160. Sayı: "Türkiye Tek Yürek Oldu!"Bu Sayıyı Satın Al
Konu resmiVakit Nakittir

Duhulüyle mana dünyamızı nurlandıran üç aylara girdik elhamdülillah. Efendimiz (sav)’in dudaklarından dökülen şu dua ile Rabbimize iltica ediyoruz:  “Ey Allah’ım! Receb ve Şaban ayını hakkımızda mübarek eyle ve bizi Ramazan-ı Şerife ulaştır.” Geldik, gidiyoruz. Her birimiz doğduğumu­za nispetle zamanın bilmem kaçında ve kaçıncı yaşlarımızdayız. Hangimiz kim bilir nerede ve ne işlerle meşgul. Fark eden bir şey var mı? Hayır. Hakikat net: Zaman geçiyor ve her birimiz vatan-ı aslimize her gün bir adım daha yaklaşıyoruz. Gideceği yeri bilen ve neyle karşılaşacağına inanan ve iman eden insan için bu dünyada ne yaptığından çok, neyi ne için yaptığı önemli değil midir? Binaenaleyh geçen zamanla birlikte zamana takılan, taktığımız ve takacağımız şeyler ehemmiyet arz ediyor. Müteyakkız olmak, şuurlu işler yapmak, farkında olmak, basiretli davranmak gerekiyor. Gözümüze perde olan ne varsa bir kenara atmalı, özümüze bakmalı ve ona göre hareket etmeliyiz. Sosyal medya mı, televizyon mu, futbol mu, mobil oyunlar mı, pahalı oyuncaklar mı, zevk u safa mı her ne ise… Zaman en değerli hazinemiz. Harcıâlem şeylerle bad-ı heva harcanacak bir şey değil. Vakit nakittir derler ya, aynen öyle. O nakdin yani zamanın asıl kullanım değerine ve şekline çevrildiği yer de işte tam üzerinde ve içinde bulunduğunuz bu dünya ve hayatıdır. Evet, ahiret âlemlerine doğru hızla akıp gidiyoruz. Kur’an ve Peygamber Efendimiz o memleketlerin ve hayatın kalıcı ve devamlı olduğunu haber veriyorlar. Dünya hayatının geçici, ahiret yurduna ürün yetiştiren bir tarla, bir imtihan meydanı ve talimgâh olduğunu söylüyorlar. Yani cancağızım, zaman geçerken sen de geçip gitme; dur, fark et, anla diyorlar. Geriye dönüp baktığında hiçbir şey anlamadım, bir de baktım her şey geçip gitmiş deme, diyorlar. Tamam, herkes hayırlı ve düzgün olan işini istikamet üzere yapmaya devam etsin, etmeli. Fakat nerede, niçin bulunduğumuzu; ne yapmamız, nasıl yapmamız gerektiğini; nereye, nasıl gideceğimizi bilerek hareket etmeliyiz. “Keşke toprak olsaydım” demeden ve dememek için, hayattayım ve Allah’ın kulu ve insanım demeli ve ona göre hareket etmeliyiz. Allah, üç ayların da vesilesiyle farkındalığımızı artırsın. Olması gerektiği haliyle olmayı cümlemize nasib eylesin. Mazlum kardeşlerimize an yakın zamanda necat ve kurtuluşlar versin. Asr-ı Saadete kardeş bir zamanı ve Sahabeye kardeş ahvali üzerimize giydirsin. Âmin. Allah’a emanet olunuz.

Metin UÇAR 01 Mart
Konu resmiTarihten Sayfalar
Kültür ve Medeniyet

Elhamra Sarayı Elhamra Sarayı, Endülüs’deki Nasrîler (Benî Ahmer) Dev­leti’nin başşehri olan Gır­nata’da (Granada) bulunmaktadır. “Kızıl” anlamına gelen el-hamrâ şeklinde tanımlanması, yapımı sırasında kullanılan kil harcın kızıla benzeyen renginden dolayıdır. Tarih boyunca çeşitli defalar, tahribata maruz kalmasına ve bazı kısımlarının yok olmasına rağmen dünya çapında bir şöhrete sahiptir. Bugün de ihtişamından hiçbir şey kaybetmeksizin geçmişe ışık tutan bu bina, ayakta kalabilen eski İslâm saraylarının en iyi durumda olanıdır. Bu haliyle bir taraftan küçük bir devletin gücünü sembolize ederken diğer taraftan da daha güçlü İslâm devletlerinin yok olup gitmiş sarayları hakkında fikir vermektedir. Elhamra Sarayı, ilk olarak 800’lü yılların sonlarına doğru bir kale olarak inşa edilmiştir. Elhamra adı, Gırnata ve civarında Nasrîler Devleti’nin kurulmasıyla birlikte daha da öne çıkmıştır. Bu devletin temelini atan Gālib-Billâh Muhammed bin Yûsuf, 1238 yılında idare merkezi olarak seçtiği Gırnata’ya girdiğinde, geçici olarak el-Kasabatü’l-Kadîme’ye yerleşti. Elhamra Kalesi’nin bulunduğu yerde, ölçüleri eskisine göre daha büyük ve istihkâm şekli bakımından daha farklı yeni bir kasabanın, yani bugünkü Elhamra’nın kurulması talimatını verdi. Anlaşıldığı­na göre Galib-Billâh 1. Mu­ham­med’in başlattığı bu proje, eski Elhamra Kalesi’ne göre ölçüleri büyütülmüş sade bir kale değildi. Emevî halifeliği döneminde 3. Abdur­rah­man’ın (912-961) inşa et­tir­­diği Medînetüzzehrâ gibi, baş­ta emîr ve haremi olmak üze­re vezirlerin ve diğer ba­zı devlet ricâlinin ikamet ede­­ceği bir saltanat şehrinin ku­­rul­­masını hedeflemekteydi. An­cak bu şümullü proje, iler­­le­yen zaman içerisinde bir­takım köklü değişikliklere de uğrayarak çeşitli kısımları baş­ka başka emîrler tarafından yaptırılmak suretiyle 150 yılı aşkın bir müddet zarfında ta­mam­lanmıştır. Son şeklini ise 15. yüzyılın ilk yıllarında almıştır. 1 Mart 627 Hendek (Ahzab) Gazvesi başladı Medine önlerinde, hicretin 5. yılı Şevval ayının 7’sinde (1 Mart 627) başlayıp Zil­ka­de’nin 1. günü (24 Mart 627) sona eren savaşa, çevresine kazılan hendeklerle şehrin müdafaası sağlandığı için Hendek Gazvesi denilmiştir. Saldırgan tarafta yer alan Kureyşliler, Hayber Yahudileri, Gatafânlılar, Fezâreliler, Esedoğulları ve Süleymoğulları gibi birçok grubu ifade etmek için Kur’ân-ı Kerîm’de kullanılan “ahzâb” (hizip­ler, gruplar) tabirinden dolayı bu savaşa Ahzâb Gazvesi adı da verilir. 33. surenin 20 ve 22. ayetlerinde, Medine’yi kuşatmaya gelen müttefik düşman kuvvetlerinden “ahzâb” şeklinde bahsedilmekte, bazı ayetleri söz konusu savaş hakkında nazil olan sure de adını bu kelimeden almaktadır. İslâm tarihinde bir dönüm noktası olan Hendek Gazvesi’nde altı Sahabe (Sa‘d bin Muâz, Enes bin Evs, Abdullah bin Sehl, Tufeyl bin Nu‘mân, Sa‘lebe bin Ganeme ve Kâ‘b bin Zeyd) şehid oldu; sekiz düşman askeri öldürüldü. Hicretten sonra başlayan Kureyşli müşriklerin Medine’ye karşı saldırıları Hendek Gazvesi’yle son bulmuştur. Peygamber Efendimiz (asm) bu gazveden sonra savaş taktiğini değiştirdi ve Müslümanlara saldırı hazırlığı içinde olan düşman kuvvetlerine onlardan daha erken davranıp hücum etmeye karar verdi. 5 Mart 1914 Enver Paşa,Naciye Sultan ile evlendi Asıl adı İsmail Enver’dir. İstanbul’da Divan­yolu’nda doğdu. Doğumu ile ilgili olarak Türkçe ve Almanca otobiyografilerinde farklı tarihler verilmektedir (23 Kasım 1881 Çar­şam­ba, 6 Aralık 1882 Çarşamba). Ailesi Manas­tırlı olup babası, önceleri Nafia Nezareti fen memurluğu yapan, daha sonra surre emini olan ve sivil paşalık rütbesine yükselen Ahmed Bey, annesi Ayşe Hanım’dır. 5 Mart 1914 tarihinde Sultan Abdülmecid’in torunu Naciye Sultan ile evlenen Enver Paşa’nın bu evlilikten iki kızı ve bir oğlu dünyaya gelmiştir. Enver Paşa, Türkistan’da Ruslarla çarpışırken 4 Ağustos 1922’de hayatını kaybetti. 23 Mart 1925 İstanbul’da Japonya Büyükelçiliği açıldı Lozan Barış Antlaşması’nın imzalanmasına katılan Japon hükümeti, 6 Ağustos 1924’te Türkiye Cumhuriyeti’ni resmen tanıdı ve 23 Mart 1925’te İstanbul’da Japonya Büyükelçiliği açıldı. Bu, Japon hükümetinin Ortadoğu’da açtığı ilk büyükelçiliktir. 27 Ekim 1937’de Japonya Büyükelçiliği Ankara’ya nakledildi. Türkiye ise 7 Temmuz 1925’te Tokyo’da Türkiye Ortaelçiliği’ni açtı ve Hulusi Fuat Bey (Tugay) büyükelçi tayin edildi. Nisan 1929’da Cevat Bey’in (Ezine) elçiliği zamanında büyükelçiliğe çevrildi.

Ahmed Said GÜNDÜZ 01 Mart
Konu resmiBatının ve Bizim Din Anlayışımız: Promete ve İdris
Kültür ve Medeniyet

Batının din anlayışı ile İslâm’ın dine bakışı birbirine tamamen zıttır. Batının din anlayışını en güzel ifade eden Promete, İslâm’ın din anlayışını temsil eden ise İdris (as)’dır. Şöyle ki: Batının din anlayışı ile İslâm’ın dine bakışı birbirine tamamen zıttır. Batının din anlayışını en güzel ifade eden Promete, İslâm’ın din anlayışını temsil eden ise İdris (as)’dır. Şöyle ki: Yunan mitolojisine göre tanrılar Olimpos dağında yaşıyorlarmış ve ateşe de yalnız onlar sahipmiş. Dağın aşağısında yaşayan insanlar ise gecenin karanlığına ve soğuğun şiddetine mahkûmlarmış. Promete de bir tanrıymış, fakat diğer tanrılardan farklı olarak o, insanlara acıyormuş. Daha sonra tanrıların ateşini çalmış ve insanlara armağan etmiş. Fakat bu iyiliğinden dolayı tanrı Zeus tarafından Kafkas dağlarında zincire vurulmuş, bir kartalı da onun ciğerlerini yemekle görevlendirmiş. Daha sonra Zeus’un oğlu Herakles onu bu işkenceden kurtarmış. Prometheus; “Zeus tahtından düşmedikçe benim işkencelerimin sonu yoktur” demişmiş ve böylelikle insanlığa özgürlüğün yolunu da göstermişmiş. O gün bu gündür Promete, daima insanlık uğruna çile çeken ve bu uğurda her türlü eziyete katlananların; Zeus ise zulmün, haksızlığın, keyfiliğin ve zorbalığın timsali olarak hatırlanmakta imiş.1 Kısaca bu mitolojiye göre, tanrılar acımasızdır. Üstelik insanlara yardım edene de düşmandırlar. Eğer birisi ateş gibi bir cevheri elde etmek istiyorsa tanrılara savaş açmalıdır. Bu anlayış batının tarihine ve Hıristiyanlığa oldukça uygun düşmektedir. Çünkü Hristiyanlık -adeta mitolojideki Yunan tanrıları gibi- Kopernikten itibaren bilim ve teknolojinin düşmanı olmuştur. Batılı bilim adamları –promete gibi- Hristiyanlığa karşı verdikleri mücadele ile bugünkü medeniyeti kurabilmişlerdir. Bu yüzden batının dine bakışı hiç de pozitif olmamıştır. Peki, İslamiyet’te böyle mi? Kendi kültürünü zahmet edip de öğrenmeyenler, daima her şeyin iyisinin ve doğrusunun batıda olduğunu zannedenler, İslâm’ı da Hristiyanlıkla bir tutmuşlar ve İslâm’a da hücum etmişlerdir. Hâlbuki durum çok farklıdır. İslâm’ın tanımladığı Allah, (Yunan mitolojisinin tersine) insana şefkat eden bir Allah’tır. Üstelik o, yalnızca kendine inananlara değil, kâfirlere bile merhamet eden bir Zat-ı Akdestir. O Allah ki, güneşi başımıza lamba yaparak, gündüzün aydınlığını istifademize sunmuş, ayı da bir gece lambası kılmıştır. Yeryüzünü bir sofra gibi, inanan inanmayan her insanın önüne sermiştir. Onun, Rahman ismi, umumi merhameti, mümin-kâfir herkese merhamet eden, rızık ve nimet veren manasına gelir. Rahim ismi ise daha hususi, yalnızca iman edenlere yönelik şefkati anlatır. Kur’ân’ın bütün surelerinin başındaki besmelede “Bismillahirrahmanirrahim” denilerek, insana hep bu umumi ve hususi merhamet hatırlatılır. Allah, peygamberlerini insanlara gönderirken onları yalnızca ibadet ve uhrevi hayat için göndermemiştir. Onlar aynı zamanda dünya hayatının menfaatlerini de insanlara öğreterek dünyevî alanda da örnek olmuşlardır. Örneğin, insanlara ilk defa kalemle yazı yazmayı, elbise dikmeyi öğreten İdris (as)’dır. Peki, bu yaptığı işten dolayı Allah onu cezalandırmış mıdır? Tam tersine Allah onu mükâfatlandırmış, Cevdet Paşa’nın ifadesiyle “Allah ona göklerin esrarını açmış ve onu diri iken cennetine yükseltmiştir”. Diğer peygamberlere baktığımızda benzer pek çok özellikleri görürüz. İnsanlara ilk defa saati öğreten ve piramitleri inşa eden Yusuf (as)’dır. Yusuf (as)’ın piramitleri ekinleri muhafaza için yaptığı söylenmektedir. Osmanlı döneminde piramitlere Yusuf (as) ambarları denilmekteydi. Davud (as) zırh yapma sanatını, Nuh (as) gemi yapma sanatını öğretmiştir. Bu yüzden İslâm âleminde her sanat erbabı bir peygamberi kendilerine pir kabul etmişlerdir. Üstad Bediüzzaman bu konuda şöyle diyor: “Kur’an-ı Hakîm; enbiyaları, in­san cemâatlerine terakkiyat-ı mâ­­ne­viye cihetinde birer pişdâr ve imam gönderdiği gibi; yine in­san­ların terakkiyat-ı maddiye sûretinde dahi o enbiyanın her­birisinin eline bâzı hârikalar ve­rip yine o insanlara birer usta­başı ve üstâd etmiştir. Onlara mut­lak olarak ittibaa emrediyor.” Yani Kur’ân, peygamberlerden bahsederken iman, ibadet ve ahlakta olduğu gibi dünyevi sanatlarda da onları örnek alınız, onlara benzemeye çalışınız demektedir. Örneğin Kur’ân’da İsa (as)’dan bahsedilirken, onun getirdiği İncil ile insanları manevi hastalıklardan kurtardığı, nefesiyle, dokunmasıyla da hastaları şifaya kavuşturduğu anlatılır. Bununla “Siz de İsa (as) gibi insanların hem maddi hem manevi hastalıklarını tedavi ediniz.” mesajı verilmektedir. Üstad konunun devamında şöyle diyor: İşte enbiyaların manevi kemâlâtını bahsetmekle insanları onlardan istifadeye teşvik ettiği gibi, mucizelerinden bahis dahi; onların nazîrelerine yetişmeye ve taklidlerini yapmaya bir teşviki işmam ediyor. Hatta denilebilir ki, manevi kemâlât gibi maddî kemâlâtı ve harikaları dahi en evvel mucize eli nev’-i beşere hediye etmiştir. İşte Hazret-i Nuh (as)’ın bir mucizesi olan gemiyi ve Haz­ret-i Yusuf (as)'ın bir mucizesi olan saati en evvel beşere hediye eden, dest-i mucizedir. Bu hakikate lâtif bir işarettir ki, sanatkârların ekseri, her bir sanatta birer peygamberi pîr ittihaz ediyor. Meselâ gemiciler Hazret-i Nuh (as)’ı, saatçiler Hazret-i Yusuf (as)’ı, terziler Hazret-i İdris (as)’ı...” Üstad ayrıca 20. sözün ikinci makamında 10 mucizenin bugünkü teknolojiye işaretlerini de tafsilatlı olarak aktarmaktadır. Hülasa: Batının dine bakışıyla, İslâm’ın bakışı birbirinden çok farklıdır. Batıya göre Tanrı acımasızdır, insanlara düşmandır. İnsan ken­di menfaatlerini temin etmek istiyorsa ona savaş açmalıdır. İslâm’a göre ise, Allah, Rahman ve Rahimdir. Kullarını sever ve şefkat eder. Onların dünya ve ahiret saadetlerini kazanmaları için peygamberler göndermiştir. Eğer insanlar dünya ve ahiret saadetini elde etmek istiyorlarsa, hem maddi, hem de manevi alanda peygamberlere ittiba etmelidirler. Kaynaklar: 1- https://www.turkcebilgi.com/promete (erişim: 17.02.20)

İdris TÜZÜN 01 Mart
Konu resmiTürkiye Elazığ İçin Tek Yürek Oldu!
Kültür ve Medeniyet

24 Ocak 2020. Elazığ merkezli, 6,8 büyüklüğünde, saat 20.55’te bir deprem oldu. Civar illerde ve ülkelerde 120 milyon insanı az veya çok etkileyen bu sarsıntı Irak, Suriye, İran, Ermenistan, Lübnan ve İsrail’de de hissedildi. En çok Elazığ’da hissedilen depremden az önce, insanlar farklı yerlerde ve ortamlarda huzur ve güven içinde hareket ediyorlardı. O esnada çoluk çocuğuyla, anne babasıyla, evinde yemek yiyen, çay içenler de vardı, çarşıda kahvede, markette AVM’lerde olanlar da. Dolmuşta, otobüste, arabasında olup evine gitmeye çalışanlar vardı. Yine o esnada yatsı namazını kılmış tesbihatını yapanlar da vardı. Hala namazda olup secdede olanlar da... Hiç Bir Deprem Allah’a Rağmen Oluşamaz! Ani bir sarsıntı ile birden yer sallanmaya başladı, aynı bir top gibi. Bu bir depremdi. Hem de çok şiddetli bir deprem. Sarsıntıyı yaşayan herkes, bir anda kendini sokağa atmak, güvenli bir yere sığınmak istedi. Bu tesadüfen oluşan bir sarsıntı değildi. Rabbimiz sonsuz hikmet, rahmet ve kudretiyle dünyayı mükemmelen idare ettiği halde bu sarsıntı tesadüfen, kendi başına oluşamazdı. Dünyadaki düzen tesadüfi değildi ki, 40 küsur saniyelik düzensizlik tesadüfî olsun! Bu düzensizlikte bir irade, bir kasıt ve maksat vardı. Dünyada bir tek yaprağın dalından düşmesi bile Rabbimizin ilmi dışında olamıyorken, nasıl olur da milyonlarca insanları titreten bu deprem Allah’ın ilminden bağımsız olabilirdi? Dünyayı uzay boşluğunda harika bir düzenle döndüren, yer kürenin içini ve dışını insana en faydalı bir şekilde yaratan ve donatan Allaha rağmen, böyle bir depremin kendiliğinden oluşması mümkün değildir. Allah istemezse -tesadüflerle, rastgele- hiç bir sarsıntı oluşamaz. Hızlandırılmış Bir Eğitim “DEPREM” Evet, bu deprem de diğer depremler gibi kendiliğinden değil, Rabbimizin ilmi, iradesi ve kudretiyle yaratılıyor, insanlar bir imtihandan geçiriliyordu. Kâinatın sahibi olan Rabbimiz, insanları 40 küsur saniyelik hızlandırılmış bir eğitimden geçiriyordu. İnsanların hepsi aynı şeyi düşünüyorlardı. Güvenli bir yere sığınmak, dualar ederek bir an önce zelzelenin bitmesini beklemek. Lakin 40 küsur saniye bitmek bilmiyor, avizeler sarkaç gibi sallanıyor. Dolaplar, masalar, eşyalar insanların üzerine üzerine geliyor. Binaların kolonlarından ürkütücü sesler çıkıyor, yerin dibinden uğultular geliyor, camlar kırılıyor, eşyalar etrafa savruluyordu. Ve insanlar istisnasız, Allah’ın kudreti karşısında ne kadar da aciz, çaresiz ve zayıf olduklarını bizzat yaşayarak tecrübe ediyorlardı. Bildikleri bütün duaları okuyor, yaradanın rahmetine sığınıp, zelzelenin bir an önce bitmesi için yalvarıyorlardı. Devlet Millet El Ele! Çok şükür ki, deprem fazla sürmedi. Ve devletimiz de 1999 depreminde enkaz altında kalan devlet değildi. AFAD, Kızılay, arama kurtarma ekipleri, UMKE, 112 ekipleri ve resmi-sivil gönüllü bütün yardım kuruluşları (Allah hepsinden razı olsun) Elazığ ve Malatya’ya depremle birlikte adeta aktı. Bakanlar, vekiller, valilik, belediye, yetkililer, uzmanlar o gece Elazığ’daydılar. Cumhurbaşkanımız hemen sabahleyin Elazığ’a ulaştı, halkı teskin ve teselli etti, vefat edenlerin cenaze namazlarını kıldı, bizimle gözyaşı döktü, depremde ölenlerin tabutlarına omuz verdi. Taziyelerde bulundu. Hastanede yatanları ziyaret etti. Cumhur, cumhurun başını yanında görünce gerçekten rahatladı. Devlet Her Yerdeydi! Evet, devlet her yerdeydi. Ambulanslarıyla, yardım çadırlarıyla, itfaiye araçlarıyla, gönüllü binlerce insanla beraber devlet Elazığ’daydı. Önce arama kurtarma çalışmaları yapıldı. Profesyonel ekipler soğuk betonların altından 45 canımızı, sağ olarak çıkardılar. Depremzedelere hemen çadır, battaniye, sıcak yemek verildi. Sağlık imkânları sonuna kadar seferber edildi. Daha güneş doğar doğmaz hasarlı binaların tespiti için tarama çalışmaları başladı. 130 ekipten oluşan uzmanlar grubu şehri hızlıca taradılar. Çok şükür, ocak ayının soğuğunda devletin şefkatli ve güçlü eli adeta Elazığ’ımızı sardı, sarmaladı, ısıttı. Bu Zelzele Çok Ucuz  Atlatıldı, Elhamdülillah! Gerçekten çok ciddi bir deprem yaşandı Elazığ’da. Ben bu satırları yazarken yine deprem oluyor, artçı sarsıntılar devam ediyor, bilgisayar masası titriyor, avize bir o yana bir bu yana sallanıyor. (Ve az sonra bir mesaj geldi. Bu 4,2 şiddetinde artçı bir deprem. İyi ki ağır hasarlı binalar tedbiren boşaltıldı, elhamdülillah.) Rabbimiz beterinden muhafaza buyursun. Ne kadar hamd etsek azdır. Bu zelzele çok ucuz atlatıldı. Elazığ'da 37, Malatya’da 4 vatandaşımızı ahirete uğurladık. Rabbimiz onlara sevgili Peygamberimizin (asm) buyurduğu gibi manevi şehid makamı nasip etsin, zayi olan mallarını da sadaka olarak kabul edip cenneti ve cemaliyle müşerref kılsın. Uzmanların Dediğine Bakılırsa Depremin en çok etki gösterdiği Elazığ'ın şehir merkezi ve Sivrice ve köylerinin nüfusu toplamda yaklaşık 370.000 kişi civarında. Ölenlerin sayısı 37 kişi olduğu düşünülürse, yaklaşık on binde bir oranında bir vefat gerçekleşmiş, yani 9999 kişi hayatta kalmış. Bu çok büyük bir rahmettir. Rabbimizin Elazığ’a çok büyük bir lütfudur. Uzmanların dediğine göre 6,8 gibi bu şiddetteki bir depremde çok daha büyük kayıplar yaşanabilirdi. Yüzlerce bina göçebilir, binlerce insan enkaz altında kalabilirdi. Nitekim gün ışıdığında, ağır hasarlı binaların bilançosu ortaya çıkınca, bu rahmet tecellisi daha iyi fark edildi. Şu an Elazığ’da yaklaşık 80 bin kişi evlerini ve binalarını oturulamaz raporu ile boşaltıyorlar, çadırlara veya konteyner kentlere çıkıyorlar. Ve Allah’a hamd ediyorlar. Şayet deprem 15-20 saniye daha sürse o hasarlı binaların, kolonları patlayan apartmanların içinden sağ çıkamayacaklarını kendileri itiraf ediyorlar. Bu Deprem Rabbimizin Hepimize Bir İkazıdır! Depremler bir çeşit musibettir lakin musibetlerin çoğu Rabbimiz tarafından bize gönderilen bir imtihandır. Rabbimizin bir ikazıdır, bizlere bir ihtarıdır. Mesela, bir çoban düşünelim. O çoban, başkasının tarlasına tecavüz eden koyunlarına taş atar, koyunlar o taştan hissederler ki, çoban merhametiyle bizi zararlı işten kurtarmak istiyor, bu taş ile o gittiğimiz yolun zararlı olduğunu bize hatırlatıyor, bizi ikaz edip faydalı şeye bizi davet ediyor, deyip memnunane dönerler. Evet, o çoban koyunlara düşman olduğu için değil, zarar vermek için hiç değil, merhametinden, şefkatinden o taşı atar ki, sonuçta koyunlar zararlı şeyden uzaklaşıp, zarar görmesinler. Aynen bunun gibi çok musibetler var ki, bizi bizden daha çok seven Rabbimiz tarafından ilahî birer ihtar olarak verilir, birer ikazdır ve bir kısmı günahlarımızın affına bir kefarettir. Ve bir kısmı da hepimizi saran gafleti dağıtıp, aczimizi ve zaafımızı bildirerek unuttuğumuz dünyaya gönderiliş gayemizi yeniden hatırlatan mesajlarla dolu bir hatırlatıcıdır. Veren de O, Alan da O! İşte rahmeti sonsuz Rabbimiz Elazığ depremi üzerinden bir musibet taşını hepimize atarak bizlerden de bu depremden dersler, ibretler çıkarmamızı istiyor. Mesela en başta ne kadar fâni ve aciz olduğumuzu, çok sevdiğimiz mal ve mülkün nasıl da elimizden bir anda çıkabileceğini, ölüme ve ahirete her zaman hazırlıklı olmamız gerektiğini, dünyalık neyimiz varsa bizim olmadığını hatta deprem esnasında bir kısım eşyamızın düşmanımız olduğunu, kıyamadığımız eşyaların, desenini zor beğendiğimiz halıların, çok hoşumuza giden perdelerin bir anda nasıl da çöp olacağını, imanın ve inancın ne kadar da gerekli olduğunu, insanın dünyalık eşyalar için değil Allah için yaşaması gerektiğini, ancak inançlı, vicdanlı, yardımsever insanlarla dünyanın yaşanılabilir olacağını, insan olarak, Müslüman olarak birbirimizi sevmemiz gerektiğini, tanımasak da bizi seven bize dua eden nice güzel insanların var olduğunu ve özellikle bu imtihan günlerinin de elbet bir gün biteceğini, geride güzel hatıra ve duyguların ahiret adına baki kalacağını anlamamızı ve bunun gereğiyle yaşamamızı ders veriyor. Bu nedenle deprem gibi musibetler bir arınmadır, elimizdeki nimetlerin farkına varmamıza bir vesiledir. Bizi gafletten, günahların kirlerinden kurtaran manevî bir temizliktir. Tek düze giden gafletli bir hayattan deprem vesilesiyle ibret alıp ders çıkararak bizi daha şuurlu bir hayata geçirmek için bir fırsattır. Üç’ü Verip Üç Bin’i Kazanan Zarar Etmez! İnşallah Elazığ depremi yurdumuzda maddi ve manevi uyanışa ve bu tür afetlere karşı daha tedbirli, hazırlıklı olmamıza vesile olur. Elazığ’da depremde yıkılan binalar eski binalardı, çürük yapılmış binalardı. Ve bu tür binalardan da çok sayıda vardı. Rabbimiz bu vesile ile şehrin yenilenmesine, daha sağlam güvenli binaların yapılmasına bir imkân verdi. İlk başta biraz zorluk olacak ama Elazığ ve Elazığlılar inşallah bu işten neticede kazançlı çıkacaklar. Zira üçü verip üç bini kazanan zarar etmez. Tüm Türkiye’deki yaşlı, dayanıksız, emniyetsiz binaların yıkılıp sağlam binalar yapılması da ayrıca önemli. Bu deprem sadece Elazığ’a değil bütün ülkeye bir ikazdır, tedbir almak için göz açıcı bir fırsattır. Bu sebeple memleketin her bölgesinde kentsel dönüşüme hız verilmesi bir zaruret olarak önümüzde duruyor. Deprem öyle bir şey ki, ansızın gerçekleştiğinden, sizi nerede bulacağı bilinmediğinden istisnasız bütün binalarımızı sağlam ve kaliteli malzemelerden yapmalıyız, güzel ve ilmi metotlarla denetlemeliyiz. Şehirleri ovalara değil, ecdadımız gibi, kayalık yüksek yerlere kurmalıyız. Gönül Şehrinden, Gönüllüler Şehrine Elazığ bir gönül şehridir, güzel insanların şehridir. Harput’uyla evliyalar, alimler şehridir. Şehrimiz böyleyken bir anda deprem vesilesiyle binlerce gönüllünün geldiği şehir oldu. Allah insanların kalplerini o gece Elazığ üzerinde birleştirdi. Öyle ki, bütün Türkiye deprem haberiyle birlikte depremzedeler için kenetlendi, Rabbimiz insanları Elazığ’a sevk etti. Telefonlarımız ilk andan itibaren günlerce susmadı. Arayanlar, halimizi, sağlığımızı soranlar, şehrin durumunu merak edenler, o gece sabaha kadar enkaz altındakiler için dua edenler, üzüntülerini ifade edenler, bizi teselli edenler, hemen biz de gelelim diye istişare edenler, hazırladıkları yardımı nasıl ulaştıracağını araştıranlar o kadar çoktu ki, milletimizle ne kadar iftihar etsek azdır. Çok büyük bir manevi kardeşlik ortamının içinde olduğumuzu bizzat yaşadık, onlara çok teşekkürler ve dualar edip Rabbimize hamd ettik. Fedakârca Koşarak Geldiler! Evet, gönüllüler memleketin dört bir tarafından fedakârca, bir beklenti içinde olmadan koşarak geldiler. Yardım istenmeden kendiliğinden organize olan hemen o gece yola çıkan 81 ilden gelen yardım tırları… Bir anda organize olan Valilikler ve Sanayi ve Ticaret Odaları… O soğukta ilk gün Denizli’den gelen 3 tır ısıtıcı hiç unutulabilir mi? Elâzığ’a yardımları bedava götürmek isteyen kamyoncular unutulabilir mi? Türkiye’nin her tarafından, Egeden, Karadeniz’den, Trakya’dan, Marmara’dan, İç Anadolu’dan, Akdeniz’den, Do­ğu­dan ve Güney Doğu Ana­dolu’dan Elâzığ’a akan dualar, yardımlar destekler… Göz Yaşartan O Yazılar Nasıl Unutulabilir? O yardım tırlarının üzerlerindeki güzel yazılar nasıl unutulabilir? “YANINIZDAYIZ ELAZIĞ!” “DUALARIMIZ SİZİNLE, GEÇMİŞ OLSUN ELAZIĞ” “ELAZIĞ İÇİN TEK YÜREK OLUYORUZ!” “ELAZIĞ ÜŞÜMESİN!” “KAR­­DEŞLERİMİZİN YANIN­DAYIZ” “YÜREĞİMİZ SİZİNLE, GEÇMİŞ OLSUN ELAZIĞ” “GÜN KARDEŞ­LİK GÜNÜ, GEÇMİŞ OLSUN ELAZIG” “ÜZÜLMEYİN! BİZ YANINIZDAYIZ ELAZIĞ” Unutulmayacak Enkazdan Kurtarma Manzaraları Türkiye’nin çok farklı yerlerinden gelmiş, hiç tanımadığı insanları kurtarmak için canla başla çalışan arama kurtarma ekipleri… Bazen zor durumlarda kendi hayatını bile tehlikeye atan o güzel insanlar nasıl unutulabilir? Yavrusunu ve hanımını korumak için üzerlerine kapanıp vefat eden şefkatli babayı unutmak ne mümkün? “Yavrum çıkmadan ben de çıkmam!” diyen annenin görüntüsü hafızalarımızdan nasıl silinebilir? Enkazdan sağ bir insan çıkarıldığında sevinçlerinden tekbir getiren Müslüman halk nasıl unutulabilir? Namazın mesuliyetini düşünüp, göçük altında yatsı namazını hanımıyla beraber kılan amca ve teyze de asla unutulmaz! Tırnaklarıyla enkazı kazarak bir bacımızı betonların altından çıkaran Suriyeli kardeşimiz unutulabilir mi? Başörtüsü enkaz altında kaldığından dolayı, enkazdan çıkarılırken hem de 19 saat sonra, baş örtüsü olmadan erkeklerin arasına çıkmak istemeyen iffet, hayâ timsali Hatun teyzemizi hiç unutabilir miyiz? Kürtçe konuşarak bir ailenin çoluk çocuk enkazdan selametle kurtulmasına vesile olan UMKE görevlisi hanımı nasıl unutabiliriz? Evet, biz sizi ve nicelerini unutmadık, Allah da sizlerin emeklerinizi ve iyiliklerinizi unutmasın, ahirette önünüze hayırlı bir surette getirsin. Var Olasın, Sağ Olasın HAYRAT YARDIM! Elazığ’da unutulmayacak çalışmalardan birine de Hayrat Yardım imza attı. Depremden hemen sonra kurulan HAYRAT YARDIM koordinasyon merkezi ve çalışmaları… Konya’dan deprem haberiyle yola çıkıp enkaz başında arama kurtarma ekiplerine ilk sıcak çorbaları veren HAYRAT YARDIM akıncısı arkadaşlarımız… Sivas’tan gece yarısı bir battaniye mağazasını açtırıp bir minibüs dolusu battaniyeyi Elazığ’a ulaştıran Sivaslı kahramanlar… Maraş’tan yola çıkıp saat 05.30’da güneş doğmadan en­kaz başına gelen kardeşlerimiz unu­­tu­labilir mi? Günlerce muh­­taçlara yemek ve yardım ko­­lisi dağıtan Elazığlı, Diyarba­kırlı gönüllü kardeşlerimiz… Eksi 8 derecede ikram edilen, yürekleri ısıtan sıcacık salepler… Çadırlara yemek götürdüğümüzde tebessüm eden yüzler, o esnada duaya kalkan eller nasıl unutulabilir? Son gün Sürsürü mahallesindeki Dilek Apartmanı’nın enkazında çalışan, kendilerine ilk günden beri çorba dağıttığımız Adana arama kurtarma ekibinden güzel insanların yanımıza gelerek “Hayratlı kardeşler, hakkınızı helal edin! Allah sizden razı olsun” demesi, sarılıp helalleşmemiz unutulabilir mi? Belediye başkanımız ve bir milletvekilimizin enkazdan son kişiler de çıkarıldıktan sonra bizi uzaktan görüp, onca mesafeyi yürüyerek yanımıza gelip “Özellikle size, Hayrat Yardım’a teşekkür etmek için yanınıza geldik” deyip samimiyetle teşekkür etmelerini unutmak ne mümkün? Depremzedeler Ne Diyor? Şunu itiraf etmem gerekir ki, hangi bir depremzede ile konuşsam onda bir uyanışı görüyorum. Hele enkazdan sağ çıkanlarda bu o kadar çok fark ediliyor ki tarif edemem. * Bir depremzedeye sordum, “Deprem anında Allah’tan ne istedin?” “Ya Rabbi, öleceksem imanlı öleyim, dünyadan imanlı gideyim. Kalacaksam da ne olur bana seni unutmayacağım yeni bir hayat bahşet!” * Bir başkası diyor ki, “Depremde namazda idim, tam secdede iken deprem başladı. Secdede iken ruhumu teslim etmek istedim ama olmadı.” * Başka biri, “Depremde 12 saat göçük altında kaldım. Hayatım bir film şeridi gibi önümden geçti. Ya Rabbi, bana yeni bir hayat verirsen namaza başlayacağım, iyi bir insan olacağım dedim. Ve Rabbim bana bunu nasip etti. İnşallah sözümde duracağım.” * “Göçük altından insanlara seslendim, bağırdım. Beni duymadılar. Sesim kısıldı, boğazıma toz, toprak doldu. Sesim çıkmıyordu. Sonra kendi kendime düşündüm. Bana bu hayatı Allah verdi, insanlar vermedi ki. Ben de kurtuluşu ondan isteyeceğim dedim ve Rabbime yalvardım. “Ey Allah’ım, Hz. Yusuf’u kuyudan nasıl kurtardınsa beni de bu betonların arasından öyle kurtar! İbrahim’i nasıl ateşlerde yakmadınsa beni de bu binanın altında yakma!” dedim. Rabbim duamı kabul etti, elhamdülillah.” * Bir Allah dostu da şöyle demişti: “Allah Elâzığ’ımıza çok­­tandır varlık ve bolluk el­bi­­sesini giydirmişti. Şimdi de bir zaman zorluk ve dar­lık elbisesini giydirecek, iki elbise de onundur. Mülk onundur. Biz, her iki elbiseden de razıyız. Elham­dü­lillah.” Asıl Musibet Nedir? Biz biliyoruz ki, asıl musibet ve zararlı musibet, dine gelen musibettir. İnsanın ebedi saadetini kaybettirebilecek musibet ve belâlardır. Bu nedenle dinimize, imanımıza, Kur’an’ımıza gelecek musibetlerden her vakit Allah’a sığınmak gerekiyor. Mesela, Allah’ı unutmak en büyük bir musibettir, şükredememek bir musibettir, depremi Allah’tan bilmemek büyük bir musibettir, vicdanını yitirip insanlıktan uzaklaşmak musibettir, bencillik, aç gözlülük az musibet değildir. Allah bizi böyle manevi musibetlerden muhafaza eylesin! Fakat dinî yönden olmayan hastalık, deprem gibi musibetler, hakikat noktasında musibet değildirler. Bu musibetler gafletten uyanışa, Allah’a yönelişe vesile olurlarsa çok önemli birer fırsattır. Dünya rahat yeri değildir, bir imtihan merkezidir. Bazen varlıkla bazen de yoklukla sınandığımız bir imtihan salonudur. Ne mutlu dünyayı böyle görenlere ve layığınca da yaşayanlara! Çok Teşekkürler Türkiye Hudutsuz hamdolsun, deprem sonrası milletimiz kenetlendi, doğu ile batı arasındaki manevi kardeşlik bağları hatırlandı. Elazığ’a maddi ve manevi yardımlarla birlikte bütün ülke gece gündüz dualar etti ve ediyor. Tüm Müslüman kardeşlerimizin hayırlı dualarında olmak, onların bizim için dua orduları kurduklarını bilmek tarifsiz bir mutluluk. Rabbimiz yaşadığımız bu zor günlerin kolaylaşması için en baştan beri dua eden, yardım ve destekleri ile yanımızda olan herkesten razı olsun. Dostlarımızı sevinçten ağlattıran, düşmanlarımızı da hasetten çatlatan bu kardeşlik tablosunu muhafaza ettirmeyi hepimize nasip buyursun. Ve Dua, Dua, Dua… Ey Rabbimiz! Ümmetin ümidi olan memleketimize yardım eyle! Birlik ve beraberliğimizi, muhabbet ve kardeşliğimizi ziyade eyle! Vatanımızı ve âlem-i İslam’ı düşmanlarımızı sevindirecek hallere düşürme! Deprem döneminde yaşadığımız birlik ve beraberlik ruhunu, göğsümüzü kabartan kardeşliği başımıza bir deprem, bir afet gelmeden de her daim yaşamayı lütf et, kerem kıl! Âmin. Âmin. Binlerce Âmin.

Ayhan Mirza İNAK 01 Mart
Konu resmiÇünkü Kudüs Biziz
Kültür ve Medeniyet

Yüzyıllardan bir yüzyıl, yıllardan bir yıl, aylardan bir ay, günlerden bir gün, uzak coğrafyalardan bir coğrafyada saraylardan bir saray, kürsülerden bir kürsü, mütekabir çehreler, mütezalim ifadeler, müstehzi mimikler, mütecaviz arzular, paçavra tavırlar ardında anlatılan, tarihin çöp sepetine gidecek kurgular… DİNLE BAYIM O İŞ SENİN BİLDİĞİN GİBİ DEĞİL, SİZİN BİLDİĞİNİZ GİBİ DEĞİL…! Ne Filistinlilere ve ne de Filistinlilerin şahsında tüm âlemimizin önüne sürdüğün ekonomik tehditler, ne vaat ettiğin milyarlarca dolarlar, ne de verin Kudüs’ü, alın verdiğimiz toprağı ve devletinizi kurun tekliflerinizin bir hükmü ve geleceği olmayacak. Neden mi bayım? Çünkü Kudüs Kalbimizdir… Bizleri Kudüs’ü düşünme saatine davet eden Nuri Pakdil’in “Yüreğimin yarısı Mekke'dir, geri kalanı da Medine'dir. Üstünde bir tül gibi Kudüs vardır” ifadeleri, yüreğinden kalemine dökülmemiş olsaydı, milyonlarca yürek Pakdil’in kalemine tutunmamış, hislerimize tercüman bulmamış olsaydık, Kudüs’ü düşünme saatinde Kudüs’ü ve yüreğimizi birlikte, Kudüs’te yüreğimizi, yüreğimizde Kudüs’ü böyle düşünmüyor olsaydık, Kudüs’ün bizler için ne anlama geldiğini bilmeyebilir, yüzlerce yıllık bir meseleyi, yüzyılın planı kadar bildiğinizi sanabilir ve umutlanabilirdin(iz) bayım! Çünkü Kudüs İmanımızdır… Ama hayır! Dil ile ikrarın, kalb ile buluşmasının bir iman meselesi olduğunu, yüreğinin Nuri Pakdil’ce; Mekke, Medine, Kudüs ile kuşatıldığına inanan ve ikrar edenler için ise imanın “bir elime güneşi bir elime Ay’ı verseniz…” diye baş­ladığını, Kudüs’ün bizim için “bir elime güneşi bir elime Ay’ı verseniz…” meselesi ol­du­ğunu, bilmen gerekir, sana söy­le­meleri gerekirdi, bilmeniz ge­rekirdi bayım! Çünkü Kudüs “Düş”ümüzdür… Düşlerimize Mescid-i Aksa’yı düşürürüz bayım, Mehmet Akif İnan’ın “Mescid-i Aksa’yı gördüm düşümde…” sözleriyle başlarız güne, “…Burak dolanırdı yörelerimde / Miraca yol veren hız üssü idim / Bellidir kutsallığım şehir ismimde / Göklere nur saçan bir kürsü idim…” sözleriyle seslenir Mescid-i Aksa düşlerimizde ve hepimizin düşlerini kalemine düşürür bir Akif İnan… Düşlerimizde Akif İnan’ın kalemine tutunmamış olsaydık, Kudüs’ün fiyat biçilemeyen bir düş meselesi olduğunu bil­meyebilir, meselenin “verin Kudüs’ü alın devletinizi” şeklinde olduğunu sanabilir ve umutlanabilirdin(iz) bayım! Ama hayır! Akif İnan’ın düşün­de, Mescid-i Aksa’nın “... kucaklasın beni İslam...” çağrısının zaman ve mekan kabına, kalıbına sığmadığını, ardında saf tutulacak, yola revan olunacak bir Hattab oğlu Ömer, ‘Selçuki’li bir Kılıçarslan, ‘Ey­yu­bi’li bir Selahattin veya Al-i Osmani’den bir Yavuz bulunduğunda, düşlerin peşine düşüldüğünü, düşüleceğini, bilmen gerekir, bilmeniz gerekirdi bayım! Çünkü Kudüs özlemimizdir… Biz en çok bazı şehirleri özleriz bayım, kalbimizin bir yarısı, kalbimizin diğer yarısı ve kalbimizin üzerini örten şehirleri…, özleyecek kadar bize ait olan beldeleri, Kudüs’ü mesela. Tarık Tufan’ın “Kalk Kudüs’e gidelim Sevgilim…” sözleriyle Kudüs özlemimizi anlatırız sev­­dik­lerimize… “Kudüs’ün bu­lut­­larından tesbih yapıp süb­­han­allah çekmeyi” hayal ede­riz, korkutmaz bizi, korkutmaz sevdiklerimizi ve korkutmaz özlemimizi Kudüs sokaklarında olmuşlar, olanlar ya da olacaklar. “Korkma” sözüyle sesleniriz birbirimize, şehrin sokakları ile kalbimizin derin­liklerinde yankılanır Tarık Tu­fan’ın “…sokaklarına atalım kendimizi / adımızı söyleyelim kontrol noktalarında...” “…Mescide gidelim yıkılacaksa üzerimize yıkılsın...” sözleri pervasızca… Ama Hayır! Kudüs’e olan özlemimizden bahsetmemiş olsaydı Tarık Tufan veya bu özlemimize uzaktan uzağa yaşayacağımız romantik ve nostaljik bir anlam yükleseydi, özlemimizin sona ermesinin bir “Kalk Kudüs’e gidelim….” çağrısıyla sona ereceğinden bahsetmemiş olsaydı, Kudüs sokaklarında gezdirmeseydi özlemle, eldeki taş ile kalpteki aşkı bir tutmasaydı, “Kalk Kudüs’e gidelim…” demeseydi pervasızca, kalkıp Kudüs’e gitmeye hazır olmasaydık, tek kişilik enfüsi, deruni, romantik özlemler inşa etseydik, birbirimize “kalk Kudüs’e gidelim…” diyebileceğimizi bilmeseydik, bilmeseydin, bilmeseydiniz Kudüs’ü bölünmez ve ebedi başkentiniz sanabilir ve umutlanabilirdin(iz) bayım! Çünkü Kudüs Bizim Alınyazısı Kutsalımızdır “Ve Kudüs Şehri”nin kutsal bir alınyazımız olduğunu biliriz. “… Gökte yapılıp yere indirilen...” bu şehri terk edersek “...Artık yer şehri, toprak şehri. / Bakır yaprakların, çelik gövdelerin, acımasız yüreklerin. / Demir köklerin, tunçtan ve uranyumdan dalların. / Kurşundan çiçeklerin şehri…”ne dönüştüğünü, dönüşeceğini dinleriz Sezai Karakoç’tan, irkiliriz, ürpeririz, zulme sessiz kalmak durumuna düşmekten titreriz, bir ihtarı işitiriz iliklerimize kadar “…Ey insanlık, ey insanlar… Ey… Müslümanlar” diye başlayan Sezai Karakoç’un sesi yükselir ardımızdan, mısralarına ilahi bir ikazı da eklediğini duyarız, olduğumuz yerde kala kalırız “…Yeryüzünden fesat kalkıncaya kadar…” Ama Hayır! Bir Sezai Karakoç geçmemiş olsaydı bu dünyadan, “Kalbime bir ağırlık gibi çöküyor şimdi. /Ne diyor ne diyor Kudüs bana şimdi” diye kulak vermeseydi Kudüs’e ve biz de onunla birlikte kulak vermemiş olsaydık, ne dediğini işitmemiş olsaydı ve biz de onun işittiğini işitmemiş olsaydık, “Ey… Müslümanlar” ihtarını not etmemiş olsaydık, mütecaviz arzularınızı, mütecaviz sözlerinizi hazmetmek için kısa bir zamana ihtiyacımız, ihtiyacınız olduğunuzu sanabilir ve umutlanabilirdin(iz) bayım! Çünkü Kudüs Gözümüzde Yaş, Elimizde ‘Taş’ımızdır Pek çok acımız olur bizim, pek çok zamanlarda acımız..., bir Doğu Türkistan için ağlarız, bir Karabağ, kimi zaman Bosna, kimi mekan Çeçenistan… ama her acımızın ramına, her göz yaşımızın yanına Kudüs’ü ekletir bize Cahit Zarifoğlu “Beyrut’un gözyaşları şimdi / Kudüs’ün yanı başında / Müslümanlar uzakta” mısralarında uzaktaki Müslümanlara bir yükümlülük yükler ve der “Farz et körsün, olabilir / Elele tut / Taş al ve at / Kafiri bulur…” Bir taş almak ve atmak için vaktin daraldığını da biliriz Cahit Zarifoğlu’nun “daralan vakitler”inde “…Bir gün ister istemez / Karşısında olacaksın kaçtıklarının / Dua et / O gün henüz mahşer olmasın…” Ama Hayır! Mahşer gelmeden en azından bir yaş ve bir taş yükümlülüğümüz olduğunu bir kere daha dinlemeseydik Cahit Zarifoğlu’ndan, taşın ve yaşın hedefini bulacağına inanmasaydık, …ve eğer biz bir taşı gönderirken “vema rameyte iz rameyte…” sırrını yüklemiyor olsaydık üzerine, müstehzi mimiklerinizin bizi demoralize edeceğini ve o salonda sizi alkışlayan ellerin galip geleceğini düşünebilir, zannedebilir ve umutlanabilirdiniz. Çünkü Kudüs Bizim Şarkımızdır Kudüs bizim şarkımızdır her daim mırıldandığımız, yalnızlı­ğı­mızda yoldaş, yol arkadaşı tuttuğumuzdur. Kalabalıkta coş­tuğumuz, coşkunluğumuzdur. Kızdığımızda öfkemizdir diri tuttuğumuz. “Kudüs Göklerinde kara bulutları” ve “gökleri sarsan anne feryatlarını” dağıtmak için Ömer Karaoğlu’nun şahs-ı manevisi ile birlikte bineriz Mavi Marmara’ya ve “Şahit ol Akdeniz” diye sesleniriz deryaya, “…ölümlerde ölebilir, bunu sakın ağıt sanma…” diye haykırırız fezaya. Eşref Ziya’da “Nazlı Çiçeğim”   izdir Kudüs. “İncinmeyesin, üzülmeyesin”  imizdir. İncindiğini, üzüldüğünü bildiğimiz, özlemle, duayla, sevdayla, aşkla, karşı kıyıdan yumruklarımızı havaya kaldırarak, umutla “Bekle beni bekle Kudüs bir sabah erken, sana gelirim gece yanarken…” diye yüksek sesle seslendiğimizdir. Umut Mürare’de sabrımızdır, so­nunda zafer ümid ettiğimiz “Ey Kudüs sabret / zafer bizim olacak / …ve güneş bir gün senin için doğacak” deriz üstüne basa basa, sakin sakin, tane tane. Ammar Acarlıoğlu’nun notalarında sizin sureta kudretinize meydan okuduğumuzdur. “...Bizi mahzun bilme sakın / Şanımıza dokunur / Celal namımız vardır ki / Öfke bile boğulur / Ömer yanımız vardır ki / Korkular yok olur / Öyle suskun kaldık diye / Öldük mü sandın…” Ama Hayır! Her kelimesinde, her notasında “kavgamızın Kudüs” olduğunu haykıran nice şarkılarımız, nice ezgilerimiz, nice marşlarımız, nice notalarımız olmasaydı, olmadığını bilseydin, olmadığını bilseydiniz bayım, mütekebbir çehrelerinizin bir anlam ifade ettiğini, bir işe yarayacağını zannedebilir umutlanabilirdin, umutlanabilirdiniz. Çünkü Kudüs Bizim Bilincimizdir Henüz Yitirmediğimiz Buraya kadar yazdıklarımızla ve yazamadıklarımızla, saydıklarımız ve sayamadıklarımızla, söylediklerimiz ve söyleyemediklerimizle Kudüs bizim bilincimizdir. Kudüs, bilincimiz olmasaydı, bilincimizde Kudüs olmasaydı, kimsenin sizin karşınızda durmayacağını, duramayacağını, yolunuza çıkamayacağını düşünebilir ve umutlanabilirdin, umutlanabilirdiniz. DİNLE BAYIM O İŞ SENİN DEDİĞİN GİBİ  OLMAYACAK…! Neden mi? Çünkü Kudüs Bizim Direncimizdir. Siz Ebu Salah’ı hatırlarsınız bayım, hatırlamalısınız; hani tekerlekli sandalyesinde, kalbindeki aşk ile elindeki taşı buluşturmuş iken şehit etmiştiniz. Tam da işte Ebu Salah’ı şehit ettiğiniz meydanda, hemen az ötesinde, bir Filistinlinin kıyafetinin üstünde, göğsünde, Kayı’ların ruhu karşınıza çıkabiliyor olduğu için, kürsüye tutunarak kendinizden emin olarak söylediğinizi zannettiğiniz şeyler olmayacak. Aynı meydanda başınızı bir başka yöne çevirdiğinizde, atını şaha kaldırmış bir Filistinlinin elinde “Ay Yıldızlı Al Bayrak” karşılayacak paçavra arzularınızı, kendisini düşürseniz de o elindeki Al Bayrağı düşürmeyecek, Al Bayrağı düşüremeyeceğiniz için, Al Bayrak ayakta durdukça sizin dediğiniz olmayacak. Sonra öldüre öldüre tüketmek istediğiniz Gazzelilerin, “Şehit olursam üzerime Türk Bayrağı örtün” vasiyeti çıkacak karşınıza, Gazze sınırında İsrail tarafından vurularak şehit edilen 27 yaşındaki Muhammed Bedvan’da olduğu gibi, …ve Bedvan şehit olduğunda üzerine “Ay Yıldızlı Al Bayrak” örtüldüğü için istediğiniz olmayacak, olamayacak bayım! Bir Cuma namazı sonrası ani­den bir Filistinli gencin Mes­cid-i Aksa’nın tam da kapısının üstüne, Dünyanın burcuna “Ay Yıldızlı Al Bayrağı” astı­ğını göreceksiniz, bir başka vakitte Mescid’in avlusunda bir başka gencin dalgalandırdığını, herhangi bir gün Mescid’i Aksa’nın bahçesinde bir sütuna yapıştırılmış olarak aniden karşınıza çıkacak. Çok uzaklardaki coğrafyalardan gönderdiğiniz sözlerinizi “Ay Yıldızlı Al Bayrak” karşılayacak, kapıda, çatıda, bahçede ve “Ay Yıldızlı Al Bayrak” perde olacak sözlerinize ve sizin dediğiniz olmayacak. Yüzyıllardan bir yüzyıl, yıllar­dan bir yıl, aylardan bir ay, gün­lerden bir gün, uzak coğraf­yalardan bir coğrafyada saraylardan bir saray, kürsülerden bir kürsü, mütekebbir çehreler, mütezalim ifadeler, müstehzi mimikler, mütecaviz arzular, paçavra tavırlar ardında anlatılan tarihin çöp sepetine gidecek kurgularınıza karşı, Yüzyıllardan aynı yüzyıl, za­man­lardan aynı zamanlar, günlerden bir başka gün, Coğrafya’ nın kalbinde, kürsülerden bir başka kürsüde bir Reis-i Cumhurdan tarihe geçecek ve sizin söylediklerinizi tarihe çöp edecek, bir başka cevap gelecek: “Bu hayalin gerçekleşmesine izin vermeyeceğiz. Filistin topraklarını ilhak anlamına gelen, Filistin’i tümüyle yok eden ve Kudüs’ü tamamen gasp eden bu planı tanımıyoruz.” diyecek. “One minute” iki kelimelik gür bir ses yükselecek salonlarınızda, koridorlarınızda yankılanacak ve sadece “bir dakika”nın yetecek olduğunu bileceğiz yüz­yıllık bütün kurgularınızı alt üst etmek için… ve sizin dedi­ğiniz olmayacak! Eğer yine de günlerden bir gün, ... ve tükenirsek, ... her şeyimiz olan Kudüs kapılarına, her şeyinizle geldiğinizi bilirsek, Abdülmuttalib’in tevekkülü ile zamanın ve mekânın sahibine havale edeceğiz. “Mescid-i Aksa’nın sahibi Allah’tır. Onu koruyacak odur.” diyeceğiz ve ebabilleri bekleyeceğiz… Yine de sizin dediğiniz olmayacak... Olmayacak...  

Ahmet Hüsrev ÇELİK 01 Mart
Konu resmiMirac-ı Nebevi
Kültür ve Medeniyet

İsra ve Miraç hadisesi Peygamber Efendimizin (asm) en büyük mucizelerinden birisidir. İsra, Efendimizin (asm) Mescid-i Haram’dan, Mescid-i Aksa’ya yaptığı gece yolculuğudur. Miraç ise, Mescid-i Aksa’dan yedi kat semaya, Sidretü’l-müntehaya, tâ Kab-ı Kavseyne kadar yüce makamlara çıkarılması mucizesidir. Allah Teâlâ İsra Suresinin 1. ayet-i kerimesinde buyurdu ki; “Kendisine ayetlerimizin bir kısmını gösterelim diye, kulunu (Muhammed’i) bir gece Mescid-i Haram’dan, etrafını mübarek kıldığımız Mescid-i Aksa’ya (İsra -gece yürüyüşü- ile) götüren (Allah, her türlü noksanlıktan) münezzehtir. Şüphesiz ki Semi’ (her şeyi işiten), Basir (hakkıyla gören), ancak O’dur.” Necm suresinin 5 ila 18. ayet-i kerimeleri de Miraç hadisesinden bahsetmektedir. Mescid-i Aksa İsra yolculuğunun son durağı ve Miracın başlangıç noktası olması hasebiyle de çok kıymettardır. Mescid-i Aksa ilk kıblemiz, ikinci mescidimiz ve üçüncü haremimizdir. Cenab-ı Hak, Mescid-i Aksa’yı Hz. Musa’dan (as) beri vahyin iniş merkezi ve birçok peygamberin mabedi olması hasebiyle dini açıdan, ırmaklar ve ağaçlarla çevrili olması itibariyle de dünyalık bakımdan bereketli kılmıştır. Sahih hadislerde etraflıca verilen bilgileri özetlemek gerekirse miraç hadisesi şu şekildedir: Bir gece vakti Cebrail (as), Resulüllah’ı (asm) uyandırıp Bu­rak adlı binek üzerinde Mes­cid-i Haram’dan Mescid-i Aksa’ya götürdü. Efendimiz (asm) Mescid-i Aksa’da diğer peygamberlere imamlık yaparak namaz kıldı. Daha sonra meleklerin kanatlarında 7 kat semaya yükseliş başladı. 1. katta Âdem (as), 2. katta Yusuf (as), 3. katta Yahya (as) ve İsa (as), 4. katta İdris (as), 5. kat semada Harun (as), 6. kat semada Musa (as), 7. kat semada İbrahim (as) ile görüştüler. Hz. Cebrail ile olan yolculuk “Sıdretü’l-münteha” de­nilen, ya­ra­tılanların ilminin ken­disinde son bulduğu maka­ma kadar de­vam etti. Bu da Efendimizin (asm) bütün insanlık namına, bü­tün melaikelerden üstünlüğü­nü göstermiştir. Ondan sonra Refref ile yolculuğuna devam etti. Ta Kab-ı Kavseyn denilen makama kadar ulaşmıştır. Peygamberimiz (asm) Hz. Allah’a öyle yaklaştı ki, vahyi O’ndan, Cebrail dâhil hiçbir vasıta olmadan aldı.1 Bediüzzaman Hazretleri Kab-ı Kavseyni, “imkân ve vücup ortası” diye tefsir etmektedir. Vücub âlemi Allah’a aid bir âlemdir. O’na mahsus bir sıfattır. Allah mekândan münezzehtir. Resulüllah (asm) ise mekânla kayıtlıdır. Fakat Kab-ı Kavseyn makamında bütün mevcudat âlemlerini geçmiş ve onları arkasına almıştır. Yani imkân ve vücub ortasında Allah ile görüşmüş ve ondan vahiy almıştır. Miraçta beş vakit namaz farz olmuştur. Miraç bir kapı oldu. Resulüllah (sav) o kapıyı açtı. Mümin ise namaz ile miraca nail oldu. Resulüllah’a (sav) o gece cennet ve cehennemi gördüğü ve oradaki ceza ve azap çekenlerin gösterildiği çeşitli rivayetlerde ifade olunmuştur. Sonra Efendimiz (asm) Mes­cid-i Aksa’ya, oradan da Mes­cid-i Haram’a döndü. Miraç mucizesi ruhani midir? Cismani midir? Miraç hadisesi eğer Hz. Peygamber (asm) uyurken gerçekleşmiş olsaydı, bu mucize olarak kabul edilebilecek bir şey olmazdı. Kureyşli müşrikler onu yalanlamazlardı. Ayrıca Müslüman olmuş bulunan bazı kimseler dinlerinden dönmezlerdi. Ayrıca abd (kul), ruh ve bedenin toplamından ibarettir. Nitekim Allah Teâlâ “kulunu geceleyin götürmüştür” buyuruyor. Hem Cenab-ı Hak “(O haşmetli makamda Muhammed’in) gözü ne kaydı, ne haddini aştı.”2 buyuruyor. Göz ruhun değil, bedenin aletidir. Ayrıca Hz. Peygamber (asm) Burak’ın üzerinde taşınmıştır. Bu da ruh için değil, beden için bir araçtır. Bediüzzaman Hazretleri Miraç Risalesinde bu mevzuda şöyle açıklama yapmıştır: “Pek çok vezaif-i ubudiyette (kulluk vazifelerinde) ve hadsiz lezaiz (lezzetler) ve alama (elemlere) medar olan ceseddir. Elbette o cesed-i mübarek, ruha arkadaş olacaktır. Madem cennete cisim, ruh ile beraber gider. Elbette Cennetü’l-Me’va gövdesi olan Sidret’ül-Müntehaya uruc eden (yükselen) Zat-ı Ahmediyye (sav) ile cesed-i mübarekini refakat ettirmesi aynı hikmettir.”3 Bir insan cismiyle binler sene mesafeyi birkaç dakikada nasıl gider, gelir? Küre-i arz gibi ağır bir cisim bütün içindeki yükler ile beraber fenni ilimlerle de sabittir ki; bir senelik hareketiyle bir dakikada yaklaşık 188 saat mesafeyi keser. Yani saniyede yaklaşık 30 km, dakikada 1800 km. hızla, bu feza denizinde yüzüyoruz. Bizlerin 25 bin senede gidebileceğimiz bir mesafeyi, bir yılda tamamlıyor. Evet, bu küre-i arzın yakıtı hiç bitmiyor. Acaba bir sapan taşı gibi dünyayı döndüren Rabbimiz, Habibini (sav) şimşek gibi arşına çıkaramaz mı? Hem zaman izafi/göreceli bir kavramdır. Dünya semasın­da­ki güneşin çekimindeki ge­ze­gen­lerin dahi günleri ve yılları farklıdır. Güneşe en yakın Mer­kür’ün bir günü 58,7 dünya gününe denktir. 1 yılı da dünya yılına göre 88 gündür. Mesela Jüpiter’in bir günü 9 saat 50 dk. bir yılı ise 4332 gündür. Sesin hızıyla ışık, elektrik, ruh ve hayalin hızları hep farklı farklıdır. Dünya semasında dahi bu kadar farklı zamanlar varken, diğer sema katlarında, ulvi âlemlerde ne derece farklı zamanlar vardır kıyas götürmez. Mevla isterse Habibi (sav) için zamanı durdurur, zaman içinde zaman yaratır. Bir anda huzuruna aldırır. Allah Resulü (sav) miraçta neden 70 bin perde geçmiştir? Rabbimiz ayet-i kerimede, “Çünkü biz ona şah damarından daha yakınız”4 buyurmaktadır. Peki, bize şah damarımızdan daha yakın olan Rabbimizle görüşmek için neden Efendimizin (sav) 70 bin perde geçmesi gerekmiştir. Evet, Rabbimiz bize çok yakındır. Ama biz ondan nihayet derecede uzağız. Güneş temsili bu konuyu anlamak için güzel bir misal olacaktır. Güneş bizden 149 buçuk milyon km. uzaktadır. Hatta ışığın saniyedeki hızı küre-i arzı 7 buçuk kere dönebilecek kadar hızlıyken, bize güneşin ışınlarının ulaşması yaklaşık 8 dk. sürer. Bu ışınlar Dünya’ya ulaştıklarında halen güçlüdür. Ve eğer direk olarak bakılırsa gözlere zarar verebilir. Yani güneş bizden çok uzakta olmasına rağmen sıcaklığı, ışınları, aydınlığı, yedi rengiyle, radyoaktif ve radyasyon tesirleriyle çok yakındır. Biz Rabbimizden nihayetsiz uza­ğız fakat Rabbimiz kanunuyla, emriyle, nazarıyla, hükmüyle, ilmiyle, merhametiyle biz­lere her şeyden daha yakındır. Peygamberimiz (asm) Miraçta Allah’ı görmüş müdür? Bu meselede bir derece ihtilaf vardır. Ama Abdullah bin Abbas’ın içinde bulunduğu birçok sahabe gördüğünü ifade etmektedirler. Lakin keyfiyetini bilemeyiz. Şabi diyor ki: “Abdullah b. Abbas Arafat’ta Ka’b ile karşılaştı ve ondan bazı sorular sordu. Bunun üzerine Ka’b “Allah-ü Ekber” diye seslendi. Öyle ki, yankısı dağlardan geldi. Bunun üzerine Abdullah b. Abbas dedi ki: “Biz Haşimoğullarıyız.” Ka’b ise “Allah, görünmesiyle konuşmasını Muhammed ile Musa arasında taksim etti. Musa ile iki kere konuştu. Muhammed de onu iki kere gördü.”5 Ey şefkat ve rahmet peygamberi (sav)! Miraçta getirdiğin hediyeleri başımız gözümüz üstüne kabul ettik. Ey miracın sahibi (sav)! Bizlere, beşere, kâinata öyle bir hazine getirdin ki, insan rabbinin en nazlı bir sevgilisi oldu. Sen miraçta saadet-i ebediyenin anahtarını alıp bizlere hediye ettin. Bizleri Rabbi Rahimimizin afv ve mağfiretiyle müjdeledin. Sultan-ı Ezel ve Ebedin rızası olan gözünün nuru beş vakit namazı bizlere hediye ettin. Ve müjdelerin en değerlisi, en büyüğü olan ru’yet-i cemalullah (Allah’ın cemalini görmek) meyvesini hediye ettin. O kadar ulvi ma­kamlara çıkarken dahi kendinden geçmedin. “Ümmetî ümmetî” diye hep ümmetini düşündün. Ya Resulüllah (sav)! Sana hadsiz salat-ü selam olsun. Miracınızı tebrik ederim. Bu miracta da şu veciz cümle hafızamıza kaydolsun ve hayatımızda ma’kes bulsun inşallah: “Her zi-iman (iman sahibi) namazın ef’al ve erkanına fikrini bindirip, bir nevi miraç ile kâinatı arkasına atıp, huzura kadar gider.”6 Kaynaklar: 1- Elmalılı Hamdi Yazır, Necm suresinin 9. Ayeti2- Necm Suresi, 173- Sözler, s. 2524- Kaf Suresi, 165- Tirmizi, K. Tefsir el-Kur’an, Sure 53, Hadis, 32786- Sözler, s. 253

Hifa ÖZDEMİR 01 Mart
Konu resmiMiraç
İbadetTarihKültür ve Medeniyet

Mirac-ı Nebevi, Kur’an-ı Kerim’den ve mübarek şahsından sonra Peygamber Efendimizin en büyük mucizelerindendir. Her mümin miraç meselesi üzerinde, sadece mucize kabilinden değil, hakikat kabilinden ciddi bir şekilde durmalı ve miracın sırr-ı lüzumunu, hakikatini, hikmetlerini, semeratını idrak etmeye çalışmalıdır. Zira miracı anlamak; Rabbimizi, Peygamber Efendimizin (sav) manevi şahsiyetini, Kâinatın anlamını ve esma-i ilahiyenin kâinattaki tecellilerini, İnsanın kıymetini, Namazın kudsiyetini ve ehemmiyetini daha iyi anlamak gibi manalara gelir. Dolayısıyla pek çok hakikatin tezahürüne vesile olacak bir meseledir. 1400 yıllık İslam tarihinde miraç ile alakalı nice naatlar söylenmiş nice risaleler kaleme alınmıştır. Her söylenen hakikatli bir söz, merdiven basamaklarını bir üste yükseltir ki, bizim manevi miracımıza vesiledir. O söz sultanlarına duacıyız elbette. Bizim yeni bir söz söylemeye ne cüretimiz var ne de ona dair ilmimiz ve kabiliyetimiz var. Biz, söylenen sözlerden anladıklarımızı paylaşmak sadedinde bu yazıları kaleme alıyoruz. Bu vesileyle de taşların arasına sıkışıp kalmış bir çekirdeğin ufak bir gayretle toprakla buluşturulması misali satır aralarında kalmış ama hafifçe açıklandığında sümbül veren terim ve ibarelerin zihin tarlamıza ekilmesine de vesile olmak istiyoruz. Bu noktada muhatabımız öncelikle nefsimizdir, ardından miracı idrak etme niyetiyle bizimle beraber fikir seyahatine çıkan mümin kardeşimizdir. Miracı yanlış anlayan veya inkâr edenleri de zaman zaman muhatap aldığımız olacak elbette. Bu noktada Üstad Bediüzzamanın eşsiz eseri Miraç Risalesi ana eksenimiz olacak, mevzu onun etrafında şekillenecek. Tevfik Allah’tan. Mirac-ı Nebevi (asm) Bir işte başarılı olmak; o işin, usulüne uygun yapılmasıyla yakından alakalıdır. Her işin usulü olduğu gibi tebliğin de usulü vardır. Bir mevzu anlatılırken muhatabın durumu, tebliğ usulü açısından önemlidir. Bilhassa imanın erkânları ve İslam’ın esasları anlatılırken usul daha da önem arz eder. Nitekim tarih boyunca iyi niyetli ama usulsüz tebliğlerden dolayı insan kaybımızın çok olduğu acı bir gerçektir. Onun için Üstad Bediüzzaman Hazretleri imanın erkânında şüpheleri olan bir kişiye miraç anlatılmaz diyor. Anlatılsa ne olur? İslamiyet’in; masallarla dolu, hurafe bir din gibi algılanmasına sebep olur. Muhatap iman edecekse de o kapının kapanmasına sebep olabilir. Mesela, kader konusu da böyledir. Kader, imanın erkânındandır fakat Allah’ı bilmeyen, ibadette muvaffakiyeti olmayan, ma’siyete (günahlara) gerekli hassasiyeti olmayan kişilere doğrudan kaderi anlatmak, onun kaderi inkâr etmesine sebep olur ki; kaş yapayım derken göz çıkarmak deyimi tam da budur. Öyle ise usulü iyi takip etmek gerekir. Tevhid, haşir, nübüvvet öne alınmalı sonrasında muhatabın durumuna göre mevzular takip edilmelidir. Zira temel iyi atılırsa üzerini inşa etmek kolay olur. Diğer mevzular bu sağlam temelden kuvvet alırlar. Olan Olmuştur İsrâ ve miraç hadisesi, Hz. Hatice ile Ebu Talib’in vefatlarını takip eden dönemde, hicretten bir veya bir buçuk yıl önce (27 Receb 620) meydana gelmiştir.1 Miraç, genel bir kavramdır. Miraç hadisesinin iki bölümü vardır: İsra ve miraç. Ayette geçen “esra” ifadesi gece yürüyüşü manasındadır.2 Çünkü dilciler “esra” ile “sera” fiilinin aynı manaya geldiğini söylemişlerdir.3 Miraç ise sanki manevi bir asansörle4 yükselmek, yükseğe çıkmak anlamlarına gelmektedir.5 Bu tanımlamalara göre; Peygamber Efendimizin (sav) ruhen ve cismen Burak isimli binekle Hz. Cebrail ile birlikte Mescid-i Haram’dan Mescid-i Aksa’ya kadar yapmış olduğu gece yolculuğuna isra denilir. Mescid-i Aksa’dan miraç ile (manevi merdiven) yedi kat semaya, ta sidre-i müntehaya çıkması, burada Hz. Cebrail’i arkada bırakıp Ref Ref denilen semavi binekle ta Kab-ı Kavseyne ulaşıp Rabbimizin kelamına ve ru’yetine müşerref olmasına miraç denilir. Rabbimiz bu ayet-i kerimeye kendisinin sübhaniyeti ile başlıyor. Hatta sureye böyle başlıyor. Zira sübhan; Cenab-ı Hakk’ın zatında, sıfatlarında, esmasında ve ef’alinde bütün kusurlardan ve noksanlıklardan münezzeh olduğunu, bütün kemal sıfatlarla muttasıf olduğunu ifade eder. Biz bir şeye şaşırdığımız zaman sübhanallah deriz. Zira bizim şaşırdığımız şeyi sübhan olan Allah gayet kolay yap­­maktadır. Aynen öyle de Rab­­bi­miz yıldızları, gezegenleri sa­pan ta­şı gibi çevirdiği ve ida­re etti­ği gi­bi Habib-i Edibini (sav), Mes­cid-i Haram’dan Mes­cid-i Ak­­sa’­ya götürebilir ve gö­tür­müş­tür. Çünkü o sübhandır. Ehl-i sünnet ulaması miracın Mescid-i Haram’dan Mescid-i Aksa’ya kadar olan kısmını yani “isra”yı inkârın küfür olacağını belirtmişlerdir. Çünkü Kur’an-ı Kerim’de “isra” olayı açıkça anlatıldığı için onu inkâr eden açık olan bir Kur’an ayetini inkâr etmiş olur. 6 Müsteşrikler (oryantalistler) yüz­­yıllardır hep miraç mucizesi­ni inkâr için çaba sarf ettiler. Çün­kü miracı kabul etmiş olsalardı, Peygamber Efendimizin (sav) diğer peygamberlerden üs­tün­­lüğünü de kabul etmeleri ge­­re­­­kirdi. Çünkü mantık bu­nu iktiza eder. Bunu bildikleri için miracın gerçekleşmediğine dair sürekli görüş ileri sürdüler. Müs­­­teş­rikler, Müslüman ol­ma­dık­­ları için onları anlamak bir de­rece mümkün. Peki, bu kadar açık ayet olmasına rağmen miracı kabul etmeyen Müslümanların niyetleri ne ola­bilir, onu fe­ra­setinize havale ediyoruz. Miraç Hakikattir اِنَّهُ deki “o” zamiri Rabbimize raci’ olmakla beraber aynı za­manda Allah Resulü’ne de işa­ret eder. Eğer bu mana olmazsa gayet bedihî bir malumu i’lam (bilineni bildirme) ka­bi­lin­den olur ki belâgate uy­gun gelmez. Bediüzzaman Haz­ret­­leri bu kaideyi şöyle açık­lı­yor: İnsan rızka çok mübtela ol­­du­ğu için, rızka çalışmak ba­hanesini, ubudiyete mani teveh­hüm edip kendine bir özür bulmamak için, ayet-i kerime diyor ki: “Siz ubudiyet için halk olunmuşsunuz. Netice-i hilkatiniz ubudiyettir. Rızka çalışmak, emr-i İlahî noktasında bir nevi ubudiyettir. Benim mahlûkatım ve rızıklarını deruhte ettiğim nefisleriniz ve iyâliniz ve hayvanatınızın rızkını tedarik etmek, adeta bana ait rızık ve it’âmı ihzar etmek için yaratılmamışsınız. Çünkü Rezzak benim. Sizin müteallikatınız olan ibâdımın rızkını ben veriyorum. Siz bunu bahane edip ubudiyeti terk etmeyiniz.” Eğer bu mana olmazsa, Cenâb-ı Hakk’a rızık vermek ve it’âm etmek muhâliyeti bedihî ve malum olduğundan, ilâm-ı ma­lum kabilinden olur. İlm-i be­lâgatte bir kaide-i mukarreredir ki, bir kelâmın manası malum ve bedihî ise, o mana murad değil, onun bir lâzımı, bir tâbii muraddır. Meselâ, sen birisine desen, “Sen hafızsın”; o, malu­munu ilâm kabilinden olur. De­mek maksud manası budur ki, “Ben senin hafız oldu­ğunu bi­li­yorum. Bildiğimi bilmediği için ona bildiriyorum.” İşte, bu kaideye binaen ayet, Cenâb-ı Hakk’a rızık vermeyi ve it’âm etmeyi nefyetmekten kinaye olan mana şudur: “Bana ait olup ve rızıklarını taah­hüt ettiğim mahlûkatıma rızık yetiştirmek için halk olunmamışsınız. Belki asıl vazifeniz ubudiyettir. Evamirime göre rızka çabalamak da bir nevi ibadettir.” İşte i’câz-ı Kur’ân’ın belâgatine göre; اِنَّهُ deki “o” zamiri Rabbimize raci’ olmakla beraber aynı zamanda Allah Resulüne de işaret eder. Ebu’l Bekanın naklettiğine göre tefsirciler zamirin Peygamberimize de işaret ettiğini söyleyerek ayete şöyle mana vermişlerdir: “Gerçekten sözümüzü (doğrudan) işiten ve zatımızı gören O’dur.”7 Namaz Metinde geçen “seyahat-i cüz’ iyeden murad, seyahatin küçüklüğü veya önemsizliği manasına değildir. Miraç, zahiren Peygamber Efendimiz (sav)’in ferdi bir seyahati gibidir. Fakat o seyahat o kadar geniş ve o kadar umumidir ki, akl-ı beşer idrakinden acizdir. Zira Resul-ü Ekrem Efendimizin (sav) Mescid-i Aksa’da bütün peygamberlere namaz kıldırması, onların varis-i mutlakı olduğunun şehadetiyle bu seyahate başlaması meselenin külliyetine işarettir. Akabinde bütün sema tabakalarını, Kürsi’yi ve Arş-ı Azam’ı gezerek, mülk ve melekûtu temaşa ederek oralarda esma-i İlahiyenin tecellilerini görmesi, ta Sidre-i Münteha’ya ta Kab-ı Kavseyn’e çıkıp bütün mahlûkatı temsilen Rabbimizle görüşmesi ve ondan marziyyatı ile ilgili emirlerle dönmesi seyahatin ne kadar şümullü olduğunu gösterir. Yani miraç, zahirde Peygamberimiz (asm)’in ferdi bir seyahati gibi görünürken, hakikatte bütün kâinata taallûk eden bir emanet beraberindedir. Hem şu kâinatın rengini değiş­­ti­­­re­cek bir nur beraberdir. Hem saa­det-i ebediyenin kapı­sı­nı aça­cak bir anahtar beraberdir. Mü­minlere namaz ile miraç yo­lu­nu açan külli ve umumi bir seya­hattir. Kaynaklar: 1400 yıllık İslam tarihinde miraç ile alakalı nice naatlar söylenmiş nice risaleler kaleme alınmıştır. Her söylenen hakikatli bir söz, merdiven basamaklarını bir üste yükseltir ki, bizim manevi miracımıza vesiledir. O söz sultanlarına duacıyız elbette. Bizim yeni bir söz söylemeye ne cüretimiz var ne de ona dair ilmimiz ve kabiliyetimiz var. Biz, söylenen sözlerden anladıklarımızı paylaşmak sadedinde bu yazıları kaleme alıyoruz. Bu vesileyle de taşların arasına sıkışıp kalmış bir çekirdeğin ufak bir gayretle toprakla buluşturulması misali satır aralarında kalmış ama hafifçe açıklandığında sümbül veren terim ve ibarelerin zihin tarlamıza ekilmesine de vesile olmak istiyoruz. Bu noktada muhatabımız öncelikle nefsimizdir, ardından miracı idrak etme niyetiyle bizimle beraber fikir seyahatine çıkan mümin kardeşimizdir. Miracı yanlış anlayan veya inkâr edenleri de zaman zaman muhatap aldığımız olacak elbette. Bu noktada Üstad Bediüzzamanın eşsiz eseri Miraç Risalesi ana eksenimiz olacak, mevzu onun etrafında şekillenecek. Tevfik Allah’tan. Mirac-ı Nebevi (asm) Bir işte başarılı olmak; o işin, usulüne uygun yapılmasıyla yakından alakalıdır. Her işin usulü olduğu gibi tebliğin de usulü vardır. Bir mevzu anlatılırken muhatabın durumu, tebliğ usulü açısından önemlidir. Bilhassa imanın erkânları ve İslam’ın esasları anlatılırken usul daha da önem arz eder. Nitekim tarih boyunca iyi niyetli ama usulsüz tebliğlerden dolayı insan kaybımızın çok olduğu acı bir gerçektir. Onun için Üstad Bediüzzaman Hazretleri imanın erkânında şüpheleri olan bir kişiye miraç anlatılmaz diyor. Anlatılsa ne olur? İslamiyet’in; masallarla dolu, hurafe bir din gibi algılanmasına sebep olur. Muhatap iman edecekse de o kapının kapanmasına sebep olabilir. Mesela, kader konusu da böyledir. Kader, imanın erkânındandır fakat Allah’ı bilmeyen, ibadette muvaffakiyeti olmayan, ma’siyete (günahlara) gerekli hassasiyeti olmayan kişilere doğrudan kaderi anlatmak, onun kaderi inkâr etmesine sebep olur ki; kaş yapayım derken göz çıkarmak deyimi tam da budur. Öyle ise usulü iyi takip etmek gerekir. Tevhid, haşir, nübüvvet öne alınmalı sonrasında muhatabın durumuna göre mevzular takip edilmelidir. Zira temel iyi atılırsa üzerini inşa etmek kolay olur. Diğer mevzular bu sağlam temelden kuvvet alırlar. Olan Olmuştur İsrâ ve miraç hadisesi, Hz. Hatice ile Ebu Talib’in vefatlarını takip eden dönemde, hicretten bir veya bir buçuk yıl önce (27 Receb 620) meydana gelmiştir.1 Miraç, genel bir kavramdır. Miraç hadisesinin iki bölümü vardır: İsra ve miraç. Ayette geçen “esra” ifadesi gece yürüyüşü manasındadır.2 Çünkü dilciler “esra” ile “sera” fiilinin aynı manaya geldiğini söylemişlerdir.3 Miraç ise sanki manevi bir asansörle4 yükselmek, yükseğe çıkmak anlamlarına gelmektedir.5 Bu tanımlamalara göre; Peygamber Efendimizin (sav) ruhen ve cismen Burak isimli binekle Hz. Cebrail ile birlikte Mescid-i Haram’dan Mescid-i Aksa’ya kadar yapmış olduğu gece yolculuğuna isra denilir. Mescid-i Aksa’dan miraç ile (manevi merdiven) yedi kat semaya, ta sidre-i müntehaya çıkması, burada Hz. Cebrail’i arkada bırakıp Ref Ref denilen semavi binekle ta Kab-ı Kavseyne ulaşıp Rabbimizin kelamına ve ru’yetine müşerref olmasına miraç denilir. Rabbimiz bu ayet-i kerimeye kendisinin sübhaniyeti ile başlıyor. Hatta sureye böyle başlıyor. Zira sübhan; Cenab-ı Hakk’ın zatında, sıfatlarında, esmasında ve ef’alinde bütün kusurlardan ve noksanlıklardan münezzeh olduğunu, bütün kemal sıfatlarla muttasıf olduğunu ifade eder. Biz bir şeye şaşırdığımız zaman sübhanallah deriz. Zira bizim şaşırdığımız şeyi sübhan olan Allah gayet kolay yap­­maktadır. Aynen öyle de Rab­­bi­miz yıldızları, gezegenleri sa­pan ta­şı gibi çevirdiği ve ida­re etti­ği gi­bi Habib-i Edibini (sav), Mes­cid-i Haram’dan Mes­cid-i Ak­­sa’­ya götürebilir ve gö­tür­müş­tür. Çünkü o sübhandır. Ehl-i sünnet ulaması miracın Mescid-i Haram’dan Mescid-i Aksa’ya kadar olan kısmını yani “isra”yı inkârın küfür olacağını belirtmişlerdir. Çünkü Kur’an-ı Kerim’de “isra” olayı açıkça anlatıldığı için onu inkâr eden açık olan bir Kur’an ayetini inkâr etmiş olur. 6 Müsteşrikler (oryantalistler) yüz­­yıllardır hep miraç mucizesi­ni inkâr için çaba sarf ettiler. Çün­kü miracı kabul etmiş olsalardı, Peygamber Efendimizin (sav) diğer peygamberlerden üs­tün­­lüğünü de kabul etmeleri ge­­re­­­kirdi. Çünkü mantık bu­nu iktiza eder. Bunu bildikleri için miracın gerçekleşmediğine dair sürekli görüş ileri sürdüler. Müs­­­teş­rikler, Müslüman ol­ma­dık­­ları için onları anlamak bir de­rece mümkün. Peki, bu kadar açık ayet olmasına rağmen miracı kabul etmeyen Müslümanların niyetleri ne ola­bilir, onu fe­ra­setinize havale ediyoruz. Miraç Hakikattir اِنَّهُ deki “o” zamiri Rabbimize raci’ olmakla beraber aynı za­manda Allah Resulü’ne de işa­ret eder. Eğer bu mana olmazsa gayet bedihî bir malumu i’lam (bilineni bildirme) ka­bi­lin­den olur ki belâgate uy­gun gelmez. Bediüzzaman Haz­ret­­leri bu kaideyi şöyle açık­lı­yor: İnsan rızka çok mübtela ol­­du­ğu için, rızka çalışmak ba­hanesini, ubudiyete mani teveh­hüm edip kendine bir özür bulmamak için, ayet-i kerime diyor ki: “Siz ubudiyet için halk olunmuşsunuz. Netice-i hilkatiniz ubudiyettir. Rızka çalışmak, emr-i İlahî noktasında bir nevi ubudiyettir. Benim mahlûkatım ve rızıklarını deruhte ettiğim nefisleriniz ve iyâliniz ve hayvanatınızın rızkını tedarik etmek, adeta bana ait rızık ve it’âmı ihzar etmek için yaratılmamışsınız. Çünkü Rezzak benim. Sizin müteallikatınız olan ibâdımın rızkını ben veriyorum. Siz bunu bahane edip ubudiyeti terk etmeyiniz.” Eğer bu mana olmazsa, Cenâb-ı Hakk’a rızık vermek ve it’âm etmek muhâliyeti bedihî ve malum olduğundan, ilâm-ı ma­lum kabilinden olur. İlm-i be­lâgatte bir kaide-i mukarreredir ki, bir kelâmın manası malum ve bedihî ise, o mana murad değil, onun bir lâzımı, bir tâbii muraddır. Meselâ, sen birisine desen, “Sen hafızsın”; o, malu­munu ilâm kabilinden olur. De­mek maksud manası budur ki, “Ben senin hafız oldu­ğunu bi­li­yorum. Bildiğimi bilmediği için ona bildiriyorum.” İşte, bu kaideye binaen ayet, Cenâb-ı Hakk’a rızık vermeyi ve it’âm etmeyi nefyetmekten kinaye olan mana şudur: “Bana ait olup ve rızıklarını taah­hüt ettiğim mahlûkatıma rızık yetiştirmek için halk olunmamışsınız. Belki asıl vazifeniz ubudiyettir. Evamirime göre rızka çabalamak da bir nevi ibadettir.” İşte i’câz-ı Kur’ân’ın belâgatine göre; اِنَّهُ deki “o” zamiri Rabbimize raci’ olmakla beraber aynı zamanda Allah Resulüne de işaret eder. Ebu’l Bekanın naklettiğine göre tefsirciler zamirin Peygamberimize de işaret ettiğini söyleyerek ayete şöyle mana vermişlerdir: “Gerçekten sözümüzü (doğrudan) işiten ve zatımızı gören O’dur.”7 Namaz Metinde geçen “seyahat-i cüz’ iyeden murad, seyahatin küçüklüğü veya önemsizliği manasına değildir. Miraç, zahiren Peygamber Efendimiz (sav)’in ferdi bir seyahati gibidir. Fakat o seyahat o kadar geniş ve o kadar umumidir ki, akl-ı beşer idrakinden acizdir. Zira Resul-ü Ekrem Efendimizin (sav) Mescid-i Aksa’da bütün peygamberlere namaz kıldırması, onların varis-i mutlakı olduğunun şehadetiyle bu seyahate başlaması meselenin külliyetine işarettir. Akabinde bütün sema tabakalarını, Kürsi’yi ve Arş-ı Azam’ı gezerek, mülk ve melekûtu temaşa ederek oralarda esma-i İlahiyenin tecellilerini görmesi, ta Sidre-i Münteha’ya ta Kab-ı Kavseyn’e çıkıp bütün mahlûkatı temsilen Rabbimizle görüşmesi ve ondan marziyyatı ile ilgili emirlerle dönmesi seyahatin ne kadar şümullü olduğunu gösterir. Yani miraç, zahirde Peygamberimiz (asm)’in ferdi bir seyahati gibi görünürken, hakikatte bütün kâinata taallûk eden bir emanet beraberindedir. Hem şu kâinatın rengini değiş­­ti­­­re­cek bir nur beraberdir. Hem saa­det-i ebediyenin kapı­sı­nı aça­cak bir anahtar beraberdir. Mü­minlere namaz ile miraç yo­lu­nu açan külli ve umumi bir seya­hattir. Kaynaklar: 1- İbn-i Kesir, 4650, 4671/C.9,  Asım Köksal, c. 1, s. 540.2- El-Câmiʿ li-Aḥkâmi’l-Kur’ân, İmam Kurtubî, İsra Suresi, Buruc Yayınları 3- F. Razi, Tefsir-i Kebir, c. 14, s. 388, Huzur Yay.4- Elmalılı Tefsiri, Hak Dini Kur’ an Dili, c. 5, s. 290. Azim Dağıtım, 2007.5- Köksal, Asım, Hz. Muhammed ve İslamiyet, c. 1-2, s. 539.6- Kadı İyaz, Şifa-i Şerif, Tercüme: Mehmet Yaşar Kandemir, Tahlil Yayınları,7. Baskı, Eylül, İstanbul, s. 372. 7- Elmalılı Tefsiri, Hak Dini Kur’ an Dili, c. 5, s. 283. Azim Dağıtım, 2007.

Mustafa YANKIN 01 Mart
Konu resmiKuantum Düşünce ve İslam
Kültür ve Medeniyet

Kuantum Düşünce, kontrolün tamamen insanın elinde olduğuna insanı inandırmaya çalışan, insanın düşündüğü ya da hayal ettiği her şeyi (sınırsızca) gerçekleştirebileceğini ona salık veren, istediği her şeyi hayatına çekebilecek bir gücü olduğunu iddia eden, kulağa hoş gelmekle birlikte pratik dünyada birçok İlahî hikmetle çelişen bir muhteveya sahiptir.  “Ey insan! Bil ki, insanların ağzından çıkan ve dinsizliği işmam eden dehşetli kelimeler var; ehl-i iman bilmeyerek istimal ediyorlar. Mühimlerinden üç tanesini beyan edeceğiz. Birincisi: Evcedethü’l-esbab, yani, Esbab bu şeyi icad ediyor. İkincisi: Teşekkele binefsihî, yani, Kendi kendine teşekkül ediyor, oluyor, bitiyor. Üçüncüsü: İktezathü’t-tabiat, ya­ni, tabiîdir, tabiat iktiza edip icad ediyor.” (Yirmi üçüncü Lem’a) İmam-ı Azam Hazretleri, “Âlimin en büyük alameti, yaşa­dığı asrı tanımasıdır” demiş. Âlimin ilmî vukufiyeti, yeterliliği, zeka ve hafızası gibi çok bilindik vasıflarından ziyade yaşadığı asrı tanımlayabilmesi, yaşadığı asrı doğru okuyabilmesi, tabiri caiz ise yaşadığı asrın ruhunu görmesi, o âlimin ortaya koyacağı hizmet ve eserlerin ve vereceği mücadelenin ana fikrini, yönünü ve gayesini belirleyecek en amil unsurdur. Bediüzzaman Hazretleri de yaşamış olduğu asrın özellikle düşünce cephesinde yuvalanan felsefî nazariyelerinin ne tür hasarlara neden olduğunu/olacağını müdakkik bir nazarla tespit etmiş, bunların neticesinde ehl-i imanın maruz kaldığı itikadî sarsıntıların önünü almak, yaşanan tahribatın giderilmesi ve gerekli olan tamiratın yapılabilmesi için tüm hayatını vakfettiği eşsiz bir mücadeleyi ortaya koymuştur. Bediüzzaman Hazretleri bir taraftan ehl-i sünnetin itikadî özünü muhafazaya çalışırken, diğer yandan özellikle batıda gelişen düşünce felsefelerinin neredeyse her şubesine (mater­yalizm, natüralizm, determinizm ve sekülerizm vs.) çok yüksek tonda ve rasyonel bir yöntem ile cevaplar vermiş ve gelinen noktada küfre (hakikati örtmek, Allah’ı (cc) inkar etmek) çanak tutup onu hakim kılmaya çalışan söz konusu felsefî cereyanların tamamını kelimenin tam anlamıyla yerle bir etmiştir. “Tesadüf, şirk ve tabiattan teşekkül eden fesat şebekesinin âlem-i İslam’dan nefiy ve ihracına, Risale-i Nur’ca verilen karar infaz edilmiştir.” (Mesnevi-i Nuriye) Günümüzde yine insanların dilinde çoklukla dolaşan, medya ve internet gibi çok çeşitli güçlerle her geçen gün popülerliği artırılıp sürekli parlatılan bir kavram ve o kavrama bağlanarak geliştirilmeye çalışılan çok tehlikeli bir akım var; Kuantum ya da Kuantum Düşünce. Neredeyse tüm kişisel gelişim çalışmalarında (kitap, seminer, video) o kadar çok duyulan ve duyulmasının çokluğundan do­la­yı insanlar tarafından merak edilen ama tam olarak anlaşıl­madığı için de yanlış bir takım algı, zan ve fikirlerin oluşmasına sebep olan kuantum yada kuantum düşünce nedir? Öncelikle bu kelimeyi fizik dünyasında kullanan ilk isim Einstein’dır. Kelimenin anlamı, parçacıktır. Newton ile temelleri atılan fiziğin, Einstein tarafından parçacık seviyesinde incelenerek yeni bir takım yasaları keşfetmesi ile Newton’un temellerini attığı fiziğe “Mekanik Fizik”, Einstein ile başlayan sürece de “Kuantum Fiziği” denmiştir. Newton, maddeyi ele alırken ağırlık, hacim ve kütle gibi özellikleri ile Einstein ise atom, atom altı parçacıklar (elektron, proton, kuark ve foton gibi) ile ele almıştır. Tabi burada teknolojik gelişmelerin atom altı dünyayı izleme ve gözleme imkânını vermesi de göz ardı edilmemeli. Newton, ağırlığı ve hacmi yani kütlesel değeri olan bir maddeye uygulanacak olan ölçülebilir bir güç ile yaşanacak değişmelerden bahsederken, Einstein ise bir maddeye ısı verdiğimizde atom altı parçacıkların mesela elektronların mevcut yörüngelerini terk ederek öngörülemeyen sıçramalar yaşadıklarını gözlemlemiştir. Üstelik atom altı dünya gözlenmeye başladığında parçacıkların, gözlendiklerini fark edercesine başka türlü davranmaları da konuyu içten içe karmaşık hale getirmiştir. Zira bilim, aynı deneylerde aynı öge ve uyaranların hep aynı sonucu verebilmesi durumunda bir disiplinden bahsedebilme ahlakı sayıldığından, kuantum dünyası bu anlamda tamamen bilimi çaresiz bırakmıştır. Üstelik maddenin parçacıklardan mı yoksa dalgalardan mı oluştuğu konusu da yıllarca tartışılmış, sonunda atom altı dünyanın bazen parçacık bazen de dalga gibi davrandığı gözlemlenmiştir. Daha bunlara, dolanıklık ilkesi, belirsizlik yasası ve çifte yarık deneyi gibi konuları eklemiyoruz. Hulasa, insan atom altı dünyanın ve o dünyadaki parçacıkların başlı başına bir kâinat gibi göründüğünü fark ettiğinde, aslında kendisinin ne kadar cahil ve aciz olduğunu fark etmiş ama bunu cesur bir şekilde itiraf edememiştir. Peki, çok zeki hatta dâhi seviyesindeki bu insanlar neden gözlemledikleri, inceledikleri ve deneyledikleri bu konuda tam bir ittifak edememiştir. Asrını ve asrındaki insanların belki de tüm zihinlerini tüm dehlizleri ile idrak etmiş olan Bediüzzaman Hazretleri ile bu manzaraya bakalım. Cenâb-ı Hakk’ın masivası­na (yani kâinata ve içindeki­lere) mana-yı harfiyle ve onun hesabına bakmak lâ­zım­­dır. Mana-yı ismiyle ve es­bab hesabına bakmak hatadır. (Mesnevi-i Nuriye) Eğer siz zerreye zerre hesabına bakarsanız, zerre size kendisi hakkında tek bir şey söyleyebilir. Mahiyetim budur, yönüm şudur. Ama zerreye o zerrenin sahibi adına bakarsanız, o zaman size kendi mahiyet ve vazifeleri ile birlikte, kendisine o vücudu veren bir Mucidi, kendisine hayat veren ve onu hareket halinde tutan bir Hayyu Kayyumu, kendi minicik vücudundaki sanat ve şekil ile Sani’ ve Musavviri vs. işaret edecek ve “Benim bir malikim var, hem öyle bir malik ki, bütün kainat onun tasarrufunda, ben onun adı ile âlemin her bir köşesinde her türlü işe koşabilir, ilk defa girdiğim bir bedende mahir bir usta gibi çalışabilir ve elsiz, ayaksız, gözsüz ve kulaksız şu halimle, lisan-ı halimle ve la havle ve la kuvvete illa billahi’l aliyyi’l azim der, Vacibü’l-Vücud olan Rabbimin emirber bir neferi olarak faaliyet gösteririm” der. “Evet, her şeyin iki ciheti vardır. Bir ciheti Hakk’a bakar. Diğer ciheti de halka bakar. Halka bakan cihet, Hakk’a bakan cihete tenteneli bir perde veya şeffaf bir cam parçası gibi, altında Hakk’a bakan cihet-i isnadı gösterecek bir perde gibi olmalıdır.” (Mesnevi-i Nuriye) Kuantum Fizikçileri, maddeye mana-yı ismiyle baktığı için yani esbaba hasr-ı nazar ettikleri için orada boğulmuşlardır. Çünkü yine Bediüzzaman Hazretleri “Ve keza nazar ile niyet, mahiyet-i eşyayı tağyir eder” (Mesnevi-i Nuriye) diyerek, aslında söz konusu fizikçilerin niyet ve nazarlarındaki karışıklığın, gözlemledikleri her şey ve süreçte karşılarına “karışıklık” olarak çıkmasına neden olduğunu bizlere göstermektedir. Bu noktanın çok iyi anlaşılması gerekir. Maddeye maddenin hatırına ve hesabına baktığınızda madde, maddî bir dil kullanacaktır; maddî dil kesiftir ve aydınlatıcı bir mahiyeti yoktur. Ama maddeye mana adına, manası adına baktığınızda -ki bu oradaki hikmete talip olmak demektir- o zaman madde manevî bir dil kullanacaktır; manevî dil aydınlatıcıdır, ihya ve irşad edicidir. Burada tüm deneysel/tecrübî süreçleri etkileyen en büyük değişken, inceleyen ve gözlemleyenin niyeti ve oraya hangi nazarla baktığıdır. Bu konuda belki daha masum ve daha objektif sayabileceğimiz bir çalışmayı Japon bilim insanı Masaru Emoto yapmıştır. Masaru Emoto, Fujiwara barajından aldığı -20 santigrat dereceye kadar dondurduğu steril suyu, içine koyduğu kapların üzerine aklî uyaran olarak nitelediği farklı sözcükler ve cümleler yapıştırmış ve onları bir müddet bekletmiştir. Daha sonra karanlık alan görüntüleme tekniği ile üzerinde güzel sözlerin olduğu (aşk, sevgi, seni seviyorum gibi vs.) suların moleküler yapısında çok güzel şekillenmeler ve parlamalar gözlemlerken, üzerinde kötü sözlerin olduğu (nefret, seni öldürmek istiyorum gibi vs.) suların moleküler yapısında ise kötü bir manzara, şekilsizlik ve büzüşmeler gözlemlemiştir. Burada, gözlemcinin iyi ve kötü niyetine karşı atom altı dünyanın verdiği tepkileri görmekteyiz. Ama siz belirsiz bir niyet ile yani ne aradığını bilmeyen ve net olamamış bir nazarla maddeye ve eşyaya baktığınızda, tıpkı sizdeki gibi bir belirsizlik veya karışıklık göreceksiniz. Mesela Hz. İbrahim (as) Rabbini aramak için başlattığı tefekkür yolculuğunda önce yıldızları, sonra ayı, daha sonra güneşi Rabbi sayarak/sanarak gerçekleştirdiği mütalaasında netice olarak “Batanları sevmem!” diyerek “Ben yüzümü tamamen gökleri ve yeri yoktan var edene çevirdim ve ben asla Allah’a ortak koşanlardan değilim” (En’am, 79) buyurmuştur. Yani, âleme (ister mikro âleme, ister makro âleme) hangi nazar ve niyet ile bakarsanız size onun hakikati ihsan edilir. Kâinat, rahmaniyetin bir tecellisi olarak âdil ve objektif bir dil ile konuşur, zira burası imtihan diyarıdır. Sizin niyetiniz, kâinatın size söyleyeceği sözlerin vereceği mesajların içeriğini tayin eder. Mesela bir sivrisinek, ona bakışınıza göre mesaj değeri değişen bir mahlûktur. Cenab-ı Hak Bakara suresi 26. ayette, bu konuyu vazıh bir surette beyan etmiştir: Şübhesiz ki Allah, (kullarına doğru yolu göstermek için) bir sivrisineği, (hatta küçüklük ve kıymetsizlikte) ondan da öte (daha aşağı) bir şeyi misal getirmekten çekinmez. Ama iman edenler, bunun Rablerinden (gelen) hak olduğunu hemen bilirler. İnkâr edenlere gelince: “Şimdi Allah, misal olarak bununla neyi murâd etti?” derler. (Allah,) onunla birçok kimseyi dalâlete atar, birçok kimseyi de hidayete erdirir. Fakat onunla ancak fâsıkları dalâlete düşürür. Kâinat ile ilgili bu fizik algısına bağlı olarak geliştirilen ve özel bir “Think Tank” (düşünce kuruluşu) çalışması olduğunu düşündüğüm ve ayrıca felsefî bir yorum olarak oluşturulan “kuantum düşünce” ise son derece seküler bir mantık ile kurgulanmış ve Bediüzzaman Hazretlerinin yirmi üçüncü Lama’da dile getirdiği dinsizliği işmam eden (çağrıştıran) dehşetli kelimeler ve ibarelerle dolu bir konsepti/kavramı ifade etmektedir. Âlemi mekanik ve tamamen maddî bir yapı olarak algılayan bu bakış açısı, insanın bu yapıya istediği şekilde hükmedebileceğini, ona istediği şekli verebileceğini, sonuç olarak istediği her şeyi gerçekleştirebileceğini iddia etmektedir. Tabiri caiz ise insanı firavunlaştıran ve onu bir kibir abidesine dönüştüren, “imkânsız diye bir şey yoktur” yalanına inanmış zavallı birine dönüştürmektedir. Kuantum Düşünce, kontrolün tamamen insanın elinde olduğuna insanı inandırmaya çalışan, insanın düşündüğü ya da hayal ettiği her şeyi (sınırsızca) gerçekleştirebileceğini ona salık veren, istediği her şeyi hayatına çekebilecek bir gücü olduğunu iddia eden, kulağa hoş gelmekle birlikte pratik dünyada birçok İlahî hikmetle çelişen bir muhteveya sahiptir. Uykusu geldiğinde göz kapaklarına hâkim olamayan, tuvalet ihtiyacı olduğunda bağırsaklarındaki baskıya dayanamayan, bastığı zeminin tezelzülünden endişeli, gözle görünemeyecek kadar küçük bir virüs karşısında çaresiz kalan, yorulan, hastalanan, yaşlanan ve mukadder olarak ölen insana esas itibarıyla onu Yaradanına yakınlaştıracak kıymettar bir acizliğin ve manidar bir fakirliğin sahibi olduğunu unutturmak, kuantum düşüncenin en sinsi amaçlarındandır. Çünkü insan acz ve fakr denilen iki nuranî kanatla makam-ı âlâ-yı ubudiyete yükselme istidadında yaratılmıştır. Peki, kuantum gibi ilmî bir kelimenin yanına düşünce kelimesini getirerek oluşturulan bu felsefî konseptin içini, insanı, onu yaratan kudreti nihayetsiz sahibinden uzaklaştıracak bir şekilde doldurmayı kim neden istedi? Bu yaklaşımı kim, ya da hangi akıl organize etti? Şeytanın en büyük maksadı insana yaratılış gayesini unutturmak, insanı Rabbinden yüz çevirterek kendi heves ve arzularına göre yaşamasını sağlamaya çalışmaktır. İnsanın istediği gibi bir hayatı yaşaması ise, hayatına yönelik her türlü müdahaleyi reddetmesi, kendi hayatının efendisi olmak için her türlü otoriteyi yok sayması ve sonuç olarak da kendi hevâsını kendisine ilah etmesi ile mümkündür. Varlığını bu gayeye hasreden şeytan, insanlığın kolektif aklına ilkâ ettiği bir takım vesveseler ile bu ve buna benzer düşüncelerin insanın “yaşam modeli” olmasını sağlamayı he­deflemektedir. Asıl yaratılış amacı, Rabbini bulmak, bilmek ve ona kul olmak olan insanı (Öyle ise, insanın vazife-i asliyesi, îmân ve duadır. [23. Söz]) bu eksenden doğrudan veya dolaylı bir şekilde uzaklaştırmayı isteyen her türlü fikir, akım, düşünce, felsefe, inanış ve yönelimler şeytanîdir. Ama o kadar masum bir kisve ile sunulmaktadır ki, birçok insan buradaki tehlikeyi görememektedir. Mesela kuantum düşünce öğretilerinde bir üst bilinçten bahsedilirken, “Siz ona isterseniz bir üst bilinç deyin, isterseniz evren deyin, isterseniz kozmik zekâ deyin ya da tanrı deyin fark etmez.” diyerek bu yaklaşımın yaratıcıyı yok saymadığını da ihsas etmeye çalışmaktadır. Oysa yaratıcı ile algı ya da inanç oluşturulurken hiçbir şeyin ona alternatif olabilmesi mümkün değildir. Allah’ı bırakıp da, haklarında (Allah’ın) bir delil indirmediği ve haklarında bilgi sâhibi ol­­madıkları şeylere tapıyorlar. Hâl­­buki o zalimlerin, hiçbir yar­­dımcısı yoktur. (Hac suresi, 71) Evren denilen şey katı, sıvı, gaz ve plazma formundaki elementlerden oluşturulmuş bir yapıdır. Hiçbir akıl, ilim, irade, şefkat vb. gibi özelliği olmayan bu yapının karşısına insanı çıkarıp, evren hiçbir mesajı veya dileği karşılıksız bırakmaz, evren disiplini sever, evren hızı sever gibi mana yüklemeleriyle evreni bir ilah gibi sunmak kuantum düşünce denilen konseptin en tehlikeli telkinlerindendir. Buradaki amaç, yaradanı devre dışı bırakarak insan ile evreni baş başa bırakmaktır. Sekülerizmin dünyacı bakış açısı da bundan başka bir şey istememektedir. Yine kuantum düşünce konseptinde bir yaratıcının varlığı zoraki bir şekilde kabul edilirken, “Evet bu evreni biri yaratmış olabilir/olmalı ve bu sistemi öyle sağlam bir şekilde yaratmış ki, tıpkı kurulmuş bir saat gibi işleyen, yaratanın hiçbir şekilde müdahale etmesine gerek olmayan bir düzenden” bahsedilmektedir. Burada kuantum düşünce sistemi son derece dessas bir surette fonksiyonel ve dinamik olmayan, pasif bir yaratıcı algısı oluşturma çabası içindedir. Oysaki Allah (cc) Rahman suresi 29. ayette “O, her gün (her an) bir iştedir!” buyurmakla, kendisinin her an bu âlemin işleyiş ve hayatiyetinin başında olduğunu yani dinamik olduğunu açıklamaktadır. Kuantum düşünce sisteminin, dinamik ve hayata her an müdahale etmekte olan bir yaratıcının varlığını reddetmesinin sebebi, bu kabulün gerçekleşmesi durumunda başlaması kuvvetle muhtemel olan “Yaradan-Kul” ilişkisidir. Kuantum düşünce sistemi yaratıcı ile güncelliği korunan bir ilişki­nin oluşmasını istememektedir, tam da şeytanın arzu ettiği gibi. Kuantum düşünce sistemindeki bir diğer tehlike, yukarıdaki paragrafın son bölümünde dile getirdiğimiz “Yaradan-Kul” ilişkisini yok etmeye dönük günlük uygulamalardır. Bunlara “olumlama ya da affirmasyon” denilmektedir. Duanın yerini alması için kurgulanmıştır. Kuantum düşünce sistemi, insanı Allah (cc) ile muhatap kılmamak için bir diğer deyişle hiçbir şuuru, iradesi, şefkat ve merhameti olmayan sebepler ile insanı muhatap kılmak için olumlamalar yapmasını telkin eder. Bu olumlamalar tamamen insanın kendine ya da sebeplere dönük bir dil kurgusu ile oluşturulmaktadır. İnsan değişmek, gelişmek ve kazanmak istemektedir ama bu hacetini arz edeceği kudret-i mutlaka sahibi bir Zât yerine aciz sebeplere yönlendirilmektedir. Mesela, kendimi çok başarılı hissediyorum, istediğim her şey büyük bir kolaylıkla gerçekleşiyor, ihtiyacım olan her şey evrendeki bolluk bilincinden bana doğru akmaktadır, isteklerim, benim ve bütünün hayrınadır… Bu ifadelerde bir şeyler isteyen biri var doğru, ama kendisinden istenen kimse yok. Tabiri caiz ise insan hem isteyen hem bu istekleri gerçekleştirendir. Bu devasa sistemi kurup, insanı en camî ve en nazik ve en nazdar ve niyazdar bir konumda yaratan ve “….bana dua edin, kabul edeyim.” (Mü’min 60) diyen ezel ve ebed sultanı Allah (cc) neden isteme ve dua etme eylemlerinden çıkarılmak istenmiştir. Olumlama denilen bu uygulamaların bir meditasyon ile yapılmasını öngören bu yaklaşım, insan ruhunun ve bedeninin en kıymetli ve en nuranî ihtiyacı olan ve insanın Rabbine “her an aklımdasın, gönlümdesin” mesajı vermesinin en güncel şekli olan, Kur’an-ı Kerim’de 80 kereden fazla tekraren emredilmiş binlerce hikmeti muhtevi namaz ibadetini de devre dışı bırakacak bir tutumu telkin etmektedir. Görüldüğü gibi aslında kuantum düşünce sistemi neredeyse yeni bir inanış, yeni bir tapınma ve buna bağlı yeni ritüeller oluşturarak, insan ile Rabbi arasında kurulacak olan tüm bağları kesmeye çalışmaktadır. Elbette sebepleri yok sayan bir tarzda dua etmekten bahsetmiyoruz. Ama sebepleri bizim hizmetimize sunan Rabbimizi yok sayarak, sebepleri gücü, kuvveti, etkisi ve iradesi olan varlıklar olarak görmenin itikadî tehlikesinden bahsediyoruz. … esbaba teşebbüs, bir dua-yı fiilîdir. Esbabın içtimaı, müsebbebi icad etmek için değil, belki lisan-ı hâl ile müsebbebi Cenâb-ı Haktan istemek için bir vaziyet-i marziye almaktır. Hattâ çift sürmek, hazine-i rahmet kapısını çalmaktır. Bu nevi dua-yı fiilî, Cevâd-ı Mutlakın isim ve unvanına müteveccih olduğundan, kabule mazhariyeti ekseriyet-i mutlakadır. (Sözler) Kuantum dünyası denilen dünya aslında Cenab-ı Hakk’ın müdakkik sanatının tezahür ettiği onlarca isminin tecellisine ma’kes ve mazhar olmuş, kudretinin haşmet ve heybetini bizlere gösteren muhteşem bir dünyadır. Tıpkı kâinat gibi kâinatın içindeki kuantum dünyası da bir resimdir, ressam olamaz; bir şiirdir, şair olamaz; bir kanundur, kanun koyucu olamaz. Oradaki binler İlahî hikmeti saptırarak oluşturulmaya çalışılan kuantum düşünce sistemi ise itina ve ihtiyat ile yaklaşılması gereken çok ciddi bir filtrelemeye muhtaç, ekseriyeti tehlike ihtiva eden şeytanî bir nazariyedir. Kuantum dünyası denilen dünyanın hiçbir şekilde vermediği ve veremeyeceği mesajları, felsefî bir yorumlama ile gerçekmiş gibi sunmaya çalışan bu akıl tamamen şeytanın güdümündedir. İlham ve Rehberliğini Kur’an-ı Kerim’den almaya niyetli insanların bu konulara çok dikkat ile yaklaşmaları zaruridir. Zira bu gün sadece dilinize değen bu dehşetli yaklaşım ve kelimeler, bir süre sonra itikadınız haline gelebilir. Öyle inanıyorum ki; kuantum dünyası diye isimlendirdikleri âlemdeki harikalıkları gören birçok bilim insanı, tüm bunların büyük bir kudretin işi olduğunu fark etmektedirler. Fakat bilim kurumunu manipüle ederek onu küfür ve şirkin aracı haline getiren dessas akıl bu fark edişleri, bu kabul ve itirafları insanların duymasını istememektedir. 1918 senesinde Nobel Bilim Ödülünü kazanan Alman Fizikçi Max Planck (Einstein’ın Foto Elektrik Etki çalışması ile Nobel Bilim Ödülü almasının temellerini atan bir fizikçi), ödülünü aldığında şu konuşmayı yapmıştır. “Hayatını madde konusunda bir şeyler öğrenmeye ve pozitif bilim doğrultusunda çalışmaya adamış bir insan olarak, atom konusunda yaptığım araştırmaların sonucunda şu kadarını söyleyebilirim; böyle bir madde yoktur! Maddeler yalnızca atomun zerreciğinin titreşmesini sağlayan ve tam da o anda atomun güneş sistemindeki varlığını bir arada tutan gücün erdemi sayesinde ortaya çıkarlar ve var olurlar. Bu gücün ardında bilinçli var oluşun ve şuurun olduğunu var saymak zorundayız. Söz konusu şuur, tüm maddelere şekil veren ve dayanak teşkil eden şeydir” (Niyet Etmenin Gücü, Wayne W. Dyer-2004) Unutmayalım! Bizler, bir kısmı Kur’an’da da bulunan ve sevgili peygamberimiz Hz. Muhammed (sav)’in onlarca faziletini müjdelemiş olduğu “La havle ve la kuvvete illa billahi’l aliyyi’l azim” ifadesini bir tesbih, bir tahmid ve bir zikir olarak dilinde ve gönlünde tıpkı bir bayrak gibi dalgalandıran bir ümmetiz. Yani güç ve kuvvet yalnız ve yalnız büyük ve yüce olan Allah’ındır. Allah’ın (cc) dışında hiçbir kimse, hiçbir şey, hiçbir unsur ve hiçbir sebep, hakiki manada etki, güç ve kuvvet sahibi değildir. Vesselam. Haşiye; Peki o zaman kuantum düşünce teknikleri ile amaçlarına ulaşan, ulaştığını söyleyen insanları nasıl açıklayacak nasıl anlayacağız? İnşallah bir sonraki yazımızın konusu da bu olsun.

Ahmet EFENDİ 01 Mart
Konu resmiRisale-i Nur'lar Hakkında Ne Dediler?
Risale-i Nur

Aziz Üstadımızın vefatının 60. sene-i devriyesinde onu rahmetle anıyoruz. Telif ettiği nurlar bütün dünyayı nurlandırmaya devam ediyor. Bu münasebetle Risale-i Nur 'dan istifade eden binlerce âlim içersinden, Bediüzzaman hazretleri hakkında çokça makale ve yazı yazan Dr. Ahmed Abdurrahim El-Saih*in Üstadımız ve  Risaleler hakkındaki görüşlerini sizlere arz ediyoruz BİR DÂHİ OLARAK BEDİÜZZAMAN HAZRETLERİ Üstad Bediüzzaman, İslam düşmanlarının hücum ve tuzaklarının arttığı bir dönemde bu ümmete katkısı olan önemli sembollerden birisidir. İmanı esas yapan Risaleler ile hizmete başlaması, onun çok hikmetli bir zat olduğunu göstermiştir. Çünkü ümmetin şanını bina edecek insanları yetiştirecek imandır. İslam ümmeti, bütün zorluklara göğüs geren, her sarsıntıyı gideren, eğitime ve terbiyeye yönelip bir kişiden önemli bir şahsiyet çıkaran; sıradan bir insandan cesur dava adamları yetiştiren Allah dostlarını bilmesi gerekir. Üstad Bediüzzaman Said Nursi, dâhi bir usta, İslam’a ve ümmetin meselelerine sadık olan bir âlimdir. İslam ümmeti, labirentlerin karmaşıklaştığı ve işlerin birbirine karıştığı bu asırda, yol açan ve ortaya bir müfredat koyan insanları tanıyıp araştırması gerekir. Bedüzzaman’ın yazdığı Risale-i Nur külliyatı, yolları aydınlatan ziya ve iman hakikatlerini kalplere yerleştiren bir nurdur. Köklü İslam medeniyeti, ümmetin asıllarına kadar uzanır. Âlimlere feyzini ve bereketini verir. Yükselmek, yerinden kalkmak ve yorgunluk tozlarını dağıtmak isteyen bir ümmete en layık olan şey; başarı ve felaha götürecek olan dava adamlarından istifade etmektir. Üstad Bediüzzaman büyük bir medrese bırakmıştır. Bu medreseden ümmet ve gelecek nesiller için dava adamları çıkmaktadır. Bu dava adamları, Allah yolunda her meşakkati tatlı görüp, gürültü çıkarmadan sessizce çalışırlar. Böyle dava adamlarını tanımamız, kalemlerinden süzülen eserlerini okumamız ne kadar önemlidir. İşte bundan güneş doğar ve felaha kavuşuruz. Üstad Bediüzzaman’ın medresesi ve ekolu eşsiz ve farklı bir medresedir. Allah Resul’ünün (sav) yetiştirdiği tarzda eğitimi, yetiştirmeyi ve nefisleri terbiye etmeyi amaçlamaktadır. Bizler de imanı esas tutan bu medrese ve ekolde kendimizi bina edip bireyler yetiştirmeliyiz. Ümmetin gerçek uyanışı, yetiştirme, planlama ve meyve vermek ile olacaktır. Bize düşen bu yolda adım atabilmektir. Üstad Bediüzzaman hakkında konuşmak feyizli ve coşkundur. Birçok eşsiz yönlerle doludur. Bu makalemde Üstad’ın eşsiz yönlerinden bir yönü olan dehasını ele alacağız. Bir dava adamının bu tarz bir dehasını ele alıp istifade etmemiz gerektiğini düşünüyorum. Üstad Bediüzzaman Hazretlerinin dehası 83 yıllık hayatının birçok aşamasında görülmektedir. Bu dehanın kaynağı imandır. Bu ileri görüşlülük ve dehasıyla olayları ve hadiseleri hususi bir tartı ile tartmasına vesile olmuştur. Üstadın dehası çaba ve fe­da­kârlıkla kıvam bulmuştur. Her zaman “Biz” demiştir. Kökleri ve dalları kesik olan “ben”i kullanmamıştır. Benliği tamamen eritip “نحن” için yaşayan bir dâhidir. Bediüzzaman’da dâhiliğin alameti; ileri görüşlülüğüdür. Yarını ve geleceği bugünden oku­yup idrak eden, önlem alan bir dehadır. İman hakikatlerini esas hizmet yapması, bunun en bü­yük delilidir. Bediüzzaman’ın dâhiliğinde fi­kir istikameti ve vicdan cesa­reti bir araya gelir. Bu ise il­ham-ı Rabbanidir. Beklentileri­nin tam bir gerçeklikle ortaya çık­ması ve kıvrak zekâsıyla tedbir alması bir ikram-ı ilahidir. Çün­kü dâhi, toplumun hayat ağa­cının dallarının birinde, irade­sini ortaya koymadan yeşerir. Sonra dayanılacak bir dal olur. Etrafta bulunanlar onu örnek alırlar. Bu yazı Dr. Ahmed Abdurrahim El-Saih, Bediüzzaman Said Nursi  ve İslami Düşüncesi, 1. Baskı, Kitap Merkezi Yayınları, Kahire, 1999, s. 3-14 kitabından tercüme edilerek derlenmiştir Bediüzzaman’ın dehasında makam ve şöhret sevgisi yoktur. Hedefinde Allah’ın rızası vardır. O, rıza-yı İlahi olan cadde-i kübradan alıkoyacak hiçbir şeye tenezzül etmez. Bediüzzaman’ın dâhiliğinin alametlerinden biri de; İman şuurudur. Bu şuuru toplumla birlikte olarak yaymaya çalışmıştır. Böyle bir insanın toplumdan ayrılıp münzevi yaşaması şık olmazdı. Bediüzzaman’ın dâhiliğinin ala­­metlerinden bir diğeri ise; si­ya­­­set­ten uzak durmasıdır. Bu halini  ” أَعُوذُ بِاللهِ مِنَ الشَّيْطَانِ وَالسِّيَاسَةِ   “ sözüyle teyit etmiştir. Müslüman dindar bir siyasetçi, bir siyasi davada haksız bile olsa kendini haklı görmek ister. Karşı tarafı ise haklı olduğu halde haksız görür. Siyasi hedefine ulaşmak için bütün yolları kullanabilir. Bediüzzaman’ın en büyük dâ­hi­liği; bütün zorluklara rağmen müsbet hareket ile hareket etmesidir. Hayatının tamamında müsbet hareketi esas almıştır. Şeyh Said Nursi’nin dehası Mısır diyarının müftüsü ile olan buluşmasında çok iyi bir şekilde ortaya çıkmıştır. Şeyh Muhammed Bahit el-Muti’i ile Ayasofya Camii yakınlarında bir kahvede buluştular. Mütfü şöyle sordu: “Osmanlı Devletinde bu ortaya çıkan hürriyet ve Avrupa medeniyeti hakkında ne dersin?” Üstad şöyle cevap vermiştir: “Osmanlı Devleti Avrupa’ya hamiledir. Bir gün doğuracaktır. Avrupa ise İslam’a hamiledir. Bir gün İslam’ı doğuracaktır.” Bu cevap hakikatin gerçekliği­ne ve ileri görüşlülüğe işaret eder. Müftünün çok hoşuna git­ti ve dehasını teyit etti. Bediüzzaman’ın bir başka dehası ise; vatanından hicret tekliflerini kabul etmemesidir. Kur’an hizmeti uğruna şehirler ve köyler arasında tutuklu olarak gidip geldi. Bu yolda çok eza ve cefa çekti. Pakistan Maarif Bakanlığı Vekili, Pakistan’a gelmesi için davette bulunmuştur. Rahat bir şekilde hizmet yapabileceğini ve hem de çektiği sıkıntılardan kurtulabileceğini belirtmiştir. Ama bir dâhi olan Bediüzzaman Hazretleri hicreti kabul etmemiştir. Çünkü dehâsı, onu hastalığın kaynağından uzaklaşmayı red ettirmiştir. Fikr-i küfriyi bu topraklarda -Anadolu’da- dirilmeyecek bir şekilde öldürmesi gerekmektedir. Hizmet ehli, ülkesinde olan baskıdan veya işkencelerden dolayı vatanını terk etmez. Bediüzzaman’ın bir başka dehası hediye ve sadakaları kabul etmemesi ile ortaya çıkmaktadır. İnsanların ellerine bakmadan iffetle ve istiğna ile yaşamıştır. “Ben sizden ücret istemiyorum. Ücretim Allah’tandır.” diyerek mukabele etmiştir. Bunu hayatının önemli bir düsturu olarak kabul edip, hediyeleri kabul etmesi için ısrar edenlere: “Ehl-i dalâlet, ehl-i ilmi, ilmi vasıta-i cer etmekle itham ediyorlar, “İlmi ve dini kendilerine medar-ı maişet yapıyorlar” deyip insafsızcasına onlara hücum ediyorlar. Ben onları fiili olarak tekzib ediyorum.” Bediüzzaman’ın bir başka dehası ise; bu asrın insanlarını iyi tanıyıp toplumu tahlil etmesidir. İnsanların akıllarında neler var, hangi fikri problemlerle karşılaşıyorlar gibi sorulara cevap vermesidir. Fikirlerinin ve ruhunun özünü imana ve iman hakikatlerine vermiştir. Marifetullah ile kalplerinin derinliklerine hakikatleri yerleştirmiştir. Bediüzzaman’ın en bariz dehası Risale-i Nur külliyatında görünmektedir. Müslüman bir insana manevi ve taze ruh vermek için telif edilmiştir. Tefekkür yoluyla afaka pencereler açmaktadır. İnsan kişiliğinin oluşumu ve olgun hareket edebilmesini titizlikle işlemektedir. İslam’ın çizdiği tarzda olgun bir insan olması için telkinlerde bulunmaktadır. Bediüzzaman’ın dâhilik alametlerinden birisi de; gençleri yetiştirirken düşünce, duygu ve ahlak üçlüsünü bir arada ıslah etmeye çalışmasıdır. Düşünce, duygu ve ahlak arasındaki uyum ve tevafuk sağlıklı bir bireyin çıkmasını sağlayacaktır. İşte dehanın bütün manaları gerek anne babasının yanında gerekse ilim tahsil ettiği medresede kendini bildiği günden itibaren Said Nursi’de görünmüştür. Olgunluk, zekâ ve başarıda emsali yoktu. Hayatının sonuna kadar bu ölçüler ile hareket edip örnek bir Müslüman modelini bu asırda ortaya koymuştur. Tarihçe-i hayatını ve eserlerini mütalaa eden görecek ki; Said Nursi bir sebat timsalidir. Ümmetin yolunu aydınlatmak için her türlü fedakârlığı ortaya koyan bir zattır. Allah Üstad Bediüzzaman’a binlerle rahmet eylesin. Âmin. * Mısır’ın Kına eyaletinde dünyaya geldi. Ezher Üniversitesi Usul’ud-din Fakültesinde doktora eğitimi bitirmiştir. Mısır Yazarlar Birliği üyesidir. Basılmış kırkı aşkın eseri vardır. Üstad Bediüzzaman ve Risale-i Nur hakkında birçok makale telif edip Arap dünyasının Üstad Bediüzzamanı tanımasına katkı sağlamıştır.

Rıdvan ABUD 01 Mart
Konu resmiGeleneği Rahat Bırakın
Kültür ve Medeniyet

Ezher Şeyhi Prof. Dr. Ahmed et-Tayyib’in Kahire Üniversitesi Rektörü Muhammed Osman el-Hişt’in reformist nazariyelerine verdiği cevabın tercümesidir. Çoğu kişi belki de benimle Prof. Dr. Muhammed Osman el-Hişt arasında eskiye dayanan ilişkinin ve yine eskiye dayanan atışmaların olduğunu bilmez. Kendisi “Hatam olursa bana söyleyin” dememiş olsaydı, bu kısa mülahazamla katkıda bulunmayacaktım. Ve (mülahazamda) tayyip ve insaflı olacağıma dair size söz veriyorum. Uluslararası bir sempozyumda veya reform (tecdid) gibi önemli ve dakik bir konuda yapılacak olan konuşmanın, düşünce ve duyguların çağrışımı sonucunda ortaya çıkmış bir konuşma değil de, önceden hazırlanmış ve çalışılmış olmasını beklerdim. Siz bu söz konusu reform hakkında şöyle bir örnek verdiniz: “Bu yenileme (reform), aynı babamın evini sevdiğim ve saygı duyduğum halde o evde oturmak istemeyip yeni bir eve taşınmam gibidir.” Saygı duyuyorum ama bu yenileme değildir. Bu ihmal, vaz­geçme ve baba evinden ayrıl­ma kararının ilanıdır. Baba evindeki yenileme, baba evinde olur. Mesela yeşil olan tuğlasını veya kerpiçlerini çağdaş mimari tarza uygun bir şekilde yenilerim. Siz ahad hadisleri işaret babında, Eşaireden bahsettiniz. Sonra da Eşaire mezhebini terk etmeye çağırdınız. Çünkü Eşaire, mezheplerini ahad hadisleri üzerine kurduklarını iddia ettiniz. Aziz kardeşim Dr. Hatim bu konudaki bilgilerimi zenginleştirdi ve ondan önce doktor da bilgi verdi. Dolayısıyla bu konuya kısaca değinmek istiyorum. Eşaire, sizin buyurduğunuz gibi inançlarını ahad hadisleri üzerine kurmazlar. Bu konuları biz öğretiyoruz ve ben bu konuyu lisede iken okudum. Lise dönemi 1960 ile 1965 yılları arasındaydı çünkü lise bizde beş seneydi ve hala yenilenmedi. Geçen yüzyılın 1960 ile 1965 yılları arasında... Ve bu dersleri bana veren hocanın şeklini ve duruşunu hala hatırlıyorum. O derslerde öğrendiklerimize göre Eşaire ve Maturidiye ve hatta onlardan önce Mutezile bile inanç esaslarından olan hiçbir meseleyi, mütevatir Hadis veya Kur’an dışında bir şeye dayanarak kuramazlar. Bugün Eşaire’nin inançlarını, zan ifade eden ve ilim ifade etmeyen ahad hadislere dayandırdıklarını duymak, tabi bunca zaman geçtikten sonra, elbette bu olsa olsa bir duygu olur. Araştırılmış bir ilmi bilgi olmaz. İslami miras (gelenek) hakkında konuşmak çok ilginçtir. Mesela ben size bir soru sorayım: İslami geleneği eleştiri bazında en ileri sürdükleri şey, gelenek üzerinde durmayın, onu taklit etmeyin veya onu alın vb. Bu, gelenek hakkında aşırılığa gitmektir (haksızlık yapmaktır). Çünkü bu söz geleneğin ta içinde vardır. Bugün küçümsediğimiz ve bu küçümsemeyi abarttığımız bu gelenek, birbirleriyle kavga halinde olan ve sağını solunu bilmeyen birkaç Arap kabilesinin sadece seksen sene içinde bir ayağını Endülüs’e ve bir ayağını da Çin’e koymasını sağladı. Çünkü onlar gerçekten de bu geleneğin güç kaynaklarını biliyor ve ona odaklanıyorlardı. Bu gelenek tam anlamıyla bir ümmet ortaya çıkardı ve tarihle uyumlu bir şekilde yaşadı. Bana söyler misiniz, -ki siz de bu konuda hocamızsınız- Fransa’nın işgaliyle karşılaşmadan önce İslam âlemi nasıl hareket ediyordu? Onun muharrik gücü neydi? İslami yasalar değil mi? İslami gelenek değil mi? Savaş teknikleri hakkında bile olsa hiçbir konuda öğrenim yapmayan bu Araplar eliyle yapılan fetihler kendi aralarındaki çekişmelerde kullandıkları kılıç, kalkan ve yay gibi cahiliye şiirlerinde ve dönemin İslami şiirlerinde gördüğümüz benzeri şeyler dışında bir şeye güvenmiyorlardı. Bunları bu fetihleri yapmaya iten güç, gelenektir. Bu İslam devletleri ve birbiri ardına gelen İslam medeniyetleri birbirine güç katıyordu. İster Emevi devleti olsun, ister Abbasi devleti olsun, ister diğer İslam devletleri. Gelenek onları yönlendiriyordu. Geleneği, zaafa düşme ve gerileme sebebi olarak göstermek, bu gelenek hakkında yapılmış bir haksızlıktır. Biz imam Ahmet bin Hanbel’in, “Beni, Şafii’yi veya Malik’i taklit etme! Aksine onların beslendikleri yerden beslen” sözünü biliyoruz. Dolayısıyla “yenileme” sözlü geleneğin sözcüğüdür, modernizmin sözcüğü değil. Modernistler de bu sözlerle kafamızı şişirdiklerinde, aslında bunlar gelenek hakkında ve günümüzde İslam ümmetinin meseleleri hakkında aşırı haksızlık yapmaktadırlar. Gelenekte kutsama yoktur; bunu da gelenekten öğrendik, modernizmden değil. Siz bize, -öğretmeye benzer demeyeceğim, hatırlatmaya benzer diyeceğim- Kur’an hakkında sübûtu kat’i, delaleti kat’i veya zanni gibi kısa bir bilgi sunduğunuzda, bu söz sizin ya da benim sözüm değil, bu, gelenekçilerin sözüdür. Evet, ben ve siz, ikimiz de bu sözü gelenekten öğrendik. Siz modern derslerin okutulması için çağrıda bulunuyorsunuz. Ben beş yıl süren lise döneminde felsefe, mantık, coğrafya, -bugün genel lise okullarında veriliyor mu bilmiyorum- iktisat ilmi diye bir ders, hatta alan ölçme dersi, diziler ve koordinatlar gibi şeyler gördüm. Tüm bunlara ek olarak fıkıh, nahiv (dil bilgisi), sarf, tevhid, tefsir ve hadis dersleri. Tüm bu dersleri işledik. Usûlid’din okulunda bilimsel araştırma yöntemlerini ve sosyoloji okuduk. Ve bu dersi sizin okuldan, Kahire Üniversitesinden hocalar bizi okuttu. Evet, dolayısıyla bizlerin sadece ellerinde Mushaf ve tefsir kitapları olanlar olarak gösterilmesi tekrar gözden geçirilmeye muhtaçtır. İnsaflı olmak için yani. Yine bahsetmiş olduğun Osman döneminden bugüne kadar yaşadığımız fitne; bu İslami mirasla (gelenekle) ilgili bir fitne değil, bu siyasi bir fitnedir. Kendilerinden ilim alınamaz olan gazete köşelerinde veya televizyon programlarında yazılar yazıp konuşan insanların ileri sürdükleri genel sözler gerçekten de beni ilgilendirmez. Bu normal bir şeydir. Oysa sizin bir ağırlığınız var ve belki de şu an burada bizimle bulunan gençleri etkileyebilirsiniz. Bu fitne siyasi bir fitnedir. Sen de biliyorsun ki siyaset, dinin razı olmadığı bir amacı gerçekleştirmek istediğinde, doğuda olsun batıda olsun dini tam anlamıyla ele geçirir. Otuz yıl savaşlarında gerçekleşti, haçlı seferlerinde gerçekleşti. Haçlıların kendi topraklarından kalkıp bizim âlemi yüz yıla yakın bir süre işgal etmeleri, insanları öldürüp kan akıtmaları için bahaneleri neydi? Bir elinde İncil, bir elinde kılıç. Halbuki İncil bu yaptıklarından beridir. Yine şunu söyleyebilirim, bunun için de cesaretim var: Siyonist yapının (İsrail’in) başkalarının topraklarını işgal etmeye devam etmesinin gerekçesi, Tevrat’taki dini metinlerinden başka nedir? Ki onu tahrif edip değiştiriyorlar. Dolayısıyla biliyorsun ki siyasetçiler ve işgalciler genelde dini ister Kur’an olsun, ister İncil olsun, ister Tevrat olsun, dinin yasakladığı kişisel menfaat ve amaçlarını gerçekleştirmek için bu dini ele geçirirler. Mutlak hakikate gelince, bu da bir problemdir aslında. Ga­zetelerde ve ne yazık ki uzman hocalar ve felsefe eğitimiyle ilgili yüksek diploma sahibi ki­şi­lerin hakikatin mutlak olma­dığına inanmamızı istedik­lerini görüyoruz. Siz de hızlı bir şekilde bunu tekrarladınız. Size şunu sormak istiyorum: Siz şu güzel kitabı bana hediye ettiniz, henüz daha okumadım onu. Kitabın adı, “yeni bir dini çağ inşa etmeye doğru”. Yazarı, Prof. Dr. Muhammed Osman el-Hişt. Bu kitapta ileri sürdüğünüz görüşlerin mutlak olduğuna mı inanıyorsunuz, yoksa onlarla ilgili şüpheli misiniz? Bu kitaptaki görüşlerin mutlak olduğuna inanıyorsan, senin mezhebin batıl olur. Yok, eğer bunların şüpheli olduğuna inanıyorsan, senden ricam, emin olduğunda kitabı bana hediye et. Sonra size sorayım: Bir Hıristiyan, inancının mutlak olduğuna inanmadıkça Hıristiyan olamaz. Ateist de aynı şekilde, ateistliği ile ilgili bir an olsun şüpheye düşerse ateist olamaz. Yoksa bütün ekoller yerle bir olur. Her ekol (mezheb) mutlak hakikati savunduğunu iddia eder, ihtilafın ortaya çıkması için. Bu da Allah’ın rahmetindendir. Şimdi sana soruyorum, bugün İslam geleneğinin hayatımızda uygulandığını düşünüyor musun? Geleneğimizin uygulandığını zannetmiyorum ben. Yani biz Avrupalılar gibi sol ve sağ elle, çatal bıçakla yiyoruz. Avrupa ve Amerika arabalarını kullanıyoruz. Onların yeme yöntemlerini kullanıyoruz. Üniversitelerimiz, ki konuşmamın sonunda üniversitelerimiz hakkında bir çift sözüm olacak, ben de senden önce yedi yıl boyunca Ezher Üniversitesinden sorumluydum. Hiç­birimiz de istenen uyanışı gerçekleştiremedik. Bunun için başarısız olduğumuzu itiraf ediyorum. Avrupalılar gibi dü­şü­nüyoruz. Onlar gibi ders müf­redatını hazırlıyoruz. Siyasetimiz de batılı ve Avrupalı tarza göre yapılıyor. Belki de İslam bizde, -İslam diyorum, gelenek demiyorum. Bu konuda da açık sözlü olayım- İslam sadece evlenme, boşanma ve mirasta var. Ben gerçekten bir alan görmüyorum. Tersine ben insanların, “gelenek, bu yaşadıklarımızın neresindedir?” diye sormalarını bekliyordum. Şahsiyetimiz bitti. Siz söyleyin, Arap ve Müslümanlar olarak şahsiyetimiz nedir? Bugün bir hiçtir. Bizim meselelerimiz hakkında bugün kararlar alınıyor. Görüşmelerini izlediğimde utançtan yerin dibine girdim, Trump’ın İsrail’in adamıyla, Netanyahu’yla. Tabi onlar planlıyor, karar veriyor, yönetiyor ve sorunlarımızı çözüyorlar. Yanlarında ne bir Arap ve ne de bir Müslüman var. İşte savaşmamız gereken alan budur. Perde arkasında dönen oyunları biliyor olmanı umuyorum. Tersine, gelenek savaşı ve modernizm savaşı, fırsatları kaçırmamız için (asıl sorunlara odaklanmamızı engellemek için) icad edilmiş yapay şeylerdir. Siz Allah aşkına sorsanız, -siz eminim köyde yetiştiniz- tarlasında biçerdöver arkasında çalışan herhangi bir köylüye sorun. Bu DAEŞ (IŞİD)’in yaptıkları İslam’dan mıdır? “Hayır! Bu İslam’dan olamaz” der. Bizler de âlim, Ezher şeyhleri ve hocaları olarak defalarca konuştuk, onlarca panel ve toplantı düzenledik ve dedik ki, İslam ve Müslümanlar bu terörden berîdirler. Fakat buna rağmen tuzağa düştük ve yemi yuttuk. Bize hep İslam’la terör arasında ilişkinin olduğu söylendi. Biz de İslam’da terörün olmadığını söylemek için toplantılar düzenledik. Sinsi, iğrenç ve lanetli bir aygıt var, ortadaki düşünme tarzımızı yönlendiriyor. Son olarak da -ki fazla uzatmak istemiyorum- gerçek savaş, efendim, bizim üniversitelerimiz yüz yıldan fazladır, mühendislik, tıp, ziraat, eczacılık, uçak bilimleri dersleri, fen bilimleri fakültesi, tüm bu dersleri vermektedir. Yine biz de bilimsel araştırma merkezleri var. Tüm bunlara rağmen biz bugün bir arabanın lastiklerini bile yapamıyoruz. Arabanın kendisinden bahsetmiyorum. Birbirimizi öldürmemiz için bize satılan silahlardan bahsetmiyorum. Sayın efendim, biz ölümü kendi paramızla satın alıyoruz. Vicdanım bana, bu oturumda bunları söylememi istedi, ki Allah’la buluştuğum da az da olsa bir şeyler yapmış olarak buluşayım. Seninle benim aramdaki ilişki tüm bunlardan büyüktür. Ben seninle tartışmak istemedim, sen öyle zannettin. Fakat sizden ricam, gelenekten başka bir sorun arayın. Geleneği rahat bırakın. Teşekkür ederim.

İrfan MEKTEBİ 01 Mart
Konu resmiAmerika'yı Kim Keşfetti?
Kültür ve Medeniyet

Kristof Kolomb ve çağdaşı olan Avrupalı coğrafyacıların, Amerika kıtasını ve çevresindeki adaları enlem ve boylamları ile çizebilecek ne coğrafî ve haritacılık bilgileri vardı, ne de kabiliyetleri.  Fuat Sezgin Hoca’nın tespitleri­ne göre, muhtemelen Müslü­man­lar, pusulayı ilk defa 9.-10. yüzyıllarda kullandılar. Pusula­nın ilk ortaya çıktığı yer ise, elde edilebilen bilgilere göre, Çin’dir. Ancak deniz ulaşımında düzenli olarak ilk defa Hint Okyanusu’nda kullanılmıştır. Müslümanlar tarafından kul­la­nıl­maya başlanan pusula, zaman içinde değişerek gelişti. 15. yüzyıla gelindiğinde üçüncü bir tip ortaya çıkmıştı. Bu üçüncü tip pusulanın mucidi, meşhur Müslüman denizci İbn-i Mâcid’dir. İbn-i Mâcid, Ürdün’ün Amman şehrine bağlı Culfar kasabasında dünyaya geldi. Denizci bir aileye mensup olan İbn-i Mâcid, Hint Okyanusu ve Kızıldeniz’deki denizcilere rehberlik edecek olan eserler kaleme aldı. Onun icadı olan pusula, Avrupa’da 20. yüzyılın başlarına kadar kullanıldı. Müslümanların asırlar içinde geliştirdiği pusulanın İbn-i Mâ­cid tarafından geliştirilen üçün­­cü tipi, 15. yüzyılda İtalyan denizcilere ulaştı ve onlar da Akdeniz’de kullanmaya baş­la­dılar. Kristof Kolomb da Amerika’ya giderken bu pusulayı kullanmıştır. Tabi ki; Kristof Kolomb’un elinde sadece Müslümanların icadı olan pusula yoktu. Aynı zamanda yine Müslümanlar tarafından çizilmiş bir harita da eline geçmişti. Peki, Kristof Kolomb’un elinde Müslümanlar tarafından çizilmiş bir Amerika haritası var ise, bu durum Amerika’nın daha önceden Müslümanlar tarafından keşfedildiğinin bir göstergesi olmuyor mu? Ya da Müslümanların daha önceden Amerika’ya gittiklerinin, orada harita çizecek kadar yaşadıklarının, gidenlerin bir kısmının geri döndüğünün ve hatta bir kısmının da Amerika’da kalarak geri dönmediğinin ispatı olmuyor mu? Hal böyleyken Amerika’yı kim keşfetmiş oluyor? Sömürgeci ve karşısına çıkan her medeniyeti asimile edip, mensuplarını öldürmek veya köleleştirmek üzerine kurulu bir sisteme sahip olan Batı mı Amerika’yı keşfetti? Bu kadar sorunun üstüne, Müslüman bilim adamlarının haritacılık, coğrafya ve denizcilik bilimlerine ne gibi katkılarda bulunduklarına dair birkaç örnek verelim. Müslümanlar doğrusunu söyleyene kadar, medeniyetsiz Batı’nın en medeni adamları dahi denizlerin karalar tarafından kuşatıldığını ve birer göl gibi olduklarını zannediyorlardı. Müslüman bi­­lim adamları ise, dünyadaki kı­­ta­ların okyanuslar tarafından sa­rıl­dığını gösteren haritalar çizerek, bu ilmi gerçeği dünya­ya ilan etmekteydiler. 800’lü yılların başında Abbasî Halifesi Me’mûn zamanında çizdirilen dünya haritasında bu durum açıkça görülmektedir. Meşhur ilim adamı Birûnî (973-1048), Amerika kıtasının varlığını şu cümleleri ile anlatmaktaydı: “Meskûn dünya, batıyı ve doğuyu birbirinden ve belki de arada bulunan bir kara parçasından yahut da kendisinde yaşanılan bir adadan ayıran bir okyanus tarafından kuşatılmaktadır.” Yine birçok Müslüman denizcinin daha 900’lü yıllarda bile Atlas Okyanusu’nu aşarak karşı sahile ulaşmak için sefere çıktıkları kayıtlarda mevcuttur. Kristof Kolomb ve çağdaşı olan Avrupalı coğrafyacıların, Amerika kıtasını ve çevresindeki adaları enlem ve boylamları ile çizebilecek ne coğrafî ve haritacılık bilgileri vardı, ne de kabiliyetleri. O dönemde Avrupalıların da kaynak olarak kullandığı Endonezya’nın Cava adasında konuşulan dilde hazırlanmış bir harita mevcuttu. Bu harita, Cavalılar Müslüman olduğu için, Müslümanlara ait bir haritaydı. Hem Pirî Reis’in çizdiği ve gerçeğine çok yakın Amerika kıtası haritası, hem de bu Cava dilindeki harita, muhtemelen daha önceden yine Müslümanlar tarafından çizilmiş başka harita ya da haritaların devamı, kopyası ya da geliştirilmiş versiyonlarıydı. Velev ki Pirî Reis’in haritası, Müslümanlar tarafından çizilmiş başka bir haritanın kopya edilmiş sürümü olmasa da, sonuçta şu gerçek ortaya çıkmaktadır ki; Batılıların elinde Müslümanların çizdikleri bir harita olmadan Amerika’ya gitme imkânları yoktu. Amerika kıtasının ve çevresindeki adaların Pirî Reis’in haritasındaki kadar ayrıntılı ve gerçeğe yakın çizilebilmesi için çok uzun yıllar gereklidir. Üstelik Amerika kıtasına defalarca seyahat etmek, hatta orada yaşamak lazımdır. Bu durum da Müslümanların en kötü ihtimalle 1400’lü yıllarda -Kolomb’dan önce- Amerika kıtasına giderek haritasını çıkardıklarını göstermektedir. Öyleyse Kolomb’dan önce Amerika kıtası ve çevresi, Müslümanlar tarafından keşfedildi ve haritası dahi çizildi. Kaynaklar: 1-Ahmad, Sayyid Maqbul. “İbn Mâcid”, TDV İslam Ansiklopedisi 20. Cild içinde. Ankara: s. 162-163. 2-Sezgin, Fuat. Amerika Kıtasının Müslüman Denizciler Tarafından Kolomb Öncesi Keşfi. İstanbul: Boyut Yayıncılık, 2013.3-Sezgin, Fuat. İslam’da Bilim ve Teknik 3. Cild. İstanbul: İBB Kültür A.Ş. Yayınları, 2. Baskı, Nisan 2008.

Arif Emre GÜNDÜZ 01 Mart
Konu resmiCevşen'e Sarıl, Maksuduna Ol Vasıl
Risale-i Nur

 Bediüzzaman Hazretlerinin hayatında dua ve zikirler çok önemli bir yer tutar. Talebelerinin naklettiğine göre Üstadımız her gün üç saat evrad okur, bir saatte de bağışlamasını yaparmış.  Hz. Üstad en çok okuduğu ve hiç terk etmediği dualardan birisi, “Otuz beş seneden beri her gün Cevşen’i okuduğum halde…”1  diye ifade ettiği Cevşenü’l-Kebir duasıdır. Onun dışında her zaman okuduğu Evrad-ı Kudsiye ile ilgili de şunları söylemektedir: “Münafık düşmanlarımın maddi ve manevi zehirlerine karşı gerçi Cevşen ve Evrad-ı Kudsiye-i Nakşibend (ks) beni ölüm tehlikesinden, on belki yirmi defa kutsiyetleriyle kurtardılar.”2  Bilindiği gibi Cevşenü’l-Kebir Peygamber aleyhissalatü vesselam Efendimize Allah tarafından hediye edilmiş bir duadır. Evrad-ı Kudsiye de, Şah-ı Nakşibend Hazretlerinin rüyasında Rasul-ü Ekrem (asm) den öğrendiği bir duadır. Çok makbul ve tesirli olan bu dualar hakkında Said Nursi Hazretleri şunları söylemektedir: “Yani, bin bir esmâ-yı İlâhiyeye sarîhan (açıkça) ve işareten bakan ve bir cihet­te Kur’ân’dan çıkan bir hârika münâcât (dua, yakarış) olan ve ma‘rifetullâhta terakkî eden bütün âriflerin münâcâtlarının fevkinde bulunan; ve bir gazvede “Zırhını çıkar, onun yerine bu Cevşen’i oku.” diye Cebrâîl’in vahiy getirdiği Cevşenü’l-Kebîr münâcâtı içindeki hakîkatler ve tam tamına Rabbisine karşı tavsîfler, Muhammed (asm)’ın risâletine ve hak­kāniyetine şehâdet ettiği gibi; Kur’ân’dan tereşşuh eden ve bir cihette Cevşen’den feyiz alan ve tevellüd eden Resâil-i Nûriye, yüz otuz parçasıyla risâlet-i Muhammediye’ye(asm) bir tek huccet…”   3   Manevi hayatın olgunlaşması ve kıvama gelmesinde, haramlardan sakınıp takva-yı kamileye ulaşmada, maksuda ermede, dua ve niyazların kabulünde evrad-ı ezkar çok büyük önem taşımaktadır. Gaflet perdelerini aralayıp hakikate erişmede, küfür karanlıklarını dağıtıp iman ve marifet nurlarına kavuşmada, imanın kemaline ulaşıp huzur-u daimiye vuslatta çok mühim bir vesile olan bu dua mecmuaları hakkında sevgili Üstadımız şöyle buyurmaktadır: “Bir gün Cevşenü’l-Kebîr ile Hizb-i Nûrî’yi okudum. Gördüm ki, Cevşenü’l-Kebîr ve Risâle-i Nûr ve Hizb-i Nûrî, kâinâtı baştanbaşa nurlandırıyor. Zulümât karanlıklarını dağıtıyor. Gafletleri ve tabiatları parça parça ediyor. Ehl-i gaflet ve ehl-i dalâletin altında saklanmak istedikleri perdeleri yırtıyor. Kâinatı envaıyla pamuk gibi hallaç ediyor. Taraklar ile tarıyor, müşahede ettim. Ehl-i dalâletin boğulduğu en son ve en geniş kâinat perdelerinin arkasında envâr-ı tevhidi gösterir. Ve kozmoğrafyacılar gibi ehl-i fennin, en son ve geniş nokta-i istinâdları ve medar-ı gafletleri olan perdelerde de nûr-u ehadiyeti gösteriyor. Orada dahi düşmanlarını takîb ediyor. En uzak tahassungâhlarını bozuyor. Her yerde huzura yol gösteriyor.”4 Şimdi bu açıklamalar ışığında bazı hizmet ölçülerini tespit etmeye çalışalım. Ölçü: Nur talebelerinin manevi hayatlarının sıhhat ve selameti ve iki cihanın saadeti için Hz. Üstad'ın işaret ettiği bu duaları mümkün oldukça okumaya gayret göstermeleri gereklidir. Hatta imkânı olanlar bu duaları, dillerine vird etmekle kalmayıp manalarında tefekkür ederek maneviyatta terakkiye bir vesile yapmalıdırlar. Gaflet perdelerini yırtan, hakikat mesleğinde yol aldıran, marifetullah mertebelerinde insanı yükseklere çıkaran başta Cevşenü’l-Kebir, Evrad-ı Kudsiye, Hizb-i Nuri, Sekine gibi cami duaları büyük bir nimet telakki edip hem tefekkür hem de tezekküründe sabırla, istikrarla, istikametle, ihlasla berdevam olmak her nur talebesinin vazife-i şükraniyesidir. Ölçü: Cevşenü’l-Kebir, Evrad-ı Kudsiye gibi Kur’an’dan bilistifade (istifade ile) alınan dualar, aynı zamanda maddi ve manevi bir zırh manasını da taşımaktadır. Bela ve musibetleri def’ etmeye de bir vesiledir. Sevgili Üstadımızın hayatına baktığımızda pek çok defa ölümle burun buruna geldiği halde, her seferinde harikulade bir şekilde kurtuluşunda, her gün okuduğu dua ve virdlerin ne derece tesirli bir zırh olduğunu anlayabiliriz. Bu kadar tecrübe edilmiş, makbuliyeti herkes tarafından tasdik edilmiş bu dualarla her belaya karşı bir dayanak noktası, her matluba karşı da bir istimdad noktası elde edilmiş olur. Demek maksuduna vasıl, bela ve musibetlerden mahfuz olmak isteyen bu duaları vird-i zeban etmelidir. Ölçü: Tevhitte derinleşmek isteyen, huzur-u daimiyi arayanlar Cevşenü’l-Kebirin hakikatlerinde inkişaf ve inbisata çalışmalıdır. Resul-i Ekrem (asm)’in manevi terakkıyatında temel teşkil eden bu büyük dua, pek çok sırrı içinde barındıran manevi bir hazinedir. Okunmasında ve tefekküründe marifet nurları saçan Cevşenü’l-Kebir, Rasulullah (asm)’a Allah tarafından bir hediye olduğu gibi, ümmetine de büyük bir ihsan-ı ilahidir. Bu büyük hazineye malik olan her matlubunu biiznillah elde eder. Marifet denizine dalar, hakikat nurlarından istifadeyle birlikte huzur-u daimiyi elde eder inşallah. Ölçü: Risale-i Nurlar Kur’an’dan ve Cevşenü’l-Kebir’den doğan hakikat nurlarıdır. Bu asrı Kur’an’ın parlak hakikatleriyle nurlandıran risalelerin menbaı olan Cevşenü’l-Kebir’in nasıl bir derinliği olduğu bu hakikatten anlaşılmaktadır. Küfr-ü mutlakı Kur’an’ın hakikatleriyle darmadağın edip, tevhit delilleriyle imanı güneş gibi ispat eden nur risalelerinin, madeni olan Cevşenü’l-Kebir duasının üzerinde Hz. Üstad’ın neden bu kadar durduğu bu sebeple anlaşılmış olmaktadır. Ölçü: Cevşenü’l-Kebir duası aynı zamanda Hz. Peygamber (asm)’in davasının hakkaniyetine de mühim bir delildir. Bu duada Cenab-ı Hak bin bir esma-yı ilahi ile tarif ve tavsif edilmektedir. Her bir ismin tecellisi ve hakikati tevhide delil olduğu gibi dolaylı olarak da Peygamber Aleyhissalatü Vesselamın nübüvvetini de ispat etmektedir. Tarih boyunca maneviyatta terakki etmiş milyonlarca ehl-i hakikat olan evliya, asfiya, muhakkikinin Peygamber Aleyhissalatü Vesselamın Cevşenü’l-Kebir duasındaki marifet derecelerine yetişememesi O’nun risaletinin bir delili olmaktadır. Çünkü Allah’ı ancak bir peygamber bu kadar tarif ve tavsif edebilir. Bu yazımızda Bediüzzaman Hazretlerinin ve nur talebelerinin vird-i zebanı olan Cevşenü’l-Kebir duasına dikkatleri çekmeye çalıştık. Cenab-ı Hak cümle Risale-i Nur talebelerine ve umum ehl-i imana bu duanın feyzinden azami istifadeler ihsan eylesin inşallah. Kaynaklar: 1- Emirdağ Lahikası -2, 35.  2- Emirdağ Lahikası -1, 359.  Altınbaşak Neşriyat.3- Şualar 2, 330.  Altınbaşak Neşriyat.4- Zülfikar, 344.  Altınbaşak Neşriyat.

Zafer ZENGİN 01 Mart
Konu resmiDâruşşifâlar
Kültür ve Medeniyet

Türk İslâm kültürü içerisinde önde gelen sosyal yardım kurumlarından biri de “Dâruşşifâ”lardır. Dâruşşifâ’lar, varlıklarını büyük oranda vakıflar sayesinde koruyarak devam ettirmişlerdir. Tıp ilminin uygulama merkezleri olan bu kurumlar araştırma, eğitim ve tedavi hizmetlerini birlikte yürüterek bir nevi tıp fakültesi vazifesi görmüş, mimarîleri de bu amaca uygun şekilde düşünülüp inşâ edilmiştir. Selçuklu kültürünün de etki­siyle Bursa’dan başlayarak Osmanlı coğrafyasının birçok böl­gesinde faaliyet gösteren bu ku­rumların fiziksel hastalıkların tedavisi için yapılanlarına “Dâ­ruşşifâ”, ruh ve sinir hastalıklarının tedavisi için yapılanlarına ise “Bîmârhâne” denmiştir. Dâruşşifâ ve Bîmârhânelerin ida­resi sarayın ve devletin işlerine bakan “Hekimbaşı” tarafından yürütülürdü. Osmanlı Devleti’nin kayıt tutmaya önem veren bir bürokrasisi vardı. Bu gelenek Dâruşşifâlar da devam etmiş çalışan tüm hekimlerin isimleri ve durumları kayıt altına alınmış ihtiyaç duyulduğunda gerekli yerlere tayinleri hekimbaşı tarafından yapılmıştır. Selçukluların özellikle Ana­do­lu’ da vücuda getirdikleri Dâ­­ruş­şifâlar Türk tıp tarihi açısından önem taşımaktadır. Vakıflardan beslenen bu sağlık kuruluşlarında din, dil ve ırk farkı gözetilmeden tüm halka sağlık hizmeti sunularak halkın tedavi ihtiyaçlarını karşılamıştır. Dâruşşifâ adı altında toplanan bu yapıların emin ve güven verici kadrolara sahip, sağlık açısından güvenilecek kuruluşlar olduğu bilinmektedir. Bu kuruluşlarda görevlendirilecek hekimlerin tıp ilmine vâkıf ve cerrahîde mahir olması her devirde aranan bir şart olmuştur. Hastalara durumlarına göre psikolojik tedavi metodları (müzik, su sesi, güzel koku, meşguliyetler verme vb.) uygulanmış, hatta bu durum vakfiyelerde belirtilmiştir. Bu sağlık kuruluşlarının önemli bir diğer görevi ise tedaviyi gerçekleştirmeye yardım edecek ilaçların imâl edilmesiydi. Dâruşşifâların içerisinde ilaç imâl eden eczâhâneler de bulunur ve bu ilâçlar vakfın koyduğu şartlar çerçevesinde hastaya verilirdi. Selçuklular ile Beylikler döne­minde birçok yerleşim alanında Dâruşşifâ, Dârulâfiye, Dârussıhha veya Bîmaristan adıyla hastahaneler yapılmış; özellikle Kayseri’de Gevher Nesibe Dâruşşifâsı (1205-1206) ile Sivas’ta I.  İzzeddin Keykâvus Dâruşşifâsının (1217-18) yanında Şifâhânelerle bağlantılı olarak birer tıp medresesi inşa edilmiş ve birçok önemli hekimin yetişmesini sağlamış­tır. Osmanlı devletinden önce Anadolu’da inşâ edilen ve ayakta kalabilen Dâruşşifâlar Osmanlılar tarafından vakfiyeleriyle birlikte amacına uygun olarak kullanılmış ve korunmuşlardır. Osmanlı Devleti’nde ilk Dâ­ruşşifâ 15 Ramazan 802/12 Mayıs 1400 yılında Yıldırım Bâyezid tarafından Bursa’da inşa edilmiş; ikinci Dâruşşifâ Fatih Sultan Mehmed Han tarafından (1470) İstanbul'da ku­rulmuştur. 1824 yılına kadar faal olan Fatih Dâruşşifâsında akıl hastalarının tedavisinde mûsikî yönteminin tatbik olunduğu bilinmektedir. Anadolu Selçuklu Dâruşşifâları: Kayseri Gevher Nesibe Tıp Med­resesi ve Dâruşşifâsı (1206),  Sivas İzzeddin Keykâvus Dâ­ruş­­­­şifâsı (1217), Divriği Turan Melek Dâruşşifâsı (1228), Çankırı Cemâleddin Ferruh Dârülâfiyesi (1235), Kastamonu Pervaneoğlu Ali Dâruşşifâsı (1272), Tokat Muineddîn Pervane Dâruşşifâsı (1255-1275 arası), Amasya Darüşşifası, Sabuncuoğlu Şerefettin veya Anber bin Abdullah Dâruşşifâsı olarak da bilinir (1308), Mardin Emineddin Dâruşşifâsı (1108-1122 arası), Konya Dâruşşifâsı (Maristan-ı Atik) (XII. yy sonu XIII. yy başı), Konya Alâeddin Dâruşşifâsı (1219-1237/38), Aksaray Dâruşşifâsı (XIII. yy) Osmanlı Dâruşşifâları: Bursa Yıldırım Dâruşşifâsı (1400), İstanbul Fatih Dâruşşifâsı (1470), Edirne II. Bayezid Dâruşşifâsı (1484-88), Manisa Hafsa Sultan Dâruşşifâsı (1539), İstanbul Haseki Sultan Dâruşşifâsı (1550), İstanbul Süleymâniye Tıp Medresesi ve Dâruşşifâsı (1556), İstanbul Atik Vâlide Dâ­ruşşifâsı (1582), İstanbul Sultanahmed Dâruşşifâsı (1609-1617)

Mustafa YILMAZ 01 Mart
Konu resmiHayatınızın Yatırımı: Oruç
Sağlık

 “Aziz ve celîl olan Allah “İnsanın oruç dışında her ameli kendisi içindir. Oruç benim içindir, mükâfatını da Ben vereceğim.”” buyurmuştur.    Oruç tutarak hayatınıza en büyük yatırımı yapacağınızı biliyor musunuz? İçinde bulunduğumuz üç aylarda oruç tutarak, hem maddi hem de manevi olarak ciddi kârlar barındıran bir yatırım yapabiliriz. “Aziz ve celîl olan Allah “İnsanın oruç dışında her ameli kendisi içindir. Oruç benim içindir, mükâfatını da Ben vereceğim.””1 buyurmuştur. Rabbimiz öbür dünyadaki ecrini en iyi bilendir. Biz sizlerle bu dünyada hemen görebileceğiniz, belki de çok kereler duyduğunuz faydalarını hatırlatmak istiyoruz. Oruç tutmak çok faydalıdır. Peki, Oruç tutmak nasıl faydalı oluyor? Hangi mekanizmalardan yararlanarak işliyor? İlk etkisi hayatı sağlıklı geçirmek. South California Üniversitesi Uzun Yaşam Enstitüsü’nün yö­ne­ticisi Dr. Valter Longo uzun yıllardır oruç tutma üzeri­ne çalışıyor ve aralıklı orucu savunanlardan biri. Uzmanlık alanı yaşlanma olan Valter Longo, özellikle kanser ve diyabet gibi yaşla birlikte ortaya çıkan hastalıkların gelişmesi riskini azaltmayı hedefleyen yaklaşımlar üzerine çalışıyor. Ve bunun için Laron farelerini kullanıyor. Cüce fare ya da Laron faresi olarak bilinir ve memeliler arasında uzun yaşama rekoru bu farelerdedir. Bir başka deyişle, olağanüstü uzun ömürlüdürler. Sıradan bir farenin ömrü o kadar uzun değildir, belki iki yıl kadar yaşar. Laron fareleriyse bunun iki katı kadar yaşayabilirler; pek çoğu kalorileri kısıtlandığında dört yaşını da geçer. Bir insana uyarlandığında bu, yaklaşık 170 yaşına karşılık gelir. Laron farelerinin tek büyüleyici özelliği yalnızca uzun yaşamaları değil, bu uzun hayatın büyük bölümünü sağlıklı geçirebilmeleridir. Bu farelerde diyabet ya da kansere yatkınlık görülmez, çoğunlukla normal sebeplerleölürler. Doktor Valter otopside farenin ölüm sebebini genellikle bulamadıklarını, öylece düşüp ölüverdiklerini görmüştür. Bu farelerin bu kadar küçük ve uzun ömürlü olmasının sebebi, genetik olarak değiştirilmiş bedenlerinin IGF-1 yani İnsülin Benzeri Büyüme Faktörü 1’e tepki vermemesidir. IGF-1’in adından da anlaşılacağı üzere, bedenimizdeki her hücre üzerinde büyümeyi destekleyici etkileri vardır. Hücrelerimizin sürekli aktif olmasını sağlar. Gençlikte, büyüme çağında IGF-1 seviyesinin yüksek olma­sına ihtiyaç duyarız, fakat hayatın son dönemlerinde hızlı yaşlanma ve kansere yol açtığı anlaşılmıştır. Valter’in ifadesiyle, bu ayağını gazdan çekmeden, aracı sürekli performansa zorlayarak kullanmaya benzer. “Arada bir aracınızı garaja götürüp parçalarını değiştirmek, bakım yaptırmak yerine sürekli kullanmaya devam ettiğinizi düşünün, elbette bir noktada aracın bozulması kaçınılmazdır.” Valter’ın çalışmaları, bir yandan hayattan meşru dairede zevk alırken diğer yandan aracınızı nasıl mümkün olduğunca uzun süre ve hızlı kullanabileceğinize odaklanıyor. Valter, cevabın aralıklı oruç tutma olduğu görüşünde. Çünkü oruç tutmak, bedeninizin ürettiği IGF-1 hormonunu azaltmanızı da sağlıyor. IGF-1’in yaşla birlikte ortaya çıkan hastalıkların çoğunda temel rol oynadığını kanıtlayan çalışmalar yalnızca Laron farelerini kapsamıyor, insanlar üzerinde de benzer sonuçlar veren araştırmalar yapıldı. Valter, son yedi yıldır Laron sendromu adı da verilen genetik bozuklukları olan bir grup Ekvador köylüsünü inceliyor. Son derece ender görülen bu rahatsızlık, dünya üzerinde 350 kişide tespit edilmiş. Laron sendromlu bireylerin bedenleri IGF-1’e tepki vermiyor görünüyor. Büyüme hormonu reseptörlerindeki özel mutasyon, Laron farelerinde görülene çok yakın bir zayıflığa sebep oluyor. Laron sendromlu köylüler ge­­­nellikle kısa boylu, çoğu 1,20’nin altında. En şaşırtıcı olan, Laron fareleri gibi bu ki­şi­­­lerde de diyabet veya kanser gi­bi olağan hastalıkların görül­me­mesi. Hatta Valter’ın aktar­dı­ğına göre, uzun yıllardır gözlemlenen Laron sendromlulardan hiçbiri kanserden ölmemiş. Aynı köyde yaşayan fakat Laron sendromlu olmayan akrabalarıysa herkes gibi kansere yakalanabiliyor. Oruç tutmanın diğer sağladığı fayda ise, vücudunuzda onarım yaptırması yani tamir etmesidir. Dolaşımdaki IGF-1 seviyesinin düşürmenin yanında, oruç tutmanın bir dizi onarım genini harekete geçirdiği de anlaşılıyor. Bunun nedeni tam olarak anlaşılamadı ama bilim adamları tarafından yapılan açıklama şimdilik şöyle: Bol yiyeceğimiz olduğu sürece, bedenlerimiz daha çok büyümeye ve üremeye odaklanır. Yaşlılık yıllarımıza yatırım yapmaz, üredikten sonra artık elden çıkarılabilir hale geliriz. Peki, oruç tutmaya karar verirsek ne olur? Bedenin verdiği ilk tepki şoktur. Beyne giden sinyaller aç olduğunuzu hatırlatır, gidip yiyecek bir şeyler bulmanızı talep eder. Ama direnirsiniz. Bedeniniz bu sefer eskisi kadar çok ve sık yememenizin bir kıtlık durumuyla ilişkili olduğuna karar verir. Geçmişte bu oldukça sıradan bir durum olacaktı. Çünkü eskiden bu kadar çok yemek yoktu. -Yaratılıştan verilen özellikler çerçevesinde- vücut açısından açlık söz konusu olduğunda büyüme veya üremeye ait enerjinin anlamı yoktur. Bunun yerine bedenin yapacağı şey, kıymetli enerji deposunu onarıma ayırmak, güzel günler yeniden gelene dek sizi ayakta tutmak olacaktır. Sonuç olarak, bedeniniz hem ayağını gazdan çeker, hem de kendini hücre bazında korumaya alır, garaja çeker. Burada, bütün küçük gen mekanikerleri şimdiye dek ertelenen acil onarım işlerini yapmaya koyulurlar. Kalori kısıtlamasının yaptığı şeylerden biri, örneğin, otofaji denen bir süreci başlatmaktır. Otofaji, “kendini yeme” anla­mına gelir ve bedenin eski, yor­gun hücreleri parçalama ve yeniden dönüştürme sürecidir; tıpkı bir arabada olduğu gibi, her şeyin düzenli çalışması için zarar görmüş veya yaşlanmış par­çalardan kurtulmak önemlidir. Valter kilo problemi olan insanların çoğunun oruçtan faydalanabileceğini düşünüyor. Valter’ın araştırma alanlarından biri, oruç tutmanın kanser üzerindeki etkileri ve bunun için uygun olanın aralıklı oruçtan ziyade uzun süreli oruç olduğu görüşünde. Oruçla ilgili bilimsel yapılan çalışmalardan bahsettik. Oruç tutmanın kanser, yaşlanma, alzheimer, diyabet, kalp hastalıkları gibi pek çok hastalığı önlediği hatta tedavi ettiği ispatlanmıştır. Oruç tuttuğumuz günler ve bu günlerdeki beslenme durumumuz, orucun müspet sonuçlarını elde etmek için önemlidir. Oruç tutmanın bu etkilerini görmek için orucumuzu pazartesi perşembe günleri yani haftada iki gün aralıklarla tutmak uygun olacaktır. Dikkat edilecek en önemli nokta: Oruç tutulan günler erkeklerin 600 kalori, kadınların 500 kalori al­ması gerekmektedir. Bu kalorileri iftar ve sahur olmak üzere ikiye bölebiliriz. Bu şekilde oruç tutup haftanın 5 günü di­le­diğiniz gibi yemek yiyerek kilo kaybı sağlayabilirsiniz. Ay­nı za­manda sağlık parametleriniz­deki düzel­meyi görebilirsiniz. Mübarek üç ayların içinde bulunduğumuz şu günlerde oruç tutarak sıhhat bulmanızı temenni ediyorum. “Allah’ım! Recep ve Şaban ayını bize bereketli kıl ve bizi Ramazan ayına ulaştır!” Amin Kaynak: Haftada iki gün yeter (Dr. Michael Mosley)

Edibe BEKİN 01 Mart