
فَاسْتَقِمْ كَمَٓا اُمِرْتَ“Emrolunduğun gibi istikamet bul!”Hud Suresi 112 Bediüzzaman Hazretleri, ‘sırat-ı müstakim’i, İşaratü’l-i’caz’da ve Otuzuncu Söz’de ve On Birinci Lem’a’da şöyle izah etmiştir: İnsanda kuvve-i akliye (iyi-kötü, doğru-yanlış, güzel-çirkin birbirinden ayırt etme kuvvesi, kısaca akıl kuvvesi), kuvve-i gadabiye (zararlı şeyleri def etme kuvvesi), kuvve-i şeheviye (menfaati olan şeyleri elde etme kuvvesi) olmak üzere üç duygu vardır. İnsanda bu kuvvelere bir hudut tayin edilmemiştir. Bu kuvvelerin her birisinin de üçer mertebesi vardır. İfrat (ileri gitmek), tefrit (geride kalmak) ve hadd-i vasat (normal olan orta yolu yaşamak)’tır. Peygamberimizin (sav) nübüvvetinin delil ve burhanları had ve hesaba gelmez. Onların hepsini izah etmek hem bizim haddimizin fevkindedir hem de böyle bir yazı ile de izah edilecek bir mesele değildir. Ancak nübüvvetin parlak bir delili olan Resul-ü Ekrem (sav) Efendimiz’in güzel ahlakı ile Rabbimizden bize getirdiği Kur’an-ı Azimüşşan ve Hadis-i Şeriflerin nübüvveti ne suretle ispat ettiklerinden bir nebze bahsetmeye çalışacağız. Resulüllah (sav)’in güzel ahlakını dost ve düşman ittifakla kabul etmişlerdir. Hatta en büyük düşmanları olan Mekke müşrikleri, başta Ebû Cehil olmak üzere ona Muhammedü’l-Emin demişlerdir. Allah ise, Kur’an-ı Azimüşşan’da: وَ اِنَّكَ لَعَلٰى خُلُقٍ عَظٖيمٍ “(Habibim Ya Muhammed) sen azim (büyük) bir ahlak üzeresin.”1 diye ferman eder. Sahih rivayetlerde de Hazret-i Aişe-i Sıddıka (ra) gibi seçkin sahabeler, Hazret-i Peygamber (sav)’i tarif ettikleri zaman “Yaşayan Kur’an”2 diye tarif ediyorlardı. Kur’an’ın beyan ettiği güzel ahlakın misali ve bütün o güzel ahlakı yaşayarak gösteren Hazret-i Muhammed (sav)’dir. Ve o güzelliği herkesten evvel, bizzat yaşayan ve fıtraten o mehasin üzerine yaratılan O’dur (sav). Ve O (sav) yürüyen bir Kur’an’dır. Hem Fatiha-i Şerife’de ‘sırat-ı müstakim’ diye tabir edilen dosdoğru yolda giden ve o yolda gidebilecek fıtrat üzere yaratılan en başta Peygamberimiz (sav)’dir. İstikamet Üzere Olmanın Manası Bediüzzaman Hazretleri, ‘sırat-ı müstakim’i, İşaratü’l-i’caz’da ve Otuzuncu Söz’de ve On Birinci Lem’a’da şöyle izah etmiştir: İnsanda kuvve-i akliye (iyi-kötü, doğru-yanlış, güzel-çirkin birbirinden ayırt etme kuvvesi, kısaca akıl kuvvesi), kuvve-i gadabiye (zararlı şeyleri def etme kuvvesi), kuvve-i şeheviye (menfaati olan şeyleri elde etme kuvvesi) olmak üzere üç duygu vardır. İnsanda bu kuvvelere bir hudut tayin edilmemiştir. Bu kuvvelerin her birisinin de üçer mertebesi vardır. İfrat (ileri gitmek), tefrit (geride kalmak) ve hadd-i vasat (normal olan orta yolu yaşamak)’tır. Kuvve-i akliyenin ifrat mertebesi ‘cerbeze’dir. Yani batılı, yanlışı doğru; doğruluğu ve hakkı da yanlış göstermeye çalışmaktır. Bu bir safsatadan ibarettir. Tefriti ‘gabavet’tir. Yani ne hakkı ne de batılı bilmemektir desek. Hadd-i vasatı ise ‘hikmet’tir. Yani Hakkı hak olarak bilmek, batılı da batıl olarak bilmek demektir. Bu hikmet mertebesini de en mükemmel şekilde yaşayan en başta peygamberlerdir ve onların başında da Peygamberimiz (sav) gelir. Kuvve-i gadabiyenin ifrat mertebesi ‘tehevvür’dür. Yani saldırganlıktır, hakkına razı olmayıp başkasının hak ve hukukunu çiğnemeye çalışmaktır; bu bir zulümden ibarettir. Tefrit mertebesi ise ‘cebanet’tir. Yani korkudan dolayı hakkına hukukuna sahip çıkmamak, mukaddesatına, ırz ve namusuna hakaret edildiği halde onları müdafaa etmemektir. Hadd-i vasatı, orta yolu ‘şecaat’tir. Yani cesaret sahibi olup başkasının hakkına hukukuna tecavüz edip zarar vermediği gibi kendi hakkına hukukuna da sahip çıkıp onu kimseye çiğnettirmemektir. Kuvve-i şeheviyenin de ifrat mertebesi ‘fücur’dur. Yani haram helal demeyip her şeye iştiha göstermektir. Tefrit mertebesi ise ‘humut’tur. Yani ne haram ne helal hiçbir şeye iştiha ve ihtiyaç duymamaktır. Hadd-i vasatı, orta yolu ise ‘iffet’tir. Yani namuslu olarak bütün azalarını, hisler ve duygularını başta fuhşiyat olarak haramlardan muhafaza edip helal dairesinde yaşamaktır. Zaten, “Helal dairesi geniştir, keyfe kafidir; harama girmeye hiç lüzum yoktur.”3 İşte sırat-ı müstakim, bu kuvvelerin orta yolu olan hikmet, şecaat ve iffetten ibarettir. Demek her işte bu mertebelerin orta yolu denilen hikmeti, iffeti ve şecaati kabul edip ona göre yaşamak gerekmektedir. Bu noktada baktığımızda hikmet, şecaat ve iffeti harfiyen kendi hayatına tatbik edip, en mükemmel bir şekilde hayatını devam ettiren, dost ve düşmanın ittifakıyla Muhammed-i Arabi (sav)’dir. Demek ki Fatiha’da: اِهْدِنَا الصِّرَاطَ الْمُسْتَقٖيمَۙ “Bizi dosdoğru yola hidayet eyle!”4 dediğimizde: “Ya Rabb! Bizi kuvve-i akliyenin hikmet mertebesine, kuvve-i gadabiyenin şecaat mertebesine, kuvve-i şeheviyenin iffet mertebesine hidayet eyle! İfrat ve tefrit mertebelerinden bizleri muhafaza eyle!” Amin, diye dua ediyoruz. İşte: فَاسْتَقِمْ كَمَٓا اُمِرْتَ “Emrolunduğun gibi istikamet bul!”5 ayeti bir cihette “hikmet, şecaat ve iffet hakikatini yaşayınız!” diye bize emrediyor. Hatta katiyetle şunu diyebiliriz: İslamiyet hikmet, şecaat ve iffet demektir. İslamiyet’e inanıp kabul etmek, bunları kabul etmek demektir. Kur’an, Zaman Geçtikçe Gençleşiyor Esasında Kur’an ve Hadis-i Şerifler, Peygamberimiz (sav)’in nübüvvetini ispat için fazlasıyla delilleri ihtiva etmektedir. Ayet ve hadislerin üzerinden bin dört yüz küsur sene geçmesine rağmen ne bir tek ayet ne de bir tek hadis geçerliliğini kaybetmemiş ve yanlış olduğu tespit edilmemiştir. Daima hakkaniyet ve doğruluk üzerinde gitmeleri ayetlerin hem lafzı hem manası Allah’tan (cc) olduğuna ve bir delildir. Demek Hazret-i Muhammed (sav) heva-yı nefsiyle konuşmuyor. Onu (asm) Cenab-ı Hakk konuşturuyor; O (asm) da konuşuyor.6 Hadis-i Şeriflerin manasının da Allah’tan (cc) geldiğini şeksiz ve şüphesiz bir surette isbat ediyor. Eğer bunlar bir insan fikrinin neticesi olsaydı, insanların yazdıklarında hata ve yanlışlar olduğu gibi bunlarda da birçok hata ve yanlış bulunacaktı. Madem bunların üzerinden elli-yüz sene değil, bin dört yüz küsur sene geçtiği halde geçerliliklerini kaybetmiyorlar. Demek bunların aslı vahiydir, Allah (cc) tarafından Hazret-i Muhammed (sav)’in vasıtasıyla bize söylenmişlerdir. Bediüzzaman Hazretleri’nin dediği gibi “Zaman ihtiyarlandıkça Kur’an gençleşiyor, rumuzu (remiz ve işaretleri) tevazzuh ediyor (daha iyi anlaşılıyor)”7 Evet, nasıl ki insanlar doğar, büyür, ihtiyarlar, onların fikirleri ve bilgileri de onlar gibi ihtiyarlar. İnsanların sanatları da tecrübeler neticesinde zamanla mükemmel hale gelir. İnsanların ilk yaptıkları bir cihazın modeli ile son yaptıkları aynı cihazın modeli ve mükemmelliği bir olmaz. Bu da insanın acizliğini ve eksikliğini ifade eder. Şüphesiz ki, bu kural Cenab-ı Hak için geçerli değildir. Onun ilk yaptığı sanat ile son yaptığı sanat arasında mükemmellik noktasında bir fark yoktur. Çünkü Allah sonsuz ilim, hikmet ve kudret sahibidir. İlk yarattığını en son ve en mükemmel model ile yaratır. Onun için Cenab-ı Hakk’ın yarattığı sanatları arasında bir model değişikliği olmaz. İlk yaratılan Âdem (as) ile diğer hayvanların ilk fertlerinin özellikleri neyse bugün de yaratılanlar, aynı özelliklere sahiptirler. Aynen öyle de İslamiyet ve Kur’an’ın hükümleri ilk gün nasıl indiyse öyledir. Zaman geçtikçe Kur’an ve İslamiyet’in hükümleri de gençleşir. Zira Kur’an’ın hükümleri bütün zamanları ve ihtiyaçları karşılar. Zaman geçince onun hükümleri eskimez. Her yeniye can olur. Allah’ın (cc) hükümlerinde bir değişiklik söz konusu olamayacağından bugün dahi onlara uymak saadet ve selamet vesilesidir. Onlara muhalefette ise şekavet ve ebedi azap vardır. Hadis-i Şeriflerin Kuran-ı Kerim’in hakiki bir tefsiri olduğu hususunda Said bin Cübeyr’in (ra): “Ben Resulüllah’dan (asm) her ne işitmişsem onun tasdikini Kur’an-ı Kerim’de buluyordum.”8 dediği gibi, İmam-ı Şafii (ra) de bu hususta şöyle der: “Peygamberimizin (asm) verdiği bütün hükümler Kur’an’dan anladıklarından başka bir şey değildir.”9 “İmam-ı Şafii’ (r.aleyh): اِنَّٓا اَنْزَلْـنَٓا اِلَيْكَ الْكِتَابَ بِالْحَقِّ لِتَحْكُمَ بَيْنَ النَّاسِ بِمَٓا اَرٰيكَ اللّٰهُۜ وَلَا تَكُنْ لِلْخَٓائِنٖينَ خَصٖيماًۙ “(Habibim, ya Muhammed!) Şübhesiz ki biz, bu kitabı sana hak ile indirdik ki, insanlar arasında Allah’ın sana gösterdiği şekilde hüküm veresin! Hainler için ise, müdafaa edici olma!”10 ayeti gibi birçok ayeti bu davasına delil göstermiştir.”11 Evet, hadisler Kur’an’ı şerh ve izah eden en önemli bir tefsirdir. Peygamberimiz (asm) da: أَلاَ إِنّٖي أُوِتٖيتُ الْكَتِابَ وَمِثْلَهُ مَعَهُ، لَا يُوشِكُ رَجُلٌ شَبْعَانٌ عَلىٰ أَرٖيكَتِهٖ يَقُولُ عَلَيْكُمْ بِهٰذَا الْقُرْآنِ فَمَا وَجَدْتُمْ فٖيهِ مِن حَلَا لٍ فَأَحَلُّوهُ وَمَا وَجَدْتُمْ فٖيهِ مِنْ حَرَامٍ فَحَرِّمُوهُ “Şunu iyi biliniz ki bana Kur’ an-ı Kerim ile birlikte (onun bir) benzeri (hadisler) de verilmiştir. Dikkatli olun! Koltuğuna kurulan tok bir adamın ‘sizin için (yalnızca) şu Kur’an yeter onda bulduğunuz helali helal, haramı da haram kabul ediniz’ diyeceği (günler) yakındır.”12 Buyurarak, Hadis-i Şeriflere karşı günümüzde ortaya çıkan bir felaketi mucize olarak haber vermiştir. Yani bu hadislerden anlaşıldığı üzere kitap ile sünnet arasında bir ayrım yapılmaz, yapanlar çok büyük bir cinayet işlemiş olurlar. Çünkü “İnsanların küfre sapmalarının sebeplerinden biri de peygamberleri yalanlamak, onların haber verdikleri müjdeleri ve tehditleri hafife almaktır. Özellikle Peygamberimizin (sav) getirdiği sünneti hafife almak, hatta bir sünneti yaşamanın edeb olmadığını iddia etmek de, insanları küfre düşüren sebeplerden biri olarak kabul edilmiştir.”13 Demek hadislerin ve ayetlerin hakkaniyetleri aynı zamanda onları bize getiren Habib-i Rabbü’l-Alemin’in de sıdkına ve nübüvvetine en kuvvetli bir delildir. Ve O’nun (asm) bize getirdiği İslamiyet’in hakkaniyetini de güneş gibi aşikâr bir surette gösterip ispat eder. Allah hepimizi Sırat-ı Müstakime hidayet eyleyip rızasına mazhar eylesin. Âmin. Kaynaklar: 1- Kalem, 42- سُئِلَتْ عَائِشَةُ عَنْ خُلُقِ رَسُولِ اللّٰهِ صَلَّى اللّٰهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ، فَقَالَتْ: كَانَ خُلُقُهُ الْقُرْآنَİbn Kesir, Camiu’l-Mesanid ve’s-Sünen, Daru’l-Fikir, Beyrut, 1994, c. 34, s. 196, Hadis No: 3853- Bediüzzaman, Sözler, Osmanlıca Nüshası, Altınbaşak Neşriyat, İstanbul, 2013, s. 144- Fâtiha, 65- Hûd, 1126- Ve (o, nefsinin) arzu(sun)dan konuşmuyor! O (söyledikleri) bildirilen vahiyden başka bir şey değildir. (Necm Suresi, 3-4)7- Bediüzzaman, Mektubat 2, Osmanlıca Nüshası, Altınbaşak Neşriyat, İstanbul s. 5038- İmam Şarani, Keşf’ül Gumme an Cemi’ül Ümme, Şirketü Mektebe, 2. Baskı, Mısır, 1951, c. 1, s. 219- İmam Suyuti, el-İtkan fî ulûmi'l-Kur'an, Daru’l-Kütübi’l-İlmiye, Beyrut, 1971, s.57310- Nisa, 10511- İmam Suyuti, a.g.e, s. 57312- Ebu Davud, Kitabu’s-Sünne, El-Mektebetü’l-Asrıye, Bab 5, Beyrut, 1994, Hadis No: 460413- Muğnu’l-Muhtaç, Mektebetü’l-İslamiye, c. 4, s. 135

Kıyam etti insan, elif oldu.Rükûa gitti, dal.Secdeye vardığında ise, mim. Toplamına âdem dediler; baksan insan namaz kıldı, aslında namaz âdemi insan… Ağaçtan maksat meyvedir; arıdan murat bal ise, inekten süt. Yani her şeyin bir hikmeti var, bir gayesi var. Ol hikmetle kuşanmış kâinat ve içindekilerin tam merkezinde olan insan maksatsız, gayesiz, hikmetsiz olması mümkün müdür? Değilse nedir? Elbette her şey gibi yaratılış gayesine muvafık hareket etmektir. Ki bu insan için ayette belirtildiği üzere kulluktur, ibadettir. İbadetin özü namaz,Namazın özü dua,Onun da özü ihlastır. İhlas ki her şeyi Allah’a has kılmaktır. Yani her şeyi sırf Allah için yapmaktır. Kan ve fışkı arasından hiçbir şeye bulaşmadan mugaddi, halis, temiz süt gibi, dünyanın aldatmacalarına, şeytanın kandırmalarına, nefsin iğvalarına bulaşmadan Allah’a müteveccih olabilmektir. Odaklanmadır namaz. Kendisine. Yani varlık sebebine. Yani var edenin hikmetine. Yani Allah’a. Sıyrılmaktır namaz dünyadan, fenadan, kalabalıktan, gafletten. Miraçtır namaz, elini kaldırdığında dünyayı, kâinatı, varlığı geride bırakmaktır. Sadece Rabbine yönelmektir. “Sadece sana ibadet eder, yalnız senden yardım isteriz” demektir. Bir kurtuluştur namaz. Günün, işlerin, problemlerin, stresin yoğunluğundan uzaklaşmaktır. Nefes almaktır. Fabrika ayarlarına dönmektir. Kul olduğunu, kim olduğunu, kime ait olduğunu bilmektir, bulmaktır. Huzurdur namaz. Her an her yerde hazır ve nazır olan Rabbini idrak etmektir. Onun varlığıyla kendini güvende hissetmektir. Açmazların, çıkmazların, tıkanmışlıkların içinde “Kim Allah’tan sakınırsa, (Allah) ona (her darlıktan) bir çıkış yolu kılar. Ve onu hesap etmediği yerden rızıklandırır!” ayetinin sigortasına girmektir. İki gözün nurudur namaz. Görünmeyenleri görmek, varılmayanlara ulaşmak, geçilmeyenleri aşmaktır. Olmazsa olmazdır namaz. Eşitliktir, adalettir, muhabbettir, omuz omuza vermektir, bir ve beraber olabilmektir. Din toplumun mayası, namaz dinin direğidir.Unutmayalım ki namaz kurtuluşun adresidir.

Sultan 3. Ahmed Çeşmesi Osmanlı dönemi Türk sanatının çeşme mimarisinde meydana getirdiği bir şaheser olan bu âbidevî çeşme, Sultan 3. Ahmed tarafından yaptırılmıştır. Kitabesinde belirtildiğine göre 1728-1729 yıllarında inşa edilmiş olup on dört kıtalık uzun tarih manzumesi Seyyid Vehbî’nindir. Ta‘lik hatla yazılan bu uzun kaside her cephede çeşmelerin üzerine ve sebillerin yukarılarına işlenmiştir. Marmara’ya bakan taraftaki kitabeden öğrenildiğine göre, bu eşsiz eserin yaptırılmasını Sadrazam Nevşehirli Damad İbrâhim Paşa tavsiye ederek gerçekleşmesine ön ayak olmuştur. Bu manzumenin son tarih beyti bizzat Sultan 3. Ahmed tarafından söylendiği gibi yine onun tarafından çeşmenin Camii’ne bakan esas cephesinde boydan boya tek satır halinde celî sülüs hat ile yazılmıştır. Bu husus, beytin altındaki ketebeden açıkça anlaşılmaktadır. Sultan 3. Ahmed bu muhteşem eserin her bakımdan tamamlandığını göremeden, 1730 Eylülü sonunda Patrona Halil ayaklanması ile tahtını kaybetmiştir. Çeşmenin mimarının kim olduğu bilinmemektedir. Sultan III. Ahmed Çeşmesi, meydan çeşmelerinin bütün Türk sanatı tarihi içinde ortaya konulmuş en göz kamaştırıcı örneğidir. Avrupa’dan gelen ve Türk sanatına 18. yüzyıl başlarından itibaren sızan tesirler, burada henüz sadece süslemenin çokluğunda ve bazı kısımlarda kendisini belli eder. Bu anıt, çeşme mimarisinde 18. yüzyılda başlayan zengin bezemeli yeni akımın da temsilcisi olup bütün benzerlerini aşan bir güzelliğe sahiptir. Bu yüzdendir ki İstanbul’a gelmiş ve bu şehir hakkındaki görüşlerini yazılı olarak anlatmış olan yabancı seyyahların hepsi tarafından hayranlık ifade eden sözlerle tasvir edilmiştir. 2 Şubat 1896 Darülaceze hizmete açıldı Dilencilikle mücadele yolunda atılmış önemli bir adım olan Dârülaceze’nin gerçek bânisi Sultan 2. Abdülhamid’dir. Sultan, 30 Mart 1890 tarihli bir irade ile sokaklarda dilenmekte olan kimsesiz çocukları, sakat erkek ve kadınları hem dilenme zilletinden kurtarmak, hem de eğitim ve bakımlarını sağlamak üzere bir yer ayrılmasını, bu hususta alınacak tedbirlerin ve yapılacak projelerin en kısa zamanda kendisine bildirilmesini istedi. Hükümetin konu ile ilgili çalışmaları devam ederken Sultan 2. Abdülhamid, doğum günü olan 16 Şâban 1307 (7 Nisan 1890) tarihinde çıkardığı ikinci bir iradede kurulacak müessesenin adının “dârü’l-aceze” olacağını bildirdi. 13 Nisan 1890 tarihli bir resmî tebliğ yayımlanarak Padişahın iradesiyle bir dârülacezenin kurulacağı ilân edildi. Üç yıldan fazla süren inşaat devresinden sonra Dârülaceze, 2 Şubat 1896 günü Sadrazam Halil Rifat Paşa tarafından hizmete açıldı. 19 Şubat 1875 Fetvahane Nizamnamesi yayınlandı Fetvahane, ilk defa Kanuni Sultan Süleyman devrinde, Zenbilli Ali Efendi’nin şeyhülislâmlığının son dönemlerinde fetva işlemlerini takip etmek için fetva emini başkanlığında kurulmuştur. Fetvahanenin çalışma esaslarıyla ilgili olarak muhtelif nizamnâmeler yayımlanmıştır. Bunlardan 19 Şubat 1875 tarihli on iki maddeden meydana gelen Fetvahane Nizamnamesinde (Düstur, Birinci tertip, IV, 76-77) fetvahanede görev yapan müsevvidlerin yirmi kişi olacağı ve sekiz mülâzım kadrosunun bulundurulacağı ifade edilmekteydi. 4 Şubat 1902 Osmanlı Devleti’nin sonunun başlangıcı olan 1. Jön Türk kongresi Paris’te toplandı Damad Mahmud Celâleddin Paşa’nın 1899 sonlarında iki oğlu Prens Sabahaddin ve Lütfullah beylerle Avrupa’ya kaçmasıyla Jön Türk hareketine yeniden canlılık geldi. Prens Sabahaddin’in çağrısı üzerine Paris’te 1. Jön Türk (Osmanlı Umum Muhâlifîn) Kongresi toplandı (4 Şubat 1902). Arap, Arnavut, Ermeni, Rum ve Bulgar milliyetçilerinin de katıldığı kongrede çeşitli görüşler ortaya çıktı. Ermenilerin Padişaha suikast da dâhil olmak üzere şiddet hareketlerini sürdüreceklerini açıkça ifade etmeleri, Ahmed Rıza taraftarlarını kızdırdı. Yine Ermenilerin Padişaha karşı yabancılardan, bu arada Ruslardan destek istenmesi hususundaki talepleri Sabahaddin Bey tarafından İngiltere ve Fransa’nın da ilâvesiyle kabul edildi. Böylece kongreye katılanlar bir tarafta Sabahaddin Bey ve Ermenilerden oluşan “müdahaleciler”, diğer tarafta ise Ahmed Rıza ve taraftarlarından oluşan “adem-i müdahaleciler” olmak üzere ikiye ayrıldı. Bu ayrılığı ortadan kaldırmak için Ahmed Rıza’nın başkanlığında toplanan ikinci kongrede (1907) Ahmed Rızâ ve taraftarları azınlıkta kaldı. İsmail Kemal’in ileri sürdüğü orduyu ayaklandırma tezi, pek çok grup tarafından benimsendi. Şiddet taraftarları Ahmed Rıza’yı da ikna etmeyi başardı.

20. Lem’a’da da bahsi geçtiği üzere Müslümanlar, ilmiyle amel eden, aynı zamanda ihlaslı olan ve ömrü boyunca da bu ihlâsını muhafaza eden âlimlerin peşinden gitmelidirler. Aksi takdirde ortak çalışmaların ve bir araya gelinerek ortaya çıkarılmaya çalışılan hayırlı işlerin neticeleri akîm kalır. Allah diyen boş kalmaz ama İslâm dünyasını tekrar şaha kaldıracak projelerden beklenen başarılar elde edilemez. Meşhur bir söz vardır; “Balık baştan kokar” diye. Bu sözün benzer manaya farklı yönden bakan bir şekli ise şu şekilde söylenegelmiştir: “Baş nereye giderse ayak da oraya gider.” Çokça kullanılan ve aynı meseleye parmak basan bu atasözlerimizin ortaya koyduğu hakikat aynıdır. Özellikle bu asır için de üzerinde durulması gereken mühim bir gerçek, bu veciz sözlerle gözler önüne serilmektedir. Ortaya konulan hakikati, fehme yakınlaştırmak için öncelikle her gün birebir yaşadığımız şu misali verebiliriz. Cemaatle namaz kılmanın sevabı ve Cenab-ı Hakk’ın yanındaki kıymeti herkesin malumudur. Cemaatten birisinin dışarıdan anlaşılamayacak şekilde namaza mani bir hali varsa bu, cemaati ve namaz kıldıran imamı bağlamaz. Onların namazlarına bir halel gelmez. Ancak namaz kıldıran imamın böyle bir hali varsa, tüm cemaatin namazını etkileyebilir. Cemaat, durumdan haberdar değilse, -Allahu a’lem- belki namazları Cenab-ı Hakk’ın katında kabul olabilir ama bu sefer de cemaat sevabından mahrum kalabilirler. Veyahut da bir başka deyişle, kişiler kendini kurtarır ama toplu bir halde yapılan bir ibadetten veya bir manevî çalışmadan beklenen netice elde edilemez. İslamiyet’te en çok önem verilen hususlardan birisi, ibadetlerin toplu halde yapılması veya Müslümanların çeşitli vesilelerle hayır için bir araya gelmeleridir. Cuma Namazı, Bayram Namazı ve cemaat halinde kılınan diğer namazlar ile Hac ibadeti bu konuda verilecek en güzel örnekler arasındadır. Bütün bu ibadetler hep beraber yapıldığında küllî birer ibadet haline dönüşmekte, Müslümanlar bir fabrikanın çarkları gibi birbirlerine destek olmaktadır. Binlerce Müslümanın ayrı ayrı elde edemediği sevabı, hayrı, maneviyatı belki bir araya gelen onlarca Müslüman elde edebilmektedir. Cemaatle kılınan namazın 27 kat daha sevaplı olması, bu durumun en önemli göstergeleri arasındadır. Hacda bir araya gelen milyonlarca Müslümanın, kısa sürede büyük bir maneviyat kazanmaları hatta belki de küçük birer evliya şeklinde nitelendirilmeleri de mevzumuzu aydınlatacak misaller arasında yer alabilir. Hacdan ya da umreden dönen kime sorsanız, elde ettiği bu maneviyatı çok rahat bir şekilde anlatacaktır. Müslümanların her kademede bir araya gelmeleri ve ortak hareket etmeleri, ulaşılmaya çalışılan neticenin çok daha kısa zamanda ve çok daha selametli bir şekilde elde edilmesini sağlayabilecektir. Ama burada göz ardı edilmemesi gereken en önemli husus, bir araya gelen Müslümanları ve onların şahs-ı manevîsini temsil edecek mümessilin maneviyatıdır ve niyetinin halis olup olmadığıdır. Çünkü bir araya gelinerek yapılan hayırlı bir amelden beklenen neticenin çıkması buna bağlıdır. Kişiler fert fert muhterem, mübarek ve halis niyetli olabilirler. Ama bir araya gelerek yaptıkları bir amel ile ulaşmak istedikleri hedefe varmaları, kendilerine baş olarak seçtikleri kişinin maneviyatı ile doğru orantılıdır. Müslümanların takip edeceği, peşinden gideceği ve ehl-i imanı temsil eden mümessillerin hususen ihlasları çok önemlidir. Bir kişinin ağzı iyi laf yapıyor diye ya da bugünün ifadesiyle eli yüzü düzgün diye, o kişi takip edilmemeli. Aksi takdirde yıllarca harcanan emekler, sarf edilen vakitler ve onca amel neticesiz kalır. Âlem-i İslam’a bir katkısı olmaz. Hatta belki önde gidenin art niyetinden dolayı, İslam’a zarar gelir. Âlimler, Peygamberlerin varisleridir. Ama âlim olmak sadece, iyi bilmek, iyi anlatmak ya da sözleri ve davranışları ile muhatabın üzerinde tesir bırakmak veya tabir-i caizse “iyi kafaya almak” demek değildir. Günümüzde bu kavramlar birbirine karıştırılabiliyor. Hâlbuki âlimi âlim yapan, ilmiyle amel etmesidir. Hatta bu ilmiyle amel ederken de ihlaslı olmasıdır. Bu hususta Peygamber Efendimiz (asm) bir Hadîs-i Şerif’de: “İnsanlar helâk olmuştur, âlimler müstesna. Âlimler de helâk olmuştur, ilmiyle amel edenler müstesna. İlmiyle amel edenler de helâk olmuştur, ihlaslı olanlar müstesna. İhlaslı olanlar ise büyük bir tehlike üzerindedirler. (Ukûzu’z-Zeberced, c. 2, s. 324)” buyurmuşlardır. 20. Lem’a’da da bahsi geçtiği üzere Müslümanlar, ilmiyle amel eden, aynı zamanda ihlaslı olan ve ömrü boyunca da bu ihlâsını muhafaza eden âlimlerin peşinden gitmelidirler. Aksi takdirde ortak çalışmaların ve bir araya gelinerek ortaya çıkarılmaya çalışılan hayırlı işlerin neticeleri akîm kalır. Allah diyen boş kalmaz ama İslâm dünyasını tekrar şaha kaldıracak projelerden beklenen başarılar elde edilemez. Hülasa, baş nereye giderse ayak da oraya gider.

Tarihler 625 senesinin yedinci Şevval gününü gösteriyordu. İki göz manasına gelen tepeye, yani Ayneyn Tepesi’ne elli adet okçu yerleştirilmişti. Ve kendilerine sıkı sıkıya “Her ne olursa olsun sakın burayı terk etmeyin!” emredilmişti. Ne var ki bu elli kişilik okçu ekibinin ekserisi, savaş alanına emredilen gözle değil de baş gözüyle baktıklarında, kendilerini savaş alanında ganimet toplarken bulmuşlardı. Az, fakat önemli bir ekip, vazifesini terk etmişti. Resûlüllahın (sav) emrine gaflet etmişlerdi. “Her ne olursa olsun” kaydı, aklın kendi âkilliği içerisinde eriyivermişti. Kumandanları Abdullah b. Cübeyr’in hatırlatması ve ikazı da görüntünün rengini değiştirmeye yetmemişti. Neticede, İslâm Ordusu bozguna uğramış, Kâinatın Efendisi (sav) yaralar almıştı. Birçok Sahabi de benzer durumlara düşmüştü. Bu hadiseyi okuduğumda nazarım insana, hususan Müslümanlara çevrildi. Gördüm ki, her birimiz, ayak ve gövde üzerine oturtulmuş bir baş ve buradaki iki göz ile bakıyoruz hayata. Yani Ayneyn Tepesi’ndeyiz. Yani Okçular Tepesi’nin askerleri gibiyiz, her birimiz. Yılın kaç olduğu çok da fark etmiyor aslında; zira her birimiz aynı peygamberin ümmetiyiz. Aynı emanetin yüklenicileriyiz. “Ümmetim mübarek bir ümmettir, evveli mi yoksa sonu mu daha iyidir bilinmez.” hadis-i şerifi iki ucu birleştiriyor ve diyor: Evet, aynı peygamberin ümmetisiniz. Aynı emanetin taşıyıcılarısınız. Aynı emanetin muhafızları… *** Şimdilerde Uhud’u mu yaşıyoruz acaba? Baş gözlerimizin gösterdiği fotoğraf zaferleri müjdelerken -aslında koyu bir gafletle- dünyevileşmek denilen illete mi dûçar oluyoruz? Medenileşmek, modernleşmek, terakki etmek, sahip olmak adına, aslında sahip olduklarımızın gerçek kıymetini takdir edip sahip çıkamamanın kısır döngüsüne mi yuvarlanıyoruz? Ya da -Allah muhafaza- “Dünya hayatını (severek) âhirete tercih ederler.” (14/3) ayetinin kapsamına mı dâhil oluyoruz? Efendimiz (asm), yaşanan sıkıntılı hallerin neticesinde emr-i İlahi ile ashabını Medine’ye hicret ettirmiş ve bilahare kendisi de hicret etmişti. Kâbe’ye Medinelik yapan Mekke’den Medine’ye göçmüştü. Ta ki, İslâmiyet neşvünema bulsun, hakikat tezahür etsin. Hem dünyevileşmiş insanlardan uzaklaşmıştı bir süreliğine. Müşriklerin cehaletlerinin kutsadığı bütün gayzına rağmen, kutsanmış Ensar’ın kendisine dost kucağına yönelmişti. Belki bu arada müşrikler de patırtıdan uzak kalmışlıkla kendilerini dinleme fırsatına sahip olacaklardı. *** Zamanın kıskacında eğilip bükülen yeryüzü coğrafyasında insan tekine kadar taşınmış Mekke ve Medine. Bir yanımız Medine olmuş, öteki yanımız Mekke. İyi-kötü, şer-hüsün o kadar iç içe girmiş ki, adeta kaçıp sığınılacak bir Medine bırakmamış yeryüzü coğrafyasında biz insanlara. Peki, her yanımız Uhud olmuşken ve bizler Ayneyn Tepesi’nin okçuları; biz şimdinin yeryüzü insanları nereye sığınacağız? Duruluncaya kadar sular biz, hangi dost kucağın sıcaklığında uhrevileşeceğiz? Mekke’miz mihrab olsun diye, hangi Medine’nin minberinde yetişeceğiz? Medine’nin en kutlu misafiri Efendimiz (asm); “Hakiki hicret kötülükleri terk etmektir” ve “Hakiki muhacir, Allah’ın yasakladığı şeylerden kaçan, onları terk eden kimsedir” buyurmuştur. Nazarlarımızı kendimize çevirmekle bizi, bizdeki Medine’ye hicrete davet etmiştir. Bizleri, maddeleşen, dünyevileşen nazarlardan kurtulup hakiki ihlâsı kazanmaya, emr-i İlahiye itaat etmeye çağırmıştır. Nitekim dünya, zamanımız itibariyle oldukça cazibedardır. İnsanın onun cazibesine kapılıp ihlâstan ve samimiyetten uzaklaşması ise, olabildiğince kolaylaş(tırıl)mıştır. Sadece gördüğümüze bakıp kanaat sahibi olmaya kalkışırsak, emin olalım ki nefsimiz bizi aldatır. Kendince mantıklı (!) bahaneler buldurur. Her dünyevi meseleyi, sırf Allah için yapılan bir işmiş gibi gösterebilir. Çözüm nedir peki? Çözüm; emr olunduğumuz gibi dosdoğru olabilmektedir. Kuvvetli bir imana sahip olmaktır. Hadiseleri, ne olduğumuzu, nerede ve niçin bulunduğumuzu, nereye gidiyor olduğumuzu unutmadan değerlendirebilmektedir. Bunlardan bir an kopsak, o an algıladığımız şey ve yaptığımız iş yanlış olabilir. Onun için bizler de “ne olursa olsun” kaydına şartsız itaat ederek vazifemizin farkında olmalıyız. Bize emredilenin dışında onu cerh edecek yaklaşımlardan uzak kalmalıyız. Madem Müslümanız. Madem ümmet-i Muhammed’deniz. O zaman -hangi asırda yaşadığımız fark etmez- onların referansı dışına çıkmadan, dünyevileşmeden hareket etmeliyiz. İslâmi anlayış ve şuurumuzu geliştirmek ve dünyayı ahirete basamak yapmanın gayreti içerisinde bulunmalıyız. *** Hem şunu da unutmamalıyız; İslâm yaşanmış, bitmiş bir mesele değildir. Kıyamete kadar bakidir. Hem sıkıntıları çekenler çekmiş, her şey bitmiş de değildir. İmtihan, dünyada insanın var olduğu her yerde vardır ve devam etmektedir. Yaşadığımız asırda da şiddetinden bahisle Sahabe-misal dirayet ve metanet gerektirmektedir. Onlar gibi şuurlu ve dünyadan Allah namına arınmış; fakat dünyayı Allah namına en iyi bilen ve onu Allah ve ahiret adına en iyi şekilde kullanmayı da iktiza etmektedir. Bize düşen ise, kendimizin ve dünyanın farkında olmak ve emr olunduğumuz şekilde dosdoğru olmaktır. Yani Allah’a asker olduğumuzun ve emirle hareket eden erler olduğumuzun bilincinde olmak; muvazzaf birer memur olgusuyla hareket etmektir. Dünyayı ve hadiseleri, nefsin kumandasına girmiş baş gözüyle değil de, kalbin kumandasında hareket eden sağlıklı bir bünyeyle değerlendirmektedir. Asrımızın saadet asrına, bizlerin de sahabelere kardeşler olmaklığımız duasıyla…

Tercih bizim elimizde. Tercih ne? Dünya hayatı sönük silik ama ahiret hayatı sonsuza kadar. Kabirden sonra başlayan bir hayat var. Ve oradaki durumuzu buradaki yaptıklarımız belirleyecek. Bu sebeple bizim bu kararı iyi vermemiz gerekiyor. Yani ahiret ebedi, dünya fani. Ahiret sonsuz, dünya sonlu. Ama şu sonlu hayat sonsuz hayatı doğuruyor. Şu fani hayat, baki hayatın meyvelerini yetiştiriyor. Namaz İslamiyet’te imandan sonra en önemli mesuliyet olduğu, ibadetlerin içinde de en öncelikli sırada yer aldığı halde günümüzde ihmale uğruyor. Maalesef ülkemizde ve alem-i İslam’da namaz kılmamak veya namazı terk etmek şeklinde bir problemle karşı karşıyayız. Bu durumda biz de tüm Müslümanlar olarak bu probleme hep beraber çözüm bulmak zorundayız. Namazı hayatımızın merkezine alacak bir farkındalık ve duyarlılığı oluşturmaya ihtiyacımız var. Evet, namazı kılmayanların kılmamalarının sebebi namazı kabul etmemekten kaynaklanmıyor. Kendilerine göre özel nefsi, keyfi sebeplerden kaynaklanıyor. Namaz kılmayanların ellerinde gerçekten haklı bir sebepleri yok, sadece nefsi bazı mazeret ve bahaneleri var. Namaz kılmayan insanların kılmamakla elde ettikleri bir şey de yok. Namaz kılmayanlara vaad edilen bir mükâfat da yok. İşin en garibi, ebediyen mutlu olmak, huzurlu olmak gibi büyük hedefleri ve istekleri olan insanları namazsızlık bu hedeflerine yaklaştırmıyor, bilakis uzaklaştırıyor. Yani namaz kılmamak, dua etmemek, Rabbine aczini sunup ondan yardım istememek kişiyi mutlu yapmıyor. Diğer yandan günümüzde Müslümanların çoğu namazın nasıl kılınacağını bilmediklerinden dolayı değil, namazı niçin kılmaları gerektiğini hakkıyla bilmediklerinden dolayı kılmıyorlar. İslamiyet’te imandan sonra en büyük mesuliyet olan namazı hayatlarının merkezine koymadıklarından, gündemlerine namazı almadıklarından dolayı kılamıyorlar. Bir de buna namazsız bir çevre faktörü de eklenince, gaflet ve tembellik ağır basıp namaz gibi bir yaradılış vazifesini yerine getirmiyorlar, getiremiyorlar. Namaza olan ihtiyaç, namazın lüzumu hissettirebildiği nisbette namaz kılmaya muvaffak oluyoruz. İnsanın sadece dünya için yaratılmadığını idrak edebildiğimiz, dünyaya gönderiliş gayemizi hatırda tutabildiğimiz oranda namazda başarılı olabiliriz. OLMAZSA OLMAZ BİR İBADET NAMAZ Yemek yemek güzeldir, ama yedirmek daha güzeldir. Giymek güzeldir ancak mesela bir yetimi giydirmek daha güzeldir. Allah’ı sevmek güzeldir, lakin Rabbimizi diğer kullarına sevdirmek daha güzeldir. Namaz kılmak güzeldir. Namaza başlamak çok güzeldir. Ancak bir başkasının namaz kılmasına vesile olmak, namaz kılmayan bir Müslümanı namaza başlatmak daha güzeldir. Bir düşünün bir insanın yaratıcısıyla buluşmasına, onunla konuşmasına, Rabbinin huzuruna çıkmasına vesile oluyorsunuz. O insanı namaza başlatıyorsunuz, namazı bir insana bildiriyorsunuz, tanıtıyorsunuz, sevdiriyorsunuz. Bu ne güzel bir duygudur. Bu ne eşsiz bir mutluluktur. Ve en önemlisi ne kadar da Rabbimizin rızasına, sevgisine Peygamberimizin (sav) hoşnudiyetine layık bir davranıştır. Hepimiz biliyoruz ki “bir hayra vesile olan, bir güzelliğe aracı olan, o hayrı ve o güzelliği yapmış gibi sevap alır”. Peygamber Efendimiz (sav) böyle buyuruyor. NAMAZ KILMAMIZI EN BAŞTA RABBİMİZ, HALIKIMIZ EMREDİYOR! En başta namaz kılmamızı bizi insan olarak yaratan, dünyaya gönderen Rabbimiz, Halikımız istiyor. Evet, bizi yoktan var eden, insan olarak bizi kendine muhatap eden Yaradanımız namaz kılmamızı istiyor. Kur’an-ı Kerimde 90’a yakın yerde namazdan bahsedip bizim de bu ibadeti yapmamızı emrediyor. Evet, namaz kılmamızı annemiz, babamız, büyüklerimiz, öğretmenlerimiz, idarecilerimiz değil, en başta Rabbimiz istiyor. Bize eller veren Allah, o elleri namazda kıyamda, rükûda, secdede ibadette kullanmamızı istiyor. Hiçbir canlıya vermediği akıl nimetini içinde taşıyan başımızı, secdede görmek istiyor. Kalbimizi, ruhumuzu, duygularımızı madem o verdi, bunları 24 saatte bir saat, dünyadan çevirip kendine yönlendirmemizi istiyor. Ve bunun hayrımıza olduğunu Peygamberimizle (asm) bizlere bildiriyor. Onun istediği gibi yaparsak çok büyük mükâfatlar vereceğini vaad ediyor. “Namaz kılmayı istemiyorum” demek, aslında “Allah’ın hakkımızda istediği çok hayırlı bir güzelliği istemiyorum” demek anlamına gelmiyor mu? Namaz Kılanların Gerekçeleri Var Kılmayanların İse Sadece Bahaneleri Var NAMAZ EBEDİ MUTLULUĞUN ANAHTARIDIR Bugün insanların mutsuz olmasının temel bir sebebi, dünyanın ve insanın yapılarını bilmemesidir. Bilse de buna uygun hareket etmemesidir Sen sonsuza kadar yaşayamazsın. Ama hayaller, emeller sonsuzluğu istiyor. Madem sonsuz bir âlem ve ebedi mutluluk istiyorsun, o zaman sonsuzun gerektirdiği ibadetleri yapman lazım. Sonsuzun gerektirdiği kulluğu yerine getirmen lazım. Dünya sonsuz değil ki! Şuna dikkat edelim. İnsan doğuyor ve yavaş yavaş büyüyor, gelişiyor, yaşlanıyor… En sonunda kabre gidiyor. Her insanın en son gideceği yer neresidir? Kabirdir. Ve dikkat edin! İnsanın hayatındaki lezzetler, mutluluklar, sıhhati azala azala kabir noktasına kadar geliyor. Bak hayatına. Çocuktun; çok mutluydun. Neşeliydin. Birileri hep sana bakıyordu. Çok rahat yaşıyordun. Çocukluk öyledir, en rahat hayatımız çocukluktadır. Çocuklar özgürdür. Bağırırsın annene, bağırırsın babana, bağırırsın çevrene, bağırırsın, tokat atarsın, kimse sana bir şey demez. Ama yavaş yavaş sorumluluklarını öğrendiğin çağa gelirsin. On dört yaş ile beraber Cenab-ı Hak sana “Dur bakalım; artık mesuliyetin var. Sen insansın. Sorumluluklarınla insansın. Hayvan değilsin. Vahşi bir hayvan hiç değilsin. Sen Müslümansın. Senin namaz gibi, tesettür gibi, kulluk gibi, sorumlulukların var artık. Çocuk değilsin” der. Ve insan genç olabilir, dinç olabilir, zengin olabilir, şöhret olabilir ama ne olursa olsun, sahip olduğu bütün imkânlar yavaş yavaş daralacak, azalacak ve kabre kadar gidecek. Böyledir, hep gidiyor ve gitti. Şimdi çok güçlü olabilirsin. Fakat bir müddet sonra gücün de kaybolacak. Bak zamanla afiyet azalıyor. Yemekten aldığın lezzet azalıyor. Dostların azalıyor. Akranlarının cenazesine gidiyorsun, ilkokul arkadaşını gömdün. Ortaokul arkadaşının cenazesine gittin, mesai arkadaşın öldü. Akrabaların. Belki yakınların. Ve sen de vakit dolduğunda oraya gireceksin. Eğer kulluğumuzu yerine getirsek, eğer namazımızı kılsak hem dünyada hem ahirette sonsuz mutluluklar bizi bekliyor. Bundan sonra lezzetler, saadetler, mutluluklar hiç bitmeyecek. Kiminle beraber olmak istiyorsan, hep onunla beraber olacaksın. Hep lezzet, her daima keyif... İmtihanlar bitmiş. Sıkıntılar son bulmuş. İşte bu böyle bir imtihan... Yani bu imtihanı hayırlısıyla kazanırsak, dünya imtihanı hayırlısı ile biterse daha imtihan yok. Fakat şunu da hatırından çıkarmayasın. Dünyada her şey azalıyor ya, sakın bunun için hırsızlık, arsızlık, sahtekârlık yapmayasın! Dünyada yanlış yaptın, hata yaptın, çaldın, çarptın, zulmettin, adaletsizlik yaptın vicdansızlık yaptın, insafsızlık yaptın, yalan konuştun olmasın. Niçin yalan konuştuysan kazandığın şey bitecek. Niçin rüşvet aldıysan bitecek. Ne yaptıysan iyi de kötü de bitecek. Bak bite bite bite gidiyor. İyiliklerin karşılığı vardı ya hani, kötülüklerinde böyle. Yani kabre girdiğin zaman o yaptığın hataların, yanlışların, günahların, haramların cezası da hiç bitmeyecek. Dolayısıyla kararımızı vermemiz gerekiyor. Tercih bizim elimizde. Tercih ne? Dünya hayatı sönük silik ama ahiret hayatı sonsuza kadar. Kabirden sonra başlayan bir hayat var. Ve oradaki durumuzu buradaki yaptıklarımız belirleyecek. Bu sebeple bizim bu kararı iyi vermemiz gerekiyor. Yani ahiret ebedi, dünya fani. Ahiret sonsuz, dünya sonlu. Ama şu sonlu hayat sonsuz hayatı doğuruyor. Şu fani hayat, baki hayatın meyvelerini yetiştiriyor.

Cemal-i hüsnünle mağrur olursunKemal-i hüsnünün noksanı yok mu? Hoca Dehhani Tevazu sahibi olmak Şair bir tecahül-i arif yapar sezdirmeden. Bildiği halde bilmezlikten gelir. Cemal-i hüsnünle mağrur olursun derken aslında “Mağrur olma!” der, bizlere. Yine kemal-i hüsnünün noksanı yok mu derken de kemal noksanlığımıza vurgu yapar. Siret ve suret güzelliğine bir tahdis-i nimet suretinde bakmalı insan. Aksi durumda bir nıkmete dönüşüverir elimizdekiler. Elimizdekiler dedimse de Rabbimiz tarafından emanet verilen bedenimizin sair özelliklerinden bahsediyorum. Şaşılacak bir durum var aslında. Bizim olmayan, bize teslim edilenlerden gurura kapılmamız ne garip. Oysa valizinizi teslim ettiğiniz hiçbir emanetçi, altınlarınızı teslim ettiğiniz kuyumcu, paranızı teslim ettiğiniz bankacı kendisine emanet olarak bırakılanı kendi malı gibi görmez. Zira bilir ki, geçici olarak muhafazasından sorumlu olmanın dışında kendisinin her hangi bir payesi yok. Aynen böyle de aklımız, gözümüz, kulağımız, elimiz, ayağımız sair organlarımız, duygularımız, latifelerimiz, malımız, mülkümüz, mevkiimiz bize ait değil. Bize ait olmadığına göre bu mağrurluk neden? Kaprislerimiz kime? Benlik davası niçin? Oysa mütevazı olmanın öyle önemli neticeleri var ki, anlatmakla bitmez. “İşte ahiret yurdu! Biz onu yeryüzünde böbürlenmeyi ve bozgunculuğu arzulamayan kimselere veririz...” 1 Bir netice daha. “Allah, kibirli olanları elbette sevmez.”2 Cennetin anahtarı tevazu sahibi olmaktan geçer; cehennemin anahtarı da böbürlenmekten. Şeytanı vartaya düşüren, onu melekten ayıran en önemli özelliği kibriydi. Âdeme secde etmenin Allah’a secde etmek olduğunu bildiği halde ısrar etti kibrinde. Ateşten yaratılan biri olarak balçıktan yaratılana secde etmem, diyerek açmıştı isyan bayrağını. Haliyle takipçilerine bıraktığı miras da gurur ve kibirden başka bir şey olmadı. Her şeyde olduğu gibi tevazuda da dinimizin koyduğu bir hattı belirtmek gerek. Gereğinden fazla alçakgönüllü olmak, şahsiyeti ortadan kaldıracak davranışlar sergilemek, kibir abidesi olanlara ve küfür ehline karşı tevazu göstermek zillete eş bir tevazudur. O halde “İstenilen tevazu nasıl olmalıdır?” sorusu çıkar karşımıza. Bu meseleyi uzun uzadıya anlatabiliriz. Lakin sözün güzelliği kısalığındadır derler. Şairimiz iki beyit ile taşı gediğine koyar: “Çok da mağrûr olma kim meyhâne-i ikbâlde / Biz hezârân mest-i mağrûrun humârın görmüşüz.” İleride mevki, makam sahibi olunca zafer sarhoşluğuna sakın kapılma. Zira bu sarhoşluk halinden dolayı sabah uyandığında baş ağrısı çeken binlercesini görmüşüz. Her güzel haslette önde olan peygamberimiz tevazuda da zirvededir. Bir gün huzuruna bir adam getirilir. Gelen kişi, korkudan titremeye başlar. Bunu gören Allah Resulü (asm) “Sakin ol! Ben bir melik değil, Kureyş’ten kuru et yiyen bir kadının oğluyum”3 diyerek cevap verir. Tevazu herkeste güzel lakin zenginde, âlimde, cömertte ve makam sahibinde bir başka güzel aslında… Bağ-ı dehrin hem hazanın hem baharın görmüşüzBiz neşatın da gamın da rüzigarın görmüşüz Nabi Tecrübe Önemli Allah’ın “Hay” ismiyle birlikte hayat, hayatın akışıyla birlikte de hatıralar başlar. Çocukluk, askerlik, öğrencilik hatıraları, meslek, gezi hatıraları vesaire… Farkında olana her hatıranın biriktirdiği bir tecrübe vardır. Yaşadığımız her bir tatlı/acı hatıra yaşam kumbarasına atılan bir tecrübe değil midir? Hazanı, baharı, neşatı ve gam rüzgârını gören bir ağacı hangi rüzgâr savurabilir? Statik bir hayat yaşayan birinin tecrübelerinden söz edebilir misiniz? Tarihi, siyasi, askeri, sosyal, kültürel ya da her hangi bir alanda başarılı olanların hayatlarında durağanlıktan söz edilebilir mi? Farklı deneyimler farklı bakış açıları kazandırır her zaman. Fazladan bir yaş günü kutlamak bizi tecrübeli kılmaz aslında. Bazen kırk yılda bir tecrübe kazanır, bazen de bir yılda kırk tecrübe edinirsiniz. “Tecrübe, yaşlanarak değil yaşayarak kazanılır ve zaman insanları değil armutları olgunlaştırır.” Peyami Safa’nın sözü meselemizi teyid etmeye yeter sanırım. Bir başka yönüyle ömr-ü hayatımızda yaptığımız hatalardan ders çıkarabilmek önemli. Tecrübeyi sadece kendi hayatımıza münhasır kılmak da doğru değildir. Ailemizin, akrabalarımızın, memleketimizin, ülkemizin hatasıyla, doğrusuyla yaşadıklarının farkına varabilmemiz, millet olarak kadim geçmişimizden haberdar olmamız, gelecekte yolumuzu aydınlatacak önemli bir deniz fenerimizdir aslında. *** Arif isen bir gül yeter koklamayaCahil isen gir bahçeye yıkmaya La edri Cahillerden uzak dur Arif yapar, imar eder, inşa eder. Cahil yakar, yıkar, tahrip eder. Mısralarda geçen bu iki kavram üzerinde tahlil yapmakta fayda var. Önce lügatlerin ne dediğine bir bakalım. Arifin bir tanımı da anlayışı, kavrayışı, sezgisi güçlü insan, cahil ise öğrenim görmemiş manasına gelmekte. Cahil ve cehalet kavramlarını salt öğrenim görmemiş insana indirmek doğru değildir. Bence şairin cehalet ve arifi bir beyitte alması ikisinin bir biriyle farklı bir açıdan irtibatının olduğunu gösterir. Cehalet varsa kişide arifliğinden söz edemeyiz. Arifin de cehaletinden bahsedemeyiz. Tıpkı zulmet ve karanlık gibi. İkisi bir kalpte aynı anda barınamaz aslında. Biri varsa kalpte diğeri mecazidir, sönüktür. Ya da kuvve halindedir. Şairin dediği gibi “Dilde gam var şimdilik gelme ey sürur / Olamaz bir hanede mihman mihman üstüne.” Sadece lügatleri referans aldığımızda dünyada cahil insan yok gibidir. Herkes öğrenim görmüş durumda. Günlük hayatımızdaki cahil kavramı kitaptaki manasından oldukça farklıdır çünkü. Kaba saba bir insanı gördüğümüzde cahil yaftasını yapıştırırız hemen. Pire için yorgan yakanları, eşine, çocuklarına zarar verenleri, yere çöp atanları, küfür edenleri, sosyal medya trollerini, kalpazanları dolandırıcılıkta yüksek lisans yapanları ve hakeza hepsi için kullandığımız tabirin adıdır cahillik bizde. Hiç birimiz bu işleri yapanların öğrenim durumuna bakmayız. Tek başına öğrenim görmekle cehalet kalkmış olsaydı, dünyanın renginin bambaşka olması gerekmez miydi? Hayvanlar hiç öğrenim görmedikleri halde (!) öğrenim gören insanlar kadar dünyaya zarar verdiklerini söyleyemeyiz. Hükmümüzü umman olan cahiller sürüsünden birkaç örnekle temellendirelim. Bir Çin lideri Mao Zedung, ülkesindeki tarlalara zarar verdiğini düşündüğü kuşların öldürülmesini emretmişti. 1958 yılında yayınladığı bir kanunla bir yıl içinde 220 milyon serçe katledildi. Serçelerin fare, karasinek ve sivrisinekle beslendiğini anlamayan / sezemeyen / kavrayamayan bu adam yüzünden tüm ekinleri bir süre sonra fareler, sinekler istila etti. Sonuçta ortada ne ekin kaldı, ne de servet. Üstelik bu hayvanların yaydığı bulaşıcı hastalıklarla milyonlarca insan hayatını kaybetti. Bütün öğrenim basamaklarını zekâsıyla aşan Adolf Hitler milyonlarca insanın gaz odalarında, insan fırınlarında öldürülmesine sebep olan biriydi. İnsanları kılıçtan geçiren, nehirlere eşi görülmemiş mürekkep ve kan akıtan Cengiz Han’a cahil demeyeceğiz de ne diyeceğiz? Petersburg Üniversitesi hukuk fakültesinden mezun olan Lenin’in adaletli olması gerekirken politikalarıyla yüz binlerce masum insanın ölümüne sebep olmasını nereye oturtacağız? Eli kanlı Stalin ise yirmi milyon insanın katili… Örnekleri çoğaltmaya sayfalar yetmez. Bunları yapanların hiç birisi okumamış kimseler değildi. Aksine zekâlarıyla diğer insanların fevkinde olan kişilerdi. Bunları nitelendirebileceğimiz tek kelime, yaladıkları mürekkeplere rağmen bir cehalet bataklığına saplanmalarıdır. Evet, ilim aşksız, ahlaksız, hikmetsiz bir hiçtir… Her meselede sözü olan yüce kitabımız bu meselede ne diyor? Kuran-ı Kerim cahilliği sadece sözlük manasıyla ele almaz. Cehaletin fena ve zararları üzerinde durmakla birlikte, cehaletin Allah’ı bilmemek olduğuna vurgu yapar özellikle. “İsrailoğullarının denizden geçmelerini sağladık. Derken bir kavme vardılar ki, onlar, kendilerine mahsus bir takım putlara tapıyorlardı. Dediler ki; Ey Musa! Onların tanrıları gibi sen de bize bir tanrı yap! Musa da onlara dedi ki: Siz gerçekten cahillik eden bir kavimsiniz.” 4 Görüldüğü gibi Allahtan gayrısını ilah edinmek ve kavmin sapkın inançlarını dine dayandırmak cahillik olarak nitelendirilmiştir. Asr-ı Saadette, saadetten mahrum inanç sapkınlığının cisimleşmiş hali Ebu Cehildir. Asıl ismi Amr bin Hişamdır. Mekke’nin ileri gelenlerinden birisi. Son derece zeki, bilgili ve kudretli. Mekke’dekiler her hangi bir konuda anlaşamadıklarında başvurulan isimlerden birisi. Hişam Ebu’l Hakem unvanını almasının sebebi de bu. Fakat İslam’a ve onun muazzez peygamberine olan düşmanlığı, onun bütün güzel vasıflarını alıp cahillerin babası pozisyonuna getirtmiştir. Hatta bu zat Bedir muharebesinde yaralı bir vaziyette iken kendisini öldürecek olan Abdullah Bin Mesud’a, “Bari başımı düzgün kes de heybetli görünsün!” diyecek kadar da cahil cesaretine sahip birisi. Neticede anlatmak istediğimiz, bilgi ve zekâ cahillikten kurtulmak için yeterli bir sebep değildir. *** Edep bir taç imiş nur-u Huda’dan Giy o tacı emin her beladan Edep sahibi olmak En çok ihtiyaç duyacağımız değerlerden birisi hangisidir, diye sorarsanız hiç tereddütsüz edep derim. Nur-u Hüda’dan gelen bir taç diye nitelendiriyor Mevlana Hazretleri. Hakikaten o tacı giyen her beladan kurtulur, her müspet kazanımın da kapısı açılır kendisine. Açık olan kapının eşiğinde durmayıp içeriye geçelim vakit kaybetmeden o halde. Malum üzere hayâ etmek, utanmak, ar etmek gibi manalara gelmektedir edep. Huzur-u İlahide olduğunu her daim hatırlayan bir insan Rabbine karşı hayâ eder. Bir günaha tevessül edeceği zaman korkudan ziyade içindeki utanma duygusuyla o fiilden uzak durur. Bu fiil ona Rabbinin rızasını kazandırdığı gibi, günahlardan ve gelecek her türlü belalardan onu hem dünyada hem ahirette kurtarır. Edep ilmin de kapısını açar. Talebe hocasının güvenini kaybetmemek, ona olan hürmet ve saygısını muhafaza etmek için canhıraş bir şekilde çalışır. Hocası da talebesinin kendisine olan saygı ve hürmetini kaybetmemek için davranışlarında daha dikkatli davranmaya gayret gösterir. Küstahlaşmayan talebesi, hocasının merhametini ve şefkatini celp eder. Ve hocası da ona bildiği her şeyi öğretmeye çalışır. Zamanımızdaki öğrenci-öğretmen ilişkisine baktığımızda aradaki edep sınırının aşıldığını görüyoruz. Ne öğreticide merhamet ve şefkat, ne de öğrenende hürmet ve saygı kalmış durumda. Ne yazık ki aynı şey ebeveyn ve çocuklar arasında da geçerli. Çocukluğumuzdaki bazı değerler zamana yenik düşmüş durumda. Yemeğe “bismillah” diyerek birlikte oturur, büyükler yemeğe başlamadan başlamazdık. Anne baba ya da başka birileri eve girdiklerinde ayağa kalkar, yer verirdik. Çıkarken misafirlerin ayakkabılarını düzeltir, dışarıya kadar uğurlardık. Yeme adabı, oturma adabı, konuşma adabı, komşuluk adabı, iş adabı, iletişim adabı… Hâsılı eskiden her şeyin bir adabı vardı. Maalesef bu özelliklerimiz kaybolmak üzere. İşin tuhafı zamanımızda müzayedeye çıkarılsa bile alıcısı yok bu değerlerin. Genç kızlar, uluorta resimlerini, sosyal medyada hiçbir kaygı duymadan ve tanımadıkları herkesle paylaşabilmekteler. Kaybettiğimiz edebi bulmanın derdine düşelim biraz. Haddi zatında ilmin gayelerinden biri de insanı edebe ulaştırmak olmalıdır. İşin farkında olan Yunus Emre, “Girdim ilim meclisine, eyledim kıldım talep /Dediler ilim geride, illa edep illa edep” demiştir. Tabi edep ya da edepsizlik öyle kendiliğinden oluşan bir hadise de değildir. İnsan fıtri olarak edepli yaratılmış olsa da zaman içerisinde yaşadığı hadiselerden dolayı bu duyguyu ya kaybeder ya da daha da ilerisine taşır. Şöyle müşahhas bir örnekle açıklayalım: İnsan ilkin utanarak, sıkılarak işlediği bir günahtan dolayı tövbe etmez ve işlemeye devam ederse, zamanla o günahı normal görmeye başlar ve onun için o günah artık edep sınırlarından dışarıya çıkmış olur. Dikkat edilirse ne kadar küstah, hicap perdesi yırtılmış, saygısız insanlar varsa onların Allah’la olan irtibatlarının zayıf olduğu ve ne kadar Allah’a hakkıyla iman eden varsa onların da edep sahibi oldukları görülecektir. Bu noktada peygamberimizin “Hayâ imandandır.”5 hadis-i şerifi üzerine ciltler dolusu kitap yazılabilir diyerek burada bırakalım. İnsanı hayvanlardan ayıran önemli özelliklerden birisidir edep. Edebi kazandıran ilk unsur ise, öncelikle akıl sahibi olmaktır. Zira akıl olmaz ise başta diğer hasletlerin bir önemi de kalmaz. Edepli olmaya yeter mi derseniz, elbette yetmez. Salt akılla beslenen nice filozoflar, nice profesörler, nice bilginler var ki avamdan olan insanların eline su bile dökemezler. O halde aklın dışında edebi süsleyen başka hasletlerin olduğunu da kabul etmemiz gerekir. Din ve dinin getirdiği takva, iman, tevazu ve ilim mesela… Bunlardan mahrum olmak, edepten mahrum eder insanı. Şeytanın Allah’ın emrine uymayıp isyan etmesi bir edepsizliktir aslında. Bildiği, inandığı halde bir Müslümanın dinine karşı lakayt kalması, emir ve yasakları yerine getirmemesi, Rabbinin insanoğluna verdiği nimetlere karşı hürmetsizlik, bir edepsizlik sayılır. Mevlana’ya kulak verelim. “Efendi bil ki, insanın tenindeki can edeptir. İnsanoğlunun göz ve kalp nuru edeptir. Âdem bir ulvi âlemdendir, süfliden değil. Bu dönen kümbetin hem dönmesi hem de revnak ve zineti edeptir. Şeytanın başına ayağını koymak istersen gözünü iyi aç, şeytanın canını çıkaran edeptir. İnsanoğlu eğer edepten yoksun ise o, insan değildir. Zira insanoğlu ile hayvan arasındaki fark edeptir. Aç gözlerini bak, Allah kelamı olan Kur’an ayet ayet edeptir. Akıldan sordum, iman nedir? Akıl kalp kulağına ‘İman edeptir’ diye fısıldadı.” Genç kardeşim, ebediyetini kaybetmemek için edebini korumaya var mısın? *** Kokma gül nadan elinden al eline suseni Geçme namert köprüsünden ko aparsın su seni Lâedri Allah’tan Gayrısına Minnet Etmemek Mihnete muhtaç bilir muhtaçlığını. Heybesi boş olan doldurur azığını. Gel, gül koksan bile bilme gülden. Bülbül gibi sesini de bülbülden. Zira yağmura kıyama durmaz başaklar. Koyunlar uzatmaz bıçağa boynunu bir hatır için. Dağlar ve taşlar seni niçin taşısın bunca ağırlığıyla beraber? Neden aydınlatsın seni milyarlarca yıl uzaktaki yıldızlar ve aylar? Arının derdinde mi en lezzetli gıdayı vermek sana. Yutmak varken yutulmaya neden mahkûm olsun sular? Bir damla suda gizli kafa, el, ayak, kol ve bacak. Bir damla suyu taşır koca kâinat. Dağı eriten güneş neden eriyiverir incecik bir ot karşısında. Nedendir acep yeryüzü döşek bize, gökyüzü yorgan. İncecik bir iptir sebep, müsebbibin yanında. O halde gel görünürdeki eşyalara /varlıklara değil, seni asıl yaşatana, öldürene, giydirene, yedirene, susturana, konuşturana, ağlatana, güldürene minnet eyle. Şairin sözüne kulak verelim: Eyleme cahile minnet. Onların elinden gül kokacağına süsen çiçeği kokuver daha iyi. Gerekirse su seni alıp götürsün ama yine de namert köprüsünden geçme. Zira minnet etmek mihnet olur sana namerdin elinde. Sonuna gelmişken yazımızın daha önce dergide yayımlanmış berceste ile birlikte yenisinde verilmek istenen mesajlarla bir dua edelim inşallah. Rabbim! Ne başkasının kalbini kırayım ne de kimse benim kalbimi kırsın. Gönül aynamı her daim temiz tut. Sana olan muhtaçlığımı beni bolluğa ulaştırdığında da hissettir. İslam’ın en önemli şiarı olan doğruluktan ve imtihan edildiğim zaman samimiyetten ayırma. Tevazu sahibi kıl. Çok zamanda az değil, az zamanda çok hayırlar kazandır bana. Cahillerden uzak, âlimlere yakın eyle. Peygamberimizin (asm) edebiyle edeplendir ve hayatımın sonuna kadar senden gayrısına minnet ettirme. Âmin. Kaynaklar: 1- Kasas Suresi/832- Nahl Suresi/233- Gazalî, İhyâu Ulûmi'd-din, Kahire, 1954, II, 483, 4844- Araf Suresi/138. Ayet5- (Buhari, İman, 16),

Stres, hayatın kaçınılmaz sonucu değil, inançsızlığın dünyadaki acı faturasıdır. İnsanın beden sağlığını tehdit eden birçok hastalık ve onların her birinin muhakkak bir sebebi olduğu gibi, ruh sağlığını tehdit eden bir kısım korkular ve kaygılar, tıkanmışlık ve çözümsüzlük hissi gibi manevi problemler ve onların her birisinin de muhakkak bir sebebi vardır. İnsan her ne kadar şahsen aciz ve zayıf olsa da, inancı ona her şeye kâdir olan, kendisi fakir ve muhtaç da olsa her şeye sahip olan bir zatın varlığını gösterir. Çözemediği konularda çözümün adresini göstermekle tıkanmışlık hissini aşmasına yardım eder, çözümsüzlüğün getirdiği stresten kurtarır. Çünkü inancı insana der ki: Ey insan! Sen hayatın zorlukları karşısında bir çocuk gibi aciz ve fakir olabilirsin. Her korktuğun şeyden kendini bizzat koruyabilmekten, kaygı ve endişelerinden kendi başına kurtulmakta zorlanabilirsin. Fakat merak etme! Sen kendi kendine var olmadın! Seni dünyaya getiren ve bugüne kadar besleyip büyüten bir anne baban, şefkatli bir ailen olduğu gibi, seni ve zahiren ihtiyaçlarını görenleri yaratıp bugüne kadar besleyen ve her türlü ihtiyacını gideren bir Rabbin var. Yani sen öksüz ve yetim bir çocuk gibi sahipsiz ve çaresiz değilsin. O, senin sıkıntılarını giderebilecek, ihtiyaçlarını karşılayabilecek sonsuz güce ve imkâna sahiptir. İnançsızlık ise: Ey insan! Sen öksüz ve yetim çocuk gibisin. Seni kimse yaratmış değil, sen bu dünyada sahipsiz ve kimsesiz zavallı bir varlıksın. Çözmekte zorlandığın dertlerin ve karşılamakta zorlandığın ihtiyaçların karşısında öksüz ve yetim bir çocuk gibi çaresizsin, der. Yani çözümsüzlüğü çözüm gösterir ve sıkıntıyı artırır. Çözüm yolunu görmek, umut verip stresi giderir. Çözümsüzlük ise insanın içini karartır, tıkanmışlık hissi verip stres getirir. Şu durumda ruhun ızdırabının, kalbin kasavetinin asıl kaynağı inançsızlıktır. Bir hastalığın kaynağını doğru teşhis edemeden tam tedavisi imkânsızdır. Stresin temel kaynağı çözümsüzlük hissidir. Stresin çözümü, çözümsüzlüğün kaldırılmasıyla mümkündür. Çözümsüzlük kendini sahipsiz ve çaresiz zannetmekten, bu da inançsızlıktan kaynaklandığından dolayı, stresi ortadan kaldırmak için inançsızlıktan kurtulmak gerekmektedir. Demek stresin kaynağı inançsızlık; çözümü de inanmak, inandığı güce dayanmak ve ona güvenmektir. İnançsızlık dolayısıyla gelen stresi alkol ve eğlence ile çözmeye çalışmak ise, yanlış teşhise dayalı yanlış bir tedavi çabası olduğu için, ruhu stresten tam kurtaramadığı gibi bedene de zararı vardır. Alkol ve antidepresan ilaçlar stresi asla yok edemez. Onlar, yarayı tedavi etmeden üstüne bandaj yapmak gibi veya ağrı kesici kullanmak gibidir. Bir süre acı hissini azaltsa da tedavi etmez. Stres maddi değil, manevi bir hastalıktır; kaynağı kötü olaylar değil, inançsızlıktır. Stresten kurtulup huzuru bulmanın asıl çaresi de maddi imkânlar değil, inanmak ve inandığı güce dayanmak ve ona güvenmek gibi manevi ilaçlardır. Stres ve huzurun kaynağı maddi değil, manevi olduğu; çaresi de maddi değil manevi olduğunun en açık delili, peygamberler ile inancı olmayan zenginlerin durumudur. Çünkü peygamberler maddi olarak çoğunlukla zengin olmadıkları gibi, hayat boyu birçok ağır fiziki problemlerle karşılaştıkları halde stresten son derece uzak, mutlu ve huzurlu yaşamışlardır. Adeta bedenleri zindanda işkence altındayken, ruhları saraylarda saltanat süren birisi kadar yüksek iç huzuru içinde hayat sürmüşlerdir. Peygamberlerin sıkıntılar içinde bile huzurlu olduklarının iki delili şudur: Konuştuklarında son derece dengeli ve hikmetli konuşmalarıdır. Hâlbuki stres içindeki birisi hikmetli ve dengeli konuşamaz. Hem kendilerine kötülük yapanlara bile merhametli davranabilecek kadar olgun insanlardır. Eğer stres içinde olsalardı, değil düşmanlarına, dostlarına karşı bile kırıcı olabilirlerdi. Herkesi kendinden nefret ettirip uzaklaştırırlardı. Diğer taraftan inancı olmayan bazı zenginler görmekteyiz. Birçok insanın hayal edemediği kadar fazla fiziki imkâna sahip oldukları halde psikolojik destek almaya, antidepresan veya uyku ilaçları kullanmaya ihtiyaç duyuyor veya kendilerini alkole muhtaç hissediyorlar. Her türlü maddi imkâna başkalarından çok daha fazla sahip oldukları halde neden hala stresten kurtulamıyorlar, alkol gibi şeylere neden ihtiyaç hissediyorlar? Demek stresin çaresi ve huzurun vesilesi fiziki imkânlar değildir. Eğer hayatın maddi zorlukları stresin gerçek kaynağı olsaydı, peygamberler o kadar fiziki zorluk karşısında stresler içinde boğulmalı, çıldırmalıydı. Eğer dünyanın maddi imkânları huzurun ve mutluluğun gerçek kaynağı olsaydı, zenginler mutluluktan uçmalı, asla strese girmemeliydi. Her kimde inanç varsa ve inancının gereğini yerine getiriyorsa fakir de olsa, zengin de olsa huzurlu ve mutludur. Her kimde inanç yoksa zengin de olsa stresli, fakir de olsa streslidir. Demek stres, hayatın kaçınılmaz sonucu değil, inançsızlığın dünyadaki acı faturasıdır. Alkol, sigara ve benzeri müskirat ve hissi mağlup eden nesneler de stresi tedavi eden bir ilaç değil, acıyı zahiren azaltsa da hastalığı devam ettiren, hem de bedene zarar veren bir araçtır.

Bediüzzaman Hazretleri ve Risale-i Nur ile irtibatı kuvvetli olan Hindistan’ın önemli âlimlerinden Ebu'l Hasen Ali En-Nedvi’nin1 Üstadımız ve Risaleler hakkındaki görüşlerini sizlere arz ediyoruz.2 19. yüzyılın ortalarında Osmanlı Devletinde yaşanan batı medeniyeti ile İslam medeniyeti arasındaki mücadele hakkında önceden yazdığım yazılar olmuştu. İlk başlarda çok büyük bir şevk ile mücadele eden Müslüman Türklerin sonlara doğru bu mücadelelerinde bir azalma ve zayıflama belirmeye başladı. Buna karşılık olarak batı medeniyeti ve fikirleri büyük bir heyecan ve hamaset ile ilerlemeye ve etkilerini göstermeye başlamıştı. İslam’ın batıya açılan kapısı olan Anadolu’da da batı fikirlerini benimseyenler ortaya çıkıp yayılıyorlardı. Fakat kâinatta cari olan sünnetullah ve İslam tarihinde var olan hadiseler gösteriyor ki; her fetret, kurbet ve sıkıntı zamanında ıslah eden bir müceddid ve bir müfekkir Allah tarafından gönderilir. Fesat ve zulmün arttığı dönemde, insanlığa düşünce alanında yeni pencereler açan muslihler gelmiştir. İşte bu önemli şahsiyetlerden biri de 19. yüzyılın ortalarında Türkiye’de ortaya çıkmıştır. Bediüzzaman Said Nursi adıyla şöhret bulmuştur. Anadolu’nun çok köklü değişimler geçirdiği ve hassas olduğu bir dönemde yaşamıştır. Çok duyarlı ve zeki, asrının ve bulunduğu ortamın tehlikelerini fark edip çözümler üreten bir zattır. İslam toplumlarında ümmiliğin intişarı ve cehalet ile birlikte sönmeye yüz tutan iman şulesini tekrar iş’al edip nurlandırmaya çalışmıştır. Dinî ve dünyevî ilimleri mezc ederek eğitimini tamamlamış ve talebeler yetiştirmeye başlamıştır. Bütün zaman ve mekânların tılsımlarını ve problemlerini çözen, dertlere deva olan Kur’anın hakikatlerini izah etmeyi kendine meslek ittihaz etmiştir. Modern ilimlerden olan fizik, kimya, astronomi, matematik ve felsefeye çok iyi derecede hâkim olup bunları manevi ilimlerin şerhi için musahhar etmiştir. Asrının âlimleri arasında parmak ile işaret edilir ve başköşeye oturtulurdu. İhtiyaç hâsıl olduğunda ilim tedris ettiği zaviyeden, medreseden çıkarak siyaset ehli insanlara yol göstermiştir. Onlara nasihatlerde bulunmuştur. Hürriyetin gerçek manasını makaleler ve hutbeleriyle halka ve hükümet ricaline anlatmıştır. Birinci dünya savaşına bizzat katılarak Kafkas Cephesinde çok büyük başarılara imza atmıştır. Cihan harbinden sonra Anadolu’da vuku bulan hadisata karşı tek başına fikirleriyle, eserleriyle ve ilmiyle mücadele etmiştir. Hapislere, sürgünlere ve zehirlemelere rağmen hizmetini aksatmamış ve talebeler yetiştirmeye devam etmiştir. Bediüzzaman Nursi bütün bu zorluklara karşı toplumun imanla ve Kur’an’la olan bağının koparılmaması için çok büyük mücadeleler vermiş. Onu asrının âlimlerinden farklı kılan iki özelliği vardır: Birincisi: Zamanın zor şartlarına rağmen istikametli fikri, keskin bakışı ve doğru görüşüyle iman ve Kur’an hizmet mücadelesini bırakmadan uzun süre devam ettirmesidir. Asrını ve toplumları çok iyi tahlil edip, zaaf noktalarını keşf edip, ilhad rüzgârlarının estiği menfezleri bulup hassas bir cerrahi ameliyat ile tedavi etmeye başlamıştır. Bu tahrip noktalarının başında “Milliyetçilik” fikri gelmektedir. İslam toplumlarını bölen, zulmü ve zorbalığı intişar ettiren, nefret manasını ihtiva eden kerahiyet duygusunu insanlar bahusus Müslümanlar arasında yayan, kendi kavminin hesabına başka kavim ve kabileleri yutup sömürmeyi hedefleyen bu milliyetçilik akımı ile mücadele etmek ve ittihad-ı İslam’ı sağlamak Bediüzzaman’ın en önemli vazifelerindendir. إِنَّ هٰذِهٖٓ أُمَّتُكُمْ أُمَّةً وَاحِدَةً وَأَنَا رَبُّكُمْ فَاعْبُدُونِ şiarıyla kültür ve medeniyet adı altında icra edilen milliyetçilik putlarını kırmak için çaba göstermiştir ve Allah’ın izniyle kırmıştır. Şeyh Bediüzzaman, milliyetçilik ile mücadele edip bu hastalığa giriftar olanları kurtarmaya çalışmıştır. Kavmiyet-i İslamiyet ile imtizac eden Türk kardeşlerine şöyle seslenmiştir: “Bilhassa sen dikkat et. Senin milliyetin İslamiyet‘le imtizaç etmiş, ondan kabil-i tefrik değil. Tefrik etsen mahvsın. Bütün senin mazideki mefahirin İslamiyet defterine geçmiş, bu mefahirin zemin yüzünde hiçbir kuvvetle silinmediği halde sen şeytanların vesvesesiyle desiseleriyle o mefahiri kalbinden silme.” 4 “Şu devlet-i İslamiye yirmi otuz milyon iken, bütün Avrupa’nın büyük devletlerine karşı hayatını ve mevcudiyetini muhafaza ettiren, şu devletin ordusundaki nur-u Kur’an’dan gelen şu fikirdir: "Ben ölürsem şehidim, öldürsem gaziyim.” Kemal-i şevkle ölümün yüzüne gülerek istikbal etmiş, daima Avrupa’yı titretmiş. Acaba dünyada basit fikirli, safi kalbli olan neferatın ruhunda şöyle ulvi fedakârlığa sebebiyet verecek hangi şey gösterilebilir? Hangi hamiyet onun yerine ikame edilebilir ve hayatını ve bütün dünyasını severek ona feda ettirebilir?” diye hamiyet-i İslamiyenin ehemmiyetini ifade buyurmuştur. Bediüzzaman’a göre bu (menfi) milliyetçilik fikrinin hiçbir toplum ve vatan için faydası yoktur ve olmamıştır. Çivileri yerinden çıkan, kaptanları kendi arasında kavga eden ve batmaya yüz tutan bir gemi gibidir. Müslümanların bu meş’um ve ızdıraplı gemiye binmeleri caiz değildir. Onları sahil-i selamete götürecek ve bütün insanlığı içine alabilecek sağlam, metin Ümmet gemisine binmeleri gerekir. Bediüzzaman’ın ikincisi farklı yönü ise; şartlara göre bir hizmet ve davet tarzı ortaya koymasıdır. İman davasına hizmet edeceği bütün hizmet kapıları kendisine kapansa bile o yeni bir yol açmak için mücadelesini devam ettirmiştir. Bu mücadeleyi her zaman müspet bir hareket tarzı ile yürütmüştür. Dâhilde hiçbir zaman silaha tevessül etmemiştir. Çiğerparesi konumunda olan eserleriyle ümmetin iman şulesini yakmış ve bu şulenin sönmesini engellemiştir. Batıya ve medeniyetine meftun olan Türk halkını tekrar özleriyle buluşturmuş ve İslam medeniyetinin gücünü ve güzelliğini onlara hatırlatmıştır. Türklerin İmam Rabbani diye bildiği İmam Ahmed bin Abdülehad el-Serhendi’nin etkili ve başarılı hizmet ve tarikat metodunu bu asra uygun bir şekilde tüm Anadolu’ya yaymıştır. Telif ettiği Risaleler ümmetin bu asırdaki ihtiyacını çok açık bir şekilde ortaya koymuştur. Risaleleri okuyan bir güven iadesi ve izzet-i İslam hissini taşıyarak hizmet ve davete koşuyor. İslam ümmeti için dertlenip çoğu zaman gözyaşları dökmüştür. Bu dertlenmesi ile bütün Anadolu’ya yayılan ilhad fikirlerini kısa bir zamanda söküp atmıştır. Risaleleriyle batı medeniyetinin önünde bir sedd-i manevi vazifesini görmüştür. Talebeleri ise yasak olmasına rağmen Anadolu’da bütün köy ve kasabalara bu hakikatleri yayıp bu topraklarda iman ve Kur’an hizmetine sahip çıkmışlardır. İslam medeniyetinin inşasında, Şeriat-ı İslamiyenin anlaşılmasında çok büyük rol oynamışlardır. Allah Bediüzzaman’dan razı olsun ve ona binlerle rahmet eylesin. Âmin. Kaynaklar: 1- 6 Muharrem 1333’te (24 Kasım 1914) Ray Birelî (Rai Bareilly) kasabasının Tekiyye Kelân köyünde dünyaya gelen Hint âlimlerindendir. Seyyid olan ailesi, büyük dedelerinden Kutbüddin Muhammed el-Medenî’ye nisbetle Kutbî olarak da anılır. Soyu, Hindistan’da meşhur olan Bilgrâmî Hüseynîler ile Birelvî Hasenîler’e dayanır. 1927’de Leknev Üniversitesi Arap Dili ve Edebiyatı Bölümü’ne girdi. 1929’da Dârülulûm-i Nedvetü’l-ulemâ’ya kaydoldu. Daha önce başladığı Arapça tahsilini ilerletti. Medreseden mezun olunca eğitimini ihtisas seviyesinde sürdürdü ve İngilizce öğrendi. 1929’dan itibaren Nedvetü’l-ulemâ’da Haydar Hasan Han Tonkî’den hadis, tefsir ve mantık okuyan Nedvî hem ondan hem bir süre ders aldığı Mübârekpûrî’den hadis icâzeti aldı. 1934 yılında Dârülulûm-i Nedvetü’l-ulemâ’da hocalığa başlayan Nedvî burada tefsir, hadis, Arap edebiyatı ve mantık okuttu. İlk hac ziyaretine 1947’de çıkan Nedvî, 18 Haziran 1961’de ağabeyinin yerine Nedvetü’l-ulemâ’nın başkanı ve Dârülulûm’un rektörü oldu. 1964 yılında bir gözünü kaybettiği için ciddi sıkıntılar yaşadı. Mart 1999 ortalarında sağlığı iyice bozulmaya başladı ve bir süre sonra kısmî felç geçirdi. Buna rağmen yazı yazma işini sürdürmeye çalışan Nedvî 23 Ramazan 1420’de (31 Aralık 1999) vefat etti ve doğduğu köyde defnedildi. Allah rahmet eylesin. 2- Bu yazı En-Nedvi’nin Bediüüzaman ve Hizmeti adlı makalesinden alıntılar yapılarak derlenmiştir.3- Enbiyâ Suresi, 92. Ayet4- Mektubat 1, s. 151

İnsan, Celal-Cemal karşısında havf-reca (korku-ümit) arasında olmalıdır ki, ümit ile doğru yollara gitsin, korku ile eğri yollara gitmesin. Bu muazzam Celal karşısında “Sübhanallah” diyerek tesbih etsin. Bu muhteşem Cemal karşısında da “Elhamdülillah” diyerek hamd etsin. İnsanlar, Cenab-ı Hakk’ın zatını idrakten acizdirler. Çünkü Allah’ın zatı, duyular yoluyla idrak olunmaktan pek yücedir. Bu sebepten Allah’ı, isim ve sıfatlarının tecellileriyle tanırız. Bu minvalde isim ve sıfatlar Celalî ve Cemalî tecelliler olarak tasnif edilmiştir. Celal tecellisi; İlahî kuvvetin, azametin bütün yüceliğini insanlara duyurmasıdır. Allah Teâlâ’nın kahır ve gazapla ilgili tüm sıfatlarının umumi ismi olduğu gibi, varlığını ve birliğini gösteren büyük şeyleri yaratması da Celali gösterir. Cemal tecellisi ise; Cenab-ı Hakkın lütuf ve ihsanı ile tecellisidir. Şimdi kâinatta ve kâinatın küçültülmüş bir misali olan insanda Celalî ve Cemalî tecellileri müşahede edelim. Kâinatta Celalî ve Cemalî Tecelliler Çoğunlukla türlerde, büyük şeylerde celal tecellisi olur. Ekseriyetle de küçük şeylerde, cüzlerde, fertlerde cemal tecellisi olur. Bazen de bu tecelliler iç içedir. Cenab-ı Hakk’ın en parlak tevhid sayfası olan, asırlardan beri hayretle bakıp zevkle mütalaa ettiğimiz semavat, gökyüzü celal tecellileriyle doludur. Güneş, ay, gezegenler, milyarlarca yıldız kümeleri ve her daim genişlemekte olan sema... Mülk suresindeki şu iki ayet-i kerime bizlere Celal ve Cemal sahibi Sanatkârın sanatında hiçbir kusur olmadığını ifade etmektedir: “O ki, yedi göğü tabaka tabaka (birbiriyle ahenkli) olarak yarattı. Rahman (olan Allah)’ın yarattığında hiçbir düzensizlik göremezsin! Haydi, gözü(nü) çevir(de bir bak), hiçbir çatlak görecek misin? Sonra gözü(nü) tekrar tekrar çevir (ve yine bak); o göz (aradığı kusuru bulamadan) zelil ve bitkin bir halde sana dönecektir! (Mülk süresi 3-4) Cenab-ı Hakk’ı hamd ile tesbih eden gök gürültüsünü işittiğimizde celal karşısında bir korku, bir ürperti duyarken, ardından rahmetin cisimleşmiş hali olan yağmuru gördüğümüzde ümit içerisinde bu cemali güzelliği temaşa ederiz. Celalli şimşek sesi ve yıldırım düşmesi toprak altındaki tohumları kırar. Böylece cemalli bitkilerin ve ağaçların çoğalmasına yardımcı olur. Hakeza bunlar gibi yeryüzünün insanlar için birer döşek olması ve rahmet hazinesinden her bahar bir vagon gibi yüz bin çeşit yiyecekler ve sair lüzumlu şeylerin gönderilmesi de bu nevdendir. Yeryüzü gemisini sarsıntıdan koruyan dağlar, âdeta birer hazineli direktir ki, içinde hayat sahipleri için menbalar, sular, madenler, maddeler, ilaçlar bulunur. Denizlerin dalgalarında, coşup taşmasında adeta “Ya Celil” zikrini işitiriz. Dalgalarıyla birden hırçınlaşan deniz bir bakarız; sakin bir sahra şekline dönmüş. Cemali güzelliği seyrederiz. Bunlar gibi, Rabbimizin Celal ve Cemalini yansıtan birçok ayna vardır kainatta. Bu aynaları tefekkür ettiğimizde, Celal ve Cemal dengesini gördüğümüzde, bunların sahibinin kemalatını da idrak etmiş oluruz. İnsanda Celal ve Cemal tecellileri Misalen; erkeklerde Allah’ın “Celal” sıfatı daha ziyade hükmetmektedir. Bu onların ailelerinin maişetini tedarik etmeleri, onları himaye etmeleri ve icab ettiğinde de vatanlarını korkusuzca savunabilmeleri için verilmiştir. Ama gerektiğinde “Cemal” yönlerini ortaya çıkarıp ailesine karşı en kerim bir vaziyette, olabildiğince tevazu sahibi olmalıdır. Hanımlarda da “Cemal” sıfatının tecellisi ağır basmaktadır. Bu onların şefkat kahramanı, merhametin, muhabbetin mercii olmalarını sağlamaktadır. Hanımlar da “Celal” yönlerini açığa çıkarttıklarında kemale doğru bir yol alabilirler. Bu özelliklerini de evlatlarını her türlü tehlikelerden korumak, iffetini muhafaza etmek de kullanabilirler. Ebeveynlik vazifesinde de; baba otoriteyi temsil eder. Çocukların sınırları bilmesinde, ailevi ve sosyal hayatın kurallarının uygulanmasında önemli rolü vardır. Tabii ki gerektiğinde çocuklarıyla şakalaşıp oyun da oynayabilmelidir. Anne ise, evi yuva yapan çocukların sığındığı şefkat ve merhamet kucağıdır. Bela ve musibetler zalimlere geldiğinde celali bir tecelli iken, mazlumlara geldiğinde cemali bir tecellidir. Bu hususu izah eden Hüsrev Efendi Hazretleri ile talebelerinden Eşref Çavuş’ un şu hatırasını dinleyelim: Eşref Çavuş, Bergama Cezaevinde Hüsrev Efendi’yi ziyaret eder. Kendileri hastadır. Bir sandalyede oturmuş ve başında bir nöbetçi vardır. “Bu sefer biraz hüzünlüydü. Kendimizi tutamadık, gözlerimiz yaşardı. Kendisine şöyle sordum: “Üstadım efendim! Sizin bütün ömrünüzü, bütün sıhhatinizi, hatta ecdadınızdan kalan bütün mallarınızı Kur’an’a ve iman hizmetine vakfettiniz. Fakat kader-i İlahi’nin sizin bu hallerde böyle hapishanelere düşmesine fetva vermesini anlayamadığımız için çok rikkatimize dokunuyor efendim! Bunun hikmeti nedir?” dedim. Buna cevaben: “Kardeşim! Cenab-ı Hak ilm-i ezelisiyle bize zulmedenlere bir ceza tahsis etmiş” dedi. Eğer bu zulmü yapmazlarsa bu cezayı dolduramayacaklar. Bize de, Cenab-ı Hak yine ilm-i ezelisiyle bir sevap tahsis etmiş. Biz de bu gibi zulümlere duçar kalmazsak, bu gibi hapishanelerde yatırılmazsak biz de o sevabı dolduramayacağız” dedi. (Tarihçe-i Hayat 3.cild s.1380) Bu hatıra bizlerin günümüze de ışık tutmaktadır. Savaşlara, yapılan zulümlere de bu noktadan bakmak lazımdır. Yani kâinatta Celal ve Cemal sıfatının tecellilerinde bir hikmet ve denge vardır. Dünyada depremler, kasırgalar, afetler celali gösterdiği gibi, kavimlerin helaki ve dahi kesin vuku bulacak kıyamet saati ve Cehennemin kendisi de celali bir tecellidir. Ve Rabbimizin azametini, büyüklüğünü, adaletini gösterir. Dünyadaki lütuflar, ihsanlar, dünyamızın süslemeleri Cemali gösterdiği gibi, müminlere vaad edilen Cennet de Cemali bir tecellidir. Cemalullaha müşerref olmak da Cemalin şahikasıdır. Kur’an-ı Kerim’de müminleri iyiliğe teşvik edip kötülükten sakındıran her ayetin üslup itibariyle terğib (şevklendirme) ve terhib (korkutma) kapsamında olduğunu görürüz. Bir Cemal-Celal dengesi vardır. Peygamber Efendimiz (asm) insanlar için bir müjdeleyici olduğu gibi aynı zamanda bir nezir, uyarıcıdır. İnsan ise Celal-Cemal karşısında havf-reca (korku-ümit) arasında olmalıdır ki, ümit ile doğru yollara gitsin, korku ile eğri yollara gitmesin. Bu muazzam Celal karşısında “Sübhanallah” diyerek tesbih etsin. Bu muhteşem Cemal karşısında da “Elhamdülillah” diyerek hamd etsin. Yazımızı Yunus Emre’nin hikmetli şiirlerinden bir bölümle bitirelim. Buyurun, ibretle: Hoştur bana senden gelenYa hilat-ü yahut kefen,Ya taze gül, yahut diken.Kahrında hoş lütfun da hoş. Gelse celalinden cefaYahut cemalinden vefa,İkisi de cana safaKahrın da hoş, lütfun da hoş.

İnsanda bulunan hisler ve duygular insanın terakki etmesi için serbest bırakılmıştır. Ancak insan bazen su-i istimalle iradesini kötüye kullanarak işlerinde zulüm yolunu tercih edebilir. İşte haddi aşan beşeri dize getirmek toplum hayatının düzenini temin etmek için insan adalete muhtaçtır. İnsanın dünyadaki huzuru ancak adalet ile sağlanabilir. O adalet ise doğrudan doğruya Kur’ân’ın gösterdiği yol ile olabilir. Gözümüzü çevirip etrafımıza baktığımızda canlıların her an muhteşem bir değişim içinde olduğunu görürüz. Şüphesiz bu harikulade değişimler mevcudatı her an gören, ihtiyaçlarını hakkıyla gözeten Allah Teâlâ’nın eşsiz eseridir. Bu harika hareketler ve mükemmel faaliyetler bir ölçü dâhilinde vücuda gelmektedir. Yoksa kâinat karmakarışık bir hal içerisinde kalacak ve kıyamet kopacaktır. Denize on binlerce yumurta bırakan bir balık hassas bir mizan ile ince bir nizam ile emir altına alınmıştır. Şayet o yumurtalar başıboş bırakılsa, denizlerin mizanı bozulacaktır. Binlerce tohumu içinde saklayan haşhaş kozası gibi bitkiler hikmetle tanzim edilmezse, adaletle sınırlandırılmazsa, yeryüzü bozulacak darmadağın olacaktır. Misafiri olduğumuz şu yerküremiz, gökyüzünü süsleyen yıldızlar, yörüngesinde akıp giden güneş ve ay her biri hassas bir mizan, ince bir ölçü ile vazifelerini yerine getirmektedirler. İşte insan, kanattaki bu adalete bu intizama ibretle bakmalıdır. Eşyayı kararında tutan bu sırra dikkat kesilmeli ve zahiri görüntüsünün arkasında saklanan incelikleri görmelidir. Ülfet ve ünsiyet perdesini kaldırmalı, gören gözle, gönül gözüyle etrafına bakmalıdır. Her bir mevcudun lisan-ı haliyle verdiği adalet dersini iyi anlamalıdır. *** Kâinat kitabının esası, İslamiyet’in büyük bir hakikati ve İlahi Ferman’ın temel unsurlarından birisi adalettir. Adalet, bir şeyi yerli yerine koymak, her hak sahibine istidadı ölçüsünde hakkını vermek demektir. Adalet iki şıktır. Biri müsbet, diğeri menfidir. Müsbet adalet, hak sahibine hakkını vermektir. Menfi olan ise haksızları terbiye etmektir. Yani haksızları cezalandırarak adaleti tesis etmek demektir. Mazlumların hakkını zalimlerden almak ve garipleri, mahzunları, kuvvetlilerin şerrinden muhafaza etmek ve herkese müstehak olduğu hakkı vermek, adaletin esasıdır. Müslümanın önemli özelliklerinden birisi de, haklı olan zayıfın hakkını, zalim olan kuvvetliden almak ve zayıfı güçlendirmektir. Adalet, adil zatların omuzlarında yükselir. Her bir adil zat, hak sahibinin hakkını vermekten, hukuk sahiblerini minnetdar etmekten keyiflenir. Toplumun huzuru, fertlerin saadeti topyekün olarak adaletin tesis edilmesiyle mümkündür. *** Sevgili Peygamberimiz (sav), müminleri adaletli davranmaya teşvik etmiş, kıyamet günü, Allah’a en sevgili ve en yakın olan kimselerin adaletli yöneticiler olduğunu müjdelemiştir. Fertlerin sosyal ve toplumsal konumlarına göre değişkenlik gösteren, zengini kayırıp fakiri hor gören, makam sahibini kollayıp halkı öteleyen, güçlüyü haklı gösterip zayıfı suçlu kabul eden adalet, adalet değildir. Adaletin önünde herkes tarağın dişleri gibi eşittir. Resulüllah Efendimiz (sav) bu hakikati bir Hadis-i Şeriflerinde şöyle ifade etmiştir. “Sizden öncekileri helak eden şey şudur: İçlerinden şerefli birisi hırsızlık yaptı mı ona ceza vermezlerdi. Kimsesiz, zayıf birisi hırsızlık yapınca derhal ona ceza tatbik ederlerdi. Allah’a yemin olsun! Muhammed’in kızı Fatıma hırsızlık yapmış olsa ona cezasını tatbik ederim.”1 *** İslam’ın tesis ettiği hukuk sisteminde güçlüler ve zenginler değil, haklılar üstündür. Sultan ile köle adaletin keskin kılıcı karşısında eşittir. Hiç kimse zenginliğinden ve makamından dolayı ayrıcalıklı değildir. Evet, insanların hayırlısını ve şerlisini bir birinden ayıran adalet mekanizması muhabbete, hürmete layıktır. Yüzyıllar boyunca adalet dersi veren İslam mahkemeleri, adalet nurunu biçare beşerin kara sahifesine haşmetle aksettirmiştir. İnsanda bulunan hisler ve duygular insanın terakki etmesi için serbest bırakılmıştır. Ancak insan bazen su-i istimalle iradesini kötüye kullanarak işlerinde zulüm yolunu tercih edebilir. İşte haddi aşan beşeri dize getirmek toplum hayatının düzenini temin etmek için insan adalete muhtaçtır. İnsanın dünyadaki huzuru ancak adalet ile sağlanabilir. O adalet ise doğrudan doğruya Kur’ân’ın gösterdiği yol ile olabilir. Evet, milletimizin saadeti ve selameti yalnız ve yalnız İslam hakikatleriyle ve Allah’ın koyduğu kanunlara riayetle mümkün olabilir. Yoksa adalet mahvolur, asayiş bozulur. Ahlaksızlık ve kötü hasletler toplumu zehirler. *** Adaletin tesisinde önemli engellerden birisi ırkçılık fikridir. Unsuriyet (ırkçılık) esasları adaleti ve hakkı hakiki manada takib edemez. Irkçılık düşüncesiyle hareket eden bir kimse adaleti tesis edemez ve zulmeder. Çünkü ırkçılığı esas tutan bir hâkim, haksız da olsa millettaşını tercih edecek ve adaletten sapacaktır. Sevgili Peygamberimizin (sav) kesin emri olan اَلْأِسْلَامِيَّةُ جَبَّتِ الْعَصَبِيَّةَ الْجَاهِلِيَّةَ لَا فَرْقَ بَيْنَ عَبْدٍ حَبَشِيٍّ وَسَيِّدٍ قُرَيْشِيٍّ اِذَٓا اَسْلَمَا “Müslüman oldukları zaman Kureyşli bir efendi ile Habeşli bir köle arasında fark yoktur.”2 buyruğuna muhalefet edecektir. Keza tarafgirlik damarı da, adaletin tesisine mani olan engellerden biridir. Haklı veya haksız olduğuna bakmadan kendi tarafının lehinde hüküm vermek adaletsizliktir. *** Kur’an’ın dört esasından birisi olan hakiki adaletin mahiyetinde hiç kimsenin tesiri altına girmemek ve asla hissiyata mağlup olmamak vardır. Hakiki adalet ancak Allah’ın emrini esas tutmakla tesis edilebilir. Bunun düsturları ise اَلْحُبُّ لِلّٰهِ Allah için sevmek, وَالْبُغْضُ فِي اللّٰهِ Allah için buğz etmek وَالْحُكْمُ لِلّٰهِ Allah için hüküm vermektir. İşte hakiki adalet bu düsturlara ve bu hükümlere tabi olmakla meydana çıkar. İslam’ın yüce ahlakını ve imanın eşsiz güzelliklerini dünyaya göstermenin yegane çaresi adaletin tam manasıyla tesis edilmesiyle mümkündür. Kaynaklar: 1- Tirmizî, Hudûd, 6; Ebû Davud, Hudûd, 15 2- Ebu Davud c. 5 s. 339

Kur’an’da imandan sonra en mühim farz vazifelerden biri salih ameller ve takvadır. Takva; Allah’ın haram kıldığı şeylerden sakınmak şeklinde ifade edilirken, salih amel ise Cenab-ı Hakk’ın emirleri doğrultusunda hareket ve bunlarla hayrat kazanmak olarak tarif edilebilir. Sosyal medyanın yaygınlaştığı, kitle iletişim araçlarının müthiş bir hıza ulaştığı, yazılı ve görsel kaynakların insanların eline kolayca geçtiği bu dönemin, haramların yayılmasına dehşet verici bir boyut kazandırdığı gözlenmektedir. Ahir zamanda ortaya çıkacağı hadislerde bildirilen günahların çoğunun sıradanlaştığı zamanımızda takvaya riayet etmek son derece önemli bir hale gelmiştir. Manevi hayatın tadını kaçıran, dünya ahiret saadetini tehdit eden günahların ister istemez hayatımıza bu kadar girdiği bu dönemde takvaya sarılmak iki cihan mutluluğunun temel esası olmaktadır. Bediüzzaman Hazretleri talebelerini bu hususta şöyle ikaz etmektedir: “Her zaman def‘-i şer, celb-i nef‘a râcih (kötülüklerin uzaklaştırılması, faydalı ve iyi şeylerin elde edilmesinden öncelikli) olmakla beraber, bu tahrîbât ve sefâhet ve câzibedâr hevesât zamanında, bu takvâ olan def‘-i mefâsid ve terk-i kebâir (büyük günahların terki) üssül’esâs (temel şart) olup büyük bir rüchâniyet (üstünlük) kesb etmiş. Bu zamanda tahrîbât ve menfî cereyân dehşetlendiği için, takva bu tahrîbâta karşı en büyük esastır. Farzlarını yapan, kebîreleri işlemeyen, kurtulur. Böyle kebâir-i azîme içinde amel-i sâlihin ihlâsla muvaffakiyeti pek azdır. Hem az bir amel-i sâlih, bu ağır şerâit içinde çok hükmündedir. Hem takva içinde bir nevi amel-i sâlih var. Çünki bir haramın terki, vâcibdir. Bir vacibi işlemek, çok sünnetlere mukabil sevabı var. Takva, böyle zamanlarda, binler günahın tehacümünde bir tek ictinâb, az bir amelle yüzer günah terkinde, yüzer vâcib işlenmiş oluyor. Bu ehemmiyetli nokta niyetiyle, takva namıyla ve günahtan kaçınmak kasdıyla menfi ibadetten gelen ehemmiyetli a‘mâl-i sâlihadır. Risâle-i Nûr şâkirdlerinin, bu zamanda en mühim vazifeleri, tahrîbâta ve günahlara karşı takvayı esas tutup davranmak gerektir. Madem her dakikada, şimdiki tarz-ı hayat-ı ictimâiyede yüz günah insana karşı geliyor. Elbette takva ile ve niyet-i ictinâb ile, yüz amel-i sâlih işlemiş hükmündedir.”1 Risale-i Nur talebelerinin günahlardan kaçınması noktasında dikkat etmesi gereken önemli bir hakikati üstadımız şöyle açıklamaktadır: “Bizlerin günahlarımızdan gelen yaralar ve yaralardan hâsıl olan vesveseler ve şüpheler, neûzübillâh mahall-i iman olan bâtın-ı kalbimize ilişip imanımızı zedeliyorlar ve îmânın tercümanı olan lisanın zevk-i rûhânîsine ilişip zikirden nefretkârâne uzaklaştırarak susturuyorlar. Evet, günah kalbe işleyip, kalbi siyahlandıra siyahlandıra, ta nûr-u imanı kalbden çıkarıncaya kadar kalbi katılaştırıyor. Her bir günah içinde küfre gidecek bir yol var. O günah istiğfar ile çabuk imha edilmezse, kurt değil, belki küçük manevi bir yılan olarak ısırır.”2 Yukarıdaki ifadelerden de anlaşılacağı gibi ahir zamanda haramlardan sakınmak, hayırları işlemekten önce gelmektedir. Şimdi Nur talebelerine bakan bazı ölçüleri bu açıdan bakarak tespit edelim: Ölçü: Nur talebeleri manevi hayatın sıhhat ve selameti ve iki cihanın saadeti için elden geldiği kadar takvaya sarılmalıdır. Önce günahları hayatımızdan çıkarmaya, özellikle de büyük günahlardan kendimizi korumaya azami dikkat etmeliyiz. Üstad Hazretleri bu hakikati şöyle ifade ediyor: “Hayatın lezzetini ve zevkini isterseniz, hayatınızı iman ile hayatlandırınız. Ve ferâizle zînetlendiriniz. Ve günahlardan çekinmekle muhâfaza ediniz.” 3 Ölçü: Bu zamanda günahlar çoğaldığı için akıl, kalp, ruh ve sair latifeler büyük bir tahribata maruz kalmaktadır. Günahlar tevbe ve istiğfar ile temizlenmezse manevi hayatı mahveder. İnsanın ibadetine ve zikirdeki manevi zevkine ilişip tadını kaçırır. Bu durum kişiyi ibadetten ve zikirden nefret ettirip bunlardan uzaklaşmasına sebep olur. Haramlar manevi hayatın katilleridir. Onların şerrinden ancak takvaya sarılmak ile korunabiliriz. İmanın ve ibadetin lezzetini almak isteyen takva dairesinde yaşamaya son derece dikkat etmesi gerekir. Ölçü: Ahir zamanda günahların çoğalması görünüşe göre aleyhimize bir durum gibi duruyor. Hâlbuki haramdan sakınmak ile binlerce sevap kazanmak mümkündür. Bu zamanda karşımıza çıkan binlerce günahın terkinde takva ile binlerce vacibi işlemenin ecrini defterimize yazdırarak çok fazla salih amelleri işleyebiliriz. Risale-i Nurda ibadet iki kısım olarak anlatılır. Biri müspet ibadet, diğeri menfi. Müspet ibadet; namaz kılmak, oruç tutmak, zekât vermek, hacca gitmek gibi fiil ve hareket gerektiren salih amellerdir. Menfi ibadet ise, günahlardan kaçınmak sayesinde sevap kazanmak şeklinde ifade edilmektedir. İşte günümüzde bir saatte milyonlarca günahla karşılaşan bir mümin onlardan Allah’tan korktuğu için kaçınırsa milyonlarca sevap kazanır. Mesela evinde televizyon izleyen bir kişi binlerce kanala girip binlerce günah işleyebilir. Fakat Allah korkusuyla haram olduğu için dini kanalları diğerlerine tercih etmesi onu onca günahtan korur. Bu da tabiri caizse oturduğu yerden hiçbir hareket yapmadan binlerce salih ameli işlemesi demektir. Takva bu anlamda kişinin hasenat defterini olabildiğince salih amelle doldurmasına vesile olur. Ölçü: Sevgili Üstadımızın da açıkladığı gibi bu zamanda farzları işleyen kebair denilen büyük günahları terkeden kurtulur inşaallah. Ahir zamanda imanı elde tutmanın ateşten koru elde tutmaya benzediği bir ortamda ancak takva ile bu dehşetli zamanın tehlikelerinden kendimizi ve sevdiklerimizi koruyabiliriz. Kur’an’da bu husus şöyle açıklanmaktadır: “Eğer size yasaklanan (günah)ların büyüklerinden kaçınırsanız, sizin küçük günahlarınızı örteriz ve sizi güzel bir yere koyarız.” 4 Ölçü: Tevbe ve istiğfarın günahları temizlemesi son derece önemli bir hakikattir. Bu zamanda ister istemez günahlara maruz kalan insanların tevbe ve istiğfarı dillerinden asla düşürmemeleri gerekir. Bediüzzaman Said Nursi Hazretlerinin bu konudaki şu önemli ikazı ile yazımızı bitirelim: “Dua ve tevekkül, meyelân-ı hayra büyük bir kuvvet verdiği gibi; istiğfâr ve tevbe dahi, meyelân-ı şerri keser, tecâvüzâtını kırar.”5 Kaynaklar: 1- Kastamonu Lahikası, 193. Altınbaşak Neşriyat.2- Lemalar, 4. Altınbaşak Neşriyat.3- Gençlik Rehberi,17. Altınbaşak Neşriyat.4- Nisa, 31. Altınbaşak Neşriyat.5- Tılsımlar, 86. Altınbaşak Neşriyat.

Özgüven doğuştan sahip olunan bir duygu değildir. Zamanla ebeveynler tarafından çocuğa öğretilir ve geliştirilir. Özgüven, başarının ve mutlu olmanın anahtarı olduğu gibi; özgüvensiz olmak, mutsuzluğa ve çeşitli problemlere sebep olmaktadır. Özgüven, kısaca kişinin kendisine yönelik olumlu duygu beslemesi ve kendi kapasitesine olan inancıdır. Özgüven dinamiktir, olaydan olaya farklılık gösterebilir. Çocuğun kazanması gereken temel duygulardan birisidir. Özgüveni olmayan bir çocuk ilerleyemez, risk alamaz. Özgüveni olmayan çocuklarda eleştirilme korkusu, çatışmadan kaçma, onaylanma ihtiyacı, kendi haklarını savunamama, mükemmeliyetçilik görülmektedir. Toplumun en büyük problemlerinden birisi özgüven problemidir ve bunun temel sebebi “eleştirel” dildir. Bir çocuğun başarılı olup ilerleyebilmesi için kendisine olan inancının artması gerekmektedir. Diğer eksiklikler sonradan tamamlanacaktır. Özgüveni oluşturan iki temel duygu vardır: Değerlilik – Yeterlilik. Özgüveni oluşturan iki ayaklı bir masa gibi düşünebiliriz bu iki duyguyu, öncelikle bu iki duygu geliştirilmelidir. Değerlilik duygusu: Çocuğun değerli, sevilebilir olduğunu ve önemli olduğunu hissetmesidir. Yeteri kadar sevildiğini hissetmelidir. Bu duygu, bol takdir ve çocuğun iyi yanları görmekle gelişir. Çocuk hızlı bir şekilde bu duyguyu tatmalıdır. Eleştiriden uzak durulmalı, başkalarının yanında çocuğun iyi yönleri vurgulanmalıdır. Yeterlilik duygusu: Çocuğun kendi başına bir şeyleri yapabileceğine olan inancıdır. Bu duygunun gelişmesi 2 yaşından beri annenin kendini geri çekmesiyle mümkündür. Çünkü 2 yaştan sonra çocuk anneden bağımsızlaşır. Beslenmede, uykuda, konuşmada ve daha birçok alanda anneden aşama aşama ayrışmaya başlar. Anne bu süreçte koruyucu davranırsa, çocuğun yapabileceği işleri kendisi yaparsa, çocukta, “Ben o kadar yetersizim, beceriksizim ki hiçbir şeyimi annem olmadan yapamam” düşüncesi gelişir ve bu da özgüveni zedeler. Kısacası çocuğun yapabileceği işleri ona devretmekle birlikte yeterlilik duygusu gelişmektedir. Özgüven eğitimi nasıl gerçekleşir? Öncelikle çocuğun değerlilik duygusu geliştirilmeli, sevildiğini hissetmelidir. Yeterlilik duygusunun gelişmesi ise 3 adımdan oluşur. İlk adım: Çocuk, yapabileceği her şeyi kendisi yapmalı. Çocuk başta bocalayacaktır, tekrar tekrar yaptıktan sonra yapabildiğini görecektir. Başarma hissini yaşamalı, deneyimleme şansı verilmelidir. İkinci adım: Çocuğa minimal düzeyde yardım edilmeli. Tüm iş çocuk adına yapılmamalıdır. Ebeveynler sadece destekçi ve yönlendirici konumunda olmalıdır. Gereksiz yardım edilmemeli, başarma duygusu çocuğun elinden alınmamalıdır. Örneğin, pet şişenin kapağını açamadıysa biraz açıp çocuğa geri verilmeli, gerisini çocuk halletmelidir. Üçüncü adım: Çocuğa sorumluluk verilmeli. Çocuk hayatla temas etmeli, görevler verilmelidir. Meyve ve sebze aldırılabilir, garsona sen seslen denilebilir, yazın evin önünde oyuncağını satmak, limonata satmak gibi basit sorumluluklar verilebilir. Sorumluluğu yapamadığında cezalandırmamak önemli! “Olur böyle durumlar, çocuklar böyle hatalar yapabilir.” diyerek destek verilmelidir. Dikkat edilmesi gereken en önemli konu ise, her aşamada pozitif geri bildirimde bulunmaktır. Eleştiriden, olumsuz geri bildirimden uzak durulmalıdır. Ayrıca sokakta oynamak, üniversiteyi şehir dışında okumak özgüveni geliştirmektedir. Her durumda olduğu gibi, özgüvenin de fazlası zarardır. Aşırı özgüven, kişinin yapabileceğinden fazlasını görmesi, kapasitesini aşmasıdır. Kapasite ile kendine inanç orantılı olmalıdır. Aradaki fark büyüdükçe sorunlar başlar. Temeli, yetersizlik duygusudur. Yetersizliği kapatmak için geliştirilen bir maske gibi düşünebiliriz. Bu durumda ne yapılmalıdır? Çocuğun özgüveni kırılmalıdır. Yüzleştirilmeli ve farkındalığı artırılmalıdır. Çocuğa yeterlilik değil, değerlilik duygusu verilmelidir. Fikri dikkate alınmalı, her şartta yanında olunmalı, sevildiğini hissetmelidir. Bu sayede değerlilik duygusunu tadacaktır. Bunun yanında yapamadıkları ön plana çıkartılmalı, kendi işini kendi yapması sağlanmalı, kapasitesi ve inancı arasındaki fark birbirine yaklaştırılmalıdır. Överken dikkatli olunmalıdır. Övgü davranışa yapılmalı, kişiliğe yapılmamalıdır. Her türlü kıyastan uzak durulmalıdır. Kısacası, özgüven kazanılması gereken temel bir duygudur ve çocuklar özgüvene doğuştan sahip olmaz. Özgüven ebeveyn tarafından verilirse gelişir, vermezse gelişmez.

Tavanların ve tavanları taşıyacak olan direklerin yapımında kullanılan malzemenin ahşap olduğu camiler “Ahşap Cami” olarak adlandırılmaktadır. İslâm’ın ilk mescidi olan Medine’deki Mescid-i Nebevî, çift sıra hurma ağacı kütüklerinin üzerine hurma dalı ve yapraklarının serilmesi, daha sonra üzerlerinin toprakla kapatılmasıyla yapılmıştır. Tavanların ve tavanları taşıyacak olan direklerin yapımında kullanılan malzemenin ahşap olduğu camiler “Ahşap Cami” olarak adlandırılmaktadır. Türklerin İslâmiyet’i kabul etmesinden sonra Orta Asya’da görülmeye başlanan “Ahşap Cami” yapma geleneği Anadolu’nun fethinden sonra Selçuklular tarafından sürdürülmüş, Beylikler ve Osmanlı döneminde de bu kadîm gelenek devam ettirilerek yaygın olarak kullanılmıştır. Temini, taşınması ve kullanımı kolay olduğu için çağlar boyunca mimarî yapılarda kullanılan en uygun malzeme ahşap olmuştur. Ahşap camilerin yapımında; coğrafi şartlar, yapı kültürü ve kişisel tercihler etken olmuştur. Ahşap malzemenin Türkler tarafından öteden beri çeşitli alanlarda sık kullanılmasıyla oluşan tecrübenin yanı sıra; Anadolu’nun zengin ağaç varlığına sahip olması, camilerde ahşabın kullanılmasında etkili olmuştur. Türk-İslâm mimarîsinin en zengin örnekleri arasında gösterilen ahşap camiler dünyada ilk defa Karahanlılar döneminde Müslüman Türkler tarafından inşa edilmiştir. Esasen eski Türkler arasında ahşap yapı geleneği bilinmekte ve özellikle cami yapımında ahşap malzemenin sıklıkla kullanıldığı görülmektedir. Günümüze bir bütün halinde ulaşamayan bazı Karahanlı ve Gazneli camilerinin X. yüzyıldan kalma ahşap aksamları Semerkand, Taşkent ve Pencikent müzelerinde sergilenmektedir. Sultan Mahmud’un Gazne’de inşa ettirmiş olduğu Arusu’l-Felek Camii’nin tavan ve desteklerinin ahşap olduğu, içinde çok zengin ahşap süslemelerin bulunduğu bilinmektedir; yine Tacikistan’daki X.- XI. yüzyıllara tarihlenen Oburdan ve Kurut camileri Türk mimarlık tarihindeki ilk ahşap camilerdendir. Bölgeye gönderilen erenler tarafından 1206 yılında yapıldığı rivayet edilen Çarşamba’daki Göğceli Camii ile Selçuklu veziri Sahip Ata Fahrettin Ali tarafından 1258 yılında Konya’da inşa edilen Sahip Ata Camii Anadolu’daki ahşap camilerin ilk örneklerindendir. Özellikle Sahip Ata Camii “Ahşap camilerin babası” olarak kabul edilmiş, Türk-İslâm mimarîsinin estetik anlayışına dair izler taşıması ve yapım teknikleriyle görenleri kendine hayran bırakmaktadır. Estetik açıdan göz kamaştıran ve zengin tekniklerle işlenmiş ahşap cami ve mescidlerde kirişleme tavanlar ahşap sütunlarla desteklenmiş, üzerlerine de ahşap mimarî detayların en gösterişli unsurları olan stalaktitli ve zengin süslemeli başlıklar yerleştirilmiştir. Ahşap camilerin içi ve tavanları hat yazılarıyla, âdeta çiçek tarlasını andıran rengârenk çiçek ve geometrik motiflerle bezenmiştir; minberleri, kündekârileri, oymaları, eğri kesimleri, kakmaları, kafesleri, tavanları dönemin estetik ve sanat anlayışını yansıtan en önemli mimarî eserler olarak varlıklarını sürdürmektedir. Anadolu’da inşa edilmiş ahşap camilerin bazıları şunlardır: Çarşamba Göğceli Camii (1206), Isparta Eğirdir Hızırbey Camii (1237), Konya Sahip Ata (Larende) Camii (1258), Afyonkarahisar Ulu Cami (1273), Sivrihisar Ulu Cami (1274), Ankara Arslanhane Camii (1290), Ankara Ahi Elvan Camii (1382), Ayaş Ulu Camii (1297), Beyşehir Eşrefoğlu Süleyman Bey Camii (1297), Niğde Sungurbey Camii (1335), Kastamonu Kasaba Köyü Mahmud Bey Camii (1336), Merzifon Marınca Köyü Âbide Hatun Camii (1680), Denizli Acıpayam Yazır Köyü Camii (1802),

3.000 yılı aşan bir geçmişe sahip olan orkideler, tarih sayfalarında ilk göründükleri andan itibaren büyüleyici renkleri ve şekilleri ile birçok insanın dikkatini çekmiştir. Salebin, 12. ve 13. yüzyıllarda sıklıkla tüketildiği bilinir ve Osmanlı padişahlarının o dönem kullandıkları reçetelerde de yer alır. Salep kışın içimizi ısıtacak içeceklerden biridir. Hoş tadı ve kokusunun yanı sıra, ülkemizde neredeyse her bölgede rahatlıkla yetiştirilebilir. Salep tohumu, içecek olarak kullanılmasının yanı sıra muhallebi ve dondurma gibi sütlü tatlıların içine de katılır. Ortaya çıkış tarihi tam olarak bilinmese de, yaklaşık 3.000 yıl öncesine dayandığı tahmin edilen salep çiçeği ve tohumu, günümüzde en çok toz halinde tüketilir. Salep içeceği yalnızca tarçınla, şekersiz olarak ya da ölçülü miktarda şekerle hazırlandığında, kilo kontrolü ve sağlıklı beslenme için de oldukça uygun bir seçenek olarak karşımıza çıkar. Hazır salep karışımlarını kullanmak yerine evde gerçek salep tozu ile hazırlayacağınız bu içecek sayesinde, hem çeşitli hastalıklara karşı bağışıklığınızı güçlendirebilir hem de tatlı krizlerinize karşı kullanabilirsiniz. Salep 200 gramında yani bir bardak süt ile yapıldığında 188 kcal içerir. Salebin Tarihçesi 3.000 yılı aşan bir geçmişe sahip olan orkideler, tarih sayfalarında ilk göründükleri andan itibaren büyüleyici renkleri ve şekilleri ile birçok insanın dikkatini çekmiştir. Salebin, 12. ve 13. yüzyıllarda sıklıkla tüketildiği bilinir ve Osmanlı padişahlarının o dönem kullandıkları reçetelerde de yer alır. Salebin süt ya da su ile karıştırıldığında kıvam almasının sebebi, barındırdığı müsilajtır.1 Müsilajın kronik öksürüğün geçmesinde yardımcı etkiye sahip olması, Osmanlı dönemi sırasında soğuk algınlığı ve benzer hastalıkların tedavisinde sıklıkla kullanılmasına yol açmıştır. Ayrıca padişahlar için pişirilen tatlı ve macunların tariflerinde de salebin adı geçer. Batı kaynakları incelendiğinde, salebin farklı coğrafyalarda da Roma İmparatorluğu’na uzanan bir tarihten bugüne dek kullanıldığı görülür. Salebin Faydaları Salebin içecek halinde özellikle kış mevsiminde tüketilmesinin başlıca sebebi, öksürük ve benzeri solunum yolu rahatsızlıklarına iyi gelmesidir. Boğazı rahatlatarak yumuşatır. Salep kalori açısından da oldukça sağlıklı bir tercihtir. Çünkü tarçınla birlikte servis edildiğinde, kişilerin tatlı ihtiyacını gidererek bir süre tokluk hissi oluşturur. Kan şekerini düzenleyici etkisi, çok kalorili tatlıların yerine daha sağlıklı bir alternatif olmasını sağlar. Ayrıca süt ile yapıldığından kalsiyum ve protein açısından zengin olması sebebiyle yağ yakımını da hızlandırır. Salep tohumu toz haline getirilip süt ya da su ile pişirildiğinde, şişkinlik ve hazımsızlık sorunlarını çözmeye de yardımcı olur. Bağırsakları rahatlatarak sindirim sisteminin daha düzenli şekilde çalışmasını sağlar. Vitamin ve besin değeri açısından zengin olması, özellikle soğuk algınlığının sık görüldüğü aylarda bağışıklık sistemini güçlendirerek hastalıklara karşı koruma sağlar. Sıcak şekilde tüketildiğinde vücut ısısını artıracak yani içinizi ısıtarak sımsıcak yapacaktır Rabbimin izniyle. Salep Nasıl Yetiştirilir? Salep bitkisi olarak da bilinen yabani orkideler, koruma altına alınmış endemik bitkiler arasındadır. Endemik bitki, bulunduğu bölgenin ekolojik şartlarından dolayı yalnızca belirli bölgede yetişebilen, dünyanın başka yerinde yetişme ihtimali olmayan, yöreye özgü bitki türüdür. Latince endemos (indigenous) “yerli” manasında kullanılır. Salep bitkisinin yumru kökleri dövülerek toz haline getirilir ve bu şekilde tüketime hazırlanır. Özellikle dağlarda yetişen saleplerin bireysel ve izinsiz olarak toplanması da yasaktır. Çünkü salebin kökünde tek bir yumru olması ve bu yumrunun toplanması halinde kök kısmını kurutur. Bu sebeple salep bitkileri hasada hazır hale geldiğinde, insan eliyle tek tek toplanır. Tek bir yumruya sahip olan salep köklerine ise dokunulmaz. Salep Nasıl Yapılır? Salebi içecek olarak hazırlamak için, gerçek salep bitkisinin tohumları toz halinde bulunur. Ancak hazır şekilde satılan toz salep karışımları, katkı maddesi ve yapay tatlandırıcılar içerir. Evde gerçek salep yapımı için aktar ve marketlerden gerçek salep tozu satın alınır. Salep yaparken bir tatlı kaşığı toz salep ve az miktarda toz şekeri birbirine karıştırın. Hazırladığınız salebin çok tatlı bir aromaya sahip olmasını istemiyorsanız, yalnızca toz tarçın ve zencefille de tatlandırabilir ve daha sağlıklı bir karışım elde edebilirsiniz. Bir litre süt kaynamaya başladığında, salep ve şeker karışımını azar azar ekleyerek karıştırmaya devam edilir. Dilerseniz karışımın içine vanilya ya da tarçın çubuğu da ekleyebilirsiniz. Salep kıvam alana dek sütün dibinin tutmaması için sürekli karıştırmaya devam etmeniz gerekir. Kıvam yoğunlaştığında ve yüzeyde köpükler belirmeye başladığında, ocağın altı kapatılır ve salep servis edilir. İsteğe göre içmeden önce üzerine toz tarçın serpilir. Salep Hangi Mevsimde İçilir? Salep, bağışıklığı güçlendirici etkisi sebebiyle en çok kış aylarında tercih edilir. Ancak gerçek salep tohumunun toz haline getirilmiş şeklini bulduğunuzda evinizde saklayabilir ve dilediğiniz herhangi bir ayda hazırlayabilirsiniz. Salep İçerken Nelere Dikkat Edilmeli? Salep kalori açısından her ne kadar sağlıklı bir alternatif olsa da, kendi hazırladığınız salebi içerken koyduğunuz şeker miktarına dikkat etmekte fayda vardır. Yalnızca tarçın koyarak hazırlanan salebi daha çok miktarda içebilirsiniz, ancak şekerli salebi fazla içmeniz kilo almanıza sebep olabilir. Hazır salep karışımları şekerin yanı sıra nişasta da içerdiğinden, hazır karışımlardan uzak durmakta fayda vardır. Salep Nasıl Saklanır? Gerçek salep tozunu evinizde saklarken, hava almayacak bir kabın içine koymalı ve güneş görmeyen bir yerde muhafaza edilmelidir. Bu şekilde yaklaşık iki ay kadar besin değerlerini yitirmez. Ancak açık halde ya da nemli bir ortamda bekleyen salebi kullanmanız tavsiye edilmez. Salep Nelerle İyi Gider? Tarçın, salebe en çok yakışan baharattır. Hazırladığınız salebin üzerine damak zevkinize göre dilediğiniz miktarda toz tarçın eklenebilir. Salebi içecek halinde tek başına tüketebileceği gibi, hafif veya sütlü tatlıların yanında da servis edilebilir. Ayrıca salep bir ara öğün niteliğinde, yanında çiğ badem ve fındıkla birlikte de tüketebilir. Şifa olsun inşallah. Fi-emanillah… Kaynaklar: 1- Müsilajlar karbonhidrat içeren maddelerdir. Pek çok bitkide bulunurlar, ama genelde miktarları yetersiz olduğu için pek faydalı olamazlar. Müsilaj maddeleri suyla karıştırıldıklarında şişer ve sümüksü bir lapa haline gelirler. İşte bu sümüksü özellikleriyle, tahriş olmuş veya iltihaplanmış mukozanın üzerinde koruyucu bir tabaka oluştururlar.

Yahudi ve Hristiyanlığın farklı dünya algısı ve tanımlamasındaki sapmayı Hz. Muhammed (sav) düzeltmiştir. Yani dünya ne kendisine tapınılacak bir yer, ne de lanetlenecek bir varlıktır. Dünya Allah’ın isimlerinin tecelli ettiği bir sanat galerisi, güzel mütalaa edilip iyi işler yapıldığında ahiretin fidanlığıdır. İnsanoğlunun kendini ve içinde yaşadığı dünyayı tanıması ve tanımlaması en önemli varoluş gayesidir. İnsan çevresini analiz ettiğinde, tanışma mücadelesini en fazla veren varlığın kendisi olduğunu görür. Bu mücadele, hayatın sonuna kadar kesintisiz devam eden bir süreçtir. Burada üzerinde durulması gereken önemli konu, bu tanımlama faaliyet ve çabasının hangi referanstan beslendiğidir. Heva eksenli mi, yoksa Huda merkezli mi? Hevasından mı besleniyor yoksa Huda’sından mı? Beş duyu organımızla elde ettiğimiz veriyi akıl süzgecinden geçirirken, ya mütevatir haber olarak kabul ettiğimiz İlahi kelama bakmak durumundayız. Bu yol “Huda” yoludur. Ya da İlahi kaynağı göz ardı ederek arzularımıza göre bir çıkarım yapmalıyız. Bu ise “heva” yoludur. Vicdan ise bu iki yoldan hangisinin doğru olduğunu tesbit etmeye yarayan üçüncü bir değerlendirme kıstası olarak karşımıza çıkar. Akıl, vicdan ve mütevatir haber/vahiy insanın doğru bilgiye ve doğru tanıma ulaşması için verilen en önemli unsurlardır. Nitekim yaratıcımız Allah (cc) kullarından, kendisini doğru bir şekilde tanımalarını istemektedir. İlk insan Hz. Âdem’e (as) verilen değer ve yüklenen vazife, insanoğlunun Hak katında ne kadar özel bir yere sahip olduğunu göstermektedir. Âlemlerin Rabbi tarafından, “Âdem’e isimlerin hepsini öğretti”1 ifadesiyle insanın üstün kılınan vasfı ortaya konulmaktadır. Yine mevcudatın yaratıcısının meleklere hitaben “Haydi şunların isimlerini bana bildirin”2 emri ve buna meleklerin “senin bize öğrettiklerinden başka bize ilim yoktur”3 şeklindeki cevabı, insana yüklenen potansiyelin mahiyetini gözler önüne sermektedir. Evet, insan eşyayı isimlendirme, hayatı anlamlandırma potansiyeline sahip olarak yaratılmıştır. İlk yaratılışta da yaratıcı, eşyayı varlıkları yaratılış gayesine uygun şekilde tarif edip Hz. Âdem’e (as) öğretmiştir. Bu vazifeyle ilk Peygamber olan insanlığın atası, kendi çocuklarına eşya ve hayatın mahiyetini, varoluş gayesini talim ettirmiştir. Bu talim, aynı zamanda insanlık tarihinin ilk mektebidir. Nitekim insandaki madenin işlettirilmesi hikmeti çerçevesinde iblisin insanlığa musallat olması, mektebin talebelerinde ifsada sebep olacaktır. Yaratıcının, Hz Âdem’i (as) affettikten sonra buyurduğu, “Artık benden size bir hidayet gelir de kim hidayetime tabi olursa, o takdirde onlara hiçbir korku yoktur, onlar mahzun da olmazlar. İnkâr edip ayetlerimizi yalanlayanlara gelince, işte onlar ateş ehlidirler”4 beyanı önemlidir. Zira artık insanlar eşyayı Huda’ya göre tanımlayıp, hayatı anlamlandıranlar ile bu amaçtan sapanlar şeklinde ikiye ayrılmıştır. Heva ehli olarak adlandırılan bu ikinci yolun ilk kurbanı Kabil’dir. Çünkü eşyanın sahibinin kendisine helal, yasal olarak tanımladığı nimetle yetinmemiştir. Hevasına uyarak o tanımlamanın dışına çıkmış, haramı helal saymaya kalkmıştır. Bu aykırı tanımlama dünya tarihinde ilktir. Biri hevaya diğeri Huda’ya teslim olan iki mektebin kıyasıya mücadelesi, ilk insanla beraber böylece başlamıştır. Yaratıcıyla bağını gevşeten veya koparan heva ehli işi, “mülkün sahibi benim” iddiasına kadar taşımıştır. Geçmiş kavimlerde bunun en çarpıcı örnekleri Firavun, Nemrut, Şeddat gibi tanrılık iddia eden krallar ve bunlara uyan kavimleridir. Günümüzde ise Hristiyan bağnazlığına karşı batı dünyasında gelişen pozitivizm, materyalizm, liberalizm gibi felsefi gelişmelerdir. Bu felsefi akımlar; insan iradesini yok sayan, Hz. İsa’dan (as) sonra tahrif edilmiş, din adamlarının hevasına göre şekillenmiş Hristiyan öğretisine karşı çıkan oluşumlardır. Skolasizm olarak ifade edilen bu tahrifkar duruş, insana yüklenen eşyayı ve hayatı anlamlandırma kabiliyeti ve emanetini, hevasına tabi olan din adamlarının eline teslim etmiştir. Yani bu felsefi akım heva ehlinin amacından saptırdığı bir dine, insan akılını ve iradesini tanrılaştırmak suretiyle tepki geliştiren bir insanlık hareketidir. Bir diğer ifadeyle, heva eksenli yorum ve aşırılıklara, diğer heva ehli grupların başkaldırı hareketidir. Maalesef bu olumsuz etki, olumsuz tepkiyi beraberinde getirmiştir. Hz. İsa’yı (as) tanrılaştıran, keşişlerini günahsız gören aşırılıktan adeta bütün insanlığı tanrılaştıran farklı bir yola savrulma yaşanmıştır. Evet, bugün eğitim sistemine, siyasi zemine, ekonomik yapıya hâkim olan pozitivizm, materyalizm ve liberalizm, yaratıcıyı yok sayan dünya düzeninin yazılımını ortaya koyma hareketidir. Dün kendini yegâne kural koyucu, boyun eğdirici gören Firavunların yerini, bugün kendisi gibi düşünmeyene hayat hakkı tanımayan, İlahi yaratıcı fikrine karşı duran felsefi sistemler almıştır. Yaklaşık iki yüz yıldır İslam dünyasını doğrudan etkisi altına alan ve İslami yaşayışın can damarlarını kesen, dinden arınmış bu felsefi rüzgâr hükmünü beşeriyet düzleminde icra etmektedir. Üstad Bediüzzaman’ın tespitiyle, Batı eksenli bu felsefenin kuvvet, menfaat, cidal/kavga, ırkçılık, sefahat eksenli beş esası vardır. Kuvvetli olan menfaatini elde etmek için zora başvurabilir, insanların arasındaki ırk, renk, mezhep gibi farklıkları birbirine karşı kullanmaktan çekinmez. Elde ettiği maddi imkânlarla heva, heves ve arzuları harekete geçirir. İnsan tabiatındaki sefih duygulara revaç verir. Dünyada cennet hayatının yaşanabileceğine insanı ikna etmeye çalışarak, bütün nazarları dünyaya çevirir. Kısaca dünyayı heva ve hevesini tatmin etmeye yarayan bir oyuncağa çevirmek ister. Nihayetsiz aczini, zayıflığını, kabri, ölümü görmek ve düşünmek istemez. Hayatı gençliğin dinamizmi üzerine inşa eder. Çocuk, ihtiyar, hasta, zayıf, fakir, miskin olan insan tabakalarını görmezden gelir. Filozofların eşya ve hayat üzerinde yaptıkları tanımlamalar birbirinden uzak olsa da ortak bir yönleri vardır. O da eşya ve hayatı gerçek sahibine vermeme direncidir. Çünkü eşyayı sahibine bağlamak eşya sahibine karşı sorumlu olmayı da beraberinde getirmektedir. Bu sorumluluktan kaçmak için eşya ile yaratıcı arasındaki bağı kesmenin çarelerini aramışlardır. Şeytanın telkinleriyle de kendilerini ikna edecek bazı faraziyeleri ortaya koymuşlardır. Oysa ilk insan ve ilk Peygamber Hz Âdem’den (as) son Peygambere (sav) kadar eşyanın tanımlanması konusunda bir uyum vardır. Hepsinin ortak davası “Lailahe illallah”dır. Yani eşyanın tek Sahibi, tek İlahı, tek Hükmedicisi, tek İdarecisi... Allah’tır (cc). Kısaca insana verilen meziyet, yaratıcının güzel isimleri üzerinden eşyayı, varlıkları, kâinatı okumak ve hayatı anlamlandırmaktır. Peygamberlerin gönderilme sebebi de insanların bu çizgiden uzaklaşmalarıdır. Her uzaklaşmada Allah yeni gönderdiği peygamberler ile kendisinin insanlar tarafından doğru tanınmasını istemiştir. Mesela Yahudiler, “Üzeyir Allah’ın oğludur.”5 dediler. Tevhid inancından saptılar. Allah’a iftira attılar. Allah onların bu sapkın fikrini, yanlış tanımlamalarını düzeltmek için Hz. İsa’yı (as) gönderdi. İnsanları yeniden tevhide davet etti. Lakin daha sonra Hz. İsa’ya inananlar da haşa “Mesih Allah’ın oğludur”6 dediler. Onlar da tevhitten sapınca Allah ahirzaman Peygamberi Hz. Muhammed’i (sav) gönderdi. O’nun davası ise kıyamete kadar tevhit üzere devam edecektir. Yahudilerin dünyaya aşırı bağlılıkları, Hristiyanların dünyayı lanetleyen duruşu dikkate alındığında burada bir tezat olduğu aşikârdır. Nitekim ikisi de esasında semavi ama şu an kendilerini böyle tanımlayanların ortaya koyduğu dünya algısı birbirinden oldukça uzak. İşte burada sorulması gereken doğru soru şu: “Müslümanın dünya algısı nedir? Müslüman dünyayı nasıl tanımlamalı? Dünyaya nasıl bakmalı? Bu soruya verilecek en güzel cevap; birey olarak Hz. Muhammed (sav), toplum olarak sahabeler gibi bakıp tanımlamalı. Çünkü bir Müslüman için model şahsiyet Hz. Muhammed (sav), model toplum ise sahabelerdir. Onların yaşantısı ve düşünce yapısı incelendiğinde dünyaya üç farklı açıdan baktıkları görülür.7 Birinci olarak; esma-i İlahiyenin bir tecelligahı. Yani İlahi bir sanat galerisi olarak görmüşlerdir. İkinci olarak; ahiretin tarlası, cennetin ve rıza-yı İlahinin kazanıldığı yer, İlahi hukuk çerçevesinde yaşandığında saadet diyarı demişlerdir. Üçüncüsü ise; insanı insandan, insanı Allah’tan uzaklaştıran, hevaya bakan fani, zail, elemli, aldatan sefih yüzüdür. Bütün İslami dinamikler ilk iki yüzü ilahi kavramlarla tanımayı, sevmeyi ve o yolda ilerlemeyi teşvik etmişlerdir. Üçüncü yüzünden ise yılandan, akrepten kaçar gibi kaçmışlardır. Sonradan gelen peygamberlerin bir vazifesi de, kendilerinden önceki hak dinde insanların yaptığı tahrifatı düzeltmektir. Bu yönüyle değerlendirildiğinde Yahudi ve Hristiyanlığın farklı dünya algısı ve tanımlamasındaki sapmayı Hz. Muhammed (sav) düzeltmiştir. Yani dünya ne kendisine tapınılacak bir yer, ne de lanetlenecek bir varlıktır. Dünya Allah’ın isimlerinin tecelli ettiği bir sanat galerisi, güzel mütalaa edilip iyi işler yapıldığında ahiretin fidanlığıdır. Nitekim İslam tarihi boyunca buluşların altında yatan en önemli dinamik, Allah’ın kelamından gelen Kuran-ı Kerim ile irade ve kudretinden gelen kâinat kitabını fetih ve tevfik etmektir. Bu tenasübü ortaya koyan İslam Medeniyeti; haklı olanın üstün kabul edildiği, başkalarının menfaatini korumanın fazilet sayıldığı, yardımlaşmanın esas kabul edildiği, aynı dünyada yaşamanın ortak bir değer olduğu, aynı dine mensup olmanın kardeşliği teşkil ettiği, insaniyet ve ruhiyat noktasında gelişmenin insanı insan yaptığı fikriyatı üzerine tesis olunmuştur.8 Nitekim mütalaasını yaptığı Kelamullah ve mevcudat üzerinde aynı dersin notlarını okumaktadır. Kâinatı ayakta tutan düsturlarla, insanı insan yapan kanunlar aynı merkezin idaresine mensuptur. Sonuç itibarıyla; batının menfaat ve kuvvet üzerine kurduğu medeniyet kendine dünyevi büyük menfaatler sağlamıştır. Lakin kendisi dışındakilere hayatı cehenneme çevirmiştir. Kendisinin ayağına taş değdiğinde dünyayı ayağa kaldırırken, başkalarının (Suriye, Irak, Doğu Türkistan, güneydoğu Asya, Afrika…) dünyasını zindana çevirmiştir. Kendisine yapılan ufak bir taarruzu dünyaya haykırırken, başkalarının yıkılan dünyasına sessiz kalmış, hatta faili ve azmettiricisi olmuştur. Eşyayı hevasıyla tanımlamanın faturasını tüm dünyaya ödetmiştir. Gücünün zirvesi, zulmünün de zirvesi olmuştur. İslam medeniyeti ise, şefkati herkesi kucaklayan devirler yaşatmıştır insanlığa. Hak ve adaleti dağıtması nispetinde güçlenmiş; Hak’tan, adaletten uzaklaşması nispetinde de zayıflamıştır. Zira kâinattaki hikmete nazar edip, adaleti ve teavünü okuyan, eşyadaki uyumu, kardeşliği bilinçaltına kazıyan bir tanımlamanın, o akışa aykırı davranması pek mümkün olur mu? Rabbim bizleri Huda’nın isimleriyle hayatı ve dünyayı tanıyan kullarından eylesin. Heva ehlinden bizleri ve tüm beşeriyeti korusun. Âmin. Kaynaklar: 1- Bakara, 312- Bakara, 313- Bakara, 324- Bakara, 38-395- Tevbe, 306- Tevbe, 307- Bakınız; Otuz ikinci söz, ikinci mevkif, üçüncü maksat, beşinci remiz8- Bakınız; Sünuhat, “Neden şeriat şu medeniyeti reddeder?” sualinin cevabına

Kur’an dinlerken edeb ve huşu ile ve dikkatle, elinden geliyorsa anlamaya çalışarak dinlemek gerekir. Bu mevzuda Üstad Bediüzzaman Ramazan Risalesinde bir hadis-i şeriften iktibasla şöyle der: “Kur’an’ı yeni nazil oluyor gibi okumak ve dinlemek ve ondaki hitabat-ı İlahiyeyi güya geldiği ân-ı nüzulünde dinlemek ve o hitabı Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselam’dan işitiyor gibi dinlemek, belki Hazret-i Cebrail'den, belki Mütekellim-i Ezelî'den (Allah Teâlâ’dan) dinliyor gibi bir kudsî halete mazhar olur.” Yine bu mevzu ile ilgili Mesnevi-i Nuriye eserinde geçen bir ifadesi de şöyledir: İ’lem eyyühe’l-aziz! Kur’ân-ı Kerim okunurken, istimâında (işitme) bulunduğun zaman muhtelif şekillerde dinleyebilirsin. Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm, nübüvvet kürsüsüne çıkıp nev-i beşere hitaben Kur’ân’ın ayetlerini tebliğ ederken, kıraatini kalben ve hayalen dinlemek için kulağını o zamana gönder. O fem-i mübarekinden çıkar gibi dinlemiş olursun. Veya Cebrâil (as) Hazret-i Muhammed’e (sav) tebliğ ederken, her iki hazretin arasında yapılan tebliğ-tebellüğ vaziyetini dinler gibi ol. Veya Kab-ı Kavseyn makamında, yetmiş bin perde arkasında Mütekellim-i Ezelînin Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâma olan tekellümünü dinler gibi hayalî bir vaziyete gir.