
İnsanın nisyandan geldiği ifade edilir. İnsan için en büyük afet Allah’ı unutmasıdır, demiş büyükler. Çünkü Allah’ı unutmanın iki dehşetli neticesi olur. Birincisi, Allah insana, insanın kendisini unutturur. İkincisi, Allah da insanı unutur yani rahmetinden ve lütfundan mahrum bırakır. Bu iki sonuç da insan için en büyük felakettir. İnsan Kendini Unutur mu? İnsanın kendisini unutması biraz tuhaf, değil mi? Hele ki günümüzde... Bireyselliğin ve benmerkezciliğin ön plana çıktığı bir zamanda, kendini önemseyen, sürekli selfie çeken, hep göz önünde olmaya çalışan biri kendisini nasıl unutur? Sen önemlisin, sen özelsin, sen biriciksin, sen çok değerlisin… gibi telkinlere maruz kalan biri kendini unutur mu? Kendini gerçekleştiren, hayatını doya doya yaşayan, özgürce hayallerinin peşinden koşan… birinin kendini unutması mümkün mü? Aslında günümüz insanı sürekli kendine yatırım yapmıyor mu? Sürekli gelecek planları yapmıyor muyuz? Kendimiz ve çocuklarımız için daha iyi bir hayat, daha iyi bir gelecek hazırlamak gayretiyle gece gündüz çalışmıyor muyuz? Ulaşmak istediğimiz kariyer için ter dökmüyor muyuz? Hal böyleyken insan kendini nasıl unutabilir? Hayatın merkezine kendini koyup, sürekli kendini düşünürken kendini unutmak çok garip değil mi? Haydi, bu soruları değiştirip bir de şu şekilde soralım. İnsan hayatın merkezine kendini koyup, sürekli kendini düşünürken Allah’ı unutur mu? Galiba bu soruya pek çoğumuz “Evet, maalesef unutuyoruz!” şeklinde cevap verebiliriz. Birbirinden farklı gibi görünen bu iki soru arasında netice itibariyle pek fark yoktur aslında. Yani “İnsan kendini unutur mu?” sorusu, “İnsan Allah’ı unutur mu?” sorusuyla hemen hemen aynı anlamı taşır. Çünkü Allah’ı unutan kendini de unutur. Aslında kendini unutmak Allah’ı unutmanın bir neticesidir. “Allah’ı unutan; bu yüzden (Allah’ın da) onlara kendilerini unutturduğu kimseler gibi olmayın!”1 ayeti, çok çarpıcı şekilde ikaz etmektedir bizleri. İnsan Nedir? İnsanın kendini unutması demek, en genel anlamda “insan” olduğunu, daha doğrusu “insan olmanın manasını” unutması demektir. “İnsan” kavramı, üzerinde durulması gereken kilit noktadır. İnsan kelimesinden kastımız biyolojik varlığı değildir; ruhuyla, aklıyla, şuuruyla, vicdanıyla, duygu ve hisleriyle, istidat ve kabiliyetleriyle Cenab-ı Hakkın bütün isim ve sıfatlarına tecelligah olması, kâinatı içine alabilecek manayı taşımasıdır. İnsan, bu yönleriyle insandır. Taşıdığı bu manaların farkına varmakla ancak insanlığının farkına varmış olur. Ve insanlığının farkına vardığında ancak insan gibi yaşayabilir. Kendini sadece biyolojik varlığından ibaret sayan insan, aslında insaniyetinin farkında değildir ve dolayısıyla insaniyete uygun bir hayat yaşaması da mümkün ol/a/maz. İnsanın, taşıdığı bu manaların farkına varması da ancak iman ile mümkündür. Üstad Bediüzzaman’ın “İman, insanı insan eder”2 sözü o kadar vurucudur ki, insan olmanın kazanılması gereken bir vasıf olduğunu ve bu insanlık vasfını kazanmanın ancak iman ile mümkün olabileceğini söyler bize. Evet, insaniyet iman ile insaniyet olur.3 İman kemale erdikçe insaniyet kemale erer. İman zayıfladıkça insaniyet de o nispette zayıflar. Hatta öyle bir noktaya gelir ki, imanını kaybeden, insanlık vasfını da kaybeder; hayatı hayvanî bir hayattan ibaret kalır; gayet aciz, canavar bir hayvan olur. İnsan ancak Allah’a nispet edildiğinde kıymetlidir. İnsanı en güzel biçimde yaratan,4 insana kendi ruhundan üfleyen,5 insanı şerefli (mükerrem) kılan,6 meleklerini insana secde ettiren,7 insanı yeryüzünün halifesi kılan,8 yerde ne varsa hepsini insan için yaratan,9 yeryüzünü insana itaatkar kılan,10 geceyi ve gündüzü, güneşi ve ayı insanın hizmetine sunan,11 göklerde olanlar ve yerde bulunanların hepsini insanın emrine veren,12 insan için altlarından ırmaklar akan cennetler hazırlayan,13 insanı cennete davet eden14 ve insanı ancak kendisine ibadet etmesi için yaratan15 Allah’tır. Kendini unutan insan, Allah ile irtibatını da unutur ve o irtibat kesilmiş olur. Allah’ın bu kadar kıymet ve şeref bahşettiği insanın Allah ile irtibatı kesildiğinde insandan geriye ne kalır? Kendisine bu kadar kıymet veren Rabbinden ve taşıdığı bunca değerden habersiz yaşayan insana, hakiki manada insan denilebilir mi? İnsaniyetinin farkında olmayan, insan gibi yaşayabilir mi? “İşte onlar hayvanlar gibidir; hatta daha da aşağıdırlar”16 demiyor mu bize Kur’an-ı Kerim? İnsan kendini unuttuğunda değersizleşen sadece kendisi olmaz. Onun gözünde diğer insanlar, canlılar, cansızlar, olaylar, dünya ve kâinat da değersizleşir. Allah ile irtibatını unutan insan, her şeyi yaratan ve idare edenin Allah olduğunu da unutur. Dolayısıyla onun gözünde her şey kıymetsizdir. Şöyle de diyebiliriz: Kendini unutan insanın değeri sadece maddi vücudu kadar olduğundan, o da her şeye sadece maddesi kadar değer verir. Unutmanın Trajedisi İnsanın nisyandan geldiği ifade edilir.17 İnsan için en büyük afet Allah’ı unutmasıdır, demiş büyükler. Çünkü Allah’ı unutmanın iki dehşetli neticesi olur. Birincisi, Allah insana, insanın kendisini unutturur. İkincisi, Allah da insanı unutur yani rahmetinden ve lütfundan mahrum bırakır.18 Bu iki sonuç da insan için en büyük felakettir. Unutmak bir yönüyle trajik bir durumdur. Çünkü unutan, unuttuğunu bilmez. Durumunun hiç farkında değildir. Uyarılması, ikaz edilmesi gerekir. Ne vakit ona hatırlatılırsa, o zaman unuttuğunu fark eder, hatırlar. Belki de bundan dolayı “din nasihattir”.19 Nihayetinde Peygamber Efendimiz de (sav) insanlığa bir nasihat edici olarak gönderilmiştir. “(Habibim, ya Muhammed!) O halde nasihat et; çünkü sen, ancak bir nasihat edicisin!”20 İnsanın her zaman nasihate, uyarılmaya, ikaz edilmeye, unuttuklarını hatırlatan birilerine ihtiyacı vardır. Bundan dolayıdır ki, içinizden hayra davet eden ve iyiliği emredip kötülükten alıkoyan bir topluluk bulunsun21 diye ferman edilmiştir. İslâm âlimlerine göre ise nasihat, farz-ı kifâyedir. Hz. Peygamber (sav), Müslümanın Müslüman üzerindeki haklarından birinin de yüzüne karşı nasihatte bulunması veya gıyabında onun iyiliğini istemesi olduğunu bildirmiştir.22 Aslında unutmak gayr-i ihtiyaridir, insanı mesul etmez. Ayet-i kerimede, “Rabbimiz! Eğer unutursak veya hata edersek, bizi mesul tutma!”23 buyurularak, unutmanın insanı mesul etmeyeceği müjdelenmiştir. Peygamber Efendimizin (sav), “Allah, benim için, ümmetimin hata ile, unutarak veya baskı ve tehdit altında işlemiş olduğu günahları bağışlamıştır.”24 hadis-i şerifleri, unutarak işlenen bir günahın bağışlanacağını beyan eder. Fakat mevzumuzdaki unutmak meselesi, burada ifade edilen unutmaktan farklıdır. İnsanın kendini unutması, mesuliyeti kaldıran bir unutkanlık değil; hakikate gözünü kapayıp, nefsani arzular peşine düşüp, neticede gaflete dalmakla arız olan bir unutkanlıktır. İnsan kendisini gaflete götüren gayr-i meşru zemini kendisi oluşturduğu için, neticesinden de mesuldür. Kendimize Gelelim! Dünya insan için imtihan meydanıdır. Dünyanın insanı aldatan bir yüzü vardır. Nefis ve şeytan bizi sürekli bu yüz ile meşgul ederek kendimizi unutup, nefsani zevk ve haz peşinde koşmamız için çalışırlar. Özellikle günümüz dünyası, insana, kendisini ve Allah’ı unutturmak için kurgulanmış gibidir. Düşünmeye ve hatırlamaya fırsat vermeyen bir hızla akmaktadır. Duygular ve nefsani arzular o kadar çok kamçılanıp tahrik ediliyor ki, akıl mağlup olup hükmünü icra edemez hale geliyor. Bu hengâme içinde durup düşünmeye ve hatırlamaya vaktimiz kalmadan yuvarlanıp gidiyoruz. Fakat durup düşünmemiz, nereden geliyorum, bu dünyada ne yapıyorum, nereye gidiyorum, ben kimim, beni bu dünyaya kim gönderdi… gibi sorulara cevaplar arayarak kendimizi hatırlamak ve bulmak zorundayız. Elbette, kabre girmeden önce! Unutmanın Psikolojisi Kendimizi unutmak ve hatırlamakla ilgili tespitler yapmak, bu konuda konuşmak işin kolay tarafı. İnsanın kendini unutması o kadar sinsi bir tehlikedir ki, bu tespitleri yaparken bile kendimizi unutup nefsimizi bunların dışında tutma ihtimalimiz her zaman var. Burada asıl mesele, dönüp inceden inceye kendi içimize ve vicdanımıza bakabilmektir. Acaba ben kendimi unutuyor muyum? Ya da ne kadar unutuyorum? Bunun bir alameti, bir göstergesi var mı? Evet, var. Bunun en başta ve şaşmaz göstergesi vicdanımızdır. “İnsan, mazeretlerini ortaya atsa da kendi nefsine (bizzat kendisi) şâhiddir!”25 der Kur’ân-ı Kerim. Bu hususta sık sık vicdanımızla baş başa kalıp sesini dinlemek gerekir. Peki, günlük yaşantımızda kendimizi unuttuğumuzu nasıl fark edebiliriz, ya da kendimizi unuttuğumuzda bizde ne gibi haller olur? (Günahlara ve haramlara düşüncesizce girmek ve bu halin üzerimizdeki tahribatı zaten malum olduğu için o bahsi bir tarafa bırakıyoruz.) Meşru gibi görünen maişet derdi, dünya meşakkatleri, dünyevi hedef ve idealler, sürekli dünyevi meselelerle meşguliyet, rahat ve konfora düşkünlük gibi daha pek çok hal, farkında olmadan Allah’ı ve dolayısıyla kendimizi unutmamıza sebep olur. Kendimizi unutmaya başladığımızda, nasihat dinleriz ama üzerimize alınmayız. Başkaları için dinleriz. Çünkü kendimizi değil, hep başkalarını kusurlu görürüz. İlim öğreniriz, fakat öğrendiğimiz ilmin bize faydası olmaz. Çok şey bilebiliriz, lakin kendimizi unutunca kitap yüklü merkebe döneriz.26 İlmi, başkalarına anlatmak, itibarlı olmak, güzel konuşmak ya da başka dünyevi gayeler için öğreniriz. Ölümü görürüz, ibret almayız. Ölümlü dünya, herkes ölecek derken bile kendimizi dışarıda tutarız. Bizden ibadet istendiğinde başımızı başka yöne çevirir, ibadetin zahmet ve külfetinden kaçarız. Allah için bir hizmet talep edildiğinde ortalarda gözükmez, kayboluruz. Fakat dünyevi menfaat, nefsani lezzet, makam, şöhret, ücret vs. olduğunda bunları elde etmek için önden koşarız. Kendimizi unutmak mahiyetimizi unutmak olduğundan, en başta nihayetsiz aciz ve fakir olduğumuzu unuturuz. Kudreti nihayetsiz bir zatın bizi yaratıp yaşattığını hatırdan çıkarırız. Kul olduğumuzu düşünemeyiz. Kendimizi kendimize malik zannederiz. Hayatımızı kendi kuvvetimizle idare ve idame ettirdiğimiz zannına kapılırız. Bu hal, dua etmemize engel olur; dua etmeyiz ya da edemeyiz. Dua etmemek ya da edememek kendimizi unuttuğumuzun, mahiyetimizin farkında olmadığımızın en büyük delillerindendir. Rabbimiz Kur’an-ı Azimüşşanda, “(Ey Resulüm!) de ki: Eğer duanız olmasa, Rabbim size ne diye ehemmiyet (kıymet) versin?”27 buyurarak, insanlığımızı unutup dua etmemenin bizi nasıl kıymetsiz bir hale düşürdüğünü çok açık ifade etmiyor mu? Kendini unutan insanın durumunu anlatan misaller çoğaltılabilir, sayısız örnekler verilebilir. Biz bu kadarıyla iktifa edelim. Dikkat edilirse, kendimizi unuttuğumuzda, aslında her meselenin özünü, ruhunu, aslını, manasını, esasını kaybediyoruz. Hatırımızda Kalsın! Cenab-ı Hak, bizi dünyaya imtihan etmek için gönderdiğini beyan ediyor.28 Dünyada kısa bir süre kalıp, vazifelerimizi görüp, ebedi alemde ebedi olarak hayatımıza devam edeceğiz. Ebedi hayatımızın nasıl olacağı ise, dünyadaki kısacık hayatımıza bakıyor. Burada yaşamamızın tek bir gayesi var, o da Allah’ı razı etmek. Hal böyleyken Allah’ı ve kendimizi unutmak, bizim için içine düşülebilecek en büyük felaket değil midir? İnsan için ebedi hayatının mahvolmasına sebep olacak kendini unutmasından daha büyük bir felaket ve helaket olabilir mi? Bu büyük felaketten kurtulmanın yegâne çaresi, insaniyetimizi unutmadan ve bu insaniyetin gereği gibi yaşayarak dünyanın aldatıcı, uyutucu ve unutturucu yüzüne aldanmadan Rabbimizin rızasını kazanmaya çalışmak değil midir? Evet, muhakkak öyledir. Kendimizi unutmamak ve insaniyetimizi kemale erdirme gayretinde muvaffak olabilmek için birkaç önemli hususa dikkat etmek faydalı olacaktır. Dua Öncelikle insanın elindeki en büyük kuvvet duasıdır, Rabbine niyazıdır. Peygamber Efendimizin (sav), kulluğun özüdür29 dediği duayı elden bırakmamak gerekir. Ellerimizi açıp aczimizi izhar edip, dua ile iltica etmek insanlığımızın gereğidir. Dua insanı Allah’a yakınlaştırır, insaniyetini güzelleştirip kemale erdirir. Kur’ân Okumak Diğer taraftan Rabbimizin kelamı ve biz kullarına hitabı olan Kur’ân-ı Kerim’i okuyup manasını anlamaya gayret etmek, hayatımızın bir gayesi olmalıdır. Zira Rabbimizin insana verdiği değerin en büyük göstergesi Kur’ân’dır. Sünnete İttiba Hiç şüphesiz en mükemmel insan, Hz. Muhammed Mustafa’dır (sav). Onu tanıyıp, ona benzemeye çalışmak, bizim insanlığımızı da kemale erdirecektir. Ona benzemek, onun sünnetini yaşamakla mümkündür. Kendini Bilmek Şurası çok önemlidir ki, insan Allah’ı bilmek ve tanımakla mükellef olduğu gibi kendini bilmek ve tanımakla da mükelleftir. Yunus’un, “İlim ilim bilmektir / İlim kendin bilmektir / Sen kendin bilmezsin / Ya nice okumaktır” mısralarını hepimiz çok iyi biliriz. İnsana kendini bildirmeyen, tanıtmayan bir ilmin kıymet-i harbiyesi de yoktur. Bu yüzden hem Rabbimizi hem de insaniyetimizi tanıtan ilmî eserleri okumaya ve istifade etmeye çalışmalıyız. Dünya hayatı devam ettikçe bizi gaflete sevk edecek ve kendimizi unutturacak sebepler hep olacaktır. Bundan dolayı iman ilimlerini ve eserlerini okuma ve istifade etme çalışması da sürekli olmalıdır. Hayatımızın sonuna kadar… Risale-i Nur Külliyatı Tam bu noktada bize hem Allah’ı hem de kendimizi tarif eden muhteşem bir şaheser var: Risale-i Nur Külliyatı. Daha ilk dersinden itibaren nihayetsiz aciz ve fakir olduğumuzu, nihayetsiz kudret ve rahmet sahibi bir zatın namına hareket etmemizin gerekliliğini ders vererek hem kendi mahiyetimizi hem de müracaat edeceğimiz Rabbimizi bildirir. Risale-i Nur Külliyatı başından sonuna kadar iman hakikatlerini ders vermekle kalmaz, bize sürekli kendimizi tanıtır, mahiyetimizi öğretir, insaniyetimizi bildirir. Allah ile aramızdaki irtibatı ve bağı gösterir. Sürekli okuyup istifade etmek, hayatımızın rengini değiştirecektir. Arkadaş Çevresi Önemli hususlardan biri de arkadaş çevremize dikkat etmek olmalıdır. Peygamber Efendimiz (sav), “Kişi arkadaşının dini üzeredir.”30 buyurarak bizi bu konuda ikaz etmiştir. Sürekli dünyaya çağırıp gaflete girmemize sebep olan/olacak arkadaşlardan olabildiğince uzak durmaya gayret göstermek elzemdir. Dünyaya ve nefsani hevesata çağırıp asıl vazifemizi unutturan arkadaş çevresi, insan için büyük bir musibettir. Bize Allah’ı hatırlatan, insanlığımıza ayna tutan, yeri geldiğinde bize nasihatte bulunan arkadaş çevremizin olmasına ehemmiyet vermek zorundayız. Ayrıca bunun için dua etmek de lazımdır. Hayırlı arkadaş, insan için en büyük nimetlerdendir. Peygamber Efendimiz (sav), “Arkadaşların en hayırlısı, sen Allah’ı andığında yardım eden, unuttuğunda da sana hatırlatan kimsedir.”31 buyurmuşlardır. İnsan, içinde bulunduğu çevrenin şeklini, rengini ve kokusunu alır. Hayırlı bir arkadaş çevresi içine dahil olup, sohbet meclisleri oluşturup, birbirinin hayırlı ve güzel halleriyle hallenmek paha biçilmez bir nimettir. Pratik Uygulamalar Yapabileceğimiz bir başka şey de Allah’ı ve kendi mahiyetimizi hatırlatan, bizi etkileyen, ruhumuza ve kalbimize tesir eden bazı sözleri, ayet ya da hadisleri veya birtakım alametleri çevremizde, gözümüzün önünde bulundurmak olacaktır. Mesela, Bediüzzaman Hazretleri odasında asılı bulunan bir levhadan bahseder. Ona her sabah ve akşam bakıp dersini aldığını söyler.32 O levha şudur: “Dost istersen Allah yeter. Yârân istersen Kur’ân yeter. Mal istersen kanaat yeter. Düşman istersen nefis yeter. Nasihat istersen ölüm yeter.” Ne kadar tesirli bir ders, öyle değil mi? Bizim de gözümüzün önünde böyle tesirli derslerin bulunması faydalı olacaktır. Namaz ve İbadetler Başta namaz olmak üzere ibadetlere dikkat etmek, farz olan vazifelerimizi yapmak, ölümü çok hatırlayıp düşünmek, haramlardan ve günahlardan uzak durmak, her amelimizde Allah’ın rızasını gözetmek, kısacası şuurlu bir Müslüman olarak yaşamaya gayret göstermek, Allah’ı ve kendimizi unutmak şöyle dursun, insaniyetimizi kemale erdirip Rabbimizin rızasını tahsil etmeye ve cennete layık bir hal almaya vesile olacaktır inşallah. Hasılı, İslamiyet, insaniyet-i kübradır.33 İnsaniyetin en büyük, en mükemmel ve en şumullü halini ihtiva eder. İslamiyet dairesi içinde kalmak, bizi insaniyet dairesi içinde tutar. İslamiyet’ten hissemiz arttığı ölçüde, insaniyetten de hissemiz artar. Rabbimiz lütfuyla ve keremiyle cümlemize kâmil manada insan olabilmeyi ihsan eylesin. Âmin. Kaynaklar: 1- Haşr Suresi, 192- Sözler, Osmanlıca Nüsha, Hayrat Neşriyat, s. 1073- Age, s. 1074- Tîn Suresi, 45- Secde Suresi, 96- İsrâ Suresi, 707- Bakara Suresi, 348- En’am Suresi, 1659- Bakara Suresi, 2910- Mülk Suresi, 1511- Nahl Suresi, 1212- Câsiye Suresi, 1313- Nahl Suresi, 3014- Bakara Suresi, 22115- Zâriyât Suresi, 5616- A’râf Suresi, 17917- Mesnevi-i Nuriye, Osmanlıca Nüsha, Hayrat Neşriyat, s.22718- Tevbe Suresi, 6719- Müsned, I, 351; Buhârî, “Îmân”, 42; Müslim, “Îmân”, 9520- Gaşiye Suresi, 2121- Âl-i İmrân, 10422- Tirmizî, “Edeb”, 1; Nesâî, “Cenâʾiz”, 5223- Bakara Sûresi, 28624- İbn-i Mace, Talâk, 1625- Kıyâme Suresi, 14, 1526- Cuma Suresi, 527- Furkan Suresi, 7728- Bakara Suresi, 15529- Tirmizi, Deavât, 130- Ebu Davud, Edeb, 19, Tirmizi, Zühd, 4531- Camiüssağir, 3: 46932- Mektubat-1, Osmanlıca Nüsha, Hayrat Neşriyat, s. 12633- Mesnevi-i Nuriye, Osmanlıca Nüsha, Hayrat Neşriyat, s.206

Mahmil-i Şerif Mahmil sözlükte, deve, fil gibi hayvanların sırtına konan veya insanların omuzlarında taşınan, karşılıklı oturulacak şekilde yapılmış bir çeşit kapalı sepet olarak ifade edilmektedir. Her sene İstanbul ve Mısır’dan yollanan surrelerin ayrılmaz unsurlarından biriydi mahmiller. İstanbul’dan gönderilene mahmil-i hümâyun, Kahire’den gönderilene mahmil-i Mısrî denirdi. Dörtgen bir ahşap çerçeve üzerinde dört yüzlü bir piramit şeklinde olan mahmil, üzeri altın ve gümüşle bezenmiş yazılar, ipek püsküller, çeşitli nakışlar ve kıymetli taşlarla süslenmiş bir atlasla kaplanırdı. İstanbul’dan gönderilen mahmillerin erken örnekleri siyah, son asırlardaki örnekleri ise yeşil renk atlastandı. Yol güzergâhında bulunan Şam’ dan da merasimlerle hareket eden surre ve mahmiller, Medine ve Mekke’de törenlerle karşılanır ve Arafat’ta birleşirdi. İstanbul’dan 1918 sonrasında mahmil yollandığına dair bilgi bulunmamakla birlikte Mısır’dan 1926’ya kadar kesintisiz gönderildi. Suudi hükümetinin karşı çıkması üzerine 1936’ya kadar ara verildi ve ertesi yıla ait mahmil Cidde’ye kadar gidebildi. 1952’ye kadar hacıların gidiş ve dönüş merasimlerinde Kahire sokaklarında görülen mahmil, Temmuz 1952 Hür Subaylar ihtilâliyle son buldu. Bunun dışında Mekke emîrinin cülûs merasimi dolayısıyla tebrik için gönderdiği, içinde değiştirilmiş olan eski Kâbe örtüsünün bulunduğu hediyelere de mahmil veya mahmil-i şerif deniyordu. 11 Haziran 1868 Kızılay, Mecrûhîn ve Marzâ-yı Askeriyyeye İmdad ve Muâvenet Cemiyeti adıyla kuruldu Milletlerarası Yaralılara Yardım Komitesi Başkanlığı, 19 Eylül 1867’de yaralılara yardım derneği kurulması konusunda Cenevre Sözleşmesi’nin tatbiki için çalışan Mekteb-i Tıbbiye muallimi Miralay Abdullah Bey’e yetki vermesi üzerine Serdârıekrem Ömer Lutfi Paşa’nın himayesinde ve Marko Paşa’nın başkanlığında geçici bir komite kurulmuş, Abdullah Bey komitenin genel sekreteri olmuştu. 11 Haziran 1868’de imzalanan bir taahhütnâme ile de Mecrûhîn ve Marzâ-yı Askeriyyeye İmdad ve Muâvenet Cemiyeti resmen teşkil edilmişti. Bu cemiyetin 1877’ye kadar olumlu bir faaliyet gösterememesi, Sultan II. Abdülhamid’in himayesinde yeni bir cemiyetin kuruluşuna yol açtı. Avrupa’da oluşturulan Kızılhaç’a mukabil olarak hilâli amblem olarak alan Osmanlı Hilâliahmer (Kızılay) Cemiyeti 14 Nisan 1877’de faaliyete başladı. 15 Haziran 1389 1. Kosova Zaferi Çirmen savaşıyla (1371) Balkanlar’a doğru ilerlemeye başlayan Osmanlıların bu kesimde XX. yüzyılın başlarına kadar sürecek olan hâkimiyetlerinin iki önemli dönüm noktasını Kosova savaşları oluşturmaktadır. I. Kosova Savaşı’nda bir tarafta Sırp, Bosna, Hırvat, Arnavut, Bulgar, Macar, Çek askerlerinden oluşan müttefik kuvvetleri vardı. Diğer tarafta ise, içinde Anadolu beylikleri, Makedonya’dan Kral Marko, Bulgaristan’dan Kostantin Dejanoviç’in askerlerinin de yer aldığı Osmanlı ordusu bulunmaktaydı. Savaş, Osmanlı ordusunun kesin zaferiyle neticelenmiştir. Ancak savaş bittikten sonra Sultan I. Murad, birkaç hasekisiyle gelip cesetler arasında dolaşırken, kendisini cesetler arasına saklamış bulunan Miloş Kobiloviç tarafından hançerle yaralandı ve az bir müddet sonra şehid oldu. 22 Haziran 1780 Erzurumlu İbrahim Hakkı Hazretleri vefat etti 18 Mayıs 1703’de Erzurum’un Hasankale ilçesinde dünyaya gelmiştir. Dokuz yaşında iken amcası Ali tarafından babasının o sırada bulunduğu Tillo’ya götürülmüştür. Burada İsmail Fakirullah Hazretleri ile tanışmıştı. 17 yaşına kadar Tillo’da kaldı, babasının vefatı üzerine Erzurum’a döndü. Sekiz sene devam edecek bir eğitim hayatının ardından 1728’de şeyhi Fakirullah Hazretlerinin yanına gitti. 1734’de onun vefatından sonra ise Erzurum’a dönerek, daha önce babasının imamlık yaptığı Yukarı Habib Efendi Camii’ne imam oldu. 1747’de İstanbul’a gelerek, Sultan 1. Mahmud ile görüştü. Saray kütüphanesinde çalışmasına izin verildi. Özellikle yeni astronomiye ilgisinin bu kütüphanedeki çalışmalarıyla başladığı söylenebilir. İbrahim Hakkı Hazretleri, İstanbul’da iken kendisine müderrislik pâyesi verildi ve ders okutması şartıyla Erzurum’daki Abdurrahman Gazi Dede Tekkesi’nin zâviyedârlığı tevcih edildi. En meşhur eseri Marifetname’dir. Vefatının ardından Tillo’da şeyhinin yanına defnedildi.

Kâinatın en önemli varlıklarından birisi belki birincisi insandır. Dolayısıyla insan nedir diye soracağımız suale verilecek cevabı, elbette bütün kâinat ve içindekilerle birlikte insanı da yaratan Rabbimiz verecektir. Ve vermiştir de… Kur’ân-ı Kerimde pek çok yerde insan ve insana ait ayetler olmakla beraber, müstakil insan isimli bir sure de nazil olmuştur. İnsan Suresinin hemen öncesinde yer alan Kıyame Suresinde ise kıyamet ve ahireti, yeniden dirilme ve diriltmeden bahsederken yine insanı merkeze almış ve ilk ayetlerinde “İnsan, kendisinin kemiklerini asla bir araya getiremeyeceğimizi mi sanıyor?” denilerek başlanmış, bitirirken de “İnsan, başıboş bırakılacağını mı sanıyor?” diyerek tekrar dikkat insan ve idraki üzerine çekilmiştir. Evet, insanı tanımak, vazifesini bilmek, neye karşı ve nasıl bir mesuliyet taşıdığını anlamak isteyen, öncelikle Kur’ân’a ve yaşayan Kur’ân ve insanlık için rol-model olan Efendimiz (sav)’e kulak vermelidir. Biz de öyle yapalım ve İnsan Suresi üzerinden insanın mahiyetine bakalım inşallah. Surede bahsedildiği üzere, insan hakir bir sudan yaratılmıştır ve imtihan edilmektedir. Verilen cihazat da bunun içindir. İnsan için gidilecek yolun rotası ve usulü belirlenmiştir. Bütün bunlarla beraber insan tercihte serbest bırakılmıştır. İster Rabbini dinler şükreden, mümin bir kul olur. İsterse inkâr ederek kafir olur. Fakat şu var ki inkâr eden için de iman eden için de aldıkları vaziyetin ve takındıkları tavrın bir karşılığı olacaktır. İnkâr edenler için azaplı bir cehennem, iman edenler için ise, cennet vardır. İnkâr etmek bir cihette kolay gözükmektedir. Yapmamak ve yokmuş gibi hareket etmekle bu sonuca gidebilir. Fakat iman edenler için hem dünyayı ve dünyalarını güzelleştirecek hem de cenneti kazandıracak ve cennete giden yolu güzelleştirecek iyi ve hayırlı şeyler hayatlarına girmelidir. Dünyada iken verdikleri sözü yerine getirmek, kıyamet gününden korkmak, yoksulu, yetimi gözetip kollamak ve bunları sırf Allah rızası için yapmak, karşılaştıkları zorluklara Allah’a itimattan ve imandan kaynaklanan sabırla mukabele etmek bunlardan bazılarıdır. Cennet ahvali ile ilgili kısımları İnsan Suresi 11-22. ayetlerinden ev sair surelerden okuyabilirsiniz. Bundan sonra Efendimiz (sav) üzerinden bütün müminlere Rabbimizin hükmüne sabır ve kafirlere itaat etmemek emredilmektedir. Namaz kılmak emri ile birlikte, kıyamete inanmayanların dünya hayatını sevmelerine ve bu sevginin ahireti unutturmakla başlarına elemli bir iş açacağına vurgu yapılmaktadır. “Şüphesiz ki bu bir nasihattir. Artık isteyen Rabbine doğru bir yol tutar” denilerek de yine insan tercihleriyle baş başa bırakılmıştır. İşte insan bu kadar açık ve net şekilde nasıl bir muhatap olduğu ortaya konulan kâinatın önemli bir sekenesi, misafiridir. Rabbimiz anlamayı nasib eylesin!

Dünya ancak bir imtihan meydanıdır. Sıkıntı da var, problem de var, hastalık da var ve olmaya devam edecek. Bunları yok saymak veya tamamen ortadan kaldırmaya çalışmak, işte bu muhali taleptir. Ne kadar kırılgan ve dayanıksız hale geldik, farkında mıyız? Eskiden iman varsa imkân vardır, derdik. Şimdi her türlü imkân var, fakat bağışıklığımız, ruh halimiz, ilişkilerimiz o kadar zayıf hale geldi, o kadar çıt kırıldım olduk ki, kendimiz de kendimize hayıflanmaktan geri duramıyoruz. Elektrik kesilse, perişanız. Az bir hastalık görsek, perişanız. Mahrumiyetin düşüncesi bile inanılmaz panik hali verir oldu. Bel bağladığımız hâzır medeniyetin ve altındaki düşüncenin sevk ettiği fikir, yokluğa alışık değil. Eksikliği asla kabul etmiyor. Hatta imkânsız. O zaman şu sual geliyor, en azından benim aklıma: Her şey daha iyi olsun arayışı ve bunu kurgulamaya çalışan günümüz medeniyet anlayışı, aslında her şeyi kötü yapan şey midir? Neden söylüyorum bunu? Toplam ağırlığı neredeyse bir gram tutan Covid-19, koca dünyayı dize getirdiği dünyamızda, Dünya Sağlık Örgütü şöyle bir sağlık tanımı yapıyor: “Sağlık sadece hastalık ve sakatlığın olmayışı değil, bedence, ruhça ve sosyal yönden tam iyilik halidir.” Peki, böyle bir şey mümkün müdür? Bu olsa olsa muhali talep etmektir. Muhali talep etmek ise, kendine fenalık etmekten öteye geçemez. Çünkü örgütün tanımını karşılayacak bir dünya YOK! Örgütün tanımına inanmak ve bu inançla dünyaya bakmak, sıkıntı vermekten başka bir işe yaramaz. Bu tanıma katılmayan bazı fikirler de çözüm olarak “başaçıkma” diye bir kavramla dikiliyor karşımıza. Örgütün sağlık tanımı dünyayı yanlış yorumlarken, “başaçıkma” da insana yanlış mana veriyor. Tanımlar çözüm ürettim derken, aslında çözümsüzlüğe kapı aralayarak, neticede dünyayı da insanı da sıkıntıya sokmaktan öteye geçmiyor. Zira dünya zıtlardan oluşan, kalıcı değil geçici olandır. Varış değil, geçiş noktasıdır. İnsan da elindeki ömür sermayesi ile sonsuz aciz ve nihayetsiz fakir bir varlıktan başka bir şey değildir. Yani kendi kendine başa çıkamaz. Parayı ve zahiri gücü elinde tutanlara bakıp da “Hadi canım sende” demeden önce Nemrut’a, Karun’a, Firavuna bakın derim. Güç dedikleri, iktidar dedikleri, varlık dedikleri şey ancak imtihanları oldu. Bir kaşık suda boğulup gittiler. Tarihte olanlar ibret almak için uzak gözükebilir. Hiç olmazsa dünyanın aczini beyan ettiği şu salgından istifade edelim. Nefsin elinden bir parça kurtulmuşken, yüzümüzü gerçek gücün ve zenginliğin sahibine dönelim. Allah’a imanımızı tazeleyip, itaatimizi perçinleyelim. Günümüz dünyasının sanal alem marifetiyle hayalimize kazımaya ve bizi iteklemeye çalıştığı “tam iyilik hali” bir dünya olmadığını bilelim, ona göre davranalım. Dünya ancak bir imtihan meydanıdır. Sıkıntı da var, problem de var, hastalık da var ve olmaya devam edecek. Bunları yok saymak veya tamamen ortadan kaldırmaya çalışmak, işte bu muhali taleptir. Tam iyilik hali ve yeri ise, zıtların ayrıştığı ahiret memleketi, cennet yurdudur. Dünya ise oraya hazırlık yeri, bir tarla, ekip biçme yeridir. Talimgahtır. Seçimlerimizle sonucu belirleyeceğimiz imtihan yeridir. Hakiki halimizi ve hakikat-i hali bilmek, ne yapacağımızı bilmeyi de netice vereceğinden daha sağlıklı bir hayat sürmemizi sağlar. Zorluklar ilerleyişimizi durdurmaz, tam tersine kemale taşınmamıza imkân verir. Fakat yanlış bildiğimiz şeyler ve onlarla yol yürümek hem süreçte hem de sonunda sıkıntı verecektir.

Hak ve batıl arasındaki savaşın ana konusu her zaman “insan” ve insan ile ilgili her şey olmuştur. Âdem (as) ile birlikte başlayan insanın yolculuğu yine onun çocukları olan Habil ve Kabil arasında meydana gelen anlaşmazlığın bir cinayetle sonuçlanması ile iki bakış açısını, iki fikriyatı ve en önemlisi aralarında yer ile gök kadar fark ve mesafe olan iki yolu netice vermiştir. Bu yollardan biri Hak ve Hakikat, Rahmet ve Adalet esaslarına hâvi nübüvvet yolu; diğeri ise küfür, yalan ve zulüm ile dolu felsefe yoludur. Birinci yolun ilham kaynağı bizzat Allah’tır (cc). İkinci yolun ise, şeytandır. Birinci yol insanlara, yaratılmış oldukları İslam fıtratı ekseninde rehberlik yaparken, ikinci yol ise temelde Hakk’a isyan ve başkaldırı olan küfür ve dalalet bağlamında telkinler yapmaktadır. Birinci yol insanı, Rabbini bilen ve O’na iman ederek şeref kazanan ve O’nun vahyine muhatap, lütfuna mazhar ve ebedî saadete namzet bir dereceye çıkarmayı vadederken, diğer yol ise insanı Rabbine âsi, firavunmeşrep, bencil bir zalim derekesine indirmektedir. Bu değerlendirmedeki ögeler çok uzun bir listede karşı karşıya mütalaa edilebilir (sevgi/nefret, dostluk/düşmanlık, paylaşım/bencillik vs. gibi). Bu iki akımın günümüze kadar, gerek dünyayı/alemi gerekse eşya ve insanı algılamalarında çok derin ve bir o kadar zıt farklılıklar olmuştur. Bu yazımıza konu olan insanın anlam ve değeri ile ilgili ciddi ve köklü yaklaşım farklılıklarını ele almayı niyet ediyoruz. Şeytanın telkini ile organize olan küresel aklın tüm çabaları, insanın anlamlandırılması sürecini baltalamak ve insanı değersiz, önemsiz ve herhangi bir seviyeye indirgemek amacıyla her türlü araç ve silahı kullanmak yönünde oldu. Bu çabalar esas itibarıyla, insanı ve dünyayı her türlü anlam ve değer potansiyelinden mahrum bırakmayı hedeflemekteydi. Bunun sebebi ise kâinata ve insana en derin ve manevi ve bir o kadar insan fıtratına uygun ve umut verici değerlendirmelerle yaklaşım sergileyen hak dini cerh edip geçersiz kılma arzusuydu. Evet, çok açık ve net anlaşılır ki, Allah’ın (cc) kıymet verdiğine, şeytan kıymet vermez ve verdirmez. Allah’ın (cc) sevdiğini, şeytan sevmez ve sevdirmez. Hak ve batıl arasındaki savaşın ana konusu her zaman “insan” ve insan ile ilgili her şey olmuştur. *** Kopernik’in (1473-1543), dünyayı sıradan bir gezegen olarak göstererek merkeze güneşi koyması ile bilinen teorisi ile birlikte insan, evrenin merkezinde bulunma ve önemli olma gibi birçok ayrıcalığını yitirdiğini düşünmek ile baş başa bırakıldı. Danimarkalı astronom (1546-1601) Tycho Brahe’nin dünyanın, evrenin merkezinde olduğunu dile getirdiği yaklaşımına -ki, Kopernik’in teorisi ile bilimsel ispat seviyesi açısından hiçbir farkı olmadığı halde- bilim dünyası ilgi göstermedi. Çünkü şeytan bir şekilde insanı ve onun memleketi olan dünyayı ne kadar önemsiz ve değersiz bir ayrıntı olarak gösterebilirse, insanın kimse tarafından umursanmadığını, yaratıcı için bile insanın herhangi bir canlıdan farkı olmadığı fikrini güçlendirebilecekti. Bilim denilen kurumu ele geçiren şeytanî aristokrasinin kendine misyon saydığı belki de bir numaralı hedefi, Allah’ın (cc), hükmünün hiçbir şekilde kabul görmemesini sağlamaktır. Öyle ki, batı dünyasının çatlak saydığı ama bazı cesur sesler bu aristokrasi ile hep savaşmıştır. Bilimsel Devrimlerin Yapısı isimli eserinde Thomas S. Kuhn, “Bilim dediğimiz şey bilim adamlarının kabul ettiği şeydir. Bunun ayrıca ne bir örtüsü ne de bir dayanağı var, bilim adamları tamam deyince bu bilimsel oluyor” diyerek bilim aristokrasisine temel bir eleştiri getirmiştir. Kopernik devrimi sayılan bu bakış açısı ile evren içinde silik, sönük ve birçok gezegenden biri olan dünya, bir anda değersiz ve önemsiz bir algı ile eşleştirilmiş oldu. Oyun daha bitmemişti. İngiliz biyolog ve doğa tarihçisi Charles R. Darwin (1809-1882), Türlerin Kökeni adını verdiği kitabında, insanın primatlarla ortak bir atası olduğu düşüncesini evrim teorisi ile iddia ediyordu. Yine insanın değerini, seçkinliğini ve diğer mahluklara olan rüçhaniyetini (üstünlüğünü) yok saymayı hedefleyen bir bakış açısı insanlığa servis edilmekteydi. (Bu teorinin ülkemiz dahil birçok ülkenin okullarında yıllarca okutulduğunu düşünecek olursak, insanın değersizliği ve önemsizliği ile ilgili algının nasıl oluşturulmaya çalışıldığı daha net anlaşılır.) Yani yukarıda sözünü ettiğimiz şeytanî akıl, beşeriyeti dalalete sevk etmek için taşları bir bir diziyordu. Son kertede Avusturyalı nörolog ve psikanaliz kuramının kurucusu Sigmund Freud ise, yine tüm dünyaya servis edilen hiç de hak etmediği bir şöhrete ulaştırılan bakış açısı ve teorileriyle, “İnsan davranışlarının temel dayanağının cinsel dürtüler olduğu, insanın mekanik ve bilinçsiz dürtüler ve içgüdüler tarafından yönetilen hayvanî bir yapısı olduğu” değerlendirmesinde bulunmuştur. Tüm bu yaklaşımların tek hedefi, insan çok da matah bir mahluk değildir, ey insan sen nesin ki, kendini önemli zannetme ve sen de sıradan herhangi bir mahluksun merkezinde yaklaşım ve telkinlerle insanda çok güçlü bir hiçleniş ve değersizlik duygusu oluşturmak, netice itibarıyla insanı, vahyin ziyasından istifade edemeyeceği çok derin bir gayya kuyusuna daha dünyada iken atmaktır. Daha yakın bir geçmişte ölmüş olan İngiliz fizikçi ve astronom Stephen Hawking’in evren ve insana ilişkin hezeyanlarla dolu komplo teorilerinden bahis açmadık bile… Şunu çok net ve güçlü bir şekilde söyleyebiliriz ki, batı felsefesinin insanı değerli, anlamlı ve güzel bir şekilde mütalaa ettiği tek bir örnek bulamazsınız. Batı felsefesi, tokmağı şeytanın elinde olan bir davul gibi insanı değersizleştirmek, önemsizleştirmek ve insanın kâinata sığmayacak kadar büyük anlamını biyolojik bir organizmanın ve nefsî hevesatın sınırları içine hapsetmeye çalışan tavırla ona korku, umutsuzluk ve karanlıktan başka bir şey vadetmeyen bir tantanadan ibarettir. *** Birinci yol olan ve Allah’ın (cc) rahmetiyle berdevam olan nübüvvet yolunun varis ve temsilcileri, her asırda dinin ve tevhid inancının maruz kaldığı saldırıları bertaraf etmek ve tecdid icap eden hususlarda tecdid vazifesi ile muvazzaf kılınmışlardır. Son asrın müceddidi olarak Bediüzzaman Hazretleri (ks) de, yukarıda anlatmaya çalıştığımız ve asırların organize bir birikimi olan küfür ve dalalet taarruzlarını Kur’an’ın elmas kılıncı olan Risale-i Nurlar ile bertaraf etmiş, hem devlet, hem siyaset, hem bilim(!), hem de devasa bir maddi güç ölçeğinde gerçekleştirilen bu taarruzlara Kur’an namına en mukni’ ve en makul cevapları çok çetin bir hizmet mücadelesi içinde vermiştir. Bediüzzaman Hazretlerinin (ks) gerek evrenin yaratılış ve hikmeti gerekse o evrendeki insan varlığının anlam ve hikmeti ile ilgili mütalaası batı felsefesinin insanın kıymetini iskat etme çabalarını akamete uğratırken aynı zamanda vicdanı henüz tefessüh etmemiş insanların fıtratlarına nefes aldırıp umut veren yaklaşımlar sergilemiş, tabiri caizse insanı ve evreni anlam/mana açısından abesiyetten kurtarmıştır. İnsanın anlam ve değeri Cenab-ı Hakk’ın insana olan teveccüh ve nazarı Risale-i Nur’un o kadar çok yerinde o kadar çok tahşidat ile vurgulanmıştır ki, biz burada çok kıymetli ve bir o kadar zengin bir paragrafı (ki 16 mümtaz vasfı ile zikredilen insan mütalaasını) nazarlarınıza takdim ediyoruz. Kesinlikle abartmıyorum, Risale-i Nur’da insanın anlam, değer ve hikmetine dair yüzlerce maddelik tavzihat (açıklama) bulunmaktadır. Bakın Bediüzzaman Hazretlerine (ks) göre insan ne imiş: “(1) Kâinat ağacının çekirdek-i aslisi, (2) Kâinat Kur’an’ının ayet-i kübrası, (3) İsm-i azamı taşıyan Ayete’l-Kürsi’si, (4) Kâinat sarayının en mükerrem misafiri, (5) Mesuliyetli nazırı, (6) Halife-i arzı, (7) Bir nevi müfettişi, (8) Mutasarrıfı, (9) Çok geniş ubudiyetle mükellef bir abd-i külli, (10) Kâinat Sultanının ism-i azamına mazhar ve bütün esmasına en cami bir ayinesi, (11) En anlayışlı bir muhatab-ı hâssı, (12) Kâinatın zihayatları içinde en ziyade ihtiyaçlısı, (13) Hadsiz acziyle ve fakrıyla beraber, hadsiz maksatları ve arzuları ve nihayetsiz düşmanları ve onu inciten zararlı şeyleri bulunan bir biçare zihayatı, (14) İstidatça en zengini ve (15) Bekaya en ziyade müştak ve muhtaç ve (16) Ona ihsanlar eden Zatı perestiş derecesinde seven ve sevdiren ve sevilen çok harika bir mucize-i kudret-i Samedaniye ve bir acube-i hilkat.” (Asa-yı Musa) “Şânım hakkı için (biz), Âdemoğullarını şerefli kıldık; onları karada ve denizde (çeşitli nakil vâsıtaları üzerinde) taşıdık; onları temiz şeylerden rızıklandırdık ve onları yarattıklarımızın birçoğuna faziletli tutarak üstün kıldık.” (İsra Suresi, 70) Batı felsefesinin maddeci bakış açısı eşyaya ve aleme maddesi, kütlesi, hacmi ve ölçüsü gibi surî (yüzeysel) bir açıdan baktığı için, dünyanın bu evrendeki varlığının birçok başka gezegen ve gök cismiyle ve dünyanın içinde bulunduğu güneş sistemini ve güneş sistemini misafir eden samanyolu galaksisini başka sistemlerle mukayese ederek dünyanın basit, değersiz ve koca evrende neredeyse gözükmeyecek kadar önemsiz olduğu zehabına gitti. Peki, hangi bakış açısı, hangi mantık, hangi kolektif akıl, ezel ve ebed sultanı olan Sübhan olan Allah’ın (cc) vahyine, nazarına, rahmetine, bin bir esmasının tecellisine mazhar, üzerinde halife-i arz olan insanın bulunduğu, ebedi hayatın çekirdeği olan, yüzbinlerce nebi ve peygamber, yüz milyonlarca evliya ve şühedanın hayatlarını ortaya koyduğu ve en mühimi alemlere rahmet olarak gönderilen sevgili Peygamberimizin (sav) arz-ı endam etmesine sahne olan dünyayı bu kadar önemsiz ve değersiz görür ve gösterir? Elbette ki şeytan ve ondan ders alan onun avaneleri. Her ne kadar bilimsel bir kisve içinde takdim edilse de dünyayı tezyif, tahfif, istiskal ve manasızlık içinde sunmaya çalışan herkes, şeytanî bir oyunun içinde bulunmaktadır. Buna hiç şüphe yoktur. “Hâlbuki (biz), göğü, yeri ve bunların arasında bulunanları, oyuncular(ın işi, eğlencesi) olarak yaratmadık.” (Enbiya Suresi 16) Bediüzzaman Hazretleri (ks), dünyanın yukarıda zikrettiğimiz anlamına ait değer ve derinliğini Risale-i Nur’un birçok yerinde musırrane (ısrarlı biçimde) ifade etmektedir. Nasıl ki uçsuz bucaksız bir görünümü olan okyanusta inci ve mercan gibi çok kıymetli taşlar o okyanusun en ücra ya da en derin yerlerinde gizlenmiştir ve cismi itibarıyla okyanusun heybetine nazaran ziyadesiyle hiç hükmündedir. Aynen öyle de bu alem okyanusunda da inci ve mercan gibi kıymeti olan dünya da uzayın derinliklerine saklanmıştır. Hem bilir ve itikad ederiz ki Cenab-ı Vahibü’l-Hayat ve’l-Hayrat olan Rabbimiz, makbul kulunu milyonlarca insanın içine, eceli ömrün içine, Kadir Gecesini Ramazan ayının içine, vakt-i icabeyi Cuma gününün içine, ism-i azamını yüzler esmasının içine nasıl gizlemiş ise, tecelliyat-ı esmasının en incelerine mazhar olan ve o tecelliyatı mütefennin bir müfettiş gibi mütalaa eden ve tüm mevcudat ve mahlukatın hamd, tesbih, tahmid ve ibadetlerini Rabbine takdim ettiği yer olan dünyayı da fezanın derinliklerine gizlemiştir. Bu engin manaların mahzeni olan Risale-i Nur, bizlere dünyanın manasını yine teferruatlı bir şekilde anlatmıştır. “Hem benim, hem herkes için, şu dünya: (1) muvakkat bir ticaretgâh; ve (2) her gün dolar, boşalır bir misafirhane; ve (3) gelen geçenlerin alışverişi için yol üstünde kurulmuş bir pazar; ve (4) Nakkaş-ı Ezelînin teceddüd eden, hikmetle yazar bozar bir defteri ve (5) her bahar, bir yaldızlı mektubu ve (6) her bir yaz bir manzum kasidesi; ve o (7) Sâni-i Zülcelâlin cilve-i esmâsını tazelendiren, gösteren aynaları; ve (8) ahiretin fidanlık bir bahçesi; ve (9) rahmet-i İlâhiyenin bir çiçekdanlığı; ve (10) âlem-i bekada gösterilecek olan levhaları yetiştirmeye mahsus muvakkat bir tezgâhı mahiyetinde gördüm. Bu dünyayı bu surette yaratan Hâlık-ı Zülcelâle yüz bin şükrettim.” (Lem’alar) Ezcümle, Cenab-ı Hakk’ın insana nazar ettiği vakit gördüklerini, tüm derinlik ve teferruatları ile Bediüzzaman Hazretleri (ks) bizlere anlatmış. Bizler de insan olarak, Rabbimizin omuzumuza koyduğu bu şerefli halifelik rütbesini fark etmeli ve ahiret saadetinin kazanıldığı bir tarla olan dünyayı doğru bir şekilde değerlendirmeye niyet etmeliyiz.

“Yeni Dünya Düzeni” “yeni bir düşünce düzeni” ile mümkündür. Corona virüs salgın süreci, yeni bir düşünce düzeni oluşması için insana kendisini, kâinatı ve kainatla arasındaki ilişkisini tekrar sorgulama ve tefekkür imkânını sunmaktadır. Hakiki anlamda Yeni Dünya düzeninden bahsedebilmek için, “hakikat” üzerine inşa edilmiş küresel ölçekte yeni düşünce düzenine ihtiyaç vardır. Dünya düzeni; bütün devletleri ilgilendiren, devletlerin tutumlarını davranışlarını, söylemlerini, etkileyen, yöneten, yönlendiren, diğer devletlerle ne tür bir ilişki kuracaklarının sınırlarının çizildiği çok şeyin özetlendiği bir tabloyu tasvir için kullanılan çok genel ve klasik bir ifadedir. Dünya Düzeni, bütün insanları ilgilendiren, insanların, düşüncelerini, tutumlarını davranışlarını, söylemlerini, etkileyen, yöneten, yönlendiren, gelir düzeylerinin gider düzeylerinin, hayatlarının ölümlerinin yer aldığı çok şeyin özetlendiği bir tabloyu tasvir için kullanılan çok genel ve klasik bir ifadedir. “Yeni Dünya Düzeni” ya da düzensizliği, aslında doğrudan insanın hayat düzeni ya da düzensizliğidir. Dünyada yeni düzenlerin kurulması ya da var olan düzenin değişmesi, bütün dünyayı etkileyen külli hadiseler ile birlikte vuku bulmuştur. Bu kapsamda son yüzyıl içerisinde bireyden devlete kadar uzanan mütedahil daireler içerisinde sonuçlar ortaya çıkaran hadiselerden ilki Birinci Dünya Savaşıdır. Milyonlarca insanın hayatını kaybettiği, milyonlarcasının yaralandığı, milyonlarcasının göç ettiği bu savaşın tek etkileri bunlarla sınırlı kalmadı. İmparatorluklar çağının kapanmasıyla birlikte politik, ekonomik, sosyolojik yeni bir yapı ortaya çıktı. Düzen değişikliklerinde, değişen şeyler sadece eşyaya, maddeye ve sisteme ilişkin olarak sınırlı kalmamıştır. Her düzen değişikliği insanın dünyayla, insanın düzenle, insanın diğer insanlarla, insanın eşyayla, insanların oluşturduğu devletlerin de doğal olarak diğer devletlerle ilişki zeminini sorgulamasına ve yeniden tanımlamasına, anlamlandırmasına sebep olmuştur. Dolayısıyla dünya düzeni değişikliği, yeni bir düşünce düzenini de ortaya çıkarmaktadır. Bu bağlamda dönemin bir kısım akademisyenleri ve siyasileri; Birinci Dünya Savaşından sonra, savaşın ağır sonuçlarına bakarak özelde Birinci Dünya Savaşının, genelde ise tüm savaşların niçin olduğunu sorgulayarak başlamışlardır. Sistemi yeniden tanımlarken de insanın mahiyeti üzerinden bir çıkarım yapmışlardır. ABD Başkanı Wilson, insan doğasının (fıtratının) aslında “iyi” olduğunu, insanların uzlaşıyla, bir araya gelerek, insanların eğitilerek ve liberal anlayış çerçevesinde savaşların önlenebileceğini ileri sürmüş ve İkinci Dünya Savaşına kadar da bu anlayışının cari kılınması için çaba göstermiştir. Bu düşünceyi benimseyenler idealistler olarak nitelendirilmiştir. Nihayetinde bu çabalar İkinci Dünya Savaşının çıkmasını engelleyememiş, Birinci Dünya Savaşından daha fazla sayıda insanın ölmesi, yaralanması ve göç etmesi ile sonuçlanan nükleer silahların da kullanıldığı bir savaş vuku bulmuştur. İkinci Dünya Savaşı da yine bütün dünyada politik, ekonomik, sosyolojik bir dönüşüm ortaya çıkarmıştır. Bu yeni dünyada; “Soğuk Savaş,” “Çift Kutuplu Dünya” olarak tavsif edilen yeni bir düzen kurulmuştur. Değişen şeyler yine sadece eşyayla, maddeyle ve sistemle sınırlı kalmamıştır. Yine insanın dünyayla, insanın düzenle, insanın diğer insanlarla, insanın eşyayla, insanların oluşturduğu devletlerin de doğal olarak diğer devletlerle ilişki zemini sorgulanmış, yine savaşlar niçin oluyor sorusuna külli bir cevap aranmış, yine insan doğası (fıtratı) üzerinden bir çıkarım yapılmıştır. Ancak bu defa Birinci Dünya Savaşından sonraki kavramların yerini başka kavramlar almıştır. Kendilerini realistler olarak nitelendiren bir grup düşünür, insanın aslında “kötü” olduğunu, kendi çıkarını öncelediğini, devletlerin de aynı şekilde özelliklere sahip olduğunu, devletlerin de çıkar ve güçlerini en üst seviyeye çıkarmaya çalıştıklarını, güçlü olanın varlığını sürdürebileceğini, Birinci Dünya Savaşı sonrasında sunulan reçetenin ise gerçekten uzak, ütopik olduğunu dile getirmişlerdir. Bu düşünce de oldukça makbul kabul edilmiş ve revaç bulmuştur. Bu anlayış sonraki yıllara yön vermiştir. Bireylerin ve devletlerin bu saik ile hareket ettikleri, referans kabul edilmiştir. 1980’lerin sonu 1990’ların hemen başında SSCB’nin çökmesi ve dağılmasıyla birlikte yine dünyada, bir düzen değişikliği söz konusu olmuştur. Bu yeni dünyanın hemen arifesinde oluşan atmosferde Irak’ın Kuveyt’i işgali sonrasında gerçekleşen 1. Körfez Savaşı esnasında, ABD Başkanı Bush “Yeni Dünya Düzeni” ifadesini kullanmıştır. Bu Yeni Dünya Düzeninde de sonrasında da yine savaşlar, acılar, ayrılıklar, trajediler ve yine göçler vuku bulmuştur. Bu yeni kurulan Dünyada da insanların hususiyetleri üzerinden devletlerarası ilişkilerin izahları yapılmış, devletlerarası ilişkilerde farklı zeminler, farklı yaklaşımlar ortaya çıkmıştır. İnsanların etnik ve dini aidiyetlerinin, çevre sorunlarının, feminist anlayışların uluslararası düzende etkisi olup olmadığı da incelemeye konu olmaya başlamıştır. Ancak bütün bu değişiklikler sürecinde ve sonrasında, son yüz yıldır sistemde hegemon/hâkim olan güçler, sistemi dizayn edenler, sistemde yer alan diğer devletlere ve onların bireylerine karşı oldukça kibirli, ve zalim olmuşlardır. Bu bakış açıları ve tutumlarının sonuçları tüm dünyaya yıllar boyunca kan gözyaşı, açlık ve sömürü olarak ortaya çıkmıştır. Bu tahakküm anlayışı tek taraflı olarak kendisinde her hakkı görmüş, kendisini dünyanın kurtarıcısı addetmiştir. Hatta bu anlayışı dünyaya öyle empoze etmiştir ki, dünyayı vahşi hayvanlar istila etse, dünyayı doğal afetler kuşatsa, dünyayı robotlar ele geçirse, dünyaya uzaylılar saldırsa, dünyaya yaratıklar ele geçirmeye çalışsa dahi kendilerinin ve sahip oldukları gücün dünyayı kurtarmaya yeteceğini sinema sektörü üzerinden dünyaya anlatmıştır. Güç, kudret, savaş, kibir, hegemonya, çıkar, sömürü, göç vb. kavramlar etrafında gelişen hadiselerle örülü bir yüz yıl geride kaldı. İçinde bulunduğumuz zamanlarda, Dünya bir defa daha küresel ölçekte bir sorun ile karşı karşıya, ancak bu defaki düşman daha önce örneği olduğu gibi büyük büyük devletlerin büyük büyük coğrafyalarda, büyük büyük silahlarla, kalabalık askerlerle savaştığı, kazananın her şeyi aldığı, kaybedenin her şeye maruz kaldığı türden bir sorun değil. Uzaydan gelen yaratıkların, dünyayı ele geçirmeye çalışan robotların saldırıları da söz konusu değildir. Bu defa gözle görünmeyen bir corona virüs, bir insanın bedenine bulaştığı gibi insanlığın tesis ettiği sisteme de bulaşmıştır. İnsan bedenini tahrip ettiği gibi, insanların kurduğu siyasal, sosyal ve ekonomik sistemi de tahrip ediyor. Filmlerde olduğu gibi Dünyayı ele geçirmeye, insanlara hükmetmeye de çalışmıyor. Yine de film gibi ama hayat kadar gerçeklikle devam ediyor. İnsanın acizliğini, insanın hakiki mahiyetini, kâinat karşısındaki konumunu, insanın her şeye gücü yetemeyeceğini, dünyanın sahibinin insan olmadığını, insana sarsıcı bir şekilde hatırlatıyor. Uluslararası ilişkilerin en başat, en kudretli, ekonomisi en güçlü, en gelişmiş aktörleri de dahil olmak üzere, bütün aktörlerini ayrım yapmadan hırpalıyor. Cesedi kıyıya vurmuş Aylan bebekleri, üzerine bomba yağmış yüzü kan revan içerisinde kalmış Ümran bebekleri zerre kadar umursamayarak insanlıktan iyice sıyrılmış, hissiyatını, insafını ve merhametini kaybetmiş, çığırından çıkmış şekilde hunharca coğrafyaları kan gölüne çeviren uluslararası sistem; elindeki bütün güç, kuvvet, kudrete rağmen insanların hayatlarını ve hayat tarzlarını tehdit eden bu virüse karşı hızlı bir çözüm üretmede yetersiz kalmaktadır. Pek çok devlet, pek çok akademisyen, pek çok gazeteci, pek çok devlet adamı, pek çok uluslar arası örgüt, pek çok insan bu sürecin sonucunda küresel sistemin değişikliğe uğrayacağına ilişkin tahminleri ve tespitlerine ilişkin ifadeleri kamuoyunda yaygın olarak yer almaktadır. Mevcut dünya düzeninin pek çok bileşeni bir değişiklik olacağında hem fikir görünmektedir. Ancak nasıl bir değişiklik olacağı üzerine tartışmalar, tahminler, öngörüler veya öngörüsüzlükler devam etmektedir. Corona virüs salgın süreci sonrasında yine insanın mahiyeti ve hususiyetleri üzerinden bir tahlil yapılarak, bir dünya izahı ve sistem inşası yapılacaksa, bireysel, toplumsal bir takım değişiklikler kalıcı olacaksa, uluslararası sistemde değişiklikler olmasına kapı açılacaksa, herkesin bilmüşahade gördüğü, mevcut durumda hissettiği, künhüne vakıf olduğu, insanın hakiki mahiyetinin merkezinde acziyetin bulunduğunun, hayatı ve ölümü kontrol edemediğinin, her şeye gücünün yetmediğinin, her şeye gücünün yetemeyeceğinin de göz ardı edilmemesi gerektiğinin zaruretidir. Bu anlayış, insanların birbirlerine ve dünyaya bakışlarını, tutumlarını değiştirebilecektir. Aksi halde birbirinin devamı niteliğinde olan ve son yüzyılda birkaç defa değişmiş ama hakikatte değişmemiş, her değişim sonrası özü itibariyle aynı davranış kalıplarının devam ettiği, insanların bir kısmının ızdırap içerisinde yaşamayı sürdürdüğü bir değişim söz konusu olacaktır. “Yeni Dünya Düzeni” “yeni bir düşünce düzeni” ile mümkündür. Corona virüs salgın süreci, yeni bir düşünce düzeni oluşması için insana kendisini, kâinatı ve kainatla arasındaki ilişkisini tekrar sorgulama ve tefekkür imkânını sunmaktadır. Hakiki anlamda Yeni Dünya düzeninden bahsedebilmek için, “hakikat” üzerine inşa edilmiş küresel ölçekte yeni düşünce düzenine ihtiyaç vardır. Yeni düşünce düzeni için, salgın sürecinde enfüsi bir tefekkür yolculuğuna hem başlarken kapısı çalınabilecek hem de tefekkür yolculuğunun sonunda ulaşılabilecek o hakikat ise: لَا إِلٰهَ إِلَّا اللّٰهُ وَحْدَهُ لَا شَرِيكَ لَهُ، لَهُ الْمُلْكُ وَلَهُ الْحَمْدُ وَهُوَ عَلَى كُلِّ شَيْءٍ قَدِيرٌ “Allah’tan başka ilah yoktur. O birdir, ortağı yoktur, mülk ona aittir, hamdler de ona layıktır, her çeşit hayır O’nun elindedir. O her şeye kadirdir” hakikatidir.

Efendim, bilindiği üzere kader meselesi, iman ve teslimiyetin nihayet hududunda bir kavramdır. Bu yazıda esas kastımız, imanın şartlarından olan kader meselesini enine-boyuna incelemek değildir. Bir nebze temel esaslara bakıp, dua ve tevekkül ile olan irtibatı üzerinden mevzuu anlamaya çalışmaktır. Evvelen kader ve cüz-i ihtiyari kavramlarını kısaca açıklayalım. Yani kader Allah’ın ilmindendir. Ezelidir. Zaman ve mekân üstüdür. Lügat manası olarak ölçü, mizan anlamlarına gelen kader, Cenab-ı Hakk’ın ezelden bütün mahlûkatın başına gelecek her şeyi bilmesi ve takdir etmesidir. İnsanın tek demirbaş malı sayılabilecek cüz’i ihtiyarı ise; hiçbir dış zorlama olmadan, kişinin kendi isteğine bağlı olarak en uygununu seçip ona yönelmesidir. Cüz-i ihtiyari insanın ruhuna takılmış bir meleke, bir kabiliyettir. Cüz-i ihtiyariyi somut olarak ortaya koyamayız belki ama her insan hür iradesini, hürriyetini kendi vicdanında hisseder. Hayır ve şerrin Allah’tan olması “Amentü” duasında kadere iman etme şartını okuduğumuzda, hemen akabinde “Hayır ve şerrin Allah’tan olduğuna inanmak” diye ekleriz. Hayrı isteyen ve yaratan Cenab-ı Haktır. Fakat şerri isteyen insan nefsi, yaratan ise Allah’tır. Bu Ehl-i Sünnet akidesi, yaratılış cihetiyle hayır ve şerrin Allah’tan olmasını ifade etmektedir. Cenab-ı Hak bir ayet-i kerimede şöyle buyurmaktadır. “Sana isabet eden her iyilik Allah’tandır; sana isabet eden her kötülük ise nefsindendir.” (Nisa, 79) Bu ayet-i kerimede, nefsin seyyiatın/kötülüklerin kaynağı olması sebebiyle insanın bu hususta tamamen mesul olduğu vurgulanmaktadır. Çünkü nefs-i emmare sürekli kötülüğü emreder. Ama Rabbimiz bizleri temiz bir İslam fıtratı üzerine yaratmıştır. Bu fıtratı koruyabilir, kötülüğü emr eden nefsin tuzaklarından korunabiliriz. Kul kötülüğü istiyor. Cenab-ı Hak ise imtihan gereği yaratıyor. Bu meselede Mutezile mezhebi Allah’ı tenzih edelim derken hataya düşmüş. İyi ve kötü işlerinin yaratıcısı insandır diyerek, haşa insanı fillerinin yaratıcısı konumuna getirmişlerdir. Cebriye mezhebi ise, insanın iradesini ortadan kaldırarak insanı rüzgârın önünde sürüklenen kuru bir yaprak gibi görmüşlerdir. Bu sebeple de (iki batıl fırkanın) taraftarları az olmuştur. Çünkü birincisi mümteni’ olanı isbat, ikincisi aşikâr olanı inkâr etme cihetine giderek hak yoldan uzaklaşmışlardır. Cenab-ı Hak bir ayet-i kerimede şöyle buyurmaktadır. “Eğer inkâr ederseniz, hiç şüphesiz ki Allah size muhtaç değildir; bununla beraber kulları için küfre razı olmaz. Yok eğer şükrederseniz, sizin için buna razı olur.” (Zümer, 7) Rabbimiz kullarının küfründen razı değildir ama imtihan sırrı zıtların tecellisini lüzumlu kılar. Hayrın karşısında şerlerin, nurun karşısında karanlığın olması gerekir. Hayrı da şerri de yaratan Allah’tır. Şerlerin varlığında neticesi itibariyle insana kazandıracağı birçok hayırları yerleştiren, yine Allah’tır. Yaşadığımız musibet ve hastalıklar bizi safileştirip, günahlardan arındırıp, gaflet perdesini yırtıp, ibretler alabilmemiz gibi birçok pencereler açmaktadır. Hayırlarda ise hakkımız pek azdır. Çünkü o hayrı isteyen, icad eden Allah’ın rahmet ve kudretidir. Bizdeki sadece bir taleptir. Netice Allah’tandır. Dilekçenin icrası, ifası Allah’a aittir. O yüzden iyiliklerde iftihara hakkımız yoktur. Çok güzel bakımlı bir bahçenin varlığını düşünelim. Bizim burada tek vazifemiz suyu gerektiği vakitlerde açmak olsun. Biz bu vazifeyi yerine getirmezsek bahçedeki bitkiler kurur. O bahçede çalışanların yaptığı bütün işlerin boşa gitmesine sebep oluruz. Bundan dolayı da elbette biz mesulüz. Aynı zamanda o tek açma işlemini yaptığımızda, bu bahçenin her şeyini biz yapmış gibi sahiplenmeye de hakkımız yoktur. Zira bizim yaptığımız sadece suyu açmaktır. Suyu oraya getiren, suyu bitkiye ulaştıran, topraktan çıkarıp yeşerten, büyüten ve hakeza hepsi Allah’a aittir. Bu temel itikadi bilgilerden sonra dünyamıza bakacak olursak, zahiren kötü hadiseler çok gibi görünür. Aslında çok değildir. Tam tersine bütün Kâinat içindeki nisbeti azdır. Savaşta çocukların ölmesi, Afrika’da bebeklerin karşılaştığı elim hadiseler bizleri üzmektedir, doğru. Cenab-ı Hak zahiren kötü görünen bu hadiselere imtihan gereği izin verir ama o fiilin yapılmasına rızası yoktur. Zalimlerin zulümlerine imtihan gereği bir zaman mühlet verir ama asla ihmal etmez. Hem dünyada hem de ahirette yaptıklarının karşılıklarını elbette bulacaklardır. Hasenat Cenab-ı Haktan, kötülükler ise bizim nefsimizdendir. Dünya dar-ı teklif yani imtihan meydanı olduğu için seyyiata/kötülüklere müsaade edilmiştir. Hem şerlerin yaratılmasının bir hikmeti de güzelliklerin derecelerini anlamak içindir. Kâinatta hayırlar bizzat maksutturlar. Burada altı çizilmesi gereken cümle şudur: Şerler hayırların terki ya da bozulmasıyla oluşur. Bunu ağırlıklı olarak yapan da nefs-i insandır, insanın nefs-i emmaresi ve şeytanı dinleyen kulağıdır. Her şey zıddıyla bilinir kaidesine göre seyyiata müsaade edilmesinin hikmetlerinden biri de eşyanın hakikatini anlamaktır. Şerri yaratmak şer değildir. Şerre sahip çıkmak şerdir. Kul şerri ister, Allah da yaratır. Hadiseler ya bizzat güzeldir ya da içerisinde barındırdığı hayırlar, neticeler itibariyle güzeldir. Haşa, Allah başta çirkin bir fiil yaratmış değildir. Başlangıcı da neticesi de güzeldir. Lakin bizim zahirde göremediğimiz birçok hikmetler vardır. “Allah kötüyü yaratmaz, müdahale etmez o halde kul fiilinin yaratıcısıdır” diyen Mutezilenin batıl fikri zamanımızda (haşa) Allah’ın kâinatla bağını koparan deist fikirlerle zikredilir olmuştur. Hastalık ve musibetler Hastalık ve musibetler ise hem birer perdedir hem de Allah’ın vazifeli memurudur. Perde olması, ölümde vehmedilen fenalıklara müracaat yeri olmasıdır. Sebepler kudrete birer perdedir. İsyanlar direk kudrete değil, perde olan hastalıklara ve musibetlere verilir. Hem birer memurdur ki, sebepler ellerini çekip hakiki te’sir verenin Allahu Teâlâ olduğu açıkça görülüp tevhide erişebilsin. Mesela son zamanlarda yaşadığımız salgın hakkında çok konuşuldu. Hem bu virüs ölüme bir perde oldu. İzzet-i ilahiyyeye olan isyanlara bir derece sed çekti. Bu vesileyle dünya hayatına veda eden müminler şehit oldular biiznillah… Bu küresel (umumi) salgında mikroskopla kaç milyon defa büyütülerek zor görülebilen bu virüs, Allah’ın vazifeli bir memuru olduğunu bilenleri tevhit mertebelerinde gezdirdi. Elbette her memur gibi vazifesi bitince gidecektir. Bu vesile ile hakiki şifa verenin ancak Rabbimiz olduğunu idrak ettik. Bize düşen dikkat ve nazarımızı sürekli sebeplere sarf edip, Allah’tan gafil olmamaktır. Kesret dairesinde sebeplerde boğulmamaktır. Vahdetin nurlarını (okuyup marifet kesbetmektir.) Evet, çalışacağız fakat yapanın Allah olduğunu unutmayacağız. Tevfik olmazsa, gayretin yapacağı hiçbir şey yok. Onun için denmiştir ki, gayret bizden tevfik Allah’tandır. Dua ve Tevekkül Biz Müslümanlar iki şeriata de uymakla mükellefiz. Biri şeriat-i ilahiye ki dinin emir ve yasaklarıdır. İkincisi şeriat-i fıtriye tabir edilen Cenab-ı Hakk’ın kâinatta koyduğu fıtri kanunlardır, yaratılış ayetleridir. Bu ikinci kısım şeriat, mümin-münkir bütün insanları bağlar. Dua fiili ve kavli olmak üzere iki kısma ayrılır. Fiili duadan maksat, aynı zamanda bu ikinci kısım şeriate tabi olmaktır. Esbab dairesine teşebbüs etmektir. Mesela, bir hastalık varsa, bu hastalığa uygun sağlık tedbirlerini almak ve buna göre hareket etmek, fiili duadır. Allah’ın kâinatta koymuş olduğu kurallara yani fıtri kanunlara isyan edip, ayak diretip hiçbir şey yokmuş gibi tedbir almayarak hareket etmek tevekkül değildir. En basit ifadesiyle tembelliktir. Neticesizliktir. Tevekkül sebepleri red etmek değil, sebeplere riayet ederek sebeple meydana gelenleri yalnız Cenab- ı Haktan istemek ve neticeleri ondan bilmek ve ona minnettar olmaktır. Tevekkül, inançta asla şüphe olmaması ve Allah’a sarsılmaz itimattır. Allah’a güven ve tam itimat, insanı bir takım yersiz endişe ve duygulardan, yanlış uygulamalardan, ahirette de sorgu ve sualden ve azaptan kurtarır (inşallah). Tevekkül ve yakin tam bir özgürlüktür. Sahabe-i Kiramdan Abdullah İbn-i Abbas’ın ifadesiyle tevekkülün en kısa ve en kesin ifadesi olan حَسْبُنَا الٰلّهُ وَ نِعْمَ الْوَ كِيلُ “Allah bize yeter. O ne güzel vekildir” sözünü Hz. İbrahim’in (as) en müşkil anı olan ateşe atıldığı zaman, Peygamber Efendimizin (sav) Küçük Bedir Hadisesi olarak bilinen vakada da söylemiş olduklarını öğrenmekteyiz. İbni Sad’ın Tabakatında anlatıldığına göre bu vaka özet olarak şöyledir: Ebu Süfyan Uhud’dan dönüp giderken Müslümanlara, “Sizinle gelecek sene Bedir’de buluşalım” demiş, Hz. Ömer de Resulullahın emriyle, “Olur! İnşallah orası bizimle sizin çarpışma yeriniz olsun” cevabını vermişti. Vakit geldiğinde Resul-i Ekrem (asm) harp hazırlıklarına başlamıştı. Ebu Süfyan da hazırlık yapıyordu ama Mekke’deki kıtlık hasebiyle pek niyeti yoktu. Ebu Süfyan o zaman henüz Müslüman olmamış Nuaym vasıtasıyla Mekkelilerin karşı koyulamayacak derecede kuvvet topladıklarını söyleyerek bir propaganda başlatmıştı. Münafıkların da gayretleriyle Müslümanlarda gevşeklik meydana geldi. Efendimiz (sav) de “Varlığım, kudret elinde olan Allah’a yemin ederim ki; vaad edilen yere Medine’den hiç kimse gitmek için çıkmazsa bile, ben tek başıma oraya çıkar giderim, Allah bana kâfidir” dedi. Müslümanlar harp etmeden karlı bir ticaretle geri döndüler. Tevekkül, telaş ve paniği önler. Tevekkül, yersiz sıkıntı ve kaygıların azap ve stresinden kişiyi kurtarır, huzurlu bir hayata kavuşturur. Tevekkül, her an Allah ile beraber olma şuurudur. Allah’a güvenip sığınmak, en sağlam sığınakta korunmak demektir. Fiili duanın neticesi, tamamlayıcısıdır. Fiili dualarımızı, zorda kalan kardeşlerimize yardım elini uzatarak, yüreklere, kalplere dokunarak, iyilik hareketi başlatarak ya da katılım göstererek yapabiliriz. Tabi ki kalbin tercümanı olan lisanımızda dualarımızı eksik etmemeliyiz. Bir hadis-i şerifte şöyle rivayet edilmiştir: “Şüphesiz duanın, başa gelmiş ve gelecek olan şeylere etkisi vardır. Onun için ey Allah’ın kulları, duaya sımsıkı sarılın.” (Camiu’s-Sağir, 4264) Sapkınlık, zillet, zulüm ve cehaletten Allah’a sığınırız. Bu yaralarımıza merhem, duadır. “Ey bu yerlerin Hâkimi! Senin bahtına düştüm. Sana dehalet ediyorum. Ve sana hizmetkârım. Senin rızanı istiyorum ve seni arıyorum.” (Sözler, 21)rıza kaya güreş

24 Temmuz 1908’de Abdülhamid Han’ın meşrutiyeti ilan etmesinden sonra seçimler yapıldı. Seçilen mebuslarla Osmanlı Meclisi 4 Aralık 1908’de açıldı. Bediüzzaman Said Nursi 19 ve 26 Aralık 1908’de “Mebusan’a Hitap” adıyla birbirinin devamı olan iki yazı kaleme aldı. Bu makale Kürt Teavün ve Terakki Gazetesinde yayımlandı. Biz bu makalelerden birincisini bu yazımızda ele alacağız. Üstad Said Nursi’nin (ra) Meclis-i Mebusan’a hangi tavsiyelerde bulunduğunu, anladığımız kadarıyla anlatmaya çalışacağız. Şüphesiz hiçbir yorum ya da değerlendirme metnin orijinalini tam manasıyla yansıtamaz. Bundan dolayı bu konuyu merak edenlerin asıl metni de tetkik etmeleri faydalı olacaktır. Dönemin siyasi yapısına katkı sağlamaya yönelik bu yazı, aynı zamanda o devrin atmosferini yansıtması açısından da önemlidir. Büyük beklentilerle açılan meclisten, Üstadın beklentilerini göz önüne seren ilgili makale, günümüzle o zaman arasındaki beklenti farklılıklarını ve benzerliklerini ortaya koyması açısından da dikkate değerdir. Üstad’ın Meclis-i Mebusan’a yaptığı tavsiyeleri incelediğimizde şu tespitleri ortaya koyabiliriz. Hukukullahın korunması, Allah’ın insanlar üzerinde hakkı olan kulluk ve ibadet hakkının muhafazası, Yeni yönetim sistemi olan meşrutiyetin her türlü yapılanmasına İslam Hukuku cevap verecek niteliğe sahiptir. Yeni düzenin İslam hukuk kriterlerine göre şekillenmesi, Siyasi çekişmelerde, İslam’ın silah gibi rakiplere karşı kullanılmaması, herkesin ortak değerinin İslam’ı yüceltmek olması, Milyonlarca dâhilerin katkıları ile ortaya çıkan dört mezhebin ortaya koyduğu kriterlerin, kanunların yapılmasında rehber alınması. Bu şekilde tüm zamanların ihtiyacına yetecek bir hazineyi barındıran Kur’ân ve Sünnetten gerekli kanunların çıkartılması, Hanefi Hukuku esas alınarak hazırlanan Mecelle’de olduğu gibi diğer alanlarda da hızlı bir şekilde kanuni düzenlemelerin yapılması, Kur’ân ve Sünnet esas alınarak, meşruti sistemin yapılandırılmasıyla halkın gönlünün kazanılması, İslamiyet’in teknik ve maddi ilerlemeye engel olmadığının fiilen gösterilmesi, Meşrutiyeti İslam hukuk temeli üzerine yapılandırarak, dinimizin meşrutiyete, hürriyete daha layık olduğunun, onun kriterlerini barındırdığının ortaya konulması, Cehalet, vahşet ve ön yargılardan dolayı sağlıklı değerlendirilemeyen İslam’ın önündeki engellerin kaldırılması, Halkın, İslam ahlakıyla yetiştirilerek dışarıya karşı model toplum haline getirilmesi, Siyasi sistemi, Kur’ân ve Sünnete göre şekillendirerek “din siyasete karışmamalı” algısının yıkılması, “Hikmet/ değerli bilgiler müminin yitik malıdır, onu nerede bulursa alır.”1 emrinin İslam’ın temel esası olduğunu ortaya koyarak, “İslam gelişmeye engeldir” şeklindeki propagandanın boşa çıkarılması, Meşrutiyetin gelişiminin ve yapılandırılmasının bilgi ve eğitim temelli olması, Cebir yoğun devlet anlayışından, marifet yoğun devlet anlayışına geçilmesi, Diğer vicdani dinlerle İslamiyet’in karıştırılmaması, Vicdani dinlere kıyasen “İslam’ı siyasetten tecrit ile o zann-ı batılın tasdik edilmemesi.” Yani Avrupa’ya bakarak onların dini devre dışı bırakan laik sisteminin arzulanmaması, Dinimizin sosyolojik, psikolojik, siyasal, ekonomik, teknolojik, dini alanları düzenleyecek yapıya ve kapasiteye sahip olduğunun görülüp, tatbik edilmesi, Fikri ve vicdani uyanışın, iman hakikatleri işletilerek gerçekleşebileceğinin ortaya konulması, Müslüman olmayan pek çok filozofun bile İslamiyet’in medeniyete katkısını kabul ettiğinin nazarlardan kaçırılmaması… Çünkü “fazilet odur ki, düşmanların dahi inkâr edemesin” kaidesince, İslam’ın dışında olan düşünürlerin İslam’ın hakkını iade etmek zorunda kalmasının bizim fikrimizi daha da güçlendirmesi, Atalet, cehalet ve sefahat hastalıklarının, toplumun tüm kesimlerinde zorunlu eğitim esas alınarak tedavi edilmesi, Eğitimde İslamiyet’in devre dışı bırakılması ki bu “parmaktaki cerihanın tedavisi için göz çıkarmaya benzer. Zira milletin kalp hastalığı zaaf-ı diyanettir.” Bu kalp hastalığının İslamiyet’le tedavi edilmesi, Bizi zehirleyen üç unsurun bilinmesi… Bunlar; 1- Avrupa’nın hakkımızda “İslam ilerlemeye engeldir” şeklindeki yanlış zannıdır. 2- Avrupa’dan yayılan dinsizlik fikridir… Bu fikir bilim kılıfıyla piyasaya sürülmüştür. Bundan dolayı İslamiyet’in cevherini gölgeleyen, hikâyelerin ve dışarıdan içimize girmiş israiliyatın temizlenmesi önemlidir. Eğer bu yapılmazsa Avrupa, Hristiyanlık üzerinden okuyarak dine yapıştırdığı “dogma” ifadesini İslam için de kullanacaktır. Bu durum İslam’ın hurafeler diniymiş gibi algılanmasını beraberinde getirecektir. Bu anlayışla dinsizlik fikrinin İslam coğrafyasında zemin bulmasıdır. 3- Avrupa münafıklarının nifak tohumlarıdır… İslami hissiyatla yetişen sıradan hatta korkak bir Müslüman dini, vatanı ve milleti için hayatını feda eder. Lakin İslamiyet’ten arındırılmış vatan-millet sevgisi insanların binde birinde ancak o fedakârlığı meydana getirebilir. Manen zayıf düşen bu coğrafyanın insanı, Avrupa münafıklarının ektiği nifak, ayrılık tuzağına düşer. Bu durum kalplerin dağılması, birlik ve beraberliğin ortadan kalkmasını beraberinde getirir. Buna sebep olan, yeni sistemi dinden arındıran, Avrupa’nın dinamikleriyle meşrutiyeti tanımlayan hükümete halk münafık veya mürtet nazarıyla bakar. Böylece hükümetin ruhu olan itaat ortadan kalkar. Hükümet “evlerin en çürüğü olan örümcek evi”2 gibi olur ve yıkılmaya yüz tutar. Eğer İslam’ın güzelliklerini ortaya çıkarıp, üzerimizde taşısak, o bizim üzerimizdeki bütün baskıları lanetleyecek ve bizden uzaklaştıracaktır. Zehire karşı üç definemiz vardır. Bunlar; 1- İslam birliğidir. İslam dışı söylemler halkı kenetleyemez, bilakis halkın hükümete küsmesine sebep olur. İslamiyet ise toplumun tüm kesimlerini etkileyerek harekete geçirecek potansiyele sahiptir. 2- Tüm asırların ihtiyacına cevap verecek keyfiyetteki medeniyetimizdir. Zira İslamiyet, medeniyetin insanlığa faydalı olan şeylerini geliştirmeyi teşvik eder. Hatta emreder. Bununla beraber medeniyetin sönmesine, yıpranmasına ve yok olmasına sebep olacak sefahati, israfı ve gelir dağılımındaki zengin-fakir uçurumunu yasaklar. 3- Hürriyeti kemalata taşıyacak dinimizdir. Süreç içerisinde içimize giren hikayat ve israiliyat, İslamiyet’in hakikatini gölgelemeye başlamıştır. Bunların ayıklanmasıyla İslam, ilk zamanlarında olduğu gibi insanlığa nefes aldıracak ve fikri ilerlemenin yolunu açacaktır. Engellerin kalktığı hürriyetler çağında İslam coğrafyasından nice cevherler ortaya çıkacaktır. İslamiyet esas alındığında, yeni sistemi taşıyacak olan dahi ve siyasi adamlar İslam’ı temsil edecekler. İslamiyet’i hikayat ve israiliyattan arındırarak dünyaya doğru bir şekilde tanıtacaklar. Yeni dünyanın meşhur bir feylosofu demiş ki; “İslamiyet çıktığı zaman ateş-i cevval gibi, odun parçalarına benzer sair edyan ve efkârı bel’ etti/ yuttu… Şimdi Mir’at-ı mücella, parlak bir ayna gibi Muhammed-i Arabiyi (sav) nazarımızda tecessüm ettiriyor.” Fazilet odur ki, düşmanların bile tasdike mecbur olsun… Kaynaklar: 1- Tirmizi, İlim 19; İbn Mâce, Zühd 172- Ankebut, 41

Bediüzzaman Hazretleri Kur’an’ın hakkaniyetini anlatırken şöyle der: “Hem nev'-i beşerin umum tabakaları, en gabi ve âmiden tut, tâ en zeki ve âlime kadar her birisi, Kur’an’ın dersinden tam hisse almaları ve en derin hakikatleri fehmetmeleri ve yüzlerle fen ve ulûm-u İslâmiyenin ve bilhassa şeriat-ı kübrânın büyük müçtehidleri ve usûlü’d-din ve ilm-i Kelâm'ın dâhî muhakkikleri gibi, her taife kendi ilimlerine ait bütün hâcâtını ve cevablarını Kur'an’dan istihraç etmeleri (çıkarmaları), Kur’an’ın menba-ı hak ve maden-i hakikat (hakkın kaynağı ve hakikatin ta kendisi) olduğuna bir imzadır.” Bediüzzaman Hazretleri’nin Kur’ân’ın hakkaniyetini isbat ederken gösterdiği Kur’ân’a ait bu hasiyetin, onun bir tefsiri olan Risale-i Nurlara da aksettiğini görüyoruz. Şöyle diyor: İhtar: Şu otuz üç pencereli olan Otuz Üçüncü Mektub, imanı olmayanı inşaallah imana getirir. İmanı zayıf olanın imanını kuvvetleştirir. İmanı kavî ve taklidî olanın imanını tahkiki yapar. İmanı tahkiki olanın imanını genişlendirir. İmanı geniş olana bütün kemâlât-ı hakîkiyenin medarı ve esası olan marifetullâhta terakkiyât verir; daha nurani, daha parlak manzaraları açar. İşte bunun için, “Bir pencere bana kâfi geldi, yeter!” diyemezsin. Çünkü senin aklına kanaat geldi, hissesini aldı ise; kalbin de hissesini ister, ruhun da hissesini ister. Hatta hayâl de o nurdan hissesini isteyecek. Binâenaleyh her bir pencerenin ayrı ayrı fâideleri vardır.1 Zülfikar Mecmuası için de şu izahatı yapar: “Bu mecmua büyük bir bahçedir. Her âdem her meselesini, her meyvesini elde edemez. Ne kadar bilse kârdır. Baştaki kısımdan ehl-i ilim ve nısf-ı ahirden (ikinci kısmından) herkes tam istifade edebilir. Bütününü bilemedim diye vazgeçme. Tekrar ile oku.” 2 Risale-i Nur külliyatının geneli de bu hasiyete maliktir diyebiliriz. Çünkü şu anda dünyanın her yerinde Risale-i Nurlardan istifade eden yalnız bir taife değildir. Nasıl ki, öğretim görevlileri ve muallimler kendi ihtisaslarına göre ondan ders alıyorsa öyle de anaokulundan ta üniversite talebesine, mektep ve medrese görmemiş avam-ı Nâsa kadar her sınıf insan ihtiyaçlarına göre Risale-i Nurlardan istifade ediyorlar. Hatta bunların her tabakası kendi seviyelerine göre ihtiyaçları nispetinde son derece memnun olarak istifade edip imanlarını takviye ediyorlar. Ve kat’i bir kanaat ile imanî mevzularda başka kaynaklara ihtiyaç hissetmeden Kur’ân’ın bir tefsiri olan Risale-i Nurlardan ders alıyorlar. Bediüzzaman Hazretleri, Cenab-ı Hakk’a giden yollar içinde Risale-i Nur’un en kısa ve en selametli ve herkesin onda gidebileceği bir cadde-i Kübra-yı Kur’âniye olduğunu Yirmi Altıncı Mektup’ta şöyle izah eder. Evet, Allah’a giden yollar dört noktada temerküz eder 1- Ulema-yı ilm-i kelamın açtığı yoldur. Onlar “imkân ve hudus” delilleriyle Cenab-ı Hakk’ın varlığını ve birliğini ispat ederek bütün âlemi o ispat perdesine sarıp zihnen âlemin üstüne çıkarak gafletten kurtulup huzur-u daimiyi yani devamlı olarak O’nun huzurunda bulunmayı kazanmış oluyorlar. 2- Muhyiddin-i Arabî gibi ehl-i vahdet-i vücudun Kur’ân’dan aldıkları yoldur. Onlar لَا مَوْجُودَ اِلَّا هُوَ ‘Ondan başka hiçbir varlık yoktur’ diyerek, gafletten kurtulup huzur-u daimiyi kazanmak için bütün kâinatı Allah namına ve O’nun hesabına yokluğa mahkûm ediyorlar. 3- Ehl-i vahdet-i şuhudun Cenab-ı Hakk’a vasıl olmak için Kur’ân’dan açtıkları yoldur. Onlar da gafletten kurtularak huzur-u daimiyi bulmak için لَا مَشْهُودَ اِلَّا هُو ‘bir tek görünen O’dur’ diyerek bütün varlıkları unutup nisyan hapsine mahkûm etmekle daima O’nun huzurunda olduklarının şuuruna varıp o huzuru kazanıyorlar. 4- Bütün hak tarikleri de içinde toplayan Kur’ân’ın cadde-i kübrasıdır. O ise, bütün mahlûkatı idamdan ve hapisten beraat ettirerek onları o varlıklar namlarına vazifeden azledip Cenab-ı Hak namına ve hesabına istihdam eder. Yani varlıklara mana-yı ismiyle değil, mana-yı harfiyle bakarak Cenab-ı Hakk’ın varlığını, birliğini gösteren birer delil ve ayna suretinde onları isti’mal eder.3 Bediüzzaman Hazretleri bu dört yol içinde Kur’ân’ın cadde-i kübrasını seçtiğini söyler. Önceki üç yol ile herkesin huzur-u daimiyi kazanması mümkün olmayabilir. Bilhassa maddenin ve dünyanın ön plana çıktığı bir asırda, bütün varlıklara ve maddî menfaatlere değer vermeden onları imkân ve hudus perdesine sararak üstüne çıkıp da huzur-u daimiyi herkes kazanamayabilir. Veya bütün mahlûkatı ve menfaatleri yok kabul ederek, yalnız Cenab-ı Hakk’a bağlanıp huzur-u daimiyi bulmak veyahut bütün mahlûkatı ve menfaatleri unutarak her an Cenab-ı Hakk’ı düşünmek ve huzur-u daimiyi elde etmek herkese ağır gelebilir. Ancak Kur’ân’ın daha çok istimal ettiği yol ise: “Her bir varlıkta Cenab-ı Hakk’ın varlığını ve birliğini ispat eden bir delil vardır” hakikatidir. Buna binaen varlıkların kendilerine bakan ciheti bir ise, onları yaratana bakan cihetleri bindir. Belki yaratıcısının varlığına birçok yönden delil olup O’nu gösterir. Kur’ân’ın bu büyük caddesi ise, herkes için mümkün ve kolay bir yoldur. İster mümin ister kâfir, ister âlim ister cahil, ister avam ister mütefennin olsun herkesi Rabbine vasıl eder kavuşturur. İşte buna binaen Risale-i Nur’un derslerinden her taife ihtiyaç ve istidatlarına göre istifade eder. Her hak meslek ve meşreb sahibi ve tarikat mensubu kendi tarikatından ve meşrebinden istifade ettiği gibi Risale-i Nurlardan da faydalanabilir. Çünkü Risale-i Nur, “Ne şark ulemasının ilminden ne de garbın (batının) fen ve felsefesinden alınmış bir eser değildir. Belki bu zamana mahsus Kur’ân’ın bir mucize-i maneveyesidir.” Ve bütün ehl-i imanın ortak malıdır. Kaynaklar: 1- Bediüzzaman, Mektubat 2, Altınbaşak Neşriyat, Osmanlıca Nüshası, İstanbul, 2013, s. 380 (166)2- Bediüzzaman, Zülfikar, Altınbaşak Neşriyat, Osmanlıca Nüshası, İstanbul, 2011, s. 43- Bu sualin cevabı için bakınız Mektubat 1, s. 159

Osmanlı Devleti’nin son dönemlerinde, “Biz neden bu hale geldik?” sorusuna büyük mütefekkirimiz, “Heyecanımızı kaybettik” demiş. Hani Yahya Efendi, Kanuni’nin, bu devlet ne zaman yıkılır, sorusuna nükteli ve mana dolu iki kelime olan “Neme lazım” demiş. İşte bu neme lazımcılık bir millet, devlet hatta insanlık için en büyük tehdittir. Heyecanını/şevkini kaybeden bir insan “neme lazım” demeye başlar. Oysaki bizler şevkimizi atomları, yıldızları döndüren kuvvetten, kuvvetin sahibinden almalıyız. İşe eliften başlamalıyız ki Allah diyebilsin. İlk harfi yanlış öğrenen doğru bakış açısına sahip olmadığı gibi, doğru bilgi de üretemez. Tarih boyunca “Varlık ve bilginin kaynağı nedir?” gibi sorular tarafından cevaplandırılmaya çalışılmıştır. Lakin bir kısım felsefenin bulduğu cevap, anlam ve adlandırma, insanın asıl cevheri olan ruhunu tatmin etmemiştir. Çünkü bilginin asıl kaynağı olan vahyi ve nakli yok saymıştır. İnsan, bencillikle baktığı için eşyaya da mana-yı ismiyle bakmış, her şeyi kendine bakan cihetiyle adlandırmıştır. Kardan zarar görüldüğünde, binlerce hikmeti ve faydası olan kâr, iki kelimeyle “beyaz kâbus” oluvermiştir. Virüslü örgütleri türeterek İslam’ı öcü gibi gösteren bir düşünce yapısıyla bembeyaz bir nimeti kâbus gibi gösterip karartan menfi felsefe arasındaki akrabalığı, sosyal mühendisliğe ilgi duyan herkes çok rahat görebilir. Günümüz dünyasının sosyal mühendislik hesaplamalarıyla yönlendirildiği kimi aydınlar tarafından söylenir yazılır. Tüm çalışan beyinler tek yönlü olarak sadece sayısal düşünmeye yöneldiğinde, dünyanın gidişatını doğru okumakta zorlanırız. Medeniyet tarihimizde, hakikatin ortaya çıkması için fenni ve dini bilimler bir arada okutulmuştur. Bakış açısı da buna göre şekillenmiştir. Bu sebeple bizler de çok yönlü, disiplinler arası düşünebilen bir nesil yetiştirmek için aynı bakış açısını ve metodu yakalayabilmeliyiz. *** Günümüzde hâkim olan felsefi anlayışta kasıtlı ve kasıtsız yanlış isimlendirme ve adlandırmalarla mutluluk ve huzurun kaynağı olan maddi-manevi değerler insanların gözünde olumsuz bir algıya mahkûm edilebilmektedir. Bunun bir neticesi olarak mesela hayat mektebinin tecrübeli bir rehberi olan ve hürmete layık yaşlılar, hastalık gibi durumlarda çabuk vazgeçilen ve çöpe atılması gereken değersiz bir varlığa dönüşebilmektedir. Virüs salgını vesilesiyle Batıda bu konu net gözlemlenmiştir. Gerçek anlamından koparılarak yorumlanan varlık ve bilgi ile yetişen insan devasa bir canavara dönüşür. Canavarlaşan insan her şeyi düşman ve canavar görür. Her şeyin insana düşman göründüğü menfi bakışla akıl körleşir. Bu durumda gündüz gece, beyaz siyah, helal haram gibi algılanır. Oysa “Güzel gören güzel düşünür, güzel düşünen hayatından lezzet alır” bakış açısıyla hayattan cennet misali bir haz alınabilir. Bu sayede hayatın bir nikmet değil bir nimet, bir mücadele değil bir yardımlaşma olduğu fark edilir. Eğitimin önemli bir amacı bu farkı fark ettirmek değil midir? Hakikate hizmet eden bir eğitim dili oluşturmadığı müddetçe, maddi-manevi tedaviye gerçek anlamda çare olacak yüksek bir nesil yetiştirmek güçleşir. *** Maddeci ve tesadüfî bir bakışla ister bir virüs, isterse bir yıldız olsun, insana dehşetli bir korku ve endişe verir. O haliyle her bir varlık rayından ve yolundan çıkma ihtimali yüksek bir vasıtaya benzer. Oysaki zerreden yıldızlara, sinekten kartala kadar her şey bir kanun dairesinde hareket eder. Bu sebeple okunabilir ve bilim dediğimiz sınıflandırılmış bilgi elde edilebilir. Hiçbir olay ve fiil yoktur ki, bir takvim yaprağı gibi yazılmış olan bir program ve kanunun dışında kalsın. Buna imkân yoktur. Nereden mi bileceğiz? İmkânı olduğu halde pazardan çürük domatesi alır mı insan? Almaz. O zaman, kaderde yazıyor deyip, cüz’i iradeyi inkâr etme meyliyle külli iradeyi de inkâr edemez. Mana itibariyle gerçek anlamından ve yörüngesinden uzaklaşan varlık, insan zihnini rahatsız ederek insandaki endişe ve stresin en büyük kaynağı olur. Bu durumda mimsiz medeniyetin fantaziyeleri ile aklı uyuşturmaktan başka çare kalmaz. Bu durumda mutlak adil olan güce kul olmaktan çıkarken insan, küresel dünyadaki Karun ve Nemrutvari sahte ve zalim güçlere kul olup özgürlük naraları atarken şeytanın maskarası olduğunun farkında bile olmaz. Her önüne gelen unsura ve insana tapar hale gelir. Askerlikte bir komutanın emrinden çıkıp onlarca komutanın emrine giren şaşkın bir nefer gibi olur. Böyle bir durumda varlık âleminde en basit bir şeyin dahi vücuda gelemeyeceğine aklı olan herkes şahitlik eder. *** Tesadüf ve tabiat yaptı dediğimiz anda “T” harfi bize “Sen en büyük yalancısın, neden bu yalanınla insanları kandırıyorsun?” der. Sonra bütün harfler bir araya gelip karar alırlar ve “Biz bile tahtaya tesadüfen yazılmadık, bir kasıt ve irade ile yazıldık” deyip tesadüf teorisine dava açarlar. Çünkü hiçbir fiil yoktur ki faili olmasın. Eşyanın tabiatındaki mükemmellik, mükemmel bir faili gösterir. İnsanın ayak basmadığı bir tabiatın temiz kalması, bakteriden yırtıcılara kadar hepsinin bir emir tahtında çalışan hademe olduğunu gösterir. “Temizlik imandandır” nebevi kelamına bir de bu açıdan bakıp canlı ve cansıza hürmet eden bir medeniyetin reçetesini çöpe attığımız anda dünyanın, israfla nasıl bir çöp kutusuna dönüştüğüne şahit oluruz. Irmakta olsa dahi el yüz yıkanırken suyun israf edilmemesiyle ilgili Nebevî kelamın ecnebi ülkelerdeki pet şişelerin üzerine yazılması, İslam’ın, bütün asırların maddi ve manevi problemlerine çare olduğunu gösterir. *** İnsan kendisine verilen akıl nimetiyle geçmişi ve geleceği düşünür. Fakat bu akıl iman nuruyla nurlanmazsa insan için işkenceli bir azaba dönüşür. Kutuplardaki buzullar kendisi erimeden önce, insan ruhunu elemli bir şekilde eritir hale gelir. Kutup ayıları ise aklı olmadığı, geçmiş ve gelecek endişesi taşımadığı için bu acıyı hissetmez. Bu sebeple insanoğlu, kendi aleyhine olan yanlış öğrenme çabasından ve egosunu kabartan bencillikten ve varlığını kendisinden bilmekten vazgeçip yeni baştan Allah namına ilk harften öğrenmeye başlamalıdır. Hz. Ali’nin bir harfe kır yıl köle olmasındaki sır ne olabilir? Yukarıdan aşağıya düz bir çizgi olarak yazılan “Elif” harfinin rakamsal değeri birdir. İlk harf olan “Elif” birlik sırrında dosdoğru olmayı anlatıyordur belki de. Allah namına öğrenilen bir harf, Allah namına olmayan kütüphaneler dolusu bilgiden üstün değil midir? Allah namına olmayan bütün öğrenmeler bilgi çağındaki bilgi çöplüğünde yok olmaya mahkûm değil midir? Anlamsız kuru bilgiler yığını öğrenmenin önünde en büyük engel ve katmerli bir cehaletin kaynağı olmaz mı? Allah namına olan öğrenme, dünyevi ve uhrevi ebedi saadetin anahtarıdır. Hz. Ali Efendimiz bunun için bir harfin ücretini kırk yıl kölelik gibi bir rakamla yüksek tutmuştur. Hem bedel ödemeden ve yaşanılmadan öğrenme olmaz. Sadece dumanına bakılarak ateş gerçek mahiyetiyle bilinemez. Yeri geldiğinde ateşte yanmak pişmek gerekir. Elini sobaya bir kez uzatan çocuk ikinciye uzatmaz. “Bir musibet bin nasihatten evladır.” Bir musibete, bir afete bu nazarla baktığımızda her bir musibet bir muallim, hayatın kendisi ise bir mektep olur. *** Günümüz bilgi asrında öğrenmeye ve öğretmeye medeniyet değerlerimizden ve günümüz dünyasının ihtiyaçlarından hareketle yeni bir bakış açısı getirmeliyiz. Beşerin istikbali buna bağlıdır. Dünyadaki değişimin temeli eğitimdir. Bilgiye ve hadiselere Allah için ve hikmet nazarıyla bakan, asırlardır yoğrulan ve insanlığa umut olacak medeniyet değerlerimizi günümüzün ihtiyaçlarıyla harç yaparak inşa etmeliyiz. Mekteplerde sadece ülkemizin değil, bütün insanlığın maddi ve manevi, dünyevi ve uhrevi geleceğini inşa edecek gerçek münevver ve mütefekkirleri yetiştirmeliyiz. Mektepler hayat bulunan yerler olmalı. Hayatın gerçekleri teori yanında pratikle öğretilmeli. Talim de terbiye de olmalı. Hasılı, mektebe gelen bir talebe, hastaneye gelip hayat bulan bir insan gibi olmalı. Osmanlı Devleti’nin son dönemlerinde, “Biz neden bu hale geldik?” sorusuna büyük mütefekkirimiz, “Heyecanımızı kaybettik” demiş. Hani Yahya Efendi, Kanuni’nin, bu devlet ne zaman yıkılır, sorusuna nükteli ve mana dolu iki kelime olan “neme lazım” demiş. İşte bu neme lazımcılık bir millet, devlet hatta insanlık için en büyük tehdittir. Heyecanını/şevkini kaybeden bir insan “neme lazım” demeye başlar. Oysaki bizler şevkimizi atomları, yıldızları döndüren kuvvetten, kuvvetin sahibinden almalıyız. İşe eliften başlamalıyız ki Allah diyebilsin. İlk harfi yanlış öğrenen doğru bakış açısına sahip olmadığı gibi, doğru bilgi de üretemez.

Sünnet, Peygamber Efendimize (sav) nisbet edilen söz, fiil ve takrirlerin tümüdür. Takrir ise Allah Resulünün (sav) yapıldığını gördüğü bir şeye karşı sükût edip reddetmemesi demektir. Hüseyin, ortaokul öğrencisiydi, imam hatibe gidiyordu. Bir gün Hadis dersi öğretmeni akşam bir televizyon programında izleyicilerin sorularını cevaplayacağını söyledi. Arkadaşları gibi Hüseyin de canlı yayınlanacak programı merakla bekliyordu. Nihayet akşam oldu ve Hüseyin ailesiyle birlikte ekran başına geçti. Sunucu, evet değerli izleyicilerimiz! ‘Güzel Dinimiz İslam’ programında bugün çok değerli bir konuğumuzu, Mustafa hocamı misafir ediyoruz. Sosyal medya hesaplarımızdan Sevgili Peygamberimizin sünnetiyle ilgili soracağınız sorulara muhterem hocamızdan cevaplar alacağız, dedi. Evet, ilk sorumuz geliyor, sünnet deyince ne anlamalıyız hocam? Sünnet, Peygamber Efendimize (sav) nisbet edilen söz, fiil ve takrirlerin tümüdür. Takrir ise Allah Resulünün (sav) yapıldığını gördüğü bir şeye karşı sükût edip reddetmemesi demektir. Peki hocam, ikinci sorumuz, sünnetin önemini kısaca anlatır mısınız? İslam’ın iki temel kaynağı Kur’an ve sünnettir. Veda hutbesinde Sevgili Peygamberimiz (sav) bu ikisine sarıldığımız müddetçe asla yolumuzu şaşırmayacağımızı haber vermiştir. Şöyle düşünelim: Engin denizlerde yol alan gemiler yıldızlara, deniz fenerlerine bakarak hatta pusulalardan faydalanarak gidecekleri doğru yönü bulurlar. Öyle de sünnet bizim için rehberlik yapmaktadır. Bir pusula gibi istikametli yolu göstermekte ve bir lamba gibi hayat yolumuzu aydınlatmaktadır. Mustafa hocam, Asr-ı Saadetten bu yana yüzyıllar geçmiş, peki sünnetin günümüze kadar korunması nasıl olmuştur? Gerek sahabeler ve gerekse ümmetin yetiştirdiği âlimler, sünneti hem yaşamışlar hem de sonraki nesillere aktararak yaşanmasını sağlamışlar. Kur’ an-ı Kerim’de “Peygamber size neyi getirmişse onu alın, size neyi yasaklamışsa ondan kaçının”1 buyurulmaktadır. Cenâb-ı Hakk’ın bu emri gereği sahabeler, hayatlarının her safhasında Peygamber Efendimizin (sav) sünnetini yaşama gayreti içerisinde olmuşlardır. Abdullah İbn-i Ömer (ra), bir yolculuğa çıktığı zaman Peygamberimiz (sav) daha önce nerelerde konaklamışsa o da aynı yerlerde konaklamıştır. Enes bin Malik (ra) kabak yemeğini sevmediği halde, Hazret-i Peygamberin (sav) iştahla yediğini gördükten sonra, o da kabak yemeğe başlamıştır. Ashâb-ı Kiram’ın bu halleri, Hz. Peygamberin (sav) her hal ve hareketine benzemek, onun gibi yaşamak arzusunun neticesidir. Sahabeler, Peygamber Efendimizin (sav) sünnetini yaşama ve yaşatma noktasında gelecek nesillere örnek olmuşlardır. Ve Efendimizin (sav): “Ashabım gökteki yıldızlar gibidir. Hangisine tabi olsanız doğru yolu bulursunuz”2 övgüsüne mazhar olmuşlardır. Kıymetli hocam, başka bir soru da şu: “Peygamberimizin mübarek sözleri olan hadislerin günümüze ulaşması nasıl olmuştur?” Hadislerin tespiti ve korunması, Hz. Peygamber (sav) zamanında başlamıştır. Hadis-i Şerifler ezberlenerek, yazılarak, müzakere edilerek ve pratik hayata tatbik edilerek günümüze kadar ulaşmıştır. Hocam şöyle bir soru daha geldi: “Hadisler bir araya getirilirken neler yaşandı, örnek verebilir misiniz?” Evet, hadisler toplanırken İslam âlimleri dünya tarihinin hiçbir devrinde örneği olmayan ciddi fedakârlıklar göstermişlerdir. Mesela âlim bir sahabe olan Cabir bin Abdullah bir deve satın alarak Abdullah bin Üneys’ten kısas konusundaki bir hadisi sormak için ta Şam’a kadar ve bir ay süren bir yolculuk yapmıştır. Başka bir örnek, İstanbul’da medfun Eyyüb el-Ensari Hazretleri, “Kim dünyada Müslüman kardeşinin ayıbını örterse Allah da kıyamet günü onun ayıplarını örter”3 hadisinde tereddüde düşer. Kendisiyle beraber bu hadisi işiten Ukbe bin Âmir o sırada hayatta ve Mısır valisidir. Hazret-i Eyyüb, bu hadisteki şüphesini gidermek için yollara düşer, ta Mısır’a kadar gider ve Ukbe bin Âmir’i bulur. Hadisi ona sorar ve ardından Medine’ye geri döner. İşte sahabeye çölleri aştıran bu hadisin metni sadece bir cümleden ibarettir. Mustafa hocam çok teşekkür ediyoruz, bugünkü programın sonuna geldik, eklemek istediğiniz başka bir şey var mı? Ben de size ve çok önemli sorular soran izleyenlerimize teşekkür ederim. Cenab-ı Hakk’ın bize öğrettiği şekliyle şöyle dua ediyoruz ki: “Rabbimiz! İndirdiğine iman ettik ve peygambere tâbi olduk. Artık bizi (seni ve peygamberlerini tasdik eden) şâhidlerle beraber yaz!”4 Hüseyin, öğretmenini can kulağıyla dinlemişti. Annesi, babası ve kardeşiyle birlikte Mustafa hocanın duasına Âmin dediler. Kaynaklar: 1- Haşir, 59/72- Aclûnî, 1/1323- Ebu Dâvud, “Edep”, 38.4- Âl-i İmran, 3/5

Ecdad yadigârı ve Evlâd-ı Fâtihân diyarı, ikinci bir Anadolu kimliğine sahip ve kalbi daima Türkiye ile birlikte atan Balkanlar’dan hürmet ve muhabbetler ederiz. Balkanlar coğrafyasının İslamiyet ile tanışması, Osmanlı Devleti’nin ilk dönemlerine tevafuk eder. Sultan Murâd-ı Hüdavendigâr zamanında başlayan fetihler, devamında gelen Yıldırım Bayezid, II. Murâd ve Fatih Sultan Mehmet gibi padişahlar tarafından sürdürülmüştür. Ve bütün Osmanlı padişahları, bu coğrafyaya hususi ilgi ve alaka göstermişlerdir. Yaklaşık 600 sene Osmanlı idaresinde kalan bu topraklar, İslamiyet adına maddî ve manevî en güzel eserleri meyve veren bir medeniyet anlayışına sahne olmuştur. Fakat ne yazık ki 1910’lu yıllar itibariyle tamamen elimizden çıkan bu topraklar, burada yaşayan Müslüman kardeşlerimizin himayesiz kalmasını beraberinde getirmiştir. Onların kalpleri ve zihinleri, daima Türkiye’ye müteveccih olmuştur. Türkiye zaman içerisinde zaman zaman az, zaman gelmiş çok olarak gerek devlet gerekse sivil çalışmalarla gayret ve desteklerine devam etmektedir. Bizler de sivil bir inisiyatif olarak Hayrat Vakfı çatısı altında kardeşlerimizin ihtiyaçlarına cevap vermeye çalışıyoruz. Üsküp’ten Saraybosna’ya, Priştine ve Prizren’den Tiran ve İşkodra’ya, Ohri ve Kalkandelen’den Sancak bölgesine ve Mostar’a kadar kardeşlerimizin yanında olmaya gayret ediyoruz. Balkanlardaki kardeşlerimizin önemli ihtiyaçlarından birisi de Kur’ân-ı Kerim’dir. Burada özellikle hali vakti yerinde olmayan kardeşlerimiz için bir Kur’ân temin etmek, ciddi bir maddi külfet anlamına gelmektedir. Bosna Hersek'te her camide mektep denilen Kur’ân kursları bulunmaktadır. Yaklaşık olarak 160 bin çocuk, okul döneminde hafta içi okula, hafta sonu ise mekteplere gitmektedir. Bu çocuklardan Kur’ân’a geçenler, çevresinden bir şekilde Kur’ân’ı edinmektedir. İmkânı olan alabilir fakat imkânı olmayan birisi için bir Kur’ân alabilmek, çok zordur. Bosna’da bir Kuran alabilmek için yaklaşık 200 TL ödemek gerekiyor. Bu yüksek fiyat, maalesef bütün Balkanlar coğrafyasında geçerli bir durumdur. Bosna’nın Kalesiya şehrindeki Kur’ân dağıtımlarımızdan birinde, 80 yaşlarındaki bir nine bizlere şöyle hitap etti: “Ben savaşta oğlumu şehit verdim. Şimdi tek başıma yaşıyorum. 25 yıldır bir Kur’ân’ım olmasını istedim ama imkânım olmadı, alamadım. Şimdi siz, bana bir Kur’ân hediye ettiniz. Artık benim de bir Kur’ân’ım var.” Yine aynı bölgede yaşayan 60 yaşlarındaki bir teyzeye Kur’ân hediye ettiğimizde alır almaz Kur’ân’ı bağrına bastığını gördük. Uzaktan uzağa o teyzenin evine girene kadar Kur’ân’ı öpüp bağrına bastığına şahitlik ettik. Yıllarca Osmanlı hâkimiyetinde olan Bosna’da, ‘Osmanlı hattı’ olarak bilinen Türkiye baskısı Kur’ân’lar, bu bölgenin imamları tarafından çok rağbet görmektedir. Genç nesillerin yetiştiği bir ortamda, temel din eğitimini alan bir çocuğa, bir Kur’ân hediye edildiğinde, bu Kur’ân’ın Suudi Arabistan tarafından değil de Türkiye tarafından verilmiş olması, çocukların kendi gelecek planlamalarında ciddi tesirler uyandırmaktadır. Suudi hükûmetinin Kur’ân hediyesini Vehhabilik propagandası için bir araç olarak kullandığı bilinen bir durumdur. Balkanlardaki Müslüman nüfusun yoğun olduğu ülkelerden biri olan Makedonya, İslamî kimliğin kuvvetli bir şekilde muhafaza edildiği yerlerin başında gelmektedir. Osmanlı usulü medrese sisteminin 1950’li yıllara kadar devam ettirildiği bu ülke, özellikle hafızlık alanında çok ciddi kültürel mirası günümüze kadar taşıyabilmiştir. Hâlen devam etmekte olan güzel bir uygulama, mekteplerini başarı ile tamamlayan talebeler, halkın geniş katılımıyla gerçekleştirilen bir merasimle hafızlık hayatlarına ilk adımı atmaktadırlar. Bu hafızlık kültürü o kadar canlıdır ki, hâl-i hazırda Üsküp’ün Studeniçan ve Morane gibi bazı köyleri, yetiştirdiği hâfızlar ile geniş coğrafyalara nam salmışlardır. Makedonya’daki dağıtımlarımızda da Kur’ân ve Elifba’ya ciddi bir ihtiyaç söz konusu olduğunu müşahede ettik. Hususen - Bosna’daki hafta sonu Kur’ân kurslarında- Elifba olmadığı için hocaları tarafından defterlerine tek tek elifba yazılmış olan talebeleri gördük. Ve bu bahsettiğimiz yerlerde yaptığımız bütün dağıtımlarda hem hocaların hem de çocukların büyük bir memnuniyet ve sevinçlerine şahit olduk. Dağıtım yaptığımız bir yerin hocasının, “Bizim başımıza iş açtınız kardeşim! Bu Kur’ân’ı her kim görse, ‘Neden bize de bir tane temin etmediniz?’ diyerek bana serzenişte bulunuyor. Ve bu Kur’ân’a olan hayranlığını ifade ediyor” sözlerini biz, buraya daha çok Kur’an getirmelisiniz diye anladık, bilginize… Makedonya’nın İştip şehrinde önemli hizmetleri olan bir hocaya, dağıtımların sonrasında Tevâfuklu Kur’ân ile alakalı kısa bir sunum yaptığımızda kendisi, “Şu birkaç dakikalık sunumdan aldığım feyiz, 20 senelik ilmi birikimim ile eşdeğerdir” diyerek hissiyatını paylaşmıştı. Şehid-i Merhum Sultan Murad Hüdavendigâr’ın şehadete vasıl olduğu yer olan Kosova, nüfus itibariyle %99’u Müslüman, çoğunlukla da Arnavut kardeşlerimizin yaşadığı bir başka Balkan ülkesidir. Şu ana kadar, çok cüz’i bir miktar Kur’ân götürebildiğimiz bu ülkedeki kardeşlerimiz, bizlerin hususen Kur’ân-ı Kerîm noktasında ciddi muavenetine muhtaçtır. Enver Hoca’nın yönetimi zamanında (1946-1985), ateizmi ‘resmi bir din’ olarak kabul eden Arnavutluk, ecdadımızın Balkanlarda yüzyıllar boyu adaletle hüküm sürdüğü bir başka coğrafyadır. Bugün gelinen noktada, orada yaşayan Müslüman kardeşlerimizin maddeten ve bilhassa manen desteklenmesi, İslamiyet’in ve imanın muhafaza edilmesi noktasında çok büyük önem arz etmektedir. Ahmed Hüsrev Efendi’nin tabiriyle, “Kapkaranlık bir ormanda yakılan bir kibrit” değerini ifade edecek olan bu destek ve yardımların, büyük hayırlara kapı aralayacağını Rabbimizden tazarru’ ve niyaz etmekteyiz. Kim bilir, belki bizim hediye edeceğimiz bir Kur’ân ile hafızlığını yapacak bir kardeşimiz, o coğrafyada Cenab-ı Hakk’ın rızasına mazhar olunacak pek çok hizmetlere muvaffak olabilir. Bizlerin de defter-i hasenatına pek çok hayır ve hasenatı yazdırabilir. Velhâsıl-ı kelâm, Evlâd-ı Fâtihân diyarı Balkanlara tekrar yönümüzü çevirmek ve yaklaşık 100 yıldır unuttuğumuz bu coğrafyaya hak ettiği değeri vermek, bizler için çok ehemmiyetli bir vazife olarak önümüzde durmaktadır. Vâhid-i Ehad olan Halik’ımız, tüm Âlem-i İslam’a yeniden bir ve beraber olmakla şeref ve izzet-i imaniyeyi ihsan eylesin. Âmin…

Dünyayı sarsan yeni tip Coronavirüs salgınıyla karşı karşıya kaldığımız şu günlerde, hastalığın perde arkasındaki rahmet, hikmet ve adalet cihetine dikkat çekmek istiyoruz. Risale-i Nurun bu hususlardaki beyanatı bize yol göstereceği gibi, benzeri musibet ve belalara karşı da bizlere sağlam ölçüler, hakiki esaslar, sırlı hikmetlerle dolu bir bakış açısı kazandıracaktır. Bediüzzaman Hazretleri, umumi musibetler hakkında çok önemli bir ölçüyü şu cümlelerle dile getirmektedir: “Musibet-i âmme, ekseriyetin hatasından terettüp eder. Musibet cinayetin neticesi, mükafatın mukaddimesidir.”1 Ölçü: Hz. Üstadın bu ifadesinde çok hikmetli nükteler vardır. Bu cümle ilk olarak umumi musibetlerin arkasındaki adalet hakikatini nazara vermektedir. Cinayet umumi olunca, ona mukabil ceza da umumi olur. Dünyaya hızlıca bir göz gezdirdiğimizde yakın zamanda Suriye’deki mazlumları, Afrika’da açlığa mahkûm edilmiş yığınları, Doğu Türkistan’ daki zulümleri, Myanmar’daki katliamları görebiliriz. Biraz daha geçmişe gittiğimizde Irak’ı, Afganistan’ı, Bosna’yı, Çeçenistan’ı ve daha nicelerini görebiliriz. İnsanların bir kısmı bu cinayetleri işlerken, bir kısmı zulme ses çıkar(a)madı. Kimileri görmezlikten geldi. Bazıları da üç maymunu oynadı. Böylelikle “Zulme rıza zulümdür.” hakikati devreye girince, insanlık, dünya çapındaki bir zulme doğrudan veya dolayısıyla iştirak etti. İşte bu sebeplere binaen arşı titreten zulümler gayretullaha dokundu. Rabbimiz de insanlığın işlediği zulümlere karşı âdeti üzere onlara bela ve musibetleri musallat etti. Beşer zulmünü, kader de Coronavirüs vesilesiyle adaletini gösterdi. Bu zulümler ayrı vakitlerde, farklı milletlerde ve coğrafyalarda yaşandığı için, sürekli değişen dünya gündemi içinde hafızalardan kolayca silinebildi, zamanla unutulup gitti. Fakat “Küfür devam eder, zulüm devam etmez.” kaidesince Cenab-ı Hak bu Covid-19 ile zulümlere ve zalimlere “Dur!” dedi. Fakat neticede, “Hem öyle bir fitneden sakının ki, (geldiği zaman) içinizden sâdece zulmedenlere dokunmaz (umûmî olur) ve bilin ki şübhesiz Allah, azâbı pek şiddetli olandır.”2 ayetinin işaretiyle salgından sadece zalimler değil masumlar da zarar gördü. Ölçü: Zalimlere ceza olarak gelen bir musibet, mazlumlar hakkında, Allah tarafından gönderilen manevi hediyeler ve mükafatları ihtiva edebilir. Veba gibi dermansız hastalıklardan ölenlerin manevi şehid olacakları hadis-i şeriflerde bildirilmiştir. Hem musibeti sabırla karşılamak ve Allah’a isyan etmemekle manevi çok mertebeler ve sevaplar kazanılabilir. Bu noktadan uzun bir ömürde ancak kazanılabilecek sevaplar, musibete sabır ve rıza göstermenin neticesinde az bir zamanda kazanılabilir. Baki bir ömrü netice veren şehadet mertebesi gibi bir yüce bir mertebeyi kazanmak musibetzedeler için ilahi bir rahmet, lütuf ve mükafat hükmüne geçer. Üstad Hazretleri musibet ve hastalıkların başka bir hikmetini de şöyle açıklamaktadır: “Çok zahirî musibetler var ki; İlahî birer ihtar, birer ikazdır ve bir kısmı keffaretü’z-zünubdur ve bir kısmı gafleti dağıtıp, beşerî olan aczini ve zaafını bildirerek bir nevi huzur vermektir.”3 Ölçü: İnsanın acizliğini en derinden hissettiği zaman, hastalık ve musibet zamanlarıdır. Böyle durumlar müminler için pek çok hikmetler taşır. İnsan dünya telaşına düştüğünde Allah’ı ve ahireti unutabiliyor. Baki bir hayatın sermayesi olan ömür dakikalarını fani dünyaya ve boş meşgalelere harcama gafletinde bulunabiliyor. İşte bu neviden olan insanlar için hastalık ve musibet çok tesirli bir nasihatçi oluyor, ilahi bir ihtar ve ikaz edici anlamı taşıyor. Hastalık ve musibetin ikazıyla ölümü hatırlayan musibetzedeler, baki hayatın levazımatını tedarike daha ziyade gayret göstermeye başlıyor. Bir kısım insanlar da hayatları müddetince yaratılış gereği bazı hata ve kusurlar edip büyük küçük birtakım günahlara girebiliyor. İşte bu durumda olan müminler için musibet veya hastalık, günahların affına bedel “keffaretü’z-zünub” oluyor. Sevgili Üstadımız hastalık ve musibetlerin insan hayatına önemli bir etkisini anlatırken şu hususa dikkatlerimizi çekmektedir: “Hayat musibetlerle, hastalıklarla tasaffi eder, kemal bulur. Kuvvet bulur, terakki eder, netice verir, tekemmül eder. Vazife-i hayatiyeyi yapar. Yeknesak, istirahat döşeğindeki hayat, hayr-ı mahz olan vücuddan ziyade, şerr-i mahz olan ademe yakındır. Ona gider.”4 Ölçü: Hayat monoton, tekdüze, sıradan yaşansaydı, insanlar çok şey kaybederdi. Çünkü hastalık ve musibetler insanları hayatın zorluklarıyla mücadeleye sevk ederler. Bu sayede insanlar zorlukların üstesinden gelebilme becerilerini geliştirip kuvvetlenirler. Örneğin depremler insanları daha sağlam yapılar yapmaya mecbur eder. Bu sayede inşaat mühendisliği, mimarlık, koruyucu tedbirler, deprem ve afet kriz yönetimi gibi alanlarda insanlar yeni usullerin tespiti ve keşfi için çalışır, bilgilerini artırırlar. Yeni teknikler ve teknolojiler geliştirmeye gayret gösterirler. Hastalıklar, tıp alanındaki gelişimin öncüsü ve sebebidirler. Hastalıklar olmasaydı tıp bugünkü seviyeye gelebilir miydi? Özetle, hastalık ve musibetler insanın psikolojik, sosyolojik, teknolojik, teknik ve çeşitli ilim sahalarında ilerlemesinin en önemli vesilesi ve teşvikçisidir. Hem hastalık insan ruhunda çekirdek mesabesinde olan kabiliyetleri ortaya çıkaran ve onları geliştiren terbiye edici bir sebeptir. Serçe kuşlarına musallat olan atmacalar, onların gizli kalmış gün yüzüne çıkmamış kabiliyetlerini ortaya çıkaran uzman bir eğiticidir. Hastalık ve musibetler de insanlardaki sabrı, kanaati, teslimiyeti, sebatı, metaneti, kadere rızayı, Allah’a iman ve itimadı, zorluklarla mücadele azmini ve bunlar gibi pek çok kabiliyeti ortaya çıkarıp geliştirir. İnsanı manen ve maddeten güçlü kılar. İşte bu sebeple hastalık ve musibetler olmasaydı, saymış olduğumuz tüm özellikler ortaya çıkmayıp insan için çok önemli bir potansiyelin yok olmasını netice verecekti. Üstad Bediüzzaman Hazretlerinin hastalık ve musibetlerin hikmetlerine bakan bir açıklaması da şöyledir: “Hastalık, hayat-ı ictimâiye-i insaniyede en mühim ve gayet güzel olan hürmet ve merhameti telkin eder. Çünkü insanı vahşete ve merhametsizliğe sevk eden istiğnadan kurtarır.” Ölçü: İnsanların psikolojilerini en iyi anladığımız zamanlar, onlarla aynı duyguları ve durumları yaşadığımız anlardır. Hasta ve hastalık psikolojisini en iyi bilenler, o hastalığı yaşayanlardır. Sağlıklı kişi hastaların halinden anlamadığı gibi, musibetzedenin halini de musibeti yaşamayan tam olarak idrak edemez. İşte Rabbimizin rahmetinin, hikmetinin bir cilvesidir ki hastalık ve musibetler insanlara nöbetleşe gönderilir. Eğer hastalık ve musibetler olmasa onlara düçar olanların halini kimse anlamayacaktı. Hastalar ve musibetzedelerin muhtaç oldukları yardım, şefkat ve merhamet onlara tam olarak gösteril(e)mezdi. Coronavirüs salgını özelinde kısaca yaptığımız bu tahlilin elbette daha pek çok değişik yönleri vardır. Şimdilik bunlarla iktifa edip bu vesile ile Coronavirüs sebebiyle vefat edenlere Allah’tan rahmet, mağfiret ve Cennetle mükafatlanmalarını niyaz ederiz. Hastalarımıza acil şifalar, sağlık çalışanlarımıza da binler teşekkürler ve muvaffakiyetler dileriz. Kaynaklar: 1- Mektubat 2, 502. Altınbaşak Neşriyat.2- Enfal, 253- Lemalar, 8. Altınbaşak Neşriyat.4- Lemalar, 5. Altınbaşak Neşriyat.

Asıl adı Ali bin Ahmed bin Cafer’dir. Ebu’l-Hasan Harakânî künyesi ile tanınır. Mevlânâ (ra) Mesnevisinde Ebu’l-Hüseyin diye başka bir künyesini zikretmektedir. Ebü’l-Hasen Alî b. Ahmed (Ca‘fer) el-Harakānî şeklinde isim ve künyesi beraber de zikredilmektedir. Günümüzde, İran’ın Bistam şehrinin kuzeyinde bulunan Harakan köyünde dünyaya gelmiştir. Çiftçi bir ailenin çocuğu olarak çiftçilik ve çobanlık yapmıştır. Okuma-yazma bilmiyorken Bâyezid-i Bestâmî’nin (ra) tasarrufuyla Kur’ân-ı Kerîm okumaya başlamıştır. Bistam’a giderek Bâyezid-i Bestâmî’nin türbesini ziyaret etmiş ve üveysî tarzda ondan terbiye almıştır. Mesnevî’de geçen bir menkıbeye göre Bâyezid-i Bestâmî, Harakan’dan büyük bir velinin çıkacağını haber vermiştir. Üveysî şekilde Bâyezid-i Bestâmî’nin (ra) tasavvuf yoluna girerek riyâzet, mücâhede ve çilelere katlanmıştır. Aynı zamanda Ebu’l-Abbas el-Kassab’ın müridi olduğu da söylenmektedir. Bu zatın, Harakânî (ra) için “Benden sonra ziyaretçilerim ona yönelecekler” dediği nakledilmiştir. İlmî çalışmalarıyla şöhreti günümüze kadar ulaşan İbn-i Sina, Harakânî hazretlerini ziyaret edenlerdendir. İbn-i Sina bu ziyaretinde Harakânî’nin (ra) kerâmetine şâhit olmuştur. Bunun yanında mutasavvıflardan Aynülkudât el-Hemedânî, Necmeddîn-i Dâye, Attâr, Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî gibi zatları derinden etkilemiştir. Manevi etkisi ölümünden sonra da uzun süre devam etmiştir. Harakani Hazretleri kendinin kabz ehlinden olduğunu belirtmiştir. Aynı zamanda sema ve rakstan hoşlanmaz... Hırka, seccâde gibi tasavvufun şekli unsurlarına önem vermezdi. O’na göre cömertlik, şefkat ve halktan müstağni olmak fütüvvet ve civanmertliğin şartıdır. “Nûrü’l-ʿulûm” Harakânî Hazretleri’nin bazı sözlerinin, münâcaat ve menkıbelerinin bulunduğu eserdir. Bu eserde ifade edilen “Her kim bu dergâha gelirse ekmeğini veriniz, inancını sormayınız” sözü, İslâm’ın insan ve hürriyet kavramlarına bakışını ortaya koymaktadır. Anadolu’nun ilk evliyâlarından olan Harakânî’nin (ra) bu sözü Mevlânâ’da “Kim olursan ol, yine gel” şeklinde... Şeyh Edebalı’da “İnsanı yaşat ki devlet yaşasın” vecizesiyle tezâhür etmiştir. Bununla beraber Ferîdüddin Attâr'ın “Teẕkiretü’l-evliyâ” eserinde Harakânî Hazretlerinin pek çok şathiyesinden bahsedilmektedir. Şathiyeleri açısından Bâyezid-i Bestâmî’ye (ra) benzetilmektedir. Gazne hükümdârı Sultan Mahmud tarafından ziyaret edilmiştir. Bu ziyarette Sultan’a; “Günâhlardan sakın, namazını cemaatle kıl, cömert ol, mahlûkata şefkatle muamele et!” şeklinde nasihatte bulunmuştur. Aynı zamanda Anadolu’ya ilk akınları düzenleyen, Büyük Selçuklu Devleti’nin de kurucularından olan Çağrı Bey kendisiyle görüşmüştür. Bu durum Çağrı Bey’in Anadolu’ya düzenlediği akınlarda, Harakani’nin (ra) maddi ve manevi desteğinden istifade ettiğini göstermektedir. 1020’den sonra Horasan’ın Rey şehrinin Harakan Köyünden gelerek Kars muharebelerine katılmıştır. Sultan Alparslan’ın Kars’ı almasından yaklaşık kırk sene önce bölgeye gelerek fethe zemin hazırlamıştır. Kars sınırında Yuhniler dağının eteklerinde yapılan bir mücadele sırasında şehit olmuştur. Böylece Hoca Ahmet Yesevî’den yüz yıl önce Anadolu’ya gelerek ilk tohumları ekmiştir. Sultan Alparslan tarafından Kars’ın fethinden sonra adına bir türbe yaptırılmıştır. Fakat bu türbe zamanla kaybolmuştur. Evliyâ Çelebi’ye göre III. Murad devrinde, bölgede çalışma yapan Lala Mustafa Paşa tarafından bir rûyâ neticesinde makamı tespit edilerek gün yüzüne çıkarılmıştır. Harakânî Hazretleri adına bir camii ve tekke inşa edilmiştir. Günümüzde adını taşıyan bir dernek kurulmuştur. Bu dernek tarafından “Nûru’l-Ulûm” adlı eseri tercüme edilerek yayınlanmıştır. Kaynaklar: 1. https://islamansiklopedisi.org.tr/harakani 2. Harakani (ra) Türbesindeki Kitabe3. http://www.kars.gov.tr/sehirkartlariebulhasanharakani 4. https://www.ismailaga.org.tr/ebul-hasan-harakani 5. https://www.insanveirfan.org/duyuru/ebul-hasan-harakani-hazretleri-hakkinda-576. http://www.karskulturturizm.gov.tr 7. https://www.milliyet.com.tr/yerel-haberler/kars/ebul-hasan-i-harakani-turbesi-ziyaretci-akinina-ugruyor-10223223

Koronavirüs Mart ayından beri gündemimizi meşgul etmekte. Uzun süre de bu devam edecek gibi gözüküyor. Geçtiğimiz üç ay boyunca koronavirüs mücadelesinde yaşanan vakalardan elde edilen veriler ve tecrübeler neticesinde bilgiler paylaşılmaya başlandı. Bir pandemi hastanesinde Covid-19 sorumlusu olan bir iç hastalıkları uzmanının söylediklerini aktarmak istiyorum. Doktorumuz diyor ki: “Koronavirüs hastalarımda iyileşmeyi hızlandıran, yoğun bakım ihtiyaçlarını azaltan, hastane yatış süresini kısaltan, entübe olma oranını azaltan, ayaktan takip edip eve gönderdiğim hastaların kontrol akciğer filmlerinin hızla toparlanmasını sağlayan, bana göre koronavirüs önleminde de, tedavisinde de ilk olarak alınması gereken vitamin, tereddütsüz bir şekilde D vitaminidir.” Amerika’da yapılan bir çalışmada havanın güneşli olduğu günlerde Covid-19 vakalarının daha az olduğu belirlenmiş. Covid-19 sebebiyle akut solunum bozukluğu yaşayan ve daha uzun süre solunum cihazına bağlı kalan kişilerin %90’nın D vitamini düzeyi düşük çıkmıştır. Bu bağlamda D vitamini düzeyinin Covid-19 için çok önemli olduğu raporlanmıştır. Geçmiş dönemlere bakacak olursak D vitaminin etkisini daha iyi anlayabiliriz. 1930’lu yıllardan önceki senelerde raşitizmli (D vitamini eksikliğine bağlı kemik hastalığı) çocuklarda verem ve zatürre çok sık görülüyordu. Weston Price, doğal gıdalarını yiyen Eskimo ve Alaska Kızılderililerinde verem ve diğer enfeksiyonların batı tipi beslenenlere göre çok daha az görüldüğünü saptamıştı. Az güneş almalarına rağmen yerli halkın balık ve karaciğerden alınan D vitamini ve Omega-3 ile raşitizm ve solunum hastalıklarından koruduğunu ileri sürüyordu. Veremli çocukları o dönemlerde sanatoryumlarda güneşlendirerek akciğer enfeksiyonlarını tedavi ediyorlardı. Verem hastası çocukların tamamı, aynı zamanda raşitizm hastası çocuklardı. Bu durum bize D vitamini eksikliği olan çocuklarda o dönemdeki en kötü akciğer enfeksiyonu olan verem hastalığına yakalanma riskinin arttığını ispatlıyor. Günümüzde koronavirüsü nasıl UVC lambası ile sterilize etmeye çalışıyorlarsa, 1903 yılında da Nobel Tıp Ödülünü tüberküloz hastalarını UV ışınlamasıyla tedavi eden Dr. Niels Finsen kazanmıştı. Günümüze baktığımızda koronavirüsün, o dönemde ise ince hastalık denilen ve tedavisi olmayan verem hastalığının etkilediği organın da aynı olduğunu görüyoruz. Her ikisi de akciğeri hedef alarak zatürre yaptığı için ölüme sebep oluyor. Antibiyotikler keşfedilmeden önce hafif enfeksiyonlar bile öldürücü olabiliyordu. Yavuz Sultan Selim basit bir cilt enfeksiyonundan vefat etmiştir. Peki antibiyotiklerin keşfedilmediği bu dönemlerde enfeksiyonlar nasıl tedavi ediliyordu? 1920’li yıllarda Dr. Emmet Knott, enfeksiyon hastalıklarını UVB ve UVC ile ışınlanmış kan vererek tedavi etmeye başladı. Işınlanmış kan alan enfeksiyon hastalarının çok büyük bir bölümü yaşıyordu. 1950’li yıllara kadar ABD’de birçok doktor Knott tekniğini kullanarak yüz binlerce hastayı başarılı bir şekilde tedavi ettiler. Kış aylarında enfeksiyonların fazla olduğunu görürüz. Bunun sebebi havaların soğuması diye düşünülür. Oysaki durum hiç de böyle değildir. Rusya’nın bazı bölgelerinde bebekleri buzlar içinde doğurtup, doğar doğmaz karlara koyulduğunu ve o bebeklerin hastalanmadığını belki okumuşsunuzdur. Enfeksiyon fazlalığının asıl sebebi, kışın D vitamininin en düşük seviyede olmasıdır. Birçok çalışmada D vitamini eksik olanlarda çok daha fazla solunum yolu enfeksiyonu olduğu gösterilmiştir. Kapalı yerlerde çalışan insanlarda ise hem yaz hem de kış D vitamini düzeyleri düşük olduğundan, bu mevsim farkı olmamakta, bu kişilerin hem yazın hem de kışın enfeksiyon geçirdikleri görülmektedir. 1948-2009 yılları arasında yapılan 13 çalışmada D vitamini başlanan grip, solunum yolu enfeksiyonu, verem hastalarının daha çabuk iyileştiği kanıtlanmıştır. Güzel tarafı, yüksek doz D vitamini kullanılmasına rağmen hiçbir vakada D vitamini zehirlenmesi olmamıştır. Bir çalışmada sümüklü diye tabir ettiğimiz, iyileşemeden tekrar hastalanan, yaşları 3-12 arasında değişen 27 çocuğa, 1994 yılında Dr. Rehman 6 hafta boyunca haftada bir 60000 ünite D vitamini vermiş. Birkaç hafta sonra kontrol grubunda enfeksiyonlar tekrarlarken, çalışma grubunda 6 ay boyunca hiç enfeksiyon olmamış. D vitamininin gribe karşı koruduğunu gösteren bir çalışma da 2008 Aralık-2009 Mart ayları arasında, yaşları 8-15 yaş arasında olan 167 çocuğa 1200 İÜ/gün D vitamini, 167 çocuğa ise 3 ay boyunca boş ilaç verilmiş. D vitamini almayan grupta influenza A %18,6 iken, D vitamini alan grupta (%10,8) bunun yaklaşık yarısı kadarmış. Dr. John Cannell grip başlar başlamaz kilo başına üç gün süre ile 1000-2000 İÜ/kg/gün D vitamini alınmasını önermektedirler. Örneğin 75 kg’lık bir kişiye üç gün üst üste 75000-150000 ünite D vitamini verilir. D vitamininin bu kadar etkili olmasının sebebi, vücudumuza mikrop girdiğinde D vitamini reseptörleri (VDR) uyarılarak, bağışıklı hücrelerimizi uyandırıp, defensin, katelisidin gibi mikrop öldürücü proteinler üretir. Bağışıklı hücrelerimizin ürettiği bu proteinler virüs, mantar, bakterilerin hücre duvarını adeta bir mermi gibi delerek bilinen en güçlü mikrop öldürücü olarak etki yapar. Sonuç olarak, herkesin belleğinde olan atasözümüzün dediği gibi “Güneş girmeyen eve doktor girer” misali, D vitamini Allah’ın izniyle adeta güneşle evimize giren koruyucu bir hekim görevi üstlenir. Aynı zamanda D vitamini en ucuz, en etkili, en doğal grip-koronavirüs kalkanıdır. Şunu da hiçbir zaman akıldan çıkarmamak gerekir. Göremediğimiz bir virüsle mücadele ediyoruz. En etkili korunma koronavirüsün de sahibi olan Rabbimize sığınmaktır. Vesselam… Kaynaklar: saglikliyasiyoruz.com /draytackaradag

Yaşadığımız şu günlerde, evde geçirdiğimiz vakit arttıkça sahip olduğumuz roller farklılaştı ve birbirine karışmaya başladı. Anne-babalar bu rol karmaşasından en çok etkilenen kişiler. Aynı anda hem ebeveyn olup bir yandan öğretmen, bir yandan oyun arkadaşı olmaya çalışıyorlar ve roller arasında geçiş yapmakta zorluk yaşıyorlar. Hal böyle olunca, rolleri belirlemek için bu yazımda anne ve babanın ne olup ne olmadığı üzerinde durmaya karar verdim. Rolleri bilmek neden önemli? Anne/baba olarak rollerimizi unuttuğumuzda veya yanlış kullandığımızda çocuğun kimlik gelişimi olumsuz yönde etkilenir. Çocukları olası zararlardan korumak için rollerin ne olduğunu bilmek gerekiyor. Anne çocuğun sığınacağı bir şefkatli sığınak, baba ise sağlam bir kaledir. Bu roller hayatta birçok şeyde olduğu gibi bir denge istiyor. Aşırılık ve yetersizlik diye iki ucu var bu rollerin. Sağlıklı bir ebeveynlik için olmazsa olmaz şart ise “denge”. Anne-babalık “hizmetçilik” değildir Çocuk bu dünyaya anne babaya muhtaç bir şekilde gelir. İhtiyaçlarının karşılanması için onlara bağımlıdır. Desteklerine, ilgilerine ve tecrübelerine ihtiyaç duyar. Özellikle ancak 2 yaş sonrasında kendi başına yapabileceği, üstesinden gelebileceği durumlarda da ‘çocuğun ihtiyacı var’ diye, adeta çocuğun hizmetçisi olmak doğru değildir. Döktüğünü toplamak, yemek yedirmek, kıyafetlerini giydirmek gibi kendi başına yapabileceği şeyleri ebeveynler yaptığında çocuğun becerileri körelmekte, ebeveynler hizmetçi konumuna geçmektedir. Anne baba çocuğun işlerini yapan değil, ona yol gösteren bir destekçidir. Anne-baba “arkadaş” değildir Çocuk hayatı boyunca bir sürü arkadaş edinebilir ama sadece bir tane anne-babası olacak. Anne babalar arkadaş olmayı seçtiklerinde çocuğun hayatında ebeveynlik yapacak kimse kalmaz. Çocuğun sınırlara, kurallara ihtiyacı var. Arkadaş bunu sağlayamaz. Ebeveyn, yaşanan zorluklarda “arkadaşça” yaklaşabilir, anlayış gösterebilir. Ama arkadaşı olamaz. Bunun ayrımı iyi sağlanmalıdır. Anne-baba “koruyucu melek” değildir Anne-baba evladını her türlü tehlikeden korumak ister ve bunu sağlamak için bir dizi tedbir alır. Hayatın zorlukları karşısında incinmesinden, acı çekip zarar görmesinden korumak ister. Bunu yapmaları çok normaldir. Fakat şu unutulmamalıdır; hayatta yaşanılan her zorluk, kişiliğin kuvvet kazanmasına fayda sağlar. Nasıl ki fiziksel bir rahatsızlık geçirdiğimizde bağışıklık sistemimiz kuvvetleniyor; aynı şekilde, hayatta bir zorlukla karşılaşıp üstesinden gelmek de psikolojik sağlığımızı güçlendiriyor. Ebeveynler bundan dolayı çocukların “koruyucu meleği” haline gelmeme konusunda hassas hareket etmelidir. Anne-baba“öğretmen” değildir Anne-baba çocuklarının başarılı olmasını ister. İstekle orantılı olarak çocuğun eğitim hayatına müdahil olur. Günümüz eğitim sistemi de ebeveynlerin eğitim hayatına daha fazla girmesine sebep oldu. Çocuğun gerçekten ihtiyaç duyduğu ve anne-babanın da yardımcı olabileceği ders konularında çocuğa destek olması, aileyi yanında hissetmesine ve ders başarısını arttırmasına yardımcı olacaktır. Bu destek, çocuğun ihtiyaç ve beklentilerine uygun olmalıdır. Bu denge hali, ilişkinin de sağlıklı olmasını sağlayacaktır. Anne-baba “banka” değildir Çocuklara ihtiyaçları olan miktarda harçlık verilmelidir. Ama harçlık verme işi çocuğun her istediğinde para çekebileceği bir bankaya benzemeye başladığında olumsuz birçok sonuçlara yol açabilir. Zira çocuk böylelikle paranın kıymetini asla anlamayacak, kazanmadan harcamaya alıştığı için tembelliğe kaçabilecektir. Aynı zamanda çocuk tutumlu olmayı da öğrenemeyecektir. Diğer olumsuz önemli bir sonucu da, ailesi için çalışıp para kazanan ebeveynin emeğini hiç takdir edemeyecek, hatta hazır para yemeye alıştığı için de bir süre sonra ailesini sömürmeye başlayacaktır. Kısacası, anne-baba olarak sahip olduğumuz rolleri yeniden hatırlamaya ve bu rolleri dengeli bir şekilde kullanmaya ihtiyacımız var. Denge bir şekilde bozulduğunda, ruh sağlığı bozulmuş çocuklarla baş başa kalabiliriz.

İNSAN, kâinâtın ekser envâına muhtaç ve alâkadârdır. İhtiyâcâtı âlemin her tarafına dağılmış. Arzuları ebede kadar uzanmış, bir çiçeği istediği gibi, koca bir baharı da ister. Bir bahçeyi arzu ettiği gibi, ebedî cenneti de arzu eder. Bir dostunu görmeye müştâk olduğu gibi, Cemîl-i Zülcelâl’i de görmeye müştâktır. Başka bir menzilde duran bir sevdiğini ziyaret etmek için o menzilin kapısını açmaya muhtaç olduğu gibi, berzaha göçmüş yüzde doksan dokuz ahbâbını ziyaret etmek ve firâk-ı ebedîden kurtulmak için, koca dünyanın kapısını kapayacak ve bir mahşer-i acâib olan âhiret kapısını açacak, dünyayı kaldırıp âhireti yerine kuracak ve koyacak bir Kadîr-i Mutlak’ın dergâhına ilticâya muhtaçtır. İşte şu vaz‘iyette bir insana hakîkî Ma‘bûd olacak, yalnız her şeyin dizgini elinde, her şeyin hazinesi yanında, her şeyin yanında nâzır, her mekânda hazır, mekândan münezzeh, aczden müberrâ, kusurdan mukaddes, nakstan muallâbir Kadîr-i Zülcelâl, bir Rahîm-i Zülcemâl, bir Hakîm-i Zülkemâl olabilir. Çünki nihâyetsiz hâcât-ı insaniyeyi îfâ edecek, ancak nihâyetsiz bir kudret ve muhît bir ilim sâhibi olabilir. Öyle ise ma‘bûdiyete lâyık, yalnız odur. İşte ey insan! Eğer yalnız ona abd olsan, bütün mahlûkāt üstünde bir mevki‘ kazanırsın. Eğer ubûdiyetten istinkâf etsen, âciz mahlûkāta zelîl bir abd olursun. Eğer enâniyetine ve iktidarına güvenip, tevekkül ve duâyı bırakıp, tekebbür ve da‘vâya sapsan, o vakit iyilik ve îcâd cihetinde arı ve karıncadan daha aşağı, örümcek ve sinekten daha zayıf düşersin. Şer ve tahrîb cihetinde dağdan daha ağır, tâûndan daha muzır olursun. Kaynaklar: (Sözler Mecmuası, 23. Söz, s. 111)