
Satürn gezegeninden bakıldığında Dünya bu kadar gözüküyormuş. Ne acayip değil mi? Diğer taraftan kendi küçük dünyalarımızdan baktığımızda en başta kendimiz ne kadar büyük görünüyoruz halbuki. Kendimizi ne kadar büyük görüyoruz! Bu daha acayip, değil mi? Geçen ay Miraç Gecesini idrak ettik. Efendimizin (sav) mülk alemlerini geçip ta kab-ı kavseyn denilen yere kadar gittiğini, mahiyetini bilemediğimiz o yerde Rabbimize muhatap olduğunu tekrar hatırladık. Satürn’den dünyaya baktığımızda dünyamızdaki maddi olan her şeyin ne kadar küçüldüğünü gördüğümüz gibi, bundan çok fazlasını gören, gezen ve hepsinin üstüne çıkan Efendimizin Miracı ile baktığımızda ise, O’nun (sav) mahiyetinin ve manasının ne kadar büyük olduğunu bir kez daha hatırladık. Dünya bir tarafa gidedururken bir taraftan Efendimiz Miracı ile ufkumuzu, ahlakı ile hayatımızı, Rabbine karşı duruşu ile insaniyetimizi netleştirmekte ve insaniyetin hakikatine, hakikatin künhüne kapılar açmaktadır. Ve anahtar ancak O’ndadır (sav). Büyük resme bakıp ona göre anlamlandırmalıyız hayatımızı. Varlığımızı. Hâlimizi. Yoksa zaman şeridine takılıp hızla maziye giden onca hadisat bizleri hem yormakta hem de asıl olması gereken nice işlerimizden alıkoymaktadır. Bunun için yüzümüzü hakikate dönmeli, hakikati hayatıyla tefsir edip bizlere örnek olan Peygamber Efendimize (sav) ve Sünnet-i Seniyesine sıkı sıkı yapışmalıyız. Kimin ne dediği çok da önemli değil. Gündemimizi biz oluşturmalı ve asıl gündemimizi Rabbimize karşı olan mesuliyetlerimiz olarak belirlemeliyiz. Gerisi zaten yoluna girecektir. Değilse hangi çağı yaşarsak yaşayalım, Mars’tan değil Satürn’den arsa satın alalım, insanlık her gün gündem olan problemlerden azad olamayacaktır. Fertte ve toplumda gündemi rıza-yı İlahi ile belirleyen ve iki dünya saadetinin yaşanmasına vesile olan en önemli örnek, bütün insanlık tarihi boyunca, Efendimiz (sav) olmuştur. “Ey İnsanlar! Peygamber, Rabbinizden size gerçekle geldi, inanmanız sizin hayrınızadır.” (Nisa, 170) buyuran Rabbimiz, “Peygamber size ne verdiyse, artık onu alın; size neyi de yasakladıysa, ondan hemen kaçının!” (Haşr, 7) emriyle çerçeveyi net çizmiştir. Sünneti hayatımızda hâkim kılmadığımız her gün, hem kendimiz hem de insanlık için önemli bir kayıptır!

Yedekçiler Mescidi (Bostancı Tabhane Camii) Değirmen Ocağı Camii de denilen Yedekçiler Mescidi, hasta bostancılar için Topkapı Sarayı’nın denize bakan surlarının dışında inşa edilmiştir. Banisi Sultan Süleyman Han’dır. 19. yüzyılda çizilen bir gravürde bu Yedekçiler Mescidi de görünmektedir. 1930’lu yıllara kadar ibadete açıktı. O yıllarda önce kadro dışı bırakılmış, ardından bakımsız halde kalmıştır. 1945’den sonra minaresi yıktırılmıştır. 1957 senesinde Sarayburnu’ndan geçen sahilyolu çalışmaları sırasında, yolda kalmadığı halde tamamen yıktırılarak ortadan kaldırılmıştır. Mescid, dikdörtgen planlı ve kargir yapılıydı. Ahşap çatısının üstü kiremitle örtülüydü. Tek şerefeli bir minaresi vardı. 2013 senesinde yeniden inşa edilebilmesi amacıyla tescili yaptırılmış ve projelendirme çalışmaları tamamlanmıştır. Yeniden ihya edilmesi beklenmektedir. Topkapı Sarayı’nın önünde Sarayburnu’nun en müstesna yerlerinden birinde Osmanlı mimarisinin insanî boyutunu gösteren şirin bir mescid olması hasebiyle önem arz eden bu yapının yeniden inşası, bulunduğu çevrede yani surların sahilyolu tarafında, eski devirlerin manevî havasının tekrar canlanmasını sağlayacaktır. 13 Nisan 1663 Köprülüzade Fâzıl Ahmed paşa komutasındaki Osmanlı ordusu, Avusturya’ya karşı düzenlenen sefer için Edirne’den ayrıldı Babası Köprülü Mehmed Paşa’dan iç meseleleri önemli ölçüde halledilmiş bir ülke devralan Ahmed Paşa, 18 yıl devam eden sadrazamlığı döneminde daha ziyade dış meselelerle meşgul oldu. Önce Erdel meselesini çözmeye çalıştı. Avusturyalıların Erdel prensi yapmak istedikleri Kemeny Janos (Kemyanoş) Avusturya’dan aldığı yardım kuvvetiyle Osmanlıların beyliğe getirdiği Apafy Mihaly’ye karşı harekete geçmişti. Bunun üzerine bir yandan Mihaly’ye mektup gönderirken öte yandan Yanova Beylerbeyi Küçük Mehmed Paşa’yı Erdel’i ve Apafy’yi korumakla görevlendirdi. Ardından Avusturya’ya karşı sefer kararı alındı. 13 Nisan 1663’de Edirne’den hareket eden Ahmed Paşa, Belgrad’a ulaştığında Avusturya’dan barış talebi geldi. 16 Nisan 1748 Babürlüler’in son güçlü hükümdarı Nâsırüddin Muhammed vefat etti Rûşen-ahter lakabını taşıyan Nâsırüddin Muhammed, 29 Eylül 1719’da tahta çıktı ve Seyyidler’in de yardımıyla mevkiini sağlamlaştırarak 30 yıla yakın saltanat sürdü. Saltanatı sırasında İran’daki Nadir Şah, gün geçtikçe güçlenmekteydi. Bu sebeple Babürlüler için bir tehdit oluşturmaya başlamıştı. Nâdir Şah 1738’de Kâbil’i, 1739’da da Delhi’yi işgal edip ülkeyi yağmaladı. Hindistan’ın bütün zenginlikleri İran’a taşındı. Nâsırüddin Muhammed, Nâdir Şah’ın Hindistan’dan ayrılmasından sonra içte emniyeti sağlamaya çalıştı. 1747’de Nâdir Şah’ın öldürüldüğü haberi Delhi sarayına ulaştı. Afşar ordusundaki Afganlar, Abdâlî kabilesinden Ahmed’i kendilerine şah seçtiler. Ardından Bâbürlüler’in kuzeybatı sınırlarını kolaylıkla aşarak Pencap’ı yağmaladılar. Nâsırüddin Muhammed, son çare olarak oğlunun kumandasındaki kuvvetlerini Ahmed Şah Dürrânî üzerine yolladı. Pencap-Delhi yolu üzerindeki Sirhind’de meydana gelen savaşta Bâbürlü kuvvetleri istilâcı Abdâlîler’e mağlûp oldu. Nâsırüddin Muhammed, oğlunun Afganlılar tarafından öldürülmesinden kısa bir süre sonra 16 Nisan 1748’de vefat etti. 25 Nisan 1849 Ağa Hüseyin Paşa vefat etti 1776 senesinde Edirne’de dünyaya gelen Ağa Hüseyin Paşa, 1823’de yeniçeri ağası olmuştur. Hüseyin Ağa, yenilik düşmanı olan yeniçeri ocağı ileri gelenlerini birer bahane ile ya ortadan kaldırdı veya iş başından uzaklaştırdı. Ustaların ocak içindeki nüfuzunu iyi bildiğinden odabaşıları gizlice toplayarak ocak ustalarının tahriklerine alet olmamalarını söyledi. Bu hizmetlerine karşılık 26 Ekim 1823 tarihinde vezirlikle taltif edildi ve bundan böyle Ağa Paşa unvanıyla anılmaya başlandı. Yeniçerilerin yeni talim şekillerini reddedip 15 Haziran 1826 tarihinde ayaklanmaları üzerine emrindeki sekban askerleri ve topçularla yetişerek Boğaz’ın Anadolu yakası muhafızı Darendeli İzzet Mehmed Paşa ile birlikte yeniçeri kışlalarını top ateşine tuttu. Bu hizmetlerine karşılık, üzerinde eski görevleri olduğu halde yeni kurulan Asâkir-i Mansûre-i Muhammediyye seraskerliğine getirildi. İkinci defa tayin edildiği Vidin muhafızlığı sırasında 25 Nisan 1849 tarihinde vefat etti.

Bu ay nefsi öyle bir derse koyalım ki, bırakın oruç sizi tutsun. Siz orucu tutamasanız da o sizi bırakmaz. Ya da geçip gitse de Ramazan’la sizden, sizde ömür boyunca taşıyacağınız güzellikler bırakır. Öyledir ya sevilenler giderse sevildiklerine alâmet, hâtıralarının gönülde taşınması, halde görünmesidir. Öyle bir sevelim ki Ramazan’ı diğer aylar hürmetle baksın,“Ramazan gelmiş sana ama senden hiç gitmemiş” diye Ramazan, “Her şeyi senin için yarattım” hakikatine, “Senden ve senin için olandan gayrı her şeyi senin için terk ettim” demenin oruç üslubudur. Ramazan kelamdır, satır satır yazılır ömrümüze; 11 aydan daha nurlu daha letafetli mürekkep ile. Ramazan ittihad taşır, vahdet tecellileri görünür her sathında ümmetin. Ramazan azim bir sır taşır bağrında; insan o sırla iftar nimetlerine vuslatın lezzetini alır, o sır ile kucaklar sahur rahmetini. Ramazan, şükrün tadını ziyadeleştirir. Zira varlığı, ünsiyet verenin yokluğu ile bilinir kıymeti. Yoklukta verilen varlık, eşsiz bir şükrü kazandırır ardından. Bir şeyin kıymeti ancak zıddıyla bilinir çünkü. Ramazan, bin aydan hayırlı bir vuslat taşır bağrında. O vuslata erenler, hakiki visale erenlerdir. Ramazan Ezan-ı Muhammedi’ye kulak hasreti yaşatır akşam burcunda zamanın, tekbirler nakşeder gönüllere. Ramazan; oruç, namaz, teravih, sahur, iftar, kadir gecesi ile dostane gelir her sene ömrümüze. Ve dostlarıyla beraber karşılanmak ister; çünkü dost dostsuz olmaz… Ramazan bizle orucu barıştıran arabulucu olur. Öyle ki sair vakitlerde midenin kapıcısı olan dilimizi bir nimet müfettişi kılar. Her nimette bir tefekkür, her nimette bir şükür ihsas eder kalbe.. Ramazan, orucun tablacılığını yapar. Sair aylarda dünya meşgalesinden gaflet hanesine saklanan insan, hakikat güneşine kapatır perdelerini. Bazen unutur dışarıda yeşeren baharı. Ramazan’da ise hep birlikte çıkılarak o hanelerden, Rahmanın sofrasına icabet edilir akşam vakitlerinde. Büyük bir ziyafete hep bir dilden “Biz geldik ya Rabbi” demek gibidir, lisan-ı hal ile. Hakiki nimet vereni, o sofraya oturduğumuzda görürüz. Hani evvelki günler rızkımız maaşımızdan, işimizden vs.den gelir sanırdık, unuturduk “Rezzak” ismine malik kim? Biz kime nasıl teşekkür ederiz? İşte Cenab-ı Hak bu ayda verir şükrün anahtarını. Hakiki nimet verenin kendisi olduğunu gösterir, nimetlerin kıymetini bildirmekle… Öyle ki o orucun iftarında tadılan ekmek dahi nice yemeklere bedel kıymet kazanır. Hâl böyle olunca o kıymet içindeki şükr-ü maneviyi bizlere gösterir. Sofraya çağırılmıştık değil mi? Oturuyorduk daha, kalkmamıştık. Birkaç lokma hakikat daha yiyelim öyleyse. Biz yudumlarken suyumuzu serinleye koysun içimiz kolay değil, çünkü tüm gün susuzduk. Biz, sofradan ziyade orucun dizinin dibine oturduk aslında. Mükellef olduğumuz o şefkat hissi ile “Komşusu açken kendisi tok yatan bizden değildir” hadisi düşüverince gönlümüze, “Bugün bir açı doyurabildik mi?” sorusu da akıldaki yerini alıverdi. Zira oruç tokluktan tokluğa bir nefes molası vermek değil, aç kalarak halden anlamaktır. Sofraya tek oturmamıştık, nefsimiz de bizimleydi. Öyleyse onun payını koyalım tabağına. Hani bir tabir vardır “karnı tok sırtı pek” diye. Başka günlerde böyle olunca kendini kendinin efendisi sanan nefsimize nasıl da ihtar etti oruç: “Sen malik değil memluksün! Hür değil kulsun! Emir olunmasa yanı başındaki suya dahi elini uzatamayacak kadar iktidarsızsın öyleyse kulluğunu bil!” diye. Ramazan, aslında bir yıl beklediğimiz öğretmendir, 30 günlük ders veren. Evet, öğretir Ramazan; Kulluğu, aczimizi, fakrımızı, kusurumuzu, sevmeyi, sevilmeyi, gönül almayı, komşuluğu, kardeşliği, dostluğu, yardımlaşmayı, komşumuz açken tok yatmamayı, vicdanı, merhameti, gafletten unuttuklarımızı öğretir hatırlatır. Başka zaman sanki çelikten, sanki demirdenmişiz de zarar gelmezmiş, hiç ölmeyecekmişiz gibi hareket edip dünyaya koşan yanımızı, oruç terbiye eder Zayıf düşen vücudumuza hatırlatır, ne derece muhtaç olduğumuzu. Oruç, tutar nefsimizi, günah sıcağından alıp arşın rahmet gölgesine acz ile fakr ile tevazu ile halisane oturtur. Umumi bir kulluğa bürür yeryüzünün birçok yerini. Sanki bu ay, yeryüzü yaklaşmıştır semaya edebinden. Ve umumi mescidden yükselir Kur’an-ı Azimüşşanın ayetleri. Kelamların en güzeli sükûnet verir kalplere. Günler sonra bir gün o sofradan sizi bin aydan hayırlı bir geceye kaldırırlar. Melekler saflara dizilmiş bu nurdan huzmeyi seyre dalmıştır. Eğitim sona ermekte, son fırsattır bu sunulan önümüze. O fırsatı değerlendirmek ancak Ramazan’ı değerlendirebilmekle mümkündür. Mesela öyle mükemmel bir oruç tutulmalıdır ki; mide gibi duygulara, göze, kulağa, kalbe, hayale, fikre ve diğer hasselerimize de tutturulsun. Peki, mideden aç kalmak niye? Hani bilinen bir rivayet vardır, biz de tekerrürde kuvvet vardır diyerek yeniden analım: Üstad Bediüzzaman Hazretlerinin bu hikâyeyi anlatırken kullandığı çok hoş bir tabir vardır: “Ramazan-ı Şerifin orucu doğrudan doğruya nefsin mevhum rububiyetini kırmak ve aczini göstermekle ubudiyetini bildirmek cihetindeki hikmetlerinden bir hikmeti” diye. Hikâye şöyledir: Nefis, yaratıldığı vakit Rabbini tanımak istemez. Kendi kendine yaşamak, kendini idare etmek kendi benliğinin firavunu olmak ister. İmtihan sırrınca çeşitli azaplar çektirilir. Düşündüğümüzde, buradaki azap da merhametten. Mesela bir çocuk inatla ateşi ellemek istese, biz her ne kadar uzaktan “Yapma!” desek de çocuk inatla elini uzatır, biz sakındırmak için zarar görmesin diye vuruveririz ya, işte buradaki hikmet de o nefsin terbiyesidir. Bu terbiyenin faydası, nefsin kendine. Zira o nefis o halde inerse yeryüzü gurbetine, kendi kendine helak olur, kendi kendine zararı dokunur, çok sıkıntı çeker. Bencilliği yüzünden kendisindeki güzellikler görülmez; hem göremez acı çeker, kalben ve ruhen karanlıkta kalır. İşte o terbiye amaçlı o azaplar çektirilir. Hani hadiste vardır Cenab-ı Hak nefse demiş: “Ben kimim, sen kimsin?” Nefis demiş: “Ben benim, sen sensin.” Çeşitli azapları çektirmiş, sonra yeniden sormuş: “Ben kimim, sen kimsin?” Yine demiş: “Ben benim, sen sensin.” Sonra açlıkla, azap vermiş Cenab-ı Hak, yine sormuş, nefis demiş: “Sen benim Rabb-i Rahimimsin, ben senin aciz bir abdinim.” Ramazan öğretmendir, her gün bir ders saati. Bu durumda Ramazan’ın orucu yemek içmekten kesilmek değildir sadece. Oruç, Allah'ın razı olmadığı ve yasak ettiği ne varsa uzak durmaktır. Tam gıybet edecekken “Ben orucum”, öfkelense “Ben orucum”, birine kızacakken, kıracakken bir kalbi “Kardeşim ben orucum” demek. Neye orucuz böyle? Biz, Allah’ın yasak ettiklerini kalbimize, aklımıza, ruhumuza yedirmemeye orucuz. Bu orucun iftarı yok, mükâfatı ise çok. Hem de iki cihanda. Sormuştuk, niye aç susuzuz? Hani yukarıda anlattığımız gibi, diğer orucu kolay tutabilmek için nefsi halsiz bırakmak lazım. Tam günaha kalkışacak olan nefsin, başını kaldıracak mecali olmadığından senin ibadetine razı bir halde boyun bükmesi lazım. Yoksa maazallah Mevlana’nın hikâyesinde anlatılan ejderha gibi yutuverir bizi. Bu ay nefsi öyle bir derse koyalım ki, bırakın oruç sizi tutsun. Siz orucu tutamasanız da o sizi bırakmaz. Ya da geçip gitse de Ramazan’la sizden, sizde ömür boyunca taşıyacağınız güzellikler bırakır. Öyledir ya sevilenler giderse sevildiklerine alâmet, hâtıralarının gönülde taşınması, halde görünmesidir. Öyle bir sevelim ki Ramazan’ı diğer aylar hürmetle baksın, “Ramazan gelmiş sana ama senden hiç gitmemiş” diye. 30 günlük eğitim bittiğinde sair 11 ayda o eğitimin semereleri görünsün üstümüzde. Bu ay hava sıcak, ders çok, imtihan var gibi sebepler olmasın mazeretimiz. Çünkü biz ona hakkıyla sarılırsak, gönül serin olur, işe suhulet gelir, dimağa genişlik verir, ve nurdan rayiha yayılır. Hadi bu ay bir derdimiz olsun, bir başlangıç, bir milad olsun; ömrümüzden öyle bir tutsun ki bizi oruç, kulluk makamına erelim, Ümmet-i Muhammed’i (sav) dualarda sürekli hatırlayıp muavenet ve tesanütlerle, uhuvvetle geçirelim bu ayı. Savaşta olan, aç olan, zulüm gören kardeşlerimizi unutmayalım. Kardeşlerimize öyle bir kardeş olalım ki “sıddık” desinler, “vefalı” desinler arşta. Öyle bir kul olalım ki “affedilenler” listesine yazdıralım adımızı. Ramazan medresesinden mezun olduğumuzda, “kul olmuş” desinler arş-ı alâda, “Razı olunmuş” desinler. Cenab-ı Hakk’ın razı olduğu, olacağı bir Ramazan geçirmek ve içinde taşıdığı visale erebilmek duasıyla Ramazan-ı Şerifimiz mübarek olsun!

Her neye baksa gözün bil sırr-ı Sübhân andadurHer ne işitse kulagun mağz-ı Kur’ân andadur “Okumak” fiili üzerine çok serd-i kelam eylendi. Hususen, talim terbiyenin olmazsa olmazı, denildi. Sadece satırlarda değil, “kün” emrine mazhar olmuş tüm mevcudat üzerinde icra edilmesinin ehemmiyeti dile getirildi. Sonra tüm okumaların insanla irtibatına, ferd ferd yola çıkılıp içtimai hayata nüfuz eden tesirine bakıldı. Ve lakin… Tüm bu okumanın/kıraat düşünmeye/tefekkür kaynak/medar geniş fikir coğrafyasında ve cevelan ettiği hissiyatımızda, öyle bir kaynak/menba tesbit etmeliyiz ki; söz/kelam ve eylem/fiil meyveleri de o nisbette tatlı ve güzel olsun. Ki bu meyveleri değer değer toplayabilelim. O menba Kelamullah’tır. Ceziretü’l-Araba bakalım; seyredelim. Hira’da âlemlere rahmet olarak gönderilen Peygamberimizin (asm) yanı başında olarak “İkra!” hitabına verilen cevabı talim edelim. Ayet ayet, sure sure nazil oluşunu takip edelim sonra. Ashabın teslimiyetini, küffarın acziyetini on dört asır mesafeden ahirzamandan iman dürbünüyle seyredelim. En büyük mucizenin/Kur’an’ın imana olan tesirini kalplerimizde tekrar duyalım. Misafir olalım, Fahr-i Kâinatın (asm) ders halkasına/talimine. Kalplerin ve ruhların irşadını müşahede edelim; Mescid-i Nebi’nin köşesinde, Suffa rahlesinin başında. Allah Resulünün (asm) dilinden dinledikleri Allah kelamından akıl ve kalb pencerelerinden esen imanın tatlı rüzgarına/nesimine açalım göğüslerimizi. Bazen bir tek saatte alınan nebevi dersten muallimliğe geçilen o kuvvetli ve kıymetli dersleri dinleyelim. Gezelim Asr-ı Saadet-i adım adım. Suffa’dan ve şehirlerin en medenisinden/Medine’den dünyanın dört bir yanına, ülke ülke, kıta kıta serpilen risalet dersini almış talebeleri takip edelim. Kalbleri ve akılların tevhidin mührüyle nasıl birleştiğine, tevhid sancağı altında nasıl ‘bir’ olunduğuna bakalım. Asır asır takip edelim sonra aynı çizgiyi. Haykıran cihanşümul İslam devletleri, bu ruhun yaşa(tıl)dığının şahidi değil midir? *** İstiyoruz ki, Ehl-i iman okusun. Böylelikle ilmi talim, hayatı tahsil etsin. Hem sadece satırda yazılanları değil, kendini de okusun, kâinâtı da okusun. Bu okumalarla merhale merhale Rabbine yaklaşsın. Sonrasında marifet, muhabbet ve dahası… Hem istiyoruz ki, Sadece ferdlercesine değil, bütün bir milletçesine, ümmetçesine olsun bu okumalar. Kokusu bir çiçeğe değil koca bahçeye sinsin bu okumaların. İstiyoruz da… Tüm okumalarımıza ruh veren hayat olan Kelamullah’a, gözlerimizi ve kalblerimizi ne kadar açabiliyoruz? Sözün kısası, hayatımızın merkezine aldığımız (almak istediğimiz) Allah kelamı, hayatımıza (sünnet-i seniyyeye ittiba ile) ve nazarlarımıza (imani tefekkürle) yön verebiliyor mu? Tüm okumalarımızın kaynağı, menbaı olabiliyor mu? İşte o zaman Her okumak bir değer olacaktır. Her okumak hakiki manada okul olacaktır. Başta Asr-ı Saadette gördüğümüz üzere… Ya İlahi! Her vakit, hususen şuhur-u selasede, bahusus Ramazan-ı Şerif’te Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyanın nurundan istifademizi, Sünnet-i Seniyyeye ittibaen ve ihlas ile onu okumak ve anlamakla ziyadeleştir. Âmin.

“De ki, o iman edenler için bir hidayet ve bir şifadır” Kur’an-ı Kerim, Allah’ın gönderdiği semavî kitapların sonuncusudur ve Hâtemü’l-Enbiya (asm)’a indirilmiştir. Yüce kitabımız Kur’an gerek hafızların hafızalarında gerekse yazılmış nüshalarda bir harfi bile değişmeden günümüze kadar korunmuştur. Aslını kaybetmeden de muhafaza edilecektir.1 Allah’ın koruması altındaki Kur’ an-ı Mucizü’l-Beyan, maddi ve manevi şifa kaynağıdır. Sevgili Peygamberimiz (asm)’ın İhlas, Felak ve Nas gibi bazı sureleri şifa niyetiyle okuduğuna dair rivayetler vardır. Bir hadis-i şerif’te (Hazret-i Aişe (ra) validemiz anlatıyor:) “Resulüllah (asm) vefatından önce hastalandığı zaman muavvizeteyni2 ve İhlas suresini okuyup kendine üflerdi. Hastalığı şiddetlendiği zaman bu sureleri ben okuyup ona üflerdim.”3 Diğer bir hadiste, “Bir gün hasta bir adam Peygamberimize (asm) geldi. Vücudundaki elem ve acıdan şikâyet etti. Resulüllah (asm) ona dedi ki: “Elini vücudunun ağrıyan yerine koy ve üç defa muavvizeteyn surelerini oku!”4 Konuyla ilgili Bediüzzaman Hazretleri, “Demek o hurufların okunması ve yazılmasıyla maddi ilaç gibi şifa ve başka maksadlar hâsıl olabilir”5 tespitinde bulunmuştur. Kur’an-ı Kerim’de geçen şu altı şifa ayeti Kur’an’ın şifa olduğuna açıkça işaret etmektedir: وَيَشْفِ صُدُورَ قَوْمٍ مُؤْمِنٖينَۙ 1. “(Bu vesile ile Allah) müminlerden bir topluluğun gönüllerine şifa verir.”6 وَشِفَٓاءٌ لِمَا فِي الصُّدُورِ وَهُدًى وَرَحْمَةٌ لِلْمُؤْمِنٖينَ 2. “Gönüllerde olana bir şifa ve müminler için bir hidayet ve bir rahmet (olan Kur’an’dır).”7 يَخْرُجُ مِنْ بُطُونِهَا شَرَابٌ مُخْتَلِفٌ اَلْوَانُهُ فٖيهِ شِفَٓاءٌ لِلنَّاسِ 3. “Onların (o arıların) karınlarından renkleri muhtelif bir içecek çıkar ki, onda insanlar için bir şifa vardır.”8 وَنُنَزِّلُ مِنَ الْقُرْاٰنِ مَا هُوَ شِفَٓاءٌ وَرَحْمَةٌ لِلْمُؤْمِنٖينَ 4. “Hem Kur’an’dan öyle şeyler indiriyoruz ki, o müminler için bir şifa ve bir rahmettir.”9 وَ اِذَا مَرِضْتُ فَهُوَ يَشْفٖينِ 5. “Hem hastalandığım zaman da bana O (Allah) şifa verir.”10 قُلْ هُوَ لِلَّذٖينَ اٰمَنُوا هُدًى وَشِفَٓاءٌ 6. “De ki, o iman edenler için bir hidayet ve bir şifadır.”11 Kur’an-ı Kerim Maddi Hastalıklara Şifa Olduğu Gibi Manevi Hastalıklara da Şifadır Kur’an’ın maddi hastalıklarımıza şifa olmasının yanında, asıl manevi hastalıklarımıza şifa olması daha büyük bir önem arz etmektedir. Bu hususta Bediüzzaman Hazretleri Birinci Şua’da zikrettiği Fussılet Suresi 44. ayette geçen [قُلْ هُوَ لِلَّذٖينَ اٰمَنُوا هُدًى وَشِفَٓاءٌ] “De ki, o iman edenler için bir hidayet ve bir şifadır” ayetinin şifalı bir ayet olduğunu, çok zamandır dertlerinin devası ve ilacı olduğunu söyledikten sonra şöyle devam eder: “Eczahâne-i kübrâ-yı İlahîye olan Kur’ân-ı Hakîmin tiryakî ilaçlarından Risale-i Nur eczalarının kavanozlarından alarak belki bin manevi dertlerime bin kudsî şifayı buldum ve Risale-i Nur şakirdleri dahi buldular. Ve fenden ve felsefenin bataklığından çıkan ve tedavisi çok müşkil ve zındıka hastalığına müptela olanlardan çokları onunla şifalarını buldular.”12 Bediüzzaman Hazretleri hizmet-i imaniye ve Kur’aniyeye ilk başladığı ve sürgün edildiği Barla’da saff-ı evvel talebelerinin Nur Risalelerinin Kur’ânî eczahanesinden aldıkları ilaçları nasıl kullandıklarını şöyle anlatır: “Ben kendi nefsimde tecrübe ettiğim ve eczahâne-i mukaddese-i Kur’âniye’den aldığım ilaçları onlar da (Hulusi ve Sabri Efendiler) kendi yaralarını hissedip o ilaçları merhem suretinde tecrübe ediyorlar, aynı hissiyatımla mütehassis oluyorlardı. Ve ehl-i imanın imanlarını muhafaza etmek gayretini en yüksek derecede taşımaları ve ehl-i imanın kalbine gelen şübehât ve evhamdan hâsıl olan yaraları tedavi etmek iştiyakını yüksek bir derece-i şefkatte hissetmekteydiler.” 13 Ahirzamanda dinsizliğin şiddetli hücumu karşısında ehl-i imanın kalbi gerçekten evham ve şüpheler içerisinde kalmıştı. Müslümanları düştükleri bu şüphe ve tereddüt kuyularından kurtarıp tahkiki iman sahibi yapmak niyetiyle telif ettiği risaleler hakkında Hazret-i Üstad şunları söyler: “Esrar-ı Kur’âniye’ye ait yazılan Sözler (Risale-i Nurlar), şu zamanın yaralarına en münasip bir ilaç, bir merhem ve zulümatın tehacümatına maruz heyet-i İslamiyeye en nâfi bir Nur ve dalalet vadilerinde hayrete düşenler için en doğru bir rehber olduğu itikadındayım (…) Cenab-ı Hak şu zamanda i’caz-ı Kur’an’ın manevi lem’aâtından olan malum Sözleri, şu dalalet zındıkasına bir tiryak hasiyetini vermiş tasavvurundayım.”14 Kur’an’daki Tekrarât Şifa İçindir Kur’an kalplere kuvvet ve gıdadır, ruhlara şifadır. Gıdanın tekrarı, ilaçtaki tekrar ve düzen kuvveti artırır. Tekrar etmekle daha me’luf ve daha me’nus olduğundan lezzeti artar. İnsan maddi hayatında her an havaya, her vakit suya, her gün gıdaya ve her hafta ziyaya muhtaçtır. Hem cismanî ihtiyaç gibi manevi hâcât dahi muhteliftir. Bazısına insan her nefeste muhtaç olur; cisme hava, ruha hüve gibi. Bazısına her saat Bismillah gibi ve hakeza… Demek tekrar-ı ayet, tekerrür-ü ihtiyaçtan ileri gelmiş.15 Tekrarat ile şifa arasında şöyle bir münasebet vardır: Nasıl ki bir ağrı kesici, ateş düşürücü iki hafta süre ile günde üç kere kullanılır. Ta ki ilaçlardan elde edilecek maksat ve fayda hâsıl olsun. Aynen öyle de manevi hastalıklarımıza şifa, dertlerimize deva ve ruhî yaralarımıza merhem olacak Kur’an ayetleri ihtiyaca binaen tekrar edilmiş, kalbî hastalıklarımızdan şifa bulmamız murat edilmiştir. Sonuç olarak müminler için bir hidayet ve rahmet olarak gönderilen mukaddes kitabımız Kur’ an-ı Kerim, maddi ve manevi hastalıklarımız için bir şifadır. Kaynaklar: 1- “Muhakkak ki o Zikr’i (Kur’ân’ı) biz indirdik ve muhakkak onu koruyucu olanlar da elbette biziz!” (Hicr, 9)2- Kur’ân-ı Kerîm’in Felak ve Nâs olarak adlandırılan 113 ve 114. surelerine “Muavvizeteyn” (Muavvizetân) denilmiştir. Koruyan anlamındaki Arapça “muavviz” kelimesinin tesniyesidir.3- Buhari, Müslim4- Sahih-i Buharî, 29645- Lem’alar, 28. Lem’a, s. 2926- Tevbe, 9/147- Yunus, 10/578- Nahl, 16/699- İsra, 17/8210- Şuara, 26/8011- Fussılet, 41/4412- Bediüzzaman Said Nursî, Sikke-i Tasdik-i Gaybî, s. 7313- Bediüzzaman Said Nursî, Barla Lahikası, s. 18.14- Bediüzzaman Said Nursî, Mektubat-1, 5. Mektup, s. 1615- Bediüzzaman Said Nursî, Zülfikar, 19. Mektup, s. 329

Gül, Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in sembolüdür. Bu hayat dershânesindeki en mühim tahsil; O Güller Şâhı’nı tanıyabilmek, O Gül’ün mübârek kokusundan ve rûhânî dokusundan nasîb alabilmek, O Gül’ün yaprağında bir şebnem tânesi olabilmektir... Bir mü’min, O Güller Gülü karşısında mânevî duyuş, heyecan ve ürperişlerini derinden hissettiği ve O’nun gönül dokusundan nasîb almaya başladığında O’nunla aynîleşme ve O’nun muhabbetinden lezzet alma yolundadır. HAZRET-İ PEYGAMBER’İ KALBEN TANIMAK Bir derviş, ârif bir zâta sorar: “–Cüneyd-i Bağdâdî Hazretleri mi, Bâyezîd-i Bistâmî Hazretleri mi daha büyüktür?” O zât şu cevabı verir: “–Bu iki velî arasındaki fazîlet büyüklüğünü tâyin edebilmek için onlardan daha büyük bir velî olmak lâzımdır...”1 Yani Allah dostlarının fazîlet ufkunu tam olarak kavrayabilmek, değme idraklerin kârı değildir. Beşerî idrak, Allâh’ın velî kulları hakkındaki fazîlet takdîrinden bile âciz iken, Allâh’ın Habîbi’nin kadr u kıymetini ne kadar takdîr edebilir ki?.. Acabâ kelimelerin mahdut imkânları ile yazılan bütün sîret kitapları, Hakîkat-i Muhammediyye’nin kaçta kaçını ifâde edebilir?!. Üstelik O’nu anlatmaya kalkan her kalem, sahibinin gönlündeki muhabbet nisbetinde bir ifâde kudretine sahip iken... SONSUZ MÂNEVÎ İSTİÂB Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî, bir gün talebeleriyle sohbet etmekteyken Şems-i Tebrizî, onu imtihan etmek maksadıyla garip bir heyecan içinde şu acâyip suâli sorar: “–Bâyezîd-i Bistâmî Hazretleri mi, yoksa Hazret-i Muhammed Mustafâ -sallâllâhu aleyhi ve sellem- mi daha büyüktür?” Mevlânâ Celâleddîn, dehşete kapılır ve hiddetle: “–Bu ne acâyip bir suâl?! Hiç âlemlere rahmet olarak gönderilmiş yüce bir peygamberle, bütün mânevî sermâyesi O’na tâbîlik olan ve gönül feyzini O’ndan alan bir velî mukâyese edilir mi?!.” der. Tebrizli Şems, sükûnetini bozmadan suâlini şu şekilde açıklar: “–Öyleyse neden Bâyezid, Rabbinden cehenneme konulmasını ve vücûdunun orada hiçbir günahkâra yer kalmayacak derecede büyütülmesini taleb ettiği, lâkin bunun zıddına, küçük bir ilâhî tecellî karşısında da; “Şânım ne yücedir! Kendimi tesbîh ederim!..” dediği hâlde; Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- sayısız tecellîlere rağmen büyük bir mahviyet içerisinde bulunuyor ve nâil olduğu ulvî derecelerle yetinmeyerek Rabbine hamd ve şükür hâlinde ve O’na yakınlık arzusuyla dâimâ istiyor, istiyor, sürekli istiyordu?..” der. Bu îzah, Mevlânâ Celâleddîn’i sırf aklın aydınlattığı zâhir ilmin hudûduna getirip dayar. Bu noktada kalarak suâli cevaplamak imkânsızdır. Şems, mânevî tasarrufla onu bu noktadan daha ileriye istikâmetlendirir. Zira zâhirî âlemin mâverâsı (ötesi), uçsuz bucaksız bir “ledün âlemi”dir. Böylece Şems, muhâtabını, onda mevcut olduğu hâlde habersiz bulunduğu mânevî ufkun derinliklerine doğru şimşek süratiyle bir keşif seyahatine çıkarmış olur. Bu ânî gelişmenin tesiri ile Hazret-i Mevlânâ, daha evvel ezberlemiş bulunduğu zâhirî ilmin mütâlaalarından biriymiş gibi kolaylıkla şu cevâbı verir: “–Bâyezîd’in; “Şânım ne yücedir; kendimi tesbîh ederim! Ben sultanlar sultânıyım!..” sözü, mânevî bir işbâ (doymuşluk) hâlinin ifâdesidir. Yani onun mânevî susuzluğu, küçük bir tecellî ile giderilmiş oldu. Okyanusun hacmi sonsuzdu, lâkin onun kalbî istiâbı bu kadardı. Bu yüzden küçük bir tecellî ile rûhu artık talepsiz hâle geldi, sekre sürüklendi; akıl âleminin dışına çıktı. Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- ise, اَلَمْ نَشْرَحْ لَكَ صَدْرَكَ 2 sırrına mazhar olmuştu. İlâhî tecellîler, kendisini her taraftan kuşattığı hâlde kâinat kadar geniş olan gönül âlemi, bir türlü kanmıyordu. Kulun Rabbiyle arasındaki mesâfe sonsuz kere sonsuz olduğu gibi, O’nun kalbî istiâbı da sonsuzdu. Bu yüzden mazhar olduğu nâmütenâhî tecellîler bile O’nun ilâhî aşkını teskîne kâfî gelmiyor, bilâkis sonsuz bir iştah ve iştiyakla susadıkça susuyor, içtikçe de susuzluğu artıyordu. Yüce Mevlâ’sına her an daha da yakın olmayı arzuluyordu. Her an bir hâlden diğer bir hâle yükseliyor ve her yükselişte de bir önceki hâline tevbe ediyor; “Yâ Rabbî, Sen’i gereği gibi ve lâyık olduğun vechile tanıyamadım... Sana hakkıyla kulluk yapamadım...” 3 diye istiğfar ve tazarrûda bulunuyordu.” İşte Mevlânâ Hazretleri, bu nevî sır ve hikmet tecellîleriyle olgunlaşarak zâhirî ilimlerin hudutlarını aştı, gönül iklîminde aşk-ı peygamberî ile bambaşka mânâ ırmakları çağıldayan ve dilinden hikmetler fışkıran büyük velîlerden oldu. VELÎSİ BÖYLE OLURSA Selçuklu Sultanı’nın kızı ve Hazret-i Mevlânâ’nın mürîdesi olan Gürcü Hâtun, sarayın meşhur ressam ve nakkaşı Aynü’d-Devle’yi, gizlice resmini çizip kendisine getirmesi için Hazret-i Mevlânâ’ya gönderir. Ressam, gâfilâne bir şekilde huzûra çıkıp vaziyeti Mevlânâ Hazretleri’ne anlatır. O da mütebessim bir çehreyle: “–Sana emredileni, arzu ettiğin gibi yap yapabilirsen!” der. Ressam çizmeye başlar. Fakat neticede karşısındaki sîmânın, çizdiği resimle alâkasız bambaşka bir muhtevâ ve şekle büründüğünü fark edip yeniden çizmeye koyulur. Böylece Hazret-i Mevlânâ’nın, resmini çizmeye çalışırken yirmi yaprak eskitir. Sonunda aczini anlar ve bu işten vazgeçmek mecburiyetinde kalır. Hazret-i Mevlânâ’nın ellerine kapanır. Zira o ünlü ressamın sanatı, kendi çizgilerinin içinde kaybolmuştur.4 Bu hâdise, ressamın gönlünü uyandırır. Onu hayret, dehşet ve ürperiş içinde derin düşüncelere daldırır ve enfüsî bir âlemin seyyâhı eyler. Nihâyet gönlünde açılan pencereden Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in tahayyülüne dalan ressamın dilinden şu sözler dökülür: “–Bir dînin velîsi böyle olursa, kim bilir Nebî’si nasıl olur?!.” GÖNDERENİN KADRİNCE OLUR!.. Hâlid bin Velid -radıyallâhu anh- bir seriyye esnâsında müslüman bir aşîretin yanında konaklar. Aşîret reisi ona: “–Bize Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’i anlatır mısınız?” der. Hâlid bin Velid -radıyallâhu anh-: “–Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in o ebedî güzelliklerini anlatmaya güç yetmez. Hele tafsîlâtıyla anlatmamı istersen, bu hiç mümkün değil!” der. Reis: “–Bildiğin kadarıyla anlat! Kısa ve öz olarak târif et!” deyince Hâlid -radıyallâhu anh- şu karşılığı verir: اَلرَّسُولُ عَلٰى قَدْرِ الْمُرْسِلِ “Gönderilen, gönderenin kadrince olur!..”5 Yani gönderen, Âlemlerin Rabbi olduğuna göre, gönderilenin şânını, var sen hesâb et!.. Velhâsıl Fahr-i Kâinât -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in yüceliğini tam mânâsıyla kavramaya hiçbir beşerin gücü yetmez. Biz, O’nu kendi sınırlı idrâkimizle ölçemeyiz. Nitekim beşer idrâkinin bu sahadaki aczi yüzündendir ki, O’nu bizzat Cenâb-ı Hak tekrîm ve takdîm ediyor. O’nun şânını ifâde sadedinde; “Allah ve melekleri, Peygamber’e salât ederler. Ey mü’ minler! Siz de O’na salevât getirin ve tam bir teslîmiyetle selâm verin.” (el-Ahzâb, 56) buyuruyor. Rasûl-i Ekrem -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in bir hilkat bedîası, yani yaratılış şâheseri ve eşsiz bir sanat hârikası olduğunu, bizzat Cenâb-ı Hak beşer idrâkine îlân ediyor. Bu itibarla O’nu anlamak, Hakk’a kullukta en mühim basamaktır. O’nu anlamadan, O’nu tanımadan, O’nun izinden gitmeden ve O’nun gönül hassâsiyetlerinden nasîb almadan, ne îmânımız tam bir îmân olur, ne Kur’ân’ı tam olarak idrâk edebiliriz, ne de kulluğumuz tam bir kulluk olur... Âyet-i kerîmede buyrulur: “(Rasûlüm!) O’nu Rûhu’l-Emîn (Cebrâil) îkaz (ve irşâd) edicilerden olasın diye, apaçık bir Arap diliyle, Sen’in kalbine indirmiştir.” (eş-Şuarâ, 193-195) O’nun 23 senelik nebevî hayâtı Kur’ân’ın tefsîri mâhiyetindedir. Kur’ân’ın sır ve hikmetleri de ancak Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in kalbî dokusundan hisse almakla anlaşılır. O’NU TANIMANIN EN FEYİZLİ YOLU Rasûl-i Ekrem -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’i tanımak, O’nu satırlardan okumaktan ziyâde, sadırlardan okumakla mümkündür. Yani, nebevî ahlâk ile ahlâklanmış, takvâ ehli âlim ve âriflerin gönül âlemlerinden feyz ve rûhâniyet alarak okumak îcâb eder. O, kâmil mânâsıyla ancak, takvâ sahibi mü’minlerin kalbî duygularıyla okunabilir. O’na takvâ ile ne kadar yaklaşabilirsek, O’nu ancak o nisbette tanıyabiliriz. Âyet-i kerîmede buyrulur: “...Siz takvâ sahibi olun, Allah size (bilmediğinizi) öğretir…” (el-Bakara, 282) Dolayısıyla Siyer-i Nebî’yi öğrenmek, sırf kronolojik bir okuma faâliyetiyle olamaz. Siyer-i Nebî’yi en iyi bilenler, hayatları en çok Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’e benzeyenlerdir. O’nu en iyi tanıyanlar, takvâ hayâtı içinde olan ve O’nun sünnetini titizlikle yaşayıp, muhabbet ve hasretle O rahmet güneşine hilâl olan Hak dostlarıdır. Zira onlar, bir gölgenin sahibine olan mutlak sadâkat ve bağlılığıyla Allah Rasûlü’nün nurlu izinden yürürler. Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- âyet-i kerîme ile te’yîd edildiği üzere, aslâ hevâsından konuşmazdı. O yalnızca, kendisine vahyedilenin tercümânı, tatbikatçısı, açıklayıcısı, tebliğcisi ve temsilcisi idi. Fenâ fi’r-Rasûl, yani Rasûlullah muhabbetinde fânî olmuş Hak dostları da, nefislerinden, hevâ ve heveslerinden konuşmazlar. Onlar bir ney gibi, iç âlemlerini mâsivâdan boşaltmış olduklarından, onlardan duyulan bütün irşad sadâları, ahlâkıyla ahlâklandıkları enbiyâ nefesinden bir hissedir. Onların kalpleri, Hak ve hakîkat nurlarının aksettiği mücellâ bir aynadır. Nebevî ifâde ile; “...Cenâb-ı Hak onların işiten kulağı, gören gözü, tutan eli, yürüyen ayağı, akleden kalbi ve konuşan dili olmuştur.” (Bkz. Buhârî, Rikâk, 38) Varlık Nûru Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- her şeye ebedî saâdet heyecanı bahşeden ve bütün âlemleri aydınlatan bir Güneş’tir. Vâris-i enbiyâ olan velîler de, yaşadıkları takvâ hayâtıyla O Güneş’e ayna olan mehtaplar mesâbesindedirler. Mehtâbın varlığı, Güneş’in varlığına bağlıdır. Zira mehtâbın bütün nûru, güzelliği ve ihtişâmı, Güneş’ten gelen küçük bir akistir... Şeyh Sâdî, velîlerin bütün güzelliklerini Allah Rasûlü’ne borçlu olduklarını, bütün gönül sermâyelerini rûhâniyet-i Rasûlullah’tan tefeyyüz ettiklerini, Gülistan adlı eserinde temsîlî bir üslûb ile şöyle hikâye eder: “Bir kişi hamama gider. Hamamda dostlarından biri kendisine temizlenmesi için güzel kokulu bir kil (temizleyici toprak) verir. Kilden, rûhu okşayan enfes bir râyiha yayılır. Adam kile sorar: “–A mübârek! Sen misk misin, amber misin? Senin gönül çekici güzel kokunla mest oldum...” Kil ona cevâben şöyle der: “–Ben misk de amber de değilim. Bildiğiniz, alelâde bir toprağım. Lâkin bir gül fidanının altında bulunuyor ve her seher gül goncalarından süzülen şebnemlerle yoğruluyordum. İşte hissettiğiniz, gönüllere ferahlık veren bu râyiha, o güllere âittir...” Gül, Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in sembolüdür. Şu fânî hayat dershânesindeki en mühim tahsil de; O Güller Şâhı’nı tanıyabilmek, O Gül’ün mübârek kokusundan ve rûhânî dokusundan nasîb alabilmek, O Gül’ün yaprağında bir şebnem tânesi olabilmektir... Bu yolda gereken en temel malzeme ise O’na olan muhabbettir. MUHABBET-İ MUHAMMEDÎ Kalbimizde Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’e karşı ne kadar muhabbetimiz varsa O’nu o kadar tanıyoruz demektir. Allâh’ın Habîbi -sallâllâhu aleyhi ve sellem-: “Kişi sevdiğiyle beraberdir.” buyurmuşlardır. (Buhârî, Edeb, 96) Yani kalbî beraberliği temin eden yegâne müessir, muhabbettir. Muhabbet, gönülleri âdeta bir cereyan hattı gibi birbirine bağlar. Yine bu hâl, fizikteki birleşik kaplar misâlidir; birbiriyle muhabbet irtibâtı sürdüğü müddetçe, keyfiyetler de birbirine benzemeye başlar. Zevkler, nefretler, duyuşlar ve görüşler aynılaşmaya meyleder. Birbirini gerçekten seven iki kişi, birbirine müşterek sevdiklerinden ikram ederek hediyeleşir. Hangi çiçeği seviyorsa onu götürür, neden hoşlanıyorsa onu yapar. Zira seven, sevdiğinin sevdiklerini de sever, sevmediklerini sevmez, onu hatırından çıkarmaz, dilinden düşürmez. O BÖYLE YAPARDI DİYE... Hazret-i Ömer’in oğlu Abdullah -radıyallâhu anhümâ- çocukluğundan itibaren bütün bir hayâtını Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’i adım adım tâkibe adamış, -hikmetini bilsin veya bilmesin- Efendimiz’in yaptığı her şeyi yapma gayreti içinde yaşamıştır. Meselâ; Efendimiz’in bir çeşmeden su içtiğini görmüş, o da zaman zaman o çeşmeye giderek su içmiş; Efendimiz’in bir ağacın altında gölgelendiğini görmüş, o da ara sıra o ağacın altında gölgelenmiş; yine Efendimiz’in mübârek sırtını bir kayaya yaslayıp biraz oturduğunu görmüş, o da bâzen uğrayıp o kayaya sırtını vererek bir müddet oturmuştur.Yine Abdullah ibn-i Ömer -radıyallâhu anhümâ- bir hac esnâsında Cebel-i Rahme’nin kenarındaki bir kayanın üzerinde bir müddet oturmuştu. Kendisine bunun sebebi sorulduğunda: “Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Vedâ Haccı sonrasında bu kayanın üzerinde bir müddet oturmuştu.” karşılığını verdi.Yine bir kervanla yolculuk ederken, bir yerde kervanı durdurmuş ve az ilerideki bir tepenin üzerinde bulunan ağacın yanına gidip gelmişti. Bu hareketinin sebebini soranlara da: “Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- bir gün buradan geçerken o ağacın altına gidip gelmişti...” buyurdu. Rasûl-i Ekrem -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’i bir gölge gibi takip etmeye çalışan bu âşık sahâbînin vefâtındaki hâli de çok ibretlidir: İbn-i Ömer -radıyallâhu anhümâ- Mekke’de âniden rahatsızlanır. Rivâyetlere göre Haccac tarafından zehirlenmiştir. Büyük ıztırap çekmektedir. Yaşlı hâliyle onu alıp bir çadıra götürürler. O esnâda ne konuşabilmekte ne de elini kolunu hareket ettirebilmektedir. Yanındakilere bir şeyler anlatmak ister. Lâkin onlar ne istediğini anlayamazlar. Çaresiz bir şekilde beklerken o esnâda çadıra Abdullah ibn-i Ömer’i yakından tanıyan biri girer. Onlar hemen o kimseye Abdullah ibn-i Ömer’in kendilerine bir şeyler anlatmak istediğini, fakat anlayamadıklarını söylerler. O kimse: “–Siz az önce ona ne yaptınız?” diye sorar. Onlar da: “–Abdest aldırdık.” derler. O kimse yine sorar: “–Peki abdest aldırırken kulağını mesh ettiniz mi?” “–Hayır, unuttuk!..” derler. O zât: “–Siz onu tanımıyor musunuz? O hayâtı boyunca Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in yaptığı her şeyi yapmaya, sakındığı her şeyden de sakınmaya çalıştı.” der. Bunun üzerine hemen kulağının arkasını mesh ederler. Bundan sonra Abdullah ibn-i Ömer Hazretleri’nin sıkıntısı dağılır, rahatlayıp tebessüm eder ve ardından mübârek rûhunu huzur içerisinde teslîm eder. İşte gönülleri muhabbet-i Muhammedî ile dolu âşık sahâbîler, Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in dile getirdiği emirler kadar O’nun îmâ ve işâretlerine bile büyük bir hassâsiyetle dikkat ederlerdi. Öyle ki, O’nu sâlih bir amel üzere bir defa görmeleri kâfî idi. Ayrıca bunu emretmesine gerek kalmaz, o güzel sünneti ömür boyu tatbik etmeye çalışırlardı. Nitekim Enes -radıyallâhu anh- buyurur ki: “Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’i bir gün Duhâ namazını altı rekât kılarken gördüm. O günden sonra bu namazı hiç terk etmedim.” Bu rivâyeti nakleden Hasan-ı Basrî Hazretleri de aynı hassâsiyet içinde şöyle der: “Hazret-i Enes’in bu ifâdelerinden sonra ben de o namazı hiç terk etmedim.” (Taberânî, Evsat, II, 68/1276) Câbir -radıyallâhu anh- nakleder ki: “Bir gün Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- elimden tutarak beni evine götürdü. Bir ekmek parçası çıkardı ve âilesine: “–Herhangi bir katık var mı?» diye sordu. Onlar: “–Evde sirkeden başka bir şey yok.” dediler. Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-: “–Sirke ne güzel katıktır.” buyurdu. Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’den bu sözü duyduğumdan beri, ben de sirke yemeyi çok severim.” (Müslim, Eşribe, 167-169) İşte muhabbet-i Muhammedî ile dolu yüreklerde zevkler ve lezzetler dahî böylesine değişiyordu. Bu hâlin diğer bir misâli de büyük hadîs âlimi ve müctehid İmam Nevevî Hazretleri’dir. O da, Rasûl-i Ekrem -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’e öyle bir hassâsiyetle tâbî olmaya çalışıyordu ki, Allah Rasûlü’nün karpuzu nasıl yediğini bilmediği için, O’nun tarzının dışında hareket etmekten korkarak, ömrü boyunca karpuz yememiştir. Yine O Hidâyet Güneşi’ne âşık, nurlu bir hilâl olan Hak dostu Hoca Ahmed-i Yesevî Hazretleri de Fahr-i Kâinât Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- 63 yaşında ebediyete irtihâl ettikleri için bu yaştan sonraki ömründe yeryüzünde dolaşmaya vedâ etmiş, vefât edinceye kadar on yıl, mezar gibi bir yerde irşad hayâtına devam etmiştir. Allah Rasûlü’nün müezzini, cennet bahçesinin yanık bülbülü Hazret-i Bilâl -radıyallâhu anh- da Efendimiz’in ukbâya irtihâlinden sonra Medîne’de duramamıştı. Ömrü boyunca Efendimiz’e kavuşacağı günün hasretiyle yaşayan bu Rasûlullah âşığı, altmış küsur yaşında Dımaşk’ta vefât etti. Vefâtı esnâsında: “–Yarın inşâallâh sevgili dostlarıma; Hazret-i Muhammed -sallâllâhu aleyhi ve sellem- ve arkadaşlarına kavuşacağım.” diyordu. Hanımı: “–Vah başıma gelenlere!” diye ağlayıp dertlenirken, gönlü Peygamber aşkıyla dolu Bilâl -radıyallâhu anh-: “–Ah ne güzel, ne hoş!” diye seviniyordu. (Zehebî, Siyer, I, 359) Tabiî ki ömür, O’na muhabbet bağının âşık bir bülbülü olarak yaşanırsa, ölüm de vuslat sevincinin yaşanacağı bir düğün-bayram olur. Hazret-i Mevlânâ ne güzel buyurur: “Gel ey gönül! Hakîkî bayram, Cenâb-ı Muhammed’e vuslattır. Çünkü cihânın aydınlığı, O mübârek varlığın cemâlinin nûrundandır.” İşte bu nûra pervâne olan âşık gönüller için ölüm, bir şeb-i arûs / düğün gecesi ve mes’ut bir vuslat ânıdır. Nitekim Rasûl-i Ekrem -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in hayat arkadaşı ve mü’minlerin annesi Hazret-i Âişe’nin şu hâli, ne kadar ibretlidir: Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Âişe Vâlidemiz’in odasında Refîk-ı Âlâ’sına kavuşmuş ve oraya defnedilmişti. Hayâtında iken Allah Rasûlü’ne zevce olma saâdetine erişen Âişe Vâlidemiz, vefâtından sonra da Efendimiz’in kabrinin bulunduğu bu odayı bırakmadı. Âdeta sâdık bir türbedârı gibi kabr-i saâdetin yanı başında yaşamaya devam etti. İki sene üç ay sonra, babası Ebû Bekir -radıyallâhu anh- da vefat etti. O da Efendimiz’in ayak ucuna defnedildi. Geriye sadece bir kabirlik yer kaldı. Hazret-i Âişe -radıyallâhu anhâ- burayı kendisine ayırmıştı. Lâkin Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh- son nefesinde oraya defnedilmek için kendisinden izin isteyince büyük bir îsar fazîleti sergileyerek bu hakkını ona devretti. Rivâyete göre Âişe vâlidemiz, hücre-i saâdetlerinde sadece Peygamber Efendimiz ve Hazret-i Ebû Bekir’in kabirleri varken onların yanında rahat bir şekilde hareket edebiliyordu. Fakat Hazret-i Ömer’in defnedilmesinden sonra, yüksek hayâ duygusu sebebiyle araya bir perde çektirerek odasını ikiye böldürdü. İşte ömrü boyunca Allah Rasûlü’ne yakınlığı en büyük saâdet bilen bu mübârek vâlidemizin vefâtına yakın yaptığı şu iki maddelik vasiyet, Rasûl-i Ekrem -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’e kavuşma heyecanının müstesnâ bir tezâhürüdür: “1. Vefat ettiğimde, gerekli işlemleri yaparak cenazemi hiç bekletmeden, gece vakti de olsa defnedin. 2. Cenazemi kabre götürürken, tabutumun kenarında kuru hurma dalları yakarak götürün.” Eski Arabistan’daki âdetlere göre, düğün gecesi gelin, damadın evine götürülürken, düğün alayının kenarında kuru hurma dalları yakılırmış. İşte Mevlânâ Hazretleri’ne “şeb-i arûs” ilhâmını veren de, Hazret-i Âişe vâlidemizin bu vasiyeti olsa gerektir... SÜNNET-İ SENİYYE HASSÂSİYETİ Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’i tanımanın ve O’na muhabbetin en büyük delîli, O’nun sünnetini güzelce tatbik edebilmektir. Kalplerde muhabbet-i Muhammedî olmadan sünnete ittibâ, sûretâ ve zoraki bir ittibâdır ki, gönül feyzinden, rûhâniyet ve mânevî bereketten mahrumdur. Abdullah bin Deylemî, sünnete aşk ile bağlılığın ehemmiyetini şöyle ifâde eder: “Bana ulaştığına göre dînin (yok olup) gitmesinin başlangıcı, sünnetin terk edilmesi ile olacaktır. İpin tel tel çözülüp nihayetinde kopması gibi, din de sünnetlerin bir bir terk edilmesiyle nihayet elden gider.” (Dârimî, Mukaddime, 16) Yani sünnetlerin birer birer hayâtımızdan çekilmesi, -Allah korusun- ebedî felâhımızı pamuk ipliğine bağlı hâle getirir. Bu yüzdendir ki Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’i en iyi tanıyan Hak dostu âlim ve âriflerin en büyük kerâmeti de sünnet-i seniyyeyi büyük bir gönül hassâsiyetiyle yaşamaları olmuştur. Şüphesiz ki beşeriyet içinde sevilmeye en lâyık olan, Rabbimizin lutfettiği en güzel örnek şahsiyet ve insanlıkta tecellî eden en büyük mûcize, Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’dir. O’nun gönül âlemi, nâdide ve zarif çiçeklerle ve misk kokulu güllerle bezenmiş bir cennet bahçesinden çok daha ötede bir güzellikler meşheridir. İşte bu noktada kendimize bâzı sualleri sormaya mecbûruz: Biz o cennet bahçesinden esen rûhâniyet meltemlerinden ne kadar istifâde hâlindeyiz? Âile hayâtımız ne kadar O’nunkine benziyor? Ticârî hayâtımız ne kadar O’nun tasvîb ettiği minvalde? İctimâî hayâtımız ne kadar O’nun koyduğu ölçüler içinde? O’nun kalbi ümmeti için rikkatle çarparken, yoksullar, çâresizler, kimsesizler, mazlumlar, yetimler ve hidâyet bekleyenlere karşı biz ne kadar duyarlıyız? O’nun güzel ahlâkına mukâbil, ümmeti olarak bizler İslâm’ın güler yüzünü, gönül dokusunu, rûhî yapısını, zarâfet, nezâket ve estetiğini ne kadar temsil hâlindeyiz? Cenâb-ı Hak, bizleri Yüce Zât’ına samimî bir kul, Nebiyy-i Muhterem’ine lâyık bir ümmet eylesin! Kıyâmete kadar bütün beşeriyete en güzel örnek şahsiyet olarak armağan ettiği Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’i gönül gözüyle okuyabilmeyi, O’nun kalbî dokusundan hisse alarak sünneti üzere yaşayabilmeyi, kıyâmette de O’nunla Hamd Sancağı altında buluşup Kevser Havuzu’ndan kana kana içerek Şefâat-i Uzmâ’sına erebilmeyi nasîb eylesin! Âmîn... Kaynaklar: 1- Ahmed Eflâkî, Menâkıbu’l-Ârifîn, II, 225.2- el-İnşirâh, 1.3- Münâvî, Feyzü’l-Kadîr, II, 520.4- Yapılan bu çizimler, hâlen Mevlânâ Müzesi’nde bulunmaktadır.5- Münâvî, V, 92/6478; Kastalânî, Mevâhib-i Ledünniyye Tercümesi, İstanbul 1984, s. 417.

Tılsımlı bir âlem ve yaratılışı muamma bir Âdem... “Ben gizli bir hazine idim, bilinmek istedim mahlûkatı yarattım” muradı ile başlayan bir serüven… Saltanatının haşmetinden, servetinin şaşaasından, sanatının harikalarından, marifetinin garibelerinden, muhatap seçtiği halifesini haberdar etmek isteyen bir Sultan-ı Azim’üş-şan bir sarayı inşa etti. Bu sarayda, özellikle dünya denen yerdeki misafirlerin temaşa esnasında gösterdiği faaliyet sanattan, nakıştan, hattan anlama, güzellikler karşısında hayret ve hayranlık duyan bir donanıma sahip olma, etrafta dikkat dağıtan tüm çeldiricilerden etkilenmeyen bir odaklanmaya muvaffak olmaları aslî saraya alınmalarında mühim rol oynayacaktı. Esasında bu dünya denilen tenezzüh yeri, saray eşrafından olduğunu duruşları ile ispat edenlerin, liyakat kesb edenlerin seçildiği er meydanıydı. O Sultan, kemal-i merhametinden o sarayı misafirlere tanıtacak bir Yaver-i Ekremi onlara gönderdi. Öyle ya, bir sarayı istenilen netice için gezmek o sarayı en ince ayrıntısına kadar bilen bir mihmandar ile mümkün olabilirdi. Faran dağlarındaki o Sevgili (as) elindeki ferman ile Padişahı, sarayı, misafiri tarif ediyor, misafirin zihnini meşgul eden tüm suallerin cevaplarını en anlaşılır biçimde mukni’ ve makbul surette tebliğ ediyordu. Teorik olarak elinde bulunan fermanı, pratik olarak hayatında bizzat gösteriyordu. Her iki sarayın kanunları elinde bulunan O Zât (as) sayesinde, kargaşa ve huzursuzluk çıkmadan dinginlik ve saadetle tecrübe devam ediyordu. O Zâtın (as), padişaha bağlılığı ve itaati, nazarı, şuuru, zihin berraklığı, nefsinin ulaştığı kemal nokta, kalbinin itmi’nanı, bedeninin fıtrata tâbi oluşu, kısaca akl-ı selim, kalb-i selim, zevk-i selim sahibi olması tüm saray sakinlerini etkiliyor ve onları kendi bilinç ve itikat seviyesine yükseltiyordu. Padişah fermanında, kendisine gösterilecek olan sevginin onlara gönderdiği elçiye tabi oldukları oranda olacağını belirtiyordu. Gönderdiği Zâta (as) tâbi olmaları nispetinde onlara muhabbetini vadediyordu. Bu husus aynı zamanda o Zâtın (as) varlığının Padişah yanındaki kıymetinin göstergesiydi. Zaten bu seyyah için en âli maksat, o Padişahın muhabbetini kazanmaktan başka ne olabilirdi ki? Yaver-i Ekremin (as) ef’al, ahval, etvar ve akvali kısacası ahlakı, sünnet-i seniyye (kıymetli yol) ismiyle çerçevelenmişti. Sünnet-i seniyye, Padişahın fermanının hayat haline dönüşmüş şekliydi. Bilginin ahlak olarak tezahürüydü. Fıtratı korumanın sigortasıydı. Hakikatle doğrudan irtibattı. Ferman asıl, sünnet usûl, has çiftliği vusül ve Cemalini temaşa ise en büyük ödüldü. Tecrübe gereği halifenin yaratılışına şeriatta bir had konulmuş, fıtratta bir had konmamıştı. Sonsuz terakki (yükselme) ve tedenni (alçalma) ile karşı karşıyaydı. Padişahın istediği o had, o kıvam, o altın oran ve denge, bil’fiil o Zât’ın (as) halinde görünüyordu. Çizgi fermanda, ölçü elçideydi. Seyyahın iç ve dış dünyasında zıtlıklar vardı. Birinden nur, birinden kir akan oluk aynı yerdeydi. Bu zıtlıklar karşısında doğru duygu, düşünce ve duruşa sahip olmak, fabrika ayarlarına göre yaşamak, ancak Efendimizin (as) sünnetinin künhüne vakıf olmakla mümkündü. Kesrette vahdeti, Leyla’da Mevla’yı, gölgede aslı bulmak ucuz değildi. Ama imkânsız da değildi. Yaver-i Ekrem (as), vazifesini en ekmel surette tamamlayarak, “Size iki şey bırakıyorum” dedi giderken, bu saray sakinlerine. “Biri Ferman-ı Ahkam, diğeri ise sünnetim.” Bunlara sımsıkı sarılırsanız arzın arızîliğinden, marazîliğinden, taarruzuna maruz kalmaktan kurtulup sapıtmazsınız, der gibiydi. Onun (as) yükseldiği gibi yükselmek isteyen ruhlara onun yerdeki ayak izlerini takip etmek düşmüştü. Bir güneşti sanki ve ona yüzünü aşkla dönen her faniyi bir yıldıza dönüştürüyordu. Altının ateş karşısında, yiğidin er meydanında belli olduğu akıl üstü bu alemde halifenin tahassungâhı, kalesi, saadet-i dareyninin temel taşı sünnet-i seniyye idi. Sünnet olmadan ümmet de olunamayacaktı. Hamd, alemlerin Rabbine... Salât ve selam O’nun sevgili habibine... Af, afiyet ve selamet aslî vatanın özlemini çeken ruhlara olsun... Es’selam men’it-tebea’l-Hûda Kaynaklar: 1- Yazı Bediüzzaman Hazretlerinin 11. Söz isimli eserinden mülhemen yazılmıştır. Geniş ve detaylı bilgi için bkz. Tılsımlcar Mecmuası, s. 12

Veda hutbesinde Sevgili Peygamberimiz (sav) Kur’an ve Sünnete sarıldığımız müddetçe asla yolumuzu şaşırmayacağımızı haber vermiştir. Şöyle düşünelim: Engin denizlerde yol alan gemiler deniz fenerlerine bakarak kıyı uzaklığını tespit eder; yıldızlar ve pusulalardan faydalanarak gidecekleri doğru yönü bulurlar. Öyle de sünnet bizim için bir pusula gibi istikametli yolu gösteren bir rehberdir ve bir lamba gibi nerede durmamız gerektiğini göstermektedir. Cenâb-ı Hak, imanımıza kuvvet veren ve bizi kendisine yaklaştıran ibadetleri Kur’ân-ı Kerim’de emretmiştir. Ancak detayları yani nasıl namaz kılacağımızı, nasıl oruç tutacağımızı, ne şekilde zekât vereceğimizi, hac ibadetini nasıl yerine getireceğimizi, hâsılı Rabbimize nasıl ibadet edeceğimizi tefsir-i Kur’an olan Peygamberimiz (sav) hali ve fiili ile bize yaşayarak öğretmiştir. Mukaddes kitabımız Kur’ân-ı Kerim, iyiliği emredip kötülüğe karşı çıkmayı, adaleti, hakkı ve hakikati savunmayı, şefkat ve merhameti, doğruluğu hâsılı güzel ahlak ile mücehhez olmayı emretmiştir. Bu ahlakî değerleri bizzat hayatında tatbik eden Peygamber Efendimiz (sav) hepimize en güzel örnek olmuştur. Sevgili Peygamberimizin (sav) yetiştirdiği Sahabeler ve ümmet-i Muhammed’in (sav) yetiştirdiği âlimler, sünneti hem yaşamışlar hem de sonraki nesillere aktararak yaşanmaya devam etmesini sağlamışlardır. Kur’an-ı Kerim’de, “Peygamber size neyi getirmişse onu alın, size neyi yasaklamışsa ondan kaçının”1 buyurulmaktadır. Cenâb-ı Hakk’ın bu emri gereği sahabeler, hayatlarının her safhasında Peygamber Efendimizin (asm) sünnetini yaşama gayreti içerisinde olmuşlardır. Mesela, Abdullah İbn-i Ömer (ra), bir yolculuğa çıktığı zaman Peygamberimiz (asm) daha önce nerelerde konaklamışsa o da aynı yerlerde konaklamıştır. Enes bin Malik (ra) kabak yemeğini sevmediği halde Hazret-i Peygamberin (asm) iştahla yediğini görünce, o da kabak yemeğe başlamıştır. Ashâb-ı Kiram’ın bu halleri, Hz. Peygamber’e (sav) benzemek ve onun gibi yaşamak arzusunun bir neticesidir. Sahabeler, örnek şahsiyetlerdir. Peygamber Efendimiz (asm)’ın sünnetini yaşama ve yaşatma noktasında sonraki nesillere en güzel örnek olmuşlardır. Efendimizin (asm): “Ashabım gökteki yıldızlar gibidir. Hangisine tabi olsanız doğru yolu bulursunuz”2 şeklindeki senasına mazhariyetleri, sahabelerin sünnete bu bağlılıklarıyla ilgilidir. Sünnetin önemli bir kısmını teşkil eden hadislerin tespiti ve korunması Hz. Peygamber (asm) zamanında başlamıştır. Hadis-i Şerifler -başta sahabe-i güzîn tarafından- ezberlenerek, yazılarak, müzakere edilerek ve hayata tatbik edilerek günümüze kadar ulaşmıştır. İslam âlimleri hadislerin sağlıklı bir şekilde bir araya getirilmesi hizmetinde dünya tarihinin hiçbir devrinde bir başka örneğine rastlanmayan ciddi fedakârlıklar göstermişlerdir. Mesela, İstanbul’da medfun Eyyub el-Ensarî Hazretleri, “Kim dünyada Müslüman kardeşinin ayıbını örterse Allah da kıyamet günü onun ayıplarını örter”3 hadisinde tereddüde düşer. Kendisiyle beraber bu hadisi işitmiş ikinci kişi olan Ukbe bin Âmir (ra) o sırada hayatta ve Mısır valisidir. Hazreti Eyyub, bu hadisteki şüphesini gidermek için yollara düşer, o zamanın şartlarında Medine’den kalkıp ta Mısır’a kadar gider ve Ukbe bin Âmir’i (ra) bulur, hadisi ona sorar ve ardından Medine’ye geri döner. İşte sahabeye çölleri aştıran bu hadisin metni sadece bir cümleden ibarettir. Demek sünnet, günümüze kadar korunmuş sağlam, tecrübe edilmiş güvenilir bir rehber hükmündedir. Ne mutlu sünnete tâbi olanlara! Cenâb-ı Hakk’ın bize öğrettiği şekliyle şöyle dua ediyoruz ki: “Rabbimiz! İndirdiğine iman ettik ve peygambere tâbi’ olduk. Artık bizi (seni ve peygamberlerini tasdik eden) şâhidlerle beraber yaz!”4 Kaynaklar: 1- Haşir, 59/7.2- Aclûnî, 1/132.3- Ebu Dâvud, “Edep”, 38.4- Âl-i İmran, 3/5.

لَقَدْ جَٓاءَكُمْ رَسُولٌ مِنْ اَنْفُسِكُمْ عَزٖيزٌۘ عَلَيْهِ مَا عَنِتُّمْ حَرٖيصٌ عَلَيْكُمْ بِالْمُؤْمِنٖينَ رَؤُ۫فٌ رَحٖيمٌ / فَاِنْ تَوَلَّوْا فَقُلْ حَسْبِيَ اللّٰهُۘ لَٓا اِلٰهَ اِلَّا هُوَۜ عَلَيْهِ تَوَكَّلْتُ وَهُوَ رَبُّ الْعَرْشِ الْعَظٖيمِ "Andolsun size kendi içinizden öyle bir Peygamber gelmiştir ki, sizin sıkıntıya uğramanız ona çok ağır gelir. O, size çok düşkün, müminlere karşı çok şefkatlidir, merhametlidir. (Ey Muhammed!) Yüz çevirirlerse de ki: Allah bana yeter. O'ndan başka ilâh yoktur. Ben sadece O'na güvenip dayanırım. O yüce Arş'ın sahibidir." (Tevbe Suresi, 9/128, 129) Günümüz Siyer okumalarının en önemli sorunlarından biri de Hz. Peygamber’in (sas) hem beşer hem de resûl olduğu dengesinin tam olarak korunamamasıdır. Bir taraftan Efendimiz’in (sas) beşer oluşu, resûl ve nebî oluşundan koparılarak hâşâ sıradanlaştırılarak takdim edilmeye çalışılırken, öte yandan O’nun insanüstü oluşu, her hali ile mucizelerle örülmüş bir hayatın sahibi olduğu iddia edilmektedir. İfrad ve tefrid sayılacak bu yaklaşımlara bulaşmadan, Hz. Peygamber’in (sas) “Allah’ın kulu ve resûlü” olduğu hakikatini unutmadan, insanlığa en güzel örnek olarak gönderildiği ve O’na (sas) tabi olunmasını isteyenin bizzat Allah (cc) olduğu gerçeği ekseninde, meseleyi ele almak gerekiyor. Hz. Peygamber’in (sas) beşer olduğunu söylemek, O’nun hayatında var olan mucizeleri inkâr etmeyi gerektirmez. O (sas) Allah’ın peygamberi olarak başta Kur’an olmak üzere birçok mucize ile gönderilmiştir. O’nun tek mucizesinin Kur’an olduğunu söylemek, başta Kur’an’a aykırıdır. Çünkü Kur’an, Efendimiz’e (sas) verilen başka mucizelerden de bahsetmektedir.1 Tam bu noktada mucize üzerinde de kısaca durmakta fayda var. Mucize; kelimesi “a-c-z” kökünden ve “if’al” vezninden ism-i fail olup, manası, “insanı aciz bırakan iş” demektir.2 Kur’an içerisinde “acz” kökünden gelen çeşitli fiil ve sıfat kalıpları ile birçok kullanım olmasına rağmen, “mucize” kelimesi bilinen terim anlamı ile hiç geçmemektedir. Yine Hadislerin Arapça metinlerinde de “mucize” kelimesine rastlayamıyoruz. Bu kelimenin İslam ilim tarihinde ilk kullanılmaya başlandığı dönemi, bazı araştırmacılar Hicri 4. yüzyıl olarak gösterirler.3 Öyleyse bugün gerek Kur’an meallerinde gerek Hadis tercümelerinde “mucize” diye okuduğumuz yüzlerce ifadenin aslı hangi kelimedir? Bu sorunun cevabını bulmak için Kur’an ve Hadislere müracaat ettiğimizde; “ayet ya da çoğul olarak âyât, beyyine, burhan, sultan, hak veya furkan” kelimelerinin kullanıldığını görmekteyiz. Bugün mucize dendiği zaman ilk akla gelen, Hz. Salih’in dişi devesi,4 Hz. Musa’nın asası ve bembeyaz eli,5 Hz. İsa’nın gösterdiği nice olağanüstü işleri6 ve diğer birçok peygamberin harikulade hadiseleri hep Kur’an içerisinde “ayet” veya “ayât” şeklinde ifade bulmaktadır. Sözlük anlamı “insanı aciz bırakan iş” olarak beyan edilen mucize kelimesinin terim anlamında tarifi ise şöyle yapılır: “Peygamberlerin, nübüvvetlerinin doğruluğunu teyit etmek için Allah tarafından elçilerine bahşedilen harikulade (adet üstü) işlere mucize denir.”7 Bu tarif gereği mucize dendiği zaman akıllara hemen adet üstü, fevkalade, olağan dışı ve harikulade işler gelmektedir. Fakat bugün bizim için artık sıradanlaşan, her gün gördüğümüz için alıştığımız nice şeylerde, bir beşer olarak bizleri aciz bırakmaktadır. Eğer etrafımızda binlerce şey karşısında böyle aciz kalıyorsak, yine bir beşer olarak bunların en küçüğünü dahi ortaya koymamız imkân sahasında değilse, demek ki, bizler binler mucizenin ortasında bir hayat sürmekteyiz. Hal böyle olmasına rağmen yine de insan, artık her gün gördüğü için alıştığı, kendisi için sıradanlaşan bu şeylerle değil, harikulade bazı olaylarla tatmin olmak istemekte, daha açık işaretleri müşahede etme arzusuna girmektedir. İnsanın böyle bir beklenti içerisinde olduğunu elbette bilen Rabbimiz, işte bunun için, tarifi mümkün olmayan rahmetinin bir gereği olarak insana, harikulade sayılabilecek bazı açık işaretler taşıyan mucizelerini, elçilerinin aracılığı ile göndermiştir. Rabbimizin gönderdiği bu mucizeleri peygamberlerinin eliyle, ilahî mesaja muhatap olan belli topluluklara ulaştırırken, bunlar amaçsız ve gayesiz bir şekilde değil, belli bir amaç doğrultusunda ortaya çıkmaktadır. Yani hiçbir mucize sebepsiz ve amaçsız değildir; her birinin gündeme gelmesinin alt bir zemini vardır. Bu gözle mucizelere baktığımızda, Rabbimizin mucizeleri göndermesinin üç temel amacının olduğunu görürüz. Bunlardan ilki; hidayet vesilesi olması içindir. İkincisi; helak’e meşru bir sebep olması için, yani itiraz kapılarını tamamen kapatmak içindir. Üçüncüsü ise; elçilere ve onlara iman edenlere bir nusret/yardım olması içindir.8 İşte bu üç temel amaçtan dolayı Rabbimiz gönderdiği elçilere ilahî bir ikram olsun diye çeşitli mucizeler bahşetmiştir. Peki, bu ikram-ı ilahiyeler idrak edilmeleri itibari ile hep aynı nitelikte midir? Elbette ki hayır! Birçok kelam âlimimiz bu yönü ile de mucizeleri üçe ayırır. Onlara göre bu ilahî ikramlar; bazen hissi olabilir; beş duyu ile algılanan, yaşanan zaman ve mekân ile sınırlı kalabilir. Bazen haberi olabilir; yakın ve uzak gelecekte olacak bazı hadiselerin nasıl gerçekleşeceği yönünde bilgiler içerebilir. Bazen de aklî olabilir; buna bilgi mucizesi de denir; zaman ve mekân üstü bir muhteva taşıyabilir; ilk gün mucize olduğu gibi, son güne kadar da mucize olma özelliğini ve etkisini devam ettirir.9 Peygamberlik silsilesinin son halkası olan Efendimiz’in (sas) hayatında bu üç mucize çeşidine de rastlamak mümkündür; ama O’na (sas) bahşedilen en büyük mucize, şüphesiz Kur’an’dır.10 Dolayısı ile Efendimiz’in (sas) kendinden önce gelen peygamberler gibi hissi mucizeler gösterdiğini kabul etmek, bu konuda Kur’an ayetlerini ön yargıdan uzak bir şekilde bütüncül bir göz ile okumak gerekir.11 Efendimiz’in (sas) resûl ve nebî oluşunun bir yansıması olarak mucizelerini kabul etmek, O’nun bizlere rehber ve örnek olarak miras bıraktığı mesajlarını gölgelememelidir. Kâmil bir hayatın sahibi olan Efendimiz’in (sas) hayatında mucizeler ne kadar bir yer tutuyorsa, o kadarı ile yetinmek, mucize eksenli bir okuyuş yerine, Efendimiz’in (sas) örnek ve model oluşu göz önünde tutularak bir okuma yapılmalıdır. Hz. Peygamber’in (sas) bir peygamber olarak kendine özgü durumları olması muhakkaktır, ama o insanlığa örnek olarak gönderildiği için özellikle bizler açısından mühim olan bu alandır. Bunun ihmal edilişi, Hz. Peygamber’in (sas) o bereketli hayatından tam olarak istifade edememeyi getirecektir. Bizlerin her daim aklımızda tutmamız gereken bir hakikat var ki; “Efendimiz’in (sas) yaşadığı hayat başlı başına zaten bir mucizedir. Büyük İslam âlimi İbn Hazm (v.456/1064) bu hakikati şöyle ifade eder: “Allah Resûlu’nün (sas) sîreti, üzerinde düşünüp taşınana O’nu doğrulamayı kaçınılmaz kılar. O’nun gerçekten Allah’ın elçisi olduğuna, (yaşadığı hayat) şahitlik eder. Şayet Resûlullah’ın (sas) sîreti dışında başka herhangi bir mucizesi olmasaydı, o sîret tek başına mucize olarak yeterdi.”12 Bu sözlerin sahibi olan İbn Hazm, Resûlullah’ın (sas) hayatındaki mucizeleri inkâr eden birisi değildir. Siyer ile alakalı o güzel kitabında, hemen ilk sayfalarda, “Resûlullah’ın Allah’ın elçisi olduğuna dair deliller” başlığında, tam otuz yedi tane mucizeye yer vermiştir.13 O, tüm bu mucizeleri bilen ve kabul eden biri olarak, Efendimiz’in (sas) hayatının tamamının da bir mucize olduğunu beyan etmiştir. Bizlere düşen, Efendimiz’in (sas) hayatında var olan mucizeleri kabul edip, bugün modern insanın düştüğü bir çıkmaz olan akılla her şeyi izah etmeye çalışma hastalığına bulaşmamak, sahih rivayetlerle bize ulaşan o mucizeleri imanlarımızın takviyesi adına okumak ve tabi ki Siyer’i sadece insanüstü hadiselerden ibaret zannedip, model olarak alınmasını ihmal etmemektir. Üsve-i Hasene/En güzel örnek14 olarak âleme gönderilen Efendimiz’in (sas) hayatın her alanında ve her anında, söylediği bir sözü, gösterdiği bir ameli, rehber ve model olarak takdim ettiği bir örnekliği olduğunu unutmamak gerekir. O (sas), kullukta, ahlakta, adabda, tebliğde, terbiyede, muamelelerde yani her şeyde bize örnek miraslar bırakmıştır. Eğer bizler Siyer’i bu nazarla okursak, Efendimiz’in (sas) bir kul olarak Rabbi ile nasıl bir münasebet kurduğunu, O’na (cc) karşı ta’ziminin, muhabbetinin, teslimiyetinin ve emirlerine karşı riayetinin ne olduğunu görecek, bu hali kendimize örnek olarak edinmeye gayret edeceğiz. Eğer bizler Siyer’i bu çerçevede anlamaya çalışırsak, Efendimiz’ in (sas) başta namaz olmak üzere, ibadet hayatımızı şekillendiren, oruç, hac, zekât, sadaka, infak, dua ve zühde dair söylediklerini ve yaptıklarını daha iyi anlamaya başlayacak; hikmet, mana ve amel boyutu ile o rehberliği hayatımıza taşımaya gayret edeceğiz. Eğer bizler Siyer’i bu tarzda okursak, “Muhteşem ve muazzam bir ahlak üzere olan”15 Efendimiz’in (sas) ahlakın birkaç sahasında değil, her sahasında eşsiz bir örnek ve model olduğunu fark edecek; sabırda, şecaatte, cömertlikte, şükürde, vefada, vakarda, itidalde, doğrulukta, istikamette, gönül zenginliğinde, isârda, tevekkülde, kanaatte, hayâda, iffette, tevazuda ve daha nice alanlarda O’nun rehberliği altında yürümeye gayret edeceğiz. Eğer bizler Siyer’i bu nazarla okursak, âdâb-ı muâşeret dediğimiz, hayatın tüm alanlarına ait edebin en ideal halinin Efendimiz’in (sas) hayatında var olduğunu görecek, birtakım insanların kendi zaviyelerinden bakıp oluşturdukları kurallara göre değil, meselenin en doğru halinin ne olduğunu fark edeceğiz. Böyle olunca da yeme-içme âdâbından, giyim-kuşam âdâbına, kapı çalma, izin isteme âdâbından, konuşma, gülme, şakalaşma âdâbına, oturma, yolculuk etme, davete icabet âdâbından, musâfaha ve ziyaret âdâbına, her alanın en güzel davranışına, O’nun hayatında var olan örneklikleri görecek ve benzerlerini yapmaya gayret edeceğiz. Eğer bizler Siyer’i bu nazarla okursak, tebliğde, davette, talimde, terbiyede yegâne örneğimizin Efendimiz (sas) olduğunu daha iyi anlayacak, bugün en fazla doğrusunu ortaya koymakta zorlandığımız bir alan olan eğitim ve öğretim alanında yanlış adımlar atmaktan kendimizi koruyacak, âleme bir muallim olarak gönderilen Hz. Peygamber’in (sas)16 rehberliğinde başta kendimizi yetiştirmek olmak üzere çevremize karşı sorumluluğumuzu yerine getirmeye çalışacağız. Eğer bizler Siyer’i bu nazarla okursak, baba, eş, çocuk, dede, torun, akraba, komşu, misafir, işçi, işveren, komutan, asker, devlet başkanı, tebaa, dost, düşman ve daha nice konumların en ideal halinin ne olduğunu öğrenecek, bulunduğumuz konumun hakkını vermek için gayret içerisinde olacağız.17 En Güzel Örnekten, Birkaç Güzel Örnek Efendimiz’in (sas) çok sevdiği eşi Hz. Aişe annemiz ile olan münasebeti üzerinden, “O (sas) nasıl bir eş, nasıl bir aile reisi idi?” bunu görmek için, bir iki rivayeti, içerisinden model insan çerçevesinde mesajları almak üzere sizlerin düşünce dünyasına havale ediyorum. Bir gün annemiz kızmış, evin içerisinde yüksek sesle bir şeyler söylüyor, bağırıyor, çağırıyor. O anda da babası Hz. Ebû Bekir haneye giriyor. Kızının o halini görünce ne olduğunu sormadan, Aişe annemizi bir köşeye çektiği gibi: “Ey Filanenin kızı! Sen nasıl olur da Resûlullah’ın huzurunda böyle konuşursun?” deyip, elini vurmak için kaldırıyor… O anda Efendimiz (sas) Hz. Ebû Bekir’e: “Sakın ha Ebû Bekir!” deyip vurmaması için uyarıyor. Hz. Ebû Bekir utancından hiçbir şey diyemeden evden çıkıp gidiyor... Annemiz mahcup, ama Efendimiz (sas) her zamanki gibi tebessüm halinde… Aişe annemize diyor ki: “Seni nasıl o kızgın adamın elinden kurtardım. Nasıl seni onun elinden aldım?” Bu söz hanede gülüşmelere sebep oluyor ve iş tatlıya bağlanıyor. Bir müddet sonra haneye yine gelen Hz. Ebû Bekir (ra), bu sefer orada çok farklı bir hava ile karşılaşıyordu. Annemiz gülüyor, Efendimiz (sas) tebessüm halinde, letafet rüzgârı en güzel haliyle esiyor... O anda Hz. Ebû Bekir diyordu ki: “Aranızda kavgaya beni ortak ettiğiniz gibi, sevincinize de ortak etmez misiniz?” Bu söz mekânın havasını daha da güzelleştiriyor, gülüşmeler daha da ziyadeleşiyordu.18 Bir başka gün Efendimiz (sas) Aişe annemize dedi ki: “Ey Aişe! Ben senin konuşmandan bana kızgın olup, olmadığını hemen anlarım?” Aişe annemiz, kızgın olduğu zamanlarda bile bunu belli etmemeye özen gösterir, elinden geldiğince bu halini gizlerdi. Ama nasıl Efendimiz’in (sas) anladığını merak etmişti. Sordu: “Ya Resûlullah! Bunu nasıl anlıyorsun? Bunu nerden çıkarıyorsun?” Efendimiz (sas) dedi ki: “Ey Aişe! Eğer bana kızmışsan bir şey söylediğin zaman İbrahim’in Rabbine yemin olsun ki diyorsun, eğer benden hoşnutsan, Muhammed’in Rabbine yemin olsun ki diyorsun?” Aişe annemiz, Efendimiz’in (sas) ince düşüncesine, kendinin her halinin böyle dikkat ile okunmasına sevindi ve dedi ki: “Vallahi doğru Ya Resûlullah! Ancak şu andan itibaren sana söz veriyorum, bundan böyle senin isminin dışında bir ismi ağzıma almayacağım, ne kadar kızgın olursam olayım, yine de senin isminle yemin edeceğim.”19 Melekleri kendisine imrendiren hanenin başka bir günü… Efendimiz (sas) Sevde validemizin odasında, Aişe annemiz de aynı mekânda... O gün annelerimizin arasında küçük bir tartışma yaşanmış, Sevde validemiz biraz kırılmış… O esnada Ensar’ın hanımlarından biri haneye helvaya benzer undan yapılmış bir yemek göndermiş. Aişe annemiz gelen yemeği Efendimiz’in (sas) önüne koymuş, kendi de oraya oturmuş, sonra Sevde annemizi de sofraya davet etmiş... Sevde annemiz ona küstüğü için gelmemiş. Aişe annemiz ısrar etmiş, cevap olumlu olmayınca bu sefer tehdit etmiş: “Sana gel diyorum, eğer gelmezsen kalkar bu yemeği senin yüzüne sürerim.” Sevde validemiz yine gelmemekte direnmiş. Bunun üzerine Aişe annemiz, eline o yemekten bir miktar alarak, gidip Sevde validemizin yüzüne sürmüş. O ana kadar bu hadiseyi tebessüm ile seyreden Efendimiz, ayağa kalkmış bir miktar yemeği O da eline alarak, Sevde validemize uzatmış: “Al bunu sende onun yüzüne sür” demiş. Sevde validemizde denileni yapmış ve yemeği Aişe annemizin yüzüne sürmüş. İkisinin de yüzü, gözü, un, yemek içerisinde kalmış... Efendimiz (sas) onların bu haline bakmış, mübarek dişleri görünürcesine gülmüş, gülmüş… O anda Hz. Ömer’in (ra) sesi duyulmuş dışarıdan, Efendimiz: “Kalkın içeriye geçin, elinizi yüzünüzü yıkayın, Ömer bu halde sizi görmesin” demiş...20 Kaynaklar: 1- En’am Sûresi, 6/124; Araf Sûresi, 7/146; Tevbe Sûresi, 9/26, 40; Nahl Sûresi, 16/33; İsra Sûresi, 17/1; Saffat Sûresi, 37/14,15; Fetih Sûresi, 49/27; Kamer Sûresi, 54/22- İbn Faris, Mucemu Mekayis fi’l-Lûğa, s. 738-7393- Bulut, Halil İbrahim, TDV, İslam Ansiklopedisi, c. 30, s. 350-351 4- Araf Sûresi, 7/735- Araf Sûresi, 7/106-108; Hud Sûresi, 11/96; Kasas Sûresi, 28/31-32, 35 6- Alî İmran Sûresi, 3/49-507- Bâkıllanî, İ’câzü’l-Kur’an, s.216; Zerkanî, Menahilü’l-İrfan, c.1, s.668- Bulut, Halil İbrahim, TDV, İslam Ansiklopedisi, c. 30, s. 350-351 9- Bulut, Halil İbrahim, TDV, İslam Ansiklopedisi, c. 30, s. 350-351 10- Taha Sûresi, 20/133; Ankebut Sûresi, 29/50, 5111- Daha geniş bilgi için bkz: Sifil, Ebubekir, Peygamberlik ve Mucize, Rıhle Dergisi, sayı, 16, s. 6-1212- İbn Hazm, el-Fasl fi’l-milel ve’l-ehvâ ve’n-nihal, c. 2, s. 90 13- İbn Hazm, Cevâmiu’s-Sîre, s. 46-5114- Ahzab Sûresi, 33/21 15- Kalem Sûresi, 68/416- “Ben sizlere ancak bir muallim olarak gönderildim.” İbn Mace, Mukaddime, 17; Dârimi, Mukaddime, 3217- Bu alanlara ait Hz. Peygamber’in örnekliğini gösteren güzel bir çalışma olarak, Ömer Çelik, Mustafa Öztürk ve Murat Kaya Hocalarımızın, Üsve-i Hasene kitabından istifade edilebilir. 18- Ebû Davud, Edeb, 92 19- Buhari, Nikâh, 107; Müslim, Fedâilü’s-Sahabe, 80 20- Ebû Yâ’la, Müsned, c. 7, s. 449

Hazret-i Peygamber Aleyhissalatü Vesselam’ın Sünnet-i Seniyesi, -Kur’an-ı Kerim’de beyan edilen- Allah’ın razı olacağı hayat tarzının ta kendisidir. Hazret-i Muhammed (sav) insanlara her konuda örnek olmuştur. Diğer insanlar gibi o da hasta olmuş, savaşta yaralanmış, rızkı için çalışmış, ticaretle uğraşmış, evlenmiş, çoluk-çocuk sahibi olmuş hatta devlet başkanlığı gibi idari görevlerde bulunmuştur. İnsanların karşılaşabilecekleri birçok hali yaşamıştır. Bütün bu hallerinde Allah’ın (cc) razı olduğu/olacağı tutum ve davranışları göstermiştir. Bunların tümüne birden Sünnet-i Seniye adı verilir. Sünnet-i Seniyenin hepsini tamamen yaşamak yüksek bir kısım insanlara mahsustur. Fakat hepsini yaşamaya niyet etmek, istemek ve taraftar olmak, yaşayabildiği kadar yaşamak herkesin elinden gelir. Sünnet-i Seniyenin birinci kısmı, dinin farzlarıdır. Bunlar Allah’ın emri olup yerine getirmemiz gereken ibadetlerdir. Yani Peygamber Efendimiz Aleyhissalatü Vesselam’ın bizzat yerine getirdiği başta namaz olmak üzere oruç, hac gibi ibadetlerdir. Bu ibadetleri asırlardır milyonlarca Müslüman yerine getirmiş ve getirmektedir. Demek sünnet dairesinde yerini alan bu dini vecibeler herkes tarafından yerine getirilebilir ve yaşanabilir. Zira ferâiz-i İlahîye hafiftir, azdır.1 Mesela, namazda ruhun ve kalbin ve aklın büyük bir rahatı vardır. Hem cisme de o kadar ağır bir iş değildir.2 Sünnet-i Seniyenin ikinci kısmı nafilelerdir. Bu da iki kısımdır. 1. Peygamber Efendimizin (sav) ibadetleri eda ederken tabi olduğu sünnetler 2. Muaşerete taalluk eden adap sünnetlerdir. İbadetle ilgili nafile nevinden sünnetler fıkıh kitaplarında genişçe anlatılmıştır. Mesela, azaları sağ taraftan başlayarak yıkamak abdestin sünnetlerindendir. Namazda Sübhaneke duasını okumak da namazın sünnetlerindendir. Adap kısmı ise konuşmak, yemek-içmek ve yatmak gibi hal ve hareketlerin düsturlarını beyan eder. Muhataba bütün bedenimizle yüzümüzü dönerek konuşmak, sağ elle yiyip-içmek ve abdestli yatmak gibi. Demek hayatımızın içinde yer alan ve zaten yapageldiğimiz bu fiilleri Allah Resulünü (sav) modelleyerek yerine getirmemiz elbette ki zor değildir. Hazret-i Peygamber (asm)’ın zevce-i pâklerinin hane-i saadetlerine bir grup erkek gelerek Resulullah (sav)’in evdeki ibadetinden sordular. Kendilerine bu husus açıklanınca sanki bunu az bularak: “Resulullah (sav) kim, biz kim! Allah onun geçmiş ve gelecek bütün günahlarını affetmiştir. (Bu sebeple ona az ibadet de yeter)” dediler, içlerinden biri: “Ben artık hayatım boyunca her gece namaz kılacağım” dedi. İkincisi: “Ben de hayatım boyunca hep oruç tutacağım, hiçbir gün terk etmeyeceğim” dedi. Üçüncüsü de: “Kadınları ebediyen terk edip onlara hiç temas etmeyeceğim” dedi. (Bilahare durumdan haberdar olan) Hazret-i Peygamber (sav) onları bularak, “Sizler böyle böyle söylemişsiniz. Hâlbuki Allah’a yemin olsun, Allah’tan en çok korkanınız ve yasaklarından en ziyade kaçınanınız benim. Fakat buna rağmen, bazen oruç tutar, bazen yerim; namaz kılarım, uyurum da; hanımlarımla beraber de olurum (benim sünnetim budur). Kim sünnetimi beğenmezse benden değildir.”3 Peygamberimiz Aleyhissalâtü Vesselam mucizelerinden ve hususî hallerinden başka fiilleri, halleri ve tavırlarında beşeriyette kalıp beşer gibi âdet-i İlâhîyeye ve evâmir-i tekvinîyesine boyun eğmiş ve muti’ olmuş. O da soğuk çeker, elem çeker ve hakeza… Her bir ahvâl ve etvarında harikulâde bir vaziyet verilmemiş. Ta ki ümmetine fiilleriyle imam olsun. Tavırlarıyla rehber olsun. Umum hareketleriyle ders versin. Eğer her davranışında harikulâde olsaydı bizzat her cihette imam, mürşid ve bütün ahvâliyle rahmeten lil âlemin olamazdı.4 Hazret-i Peygamber Aleyhissalatü Vesselam’ın Sünnet-i Seniyesi, -Kur’an-ı Kerim’de beyan edilen- Allah’ın razı olacağı hayat tarzının ta kendisidir. Zaten bu hayatı bir şekilde yaşıyoruz. Niçin sünnet dairesinde Sünnet-i Seniyenin düsturlarına göre yaşamayalım? Hâlbuki bin dört yüz senedir Müslümanların yaşamış olması bizim de rahatlıkla yaşayabileceğimizin göstergesi değil midir? Hem dünya hayatı gibi ahiretimizi de cennete çevirecek bu yüce ve yüksek hakikatlerin öyle altından kalkılamayacak bir ağırlığı da yoktur. Kaynaklar: 1- Sözler, s. 142- Sözler, s. 93- Buharî, Nikah 1; Müslim, Nikah 5 (1401)4- Sözler, s. 50

Sünnete ittiba etmeyen, tenbellik ederse, hasâret-i azîme (büyük hasarlar); ehemmiyetsiz görürse, cinâyet-i azîme (büyük cinayet); tekzîbi (yalan olduğunu) işmâm eden (hissettirecek) tenkîd ise, dalâlet-i azîmedir (büyük sapıklıktır).” Sünnet-i Seniye, Peygamberimizin (sav) yüce ve güzel yoludur. Bunun içinde farzlar, vacipler, menduplar, müstehablar, adablar olduğu gibi haramları ve mekruhları terk de vardır. Yani sünnetin mertebeleri vardır. Farz ve vacip kısımları yapmazsak bu günah olur. Haram ve mekruhu terk etmezsek yine günah olur. Diğer nafile denilen müstehab ve adab sünnetlere uyulmazsa günah olmaz. Fakat büyük sevabın kaybı ve Peygamberimizin (sav) nurundan istifade etmemek vardır. Buna dair Üstad Bediüzzaman Hazretlerinin izahını aşağıya aynen alıyoruz. “Resûl-ü Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm’ın sünnet-i seniyesinin menbaı üçtür: Akvâli (konuşmaları), ef‘âli (fiilleri), ahvâlidir (halleridir). Bu üç kısım dahi, üç kısımdır: Ferâiz (farzlar), nevâfil (nafileler), âdât-ı hasenesidir (güzel adetleridir). Farz ve vâcib kısmında ittibâa (uymaya) mecbûriyet var; terkinde, azab ve ikāb vardır. Herkes ona ittibâa mükelleftir. Nevâfil kısmında, emr-i istihbâbî ile yine ehl-i îmân mükelleftir. Fakat, terkinde azab ve ikāb yoktur. Fiilinde, yani yapılmasında ve ittibâında azîm sevablar vardır. Tağyîr ve tebdili (değiştirilmesi), bid‘a ve dalâlettir ve büyük hatâdır. Âdât-ı seniyesi ve hareket-i müstahsenesi ise, hikmeten ve maslahaten, hayat-ı şahsiye ve nev‘iye ve ictimâiye i‘tibâriyle onu taklîd ve ona ittiba etmek, gayet müstahsendir (güzeldir). Çünkü her bir hareket-i âdiyesinde (sıradan hareketinde), çok menfaat-i hayatiye (hayati faydalar) bulunduğu gibi, mutâbaat etmekle (ona uymakla), o âdâb ve âdetler, ibâdet hükmüne geçer. Evet, madem dost ve düşmanın ittifâkıyla, Zât-ı Ahmediye Aleyhissalâtü Vesselâm mehâsin-i ahlâkın (ahlakın güzelliklerinin) en yüksek mertebelerine mazhardır. Ve madem bil’ittifâk nev‘-i beşer içinde en meşhur ve en mümtâz (seçkin) bir şahsiyettir. Ve madem binler mu‘cizâtının delâletiyle ve teşkîl ettiği âlem-i İslâmiyetin kemâlâtının şehâdâtıyla ve mübelliğ ve tercüman olduğu Kur’ân-ı Hakîm’in hakaikinin tasdîkiyle, en mükemmel bir insan-ı kâmil ve bir mürşid-i ekmeldir. Ve madem semere-i etbâıyla (tabi olmanın meyveleri) milyonlar ehl-i kemâl, merâtib-i kemâlâtta (olgunluk derecelerinde) terakkî edip saadet-i dâreyne (dünya ve ahiret saadetine) mazhar olmuşlardır. Elbette o Zât’ın (sav) sünneti ve harekâtı, iktidâ edilecek en güzel numûnelerdir ve ta‘kîb edilecek en sağlam rehberlerdir ve düstûr ittihâz edilecek (alınacak) en muhkem kanunlardır. Bahtiyar odur ki, bu ittibâ‘-ı sünnette, hissesi ziyâde ola. Sünnete ittiba etmeyen, tenbellik ederse, hasâret-i azîme (büyük hasarlar); ehemmiyetsiz görürse, cinâyet-i azîme (büyük cinayet); tekzîbi (yalan olduğunu) işmâm eden (hissettirecek) tenkîd ise, dalâlet-i azîmedir (büyük sapıklıktır).” “Resûl-ü Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm ferman etmiş: كُلُّ بِدْعَةٍ ضَلَالَة وَكُلُّ ضَلَالَةٍ فِي النَّارِ Yani âyetinin sırrıyla, kavâid-i şerîat-ı garrâ ve desâtîr-i sünnet-i seniye, tamam ve kemâlini bulduktan sonra, yeni îcâdlarla o düstûrları beğenmemek veyahud -hâşâ ve kellâ- nâkıs (noksan) görmek hissini veren bid‘aları îcâd etmek dalâlettir, ateştir. Sünnet-i seniyenin merâtibi (mertebeleri) var. Bir kısmı vâcibdir, terk edilmez. O kısım, şerîat-ı garrâda tafsîlâtıyla (detaylı olarak) beyan edilmiş. Onlar muhkemâttır (manası açık ve kesindir), hiçbir cihette tebeddül etmez. Bir kısmı da, nevâfil (nafileler) nev’indendir. Nevâfil kısmı da iki kısımdır. Bir kısmı, ibadete tabi olan sünnet-i seniyelerdir. Onlar da şeriat kitaplarında beyan edilmiştir. Onların tağyiri (değiştirilmesi) bid‘attir. Diğer kısmına, “âdâb” tabir ediliyor ki, siyer-i seniye kitaplarında zikredilmiştir. Onlara muhalefete, bid‘a denilmez. Fakat âdâb-ı Nebeviyeye bir nevi muhalefettir ve onların nurundan ve o hakiki edebden istifâde etmemektir. Bu kısım ise, örf ve âdât ve muâmelât-ı fıtriyede Resul-ü Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm’ın tevâtürle ma‘lûm olan harekâtına ittiba etmektir. Meselâ, söylemek âdâbını gösteren ve yemek ve içmek ve yatmak gibi hâlâtın âdâbının düstûrlarını beyân eden ve muaşerete taalluk eden çok sünnet-i seniyeler vardır. Bu nevi sünnetlere, “âdâb” tabir edilir. Fakat o âdâba ittibâ eden, âdâtını ibâdete çevirir, o edebden mühim bir feyiz alır. En küçük bir âdâbın mürââtı (uyulması), Resûl-ü Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm’ı tahattur ettiriyor (hatırlatıyor), kalbe bir nur veriyor. Sünnet-i seniyenin içinde en mühim olanları İslâmiyet alâmetleri olan şeâire taalluk eden sünnetlerdir. Şeâir, âdetâ hukuk-u umûmiye nev‘inden cemiyete ait bir ubûdiyettir. Birisinin yapmasıyla, o cemiyet umumen istifade ettiği gibi, onun terkiyle de umum cemaat mesul olur. Bu nevi şeâire riya giremez ve ilan edilir. Nafile nev‘inden de olsa, şahsî farzlardan daha ehemmiyetlidir.” (11. Lema Sünnet-i Seniye bahsi)

Bugünlerde kullanılmasını oldukça “normal” gördüğümüz şu “eski normal” ve “yeni normal” kavramları, modernizmin tekâmülüne (ya da daha bir düşüşüne) dair iki farklı safhayı ifade ediyor gerçekte. Öncelikle, bizim haricimizde normlar/kurallar koyma yetkisine sahip bir hakimiyet alanından bahsediyoruz bu kavramların dolayımıyla. İkinci olaraksa, bu normlar/kurallar dünyasına ister istemez dahil olduğumuzu itiraf ediyoruz, pek de farkında olmadan. İşte bugünlerde “dünya” derken kastettiğimiz biraz da böyle; bizim haricimizde kurulmuş ama bize doğru ağını atmış bir “kurallar” dünyasıdır. Bu dünya kısaca modern dünyadır. Onun kuralları/normları da modernizmin kurallarıdır. Modern dünya denildiğinde, biz doğuluların aklına çok da sevimli şeyler gelmeyecektir. Çünkü bu dünya, batının dünyasıdır, batılı dünyadır. Şu sözde doğulu oluşumuz bile onların eseridir. Kolonyal dönem (sömürge dönemi) gibi vahşi hatıralarıyla hatırladığımız, Afrika’sından Uzak Doğu’suna, insanlığı insanlığından utandırmış bir dünyadır burası. İnsanlık olarak, bu normaller dünyasına kendi isteğimizle dahil olmadık. Oraya cebren sürüldük. Ve orada cebren tutuluyoruz. Yeni normallere seyrüsefer eylediğimiz bu hengâmede, ne yeni normallere eriştik diye bayram edecek; ne de terk ettiğimiz “normaller” hakkında ağıtlar yakacak bir konumda değiliz. Çünkü ne normaller ne de yeni normaller bizimdir. Kadim kıssalarımızda anlatıldığı üzere dünya, ipekli ve süslü elbiseler giymiş yaşlı bir koca karı görünümündedir. Bu koca karı, dışarıdan bakılınca çok cazibedar görünür ama gerçekte çok çirkin bir cadıdır. Kur’ân kaynaklı “dünya” kelimesinde dahi bu anlam kendisini ele verir. Buna göre dünya, bezm-i elest yurdunun ruhları açısından bir düşüşe karşılık gelir. İşte dünyanın, modern olmayan böylesi bile, Müslüman için normal bir dünya değildir. Çünkü bu dünyanın kuralları ikili bir karşıtlığa mahkûm eder insanı. İyilik ve kötülük, hastalık ve şifa, mutluluk ve hüzün, hayat ve ölüm gibi zıtlıklar arasında savrulup durur insan. Mevlânâ’nın da işaret ettiği gibi, bu zıtlar dünyasına dahil olan beşer ruhu, yüce âlemlerden düşüşünün hüznünü her daim hisseder. Modern dünya ise, dünyayı bir düşüş yeri olarak görmesinin bütün basiretlerini ve ferasetlerini insanın elinden almıştır. İnsan artık mecbur bırakıldığı bu dünyayı kanıksamaya başlamıştır. Sanki bir sonsuz âlemden buraya gelmemiştir de, hüdâ-yı nâbit gibi yerden bitivermiştir. Hatta gerçeklik bile sanal gerçeklik ve dünya gerçekliği şeklinde ikiye ayrılır modern dünyada. Simülasyonlar yoluyla dünyanın gerçekliği de yutulmuştur. Dünyanın gerçekliği ki, ebedî âlemin hakikiliğinin bütün ayetleri oradadır. Modern dünyanın şeyleştirdiği insan, dijital dünyada tüm şeyliğinden incelip zihnî bir sayıya dönüşmüştür artık. Anlaşılıyor ki, yeni normaller, eski normallerin yarım bıraktığı işi tamamlamak için ikame edildiler. Böylece modern oyunu başlatan o meşhur “düşünüyorum öyleyse varım” komutuna geri sürüldük. Bu “arttırılmış gerçeklik” dönüşümü/düşüşü yoluyla, ebedî gerçekliğe dair basiretsizliğimiz daha da arttırılmış oldu. Bu noktada Müslümana düşen, sanal ya da maddî; -miş gibilerin oyunlarına kanmak ve dalmak değildir. Onun vazifesi, ezelî ve ebedî hakikatin çağrısına tüm varlığıyla kulak vermektir: “Dünya hayatı bir oyun ve eğlenceden başka bir şey değildir. Ve elbette ahiret yurdu, muttakiler için daha hayırlıdır. Hiç akıl erdirmez misiniz?” (En’âm, 32)

“... Fakat olur ki, bir şeyden hoşlanmazsınız ama, o sizin için hayırlıdır.Ve olur ki, bir şeyi (de) seversiniz, halbuki o sizin için bir şerdir. Allah ise (sizin için hayır olanı) bilir de siz bilmezsiniz.” (Bakara, 216) Hikmete râm olmak… Bu hakikate, Mehmet Akif Ersoy’un “Safahat” adlı eserinde yazmış olduğu şu meşhur beytinden aşinayızdır: “Allah’a dayan, sa’ye sarıl, hikmete râm ol / Yol varsa budur bilmiyorum başka çıkar yol.”Peki hikmete râm olmak ne demektir? Râm kelimesinin sözlük anlamı; boyun eğmek, itaat etmektir. Hikmete râm olmak ise, Cenab-ı Hakkın her icraatının hikmetle olduğuna iman edip, O’nun hikmetine rıza gösterip teslim olmaktır. O’nun hükmü altına girmek ve O’na boyun eğmek anlamlarına gelmektedir.Pek çok hikmetlere binaen elemlerin, kederlerin, musibetlerin eksik olmadığı bu dünyada insanoğlu için sürekli konfor alanında kalma ihtimali yoktur. İnsan hayatı boyunca farklı imtihanlara tabi tutulur. Hiç şüphesiz ki bu imtihanların en zorunu -derece itibariyle- başta peygamberler olmak üzere sahabeler, Allah dostları ve büyük alimler vermişlerdir. Onların hayatlarına, geçirmiş oldukları imtihanlara bakıp düşündüğümüzde bizim başımıza gelen imtihanların aslında daha çekilebilir, katlanılabilir bir hal aldığını rahatlıkla görebiliriz. Konunun başında belirtilen ayet-i kerimede buyrulduğu gibi, bizim için neyin hayır, neyin şer olduğunu en iyi Cenab-ı Hak bilmektedir. Biz, hadiselerin zahiri itibariyle musibet tarafını görürken, Cenab-ı Hak perdeler arkasında hikmetler gizlemiştir. İşte tam olarak ‘hikmete râm olmak’ da burada devreye girmektedir. İnsanoğlu bilmelidir ki, başına ne gelirse gelsin Hak’tandır. O’ndan ge len baş göz üstünedir. O’ndan gelen en güzelidir. O’nun, hikmetiyle bizim için dilediği her şey baş tacıdır. Bu Hâkim-i Hakîm-i mutlak olana boyun eğmek, ruhu sükuna erdiren en büyük bir teslimiyettir. Bu teslim olmak ise, tarifinde zorlanacağımız, fakat duruma göre her daim yaşadığımız ve yaşayabileceğimiz bir gönül ferahlığıdır. İnsan hadiselere, o hadiselerin arkasında pek çok hikmetli iş yapan bir zatın varlığını bilerek ve her halükârda kendisine fayda sağlayacağını düşünerek baktığı zaman hem ruhi sıkıntılardan kurtulur hem de biiznillah imanı kavileşir. Allah’ın kendisi için dilediği her hükme sorgusuz sualsiz boyun eğmenin, kadere rıza göstermenin bir yolu olduğunu anlar insan. Ebu’d-Derda (ra), “İmanın zirvesi, her türlü hüküm karşısında sabır ve kadere rızadır.” der. Rızanın faziletine delil teşkil eden şu hadis-i şerifler de bulunmaktadır “Peygamberimiz (asm) bir gün sahabelerden bir cemaate; “Siz kimsiniz?” diye sorar. Onlar da “Müminleriz” diye cevap verir. Peygamberimiz (asm) onlara “İmanınızın alameti nedir?” diye sorar. Onlar da “Belaya karşı sabreder, bolluğa şükreder ve kazanın tecellisine razı oluruz.” diye cevap verirler. Bunun üzerine Peygamberimiz (sav) onlara “Kabe’nin Rabbi adına yemin ederek söylüyorum ki, sizler müminlersiniz” diye karşılık verir.”1 Yine başka bir hadiste şöyle buyruluyor: “Allah bir kulu sevince ona bela verir, sabrederse onu sever, hoşnutlukla karşılarsa onu mümtaz kılar.”2 Risale-i Nur’da, kadere ve Cenab-ı Hakk’ın hükmüne razı olmanın elemlerden, gamlardan bir kurtuluş olacağını Üstad Hazretleri şöyle ifade etmiştir: “Her şey kader ile takdir edilmiştir. Kısmetine razı ol ki, rahat edesin.” (Mesnevi-i Nuriye), “Kadere iman, kaygı ve üzüntüyü giderir.”3 İnsan ancak iman şuuruyla, baktığı zaman bu şekilde görmekte, Allah’ın hikmetine râm olmanın sırrını kavrayabilmektedir. İnsan, başına gelen her hadisenin karşısında öncelikle Allah’ tan geldiğini bilmeli, hikmetlerini aramalıdır. Hatası varsa düzeltmeli, hikmetini bilemediği kısımlarda işte o hikmete râm olup Cenab-ı Hakk’a tevekkül, sıkıntılı ise sabır içinde şükretmelidir. Duamız odur ki; şu fani hayatımızda bize biçilen ömür boyunca, Allah’ın hikmetine râm olmak hakikatini yaşayabilmek ve bunun neticesinde O’nun rızasını kazanabilmek nasip olsun. Vesselam. Kaynaklar: 1- İmam Gazali, Kalplerin Keşfi, s. 336.2- A.g.e. s. 3593- Münavî, Feyzu’l-Kadîr, 3/187

İNSAN 3 ŞEYİNİN KIYMET VE BÜYÜKLÜĞÜNE GÖRE MÜKÂFAT VEYA CEZA GÖRECEKTİR1 1- Cinayetinin büyüklüğü. 2- Mahiyetinin ehemmiyeti. 3- Vazifesinin azameti. SAHABENİN 3 FITRÎ ÖZELLİĞİ2 1- Yüksek hissiyât sahibi olmaları. 2- Yüksek ahlâka meftun olmaları. 3- Şerefe, itibara ve güzel olan şeyleri göstererek övünmeye meyyâl olmaları. Sahabeler, bu üç fıtrî meziyetlerinin sevkiyle, bilerek ve isteyerek küfrün, bâtılın, şerrin ve yalanın tarafında yer almadılar. DALÂLET VE ŞERRİN 4 ÖZELLİĞİ3 1- Menfîdir (olumsuzdur). 2- Tahriptir. 3- Ademîdir (yokluğa aittir). 4- Bozmaktır. HİDAYET VE HAYRIN 4 ÖZELLİĞİ4 1- Müsbettir (olumludur). 2- Vücudîdir (varlığa dairdir). 3- İmardır. 4- Tamirdir. BÜYÜK GÜNAHLARI İŞLEMENİN İMANSIZLIKTAN GELMEDİĞİNİ GÖSTEREN 3 HAL5 1- İnsandaki nefis, heves, his ve vehim ileriyi görmezler. Hatta inkâr ederler. Acil ve peşin küçücük bir lezzeti, ertelenmiş büyük bir lezzete tercih ettikleri gibi; acil ve peşin bir tokat korkusundan, ileride bir sene azaptan daha fazla çekinirler. Bunlar insanda hükmettiğinde imanın yeri olan kalb ve akıl susarlar, mağlup olurlar. 2- İnsandaki hissiyât galip gelse, aklın muhâkemesini dinlemez. Akla galip gelir. 3- Fenalık, heva ve heves yolu tahrip olduğu için gayet kolaydır. Cinnî ve insî şeytanlar, kolayca ve çabukça insanları o yola sevk ederler. EĞER SEBEPLER OLMASAYDI İNSANIN YAPACAĞI 4 ZULÜM6 1- Yüce Allah’a karşı itiraz ederdi. 2- İlâhî rahmeti itham ederdi. 3- İlâhî hikmeti tenkit ederdi. 4- Haksız yere şikayetler ederdi. BEŞ VAKİT FARZ NAMAZI KILMAMANIN SIRASIYLA 3 NETİCESİ7 1- Kalbî ve ruhî sıkıntılar çekmek. 2- Bu sıkıntılar yüzünden ahlâkın bozulması. 3- Ümitsizce (Allah’ın rahmetinden ümidini keserek) hayat sürmek. HAPİS CEZASI ÇEKEN MAHKUMLARIN FARZ NAMAZLARINI KILMAKLA ELDE EDECEKLERİ 5 KÂR8 1- Hapis ve musibet müddetinin her bir saati, bazen bir gün ibadet hükmüne geçebilir. 2- Kalbî ve ruhî sıkıntıların ve bu sıkıntıların neticesi olan ümitsizlik, kısmen zeval bulur. 3- Hapse sebep olan hatalara kefaret olup affettirir. 4- Hapsin hikmeti olan terbiye gerçekleşir. 5- Hapis musibetindeki arkadaşlar ile birbirlerine teselli verecek tarzda hoş sohbet halkaları oluşur. KUR’AN’IN NAZARINDA GEÇMİŞ ASIRLARIN 3 ÖZELLİĞİ9 1- Canlı bir ibret sayfasıdır. 2- Baştan başa ruhlu ve acayip bir âlemdir. 3- Yok olup gitmiş değil; varlığını hâlen devam ettiren ve bizimle de münasebetli bir Rabbânî memlekettir.10 Kaynaklar: 1- Osmanlıca Zülfikâr, Hayrât Neşriyat, 2017, s.35.2- Osmanlıca Sözler, s.164. 3- Osmanlıca Lem’alar, s.71.4- Osmanlıca Lem’alar, s.71.5- Osmanlıca Lem’alar, s.78.6- Osmanlıca Lem’alar, s.84.7- Osmanlıca Şualar, c.1, s.192.8- Osmanlıca Şualar, c.1, s.192.9- Osmanlıca Şualar, c.1, s.235.10- Kur’an’ın geçmiş asırlara olan bu nazarı,tarih felsefecilerine de yol göstermektedir.

Nurdan Ölçülerde bu yazımızda Risale-i Nur talebelerinin vazifelerini ele alacağız. Hz. Üstad bu mesele ile ilgili şöyle bir ifade kullanır: “Her şakirdin, her bir talebenin vazifesi, yalnız kendi imanını kurtarmak değil, belki başkasının imanlarını muhafaza etmeye mükelleftir. O da hizmete ciddi devam ile olur.”1 Sevgili Üstadımız Nur talebelerinin vazifelerinin yanında günümüzün tabiriyle vizyon ve misyonunu da İhlas Risalesinde şu cümlelerle açıklar: “İşte ey Risâle-i Nur şâkirdleri ve Kur’ân’ın hizmetkârları! Sizler ve bizler, öyle bir insan-ı kâmil ismine lâyık bir şahs-ı manevinin azalarıyız. Ve hayat-ı ebediye içindeki saadet-i ebediyeyi netice veren bir fabrikanın çarkları hükmündeyiz. Ve sahil-i selâmet olan Dârü’s-Selâm’a ümmet-i Muhammediyeyi (asm) çıkaran bir sefine-i Rabbâniyede çalışan hademeleriz.”2 Talebe demişken Bediüzzaman Hazretleri, Risale-i Nur talebelerinin vasıf ve özelliklerini de şöyle tarif ediyor: “Talebeliğin hâssası ve şartı şudur ki: Sözler’i (yani Risale-i Nurları) kendi malı ve telifi gibi hissedip, sahip çıksın. Ve en mühim vazife-i hayatiyesini onun neşir ve hizmeti bilsin.”3 Şimdi bu açıklamalar ışığında bazı hizmet ölçülerini birlikte not edelim. Ölçü: Risale-i Nur ve Talebeleri, imanın ve Kur’an’ın muhafızlarıdır. Risale-i Nurlar ve talebeleri, içinde bulundukları toplumun imanının manevi bir muhafızıdırlar. Ehl-i imana, iman cihetinde hizmet etmekle mükelleftirler. Dolayısıyla ehl-i küfrün batıl fikirlerle imanın esaslarına yaptıkları saldırılara karşılık vermek, Risale-i Nurun ve talebelerinin vazifeleridir. Bu asırda dine muhalif grupların değişik vasıtalarla imanın esaslarına yönelik ilmi taarruzları had ve hesaba gelmez. Risale-i Nurlarda imana yönelik muhalif saldırılara çok tesirli cevaplar verilmekle bu vazife bihakkın yerine getirilmiştir. Örneğin tabiatperest, esbabperest ve kendi kendine varoluş fikrini yayanlara karşı Tabiat Risalesi ile küfrün temel taşını darmadağın etmiş, inkar fikrini dirilmeyecek bir surette öldürmüştür. Haşr-i cismaniyi akıldan uzak görüp inkâr edenleri 10. Söz ve 29. Sözler susturmuştur. Hz. Üstadın ifadesiyle “Eğer haşrin geleceğini, gelecek baharın geleceği gibi kat‘î bir surette anlamak istersen, haşre dair Onuncu Sözle Yirmi Dokuzuncu Söz’e dikkatle bak, gör. Eğer haşrin geleceğine, baharın geleceği gibi inanmazsan, gel, parmağını gözüme sok.”4 denilerek bu husustaki ispatın ne kadar güçlü olduğu gösterilmiştir. Kader meselesini tam anlayamayanlara ya da kaderi inkâr edenlere karşı 26. Söz’de kader meselesini öyle ispat etmiş ve öyle ikna edici hakikatler kaleme alınmış ki, akıl sahibi bir insanın bunları reddetmesi imkân haricindedir. Meleklere, kitaplara ve peygamberlere imanı ispat eden 19. Mektup, 29. Söz ve 25. Söz gibi risaleler meydandadır. Bu risaleleri anlayarak okuyanların bu iman esaslarını inkara zerre kadar mecali kalmadığı herkesin malumudur. Daha bunlar gibi binlerce sırlı hakikati Risale-i Nurlar hadsiz delillerle ispat etmiştir. Elhasıl Risale-i Nurlar bu zamanda imanın ve Kur’an’ın hakikatlerini güneş gibi aşikare ispat eden ve bu hakikatlerle münkirleri susturan, ehl-i küfrü fikren mağlup eden Kur’anî, burhanî bir hakikattir. Nur talebeleri de bu hakikatleri muhtaç gönüllere ulaştırmakla onların imanlarını küfrün hücumlarına karşı muhafaza etmektedirler. Ölçü: Risale-i Nurlar mîrî malıdır. Onlara herkes sahip çıkabilir. Üstad Bediüzzaman Hazretleri, Nur talebelerinin hususiyetlerini anlatırken “Risale-i Nurları kendi malı ve telifi gibi hissedip sahip çıksın. Ve hayatının en mühim vazifesi onun neşir ve hizmeti bilsin” demişti. Burada önemli olan hissetmek, kendi malı ve telifi gibi bilip sahip çıkmaktır. Elbette Risale-i Nurları kendi malı gibi hissedenler ona layıkıyla sahip çıkarlar. Risale-i Nurlar Kur’an’ın hakikatleri olduğu için umum ehl-i iman adeta mîrî malı gibi onlara sahip çıkabilir ve neşrine ciddi çalışmakla talebesi olabilirler. Hz. Üstad, kendisini ve Nur talebelerini Kur’ an-ı Hakîmin mücevherat dükkanının bir tezgahtarı olarak nitelendirmiştir. Bir tezgâhtar dükkânında sattığı mücevherleri tanımadan tezgâhtarlık yapabilir mi? Bir yazar kendi yazdığı kitapta ne yazdığını bilmez mi? Aynen öyle de Risale-i Nurları kendi malı ve telifi gibi hissedip sahip çıkan bir Nur talebesi de Nurlara öyle vakıf olmalıdır. Hangi mevzu nerede geçiyor, nasıl izah ediliyor? Hangi risale hangi manevi yaranın merhemidir, hangi hastalığı tedavi eder? Muhatabın ihtiyacı olan hakikatler hangi eserde bulunur? Kime, ne, ne kadar anlatılır? Bu hususlar gibi meselelere fihristvari bir vukufiyet elde etmek Nur talebelerinin asli vazifeleridir. Bunun için her bir talebenin nurlara çok ciddi çalışması gerekir. Adeta alanında uzmanlaşmış bir hekim gibi, hastayı görür görmez hastalığı teşhis edip doğru tedaviyi uygulayabilecek bir seviyeye gelmelidir. Her bir Nur talebesi Risale-i Nurun hakikatlerini kalbine, ruhuna, aklına ne kadar sağlam nakşederse insanlara iman cihetinde o nispette faydalı olur. Küfre karşı bir kalkan, ehl-i imana da sığınılacak bir liman olur. Kaynaklar: 1- Kastamonu Lahikası, 258. Altınbaşak Neşriyat Osmanlıca Nüsha2- Lemalar, 168. Altınbaşak Neşriyat Osmanlıca Nüsha3- Mektubat, 169. Altınbaşak Neşriyat Osmanlıca Nüsha4- Züfikar, 74. Altınbaşak Neşriyat Osmanlıca Nüsha

“Hangi çiçeğe varıp el attıysam Allah’ı zikir ve tesbih ile meşguldüler, onları dalından koparıp zikir ve tesbih etmesine mâni olmaya gönlüm elvermedi, bu zavallı Sümbül dalından kopmuştu ben de bu çiçeği size getirdim” Asıl adı Zeyneddin Yusuf Sinan’ dır (Merzifon 1451-H.856 / İstanbul 1529-H.936). Buluğ çağına kadar Isparta’nın Uluborlu kasabasında eğitim görmüş, oradan İstanbul’a gelmiştir. Devrinin önemli âlimlerinden on altı yıl zâhirî ve fennî ilimler tahsil eden Yusuf Sinan Efendi tahsiline, Çelebi Halife namıyla meşhur Cemâl-î Halvetî’nin yanında devam etmiştir. Büyük bir âlim olan, farklı birçok şehirde müderrislik yapıp talebe yetiştiren, Koca Mustafa Paşa’daki külliyede de eğitim veren Çelebi Halife, meşhur menkıbeye göre bir gün talebelerinden çiçek toplayıp getirmelerini ister. Tüm talebeler ertesi gün envâi çeşit, birbirinden güzel çiçeklerle hocalarının huzuruna varırlar. Ancak Yusuf Sinan solmuş ve kurumaya yüz tutmuş bir sümbülle çıkagelir, hocası bunun hikmetini sorduğunda, o da “Hangi çiçeğe varıp el attıysam Allah’ı zikir ve tesbih ile meşguldüler, onları dalından koparıp zikir ve tesbih etmesine mâni olmaya gönlüm elvermedi, bu zavallı Sümbül dalından kopmuştu ben de bu çiçeği size getirdim” demiştir. Bu hadise üzerine “Sümbül” mahlasını alarak “Sümbül Efendi” adıyla maruf olmuştur. Hazretin sağlığında Sümbül çiçeğini çok sevdiği ve etrafında her daim bu çiçeği bulundurduğu da rivâyet edilir. Bu yüzden Halvetiye’nin bir kolu olarak içtihat ettiği “Sümbüliye Tarikatı”nın sembolü “Sümbül”dür. SÜMBÜL MİNYATÜRÜYa hazreti pir sultan sümbül Sinan kuddise sirruhul mennânSümbül Efendi Türbesi İç Mekan Koca Mustafa Paşa Sümbül Efendi Camii Bizans döneminden harap bir manastır bulunan yere, semte adını veren Koca Mustafa Paşa tarafından 1486’da bir cami yaptırılmış daha sonra bu cami Padişah ve paşanın ısrarlı davetleri ile İstanbul’a teşrif eden Cemâl-î Halvetî’ye dergâhını kurması için tahsis edilmiştir. Bu yüzden Koca Mustafa Paşa dergâhı, İstanbul’un ilk Halvetî dergâhı olması hasebiyle diğer Halvetiye kolları tarafından Âsitâne olarak kabul edilir. Mübârek gün ve gecelerde minarelerde kandil yakma âdetini İstanbul’da ilk defa, bir Sümbülî şeyhi olan Necmeddin Hasan Efendi (ö. 1019/1610) başlatmıştır. Hasan Efendi, Hz. Peygamber Efendimizin (s.a.v) doğum günü olan Rebiülevvel ayının on ikinci gecesinde Koca Mustafa Paşa Camii minaresinde kandil yaktırmış, bundan hoşlanan III. Murad bir fermanla bütün İstanbul camilerinde kandil yakılması geleneğini başlatmıştır. Osmanlı döneminde Halvetiye’nin ilk dergâhı olması sebebiyle her yıl Muharrem ayının onuncu günü aşure pişirilir ve fukaraya dağıtılırdı, daha sonra diğer dergâhlar ay sonuna kadar sırayla âşure pişirmeye devam ederlerdi. O gün öğle namazından sonra cemaatle dört rekât “Husemâ namazı” kılınır, namazın ardından âyin icra edilir, mersiye okunur, hatm-i şerif indirilir, Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin’in ruhu için su dağıtılırdı. Dağıtılan sudan şifâ niyetine hastalara içirilirdi. Ehl-i beyt sevgisi adına düzenlenen bu merâsime bütün tarikat erbâbı rağbet ederdi. Yusuf Sinan Efendi, medreseden arkadaşı olan bir derviş vesilesi ile Cemâl-î Halvetî’nin huzuruna çıkmış ve kendisinden etkilenerek intisap etmiştir. Seyr-i sülûkunu üç yıl gibi kısa bir zamanda tamamlayarak halifelik icâzetini almıştır. Yusuf Sinan Efendi, şeyhi tarafından irşad vazifesiyle Mısır’a gönderilmiş ve orada üç yıl kadar kalmıştır. Bu süre zarfında Mısır halkı ve Memlûk hükümdarı Kaçmaz Sultan tarafından, Sümbül Sinan Hazretleri’ne ilminden, dinin emir ve yasaklarını öğretmedeki gayretinden dolayı büyük hürmet ve sevgi gösterilmiştir. Mısır’dan Şeyhi Cemâl-î Halvetî’nin vefatı üzerine ayrılmış önce hacca, daha sonra şeyhinin vasiyetini yerine getirmek üzere İstanbul’a gelmiştir. II. Bâyezid döneminde şeyhliğe geçen Sümbül Sinan, bu vazifeyi ömrünün sonuna kadar sürdürmüştür. Bu süre zarfında irşad vazifesinde bulunarak birçok halife ve mürşid yetiştirmiştir. II. Bayezid, Cemâl-i Halvetiye gösterdiği desteği Sümbül Sinan’a da göstermiştir. Devrin padişahları Yavuz Sultan Selim ve Kânûnî Sultan Süleyman’da Sümbül Sinan’a büyük hürmet ve sevgi beslemişlerdir. Sümbül Sinan şeyhliği döneminde cuma günleri Fatih ve Ayasofya camilerinde vaazlar vermiştir. Yavuz Sultan Selim Camii’nin açılışında ilk vaazı da Sümbül Sinan Efendinin yapması istenmiştir. Sümbül Efendi Türbesinin Girişinde Sağ Tarafta Bulunan Serasker Mehmet Rıza Paşa’nın KabriSümbül Efendi TekkesiSümbül Efendi Türbesinin Girişinde Sağ Tarafta Bulunan Hattat Ömer Efendi’nin KabriÇifte SultanlarBizans İmparatorunun Müslüman Olan Kızının Mezarı Sümbül Sinan Hazretleri’nin türbesi çifte sultanların hemen ayak uçlarında bulunur. Bu çifte sultanların Hz. Hüseyin (r.a.) Efendimizin kızları olduğu, esir olarak getirildikleri İstanbul’da, burada bulunan manastıra kapatılarak Hıristiyan olmaya zorlandıkları, bu esnada Bizans imparatorunun kızının onlardan etkilenerek Müslüman olduğuna dair bir menkıbe anlatıla gelmektedir. Ehlibeyt mensubu ve Allah’ın sevgili kulları olan bu sultanların “Yarabbi, bizi kafirlerin elinde bırakma” şeklindeki duâsı hürmetine İstanbul’un fethinin müyesser olduğu da söylenir. Zaman içinde kaybolan Fâtıma ve Sâkine validelerimizin bu kabirleri, keşfen Sümbül Sinan Hazretleri tarafından tespit edilmiş ve öldüğünde Ehl-i beyt’in ayak uçlarına gömülmeyi vasiyet etmiştir. Sümbül Efendi, h.936/1529 yılında Muharrem ayının bir pazartesi günü vefat ettiğinde seksen yaşındaydı. Cenazesini Fatih Camii’nde âlimler, veliler, devlet erkânı ve binlerce İstanbullunun katıldığı cenâze namazı Şeyhülislam Ahmed ibni Kemal Paşa’nın imâmetinde kılındıktan sonra, cenazesi Koca Mustafa Paşa’daki dergâhında, şimdiki mevcut olan türbesine defnedilmiştir. İlk yapıldığında sekizgen olan türbe bu günkü şeklini II. Mahmud döneminde yapılan yenileme ile almıştır. Sümbül Efendi’nin vefatından sonra yerine Merkez Efendi postnişin olmuştur. Cenâb-ı Hak cümlemizi şefâatine nâil eylesin.

Bu ay Türk kültürüne ait bulguru inceliyoruz. Tarihçesi: Bulgur, Anadolu’nun temel gıda maddelerinden ve Dünya’da ilk işlenen gıda maddelerinden bir tanesidir. Sözlük anlamı, kaynatılıp kurutulmuş kısmen kabuğu çıkarılmış kırılmış buğdaydır. Türkçe kökenli olan bulgur, Anadolu dillerinden Orta doğu ve Batı dillerine bulgur, burgul olarak geçmiştir (Kent, 1975; Eyüboğlu, 1988; Bayram ve Öner, 2002). Moğol imparatoru Cengiz Han’ ın uzun seferlerinde taşınması kolay ve uzun süre bozulmadan kalabilen bulguru, ordu erzakları arasında bulundurduğu anlatılmaktadır. Babil, Hitit ve İbraniler 4 bin yıl önce, Mısırlılar ve Doğu Akdeniz uygarlıklarının ise 3 bin yıl önce pişirilmiş, kurutulmuş buğdayı kullandıkları ortaya çıkmıştır. (Anonim, 2005). Üretim ve Tüketimi: Bulgur Anadolu’da 3–4 bin yıldan beri Türk halkının en önemli besin maddelerinden biridir. Anadolu’da hala her evde en fazla pişirilen yemekler arasında bulgur pilavı vardır. Anadolu’nun pek çok yöresinde düğün yemeklerinde etli nohutlu bulgur pilavı verilmektedir. Bulgur ayrıca, çiğ köfte, ekşili köfte, içli köfte, kısır vb. birçok yemeğin ana malzemesidir. Sadece Malatya’da bulgur ve etin kullanılmasıyla 70 çeşit köfte yapıldığı belirtilmektedir (Anonim, 2004). Binlerce yıl evlerde üretilen bulgurun Birinci Dünya Savaşı sırasında ordunun ihtiyacını karşılamak üzere Karaman’da kurulan fabrika ile ilk defa fabrikasyon üretimine geçtiği bilinmektedir. Bu tarihten sonra bulgur üreten fabrikaların sayısı her geçen gün artmıştır. (Anonim 2005. Dönmez, Salantur, Yazar, Akar ve Yıldırım) Türkiye’de bulgur üretimi yılda 1 milyon tondan fazla olup, makarna üretiminin 2,5 katı kadardır. Bulgur tüketimi kişi başına 12 kg’dır. Doğu bölgelerimizde 23 kg olan bulgur tüketimi, batı bölgelerimizde 7 kg’a kadar düşmektedir. (Bayram 2000, Bayram ve Öner 2002). Ülkemizde son 30 yılda artan pirinç tüketimi bulgur tüketimimizi azaltmıştır. Türkiye’de 500 civarında bulgur fabrikası vardır. Üretim yapan başlıca iller Gaziantep, Karaman ve Çorum’dur. Diğer birçok ilde de irili ufaklı birçok fabrika bulunmaktadır. (Anonim, 2007) Bulgurun Besin Değeri ve Özellikleri: Bulgur genellikle durum buğdayından yapılır. Durum buğdayı bulunamadığı takdirde ekmeklik buğdaylar da bulgur yapımında kullanılabilir. Ancak buğdayın sert ekmeklik buğday olması ve beyaz renkli olması önemlidir. Temizlenmiş buğdayın 2-3 misli su ile pişirilerek kurutulması ve taneye yaklaşık %3 su verilerek 10 dakikalık bir tavlama ile kabuğunun kısmen soyulması, kırılarak iriliğine göre pilavlık, köftelik veya çorbalık olarak tasnif edilmesiyle üretilmektedir. (Certel ve Ertugay, 1991; Anonim, 2007) Üretimi sırasında temizlenen, pişirilen, kurutulan ve kırılarak sınıflandırılan bulgur; pişme suyunda çözülen vitamin ve diğer besin maddelerini tekrar danenin içerisine emerek besin maddelerinin kaybına engel olur. Ayrıca kaynatma esnasında karbonhidratlar ve proteinler ısının etkisi ile basit formlara dönüşerek insan vücudunda daha çabuk sindirilebilecek şekle dönüşmektedirler. Nişastası, ısı, kaynama ve soğuma sonucunda jelleşerek yapısını korumakta, karmaşık karbonhidratlar basit yapıları oluşturmaktadır. Bunun sonucunda bulgurun ön sindirimi önceden gerçekleştirilmiş olmaktadır. (Anonim 2005) Dolayısıyla bulgur çok sağlıklı bir besin maddesi haline gelmektedir. 1992 yılında Amerikan Bilim Merkezi tarafından yapılan bir araştırmada besin tablosunda 69 puanla bir numarayı almış, onu buğday, arpa, esmer pirinç, makarna ve yulaf takip etmiştir. Aynı araştırmada bulgur lif yönünden arpa ve yulaftan sonra üçüncü sırayı almış ve makarna ile buğdayı geride bırakmıştır. (Anonim, 2005) Bulgurun yukarıdaki besin üstünlükleri yanında daha birçok avantajları vardır. Bunlar şöyle sıralanabilir: Pişirme ve kurutma işlemlerinden dolayı küf oluşturmaz, böcek ve larva gelişimi olmaz. Pişirme ve kurutma işlemleri enzimleri ve mikroorganizmaları etkisizleştirir. Buğdayın sahip olduğu mineral ve vitaminler pişirme sırasında tane tarafından (emilen su ile birlikte) tutulduğu için kaybolmaz. Embriyo kısmı ayrılmadığından ve burada bulunan besin maddeleri pişirme esnasında danenin içine geçtiğinden ekmek ve makarnaya göre besin değeri daha yüksektir. Pişirme ve kurutma sonucu raf ömrü birçok ürüne göre daha uzundur. Kolesterol içermez ve doymamış yağa sahip olduğundan sağlıklı beslenme açısından önemlidir. Makarna ve ekmeğe göre oldukça ucuzdur ve hazırlanması kolaydır. Radyasyon emmez, sıcak ve rutubetli ortamlarda stoklanmaya elverişlidir. İçerdiği folik asitten dolayı çocuk ve hamile kadınlar açısından çok önemli bir gıda maddesidir. Çocukların beyin gelişiminde çok önemli bir etkiye sahiptir. Hububat ürünlerinde dezavantaj olan ve bazı besinlerin emilimini engelleyen fitik asit bulgurun pişirme ve kurutma işleminden dolayı bulgurda bulunmaz. Yüksek mineral ve selülozdan dolayı besin emilimini hızlandırır; kabızlığı engeller ve bağırsak kanserini önlemede önemli etkiye sahiptir. Kaynaklar: Anonim, 2005. Bulgur. Eski Dünya ve Gizemin Ürünü. Bulgur Sanayicileri Derneği Yayını.Anonim, 2007. www.kobifinans.com.tr/bilgi_merkezi/020802//1106/9Anonim, 2007. www.erzurum-tarim.gov.tr/teknik/gida/bulgur.htm-31k.Tarla Bitkileri Merkez Araştırma Enstitüsü. Dönmez, Salantur, Yazar, Akar ve Yıldırım

Teknoloji hayatımızın kaçınılmaz bir gerçeği. Özellikle pandemi dönemiyle birlikte giderek tüm hayatımız teknolojik aletler üzerinden ilerlemeye başladı. Dersler ekrana taşındı, sevdiklerimizle sosyalleşmeyi ekran üzerinden yapmaya başladık, alışverişe gitmektense tek tıkla istediklerimiz kapımıza kadar gelmeye başladı. Teknolojinin sağladığı faydalara daha nice örnek verebiliriz. Teknolojinin hayatımıza bu kadar girmesine hazır mıydık? Peki, çocuklarımız hazır mıydı? Elimize kontrolsüz bir güç verilmiş oldu ve ne biz ne de çocuklar bu gücü yönetemedik. Getirdiği faydanın yanında kontrollü bir şekilde kullanmadıkça bağımlılığa dönüştü. Ekranın çocukların hayatına getirdiği zararlar nelerdir? Öncelikle erken yaşta sanal da olsa ölüme-öldürmeye ve şiddete maruz kalırlar. Kişilikleri şiddet ve öfke ile yoğrulur. Bu durum öfkeli, tepkisel, merhametsiz nesiller yetişmesine sebep olabilir. Bunun zararını sadece çocuklar değil, tüm toplum çekebilir. Yalnızlığını teknolojik bir makine ile gideren çocuklar, zamanla ilişkileri de aynı mekaniklikle yaşamaya başlar. Diğeri ile ilişki kuramayan çocuklar kendi yalnız dünyasının mahkûmu olurlar. Bir süre sonra evden hiç çıkmak istemezler ve toplumdan uzaklaşırlar. Evde ise ailelerinden uzaklaşırlar. Aile hemen yanı başındaki çocuğunu, toplum bir bireyini kaybederken çocuğun kendisi ise tüm hayatını kaybeder. Zamanla yalnızlaşan çocuk, bu yalnızlığını gidermek için haz aldığı şeylere daha fazla yoğunlaşır. Adeta onda yok olmak ister. Bunun sonucunda da ortaya derin bağımlılıklar çıkar. Kişi, hayalle-gerçek arası bir hayata hapsolur. Bilgisayar ortamında sanal arkadaşlıklar kurup, sanal sohbetler eden çocuklar, dışarı çıkmak ihtiyacı bile duymazlar. Hareket etmeye, spor yapmaya hiç mecalleri yoktur. Bizden daha yorgun, bizden daha tahammülsüz ve sabırsızdırlar. Çünkü doyasıya koşmadan, hoplayıp zıplamadan, düşüp kalkmadan büyümektedirler. Gerçek hayattan kopan, tüm ilişkilerini ve iletişimini sanal ortama taşıyan çocuk, gerçek hayata çıktığında bocalar. Oradaki ilişki tarzının gerçek hayatta işe yaramadığını görünce yeniden sanal dünyasına döner. Sonuçta gerçeğe temas edemeyen, sanal bir nesil ortaya çıkar. Bilgisayarda görüntülerin hızlı akışına, peş peşe gelen sahnelere alışan çocuk beyni, okul hayatına adapte olmakta zorlanır. Çünkü beyni daha fazla uyaran istemektedir. Öğretmenin ders anlatımı ona sıkıcı gelmeye başlar ve dikkatini derse yoğunlaştırmakta zorlanır. Bunun neticesinde motivasyon ve konsantrasyon sorunları yaşar ve akademik başarısı düşer. Çocuklarda ekran bağımlılığı belirtileri nelerdir? Her çocuk ekranla vakit geçirir. Bağımlı çocuklarda durum farklıdır. Bilgisayar karşısında vaktinin çoğunu geçiriyorsa, oturduğunda uzun süreli kalıyorsa, Gerçek hayattaki oyunları oynamıyor ve sevdiği başka etkinlikleri yapmıyorsa, Bilgisayar ile vakit geçirmediği zaman sıkılıyor ve huzursuz oluyorsa, Ödev yapması ve ders çalışması gereken zamanı bilgisayarla geçiriyorsa, Bilgisayarı sosyal faaliyetlerine ve arkadaşlarına tercih ediyorsa, Bu durumlar mevcutsa çocuğunuzun bilgisayar kullanımı ile ilgili adım atmak gerekir. Bu adımların ilki, çocuğunuzu ve yaşadığınız durumu kabullenip çözüm arayışına girmektir. Çocuklarda ekran bağımlılığını önlemek ve azaltmak için neler yapılabilir? Teknolojiyi hayattan çıkaramayacağınıza göre, yetişkin olarak sizler teknolojiyi yararlı kullanma konusunda çocuklarınıza örnek olabilirsiniz. Öncelikle ekranla kendi ilişkinizi gözden geçirmeniz güzel olur. Akşamları işten gelen anne-baba evdeki tüm vaktini ekran karşısında geçiriyorsa, çocuklarıyla oynamak ve onları sevmek yerine ellerini tuşlardan, gözlerini ekrandan ayıramıyorsa, çocuklarına koyacağı ekran yasağının hiçbir anlamı olmayacaktır. Çocuklarınıza varoluşlarını özgürce sergileyerek, üretken olabilecekleri imkanlar sunarak ekrana alternatifler oluşturabilirsiniz. Bu işlemi çeşitli kurslarla yapabileceğiniz gibi, eve aldığımız etkinlik malzemeleri ile de yapabiliriz. Başta bilgisayar olmak üzere teknolojik aletleri kullanma konusunda yasaklayıcı değil yönlendirici bir tutum sergileyerek, çocuklara faydalı kullanımı öğretebilirsiniz. Ekranda oyun oynamayı bir hak olarak değil, ödül olarak verebilirsiniz. Örneğin ders çalıştıkları süre kadar bilgisayarda oynamalarına müsaade edebilirsiniz. Yine bilgisayarda oyun oynamaya sadece hafta sonu müsaade etmeniz yerinde olacaktır. Ekranı üretim ve fayda amaçlı kullanımı için çocuğunuzla çalışmalar yapabilirsiniz. Faydalı programlar alıp, onlarla birlikte çeşitli ürünler üretebilirsiniz. Bir yazıcı ile çıktılar alıp ev gazetesi çıkarmak, posterler hazırlayıp duvarlara asmak, her haftanın önemine göre pano hazırlamak gibi. Çocuklarınızla daha fazla vakit geçirip onlardaki aidiyet duygusunu geliştirebilirsiniz. Hem bu şekilde çocuğunuzun maddi ihtiyaçlarını karşıladığımız gibi ruhsal ihtiyaçlarını da karşılamış olursunuz. Birlikte oyun oynamak, etkinliklere katılmak, yarışma yapmak hem çocuklardaki aileye olan aidiyeti geliştirir hem de sevildiği mesajını onlara verir. Bilgisayar, tablet gibi cihazları evin ortak kullanım alanının olduğu bir yerde bulundurmak güzel olacaktır. Ekranı, amacı dahilinde kullanabilmek için teknik önlemler alabilirsiniz. Filtreleme yöntemleri, belirlenen süreden sonra bilgisayarın kendini otomatik olarak kapatması gibi. Çocuğumuzun sağlıklı arkadaşlıklar kurması, yaşına uygun sosyal faaliyetlerde bulunması noktasında teşvik edici olabiliriz. Onu olabildiğince arkadaş ortamlarına sokmak, komşu ziyaretlerini sıklaştırmak, maçlar ve buluşmalar organize etmek hem çocuğunuzun sosyalleşmesini sağlar hem de onu ekrandan uzak tutar. Asıl alınması gereken tedbir ise çocuğu ekran dışı etkinliklere yönlendirmektir. Ona yetenekleri doğrultusunda beceriler kazandıracak ortamlar hazırlayabilirsiniz. Müziğe yeteneği olan bir çocuğa bir çalgı aleti çalması konusunda fırsatlar oluşturabilirsiniz. Resim yeteneği olan bir çocuğa gerekli boya ve malzemeler sağlanıp, evde küçük ressama ait bir köşe hazırlayıp, resim yapmaya teşvik edebilirsiniz. Ayrıca bir sporla ilgilenmesi sağlayabilirsiniz. Bir hayvan beslemesi için onu teşvik etmek, koleksiyon yapmaya yönlendirmek gibi diğer etkinlikler de çocuğun meşgul olmasını sağlayacak ve eğlenmek ve can sıkıntısını gidermek için bilgisayara olan ihtiyacını azaltacaktır. Eğer tüm çabalarınıza rağmen çocuğunuz ekrana bağlanmaya devam ediyorsa, o olmadan mutlu olamıyorsa, vaktinin çocuğunu onun başında geçiriyorsa bir uzmandan yardım almanız yerinde olacaktır.
