle der: “Her bir mümin i’lâ-yı kelimetullah (Allah’ın dinini üstün kılmak) ile mükelleftir. Bu zamanda (i’lâ-yı kelimetullahın) en büyük sebebi maddeten terakki etmektir. Zira ecnebiler fen ve sanayi silâhıyla bizi istibdad-ı manevileri altında eziyorlar. Biz de fen ve sanat silâhıyla i'lâ-yı kelimetullahın en müthiş düşmanı olan cehalet, fakirlik ve ihtilâfla cihad edeceğiz.”2 “Fakirlik ashabım için saadettir. Fakat ahir zamanda mümin için zenginlik saadet olacaktır.”3 Zengin olalım, fakat bu zengin­liği helal-haram sınırlarına ria­yet ederek elde etmeye çalışalım. Zengin olduktan sonra da -Sa’lebe örneğinde olduğu gi­bi- şımarıp, gururlanmayalım, kibirlenmeyelim, Allah’ı unut­­ma­ya­lım. Kazandıklarımızı nef­sa­nî arzular yolunda değil, İs­lâm’ı yüceltmek için kullanalım. Ekonomik Savaş Kuralları Millet olarak ekonomik bir seferberlik başlatmanın zamanı geldi, geçiyor. Maddeten terakkiyi, nefsanî arzuları tatmin için değil, Allah rızası için isteyenler ve bunu diğer milletlerle mücadelenin bir vasıtası olarak görenler, Türkiye’nin ve İslâm Âleminin geleceğini her yönden etkileyebilirler. Tabii ki bunun gerçekleşmesi için bazı noktalar üzerinde de durmalıyız. a. Ahlâk İtikadın zayıflaması yüzünden büyük bir ahlâk erozyonu ya­­şı­­yoruz. Bu durum haliyle ik­ti­sadî hayata da yansıyor. Ka­mu veya özel bütün sektörlerde yolsuzluklar, rüşvet, torpil, zimmete para geçirme, ticari hayatta hileler, adeta hayatın normalleri arasına girdi. Ekonomik cihad, itikad ve ahlâka istinad eder. Her şeyden evvel itikad ve ahlâk alanında bir ıslahat yapılmalı, Allah korkusu, cennet, cehennem inancı kalplere yerleştirilmelidir. Allah korkusu kalplere yerleştirilmeden iktisadî durumu düzeltmenin imkânı yoktur. Allah korkusu kalplere yerleşirse, çalışma ve üretme ahlâkı, satma ahlâkı, tüketim ahlâkı, paylaşma ahlâkı da kolaylıkla halka yerleştirilebilir. Aynı zamanda rüşvet, zimmete para geçirme gibi çirkin işlerin de vatan hainliğiyle aynı telakki edilmesi sağlanabilir. b. İktisad mı İsraf mı? İbn Haldun memleketleri, devletleri yıkan şeyin israf olduğunu Mukaddime’sinde tafsilatla anlatır. Üstad Bediüzzaman da şöyle der: “İktisadsızlık yüzünden, müstehlikler (tüketenler) çoğalır, müstahsiller (üretenler) azalır. Herkes gözünü hükümet kapısına diker. O vakit hayat-ı içtimaiyenin medarı olan “sanat, ticaret, ziraat” noksanlaşır. O millet de tedenni edip sukut eder, fakir düşer.”4 Bugün ekonomik sıkıntılarımızın temelinde bu sorumsuz ve düşüncesiz israfın büyük rolü vardır. İsraf bizi öldürürken, düş­­manlarımızı beslemektedir. Zengin ülkeler israfı teşvik eder­­­­ler ve diğer ülkelerin is­ra­­­­­­fıy­la ayakta dururlar. Zaten ka­­pi­­­­­ta­­­­lizm demek, bir cihette israf de­­mektir. Kur’an’da, “Saçıp savurma (israf etme). Çünkü saçıp savuranlar, şeytanların kardeşleridirler.” (İsra, 26, 27) buyrularak, müminler israftan menedilmişler­dir. Peygamberimiz (sav) de “Nehir kenarında bile suyu israf etme!” der. c. Şirketleşmeler Hem yapı hem de ahlâk yönüyle sağlam şirketler, ekonomik seferberlikte en mühim ordumuz olabilir. Bugün dünya üzerindeki ekonomik savaş, şirketlerin savaşı olarak cereyan etmektedir. Şirketlerin savaşı, orduların savaşını aratmıyor. Hatta çoğu zaman orduları şirketler yönlendiriyor. Müslümanlar da günümüzde şirketleşme yönüne gidiyorlar. Fakat bu alanda bazı pürüzlerin, acemiliklerin, suiistimallerin olduğu da bir gerçek. Müslüman görünen ve Müslüman halkın sermayesiyle ortaya çıkan bir kısım holdinglerin durumları oldukça düşündürücü. Şu kudsi hadise bakalım: “Allahu Teala buyurdu ki: Ben birbirlerine ihanet etmedikleri müddetçe, iki ortağın üçüncüsüyüm. Eğer birbirlerine ihanet ederlerse aralarından çıkarım.” (Ebu Davud) Halkı kandırmayacak (ihanet etmeyecek), halkın parasıyla kendi egosunu tatmin etmeyecek, kaliteli mal üreterek, yabancı şirketlerle rekabet edecek, Müslümanların ekonomi alanında yüz akı olabilecek şirketlere, holdinglere ihtiyacımız var. d. Çalışma Türkiye insanının pek çok problemi olduğu doğrudur. Fakat bu problemlerin hiçbiri halledilmeyecek cinsten değildir. Yeter ki ümid, cesaret ve gayret olsun. Halkımızda eksik olan en mühim şeyler de bunlardır. İnsanı hareketli ve canlı kılan, insanın hedefi, idealidir. Mi­l­letimize milli bir hedef benim­setebilirsek ve ekonomik üstünlüğün de bu ideali gerçekleştirmenin en mühim yolu olduğuna inandırabilirsek, milletimizi çalışkan ve aktif hale getirebiliriz. Peygamberimiz şöy­le buyurur: “Allah (çalışıp, ka­za­nan) sanat sahibi mümin kulunu sever.” e. Güven, Kalite Peygamberimiz “Muham­medü’l- Emin”dir. Ve yine pey­gam­be­ri­­miz mümini “güvenilen kişi” olarak tarif etmiştir. Mü­min­ler bu vasıflarını ekonomi alanına da taşımalı, dünya çapında kaliteli ve güvenilir mallar üretmelidirler. Peygamberimiz şöy­le buyurur: “Bizi aldatan biz­den değildir.” (Müslim), “Doğru, gü­­venilir tacir, mahşerde gam­­berler, sıddıklar ve şehid­ler­le beraberdir.” (Tirmizi, Darimi.) “Muhakkak ki Allah Azze ve Celle sizden birisi bir iş yaptığında o işi sağlam yapmanızı sever.” (Taberani. Mucemü’- Evsat, Ebu Ya’la, Beyhaki) f. İslâm Ortak Pazarı Peygamberimiz Medine’ye hic­­ret ettiğinde Müslüman­larla Ya­­­­hu­­diler aynı pazar yerini kul­la­­­­nı­­yor­lardı. Peygamberi­miz Müs­­­­­­­­­lü­­­­­manları Yahudiler­den ayı­­­­­­­­­­­­­ra­­­­rak onlara ait bir pazar ye­ri oluş­­­turdu. Peygamberimizin bu fiilinden yola çıkarak, bir milyarın üzerindeki Müslüman milletler de “İslâm Ortak Pazarı” oluşturma­lıdır. Böylelikle başkalarının de­ğil, Müslümanların kuvvetlen­mesini sağlayabilirler. Kaynakça: 1- “Mal ile cihad” müfessirler tarafından çeşitli şekillerde izah edilmiştir. Elmalılı, Ebu Bekir Cessas’ın Ahkâmu’l-Kur'ân’ından naklen şöyle diyor: “Mal ile cihad iki şekilde olur: Birisi malını, savaşta kendisine lazım olacak hayvan, silah alet ve edavat, araç gereç erzak vs. gibi levazım ve mühimmata sarf etmektir. Diğeri de öbür mücahitlerin ihtiyaçlarına harcamaktır.” Eski müfessirlerin izahları yanlış değil elbette, ama değişen dünya şartlarına göre “mal ile cihad”ı değişik ve daha geniş manada anlamak ve uygulamak mecburiyetindeyiz. 2- Divan-ı Harb-i Örfi, Hakikat3- Kenzü’l-Ummal, hn, 63384- Lemalar, İktisad Risalesi, 152

İdris TÜZÜN 01 Mart
Konu resmiDünya ve Dünya İşlerine Müslümanca Bakış
İtikad

Efendimiz (asm) bir hadisinde “Muhakkak ki Allah azze ve celle, sizden birisi bir iş yaptığında  o işi sağlam yapmanızı sever.” Çalışmak İbadet midir? İnsanın dünyaya gönderilmesindeki asıl gaye Allah’a ibadet etmektir. Üstad Bediüzzaman Hazretleri, “Ben cinleri ve insanları ancak bana ibadet etsinler diye yarattım”  1 ayetini, 28. Lem’a’da şöyle tefsir ederek mevzuu güzelce izah etmiştir: “İnsan rızka çok mübtela olduğu için, rızka çalışmak bahanesini, ubudiyete (ibadete) mâni’ tevehhüm edip (zannedip), kendine bir özür bulmamak için âyet-i kerime diyor ki: Sizler ubudi­yet için halk olunmuşsunuz (ya­­ra­­tıl­mışsınız). Sizin netice-i hıl­­­katiniz (yaratılış neticeniz) ubu­diyettir. Rızka çalışmak ise emr-i İlahî noktasında bir nevi (çeşit) ubudiyettir. Benim mahlûkatımın ve rızıklarını de­ruhde ettiğim (üzerime aldığım) nefislerinizin ve iyalinizin (aile­lerinizin) ve hayvanâtınızın rızkını tedarik etmek, güya bana aittir. Sizler bana ait rızık ve it’amı (yedirmeyi) ihzar etmek (hazırlamak) için yaratılmamışsınız. Çünki Rezzak (çokça rızık veren) benim. Sizin ve mütealli­katınız olan (size bağlı olanların) ibadımın (kullarımın) kı­nı ben veriyorum. Siz bu­nu bahane edip ubudiyeti terk et­me­yiniz!” 21. Söz Namaz Risalesi’nde, ba­ğında çalışan bir çiftçi misalinden yola çıkarak, çalışmanın ancak beş vakit namaz kılmak şartı ile ibadet sayılabileceğine şöyle işaret edilir: “… Sen şu bağında, nafakan için işliyorsun. Eğer farz namazı terk etsen bütün sa'yin semeresi (çalışmanın neticesi), yalnız dünyevî ve ehemmiyetsiz ve bereketsiz bir nafakaya münhasır (sınırlı) kalır. Eğer sen istirahat ve teneffüs vaktini, ruhun rahatına, kalbin teneffüsüne medar olan (sebep olan) namaza sarf etsen o vakit, bereketli nafaka-i dünyeviye (dünyevî nafakan) ile beraber, senin nafaka-i uhreviyene (ahiret nafakana) ve zâd-ı ahretine (ahiret azığına) ehemmiyetli bir memba olan iki maden-i manevî bulursun: [Birinci maden] Bütün bağındaki yetiştirdiğin çiçekli olsun, meyveli olsun her nebatın, her ağacın tesbihatından, güzel bir niyet ile, bir hisse alıyorsun. [İkinci maden] Hem bu bağdan çıkan mahsulâttan kim yese [hayvan olsun, insan olsun; inek olsun, sinek olsun; müşteri olsun, hırsız olsun] sana bir sadaka hükmüne geçer. Fakat o şart ile ki: Sen, Rezzak-ı Hakikî namına ve izni dairesinde tasarruf etsen ve onun malını, onun mahlûkatına veren bir tevziat (dağıtım) memuru nazarıyla ken­dine baksan...” 5. Söz’de de çalışmanın ibadet olması için namaz kılmak ge­rek­tiğine şu cümle ile işaret edilmiştir: “Namazını kıldıktan sonra Ce­nab-ı Rezzak-ı Kerim’in mat­­ba­­ha-i rahmetinden (rahmet mut­­fa­ğın­dan) tayinâtını (hisseni) ara­­mak, başkalara bâr (yük) ol­ma­­­mak için bizzat gitmek; zel­­­dir, mertliktir, o dahi bir ibadettir.” Bununla beraber, çalışmanın ibadet olabilmesi için helâl bir kazanç uğrunda çalışılıyor olması da şarttır. Hiç Ölmeyecek Gibi Dünya İçin Çalışmak Ne Demek? Bu hadis, dünya için olsun, ahiret için olsun, yapılacak işlerin ciddiyetle ele alınması gerektiğine işaret etmektedir. Yarın ölecek olan insan, bütün dünyevi işlerini unutur ve samimi ve ciddi bir şekilde ahiretine yönelir. Hiç ölmeyecek olan insan da yapacağı işlerin ileride sonsuz seneler boyu kendine faydalı olabilmesi için yaptığını sağlam ve dayanıklı, güzel yapması gerektiğini düşünür. Bu yönüyle bu hadis hem dünya hem de ahiret işlerini özenle yapmak gerektiğine dikkat çekiyor. Bazı çevreler, hadisin baş tarafındaki “Hiç ölmeyecekmiş gibi dünya için çalış” ifadesi halk tarafından sû-i istimal edildiği için bu hadisi inkâr ediyor. Hal­buki bu hadisin hakiki mana­sı ortaya konulup bu sû-i istimalin önlenmesi gerekirken, halkın sû-i istimalinden dolayı hadisi inkâr etmek son derece yanlıştır. Bir hata düzeltilmek istenirken başka bir hata işleniyor. “Hiç ölmeyecekmiş gibi dünya için” çalışmak gerektiğini söyle­yerek, dünyaya aşırı derecede dalıp, ahireti unutanlara, bizim, hadisin ikinci kısmı olan yarın ölecekmiş gibi ahiretine çalış cümlesini hatırlatmamız yeterlidir. Bu ifadelere benzer tarzda şöyle bir hadis daha var: “Kendini hiç ölmeyecek zanneden kişinin çalışması gibi (dünya için) çalış, yarın öleceğini zanneden kişinin korkması gibi (günahlardan) kork.”   2 Bu hadisi destekleyen benzeri başka hadisler de var. Mesela, “Sizin hayırlınız dünyası için ahiretini, ahireti için dünyasını terk etmeyendir.”   3 Bahsettiğimiz hadis, gerçi zayıf olarak rivayet edilmiştir. Fakat, bu gün bazılarının zannettiği gibi, zayıf hadis mevzu hadis demek değildir. “Mevzu hadis”, uydurma demektir ve onun peygamberimize ait olduğunu söylemek haramdır. Hâlbuki “zayıf hadis” peygamberimizden rivayet edilmekle beraber, -ekseriyetle- ravilerdeki bazı eksiklerden dolayı “hasen” veya “sahih” derecesine çıkamayan hadistir. Zayıf hadis bazı âlimlerce fıkhî meselelerde delil kabul edilmişse de âlimlerin ekseriyeti fıkhî meselelerde değil, amellerin fazileti hususunda zayıf hadisle amel edileceğini kabul etmişlerdir.4 Bu ve benzeri hadisler, İslam’ın dünya ve ahiret arasında denge kurduğunu gösteren hadislerdir. İslam ne Hristiyanların ruhbanlık anlayışı gibi tamamen dünyayı terk etmeyi, ne de Yahudilerin tapacak derecede hırsla dünyaya saldırmalarını kabul etmemektedir. İslam, insanlara hem dünya için hem de ahiret için çalışmalarını tavsiye etmektedir. Burada bu manaları teyid eden şu ayetleri de hatırlayabiliriz: “İnsanlardan öyle kimseler vardır ki ‘Rabbimiz! Bize (nasibimizi) dünyada ver’ derler; böyle kimseler için ahirette bir nasip yoktur. Onlardan öyle kimseler de vardır ki ‘Rabbimiz! Bize dünyada da iyilik, ahirette de iyilik ver ve bizi ateş azabından muhafaza eyle’ derler.”  5 Yine Kur’an’da, Karun’a nasihat edenlerin şöyle dediği zikredilir: “Allah’ın sana verdiği servet ile ahiret yurdunu ara; dünyadan da nasibini unutma. Allah sana nasıl iyilik ettiyse sen de öyle iyilik et.” 6 Aynı hakikate işaretle Üstad Be­diüzzaman 24. Söz’de şöyle der: “Âhiret ve dünya dengesini korumak ve her vakit ümitle korku arasında bulunmak maslahatı (faydayı) gerektirir ki; her dakika hem ölmek hem yaşamak mümkün olsun.” Yukarıda anlatılanlar ‘Dünya ve ahiret işlerini özenle ve ihmal etmeden yerine getirmeye işaret ederler’ demiştik. Fakat bununla kastedilen, ikisine de eşit miktarda duygularla himmet ve çaba sarf edilecek demek değildir. Çünkü Kur’an ve hadis, bize devamlı dünyanın faniliğini ve asıl yurdumuz olan ahiret için hazırlık yapmamız gerektiğini vurgular. Bu, farklı iki şekilde yapılan irşadları birleştirirsek şöyle demek gerekir: İnsan ahiret için yaratıldığından, dünyadaki bütün hayatını onu kazanmak yolunda sarf etmelidir. Fakat bunu yaparken dünya işlerini ihmal edip özensiz yaparak değil, onları da doğru ve güzel niyetlerle ahireti kazanmaya vesile yapması lazımdır. Bediüzzaman Hazretleri 9. Mek­­tup’ta, insandaki duyguların şid­detlilerinin ahireti kazanmak için, zayıflarının ise dünya iş­­le­­rini düzene sokmak için ve­ril­­diğini mealen şöyle anlatır: “Dünyaya ait işler, kırılmağa mahkûm şişeler hükmündedir; bâki umûr-u uhreviye (ahiret işleri) ise, gayet sağlam elmaslar kıymetindedir. İnsanın fıtratındaki şiddetli merak ve hararetli muhabbet (aşk) ve dehşetli hırs ve inadlı talep ve bunu gibi şiddetli hissiyatlar, ahiret işlerini kazanmak için verilmiştir. O hissiyâtı, şiddetli bir surette fâni dünya işlerine yönlendirmek, fâni ve kırılacak şişelere, bâki elmas fiatlarını vermek demektir.” İnsanlar, insana verilen manevi cihazları, duyguları, eğer nefsin ve dünyanın hesabıyla kullansa ve dünyada ebedî kalacak gibi gâfilce davransa, rezil ahlaklara ve israfa ve abesiyete sebeb olur. Eğer hafiflerini dünya işlerine ve şiddetlilerini ahirete ve manevî vazifelere sarf etse, bu duygular, güzel ahlakların kaynağı olup hikmet ve hakikate uygun olarak iki dünyada saadete sebep olur.” Müslümanların Dünyayı İmar Etmeye Çalışmaları Yanlış mıdır? Bediüzzaman Hazretleri Mes­ne­vi-i Nuriye’de şöyle demektedir: “Hayat-ı dünyeviyeye (dünya ha­ya­tına) kasden ve bizzât tevec­cüh edip (yönelip) bağlanan kâ­firin, imhal-i ikabında (azabı­nın erte­len­mesinde) ve bilakis (onun tam aksine) terakkiyat-ı mad­di­ye­de (maddî kalkınmada) mu­vaf­­fakıyetindeki (başarısında­ki) hik­met nedir? Evet o kâfir, kendi terkibiyle (farklı maddeleri bir araya getirip birleştirmesiyle), sıfatıyla Cenab-ı Hak’ça nev’-i beşere (insanlığa) takdir edilen nimetlerin tezahürüne (ortaya çıkmasına), şuuru olmaksızın hizmet ediyor. Ve güzel masnuat-ı İlahiye’nin mehasinini (ilâhî sanat eserlerinin güzelliklerini) bilâ-şuur (şuursuzca) tanzim ediyor. Ve kuvveden fiile çıkartmakla (düşünülen şeyleri fiil olarak gerçekleştirerek) garâbet-i sanat-ı İlahiyeye (ilâhî sanatların garipliklerine) nazarları celbediyor (çekiyor). Ne faide ki farkında değildir. Demek o kâfir, saat gibi kendi yaptığı amelden haberi yok. Amma vakitleri bildirmek gibi nev-i beşere pek büyük bir hizmeti vardır.”7 Demek ki kâfirler şuursuz olarak insanlığa bahşedilen nimetlerin görünmesine ve fark edilmesine hizmet ediyorlar. Her biri güzel birer ilahî sanat olan varlıklardaki güzelliklerin tanzim edilmesinde bilmeden çalışıyorlar. İlahi sanatlardaki inceliklere ve garipliklere dikkatleri çekmekle şuursuz olarak hizmette bulunuyorlar. Hem dünyanın farklı olarak değerlendirilmesi gereken üç yönü vardır. Birincisi, Allah’ı tanımak, bilmek ve onun marifetini kazanmak için dünyaya çalışmaktır ki bu tarz bir gayret övülmeye değerdir. İkincisi, ahireti kazanmaya sebep olacak salih amellerin işlenmesi için bir yerdir ki bu dahi güzeldir. Üçüncüsü, Allah’ı unutmaya sebeb olan, nefsin ve heveslerin arzu ve isteklerini yerine getirmektir ki dünyanın İslamiyet’te kötülenen tarafı işte burasıdır.   Müslümanların da dünyayı imar etmeye çalışmaları konusuna gelince, İslâmiyet, dünya için çalışmayı yasaklayan ve­ya kötüleyen bir din değildir. İs­lâ­mi­yet aşırılıklardan uzak, he­men hemen bütün kurallarında orta yolu tavsiye eden bir den­ge dinidir. Peygamberimiz Aley­hissalâtü Vesselâm “İşlerin hayırlısı orta yollu (mutedil) olandır” demekle buna işaret eder. İslâm’ın orta yolu tavsiye ettiği en önemli konulardan biri, dünya ile ahiret arasındaki dengedir. O (sav) ne bütünüyle dünyayı ne de bütünüyle ibadet ve ahireti tavsiye eder. İslâm müntesiplerine hem dünya hem de ahiret için çalışmalarını emreder. Bu hakikati teyid eden bir hadis-i şerifte şöyle buyrulmaktadır: “Sizin hayırlınız dünyası için ahiretini, ahireti için dünyasını terk etmeyendir” 8 Üstad Bediüzzaman ise bu ko­nu hakkında şöyle der: “Her bir mümin i’lâ-yı kelime­­tul­lah (Allah’ın kelâmını yücelt­­mek) ile mükelleftir. Bu zamanda [i’lâ- yı kelimetullahın] en bü­yük sebebi maddeten terakki etmek­tir (maddeten kalkınmadır). Zira ec­­ne­­bîler (yabancı devletler) fünun (fen) ve sanayi silâhıyla bizi is­­tib­dâd-ı mânevîleri (mane­vi baskıları) altında eziyorlar. Biz de fen ve sanat silâhıyla i’lâ-yı kelimetullahın en müthiş düşma­nı olan cehil (cehalet) ve fakr (fakirlik) ve ihtilâf-ı efkârla (fikir ayrışmalarıyla) cihad edeceğiz.”9 Yine bu konu ile alâkalı bir ha­dis-i şerif de şöyledir: “Ahir zaman olduğunda insanların mutlaka dinar ve dirhemi olması gerekir. Ta ki, kişi onlarla dinini ve dünyasını ayakta tutabilsin.”10 İslâmiyet’teki zühd anlayışı, mal ve dünya sevgisini kalbe sok­­­mamak demektir. Mal ve dün­­yayı bilfiil terk etmek değil­dir. Üstad Bediüzzamanın ifa­de­siyle, “Dünyayı kesben değil, kalben terk etmektir.” Bu yüzden nefsine hâkim olarak, helalinden kazanıp, kazandığını da Allah yolunda harcayanlar için peygamberimiz “Salih mal, salih kimse için ne güzeldir” buyurmuşlardır. Mevlâna Hazretleri şöyle der: “Ağzı kapalı testi, denizde yüzer. Fakat su içine girmeye başlayınca, onu dibe indirir.” Abdülkadir-i Geylanî Hazretleri de “Dünyayı kalbinden at, sonra ister eline al ister cebine koy, o sana zarar vermez” der. Başka bir zat da şöyle der: “Dünya kalbinde durup dururken, onu elinden çıkarmak zühd değildir. Gerçek zühd dünya elinde iken, onu kalbinden çıkarmaktır.” Kur’an iki zengin şahsı bize örnek olarak gösterir: Süleyman (as) ve Karun. Süleyman (as) “Bana, benden sonra hiç kimseye nasip olmayacak bir saltanat ihsan et.”11 diye Cenab-ı Hakk’a dua etmiştir. Dünya malını istemek yanlış bir şey olsaydı, bir peygamber kimseye verilmeyecek kadar bir mülkü istemezdi. Allah duasını kabul ederek dünya tarihinde kimseye nasib olmayacak bir mülk ve saltanatı ona ihsan etti. Bu saltanat onu ne gururlandırdı ne de Allah’ı ve ahireti unutturdu. Tam tersine, o, bu saltanatı Allah’ın dinine hizmette kullandı. Belkıs’ın tahtı yanına getirildiğinde o şöyle demişti: “Bu, şükür mü yoksa nankörlük mü edeceğim diye, beni imtihan etmek için Rabbimin bir lütfudur. Kim şükrederse, ancak kendisi için şükretmiş olur; kim de nankörlük ederse, bilsin ki, Rabbim zengindir, Kerîmdir.” 12 Dünya malını istemek ve sahip olmak yanlış değildir. Fakat zengin olunca azgınlaşmak yanlıştır. Buna en güzel örnek Karun’dur. Onun hakkındaki ayetlerin bir kısmı şöyledir: “Karun, Musa’nın kavmindendi. Fakat o, onlara karşı serkeşlik etti. Biz, ona, öyle hazineler ver­dik ki anahtarlarını taşımak bile güçlü kuvvetli büyük bir ce­maa­te ağır geliyordu. O vakit, kav­mi(nden mümin olanlar) ona; şöyle demişti: ‘Şımarma! Çün­kü Allah, şımarıkları, sevmez. Allah(ın), sana verdi­ği (mal­dan harcayıp) ahiret yur­du­­nu ara! Dünyadan, nasibini de unutma! Allah’ın, sana ihsan et­ti­ği gibi, sen de (insanlara sa­da­­ka vererek) ihsanda bulun. Yer (yüzünde) de, fesat arama. Çün­­kü Allah, fesatçıları, sevmez.’ (Karun) dedi ki: ‘Bu (servet), bana, ancak, bende olan ilim­­le (ilim sayesinde) verilmiştir.’”13 Dünya ve ahiret dengesiyle ilgili bazı hadis-i şerifler şöyledir: “Ahireti için dünyasını, dünyası için ahiretini terk eden, ikisini de kazanıncaya kadar sizin hayırlınız değildir. Dünya ahirete ulaştırıcıdır. (Dünyayı terk ederek) insanlara yük olmayınız.”14 “Kendini hiç ölmeyecek zanneden kişinin çalışması gibi (dünya için) çalış, yarın öleceğini zanne­den kişinin korkması gibi (günahlardan) kork.” 15 Bunlar gibi ve benzeri hadisler, İslam’ın dünya ve ahiret arasında denge kurduğunu gösteren hadislerdir. İslam, insanlara hem dünya için hem de ahiret için çalışmalarını tavsiye etmektedir. Kur’an ve hadis, bize devamlı dünyanın faniliğini ve asıl yurdumuz olan ahiret için hazırlık yapmamız gerektiğini vurgular. Bu iki farklı şekilde yapılan irşadları birleştirirsek şöyle demek gerekir: İnsan ahiret için yaratıldığından dünyadaki bütün hayatını onu kazanmak yolunda sarf etmelidir. Fakat bunu yaparken dünya işlerini ihmal edip özensiz yaparak değil, onları da doğru ve güzel niyetlerle ahireti kazanmaya vesile yapması lazımdır. Çünkü Efendimiz (asm) bir hadisinde “Muhakkak ki Allah azze ve celle, sizden birisi bir iş yaptığında o işi sağlam yapmanızı sever.”16 Kaynakça: 1- Zâriyat Suresi, 562- Abdurrauf El-Münavi. Feyzül-Kadir. c. 2, s. 12. Mektebetü’l-Ti­ca­riy­yetü’l-Kübra. Mısır. 1356, Ken­zü’l-Ummal: c. 3, s. 40. hn: 5379. Beyhaki, Askerî ve Ebu Nuaym’dan naklen.3- Kenzü’l-Ummâl. c. 3, s. 238. 6336.4- Bkz. Zafer Ahmed Et-Tehanevi. Yeni Usul-i Hadis.s.89. Tercüme İbrahim Canan. TÖV. Yayınları. 1982. İzmir. Talat Koçyiğit. Hadis Istılahları. S.467. An. Ün. İl.fak. yay. 2. baskı.1985.5- Bakara Suresi, 200-202.6- Kasas Suresi, 777- Mesnevi-i Nuriye, 2038- Kenzü’l-Ummâl, c.3, s.238, h.n: 6336.9- Hakikat, 26 Şubat 1324 (Mart 1909)10- Kenzü’l-Ummâl, h.n: 6333. (Ta­be­rânî’den naklen)11- Sâd Suresi, 3512- Neml Suresi, 4013- Kasas Suresi, 76-77.14- Kenzü’l-Ummâ, c.3, s.238, h.n: 6334.15- Abdürrauf el-Münâvî. Feyzü’l-Ka­dir. c.2, s.12; Mektebetü’l-Tica­riy­ye­tü’l-Kübra, Mısır, 1356; Ken­zü’l-Um­mâl: c.3. s.40. h.n: 5379; Beyhakî, Askerî ve Ebu Nuaym’dan naklen.16- Taberânî, Mucemü’l-Evsat, Ebu Ya’la, Beyhakî

Mustafa TOPÖZ 01 Mart
Konu resmiBereketin Anahtarı
İbadet

Bunalan ve kendini kaybeden insanın kurtuluşu, tatmin olmayan ve doymayan beşerin saadeti ve her türlü nimetin lezzet ve bereketi bismillah’ta saklıdır.  Besmele, “Rahman ve Rahim olan Allah’ın adıyla” anlamına gelen  “بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحٖيمِ” cümlesinin adıdır. Allah’ın adını anmak ve işe O’nun adıyla başlamak demektir. Besmele, Allah’ı tanımanın ilanı, müminlerin şiarıdır. Dillerin zikri, işlerin ruhu, ekmeğin bereketidir.   Allah’a güvenme ve teslim olmanın, O’nun rahmetine, rıza­sına ve bağışlamasına talip olmanın bir ifadesidir besmele. Hatırı, herkesin üstünde olan ve her an hatırlanmaya en layık olan Allah’ı hatırlamaktır. Ehl-i iman, işine besmele ile başladığı zaman Allah’ın varlı­ğını, birliğini ve sonsuz merhametini idrak edip zevk eder. Her şeyin Allah’ın emriyle halledildiğini iman ile hisseder.  *** Besmele, Allah’ın merhametine sığınmak, kudretine dayanmak demektir. Mümin iyi bilir ki Allah her şeye kâfidir. Allah, her derdin ilacıdır ve her şeye yeten ancak odur. Besmele ile mümin Allah’a müracaat edip, isteğini Allah’tan talep eder. İstediğine Allah’ın kavuşturacağına itikat eder. Mümin besmele ile hiçbir şey kendisine ağır gelmeyen bir zatın huzurunda olduğunun şuuruna varır. Onun huzurunda ümitsizlik, korku ve endişe yersizdir. Besmele Allah’a teslim olmaktır. Allah’a teslim olanı Allah mağdur, mahcup ve mahzun etmez. Allah’ın adını anmak, işe onun ismiyle başlamak, Allah’a boyun eğip ona sığınmak demektir. Allah kendisine samimiyetle eğilen hiçbir başı başka başların önünde eğdirmez. Allah-u Teâlâ işlerinde besmele çeken bir kişiye sonsuz kudretiyle yardımcı olur. Kişi, aczini itiraf ederse kudret-i ilahiyenin iltifatına mazhar olur. Zaafını fark ederse rahmet-i ilahiyenin ikramına mâsadak olur. Öyleyse, hiç kimse hiçbir işini besmelesiz bırakmamalıdır. Her işinde her şeye galip gelen Allah’tan yardım istemeli, her şeye gücü yeten Allah’a sığınmalıdır. Göğse genişlik, sadra şifa, kalbe deva besmelededir.   *** Besmele aç gözlülüğe bir deva, doyumsuzluğa bir şifadır. Besmele, yemeğin lezzeti ve bereketi, doyumsuzluğun ise ça­­re­sidir. Besmelenin hakikati ile mümin hem bedenî hem ruhî doyumsuzluklarını giderebilir. İnsanın gözünü çok mal değil, bereketli mal doyurabilir. İnsanın aç gözlülüğünü çok yemek değil bereketli bir lokma giderebilir. Besmele bereketin anahtarıdır. Bereketin ise biriktirmeyle arttırmayla alakası yoktur. Bereket dağıttıkça artan, paylaştıkça çoğalan, dolup taşan bir ihsan ve ikramdır. *** İslamiyet’e göre insan ancak terk edebildiklerine sahip olabilir. Terk edemediği ve sahiplendiği bütün birikimler aslında insanın kaybettikleridir. O halde mümin sahip olduklarının esiri değil her şeyin sahibi olan Cenab-ı Hakk’ın esiri (kulu) olmalıdır. Besmele, kişinin sahibi ve maliki olan Hz. Allah ile güçlü bir bağ kurmasına vesile olur. İnsan bu mübarek cümle ile Cenab-ı Hakk’a intisap eder. O intisap müminin dünya ve içindekilerle sağlıklı iletişim kurmasını sağlar. Bu bağ mümini dünyanın hizmetçisi olmaktan kurtarıp dünyayı müminin emrine verir. Teslimiyetteki bu sır, mümini sebeplerin minnetinden kurtarıp Allah’ın şerefli bir kulu haline gelmesine vesile olur. *** Mümin tok gözlüdür, ka­naat­kârdır. Yediğinin bereketi vardır. Çünkü müminin ağzı besmelelidir. Müminin ömrü bereketlidir. Her saati her dakikası baki âlemde cennet bahçesinin tatlı bir meyvesine mukabil gelir. Çünkü müminin her işi besmele iledir. Mümin zorluklar karşısında mukavemet sahibidir. Zorlukları yaratanı bilir ve onun adıyla zorlukların üstesinden gelir. Besmele zorlukları kolay kılar. Besmele iyiliklere ve güzelliklere açılan bir kapıdır. Kilitli kapılar besmele ile açılır. Karanlık yollar besmele ile aydınlanır. Müşkülatlar besmele ile hallolur, çözüme kavuşur. Göğse genişlik, sadra şifa, kalbe deva besmelededir. Bunalan ve kendini kaybeden insanın kurtuluşu, tatmin olmayan ve doymayan beşerin saadeti ve her türlü nimetin lezzet ve bereketi bismillah’ta saklıdır

Ahmed Hüsrev ACAR 01 Mart
Konu resmiDua Farkındalığın İkrarı Olmalıdır
İbadet

Dua, kişinin kendi durumu ile ilgili bilinçli farkındalık seviyesinde yaptığı bir gözlemi Rabbine arz etmesidir. İnsan, varlığı ve mevcudiyeti kendinden menkul bir mahluk değildir. Hiçbir varlık, kendi vücut buluşunda ne bir irade ne de bir etki sahibidir. Mahlukat, mevcudat kısacası tüm alem, tüm mükevvenat “istenmiş” yani “murad” edilmiştir. Evren, bir iradenin neticesidir. Diğer bir ifade ile alem, nihayetsiz kemal ve cemal sahibi bir Zat’ın tüm esma ve sıfatıyla, merkezinde şuur sahibi varlıkların olduğu mahlukata kendini göstermesidir. Ta ki özellikle zîşuur mahlukunun tahsin, tesbih, tekbir ve tazimi ile mukabele görsün. Mevcudiyetindeki edilgenlik durumu, insan için bir pozisyonu da zaruri kılmıştır. Bu pozisyon, kendisinden beklenen ubudiyet, şükür, zikir ve şümullü bir itaat pozisyonu olmakla beraber, aynı zamanda bu vazifeleri bihakkın eda edememe durumundan dolayı da içinde tövbe, istiğfar ve dua potansiyelini barındırır. Vahiy, yaratıcının insana, dua ise insanın yaradanına hitap etmesidir. Vahiy, Samed olan yani hiçbir şeye muhtaç olmayan ve fakat her şeyin ve herkesin kendisine muhtaç olduğu Zât-ı zü’l-Celalin şuur sahibi insana dönük hitabıdır. Dua ise, acz-i mutlak ve fakr-ı mutlak içindeki insanın Rabbisine dönük, hacetini arz etme ve bazen de af dilemek gayesiyle ifa ettiği hitabıdır. İnsanı kendisine muhatap kılan kudretin sahibi olan Rabbimiz, insana isteme, dileme ve kendini beyan etme mevkiini ihsan etmiştir. Zira bu mevkiin kendisine bu derecede lütfedildiği ikinci bir mahluk bulunmamaktadır. Tabir caiz ise, Allah (cc), kuluna “konuş” demiştir. “Seni dinliyorum” demiştir. Bu nasıl bir şeref, bu nasıl bir nimettir? Üstelik ne kadar insan varsa o kadar çeşit hitap ve istek çeşitliliğini ifade eden, diğer bir deyişle sınırsız bir hitap potansiyeli ile müşerref kılınmış olan insanın her anda, her yerde, her daim işiten bir Rabbinin varlığını bilmesi, insan için nihayetsiz bir emniyet duygusunun da vesilesidir. İnsana yalnız olmadığını, hiçbir zamanda ve mekânda çaresiz ve terkedilmiş olmadığını hissettiren Rabbi, tüm isim ve sıfatlarıyla olan kuşatıcılığını insan için imanına karşılık bir güvence gibi takdim etmektedir. Yalnız burada üzerinde durmaya çalışacağımız konu, duanın sadece bir isteme, dileme veya dilenme yolu olmadığını, aynı zamanda kapsamlı biçimde mütalaa edilmesi gereken bir zenginliğe de sahip olduğunun anlaşılmasını sağlamaktır. Duanın en kolay anlaşılacak tanımı, istemek, talep etmek ya da dua ettiğin Zat’ı davet etmektir. Ancak Kur’an-ı Kerim’e dikkatlice bakıldığında belki de en etkili duaların bu kapsamın dışında olduğunu görebilmekteyiz. Kur’an-ı Kerim’de geçen ve kabul edilmiş olan dualardan da güç alarak şu tanımı yapabileceğimizi düşünüyorum: Dua, kişinin kendi durumu ile ilgili bilinçli farkındalık seviyesinde yaptığı bir gözlemi Rabbine arz etmesidir. Dua her zaman bir isteme hali değildir. Aslında çoğunlukla farkında olma halidir. Zira, farkında olmadan, farkındalık olmadan ezber ve refleks kaynaklı isteme talepleri çoğunlukla ihlas ve içtenlikten mahrumdur. Dua, kişinin kendi özgün şartları içinde kendine dair görmesi ve fark etmesi gerekenleri algılayarak bunları Rabbine ikrar eylemesidir. Birazdan vereceğimiz örneklerle konu daha iyi anlaşılacaktır. Birinci Örnek: Yunus (as)’ın Meşhur Duası ve Zikri“Senden başka ilâh yoktur; seni tenzih ederim! Gerçekten ben (nefsine) zulmedenlerden oldum!” diye nidâ etmişti.” (Enbiya Suresi, 87) Malum süreçten sonra Yunus Peygamberin (as) denize atılması ve bir balık tarafından yutulması, bunu takiben kendisinin balığın karnında yaptığı dua. Bu dua gerçekten tabloluk bir duadır; zira dua ile ilgili “tanıma ait bir kazanımı” mümkün kılan “örnek gösterilme” gücüne sahiptir. Şimdi hep birlikte düşünelim, hatalı bir tercihle başlayan bir süreç ve balığın karnındasınız. Normal beşerî bir refleksle yapılabilecek duanın iki odak noktası olabilir. Birincisi; kurtulma güdüsü/arzusu/umuduyla “Allah’ım beni kurtar” merkezinde bir dua. İkincisi ise, balığın karnında olduğunu fark eden bir insanın artık ölümün kıyısında olduğu bilinciyle tövbe ve istiğfara ait “Allah’ım beni affet” duası. Ama Yunus (as) ikisini de yapmadı. Öyle bir dua etti ki hem kurtuldu hem de affedildi. Peki Yunus (as)’ın yaptığı duanın özelliği ve içeriği neyi ifade ediyordu? Yunus (as), öncelikle muhatabını yani Rabbini hakkıyla bildiğini ve tanıdığını ifade eden tevhidî bir dil ile “Senden başka ilah yoktur” demiştir. Ardından O’nu tenzih ve tebrie makamında en yüksek vird olan “sübhaneke” ile tesbih etmiştir. Ki burada açıktan, “sen her türlü noksanlıktan münezzehsin, sende hiçbir eksiklik yoktu”, üstü örtülü olarak da “ama bende hata çoktur” demiştir. Duanın son kısmında ise kendisinin bizzat yaşayarak tecrübe ettiği bu duayı, Yunus (as)’ın duası kılan o özel farkındalığı itiraf etmiştir; “şüphesiz ki ben kendime zulmedenlerden oldum”. Yunus (as), Allah’ım beni kurtar, beni selamete erdir, beni yutan bu balığın şerrinden beni emin kıl diye dua etmemiştir. Yunus (as)’ın duası çok daha yüksek çapta ve bir o kadar da derin bir farkındalığa işaret eden özel bir dua olmuştur. Çünkü Rabbimiz, en muhtaç olduğumuz anda bile kendi ivedi/öncelikli ihtiyacımızdan evvel, kendisini zikretmemizi ve yaşadıklarımızdan doğru dersler çıkarmış olduğumuzu yani öğrenmiş ve fark etmiş olduğumuzu görmek diliyor. Dua, bencillikten ya da kişisel ihtiyaçlara odaklanmaktan ne kadar uzaksa kabul-ü Rabbanî’ye o kadar yakındır. İkinci Örnek: Eyüp (as)’ın DuasıEyüp (as), bedenini kaplamış olan hastalıklara karşı yaklaşık on sekiz yıl sabreder. Hatta muhtereme eşinin ısrarına rağ­men, şifa dilemek yerine, dai­ma Rabbini zikreder ve eşine “Rabbim şimdiye kadar bana o kadar çok şey verdi ki, hâlâ bir şeyler istemekten haya ediyorum” der. Ta ki, hastalık onun zi­kir mahalli olan diline ve ağ­zına ilişinceye kadar. İşte o an­da, “Zarar gerçekten bana do­kundu; sen merhametlilerin en merhametlisisin, diye ni­dâ etmişti.” (Enbiya suresi, 83) Eyüp (as) kendi istirahati için değil, belki yaptığı zikir ve dualar kesintiye uğrar endişesiyle kendi farkındalığını Rabbine arz etmiştir. Görülüyor ki, Eyüp (as)’ın duasında açıktan bir şifa talebi bulunmamaktadır. Yine bencillikten uzak, yalnızca Allah için yapılmış halisane bir dua olarak Rabbe arz edilmiştir. Cenab-ı Hak, elbette kulunun ihtiyaçları ile ilgili tazarru ve niyazlarını işitmekten hoşnut olur. Bu tür dualara karşılık vermesi de kaviyyen muhtemel ve memuldür. Ama gerçek bir farkındalık ve sırf Allah’ın (cc) rızası gözetilerek yapılan duaların ind-i ilâhîdeki makbuliyeti benzersizdir. Hulasa, duada izlenebilecek bir­kaç yol vardır. Bunlardan bi­lin­dik olanı, bizden önceki in­san­ların salih olanlarının yaptık­ları ve kabul olunan, aşikâr olan dualardır ki, onlardan esinlenebilir veya aynısını edebiliriz. Ya da “El-Ferd” isminin mucibince Rabbimizin sadece bizim kulluğumuzun bir çıktısı, bir hikayesi ve bir farkındalığı olarak bize ait, bize özgü bir dua ile bizi huzurunda bulmasıdır. Kendi dualarımızı, kendi farkındalıklarımızla, kendimiz oluş­­­tu­rabilmeliyiz. Dua, aslında ha­zi­ne­sinde yüz binlerce bahar olan bir Zat’ın hazinesin­deki ih­ti­mallerden birine, bizim için ha­yat vermesi adına, niyazda bu­lun­maktır. O niyaz ne kadar sizi ve sizin farkındalığınızı ifade ederse, o nispette şirin ve makbul olacaktır diye umut ediyorum. Es’selam Men’ittebea’l-Hûdâ

Ahmet EFENDİ 01 Mart
Konu resmiÇalışmak Duadır
İnsan

İrfan MEKTEBİ 01 Mart
Konu resmiHer Yolu Denemeden Olmuyor! Demeye Hakkımız Yok
İnsan

“İnsan İçin Çalıştığından Başkası Yoktur.” Ticarette muvaffak olma konusunda şöyle farklı bir tez de vardır: “Fakirlik içinde olan bir insana çokça para da verseniz, harcayıp yeniden fakir olur. Zengin bir insanın bütün servetini elinden alsanız, çalışıp yeniden zengin olmanın yollarını bulur.” Bu tezin yüzde yüz oranında doğru olduğunu söylemek doğru olmaz. Lakin doğrulayacak, elindekini kısa zamanda tüketen nice zenginleri ya da varlığına emeği geçmemiş mirasyedi misallerini çokça görmek mümkündür. Öbür taraftan, ser­vetini belki defalarca kaybe­dip, tekrar ayağa kalkan çok tüccar misalleri de hakikaten mevcuttur. Varlığını meşru yollardan elde etmiş kimselere veya marka olmuş şirketlere baktığımızda, işin arkasında çok büyük emek­­lerin ve fedakârlıkların ol­duğunu rahatlıkla görebiliriz. Başarılı iş adamlarını tanımaya çalışırsak şöyle ortak özelliklerini de fark ederiz: Prensip sahibi, yeniliklere açık, azimli, istişare usulüne ve tatbikine ehemmiyet veren, işin ehliyle çalışan, israftan uzak yaşayan, çevresine daima adil davranma gayreti içerisinde olan, başarısına maddi-manevi katkıda bulunanlara karşı vefalı ve takdir edici, muvaffakiyeti şahsına değil ekibine veren, mütevazı yapıda insanlar olduklarını görürüz. Yani başarı, her girişimcinin değil, sünnetullaha uyanların elde ettikleri bir neticedir. Mesela, şu anda da dünyanın her yerinde araçları olan otomotiv firmalarından ilklerin, 120-130 sene evvel sahaya çıkmış olduklarını unutmamak gerektir. Bu mevzuda, adım adım, teen­ni ile ilerleyebiliyor olmak da son derece mühimdir. Yani, azimli olmak, bir gün değil; her gün yeni bir adım daha atma gayreti, “iki günü aynı olmama” çabası, mesuliyet sahibi her Müslüman tüccarın daima gözü önünde olmalıdır. Bu yöndeki çabalara İnovasyon ve Ar-Ge çalışmaları diyoruz. Özetle, sünnetullaha uymadan, sırf kendi ticari zekâsıyla ve birdenbire servet sahibi veya marka olmuş kimse gösterilemez. Bir de “Elindekine kanaat, dûn-u himmettir” der; Bediüzzaman Hazretleri. Eğer bize ticaret takdir edilmiş ve muvaffakiyet veriliyorsa, kendi kendimize karar vererek rastgele bir yerde durmamız, himmetin düşük olması olarak ifade ediliyor burada. İktifa etmeyip, daha fazlasına talip olmak ise, sahabi efendilerimizin tatbiki olan, daha fazla kazanç için dua ve gayret edip, böylece daha fazla kimseye zekât verme imkânı elde etme çabasıdır. Çünkü, zekât farzdır ve bir farz veya vacibin, bin sünnete bedel olduğu, hadis-i şeriflerde geçmektedir. Yani ticareti, sadece kendimiz veya ailemiz için bir rızık vesilesi olarak değil, belki kendimizi, ümmet için bir hizmet kapısında istihdam ediliyor olarak görmemiz, son derece kıymetlidir. Öbür taraftan, birer Müslüman olarak, meşru dairedeki bütün fiiliyatımızın, farzlarımızı yapmak kaydıyla, ibadet olduğunu da biliyoruz. Burada karşımıza, şahsi vaktimizin ve takatimizin mahdut olduğu meselesi çıkmaktadır. O zaman da daha fazla ticari muvaffakiyet için yapmamız gereken, işlerimizi ehil kimselere devretmek yani yetki vererek paylaştırmamızdır. Çünkü yüzlerce, belki binlerce şubesi bulunup, on binlerce insana istihdam sağlayan yerli-yabancı nice şirketler gözümüzün önündedir. O zaman şu soruyu kendimize sorabiliriz: Bizim sahip olduğumuz ticarethanemizin de aynı şekilde muvaffak olması neden mümkün olmasın? Onlar nasıl muvaffak oldularsa biz de olabiliriz. O zaman şu meşhur suali, kendi kendimize tekrar soralım: “Neden dünya herkese terakki dünyası olsun da bize (Müslümanlara) tedenni dünyası olsun?” Ticaret de içinde çokça ilim barındıran bir alandır. O ilme biz de sahip olur veya sahip olanlarla iş birliği yapar, ya da onları istihdam edersek, muvaffakiyet yolu bize de açılmıştır diyebiliriz. Sadece kendi tecrübelerimizle değil, faydamıza olacak herhangi bir tecrübeden de istifade etmenin yollarına bakmamız gerekir. Hz. Lokman hekime atfedilen bir sözde şöyle denir: “Ey oğul! Birçok şeyler görmüş geçirmiş, tecrübeler edinmiş kimselerle istişare et. Çünkü onun sana aktaracağı görüş, kendisine pahalıya mal olmuş, sana ise bedavaya gelmiştir.” Evet, takdir edilecektir ki bu söz son derece isabetlidir. Hatta bize bedavaya gelmese bile, o tecrübeyi satın almayı, yani gerekirse, biz de bir miktar bedel ödemeyi bilmeliyiz. Çünkü, öyle tecrübeler veya bilgi sahibi olanlar vardır ki, onlara ödediğimiz bedel, kendini fazlasıyla karşılayacaktır. En azından, o tecrübeyi kazanmak için aynı zamanı harcamak mecburiyetinde kalmamış olacağız. Güzel bir misaldir. Bir fabrikada, imalat hattındaki son derece kritik bir kazan arıza yapmış. Hemen müdahale edilmiş; lakin, çalıştırılamamış. Fabrikadaki bütün teknik personel bir araya gelmiş; fakat, saatler geçtiği halde, yine çare bulunamamış. Sorumlular, imalat gecikmekte olduğu için panik yapmaya başlamışlar. Dışardan da değişik yerlerden ustalar çağrılmış ama nafile! Öbür taraftan, kapalı makinanın açılması demek, belki, haftalarca beklemek manasına gelecek olduğundan, onu da göze alamazlarmış. En nihayetinde, bu konularda çok tecrübeli olan bir ustaya ulaşılmış. Usta, gelmiş kazanı değişik yerlerden incelemiş. Değişik yerlerine kulağını yaslayıp dinlemiş ve elindeki çekiciyle kazanın bir noktasına sertçe vurmuş, kazan gürültüyle çalışmaya başlamış. Tabii ki fabrikada, bayram havası! “Hem de çok kolay bir çare” diye düşünmüşler ve sevinmişler. Ustaya çokça teşekkür edip ora­ya kadar zahmet ettiğini ve ne kadar borçları olduğunu sor­muş­lar. Usta, fatura kesmiş. Fa­tu­ra’nın bedeli, “Elli bin yüz lira!” Tabii, çok şaşırmış ve pahalı bulmuşlar. “Ustam, bir çekiç vurmanın bedeli bu olmamalı” demişler. Usta ise, “Zaten değil” demiş ve devam etmiş: “Çekiç vurma, yüz lira. Nereye vuracağını bilmek ise elli bin liradır” demiş. Öyle ya, kolay olsaydı o kadar insandan bilen birisi çıkmalıydı. Yılların tecrübesine saygı duyarak, faturayı ödemişler. Demek ki bilgi ve tecrübe, her şeyde olduğu gibi, iş hayatında da en kıymetli olan ve saygıyı hak eden mefhumdur. Ehemmiyetine binaen, yeniden üzerinde durulması gereken bir mevzu da, maksada ulaşmakta yılgınlık göstermemektir. Yani teşebbüsümüz akim kaldıysa, yeniden denemek, belki metod değiştirmek, farklı kimselerle istişare etmek, gerekiyorsa danışmanlık almak, belki de bir zaman sonra yeniden aynı işe girişmek, istenilen maksada eriştirebilir. Nitekim talepte ısrarcı olmak, samimi olduğumuzun da bir göstergesi olacaktır. Yine şunu da unutmamak gerekir ki, dünyaca meşhur markalar, ille de arkasına siyasi veya farklı destekler almış değillerdir. Elbette ki muhtelif zorluklarla karşılaşılır ve bazıları yolunu –İslami açıdan– gayr-i meşru enstrümanlarla kolaylaştırmakta bulabilir. Fakat bu, daha teşebbüs etmeden bizi yıldıracak geçerli bir mazeret olamaz/olmamalı. Burada bize düşen vazife, bahaneleri kenara bırakıp, ticari kaideler ışığında bütün yolları deneyip, manilere mâni olmaya çalışmak ve öylece yolumuza devam etmektir. Aksi taktirde, sadece mevcut menfi misalleri göstererek teşebbüs bile etmeden atılacak adımdan vazgeçmek, hikmete muhalif olup, rahmet-i ilahiyeyi de itham manasına gelebilir. O zaman gayret bizden, tevfik Allah’tan! Haydi, şu andan itibaren, herkes yarınını bugünden daha iyi yapmaya! Ya Allah! Bismillah

İsmail ERDOĞAN 01 Mart
Konu resmiHakkın Sesleri*
Kültür ve Medeniyet

*Mehmet Akif ERSOY

İrfan MEKTEBİ 01 Mart
Konu resmiAtasözünde Sa'y: Niçin Değerli?
Kültür ve Medeniyet

“Sa’yimizi meşkûr eyle!” Madem “Din nasihattir.” Öyle ise atalar sözünü yabana atmamak gerek. Her biri gönül gözüne açılmış bir pencere olan bu kelamların bize sunduğu tefekkür manzaralarında yapılacak seyahat, ümmet şuuruyla bir olmuş aziz milletimizin tecrübelerinden hissedar olmak adına kıymet arz ettiği gibi, ecdadının yadigârına sahip çıkmak arzusunu, sünnet-i seniyeye ittiba niyetiyle, cemetmek yoluyla manevi, sevabdar büyük bir ehemmiyete haiz olacaktır. İşte, şifahi ve kitabi olarak alaka­dar olduğumuz, nefsimize hitap cihetiyle en küçük dairedeki ikâzlarda ve sair yakından uzağa bütün dairelerdeki muhataplara karşı ifa edilecek tebliğ faaliyetlerinde, her biri birer kelam-ı kibar olan bu nadide be­yanların istinad ettiği asli nakları göz ardı etmemek, borç ve vazife telakki edilmelidir. Adamın iyisi iş başında belli olur Aslolan hiçbir zaman “çalışmak” fiili değildir. Buradaki yalınlık yanlışlığa sebeptir. İbadetsiz çalışmayı ibadet gösteren nazarın hakikat noktasından uzaklaşması bundan dolayıdır. Bu, sadece “çalışma” için değil “maneviyat” sahasına nispet ettiğimiz her bir değer için geçerlidir. Elbette ki kesrette boğulmaya yüz tutmuş kemiyetten çok keyfiyeti, sözden ziyade hali ölçü almalı: “Kul bir iş yaptığında Allah, kulunun o işi güzel yapmasını sever.” hakikatini emanet bilmeli, “güzel” lafzını sünnet-i seniyeye bakan hüsn-i ahlakla şerh edip çalışma hayatına tatbik etmeli. Sünnet-i seniyyenin “hiçbir mes’elesi yoktur ki, altında bir nûr, bir edeb bulunmasın!” Akan su yosun tutmaz Sa’ye teşvik / ataletten tergib… Benzer bir söz: “İşleyen demir pas tutmaz.” Peygamber lisanından menfi cihetinin teşhisi: “Hem insanların çoğu sıhhatin ve boş vaktin kıymetini bilmezler.” Zararı: “Kişi çalışmakta kusur ederse Allah onu gam ve gussaya mübtela eder.” Reçete: “Allah’ım! Âcizlikten, tembellikten, korkaklıktan ve ihtiyarlıktan sana sığınırım.” Âmin. Elbette ki “(Kavli, fiili, hali) duanız olmazsa ne ehemmiyetiniz var?” Bakarsan bağ bakmazsan dağ olur Bağ da bizim dağ da. Bağı, bülbülü anlatmaya ne hacet? Lütuf, müjde, letafet… Ya dağ? Sıradağlar gibi sıralamış ecdad, satırlara dizilen durub-ı emsal boyunca. Sanki nefiy yapısı bulunmasa da unsuru olduğu hemen her cümle bir ikaz taşımış. Buradaki dağ’ın olduğu gibi. Sadece ashabın ve sonrakilerin değil, zaman şeridine dizili asır vagonlarındaki bütün ümmetin zaman tanzimindeki kırmızı çizgisine ne dersiniz: “Erteleyenler helak oldu.” “Hakiki ömrünü bulunduğun gün bil!” Sen işten korkma, iş senden korksun İşte mizan: “… artık (işe giriş ve) Allah’a tevekkül et! Muhakkak ki Allah, tevekkül edenleri sever.” İşte terazi: “Allah’ın adıyla, Allah’a güvendim, Allah’a dayandım, çaba ve güç gösterebilmemiz ancak Allah’ın izni iledir.” O (sav), evden çıkışlarında okumadı mı? Kendisine -ihtiyaçların karşılandı, koruma altına alındı- denilmedi mi? Şeytan uzaklaştırılmadı mı? Aynı sözler, aynı şuur ile sünnetine ittiba etmek elzem değil mi? Öyleyse “Kur’ân’ı ve sünnet-i seniyyeyi daima rehber yap!” Kısmet gökten zenbille inmez “Şüphesiz insan için, (kendi) çalıştığından başkası yoktur.” hakikati aşikârken nasıl olur da “zenbilci” olunabilir? Hem öyleleri vardır ki istirahat döşeğinde dahi olunsa kısmeti, bereketi, sevabı daim olur: “Babası için duada bulunan hayırlı evlad. Kendisinden sonra devam eden sadaka-i cariye. Kendisinden istifade olunan ilim.” Hadd-i zatında kendi çalışmasının neticesi, her üçü de… Ne diyelim: “Gayret bizden, tevfik Allah’tan!” Emek olmadan yemek olmaz / Nerede hareket orada bereket İlk kez Medine çarşısında yankılandı bu kelam: “Kişi kendi elinin emeğinden daha temiz bir kazanç elde etmemiştir.” Minnetsiz, bereketli, helal kazancın mukaddimesi oldu. Ahi’nin fü­tüv­vetnamesiyle diyarlar ve asırlar dolaştı. Mana yoluyla rahmete vesilelikle ukbaya, Cennet yemişlerine/köşklerine ulaştı. “Helalen tayyiben” Ya Rabbi! Yazın başı pişenin, kışın aşı pişer Emziren kadının emzirdiği yavrusunu unuttuğu o dehşetli gün… Nice kabir, kıyamet, mahşer, mizan, sırat menzilleriyle ilgili ihtarlar… Böyle bir günde livaü’l-hamd sancağı altında şefaatin sahibi Şefiü’l-Müznibin Efendimizle (sav) buluşmak, toplanmak… Kışımı­zı cennet-asa bir bahara çevirmenin yolunda, uhrevi çalışmalarımıza iştiyak; “Dünya ahiretin tarlasıdır.” hakikatinden neş’et etmiyor mu? “Cezakallahü hayran!” Yüklü deve dinlenmez “Nereye kadar çalış?” suali sualden olmasa gerek! Dünyaya gönderilmesinin hikmetini ve gayesini bilen için bu sual ile meşguliyet abestir. Zira “ömür sermayesi az, lüzumlu işler çoktur.” Sa’y ve ameldeki lezzet ve saadeti bilen insan için “Dünyada rahat yoktur.” Öyle değil mi ki dünyadan geçen, “berzahta istirahat eder.” Boş ite menzil olmaz Evvela ilmin şehrinden tevhid dersini tahsil eden ilmin kapısı iltifatına mazhar Hz. Ali (ra)’ın şu ikazı, sadece asr-ı saadette değil, müteakip her asırda serlevha olmamış mıdır? “Çalışanlar kötülük düşünmeye vakit bulamazlar. Çalışmayanlar ise kendilerini kötülükten kurtaramazlar.” Bir üst satırında yer alan, “Sen kendini Hak ile meşgul etmezsen…” nidasıyla baş ve gönül kulaklarımıza teveccühen... “Gûşuna mengüş eyle!” Ya İlâhenâ! Bizi, günah işleme zilletinden kurtarıp ibadet etme şerefine nail eyle. Hem bizi, helâlinle zengin edip, harama düşmekten; tâatinle meş­gul edip, günah işlemekten; lüt­funla nimetlendirip, senden baş­kasına muhtaç olmaktan mu­hafaza eyle. “Amin

İbrahim SARITAŞ 01 Mart
Konu resmiKüçük Sözler Mütalaasından Yansımalar
Risale-i Nur

İmam Bediüzzaman Said Nursi’nin eserlerini okuyan çoğu Risale-i Nur talebesi gibi, ondan istifade edenler, öğrenilen hakikatlerle birlikte birçok hikmeti bulacaktır. Tıpkı Küçük Sözlerdeki hakikatleri okuduğumda bulduğum gibi. Umarım Risale-i Nur’daki risalelerin tamamını okuyup bitirmek nasip olur. Hocamızla mütalaa sırasında, içinde (1) Bismillah, (2) Gayba İman, (3) İbadetteki Mutluluk, (4) Namaz Dinin Direğidir, (5) Hakiki İnsaniyet Vazifesi, (6) Nefis ve Mal ile Cihat, (7) Ahir Zamanda İmanın Rolü, (8) Sırları Açığa Vuran ve Ruhu Zulmetten Kurtaran Sözler ve (9) Namazın Beş Vakte Tahsisinin Hikmeti konularını içine alan 9 risale okuduk. Risale-i Nur, özellikle bu Küçük Sözleri çalışırken tahsil edilen birçok hikmet buldum. Bu yazıda, Küçük Sözlerin mütalaasında elde ettiğim dört hikmeti paylaşmak istiyorum. İlk olarak, takdim edilen tüm konularda benzer bir metot vardır. Bu metot bir hükümle başlar, ardından temsille devam eder, daha sonra hakikatler zikredilir ve son olarak alınacak ders açıklanır. İzah edilen bütün mevzular, Kur’an ayeti veya Hadis ile başlar. Dolayısıyla her bir risalenin bütün muhteviyatı, Kur’an tefsiri veya hadislerin izahıdır. Bununla birlikte, okuyucunun akıl ve kalbini tatmin edebilecek tarzda kelam, tasavvuf ve felsefe yolları mezcedilmiştir. Nur risalelerinin muhtevasını dikkatle incelersek, bir kısım risalelerde bize tasavvuf dersi verildiği yani nefis tezkiyesinin yolu görünür. Bir kısmında da sonunda bizi Allah’a, tek bir ilah ve mabuda götüren kelam ve felsefe yolu gösterilir. İkincisi, Küçük Sözleri okurken Onuncu Hüccet-i İmaniyeyi hatırlıyorsunuz. Küçük Sözlerin muhteviyatı tevhid hakikatine ulaştıran bir terbiye veya eğitim olarak özetlenebilir. Bu eser, Allah’a iman hakikati ile işe başlayarak, sizi alemlerin rabbi olan Allah’a intisap ettiriyor. İşte hilkatin en yüksek gayesi ve fıtratın en yüce neticesi budur. Yani iman-ı billah. Akabinde bu eser size yaratanı bildiriyor ve dinin hükümlerini koyanı tanıtıyor. Onun istediği en mühim ibadeti yani namazı gösteriyor. Bununla birlikte, kendimizi ve amellerimizi düzeltecek yolu açıyor. İşte insaniyetin en yüce mertebesi ve beşeriyetin en âli makamı budur. Yani marifetullah. Akabinde, Küçük Sözler, nur talebelerini bütün ümmete yüklenen teklifteki hikmetleri bulmak için teşvik etmektedir. Allah’ın bizlere emrettiği şeylerdeki hikmetleri buldukça her şeyin biz kulların ihtiyaçları için olduğunu görüyoruz. Buradan da yüce Allah’ın kullarını ne kadar çok sevdiğini görüyoruz. Risale-i Nur bize bu suretle Allah sevgisini aşılamaktadır; cin ve insin en parlak saadeti ve en şirin nimeti budur yani muhabbetullah. Allah’a iman ettikten, O’nu ta­nı­dıktan ve sevdikten sonra, elbette biz büyük bir lezzet-i ruhaniye kazanacağızdır; kalp için en safi sevinç ve en halis sürur budur. Lezzet-i ruhaniyeye vasıl olduktan sonra, belirlenen ibadetlerdeki lezzetleri fark ediyoruz. Bu lezzet-i ruhaniyedir ki, bizi hakikate ulaştırdığı için, bütün ibadet yolculuğumuza yansımakta, bize ibadeti sevdirmektedir. İşte bundan ötürü alimlerimiz ibadette kuvvetlidir. Onların başında Efendimiz (sav), ayakları şişinceye kadar ibadet etmiştir. Çünkü lezzet-i ruhaniyeye vasıl olmuşlardır. Üçüncü olarak, umumen Risale-i Nur’da ve hususen Küçük Sözlerde alemin sırlarını açan ve insanın ruhunu zulmetten kurtaran tılsımlar yer almaktadır. Bir nur talebesi olarak, aslında vicdanımız bu tılsımlara ruhumuzun ihtiyacı olduğunu gösterse de nefsimiz reddetmektedir. Sadece dünya lezzetleri ve mutluluğunu isteyen nefsimiz, ebedi hayatımızı tehdit etmektedir. Küçük Sözler, talebelerine bu tılsımları bildirmek suretiyle nefsimizin arzularını teskin etmektedir. Dördüncüsü, Küçük Sözler, ha­kikatleri gösterdikten sonra bizi tefekkür ve tedebbüre sevk ediyor. Onlardan nefsimize dersler çıkarmamızı istiyor. Nur talebeleri sıkça akıl ve kalbi tat­min eden nurlanmaya mazhar oluyor. Bununla vicdanın önündeki perdeyi kaldırıyor ve en büyük yatırımın bu hakikatle yani Allah’ı tanımak gayreti ile olduğunu fark ettiriyor. Son olarak, henüz tam vukufiyeti olmayan yeni bir nur talebesi olarak, görüyorum ki Risale-i Nur ümmet için çok kıymetli bir hazinedir. Bu eser kelam, tasavvuf ve felsefe arasında imtizaç etmiş bir ağ örmüştür ve aralarında uyumu temin eden bir yol olmuştur. Bununla beraber, tevhid hakikati bütün risalelerin temelini teşkil etmektedir. Hem kim olduğumuzu, nereden gelip nereye gideceğimizi bize göstermiştir. Risale-i Nur’dan daha fazla şeyler öğrenmem ve kendimi yetiştirmem gerekiyor. Rabbim bütün Risale-i Nur talebelerine tevfik ihsan eylesin ve dünya, ahiret yolculuğunda istikamet nasip etsin. Allah en doğrusunu bilendir. Not: Bu yazı Malaycadan tercümedir. Malezya merkezli çevrimiçi Risale-i Nur mütalaalarına Ankara’dan iştirak eden doktora öğrencisi ‘Ain Binti Mustaffa Johari tarafından, Küçük Sözler eserinin mütalaasından sonra kaleme alınmıştır  

‘Ain Binti Mustaffa JOHARI 01 Mart
Konu resmiBediüzzaman Hazretleri ve İlmi Yetkinliği
Risale-i Nur

Eserleri elliden fazla dünya dillerine çevrilen ve geniş halk kitlelerine hitap eden Bediüzzaman Said Nursi’yi gençlerimize tanıttırmak, toplumu eserleriyle buluşturmak, sahip olduğu manevi gücün yardımıyla korkmadan büyük bir cesaretle dile getirdiği ve hayata hâkim kılmak istediği Kur’an ve Sünnet için verdiği mücadeleyi gelecek nesillere aktarabilmek yaşayanların bir vazifesidir. Giriş Bediüzzaman Said Nursi Hazretleri, miladi 1877 (Rumi/ 1293) yılında Bitlis vila­ye­tinin Hizan kazası İsparit nahiyesine bağlı Nurs Köyünde dünyaya geldi. (Sikke-i Tasdik-i Gaybi, s. 9) 1960 yılının Mart ayının 23’ünde Urfa’da vefat etti. Çocuk yaşta kendisinde ilme karşı bir merak uyandı. Hocası Molla Fethullah Efendinin beyanıyla hıfz ve zekânın kendisinde cem olduğu nadide şahsiyetlerden biri oldu. Dönemin şartlarında 10-15 senede ancak ikmal edilebilen medrese tahsilini 14 yaşında tamamlayarak Doğubayazıt’ta bulunan Muhammed Celali Efendi’den icazet aldı. İlmiye sınıfının giydiği cübbeyi yaşının küçük­lüğünü gerekçe göstererek hürmeten giymedi. Ancak bu cübbeye bedel Mevlâna Halid-i Bağdadi’nin giydiği cüb­be, Kas­­ta­monu sürgünü es­na­sında Asi­ye Hanım tarafından ken­di­­si­­ne hediye edilmiş ve bu cüb­beyi giymiştir. Çocuk yaşta ilim mec­lislerinin aranan yüzü oldu. Ta­rihi süreç içerisinde “Bediüzza­man” (zama­nın eşsizi) lakabını kullanan nadide şahsiyetlerden biri oldu. Medrese, tekke ve mektep ehli arasında açılan derin görüş ayrılığını, yeni bir konseptle açmayı düşündüğü Medreset’üz-Zehra pro­jesiyle çözmeyi hedefledi. Din ve fen ilimlerinin birlikte öğ­­re­­til­mesi gerektiğini savundu. Di­ni ilimleri öğrenen mektep­liler şüpheci düşünceden kurtularak medrese ehlini yobaz görmeyecek, medreseliler de taassuptan uzaklaşıp tekke ve mekteplileri dinsizlikle suç­­la­mayacaktı. Medrese ve tek­ke­­­ler­deki eğitim sisteminin ye­ni­­lenmesi, mekteplerde de dini eğitim verilmesi gerektiği üzerinde durdu. Hayatın hemen hemen her alanına dokunan eserler telif etti. Fıkıh, tefsir, kelam, astronomi, matematik, kimya, felsefe gibi ilimlerde söz sahibi bir şahsiyet oldu. 130 parça risale telif etti. 23 senede telif ettiği bu risalelere “Risale-i Nur” adını verdi. Hayatın her alanına Kur’an’ın ve Sünnet-i Seniye’nin hâkim olması için mücadele etti. Türkiye’de uzaktan eğitimin 1957’lerde başladığı baz alındı­ğında Bediüzzaman Hazretle­ri­nin, Türkiye’de mektupla uzaktan eğitimi uygulayan ilk alim olduğunu söyleyebiliriz. Mektuplarını ve eserlerini Kur’an harfleri ile yazdı. Yeni harfleri ise bid’at olarak değerlendirerek bu harflere mesafeli davrandı. Mektuplu eğitimle beraber, teksir makinası gibi günün teknolojik imkanlarını da kullanarak eserlerini çoğalttı ve geniş kitlelere ulaştırmak suretiyle dini eğitimi kökleştirdi. Medreset’üz-Zehra ismiyle baş­lattığı eğitim projesi, metin merkezli bir projedir. Bu yö­nüyle diğer dini hareketlerden ayrılır. Talebeliğe kabule ge­tir­diği ağır şartlar, metinleri Kur’ an harfleri ile yazma mecburiyeti, sünnet-i seniyeyi ihyayı bizzat hayata yansıtmayı öncelemesi, hareketin içine batı menşe’li sızmaları önlemiş, orijinalitesini muhafaza etmesini sağlamıştır. Bediüzzaman Hazretleri, “Ben Kur’an’ın elmas ve mücevherat dükkânının dellâlıyım, bekçisiyim. Benim dükkânımda, benim pazarımda Kur’an’ın ebedî, ölümsüz elmasları vardır. Ben onları satıyorum.” (Son Şahitler, c. 2, s. 67) diyerek kendisini davasına adadı. Sürgünler, hapisler, eziyetler, defalarca zehirlenmeler onu bu davasından vazgeçiremedi. Kur’an ve Sünnet ekseninde ortaya koyduğu dava, hayatı boyunca tavizsiz devam etti. Davayı bozmak ve zehirlemek için gayet müthiş ve dessasane çalışan zındıka fikri, kendisi hayatta iken başarılı olamadı. (Lemalar, s. 187) Bediüzzaman Hazretleri’nin yüz yıl önce dile getirdiği eğitimde dini ilimlerle fen ilimleri­nin beraber okutulması olan Med­reset’üz-Zehra modeli gibi bir model, bugün Amerika gibi gelişmiş ülkelerde bile henüz hayata geçirilemeyen bir eğitim modelidir. (Gürbüz, 2014, s.329) Bediüzzaman Hazretleri’nin baş­lattığı hareket birçok yönüyle diğer hareketlerden ayrı­lır. Zamanın zarureti ile bütün me­­­sa­­i­sini imani meselelere yo­ğun­­laştırması ve imani mese­le­leri cerh edilemez güçlü delil­lerle ispat etmesi, akla önem vermekle beraber ehl-i sünnet çizgisini aşmaması, ameli konulardan ziyade imani mesele­le­rin ispatı ile kalabalık halk kit­leleri üzerinde etkili olması sayılabilir. (Tüzün, s. 22) Mektuplarını ve eserlerini toplumun hemen hemen her tabakasına hitap edecek ve problemlerine çözüm olabilecek nitelikte yazdı. Hastalığı ilahi bir nimet ve bir vazife olarak nitelediği “Hastalar Risalesi”; Gençlerin inanç problemlerini ele aldığı “Gençlik Rehberi”; Tesettür ve hanımların sosyal hayattaki yeri ve önemini konu alan “Hanımlar Rehberi”; Çocuklar için tevhit akidesini konu alan ve hikâyelerle pekiştiren “Küçük Sözler” (ilk sekiz söz); Peygamber Efendimizin peygamberliğini ve son peygamber olduğunu konu alan ve güçlü delillerle ispat eden ve geniş bir hadis koleksiyonunu içeren “Ondokuzuncu Mektub”; tevhid akidesini ele alan özellikle âlimlerin ve öğretmenlerin okumasını istediği “Asa-yı Musa” eseri; Fıkıh ve çeşitli meseleleri konu alan “Mektubat” eseri; talebe, dost kardeş ve ilminden istifade eden­lerden gelen mektuplardan oluşan ve çeşitli konuları içeren “Barla Lahikası”, “Kastamonu Lahikası” ve “Emirdağ lahikası” kitapları; aşiretlerle görüşmelerini içeren “Münazarat” risalesi; inkârcı, ateist ve mülhitleri ilzam eden ve tevhit akidesini güçlü delillerle ispat eden risalelerden “Tabiat Risalesi” ve “Haşir Risalesi”; psikolojik konuları işleyen “Vesvese Risalesi”; Üretimi ve iktisadi hayatı teşvik eden “İktisat Risalesi”; İslam kardeşliğini birlik ve beraberliğini pekiştirmek için yazılan 20 ve 21. Lem’alar ile “Uhuvvet Risalesi” ve daha birçok risaleyi sayabiliriz. Bediüzzaman Hazretlerinin İlmi Yetkinliği Bediüzzaman Hazretleri, küçük yaşlarda ilmi yeterliliğini ispatlayan bir şahsiyettir. Hocası Molla Fethullah, Said Nursi’de gördüğü fevkalade kabiliyetlerin ve ilmi yeteneğin özel bir meziyet olduğunu söyleyerek “Bediüzzaman” lakabını verdi. İstanbul uleması Said Nursi’nin “Bediüzzaman” sıfatını fazlasıyla hak ettiğini ikrar etmişlerdir. Şeyh Muhammed Celali Medresesindeki üç aylık eğitimden sonra 14 yaşında icazetini aldı. Ardından ilmi çalışmalara başladı. Bölgeyi ve halkı, makûs talihi olan eğitimsizlikten kurtarmak için yoğun mesai harcadı. 15 günde Kur’an-ı azimüşşanı hıfzetti. Akaid, Kelam, Siyer, Hadis, Tefsir, Felsefe, Kimya, Sarf-Nahiv, Hendese, Belagat vs. muhtelif konuları içeren 90 cilt kitabı ezberledi. Bu ezberini sonraki hayatında her üç ayda bir tekrarlardı. Yaptığı bu ezberi ve tekrarını şöyle ifade eder. “… tırnak kadar kuvve-i hafızaya malik bir adamın kafasında, doksan kitabın kelimatı yazılmış. Ve üç ayda, her günde üç saat meşgul olarak, hafızasının sayfasının yalnız o kısmını ancak tamam edebilmiş…” (Emirdağ Lahikası, s. 118). 18 yaşında müderrisliğe başladı. Bölgenin ve bölge halkının problemlerinin çözümünü eğitimde aradığı için bu sorunu payitahta taşıdı. İstanbul ulemasının ve dönemin bürokrat­larının dikkatini çekmek için ilginç bir yöntem kullandı. İstanbul Fatih’teki Şekerci Han’ında kaldığı odanın kapısına “Burada her müşkil hal edilir. Her suale cevap verilir ancak sual sorulmaz.” yazılı bir levha astı. (Tarihçe, Hayrat, c. 1, s. 93) Kısa sürede İstanbul ulemasının nazarını celp etti. İlmi yeterliliğine hayran kalan ulema, bu hayretlerini çeşitli vesilelerle ifade etmişlerdir. Camiu’l-Ezher Üniversitesi Mü­­­der­­rislerinden Şeyh Bahid Efendi, Bediüzzaman Said Nur­­­­­­si’ye, Avrupa ve Osmanlı ile il­gili bir soru sorar. Aldığı ce­­­­vap kar­­şı­sında “Bu genç ile mü­­­­­na­­za­ra edil­­mez. Ben de ay­nı ka­­­naat­­­­te­­­yim fakat bu kadar ve­ciz ve be­­­ligane bir tarzda ifade et­­mek an­cak di­üz­za­man’a has­tır” der. (Tarihçe, Hay­rat, c. 1, s. 96; Şahiner, 89) Büyük Müfessir Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır: “İstanbul alimlerinin gözü böyle bir alim görmemiştir” der. (Okur, s. 42) Milli şairimiz Mehmet Akif Ersoy “Viktor Hügo’lar, Şekspirler, Dekartlar edebiyatta ve felsefede Bedîüzzaman’ın ancak bir talebesi olabilirler” ifadesini kullanmıştır. (Tarihçe, Hayrat, c. 3, s. 1168) Diyanet İşleri Başkanlığı da yapan Ömer Nasuhi Bilmen: “Doğrusu ilm-i kelamda bir tecdid (müceditlik) hareketi yaptı. Onun kalbine üflüyorlardı” diye hissiyatını dile getirmiştir. (Tarihçe, Hayrat, c. 3, s. 1168; Okur, 354) Isparta’nın büyük âlimlerinden Şeyh Mustafa Efendi, düşüncelerini şöyle ifade eder: “Taftazaniler, Fahrettin Raziler birer çeşme iseler bu zat bir denizdir.” (Tarihçe, Hayrat, s. 105) Büyük alimlerimizden Ali Ulvi Kurucu: “Risale-i Nur Külliyatı, Kur’an-ı Kerim’in cihanşümul bahçesinden derilen bir gül demetidir” der. (Tarihçe-i Hayat, s. 20) Suriyeli alimlerden Muhammed Ali Es Sabuni: “Evet, o zatın ese­ri kalbe doğan ilhamlarla ya­­zıl­­mıştır” demektedir. (Tarihçe, Hay­­rat, c. 3, s. 1173; Okur, 302) Sonuç Görüldüğü gibi Bediüzzaman Said Nursi’nin ilmi yeterliliğini İstanbul ulemasıyla birlikte farklı coğrafyalarda yaşayan gerek çağdaşları gerekse yakın döneme damgasını vuran birçok âlim tasdik etmiştir. Böyle bir ilmi yeterliliğe sahip olan Bediüzzaman Hazretleri, bu meziyetlerinden övgü ile bah­setmez. Bilakis “Evet lezzetli üzüm salkımlarının hasiyetleri, kuru çubuğunda aranılmaz. İşte ben de öyle bir kuru çubuk hük­mündeyim.” diyerek açıklama­ya çalıştığı hakikatlere işaret eder. (Sikke, 223; Mektubat, 249) Bediüzzaman Hazretleri, tartışmacı yapısı, güçlü bir ikna gücüne sahip olması, korkusuz cesareti, ileri görüşlülüğü ve yaşam tarzı ile dikkatleri üzerine çekmeyi başaran bir âlimdir. Şatafata önem vermez, yerli ve milli giyinmeyi tercih eden milliyetperver birisiydi. Giyim tarzındaki bu garipliği şu cümlelerle izah eder. “Benim ahlâkım, suretim gibi ve üslûb-u beyanım, elbisem gibi gariptir, muhaliftir.” (Mektubat, 481-485) Bediüzzaman Hazretleri, hiç kimseden hediye adı altında para, zekât, sadaka ve maaş almamıştır. Aynı şekilde bunu talebelerine de tavsiye etmiştir. Hiçbir alime soru sormaması, evlenmemesi ve dünyaya hiçbir şeyle bağlanmaması, olayların üzerine cesaretle gitmesi, yapılmasını istediği şeylere kendi nefsini de katması, dini ve siyasi alan yeterliliğine sahip olması, birçok alim ve filozofun izahta zorlandıkları konularda “sehl-i mümteni” suretinde izah etmesi, iktisat ve kanaatle geçinmeyi şiar edinmesi Bediüzzaman Hazretlerini diğer alimlerden ayran bazı özelliklerdendir. (Tarihçe, Hayrat, c. 1, s. 346) Eserleri elliden fazla dünya dillerine çevrilen ve geniş halk kitlelerine hitap eden Bediüzzaman Said Nursi’yi gençlerimize tanıttırmak, toplumu eserleriyle buluşturmak, sahip olduğu manevi gücün yardımıyla korkmadan büyük bir cesaretle dile getirdiği ve hayata hâkim kılmak istediği Kur’an ve Sünnet için verdiği mücadeleyi gelecek nesillere aktarabilmek yaşayanların bir vazifesidir. Kaynakça Bediüzzaman Said Nursi ve Hayrul Halefi Ahmed Hüsrev Altınbaşak, Hayrat Neşriyat, Isparta, 2013Bediüzzaman Said Nursi İle Dördüncü Kuşak Üniversitelere Doğru, Gürbüz, Aksoy, 2014Bilinmeyen Taraflarıyla Bediüzzaman Said Nursi. Necmettin Şahiner, Nesil Yayınları, 2011Emirdağ Lahikası (Osmanlıca), Hayrat Neşriyat, İstanbulLemalar (Osmanlıca), Hayrat Neşriyat, İstanbulMektubat (Osmanlıca), Hayrat Neş­ri­yat, İstanbulRisale-i Nur Konularına Giriş, İdris Tüzün, Süeda Yayınları 2013Sikke-i Tasdik-i Gaybi (Osmanlıca), Hayrat Neşriyat, İstanbulSon Şahitler, Necmettin Şahiner, Nesil Yayınları, İstanbul, 2011Ulemanın Gözüyle Bediüzzaman, Salih Okur, Kayıhan Yayınları, İstanbul, 2011

Muhammed İbrahim TEPE 01 Mart
Konu resmiSaid Nur
Kültür ve Medeniyet

İrfan MEKTEBİ 01 Mart
Konu resmiAsıl Vatanımız Cennet
İnsan

“Muhakkak ki îmân edip sâlih ameller işleyenler ise, iman etmeleri sebebiyle Rableri, onları altlarından ırmaklar akan Naîm cennetlerinde (mükâfatlandıracağı doğru bir yol üzere) hidayete erdirir.” Cennet, Âdem (as)’ın, dolayısıyla Âdemoğlunun da vatan-ı aslîsidir. Allah’ın mümin kulları için hazırladığı mükâfat yeridir. Cennette hiçbir üzüntü ve keder yoktur. Sevinç içinde ebedi kalınacak bir yerdir. Dünyanın bin sene mesudane hayatı, cennetin bir saatine denk gelmez. Hem cennetin dahi bin senesi Allah’ın cemalini bir saat görmeye karşılık gelmez. Demek cennette nimet içinde nimet vardır. Peki, cennete girecek olanlar kimlerdir? Elbette müminlerdir. Cenab-ı Hak müminleri tanımlarken, “Onlar ki gayba inanırlar”1 buyurmuştur. Gayb; kalplerde, zihinlerde mevcut olsun veya olmasın, gözlerden gizli kalan her şey demektir. Bize gaybdan haber veren en büyük bilgi kaynaklarından birisi, hiç şüphesiz Allah’ın kelamı Kur’an-ı Kerim’dir. O halde biz de ona müracaat edelim. Rabbimiz yüce kelamında şöyle buyurur: “Allah, mümin erkeklere ve mü­min kadınlara, altlarından ır­mak­lar akan, içinde ebedî ola­rak kalıcı oldukları cennetler ve Adn cennetlerinde güzel mes­kenler vaad etti. Allah’ın rıd­vânı (râzı olması) ise daha bü­yük­tür! İşte büyük kurtuluş budur!”2 “Takva sâhiplerine vaad edilen cen­ne­tin misali şöyledir: Ora­­da (zamanla hiçbir vasfı) bo­­zul­­­mayan sudan ırmaklar, ta­dı de­ğiş­meyen sütten ırmaklar, içen­lere lezzet veren şaraptan ır­mak­lar ve safi baldan ırmak­lar vardır. Onlar için orada meyvelerin her çeşidi ve Rablerinden bir mağfiret vardır.”3 “Muhakkak ki îmân edip sâlih ameller işleyenler ise, iman et­me­leri sebebiyle Rableri, on­ları altlarından ırmaklar akan Naîm cennetlerinde (mü­kâ­fat­­lan­­dıracağı doğru bir yol üzere) hidayete erdirir.”4 “Artık, yapmakta olduklarına bir karşılık olarak onlar için göz ay­dınlığı olacak olan (nimet­ler)den nelerin saklandığını kimse bilmez.”5 Ebedi saadetin müjdecisi olan Resulüllah Efendimiz (sav) yukarıdaki ayet-i kerime­lerin tefsiri mahiyetinde şunları söylemiştir: “Allah Teâlâ, ‘Ben sâlih kullarım için hiçbir gözün görmediği, hiçbir kulağın işitmediği ve hiçbir insanın hatır ve hayal edemediği nimetler hazırladım’ buyurdu.”6 “Şüphesiz mümin için cennette, altmış mil yükseklikte içi boş inciden yapılmış bir çadır vardır. Orada müminin gidip ziyaret ettiği aileleri vardır. Fakat bu aileler birbirlerini görmezler.”7 Allah’ın yaratmış olduğu güzelliklerin keşşafı, dellalı ve seyircisi olan Resulüllah Efendimizin (sav) bunlar gibi daha birçok müjdesi varken başka delil aramaya gerek yoktur. Cennetin Tabakaları Cennet hakkındaki çeşitli ha­dis-i şeriflerden yola çıkarak cen­netin sekiz tabaka olduğu söy­lenmiştir. Cennet’in sekiz ta­ba­kası birbirinden yüksek ol­duk­ları halde hepsinin damı Arş-ı A’zam’dır. Nasıl ki koni şeklindeki bir dağın etrafında, birbiri içinde, birbirinden yüksek, zeminden zirvesine kadar daireler bulunsa; o daireler birbirinin üstündedir fakat birbirinin güneş görmelerine mani olmaz, birbirinden geçebilir, birbirine bakar. Öyle de cennetlerin buna yakın bir tarzda olduğu, hadislerin çeşitli rivayetleri işaret ediyor. Cennet’in en yüksek tabakasının Firdevs Cenneti olduğu bir hadis-i şerifte şöyle bildirilmiştir: “Şüphesiz cennette yüz derece vardır. Allah onları Allah yo­lunda mücahede edenler için ha­­zır­lamıştır. İki derece ara­sın­daki uzaklık, gökle yer arasındaki uzaklık gibidir. Siz Allah’tan cenneti istediğinizde, O’ndan Firdevs’i isteyin! Çünkü o, cennetin en ortası ve en yücesidir.”8 Bu hadiste, Firdevs’in cennetin hem en ortası hem de en yükseği olarak belirtilmesi cennetin koni şeklinde olduğu tespitini doğrulamaktadır. Cennetin sekiz tabakasının isim­­­leri, sırası ve oralara kimle­rin gireceği konusu ayet ve ha­dis­­lerde açıkça bildirilme­miş­­tir. Kur’an’da zikredilen cen­­­netin çeşitli isimlerinin bu ta­ba­ka­ların da ismi olması muh­te­mel­dir. Bu isimler ve Kur’an’daki bahisleri, sıralama olmaksızın şöyledir: Cennetü’l-Firdevs: “Şüphesiz, iman edip güzel amel işleyenler için konak olarak firdevs cennetleri vardır.” (Kehf, 107) Cennetü’l-Adn: “Şüphesiz ki, iman edenler ve güzel amel iş­le­yenler yok mu, işte onlar mah­lûkatın en hayırlısıdırlar. On­ların mükâfâtı Rableri katında adn cennetleridir ki onların alt­larından nehirler akar, orada on­lar ebedî kalıcıdırlar.” (Beyyine, 8) Cennetü’n Naîm: “Beni naim cennetine girenlerden eyle!” (Şuârâ, 85) Cennetü’l Me’vâ: “İman edip güzel amel işleyenlere gelince, onlar için me’vâ cennetleri vardır.” (Secde, 19) Dârü’s Selâm: “Hâlbuki Allah dârü’s-selâm’a çağırıyor ve O, dilediği kimseleri dosdoğru bir yola hidayet eder.” (Yunus, 25) Cennet ehli, cennetin hangi ta­ba­kasında olduğunu bilecek, fakat tabakalar arasında seyahat ve ziyaretler serbest olacaktır. Yani cennetteki herhangi biri sevgili Peygamberimiz (asm) ile görüşmekten mahrum kalmayacaktır.9 Cennetin aşağı tabakalarında olanlar dahi hadsiz nimetlere kavuşacaklar ve kimse de “Niye ben daha yukarıya çıkama­dım?” diye bir kanaatsizlik olma­ya­cak­­tır. Herkese bulundu­ğu ma­­ka­­ma razı olma duygusu ih­san edi­lecektir. Ayette geçtiği gibi Al­lah onlardan razı, onlar da Al­lah’tan (ve verdiklerinden) ra­­zı olarak cennette bulu­na­cak­­­­­lar­dır. Çünkü cennette gam, ke­­­­der, elem ve hüzün yok­tur. Kur’an’da geçtiği üzere, ehl-i cennet şöyle derler: “Sonunda (Cennete girince) derler ki: “Bizden üzüntüyü gideren Allah’a hamd olsun!”10 Kaynak: 1- Bakara, 2/3.2- Tevbe, 9/72.3- Muhammed (sav), 47/15.4- Yunus,10/9.5- Secde, 32/17.6- Buhârî, Bed’ül-halk, 8.7- Buhârî, Bedu’l-halk 8, Müslim, Cennet 23-25, Tirmizî, Cennet 3.8- Buhari, Cihad, 4.9- Geniş bilgi için bkz. Sözler, 28. Söz Cennet Bahsi, s. 17110- Fâtır, 34.

Ali CİRİT 01 Mart
Konu resmiİntihar, Din ve İslam
Aile ve Çocuk

Müslüman depresyon hastaları üzerinde yapılan incelemeler, hastaların genel depresyon belirtilerinin batıdaki belirtiler ile benzer olmasına rağmen, intihar niyetleri ve düşünceleri gibi bulguların daha nadir olduğunu ortaya çıkartmaktadır. Çünkü İslam dini, yaşama motivasyonuna doğrudan katkı sağlamaktadır. Bunun diğer adı kuvve-i maneviyedir. İntiharla neticelenen depresyon hastalığına sebep olan temel bazı sebeplere karşı İslam inanç ve anlayışının nasıl motivasyon kaynağı olduğuna ve bu sorunlara nasıl çözümler getirdiğine değinmeye çalışacağız. Günümüz psikoloji incelemelerinde intihar, bireyin duygusal, ruhsal ya da sosyal sebeplerin etkisiyle kendi hayatına son vermesi olarak tanımlanmaktadır.1 Dünya Sağlık Örgütü verilerine göre her 40 saniyede bir kişi intihar etmekte, yılda ise ortalama 1 milyon insan intihar sebebiyle ölmektedir. İn­­ti­hara yol açan sebeplerinin in­celendiği araştırmalarda, in­tihar sonucu ölenlerin %90’ında dep­res­yon tespit edilmiştir. Dep­­­resyon so­nucu intihar eden ve ölen vakalar arasında depresyon ilaç tedavisi görenlerin oranı %3’tür. Yani bu hastaların çoğu doktora başvurmamakta ve tedavi görmemektedir.2 Depresyon başlıca; hayatı anlamsız görme, düşük sosyoekonomik düzey, duygusal ilişkiler, hastalıklara maruz kalma, ebeveyn, yakın akraba ve arkadaş ölümü, madde-alkol bağımlılığı, fiziki ve cinsel istismara maruz kalma, gelecek kaygısı gibi sebeplerden kaynaklanmaktadır. İntihar ve Din Din, dindarlık, dini bağlılık gibi faktörlerin intihar davranışı üzerindeki etkileri konusunda, başta din psikolojisi ve din sosyolojisi alanlarında olmak üzere çeşitli araştırmalar yapılmıştır. Bu çalışmalardan birisi S. Stack’a aittir. Ona göre; din, ahiret inancı gibi bazı dini inançlara bağlılık intihar riskini azaltabilir. Çünkü din, insan hayatındaki gerilimleri ve sıkıntıları azaltan bir etkiye sahiptir. Dini bağlılığın kendi başına ve kendisinden dolayı intiharı engelleyici gücü bulunmaktadır. Çok ilginç bir çalışma da B. Pescosolido tarafından yapılmıştır. Ona göre; dini organizasyonlar, intihar eğilimlerini engelleyici birer sebeptir. “Bire­yin yakın çevresinde ne kadar çok dindaşı bulunuyorsa, o ki­şi dini cemaatine o kadar çok dâhil olacak ve gördüğü cemaat desteği nedeniyle intihar riskine daha az maruz kalacaktır. Bu mekanizmaya cemaat-destek mekanizması denmektedir.” Pescosolido’nun bu iddiaları, ABD verilerine dayanan birçok araştırmada test ve teyit edilmiştir.3 Hak din olan İslam’da ise bu oran çok daha düşük seviyelerdedir. Müslümanlık ve intihar etme arasındaki ilişkinin ters yönlü bir seyir izlediği tespit edilmiştir. Müslüman nüfusun daha fazla olduğu ülkelerde, intihar oranları, Avrupa ülkelerinin ortalamasından daima düşüktür. Hatta çok dikkat çekicidir ki, eşit şartlar altında yaşayan aynı ülke vatandaşları arasında Müslüman ve gayrimüslim halk arasında da oranlar, Müslümanlarda daha düşük çıkmıştır.4 Yapılan araştırmalar ve ortaya çıkan istatistiki veriler neticesinde, dinin intiharı engellemede bağımsız bir rol oynayabileceği İslamiyet örneği ile kanıtlamıştır. Avrupa İstatistik Kurumu’nun (Eurostat) 2016 yılı verilerine göre Avrupa’da en düşük intihar oranı Türkiye’dedir. 100 bin kişiye düşen intihar sayılarına bakıldığında Türkiye 34 ülke içinde 2,6 ile son sırada yer alıyor. Avrupa’da en yüksek intihar oranı 28,3 ile Litvanya’da. Bu ülkeyi Letonya (18,6) ve Slovenya (18,1) takip etmektedir. 100 bin kişiye düşen intihar sayısı Macaristan’da 17,1; Fransa’da 13,2; ya’da 11,3 ve İngiltere’de 7,2’dir Avrupa Birliğine üye 28 ülke­nin ortalaması ise 10,3’tür. Amerika Birleşik Devletleri’nde ise intihar, 15-24 yaş grubu arasında kazalar ve cinayetlerin ardından üçüncü sırada ölüm nedeni olarak sayılmaktadır.5 Motivasyon Kaynağı; “İslam” Müslüman depresyon hastaları üzerinde yapılan incelemeler, hastaların genel depresyon belirtilerinin batıdaki belirtiler ile benzer olmasına rağmen, in­ti­­­har niyetleri ve düşünceleri gibi bulguların daha nadir ol­du­­ğunu ortaya çıkartmaktadır.6 Çünkü İslam dini, yaşama tivasyonuna doğrudan katkı sağ­la­maktadır. Bunun diğer adı kuvve-i maneviyedir. İntiharla neticelenen depresyon hastalığına sebep olan temel bazı sebeplere karşı İslam inanç ve anlayışının nasıl motivasyon kaynağı olduğuna ve bu sorunlara nasıl çözümler getirdiğine değinmeye çalışacağız. a. Hastalık ve Musibetler İnsanların hastalık ve musibete uğramalarının sayısız hikmetleri ve meyveleri vardır. Örneğin hastalıklar ve musibetler gü­nah­ların affedilmesine birer amil­dir. Bu manayı te’yid eden bir hadis şöyledir: “Mümin kişiye bir ağrı, bir yorgunluk, bir hastalık bir üzüntü hatta bir ufak tasa isabet edecek olsa, Allah onun sebebiyle müminin gü­nahından bir kısmını mağfiret buyurur.”7 Yine başka bir hadiste, “Ermiş ağacı silkmekle nasıl meyveleri düşer; imanlı bir hastanın titremesi de öyle günahları silker.” buyrulmuştur.8 Hastalık ve musibetler kişiyi gafletten uyandırmaktadır. Ölü­mü hatırlatma ve insanı dai­ma müteyakkız tutmaktadır. Za­ma­­nı ve ibadeti kıymetlendir­mek­­­­tedir. Ömür dakikaları has­­­­talık zamanında birer saat bel­­ki birer gün ibadet hükmüne geçebilir. Çünkü ibadet iki kı­sımdır. Biri müspet ibadettir ki namaz, oruç vb. malum ibadetlerdir. Diğeri menfi ibadettir ki hastalık ve musibetler neticesinde kişi acz ve fakrını anlar, Rabbine iltica edip yalvarır. Bu tür ibadet halistir, riya ve gösteriş karışmaz. Böyle azim menfaatleri olan hastalık ve musibetler neticesinde şikâyet değil ancak şükredilmelidir. Zaten şikâyete de hakkımız yoktur. Çünkü hiçbir şeyin hakiki sahibi olmadığımız gibi vücudumuzun ve azalarımızın da hakiki sahibi değiliz. Öyle ise tasarruf hakkı bizde değil asıl sahibindedir. Bu hakikati akla yakınlaştıran bir misal verelim: Meselâ çok yetenekli bir terzi, güzel sanatını göstermek için, diktiği bir elbiseyi bir modele bir ücrete mukabil, bir saatçik zamanda giydirir. Onun üstünde işler ve onu halden hale sokar. Sanatını göstermek için keser, değiştirir, uzaltır, kısaltır. Acaba şu adam, ücretini aldığı halde o zata “Bana zahmet veriyorsun, eğilip kalkmakla verdiğin vaziyetten bana sıkıntı veriyorsun” diyebilir mi? Hem elbise kendisinin olmadığı halde “Beni güzelleştiren bu gömleği kesip kısaltmakla güzelliğimi bozuyorsun” demeye hak kaza­nabilir mi? “Merhametsizlik, in­­safsızlık ettin” diyebilir mi? Netice olarak şunu ifade etmeliyiz ki, hastalık ve musibetlerin perde arkasını görebilsek, bize kazandırdığı menfaatleri idrak edebilsek şikâyet, isyan, intihar şöyle dursun, Allah’a minnetle teşekkür edeceğiz. b. Rızık Hakikati Allah terbiye ve idarede eksik­likten münezzehtir. O, mah­lû­ka­ta karşı çok şefkatli ve ikram edicidir. Yeryüzünde kımıldayan tüm canlıların rız­kı Allah’a aittir.9 Tüm mah­­lû­katın rızıklarını hiç ka­­rış­­tırmadan, unutmadan, ge­cik­tirmeden ihtiyaç anında her­kese uygun maddeler ile dermektedir. Muhakkak ki Allah mahlûkat içerisinde in­ti­hap ettiği en şerefli zihayat olan insanı da unutmayacak­tır. Ancak rızık iki kısımdır; 1) Hakiki Rızık: Ayetle taahhüt altına alınan; hayatı koruyacak ve muhafaza edecek kadar olan rızıktır. Dolayısıyla hiçbir kimse rızıksız kalmayacaktır. Rızkı muhakkak her canlıya gidecektir. Peki ya gazetelerde okuduğumuz ve haberlerde izlediğimiz bu sebepden kaynaklanan ölümler nasıl gerçekleşmektedir? Yukarıda zikrettiğimiz gibi rızık taahhüt altına alınmıştır ve rızıksızlıktan ölmek durumu yoktur. Çünkü hücrelerimizde ve bedenlerimizde iç yağ suretinde depolanan rızık bir insana dışarıdan bir gıda almasa dahi kırk gün yetmektedir. İnsan vücudu konulan bu sistemi; beslenme şekli ile bozunca, ihtiyaç anında sarf edilmek üzere bekleyen bu rızkı kullanamadığından, açlık zamanında fıtratındaki bu sistemi aktive edemeyerek ölüme gidebilmektedir. Öyleyse rızıksızlıktan değil; kötü alışkanlık ve adetlerini tek etmeleri sebebiyle ölmektedirler. 2) Mecazi Rızık: Aslında mecazi olup alışkanlık, israf, görenek belası gibi sebeplerden insanda bağımlılık yapan ve zaruret hükmüne geçen rızıktır. Bu kısım taahhüd altında değildir. İhsana tabidir. Cenab-ı Hak onlarca ayette rızkı dilediğine açıp yayacağını dilediğine de kısıp daraltacağını ifade etmiştir.10 Zira O bazen de kulları arasında kömür ile elması ayırmak için imtihan eder. Bu durum ayette “Andolsun ki sizi biraz korku ve açlıkla; mallardan, canlardan ve ürünlerden eksiltmekle sınayacağız. Sabredenleri müjdele!”11 şeklinde dile getirilmiştir. Birçok ayette de görüldüğü gibi rızkın mutlak kesilmesi söz konusu değil. Ancak bazen sabır ve imtihan sırları gereği genişler ve daralır. Bu kısım rızıkta sıkıntı çekmemek ise iktisad ve kanaatledir. Binaenaleyh insan helal yoldan çalışmayı, emek göstermeyi iba­det ve dua hükmünde kabul etmeli ve Allah’ın verdiğine şükretmelidir. Eğer her türlü bela ve sıkıntının sebebi olan israf yahut hırs gösterir ve helal yoldan çalışmayı terk ederse her kapıya başvurmak zorunda kalır. Hayatını tembel, zalim ve müştekiyane olarak geçirir, belki öldürür. c. Duygusal İlişkiler Allah için, Allah hesabına olmayan muhabbet ve aşklar, yanlış ve boştur. Belki sahibine azap ve acı vermekten başka hiçbir faydası yoktur. Allah insana sevmek kabiliyetini kendi isim ve sıfatlarını sevdirmek için vermiştir. Muhabbet duygusu ihtiyari değildir. Kişi bile isteye bu duyguya kapılmaz. Ancak ihtiyar ile bir mahbuptan başka bir mahbuba yüzü döndürülebilir. Bu ise iki yolla mümkündür. Ya mecazi mahbubun çirkinliğinin gösterilmesi veya asıl muhabbete layık olan hakiki mahbuba perde veya ayna olduğunun anlaşılması ile mümkündür. Kişi kendi hayatını, anne-babasını, eşini, akrabasını, komşularını sever. Bu sevgi nasıl Allah hesabına olur? Mesela kişi, eşini yüz güzelliği ve görünüşü için sevse mecazidir, Allah hesabına değildir. Ancak o, eşini rahmet-i İlahiyenin sevimli, şirin, latif bir hediyesi olarak sevse mecazi sevgiden hakiki sevgiye inkılap eder. Bir kadının en tatlı güzelliği, ahlakının güzelliğidir. En kıymetli cemali, nurani şefkatidir.12 Aşk, şiddetli bir muhabbettir. Fâni mahbuplara müteveccih olduğu vakit o aşk kendi sahibini daimî bir azap ve elemde bırakır.13 Öyleyse depresyona, belki intihara sebep olan bu derdin çaresi, muhabbeti doğru anlamak, Allah hesabına işletmek ve Allah’a tevcih etmek iledir. d. Hayatı Anlamsız Görme Edebiyatın mühim dehalarından birisi olan Tolstoy, hayatının önemli bir kısmını ateist olarak geçirir. Ancak karşılaştığı bazı olumsuz vakalar neticesinde hayatın amacını sorgulamaya başlar. Bu soruların cevabını bulmak için bilim ve felsefeyle ilgilenmesine rağmen asla cevap bulamayan Tolstoy, neticede depresyona girer ve intiharın eşiğine gelir. Üç yıl süren bu depresyon süreci, Allah’a inanmakla sona erer. Gerçek huzur ancak Allah’a iman ile kazanılır. “Nerden geldik?”, “Neden geldik?”, “Nereye gidiyoruz?”, “Bizi buraya kim gönderdi?” gibi felsefe ve bilimin cevaplamakta aciz kaldığı tüm sorular iman ile anlaşılır. Hayatın tüm muamması iman ile çözülür. Hayatta karşılaşılan tüm olumsuzluklara iman ile mukabele edilebilir. Ölüm, musibet, hastalık, zulüm gibi zorluklara bir yaşama gayesi ile dayanılabilir. Örneğin savaş ve sömürü sebebiyle zulme maruz kalan binlerce insan kendilerini gören, duyan ve yaşadıklarından haberdar olan bir zatın varlığıyla teskin olabilirler. Bu yaşadıklarına mukabil mükâfat verecek ve zalimleri de cezalandıracak bir Allah’ın vücudu ile moral ve güç bulabilirler. Hayatın bir gayesi de imanın zorunlu bir neticesi olan ibadettir. Allah, insanları ve cinleri kendisine ibadet etmesi için yaratmıştır.14 Dinler tarihini in­­­ce­­­lediğimizde gerek hak gerek­se batıl, içinde ibadet olmayan, emirler ve yasaklar bulunmayan hiçbir dine rastlamak mümkün değildir. İbadet insanın ruhunu, iradesini ve moralini güçlendirir, stresten ve ru­hî sıkıntılardan kurtulmasında önemli rol oynar. Mal ile yapılan ibadetlerle insan, toplumda beraber yaşadığı insanlara yardım etmek ve onların ihtiyaçlarının karşılanmasında katkıda bulunmak suretiyle, insanî ve vicdanî görev ve sorumluluğunu yerine getirmenin rahatlığı içinde daima sevinç ve mutluluk duyar. e. Ebeveyn, Yakın Akraba veya Arkadaş Ölümü Ölüm ve hayat, Allah’ın insan­lardan iyi amel işleyenleri ortaya çıkarmak için yarattığı iki hakikattir.15 Allah, hayat ve ölüm neticesinde insanlardan iyi, itaatkâr ve mazlum olanları mükafatlandıracak; kötü, isyankâr ve zalim olanları cezalandıracaktır. Şüphesiz her canlı ölümü tadacak ve Allah’a döndürülecektir.16 Eğer ölüme iman nazarıyla bakılmazsa; insan hem kendisinin hem de yakınlarının fenâya, ademe, hiçliğe, zulümata, nisyana, çürümeye, dağılmaya ve kesrette boğulmaya gittiğini düşünür. Bu fiilin, failsiz bir tesadüf olduğunu kabul etmek zorunda kalır. Sevdiklerinin yok olacağını ve bir daha onları göremeyeceğini düşünerek yaşamak zorunda kalır, belki yaşayamaz ve ölümü temenni eder. İnsanın bir yakınını kaybetmesi çok üzücü ve acı bir olaydır. Ancak bu üzüntü yok oluş düşüncesinden değil, geçici ayrılıktan kaynaklanmaktadır. Zira müminler bu dünyanın bir misafirhane olduğunu, gerçek ve daimî hayatın ahirette olduğuna inanmaktadırlar. Ölüm, bu hayat vazifesinden bir terhistir. Fani dünyadan vatan-ı aslimiz olan ahirete bir sevkiyattır, bir tebdil-i mekândır. Hayatın külfetlerinden ve yorucu işlerinden azad olup, istirahate geçmektir. Vefat eden ebeveynlerimize, evlatlarımıza, akrabalarımıza, komşularımıza ve arkadaşlarımıza bir kavuşmadır. Ölüm, dünyanın bin sene me­sudâne hayatı, bir saat hayatına mukabil gelmeyen cennet hayatının ve o cennet hayatının dahi bin senesi, bir saat rüyet-i cemâline mukabil gelmeyen bir Cemîl-i Zülcelâlin daire-i rahmetine ve mertebe-i huzuruna kavuşmaktır. Depresyona sebep olacak tüm amilleri burada ayrıntıları ile işlemek pek mümkün değildir. Ancak cinsel istismar, madde ve alkol bağımlılığı, kumar bağımlılığı vb. sebeplere baktığımızda hepsi inançların yasakladığı, ahlakın reddettiği, sosyal hayatta suç niteliği taşıyan şer işlerdir. Hem ferdin hem toplumun selameti, güvenliği ve huzuru ancak iman ile elde edilir. Öyleyse “iki cihanın ve iki hayatın medar-ı saadeti, yalnız imandır.”17 Kaynak: 1- National Center For Health Statistics. Vital Statistics of The United States, 2. Mortality-Part A U.S. Government Printing Office, Washington D.C. 1968-1991.2- https://www.kimpsikoloji.com/in­ti­har-ve-nedenleri/3- B. Pescosolido, S. Georgianna, “Durkheim, Suicide and Religion: T oward a Network Theory of Suicide”, American Sociological Review, sy. 1 (1989), s. 33-48.4- M. Simpson, G. Conklin, “Socioeconomic Development, Suicide and Religion: A T esr of Durkheim’s Theory of Religion and Suicide”, Social Forces, sy. 4 (1989), s. 945-964; Yapıcı, a.g.c., s. 148.5- Davis JM, Brock SE. Suicide. in J Sendoval (Ed). Hendbook of in Crisis Counseling, İntervention, Prevention in The Schools, (İkinci Baskı), İçinde J Sendoval (Ed) Lawrence Erlbaum Associates Publishers, London., 2002, 128-132.6- Zuhal AGILKAYA, İntihar ve Din: İntihar GiriŞiminde Bulunanlar Üzerine Empirik Bir Araştırma, M.Ü. ilahiyat Fakültesi Dergisi 38 (2010/1), 173-2027- Buhari, Marda 1; Müslim, Birr 52, (2573); Tirmizi, Cenaiz 1, (966)8- Buharî, Merdâ: 13, 16; Müslim, Birr: 45; Dârimî, Rikâk: 57; Müsned, 1:371, 441, 2:303, 335, 3:4, 18, 38, 48, 61, 81.9- Hud,11/610- Zümer; 39/5211- Bakara, 15512- Sözler, 307-30813- Mektubat,2414- Zâriyât, 5615- Mülk, 67/216- Ankebut,29/5717- Asa-yı Musa, 36

Abdulkadir ERTAŞ 01 Mart
Konu resmiBizim Vazifemiz Teşrih, Tanzim ve Nurların Neşrine Çalışmaktır
Risale-i Nur

Mübarek Üstadımız vazifesini bihakkın ifa edip ahirete irtihal eyledi. Fakat Risale-i Nurlar neşr-i envar-ı Kur’aniye ve imaniye vazifesine devam ediyor. Bu vazifede Nur talebelerine düşen görev ise yalnızca yazılan risalelerin şerhi, izahı, tanzim ve talimidir. Yani yeni nesillerin nurlardan istifade edebilmelerini kolaylaştırmaktır. Türkiye’de doksan beş yıldır külliyat bazında en çok okunan eser olan Risale-i Nurlar, geçmişte olduğu gibi günümüze ve istikbale ışık tutup Kur’an’ın nurlarını yaymaya devam ediyor. Üstad Bediüzzaman Hazretleri kendisinden sonra Nur talebelerine Risale-i Nurların neşir ve intişarı hakkında şöyle bir vasiyette bulunuyor: “Halbuki bilmecbûriye bunu haber veriyorum ki, bu dü­rûs-u Kur’âniyenin dâire­si içinde olanlar, allâ­me ve müctehidler de olsalar, vazîfeleri ulûm-u îmâniye cihetinde yal­­nız yazılan şu Sözler’in şerh­­leri ve îzâhlarıdır veya tan­zîm­leridir. Çünki çok emâ­­re­lerle anlamışız ki, bu ulûm-u îmâniyedeki fetvâ vazîfesi ile tavzîf edilmişiz. Eğer biri, dâiremiz içinde, nef­sin enâniyet-i ilmiyeden aldığı bir his ile, şerh ve îzâh hâricinde bir şey yazsa, soğuk bir muâraza veya nâkıs bir taklîdcilik hükmüne ge­­çer. Çünki çok delillerle ve emârelerle tahakkuk etmiş ki, Risâle-i Nûr eczâları Kur’ ân’ın tereşşuhâtıdır. Bizler tak­sî­mü’l-a‘mâl kaidesiyle her birimiz bir vazîfe de­ruh­­de edip, o âb-ı hayat te­reş­­şu­­hâ­­tı­nı muhtaç olanlara yetişti­riyoruz.”1 Sevgili Üstadımız, Risale-i Nur talebelerinin bu ulvi hizmeti yaparken kendilerine şahs-ı manevinin ihlas ve dayanışmanın en büyük bir yardımcı kuvvet olacağını da şöyle açıklar: “Risale-i Nur, benim gibi âciz ve ihtiyar ve zaif bir biçareye bedel, genç, kuvvetli çok Said’leri içinizde bulmuş ve bulacak. Onun için bundan sonra Risale-i Nur’un tekmil-i izahı ve haşiyelerle beyanı ve ispatı size tevdi edilmiş, tahmin ediyorum. Bir emaresi de şudur ki: Bu sene çok defa ihtar edilen hakikatleri kaydetmek için teşebbüs ettimse de çalıştırılamadım. Evet, Risale-i Nur size mükemmel bir mehaz olabilir. Ve ondan erkân-ı imaniye­nin her birisine, mesela Kur’ ân kelâmullah olduğuna ve i’câzî nüktelerine dair mü­te­fer­rik risalelerdeki parçalar toplansa veya haşre dair ayrı ayrı burhanlar cemedilse ve hâkezâ, mükemmel bir izah ve bir hâşiye ve bir şerh olabilir. Zannederim ki, hakaik-i âli­ye-i imaniyeyi tamamıyla Ri­sale-i Nur ihata etmiş; başka yerlerde aramaya lüzum yok. Yalnız bazan izah ve tafsile muh­taç kalmış. Onun için va­zifem bitmiş gibi bana geliyor. Sizin vazifeniz devam ediyor. Ve inşallah vazifeniz şerh ve izahla ve tekmil ve tahşiye ile ve neşir ve tâlimle, belki Yirmi Beşinci ve Otuz İkinci Mektupları telif ile ve Dokuzuncu Şuânın Dokuz Makamını tekmille ve Ri­sa­le-i Nur’u tanzim ve tertip ve tef­sir ve tashihle devam edecek. Risale-i Nur’un samimî, hâlis şakirdlerinin heyet-i mecmuasının kuvvet-i ihlâsından ve tesanüdünden süzülen ve tezahür eden bir şahs-ı mânevî, size bâki ve muktedir bir kuvvet-i zahrdır, bir rehberdir.”2  Şimdi bu hakikatler ışı­ğında bazı hizmet ölçülerini tespit edelim. Ölçü: Nur talebelerinin vazifesi yalnız yazılan risalelerin şerh, izah ve tanzimleridir. Hazret-i Üstad, Kur’an’dan aldığı feyz ile bu asrın ve istikbalde gelecek insanların ihtiyaçlarına cevap verecek imani hakikatleri dinsizlerin yoğun baskılarına rağmen tam bir inayet altında yazmıştır. Zaman gösterdi ki yazılan risaleler, küfrün karşısında gerçekten sarsılmaz ve yıkılmaz bir kale olup ehl-i imanın mühim bir sığınağı olmuştur. Üstadın ve risalelerin mazhar olduğu bu inayetler ve küfre karşı elde edilen muzafferiyetler onların iman hususunda tavzif edildiğinin bir işareti olarak kabul edilmelidir. Mübarek Üstadımız vazifesini bihakkın ifa edip ahirete irtihal eyledi. Fakat Risale-i Nurlar neşr-i envar-ı Kur’aniye ve imaniye vazifesine devam ediyor. Bu vazifede Nur talebelerine düşen görev ise yalnızca yazılan risalelerin şerhi, izahı, tanzim ve talimidir. Yani yeni nesillerin nurlardan istifade edebilmelerini kolaylaştırmaktır. Çünkü Risale-i Nurlar, doksan beş yıl önce derin, imanî, Kur’anî hakikatleri bu zamanda çoğu insanın anlamakta zorluk çekebileceği bir dil ile yazılmıştır. Gerçi o günün şartlarında risalelerde kullanılan dil, halkın genelinin anlayabileceği açık anlaşılır bir dil idi. Fakat aradan geçen zaman ve bir kısım maniler yeni neslin nurları anlamasını zorlaştırmıştır. İşte bu sebebe binaen nur risalelerinin izaha muhtaç kısımlarının açıklanmasına, ilmi derin hakikatlerinin şerhlerinin yapılmasına, mevzu bazlı düzenlenip derlenmesine ihtiyaç vardır. Tabi bütün bunlar yapılırken aslının muhafaza edilmesi zaruridir. Çünkü Risale-i Nurdaki tesir, ekseriyetinin ilhamî ve Kur’anî olmasındandır. Ondaki lafızlar sırlıdır. Manevi pek çok hususiyetleri vardır. Şifre gibidir. Aslı bozulursa sır kaybolur. Hasiyetlerini gösteremez. Bu sebeple sevgili Üstadımız, nur talebelerine: “Sizin vazifeniz risalelerin telifi değil yalnızca tekmil, te’vil, teşrih, tavzih ve talimdir.” diyor.   (Devam Edecek) Kaynakça: 1- Mektubat 2, 312. Altınbaşak Neşriyat Osmanlıca Nüsha2- Kastamonu Lahikası, 11. Altınbaşak Neşriyat Osmanlıca Nüsha

Zafer ZENGİN 01 Mart
Konu resmiHamidiye Çeşmeleri
Kültür ve Medeniyet

Hz. Peygamber (s.a.v.)’in “En faziletli sadaka, su vermektir” tavsiyesine uyan müminler, İs­lâm’ın ilk dönemlerinden itiba­ren suyu, insanlara ve diğer can­lılara ulaştırma hususunda bü­yük gayret göstermişlerdir. Osmanlı Devletinde gerek dev­let adamları gerekse halk; suyu, iyilik ve hayır yapmanın ve vakıf kurmanın bir aracı olarak görmüşlerdir. Osmanlı İmparatorluğu’nun 34. padişahı olan II. Abdülhamid tarafından yaptırılan ve kendi adıyla anılan Hamidiye Suyolu da bunlardan birisidir. Bu tesisler İstanbul’u besleyen Halkalı, Kırkçeşme ve Taksim sularının dışında kalan küçük isale sistemlerinden biridir ve şehrin Beşiktaş, Galata-Beyoğlu bölgesine düzenli içme suyu getiren vakıf su hatlarının son halkası olarak, 1899-1902 yılları arasında inşa edilmiştir. Şehre ve Yıldız Sarayına kaliteli içme suyu sağlamak ama­cıyla “II. Abdülhamid Han Hamidiye Suyu Tesisleri” adıyla kurulmuştur. Şehre getirilen su, ishale hattı üzerinden var olan çeşmelere bağlanarak ya da yeni çeşmeler inşa edilerek halka ulaştırılmıştır. Hamidiye suyu için inşa edilen ve Hamidiye suyu ile özdeşleşen, özgün iki tip çeşme bulunmaktadır. Bunlardan ilki mermerden diğeri ise dökme demirden üretilmiştir. Bu çeşmelerin tasarımları bizzat II. Abdülhamid Han tarafından yapılmış, dökme demirden olan çeşme kendisinin yaptığı ahşap model esas alınarak, döneminin en ünlü dökümhanelerinde üretilmiştir. Bu çeşmeler son derece özenli, sanat değeri yüksek, dönemin yüksek sanat zevki ve estetik anlayışına sahip olarak üretilmiştir. Hamidiye çeşmelerinin bir çoğu maalesef kaybolmuş ve günümüze ulaşamamıştır, ulaşanların bir çoğu insan eliyle tahrip olmuş, şehirleşmenin de etkisiyle zamanın acımasızlığına yenik düşmüşlerdir; bazıları ise asıl yerlerinden sökülerek başka yerlere taşınmıştır. Hamidiye suyunun baş menbaları, Kemerburgaz’ın 2,5 km güneyinde yer alan Karakemer civarındadır. Sular 20 maslakta toplandıktan sonra Cendere terfi ve pompa istasyonundan çift kazanlı buhar makinaları vasıtasıyla Balmumcu deposunda toplanmış, sonra iki kola ayrılmıştır. Bunlardan biri Barbaros Bulvarından aşağıya devam etmiş ve Ihlamur, Beşiktaş, Yıldız Sarayı ve civarı ile Ortaköy’e kadar olan bölgeye çeşitli kollardan su dağıtılmıştır. Diğer bir kol da Balmumcu deposundan ayrılarak Mecidiyeköy’ün doğusundan, Şişli üzerinden Harbiye, oradan Maçka, Dolmabahçe, Kabataş, Fındıklı, ve Tophaneye ulaşmıştır. Taksim’den ayrılan diğer bir kol ise Gümüşsuyu, Firuzağa, Galatasaray, Tünel, Tarlabaşı, Mevlevihane, Azapkapı ve Kasımpaşa’ya uzanmış ve bu bölgelere su dağıtılmıştır. Hamidiye su isale borularında basınca dayanıklı olmayan toprak künk borular yerine, su basıncına dayanıklı demir pik borular kullanılmıştır. Bu nedenle su hattı üzerinde bir tane su terazisi yapılmış, terazi işlevli başka bir yapıya gerek duyulmamıştır. Bölgede bulunan 86 çeşme, Yıldız sarayında 30 çeşme, Dolmabahçe Sarayında 10 çeşme, isale hattı üzerindeki 7 çeşmeyle birlikte toplam 133 çeşmeden Hamidiye suyu dağıtılmıştır. Bunların dışında Hamidiye sula­rıyla beslenen çeşitli resmi kurum, kuruluş, hastahane, okul, askeri kışla ve garnizonlar ile Sütlüce mezbahanesi de bulunmaktadır. Hamidiye Kaynak Suları 1979 yılında özelleştirilmiştir; bugün İstanbul Büyük Şehir Belediyesinin ticari bir iştiraki olarak işletilmektedir. Beş asra yakın bir müddet Osmanlı Devleti’nin payitahtlığını yapmış olan İstanbul, etrafı her cihetten enfes denebilecek menba sularıyla çevrilmiş bir şehirdir. İşte bu leziz sulardan biri olan Hamidiye suyu, Sultan II. Abdülhamid Han tarafından cülusunun yirmi yedinci senesinde İstanbul halkına hediyesi ve ihsanı olmuş ve onun adına izafeten “Hamidiye” ismi ile anılmıştır. Bu tesisin bütün masrafları bizzat padişahın şahsi parasından karşılanmıştır. Bu vesileyle Abdülhamid Han’ı bir kez daha rahmet ve şükranla yad ediyoruz.

Mustafa YILMAZ 01 Mart