
Allah Teâlâ bu aylarda af ve mağfiretini, nimetlerini sağanak sağanak yağdırıyor. Recep, Şaban, Ramazan aylarının bütün gün ve geceleri sürpriz feyiz ve bereketlerle dopdoludur. Üstelik bu aylar içinde bulunan Regaip, Miraç, Beraat ve Kadir geceleri, hiçbir maddi ve dünyevi ölçü ile değerlendirilemeyecek kadar ilahi ikramlarla donatılmıştır. Yaşadığımız hayat çoğu zaman bize dünyaya asıl geliş gayemizi unutturabiliyor. Hâlbuki bizler, bizi asıl gayemizden uzaklaştıracak şeylere karşı sürekli teyakkuz halinde olmalıyız ve bunların yol bulup ruhlarımızı kendi ağlarına almasına fırsat vermemeliyiz. Allah-ü Teala, önümüze bu günlerde altın bir fırsat koyuyor; üç aylar!... Allah Teâlâ bu aylarda af ve mağfiretini, nimetlerini sağanak sağanak yağdırıyor. Recep, Şaban, Ramazan aylarının bütün gün ve geceleri sürpriz feyiz ve bereketlerle dopdoludur. Üstelik bu aylar içinde bulunan Regaip, Miraç, Beraat ve Kadir geceleri, hiçbir maddi ve dünyevi ölçü ile değerlendirilemeyecek kadar ilahi ikramlarla donatılmıştır. İşte bu ölçüde Allah Teâlâ, sene içinde, biz kullarına, gönül dünyalarında adeta bir manevi hamle yapmaları adına özel gün ve geceler nasip etmiştir. O’na (cc) binlerce hamd ü sena olsun. Bizim de bu günleri bir fırsat bilerek, çok iyi değerlendirmemiz gerekir. Aslında biraz gönül uyanıklığı dikkat ve samimiyetle bu günlerin ve gecelerin feyzinden yararlanabilirsek, manevi yoldaki pek çok eksiğimizi telafi edebilir ve kâmil insan olma yolunda mesafeler kat edebiliriz. “Recep, Allah Teâlâ’nın ayıdır. Şaban, benim ayımdır. Ramazan ise, ümmetimin ayıdır.” (Suyuti) Rabbimizin üç ayları hakkımızda hayırlı kılması, Ümmet-i Muhammed’in sıkıntı ve ıstıraplardan kurtulması, bu mübarek gün ve geceleri nasıl değerlendirilmesi gerekiyorsa, o ölçüde ihya eden, onlardan azami istifade eden ve her gecesinde Kadir gecesi kıymetinde sevabın verildiği kullarından eylemesi niyazıyla: “Allah’ım! Recep ve Şaban aylarını bizim için mübarek kıl ve bizi Ramazan ayına ulaştır.” (Ahmed Bin Hanbel, Müsned) Üç ayların tamamını oruçlu geçirmek, Resulullah’ın (asm) uygulamaları arasında sayılmamıştır. Fakat kaza ve kefaret orucu bulunanlar bu aylarda tutabilirler. Üç ayların Ramazan’dan önceki iki ayında tutulan oruçların bir amacı da Ramazan’a hazırlanmaktır. “Seksen küsur sene bir ömr-ü maneviyi sizlere kazandıracak olan şuhur-u selase-i mübarekeyi ve bilhassa bu geceki Leyle-i Regaibi(nizi) tebrik ediyoruz.” (Kastamonu Lahikası)

Alman İmparatorunun İstanbul Ziyaretleri 15 Haziran 1888’de tahta çıkan Alman İmparatoru II. Wilhelm, ilk olarak 21 Ekim 1889’da İstanbul’u ziyaret etmiştir. Bu ziyaretinde Sultan II. Abdülhamid tarafından törenle karşılanmıştır. II. Wilhelm’e eşi Augusta Victoria, kardeşi Prens Henri ve Dışişleri Bakanı Kont Herbertvon Bismarck eşlik etmişti. Alman İmparatorunun ikinci ziyareti ise 19 Kasım 1898’de gerçekleşti. Bu ziyaretinin ardından Kudüs’ü ziyaret etti. İstanbul’da Sultanahmed Meydanında, Osmanlı-Alman dostluğunun bir nişanesi olarak bir çeşme yaptırdı. II. Wilhelm’in son İstanbul ziyareti ise 15 Ekim 1917 tarihinde gerçekleşti. Ziyaret, I. Dünya Savaşı’nın en kritik zamanında yapılıyordu. Sultan V. Mehmed Reşad, imparatoru Sirkeci Garı’nda karşıladı. İstanbul’da top atışlarıyla karşılanan İmparator, şehri gezmiş ve burada yaşayan Almanlarla görüşmüştür. Ayrıca İmparator, diğer iki gezisinden farklı olarak Çanakkale savaşlarının geçtiği yerleri de ziyaret ederek Türk askerinin başarısını takdir etmiştir. Alman İmparatoru II. Wilhelm 27 Ocak 1859’da, Berlin’de dünyaya gelmiştir. Dedesi I. Wilhelm, 9 Mart 1888’de ölünce yerine babası III. Friedrich geçti. Ancak Friedrich gırtlak kanseriydi. Tahtta sadece 99 gün kalabildi. O da ölünce 15 Haziran 1888’de yerine oğlu II. Wilhelm geçti. Wilhelm, Osmanlı Devleti’nin Hilafetten kaynaklanan İslâm dünyası üzerindeki nüfuzundan faydalanmak istedi. Bu sebeple Osmanlı Devleti ile ilişkilerine ayrı bir önem verdi. Sultan II. Abdülhamid de Almanya’yı, İngiltere’ye karşı bir denge unsuru olarak görüyordu. Ayrıca Sultan, II. Wilhelm’in Osmanlı ile ilişkilerinde çok da samimi olmadığını biliyordu. Bunu yıllar sonra dile getirecekti. II. Wilhelm, Almanya’nın I. Dünya Savaşında yenik düşmesinin ardından tahtı bıraktı. Ömrünün kalanını Hollanda’da geçirdi. 3 Haziran 1941’de 82 yaşındayken öldü. 5 Mart 1207 Selçuklu Sultanı I. Gıyâseddin Keyhusrev Antalya'yı fethetti Latinler’in 1204’de İstanbul’u işgalinden sonra Bizans İmparatorluğu taksim edilince Antalya, Aldobrandini adlı bir İtalyan’ın eline geçti. Bunu fırsat bilen Selçuklu Sultanı I. Gıyâseddin Keyhusrev, Antalya Kalesini kuşattı ise de Kıbrıs’tan yardım gelmesi yüzünden burayı zapt edemedi, ancak abluka altına aldı. Nihayet 5 Mart 1207’de Latin idaresinden memnun olmayan Rumların da desteği ile fethi gerçekleştirdi. Mübârizüddin Ertokuş’u valiliğe ve subaşılığa getirdiği gibi şehre bir kadı, imam, müezzin, hatip tayin etti. Ayrıca kalenin surlarını tamir ettirdi ve bir de mescid yaptırdı. 11 Mart 1867 Bahriye Nezareti (Denizcilik Bakanlığı) kuruldu Denizcilik meselelerinin gün geçtikçe artması sebebiyle kaptan paşa, hem askerî hem de idarî ve malî işleri yürütmekte güçlük çekmekteydi. Bu durumu göz önüne alan sadaret makamı, 11 Mart 1867 tarihinde bir takrir hazırlayarak bundan böyle kaptan paşanın sadece Donanma-yı Hümâyun’un kumandanı olmasını, idarî ve malî işlerin yeni kurulacak Bahriye Nezareti tarafından yürütülmesini teklif etmişti. Nihayet çıkan irade ile Bahriye Nezareti kurulmuş ve ilk nâzırlığa Hakkı Paşa tayin edilmiştir. Bu şekilde tersanenin malî işlerinin Bahriye Nezareti tarafından yürütülmesine karşılık donanma kumandanlığı kaptanlık makamına bırakılmış oluyordu. Bahriye Nezareti’nin kurulmasından sonra bu nezarete bir muavin, bir de muhasebeci tayin edilmiş, ardından Bahriye Nezareti’nin ve kaptanlık makamının görevlerini belirten nizamnâmeler hazırlanmıştır. Bahriye Nezareti’ne tersane ve donanma ile ilgili bütün işlerin yürütülmesinde en büyük yardımcı kuruluşlar Bahriye (Tersane) İdare ve Kumanda meclisleri idi. Yıldırım Bayezid, Sultan I. Murad’ın büyük oğlu olup annesi Gülçiçek Hatun’dur. 1354 senesinde dünyaya geldi. 1381 yılı dolaylarında Germiyanoğlu Süleyman Çelebi’nin kızı Sultan Hatun ile evlendi ve hanımının çeyizi olarak Osmanlılara bırakılan topraklara sancak beyi tayin edildi. Sultan I. Murad’ın Kosova savaş meydanında uğradığı suikast sonucu şehid olması üzerine Osmanlı tahtına çıktı. Hayatı mücadele ile geçen Yıldırım Bayezid, Anadolu’da birliği sağladı. 25 Eylül 1396’da Niğbolu’da Haçlıları bozguna uğratarak büyük bir zafer kazandı. Ardından son bağımsız Bulgar prensi Stratsimir’den Vidin’i aldı. Yıldırım Bayezid’in başarılarından korkan Bizans İmparatoru Manuel, İstanbul’da bir Türk mahallesi kurulması, cami yapılması ve bir kadı yerleştirilmesi teklifini kabul etmek zorunda kaldı. Komutanlarından Evrenos Bey 1397’de Argos ve Atina’yı aldı. Bütün bu fetihlere rağmen Sultan Yıldırım Bayezid, 1402’de Ankara Savaşında Emir Timur’a yenildi ve esir düştü. Anadolu birliği bozuldu. Yıldırım Bayezid, esaret altındayken 8 Mart 1403’de Akşehir’de vefat etti.

Fener Rum Patriği Gregoryus, Rus Çarı Aleksandra’ya özetle şu satırları yazmıştı: “Türkleri maddeten ezmek ve yıkmak imkânsızdır. Türkler, Müslüman oldukları için çok sabırlı ve mukavemetli insanlardır. İzzet-i iman sahibidirler. Bu hasletleri, dinlerine bağlılıkları ve kadere rıza göstermeleri yanında kumandanlarına, büyüklerine olan itaat duygularından gelmektedir. Onların bütün meziyetleri, hatta kahramanlık ve şecaat duyguları da geleneklerine olan bağlılıklarından, ahlâklarının güzelliğinden ileri gelmektedir. Türklerde evvelâ itaat duygusunu kırmak ve manevî bağlarını parçalamak dinî metanetlerini zayıflatmak icâb eder. Bunun da en kısa yolu, millî geleneklerine, maneviyatlarına uymayan haricî fikirler ve hareketlere alıştırmaktır. Maneviyatları sarsıldığı gün, Türkleri kendilerinden şeklen çok kudretli, kalabalık ve zahiren hâkim kuvvetler önünde zafere götüren asıl kudretleri sarsılacak ve maddî vâsıtaların üstünlüğü ile yıkmak mümkün olabilecektir.” İslam’ın bayraktarı Osmanlı üzerinde şu söylenenler birebir tatbik edilmiş midir? Neticeye bakılırsa, evet! Bediüzzaman Hazretleri, “Bin üçyüz otuz sekiz senesinde [1920] (bundan on iki sene evvel) Ankara’ya gittim. İslâm ordusunun Yunan’a galebesinden neş’e alan ehl-i imanın kuvvetli efkârı içinde, gayet müdhiş bir zındıka fikri, içine girmek ve bozmak ve zehirlendirmek için dessâsâne çalıştığını gördüm. “Eyvah!” dedim, “Bu ejderha imanın erkânına ilişecek!” diyordu. Olmuş mudur? Netice itibariyle, evet! Ve bugün kapağa taşıdığımız özgürlük gibi gündemimizi meşgul eden, gençlerin kafasını karıştıran -pek çok içi kafalarına göre doldurulmuş- cümlelerle maalesef bizi sarsmaya çalışıyorlar. İtaat, saygı, merhamet, ahlak, aile, millet gibi kavramları yozlaştırarak ictimai yapımıza zarar veriyorlar. Peki, biz ne yapıyoruz? Çoğu zaman ah vah edip “Ne yapmak lazım?” lakırdılarıyla zaman harcıyoruz desek çok da yanlış olmaz kanaatindeyim. Halbuki tarih akışı içerisinde bugünleri etkileyecek alt yapıların ne olduğu çok net! Problemin kaynağı belli. Üzerinde çalışılması gereken mesele de aşikâr. Heyecanımızı, hedefimizi, imanımızı, buna bağlı olarak gayretimizi, himmetimizi, davamızı kaybettik. “Aile yıkılıyor!” diye bas bas bağırıyoruz, fakat doğruya doğru tek adım olsun atmıyoruz. “Gençlerde gönüllülük yok, herkes makam mevki peşinde” diyoruz, hedefi orası gösteriyoruz. “Her şey toplumdan, ferdin kendisinden başlamalı” diyoruz, “Sen kimsin, ne yapmaya çalışıyorsun?” diye de eklemeyi ihmal etmiyoruz. Yahu arkadaşlar! Biz ne yapmaya çalışıyoruz? Bırakalım şu hesabilikleri bir tarafa. Hasbi olmanın zamanı gelmiş geçiyor, farkında değil miyiz? Hesap gününü unutalı çok oldu da hatırlamanın zamanı hala gelmedi mi?

Peygamberimiz (sav) şöyle buyurmuştur: “Acı sabır otunun balı ifsat etmesi, bozması gibi, hased de imanı ifsat eder, bozar.” (Deylemi) “Bir kulun kalbinde iman ve hased bir araya gelmez.” (Beyhaki, Nesei) “Fakirlik nerdeyse küfür olacaktı. Hased de neredeyse kadere galebe edecekti.” (İbn Ebi Şeybe, Beyhaki) Bir padişah iki köylüyle karşılaşmış. Köylülerden birine, “Dile benden ne dilersen! Fakat dikkat et! Benden ne istersen, arkadaşına iki mislini vereceğim.” demiş. Köylü çok hased birisiymiş. Düşünmüş, at istese, arkadaşına iki at verilecek; ev istese yine aynı. Bir türlü karar verememiş. En sonunda “Padişahım! Benim bir gözümü çıkarınız!” demiş. Onun bir gözü çıkarılırsa, arkadaşının iki gözü çıkarılacak. Padişah köylünün isteğini kabul etmiş mi bilmiyoruz, ama bu hikâye hasedin ne kadar çirkin olduğunu göstermeye kâfidir zannediyoruz. Hased; maddî veya manevî nimetlere sahip olan bir kişinin elinden nimetlerin gitmesini istemek veya bu nimetlerin kendisine intikal etmesini istemektir. Başka birinde bulunan nimetin yok olmasını istememekle beraber, o nimetin kendisinde de olmasını istemek gıptadır. Gıpta, haram ve çirkin şeyler olmamak şartıyla caizdir. Bu yüzden “Mümin gıpta eder, münafık haset eder” denilmiştir. Hased öyle kötü nefsanî bir hastalıktır ki, bazı insanların küfre girmelerine, cemaat ve milletlerin ihtilaf ve tefrikaya düşmesine sebep olmuştur. Hatta iblisin bile Allah tarafından lanetlenip kovulması Âdem (as)’a hased etmesinden dolayıdır, denilmiştir. Hasedin bu kötülüğünden dolayı Cenab-ı Hak, “Haset ettiği zaman hasetçinin şerrinden, sabahın Rabbine sığınırım” diye dua edilmesini Ümmeti Muhammed’e talim etmiştir. Aynı zamanda şu ayetle de hased haram kılınmıştır: “Allah’ın bazınızı bazınızdan üstün kılmaya vesile yaptığı (dini veya dünyevi) şeyleri temennî etmeyin (birbirinize hased etmeyin). Erkeklere çalışmalarından bir nasîp vardır; kadınlara da çalışmalarından bir nasîp vardır. Allah’tan lütfunu isteyin! Şüphe yok ki Allah her şeyi bilir”. (Nisa, 32) Peygamberimiz de şöyle demiştir: “Hased (sıfatına) sahip olan, insanlar arasında söz taşıyan (onları birbirine düşüren), hıyanet hasletine sahip olan, insanları küçümseme hasletine sahip olan bizden değildir.” Sonra Allah Resulü şu ayeti okudu: “Mümin erkeklere ve mümin kadınlara yapmadıkları bir şeyden dolayı eziyet edenler, bir iftira ve apaçık bir günah yüklenmişlerdir.” (Ahzab, 58). (Taberani, İbn Merduye, İbn Asakir) Hased ve iman Hased, bazen insanı küfre götürecek kadar çirkin işlere sebep olabilir. Yahudiler Tevrat’ta ahir zamanda bir peygamber geleceğini okuyup, bekliyorlardı. Fakat o peygamberin kendi içlerinden çıkacağını zannediyorlardı. Kendi içlerinden çıkmayınca hasetlerinden ahir zaman peygamberini inkâr ettiler. Şu ayet Yahudiler hakkında nazil olmuştur. “Yoksa Allah’ın lütfundan insanlara (Peygambere ve müminlere) verdiği şeylerden dolayı onlara haset mi ediyorlar?” (Nisa, 54) Onlar hasetlerinden müminlerin de dinden çıkmalarını istiyorlardı. Şu ayet bu çirkin duyguya işaret eder: “Ehl-i kitaptan birçoğu, iman etmenizden sonra sizi küfre döndürmeyi istediler. Hakikat kendilerine belli olduktan sonra, sırf nefislerinden gelen bir hasetten dolayı (böyle istediler).” (Bakara, 109) Kur’an’ın Yahudilerin bu hallerini bize beyan etmesi, bizi dikkatli olmaya sevk etmek içindir. Ümmet-i Muhammed’den de bazı kimselerin bu yüzden küfre veya büyük günahlara gitmesi her zaman mümkündür. Peygamberimiz (sav) şöyle buyurmuştur: “Acı sabır otunun balı ifsat etmesi, bozması gibi, hased de imanı ifsat eder, bozar.” (Deylemi) “Bir kulun kalbinde iman ve hased bir araya gelmez.” (Beyhaki, Nesei) “Fakirlik nerdeyse küfür olacaktı. Hased de neredeyse kadere galebe edecekti.” (İbn Ebi Şeybe, Beyhaki) Hasedin Haram Olma Sebebi Nimetleri veren Allah’tır. Hasud kimse ise Allah’ın verdiği nimetlere karşı bir itiraz duygusu taşır. Bu yüzden hased haram kılınmıştır. İmam Gazali şöyle der: “Naklettiğimiz rivayetler hasedin haram olduğuna delalet eder. Hasedin bu çirkinliği Allah’ın hükmüne, takdirine ve bazı kullarına üstünlük vermesine (hased eden şahıstaki) öfkeden kaynaklanmaktadır. Bunun için hiçbir özür, hiçbir ruhsat yoktur. Sana zararı dokunmadan bir Müslümanın rahata ulaşmasına hoşlanmamak kadar günah ne olabilir. (İhya, c. 3, s. 426) Üstad Bediüzzaman da bu konuda şöyle der: “[Hâsed eden adam mümin kardeşine] gelen musibetlerden memnun ve nimetlerden mahzun olup, kader ve rahmet-i İlâhiyeye, onun hakkında ettiği iyiliklerden küsüyor. Âdeta kaderi tenkit ve rahmete itiraz ediyor. Kaderi tenkit eden, başını örse vurur, kırar. Rahmete itiraz eden, rahmetten mahrum kalır.” (22. Mektup.) Tabiinden Asmai (ra) şöyle demiştir: Bana ulaştığına göre Allah Azze ve Celle şöyle demiştir: Hased eden nimetimin düşmanı, hükmüme öfkeli, kullarım arasındaki taksimatıma razı olmayandır. (Beyhaki) Hased Kötü Ahlakın Membaıdır Peygamberimiz (sav) “Muhakkak ki, hased, ateşin odunu yiyip bitirmesi gibi hasenatı, sevapları yer, bitirir.” buyurmuştur. Âlimler bu hadisi “Hased su-i zan, gıybet gibi günahlara vesile olduğu için, kişinin hasenatını, iyiliklerini yer, bitirir” diye tefsir etmişlerdir. Çünkü hased eden hased ettiği şahsın kusurlarını araştırır, su-i zan eder, gıybet eder, iftira eder. Bu yönüyle hased, kötü bir haslet olmakla beraber, pek çok kötü hasletin de kaynağıdır diyebiliriz. Hased Fitneye Sebeptir İnsanlar arası ihtilafın, düşmanlıkların en büyük sebebi haseddir. Kur’an’da şöyle buyrulur: “Onlar ancak kendilerine ilim geldikten sonra aralarındaki azgınlıktan (hasetten) dolayı ayrılığa düştüler”. (Şura, 14) Peygamberimiz (sav) de şöyle der: “Diğer ümmetlerin hastalığı size de geldi; hased ve buğz. İşte o tıraş edicidir. Ben saçı tıraş eder demiyorum, o dini tıraş eder. Nefsim kudret elinde olan (Allah)’a yemin ederim ki, iman etmedikçe cennete giremezsiniz, birbirinizi sevmedikçe de iman etmiş olmazsınız. Bunu aranıza yerleştirecek bir şey söyleyeyim mi? Aranızda selamı yaygınlaştırınız”. (Tirmizi) “Size kibirden kaçınmanızı tavsiye ederim. İblisin Âdem’e secde etmemesine kibir sebep olmuştur. Ve size hırstan kaçınmanızı da tavsiye ederim. Âdem (as)’ın yasak ağaçtan yemesine hırs sebep olmuştur. Ve yine size hasedden kaçınmanızı tavsiye ederim. Çünkü Âdem’in oğullarından biri diğerini hasedden dolayı öldürmüştür. Bu üç haslet bütün hataların aslıdır”. (İbn Asakir) “İnsanlar birbirine haset etmedikleri müddetçe hayır üzerindedirler.” (Taberani) “Ümmetim için ancak üç şeyden korkuyorum. Onlardan biri, malın onlar arasında çoğalması, bu yüzden birbirlerine hased etmeleri ve birbirlerini öldürmeleridir.” (Taberani) “Hasetten kaçının! Muhakkak ki hased, ateşin odunu yiyip bitirmesi gibi, hasenatı, sevapları yer, bitirir.” (Ebu Davud, Beyhaki) “(Sui)zandan çekininiz! Zira zan, sözlerin en yalanıdır. Başkalarının gizli kusurlarını araştırmayın, birbirinizle ilgili gizli şeyleri dinlemeyin, birbirinizle rekabet etmeyin, hasedleşmeyin, birbirinize buğz etmeyin, birbirinize sırt çevirmeyin, ey Allah’ın kulları, Allah’ın emrettiği şekilde kardeş olun. Müslüman, Müslümanın kardeşidir. Ona (ihanet etmez), zulmetmez, onu mahrum bırakmaz, onu tahkir etmez. Kişiye şer olarak, Müslüman kardeşini tahkir etmesi yeterlidir. Her Müslümanın malı, kanı ve ırzı diğer Müslümana haramdır.” (Buharî, Müslim, Ebu Dâvud, Tirmizî) “Yüksek dereceler, lanet edici, başa kakıcı, cimri, azgın, çok hased eden şahıslara helal olmaz. (Onlar o yüksek derecelerden mahrum kalırlar).” (İbn Merduye) Üstad Bediüzzaman şöyle der: Kardeşlerim, enâniyetin işimizde en tehlikeli ciheti kıskançlıktır. Eğer sırf lillâh için olmazsa, kıskançlık müdahale eder, bozar. Nasıl ki bir insanın bir eli bir elini kıskanmaz ve gözü kulağına haset etmez ve kalbi aklına rekabet etmez. Öyle de, bu heyetimizin şahs-ı manevisinde, her biriniz bir duygu, bir âzâ hükmündesiniz. Birbirinize karşı rekabet değil, bilâkis birbirinizin meziyetiyle iftihar etmek, mütelezziz olmak bir vazife-i vicdaniyenizdir. (Hucumat-ı Sitte) Mütesanid (dayanışma içindeki) bir cemiyet, sükûneti, hareketsizliği, harekete çevirmek için yaratılmış bir alettir. İçinde hasetleşmelerin olduğu bir cemaat ise, hareketleri sükûnete dönüştürmek için yaratılmış bir alettir. (Hakikat Çekirdekleri) Haset eden şahıs Allah’ın rızasını düşünmeyen, kendi menfaati için, ümmetin zararına aldırış etmeyen bir hodgâmdır. Tarihte pek çok fitne, haset edenlerin yüzünden çıkmış, pek çok millet bu yüzden felaketlere duçar olmuştur. Hased, Âlimler ve İdareciler Hased toplumlarda fitnenin, tefrikanın membaı olarak en çirkin, en tehlikeli bir haslettir. Bilhassa bu haslet âlimlerde ve idarecilerde olduğu zaman, daha tehlikeli bir durum arz eder. Çünkü onlar toplumu her yönüyle etkileyen bir konumdadırlar. Bu yüzden Peygamberimiz, “Ümmetimden iki sınıf iyi olursa insanlar iyi, kötü olurlarsa insanlarda kötü olurlar. Onlar idareciler ve âlimlerdir” buyurmuştur. Kur’an’da hased yüzünden ehl-i kitap âlimlerin ihtilafa düştüğü şöyle zikredilir: “Kendilerine kitap verilenler (Yahudiler ve Hristiyanlar), ancak kendilerine ilim geldikten sonra, aralarındaki azgınlıktan (hasetten) dolayı ihtilafa düştüler.” (Al-i İmran, 19)1 Bu ayetler ümmet-i Muhammed arasında çıkacak tefrika ve ihtilafın da “hased”den olacağına işaret ederek, bizleri ikaz eder. Eğer bir âlim ilmiyle Allah’ın rızasını değil de, insanların muhabbetini kazanmayı istiyorsa, kendini geçen kimselere hased eder. Onun sevilmesinden rahatsız olur. Onu insanların nazarından düşürmek için, daima kusurlarını hatalarını bulmaya çalışır. Rakibine su-i zan eder, onun gıybetini yapar, günahlara girer. Toplumda birleştirici, yapıcı bir rol oynaması gerekirken, bir fesat unsuru olur. İlmi onun cennete girmesine vesile olacakken, cehennemlik olmasına sebep olur. Peygamberimiz (sav) bir hadisinde altı zümrenin hesaba çekilmeden cehenneme atılacağını, hased eden âlimlerin de bu altı zümreden biri olduğunu söyler. Sahabelerden İbn Ömer şöyle demiştir: “Kendinden üstün olana hased etmeyi terk etmedikçe, kendinden küçüğü tahkir etmeyi bırakmadıkça, ilmiyle para kazanmayı arzu etmeyi bırakmadıkça bir kimse (gerçek) âlim olamaz.” (Darimi) Makam hırsı olan idarecilerin de âlimlerden farkı yoktur. Hatta idareciler arasında hased daha çoktur ve diğer insanlar için daha tehlikelidir. Abbasi halifelerinden Me’mun, “Biz hükümdarlar zümresinde müthiş bir haset, sahiplenme ve zorbalık eğilimi vardır” der. Tarih boyunca milletlerin bünyesinde meydana gelen çoğu fitneler, taht, iktidar kavgasından olmuştur. Hasud insanlar kendi iktidar hırsları yüzünden pek çok insanın dünyevi, uhrevi felaketlerini hazırlamışlardır. Emevî hanedanından biri, devletlerinin çökmesine sebep olan en büyük unsurun, prens gibi birbirine emsal olanlar arasındaki kıskançlık olduğunu söyler. Bir makamı arzu eden insanlar, onu ele geçiremeyince, o makama çıkan insana haset ederler. Onun o makamı kaybetmesi ve o makama kendileri geçmek için ellerinden geleni yaparlar. Bununla beraber hased yalnızca bir makamı ele geçiremeyenlerce yapılmaz. O makama çıkmış insanlar da hased yaparlar. Bir kısım liderler, kabiliyetli astların sivrilerek daha çok sevilmelerinden ve onların kendilerini geçerek makamlarını almalarından korkar ve rahatsız olurlar. Bu yüzden çeşitli vesilelerle onların önlerini tıkar veya onları harcarlar. Bu liderler liderlik ettikleri insanlara ve kendi davalarına ihanet etmiş olurlar. Çünkü onlar kendi makamlarını her şeyin üstünde tutmuşlardır. Bir lider çok iyi bir kabiliyet avcısı olmalıdır. Lider kendi astlarındaki kabiliyetleri aramalı, tespit etmeli, (onları harcamamalı) sahip çıkmalı, onları öne geçirmelidir. Başında bulunduğu davanın veya kurumun ileri gitmesi ancak bununla mümkündür. (İmam-ı Rabbaninin hocası Baki Billah, İmam-ı Rabbaniyi yetiştirmiş, ona icazet vermiş, daha sonra da ona bağlanmıştır. Osmanlı sultanlarından 2. Murad tahtını oğlu Fatih’e kendi gönlüyle bırakmıştır.) Hased Eden Mesut Olmaz (Elhasud la yesud) “Hased eden, mesut olmaz” denilmiştir. Ömer b. Abdülaziz, “Hasedciden daha fazla mazluma benzeyen bir zalim görmedim” demiştir. Hased edilen şahıs hiçbir şey yapmadığı halde, hasedçi ıstırap içindedir. Fakat kendisi mazlum değil, zalimdir. O kendi kendine zulüm etmektedir. Üstad Bediüzzaman şöyle der: “Ehl-i kin ve adavet, hem nefsine, hem mümin kardeşine, hem rahmet-i İlâhiyeye zulmeder, tecavüz eder. Çünkü kin ve adavetle nefsini bir azâb-ı elîmde bırakır. Hasmına gelen nimetlerden azabı ve korkusundan gelen elemi nefsine çektirir, nefsine zulmeder. Eğer adavet hasetten gelse, o bütün bütün azaptır. Çünkü haset evvelâ hased edeni ezer, mahveder, yandırır. Hased edilen hakkında zararı ya azdır veya yoktur. Hem ona gelen musibetlerden memnun ve nimetlerden mahzun olup, kader ve rahmet-i İlâhiyeye, onun hakkında ettiği iyiliklerden küsüyor. Âdeta kaderi tenkit ve rahmete itiraz ediyor. Kaderi tenkit eden, başını örse vurur, kırar. Rahmete itiraz eden, rahmetten mahrum kalır.” (22. Mektup) Âlimlerden biri şöyle der: 120 yaşında bir bedevi gördüm. “Ne kadar da uzun yaşamışsın” dedim. Bedevi bana, “Hasedi terk ettim, yaşadım” dedi. Hülasa, rahat etmek isteyen adam hasedi bırakmalı. Hasedin Çaresi Üstad Bediüzzaman şöyle der: “Dini ve uhrevi konularda rekabet, gıpta, haset ve kıskançlık olmamalı. Ve hakikat nokta-i nazarında olamaz. Çünkü kıskançlık ve hasedin sebebi: Bir tek şeye çok eller uzanmasından ve bir tek makama çok gözler dikilmesinden ve bir tek ekmeği çok mideler istemesinden, müzâhame, münakaşa, müsabaka sebebiyle gıptaya, sonra kıskançlığa düşerler. Dünyada bir tek şeye çoklar talip olduğundan ve dünya dar ve muvakkat olması sebebiyle insanın hadsiz arzularını tatmin edemediği için, rekabete düşerler. Fakat ahirette tek bir adama beş yüz sene mesafelik bir cennet ihsan edilmesi ve yetmiş bin kasır ve huriler verilmesi ve ehl-i Cennetten herkes kendi hissesinden kemâl-i rıza ile memnun olması işaretiyle gösteriliyor ki, ahirette medar-ı rekabet bir şey yoktur ve rekabet de olamaz. Öyleyse, âhirete ait olan salih amellerde dahi rekabet olamaz; kıskançlık yeri değildir. Kıskançlık eden ya riyakârdır; salih amellerle dünyevî neticeleri arıyor. Veyahut sadık cahildir ki, salih amellerin nereye baktığını bilmiyor ve salih amellerin ruhu, esası, ihlâs olduğunu anlamıyor. Rekabet suretiyle evliyaullaha karşı bir nevi düşmanlık taşımakla, Allah’ın geniş olan rahmetini itham ediyor.” (20. Lem’a) Hasedin çaresi: “Hâsid adam, haset ettiği şeylerin akıbetini düşünsün. Ta anlasın ki, rakibinde olan dünyevî hüsün ve kuvvet ve mertebe ve servet, fânidir, muvakkattir. Faydası az, zahmeti çoktur. Eğer uhrevî meziyetler ise, zaten onlarda haset olamaz. Eğer onlarda dahi haset yapsa, ya kendisi riyakârdır; ahiret malını dünyada mahvetmek ister. Veyahut haset ettiği şahsı riyakâr zanneder, haksızlık eder, zulmeder.” (22. Mektup) Sahabelerden Ebud Derda, “Kim ölümü zikretmeyi çoğaltırsa onun hasedi ve (dünya malıyla) ferahlanması azalır” demiştir. Hasan Basri (ra) şöyle demiştir: “Ey insanoğlu! Niçin kardeşini çekemiyorsun? Ona verilen onun hakkı ise, Allah Teâlâ’nın ikram ettiği kimseye kızmaya ne hakkın var? Şayet hakkı değilse cehenneme girecek adamın nesine çekememezlik edersin? İbn Sirin de şöyle der: “Dünyalık hususunda kimseye haset etmedim. Zira dünyalık kendisine verilen kimse cennetlik ise, bu dünyalığının cennetin yanında ne kıymeti var. Nesine hased edeyim? Şayet cehennemlik ise, hased edilecek nesi var, dünyalığından ne çıkar? Hasud Olmayanların Fazileti Sahabelerden Enes (ra), şöyle anlatır: Peygamber (sav)’in yanında oturuyorduk. Bize “Şimdi şuradan cennet ehli bir adam gelecek” dedi. Hemen arkasından sakalından abdest suyu damlayan, nalinleri sol elinde olan, Ensar’dan bir adam içeri girdi ve selam verdi. Ertesi gün Nebi (sav) yine aynı şeyi söyledi ve aynı adam önceki gibi içeriye girdi. Üçüncü gün olduğunda Peygamber (sav) sözlerini tekrarladı ve aynı adam önceki gibi içeriye girdi. Peygamberimiz yanımızdan kalktığında, Abdullah b. Amr’ da yanımızdan kalktı. Peygamberimizin “cennetlik” dediği adama gitti ve “Ben babamla kavga ettim ve üç gün boyunca onun evine gitmeyeceğime dair yemin ettim. Bu üç gün geçinceye kadar, izin verirsen senin yanında kalmak istiyorum” dedi. Adam da “Olur” dedi. Abdullah o adamın evinde üç gün kaldı, fakat adamın fazlaca bir ibadet yaptığını göremedi. Adam geceleyin ancak sabah namazına kalkıyordu (teheccüd namazı kılmıyordu). Ancak yatağında dönerken Allah’ı zikrediyor, “Allahu Ekber” diyor, ancak hayır konuşuyordu. (Abdullah der ki:) Üç gece geçtikten sonra neredeyse adamın amellerini küçük görecektim. Dedim ki: “Ey Allah’ın kulu! Benimle babam arasında ne kavga, ne de dargınlık yoktur. Fakat Resulullah (asv) üç defa “Şimdi size cennet ehlinden biri gelecek” dedi ve üçünde de sen geldin. Ben de sana gelip, (cennetlik olmak için) neler yaptığını öğrenmek istedim. Fakat senin çok amel ettiğini görmedim.” Sonra ben dönmek istediğimde adam beni çağırdı ve “Benim hâlim senin gördüğün gibidir. Ancak ben Müslümanlardan kimseye kalbimde bir kötülük düşünmem ve Allah’ın bir Müslümana verdiği hayırdan, nimetten dolayı da ona hased etmem” dedi. Ben de “İşte seni bu makama ulaştıran budur. O öyle bir haslettir ki (çoklarının) buna gücü yetmez.” dedim. (Beyhaki) Hasan Basri (ra), “Muhacirlerin, Ensar’dan üstün olmalarının sebebi, kalplerinde onlara karşı bir haset olmayışındandır” demiştir. Caiz Olan Hased Kâfir veya fasık bir şahsın, elindeki imkânları insanlara maddi veya manevi zarar vermede kullanırsa, onun elindeki imkânların yok olmasını temenni etmek haram olmaz. Bu konuda İmam Gazali şöyle der: Haset, her yönüyle haramdır. Ancak bir fâcir veya kâfirde bulunup da, onun fitne uyandırmakta, insanlar arasını bozmakta, halka eziyet etmekte kullandığı bir nimetin ortadan kalkmasını istemek haram veya günah değildir. Senin o nimeti o şahıs için çirkin görmen ve onun zevalini istemen sana zarar vermez. Çünkü sen o nimeti nimet olduğu için değil, fesatta, günahta kullanıldığı için hoş görmüyorsun. Onun fesadından güvende olsaydın o nimet sana üzüntü vermeyecekti. (İhya, c. 3, s. 426. Bedir yy ) Ne Yapmalı? Başkaları bize hased ediyorsa ne yapalım? Allah kitabında hasetçinin şerrinden Allah’ın koruyuculuğuna yönelmemizi, Allah’a sığınmamızı emretmektedir. Hased edenler Allah’ın nimetlerinin düşmanlarıdırlar. Onlardan bizi koruyacak olan da ancak Allah’tır. Şöyle rivayet edilmiştir: Peygamberimiz (sav), “Allah’ın nimetlerine düşman olanlar vardır” buyurdu. Yanında olanlar “Onlar kimlerdir?” diye sordular. O da “Allah’ın lütfundan insanlara verdiği şeylere hased edenlerdir” dedi. Allah’a sığınmakla beraber, elden geldiğince mazhar olduğumuz veya olacağımız nimetleri gizlemek, hasedçilere karşı en güzel tedbirdir. Peygamberimiz (sav) şöyle buyurmuştur: “İhtiyaçlarınızı temin ederken onu gizlemekle (Allah’tan) yardım isteyiniz. Muhakkak ki her nimet sahibine hased edilir.” (Deylemi) “İnsan ihsanın (iyiliğin) kölesidir” denilmiştir. Hasud insanlara güler yüz gösterip, iyilik yaparak, onları utandırıp, hasedlerini izale etmemiz de mümkündür. İnsanın imanını zedeleyen, büyük günahlardan olan hased, bizde varsa ne yapalım? Kendimizi hesaba çekip, nasihat ederek, nefsimizi ıslah etmeye çalışmalıyız. Yukarıda bir derece hasedi izale edecek konulara değindik. İmam Gazali’nin “İhya” adlı eserinde konu daha tafsilatlı olarak ele alınmıştır. Dileyen oraya müracaat edebilir. Burada konuyla ilgili iki hadisle yetinelim: Peygamber (asv) şöyle buyurdu: “Her Âdemoğlu hased eder. Fakat bir kısım insanlar hasedde diğerlerinden fazla hased ederler. Hased eden hased ettiğinde (hased ettiği şahsın aleyhinde) diliyle konuşmadığı veya bir fiil işlemediği müddetçe hasedin ona zararı dokunmaz.” “Üç şey var ki ümmetim onları bırakmaz. Uğursuzluk sayma, hased ve su-i zan.” Bir adam, “Ya Resulullah! Kendisinde bunlardan var olan kişi bunları nasıl giderir?” dedi. Peygamberimiz şöyle buyurdu: “Hased ettiğin zaman Allah’a istiğfar et (bağışlanmayı iste)! Su-i zan ettiğinde üzerinde durup araştırma! Uğursuzluk hissettiğinde yürü (aldırış etme)!” Konumuzu İmam Şa’rani’nin şu sözleriyle bitirelim: “Kardeşim nefsini denetle, nimetler içinde yüzen Müslüman kardeşlerine karşı hased hislerinden sıyrılıp sıyrılmadığını kontrol et! Bak bakalım Allah’ın sana emrettiği şekilde (insanların hayrını isteyerek) onlara bol bol öğütte mi bulunuyorsun, yoksa aksi bir tavır mı sergiliyorsun? Eğer durumun iç açıcı değilse Allah’a istiğfar et!” Kaynaklar: 1- Ayette geçen (aralarındaki azgınlıktan dolayı) ( بغيا بينهم ) lafzını tefsir âlimleri ekseriyetle “hased”le tefsir etmişlerdir. Ayrıca Bkz: Bakara: 213, Casiye: 17

Bireysel özgürlük evrenseldir. Özgürlük bir olana intisap ile başlar. İran yapımı, uzun metrajlı Ashab-ı Kehf filmini izleyenler İmparatorun huzurunda, Maximilian’ın ağır ve emin adımlarla ilerleyerek İmparatorun yüzüne karşı, evrensel hakikati cesaretle ve gür bir sada ile dile getirdiği, özgürlüğünü ilan ettiği tüyleri diken diken eden, insanı heyecanlandıran, ruhunu kanatlandıran o sahneyi “Hakiki imanı elde eden âdem kainata meydan okuyabilir. (Bediüzzaman)” teyidiyle hatırlayacaklardır. “Bu evrende yerin ve göğün yaratıcısından başka bir Tanrı yoktur. İbrahim’in Tanrısı, Nuh’un Tanrısı, Musa’nın Tanrısı, Davut ve Süleyman’ın Tanrısı, İsa’nın Tanrısı ve Adı Övülmüş olan cihanın beklediği son Peygamberin Tanrısı…..” Hz. İbrahim’in kıssasını okuyanlar, dinleyenler Hz. İbrahim’ in kavmi karşısında büyük bir cesaretle; kavminin putlarını kırıp, baltayı da en büyük putun boynuna asıp, kavmi kendisine putları sen mi kırdın dediğinde, “… Kendilerini bile koruyamayan şu âciz varlıklar, nasıl sizi korur? Hâlâ akıllanmayacak mısınız?” ifadeleri ile insanlığın özgürlüğünü ilan ettiği o sahneyi yine heyecanla tahayyül edeceklerdir. Evren’in sahibinin kelamına kulak verenler; Hz. Nuh, Hz. Hud, Hz. Salih, Hz. Musa ve Hz. Harun, Hz. Yusuf’un kendi çağlarındaki insanları “Atalarının batıl dininden kurtaracak,” evrensel hakikatle tanıştıracak bir özgürlüğe çağırdıklarını da tahattur edeceklerdir. Efendimizin (sav) Hira’dan, Ebu Kubeys dağına, Veda Hutbesinden son nefesine kadar uzanan, çağlar öncesinden dünümüzü, bugünümüzü ve yarınımızı kuşatan Evrensel Hakikate çağrısına edeb ile kulak kabartanlar hakiki hürriyetin de muhatabı olduklarını fark edeceklerdir. Fark ettikleri an üzerinden bir mukayese yaptığında insan, O’nsuz geçmiş günlerine hayıflanmıştır… “Tam otuz yıl saatim işlemiş ben durmuşum / Gökyüzünden habersiz uçurtma uçurmuşum…” (Necip Fazıl) En son söylenecek olan ifadeyi en başta söyleyerek başlamak bazen daha doğru bir tercih olmaktadır. Dününde, bugününde, yarınında değişmeyecek her yerdeliği ve her zamanlığı bulunan Evrensel Hakikati, “Bu evrende yerin ve göğün yaratıcısından başka bir ilah olmadığıdır.” Bu hakikatin dil ile ikrar kalb ile tasdiki insana ve insanlığa evrensel özgürlüğünün de kapılarını açmış, açmakta ve açacaktır. İnsanlığın tarihi serüveni tahlil edildiğinde insanın bir arayış içerisinde olduğu, bu arayışın da kimi zaman insanları bireysel, toplumsal, maddi ve manevi bir terakkiye sevk ettiği, kimi zaman ise yolun arzu edilen yere çıkmadığını fark ettiği bireysel ve/veya kolektif gerçek hikayeler ile doludur. İnsanın arayışları tasnif edildiğinde; insanın ideal bir yönetim modeli arayışından, ideal bir toplum arayışına ve dahi ideal bir insan arayışından bütün unsur ve teçhizatları ile ideal bir şehir arayışı içerisinde savrulduğu veya yoğrulduğunu görürüz. Bir arayış ve sorgulayış bununla ilişkili bir kavrayışa sahiplik, insanı diğer mahlukattan ayıran temel hususiyetlerdir. İnsan kendisine bahşedilen insani vasıfları eş güdüm ve koordine ile çalıştırmak durumundadır. Arayış ve sorgulayışı bir kavrayış ile taçlandırmak durumundadır. Kendisini bir kavrayış ile taçlandırılmayan bir arayışın sonu insan veya insanlığın Evrensel Hakikat karşısında savruluşu ile sonuçlanmaktadır. İnsanın kendi mahiyetindeki birimleri ve kendi insan olmaya bağlı vasıfları arasındaki koordinasyonlu bir kavrayış, insanı kâinatın diğer unsurlarından kendisini soyutlayarak, kâinata eklemlenmiş olduğunu göz ardı ederek bir yere varamayacağını gösterecek ilim gerektirmeyecek avami bir hakikat ile kendisini yüzleştirecektir. İnsanın insan olarak varlığının devamının, mesela yağmur, hava, su, güneş, gece, gündüz vd. gibi unsurlarla her gün herkes muhatap edilerek, yüzleştirilmektedir. Daha deruni yüzleşmek isteyenlere de insan oldukları için bu kapı açılmıştır. Sadece insana münhasır olarak, hücreye kadar inme, Ay’a kadar çıkma, Marsa yakından bir göz atma imkân ve kabiliyeti verilmiştir. İnsan, göz ve aklın koordinasyonu ile görmüştür ki hücreden güneşe kadar bir mesafe büyüklüğünde kâinata eklenmiştir. İnsanlık geliştikçe insan eli uzayın derinliklerine yetiştikçe insanın madde ve varlık olarak kâinatta küçüklüğü artmıştır. İnsan hücreye indikçe insanın madde ve varlığının acziyetini fark etmesinin gerekliliği daha ziyade ortaya çıkmıştır. Hücrenin, güneşin ve insanın ve bunların arasında ne varsa birbirleri ile ilişkilerinin evrenselliği göz ardı edilemeyecek bir mahiyet taşımaktadır. İnsan nedir? sorusu sorulurken verilecek cevaba bu evrensel hakikat entegre edilmediğinde verilecek cevapta bir şey değil her şey eksik kalacaktır. İnsan nedir? sorusuna cevap ararken soyut ve mücerret bir varlık üzerinden cevap üretmek var olan hakikati değiştirmeyecektir. Geçtiğimiz ay sosyal medya üzerinde başlayan ve bir süre devam eden ve medyada da yer bulan “10 years challenge” akımında bir kısım insanların 10 yıl içerisinde kendi bireysel tercihlerinde yaşadıkları değişimlerini kamuya arz ederken; Allah’ın emirlerini artık yerine getirmiyor olmalarını müftehirane bir tarzda, aydınlanmış, özgürleşmiş, zincirlerinden kurtulmuş, hakikate ermiş, insan olmanın da gereğiymiş gibi bir mahiyet yükleyerek, henüz Allah’ın bu emirlerine karşı gelmeyen insanları da zımni bir şekilde, mefhumu muhalifiyle özgürleşme sürecini tamamlayamayan bireyler olarak tahfif etmeleri, konuşma –düşünme– muhakeme-kavrama-değerlendirme vb. gibi insanlara özgü bir takım unsurların koordinesiz çalışmalarının bir tezahürüdür. Hayatın her ânı insanların bireysel tercihlerinin ürünüdür. Günah da sevab da insâni bir olgudur. Günahı ve sevabı tercih de insana ait bir haslettir. Ancak Allah’a karşı edeb ve mahcubiyet sınırlarını aşarak, günahı, isyan ve inkâr ile ikame etmek ve kişinin kendi tercihlerini evrensel bir hakikat gibi başkalarına sunmak, evrensel hakikat karşısında trajikomik bir tablo ortaya çıkarmaktadır. Özgürlük her çağda o çağın zincirlerinden kurtulup, her çağda cari evrensel hakikate iman etmenin tam da kendisidir. Hakikat her zaman ve mekânda tek ve değişmez iken, insanı evrensel hakikatten alıkoyan ve ona ulaşmasını engelleyen, onu köleleştiren ve tutsak eden zincirlerin adları da varlıkları kadar çoktur. Ashab-ı Kehf döneminin imparatoru, Keldan kabilesinin putu, Hz. Musa döneminin firavunu, Modern çağın homo economicusu vs. vs…. İnsanın bu trajik halini onun yüzüne çarparcasına, Allah’ın varlığının kabulü dışında mutlak bir özgürlük arayan insan için özgürlüğün ölçüsü, kriteri, göstergesi de yine Evrenin Sahibi tarafından belirlenmiştir. “Ey cin ve insan topluluğu! Göklerin ve yerin sınırlarından geçip gitmeye gücünüz yetiyorsa haydi geçin gidin…” (Rahman Suresi, 33) Bu çerçeve her yerde, her zamanda, her mekânda insanları kuşatmıştır. İnsan için özgürlüğün sınırı da, zemini de, başlangıcı da, bitişi de değişmemektedir. İnsan hiçbir şeyine hükmedemediği bir dünyada herkes kadar özgürdür. Herkes kadar özgür değildir. Herkes kadar sûrî olarak kendisini özgür zanneder. Ya da herkes kadar hakiki özgürlüğe muhatap olur. Herkes kadar özgürlüğü seçer. Herkes kadar özgürlüğe yüz çevirir. Bireysel özgürlük evrenseldir. Özgürlük bir olana intisap ile başlar. Ne demişti Maximilian “Bu evrende yerin ve göğün yaratıcısından başka bir Tanrı yoktur. İbrahim’in Tanrısı, Nuh’un Tanrısı, Musa’nın Tanrısı, Davut ve Süleyman’ın Tanrısı, İsa’nın Tanrısı ve Adı Övülmüş olan cihanın beklediği son Peygamberin Tanrısı…..”

Çanakkale Savaşı’nda dönemin nüfusuna göre önemli sayıda genç nüfus şehit edilmiştir. Bu gençlerin içerisinde ülkenin geleceğinde etkin rol oynayabilecek münevverler de vardı. Nitekim bir İngiliz General, “Çanakkale’nin İngilizler açısından en büyük kazancı, Türk milletinin okumuş aydın kesiminin şehit edilmesi, gençliğinin ve geleceğinin elinden alınmasıdır” demiştir. Büyükler “Mart ayı dert ayı” demişler. Havaların düzensiz gitmesinden yola çıkarak söylendiği rivayet edilir ama aslında bu ayda tefekkür edip dertlenmemize vesile olması gereken Çanakkale gibi tarihin dönüm noktalarından biri, bütün gerçekliği ile karşımızda durmaktadır. Çanakkale mahşerin bir provasıdır. Avrupa’nın bütün vahşetini ve hayâsızlığını kustuğu, buna rağmen “Asım’ın nesli”nin yedi iklim-i cihanın karşısında durarak namusunu canı pahasına çiğnetmediği bir çetin kıyamet sahnesi... Genelkurmay Başkanlığının verilerine göre 76 bin kişi şehadet şerbetini içmiş, 97 bin kişi yaralanarak gazilik mertebesine yükselmiş, 11 bin asker kayıtlara kayıp olarak geçmiş, 14 bin asker ise hastalıktan vefat etmiş, farklı sebeplerle zayiatın toplam sayısı 250 bine ulaşmıştı. Çanakkale Savaşı’nda dönemin nüfusuna göre önemli sayıda genç nüfus şehit edilmiştir. Bu gençlerin içerisinde ülkenin geleceğinde etkin rol oynayabilecek münevverler de vardı. Nitekim bir İngiliz General, “Çanakkale’nin İngilizler açısından en büyük kazancı, Türk milletinin okumuş aydın kesiminin şehit edilmesi, gençliğinin ve geleceğinin elinden alınmasıdır” demiştir. Toprağın kara bağrında yatan o yiğitler, cepheden cepheye koşarlarken vatan sevgisinin imandan olduğunu buyuran “Kutlu Nebi”nin (asm) bir neferiydiler. Geri dönmeyi asla düşünmediler. Yahya Kemal manzarayı şu dizeleriyle ne güzel de çizmiş: “Şu kopan fırtına Türk ordusudur ya Rabbi. Senin uğrunda ölen ordu, budur ya Rabbi. Ta ki yükselsin ezanlarla müeyyed nâmın, Galip et, çünkü bu son ordusudur İslâm’ın!” Akif merhum ise “Bedrin aslanları ancak bu kadar şanlı idi” dizeleriyle Bedir ile Çanakkale kahramanlarını kardeş ilan etmişti. Bunda da hakkı vardı, zira Peygamber Efendimiz (sav) Bedir Savaşı’nda şöyle dua buyurmuştu: “Allah’ım eğer şu bir avuç Müslümanın bu gazada helâk olursa; bundan sonra yeryüzünde sana ibadet edecek bir tek muvahhid kalmaz. Sen İslâm’ın bu ordusuna nusret ihsan et!” İslam’ın saff-ı evveli olan Ebû Bekir Sıddık, Ömer ibnü’l-Hattab, Osman ibn-i Affan, Ali ibn-i Ebi Talib, Sa’d bin Ebi Vakkas, Ebu Ubeyde bin Cerrah, Abdullah ibn-i Revaha... gibi kahramanlar; Havranlı Seyit Onbaşı, Yüzbaşı Muzaffer, Hüseyin oğlu Ahmed, Kadir oğlu Mehmet Çavuş... gibi kahramanlarla şecaatte ve imanda kardeş olmuşlardı. Çünkü onlar İslam’ın son kalesi hükmündeki Çanakkale’ye şehid olmak arzusuyla gelmişlerdi. Arşivler o kahramanların şehadet vesikalarıyla, veda mektuplarıyla doludur. Duygu dolu mektupları okudukça onların hissiyatlarını az da olsa anlamış oluruz. Kadir Oğlu Mehmet Çavuş hastaneden cephedeki komutanına yazdığı mektupta şöyle diyordu: “Muhterem komutanım. Sağ kolumu kaybettim, zararı yok, sol kolum var. Onunla da pekâlâ iş görebilirim. Beni üzen şey, yaramın kapanmamasından dolayı kıtama katılamamam ve düşmanla çarpışamamak. Hastaneden kurtularak halen harbe iştirak edemediğim için beni mazur görünüz, affediniz, muhterem komutanım.” Cepheye geldiği ilk günün gecesinde kardeşine yazdığı mektupta bir asker siperinden şöyle sesleniyordu: “Önümüz toprak, arkamız toprak, her yanımız toprak ve kim bilir ihtimal bir kaç saat sonra büsbütün bu topraklara gömülmek için hayata veda edecektik. Fakat hayır! Mukaddesatımı çiğnemek isteyen, Kâbe’me haçlar yerleştirmek isteyen, bu sefil düşman leşlerinden kan abidesi ve zafer teşkil etmeden ölmeyeceğim.” Yüzbaşı Mehmet Tevfik de eşine, anne ve babasına yazdığı mektubunda şöyle veda ediyordu: “Vatanıma olan mukaddes vazifemi yerine getirmeye çalışıyorum. Şehitlik rütbesine kavuşursam, Cenab-ı Hakk’ın en sevimli kulu olduğuma kanaat edeceğim. Asker olduğum için, bu her zaman bana pek yakındır. Sevgili babacığım ve valideciğim, göz bebeğim olan zevcem Münevver ve oğlum Nezih’ciğimi önce Cenab-ı Hakk’ın sonra sizin himayenize bırakıyorum… Bana hakkınızı helal ediniz. Ruhumu şad ediniz. Refikama yardımcı olunuz. Hepiniz her gün beş vakit kılınız… Ruhuma Fatiha okuyarak beni sevindiriniz… Elveda, elveda, cümlenizi Cenab-ı Hakk’a tevdi ve emanet ediyorum. Ebediyen Allah’a ısmarladık. Sevgili babacığım ve valideciğim.” Kastamonu, Çanakkale’de en çok şehit veren illerimizdendir. Kastamonu’nun bir köyü olan Dereköy’ün bütün erkeklerinin cepheye gidip dönmemesi üzerine, köyün ismi Ersizlerdere olarak değiştirilmiştir. Köy o günlerin acı bir hatırası olarak bugün de aynı ismi taşımaktadır. Bugün bizler kahraman ecdadımızın torunları olduğumuzu 15 Temmuz’da yazdığımız destanla teyid etmiş olduk. Teyid ettik etmesine ama kazanmak/kaybetmek noktasında Aliya İzzetbegoviç’in “Savaş, ölünce değil; düşmana benzeyince kaybedilir.” sözünün ışığında başımızı ellerimizin arasına alarak düşünmemiz gerekmektedir. Bugün vatanperver bir mümin olarak düşmanımızın bize medeniyet diye dayatılan -Üstad Bediüzzaman’ın mimsiz bir medeniyet olarak tarif ettiği- seküler yaşam tarzı olduğunun farkında mıyız? İnsanlık maskesini yüzüne geçiren Batı, çoğu zaman maskeyi düşürmekte; altındaki tek dişi kalmış canavarı fazla gizleyememektedir. Demokrasi, insan hakkı, hukuk gibi kavramlar sadece onların menfaati olduğunda geçerlidir. Bu noktada bir Müslüman yediği-içtiğiyle, izledikleriyle, okuduğuyla, kılık-kıyafetiyle, eğlence tarzı ve hayata bakış açısıyla bir gayrimüslimden seçilemez olduysa savaşı işte o zaman kaybetmiş demektir. Vesselam...

“Mahallede üç yıl kuşatma altında kaldık. Onlar rızkımızı kestiler. Bizden biri ailesinin geçimini sağlamak için çarşıya çıktı fakat ona hiçbir şey satılmadı. Bu sebeple aramızda ölenler oldu. Hatta birisi bir gün açlık sebebiyle bir deri parçasını buldu, onu öğüterek suyla karıştırdı ve yedi.”(Belâzûrî, Ensâb, I, 135-136) Dünya, geçen yüzyıl iki büyük savaş yaşadı. Tarihte görülmemiş büyük yıkımlara sebep olan bu savaşlarda milyonlarca insan hayatını kaybetti. Şehirler yerle bir oldu. Dünya haritası değişti. Savaşlar sırasında ve sonrasında giderek ilerleyen teknoloji, öyle bir seviyeye geldi ki; büyük ülkeler arası çıkabilecek yeni bir savaş, bütün dünyayı yerle bir edebilecek bir seviyeye ulaştı. Japonya’ya atılan atom bombaları, bu gerçeğin fark edilmesinde büyük rol oynadı. Bu sebeple II. Dünya Savaşı sonrasında Soğuk Savaş denilen bir dönem başladı. Artık büyük ülkeler arasındaki savaşlar, ya küçük ülkelerdeki vekâlet savaşları üzerinden ya da ekonomik ve kültürel mücadeleler şeklinde gerçekleşmeye başladı. Hatta günümüzde öyle bir hale geldi ki; savaşlarla alt edilemeyen ülkeler, bir “tweet” ile başlatılan ekonomik saldırılarla alt edilmeye çalışılır oldu. Günümüzdeki ekonomi üzerinden yürütülen savaşların bir benzeri de 14 asır önce Mekke-i Mükerreme’de yaşanmıştı. Yaptıkları tüm zulüm, saldırı ve iftiralara rağmen İslâmiyet’in gün be gün gelişmesini engelleyemeyen Mekkeli müşrikler, Peygamber Efendimizin (asm) ailesine ve Müslümanlara ekonomik ambargo uygulama kararı aldılar. Bu çerçevede Peygamber Efendimizin (asm) mensup olduğu Haşimoğulları, ekonomik ablukaya alındı. Haşimoğullarından Müslüman olmayanlar dahi kabile dayanışması gereği Peygamber Efendimizi (asm) destekliyorlardı. Bunların başında Resûlullah’ın (asm) amcası Ebu Talib gelmekteydi. Onun şartsız ve sınırsız desteği, Peygamber Efendimiz (asm) ve Müslümanlar için çok önemliydi. Ancak müşrikler, bu desteği cezalandırmak istemişlerdi. Haşimoğulları ile tüm ilişkilerini kestiler. Onların yaşadığı mahalleyi bir açık hava hapishanesine çevirmeyi amaçlıyorlardı. Bu ambargo ile ilgili aldıkları kararı bir kâğıda yazdılar ve Kâbe duvarına asarak ilan ettiler. Peygamber Efendimizin (asm) amcalarından birisi olan Ebu Leheb ise daha ambargonun başında Haşimoğullarının yanından ayrılarak müşriklerin tarafına geçmiştir. Haşimoğullarının reisi olan Ebu Talib, ambargo sebebiyle kabilesini kendi mahallesinde topladı. Bütün sıkıntılara rağmen Haşimoğulları, Peygamber Efendimize (asm) olan desteklerini çekmediler ve çekmeyeceklerdi de. O günleri, Resûlullah’ın (asm) amcasının oğlu Abdullah bin Abbas (ra) şu cümlelerle anlatmaktadır: “Mahallede üç yıl kuşatma altında kaldık. Onlar rızkımızı kestiler. Bizden biri ailesinin geçimini sağlamak için çarşıya çıktı fakat ona hiçbir şey satılmadı. Bu sebeple aramızda ölenler oldu. Hatta birisi bir gün açlık sebebiyle bir deri parçasını buldu, onu öğüterek suyla karıştırdı ve yedi. (Belâzûrî, Ensâb, I, 135-136)” Ekonomik ambargo üç yıl (616-619) devam etti. Bu süreçte akrabalık bağlarından dolayı bazı Mekkeliler gizlice Haşimoğullarına yardım etmeye çalışmışlardır. Ancak onların yardımları, onca insanın ihtiyacını karşılama noktasında çok cüz’î bir açığı kapatabiliyordu. Nihayet üçüncü yılın sonunda Haşim bin Amr, Mut’im bin Adî, Ebu’l-Bahterî ve Zem’a bin El-Esved’in gayretleri ve Resûlullah’ın (asm) halası -Mahzumoğulları kabilesinden- Züheyr bint-i Ebû Ümeyye’nin desteğiyle Kâbe’nin duvarındaki ambargo kâğıdı indirildi. Üç yıl boyunca ekonomik ambargo, boykot ve tecrid ile Peygamber Efendimiz’i (asm) İslâm davasından vazgeçireceklerini zanneden müşrikler yanılmışlardı. Hiçbir Müslüman, bu süreçte Resûlullah’ı (asm) terk etmedi. Ashâb-ı Kirâm, ölümü bile göze alıp sabrettiler. Ambargoya kadar olan süreç içerisinde müşrikler, ilk olarak Resûlullah’a (asm) uzlaşma teklif etmişlerdi. Bu uzlaşma için de Utbe bin Rebia’yı görevlendirmişlerdi. Utbe, Peygamber Efendimize (asm) yaptığı tebliğ ve irşad faaliyetleriyle, Mekkelileri birbirine düşürdüğünü söyleyecekti. Her ne kadar toplum içinde muhterem ve şerefli biri olsa da, İslâm davasından vazgeçmesi gerektiğini ifade ediyordu. Peygamber Efendimize (asm) davasından vazgeçmesi durumunda çok büyük imkânlar sağlanacağı vaadinde bulundu. Hem Mekke’nin reisi olacak hem de istediği kadar para ve mal, mülk sahibi olacaktı. Resûlullah (asm), Utbe’nin bu teklifini kat’î bir şekilde reddetmiş ve Fussilet Sûresinin 1-13. ayetlerini okumuştur. 1-Hâ, Mîm. 2- (Bu kitab) Rahmân (bu dünyada bütün mahlûkatına rahmet eden), Rahîm (âhirette yalnız mü’minlere merhamet eden Allah) tarafından indirilmedir. 3, 4- Bilecek bir kavim için Arabca bir Kur’ân olarak âyetleri açıklanmış, müjdeleyici ve (aynı zamanda) korkutucu bir kitabdır. Fakat onların çoğu, (o Kitab’dan) yüz çevirdi; artık onlar (onun hakikatini) işitmezler. 5- Ve dediler ki: “Bizi kendisine davet ettiğin şeyden (dolayı), kalblerimiz örtüler içindedir (ne yapsan inanmayacağız) ve kulaklarımızda bir ağırlık vardır (ne söylesen dinlemeyeceğiz) ve seninle bizim aramızda bir perde vardır (ne göstersen görmeyeceğiz). Artık (sen yapacağını) yap; muhakkak ki biz (öyle) yapanlarız!” 6- (Habibim, ya Muhammed!) De ki: “Ben ancak sizin gibi bir insanım; (şu var ki) bana İlâhınızın ancak tek bir İlâh olduğu vahy ediliyor; öyle ise O’na (iman ve itaat etmekte) dosdoğru olun ve O’ndan mağfiret dileyin!” (O’na) ortak koşanların ise, vay hâline! 7- Onlar ki zekâtı vermezler ve onlar ahireti inkâr edenlerin ta kendileridir. 8- Îmân edip sâlih ameller işleyenlere gelince, onlar için (arkası) kesilmez (ve minnetsiz) bir mükâfat vardır. 9- De ki: “Gerçekten siz, yeri iki günde yaratanı inkâr edip, O’na ortaklar mı koşuyorsunuz? İşte O, âlemlerin Rabbidir!” 10- Ve onda (yeryüzünde) üstünden (yükselen) sabit dağlar yaptı; ve orada bereketler meydana getirdi ve orada (rızıklarını) araştıran kimseler için birbirine eşit dört gün içinde (dört devrede) gıdalarını takdir buyurdu. 11- Sonra duman hâlinde bulunan göğü kasdetti de ona ve yere: “İsteyerek veya istemeyerek gelin!” dedi. (İkisi de:) “İtaat edenler olarak geldik!” dediler. 12- Böylece onları iki günde (iki devrede) yedi (kat) sema olarak hükmetti ve her semada (bulunanlara kendilerine âid) vazifesini vahy etti (ona ilham etti). Dünya semasını da kandillerle (yıldızlarla) süsledik. (Ve yıkılmaktan ve şeytanların kulak hırsızlığından) koruyarak (muhafaza ettik). Bu, Aziz (kudreti daima üstün gelen), Alîm (her şeyi bilen Allah)’ın takdiridir. 13- Buna rağmen yüz çevirirlerse, artık de ki: “(Ben) sizi Âd ve Semûd’un (başına gelen) yıldırımları gibi bir yıldırım (azâbıy)la korkuttum!” Resûlullah’dan (asm) dinlediği ayet-i Kerimeler, Utbe’yi çok ciddî manada sarstı. Uzun süre etkisinden kurtulamadı. Öyle ki, ondan gelecek haberleri bekleyen müşriklerin yanına geri döndüğünde bile, halinden ruhen sarsılmış bir vaziyette olduğu dışarıdan çok açık bir şekilde fark ediliyordu. Utbe’ye bu halinin sebebini sordular. O da şu cevabı verdi: “Vallahi O’nun (asm) söyledikleri ne şiirdir, ne kehanet. Ey Kureyş, beni dinleyin. Onunla yaptığı şey arasına girmeyin. Allah’a yemin olsun ki, O’nun (asm) verdiği haberler gerçekleşecek. (İbn-i İshak, Siyer, Sayfa 266-267)” İşte müşrikler, bu ve benzeri birçok girişimde bulunup da Resûlullah’ı (asm) davasından vazgeçiremedikleri için ekonomik ambargo yolunu tercih etmişlerdi. Hatta daha sonra da savaşmışlardır. Öyle görünüyor ki, günümüzde de ehl-i küfrün taktikleri değişmemiş. Ehl-i dalalet, İslâm âleminde kimi zaman maddiyatla ve makam-mevki vermekle, kimi zaman da tehditle alt edemedikleri Müslüman ülkeleri veya toplulukları ekonomik saldırılarla alt etmeye çalışıyorlar. Bu tarz saldırılara maruz kalan Müslümanlar, Asr-ı Saadet’ten ders çıkararak, sabretmeli ve ehl-i dalâletin oyunlarına gelmemelidirler.

Evet bugün elimizde bulunan bütün formüller hem doğrudur hem de fazlasıyla eksiktir. Çünkü o formüllerde, kâinattaki kanunları ve fiilleri gerçekleştiren bir Gizli/Mutlak Özne görmezden gelinmiştir. Bu ise maalesef ki, modern hümanistik öznenin ilahlaştırılıp mutlaklaştırılması adına yapılmıştır. “Merak duygusunu tatmin etmek için gerekli bir yol” olarak tanımlıyorlar bilimi günümüzde. İnsan merak ediyor, araştırıyor, deneyliyor, öğreniyor ve yine merak ediyor. Devr-i dâim bu şekilde devam edip gidiyor. Evren hakkında bildiklerimiz ise bilmediklerimiz yanında sıfır. Bu demektir ki, merak duygumuzu tatmin etmek için bir ömürden fazlasına, belki bir sonsuzluğa ihtiyacımız var. Aslında bilimin nihai amacını “merak açlığını gidermek” olarak belirlediğimizde, bilimi “merak” denilen bir vehmî tanrının kölesi kılıyoruz aynı zamanda. Böyle bir bakış açısı bilimi değersizleştiriyor. Bilim adamları dedikodu peşinde koşan meraklı komşu teyzelerden farksız oluyor. Elbette bunun da eğlenceli bir yönü yok değil. Merak duygusu, öğrenme isteğimizi kamçılayan bir kırbaç olması yönüyle elbette önemli bizim için. Ancak o duygu sadece bir araç… Patatesi soyduğumuz bıçak gibi, bizi okula götüren otobüs gibi bir araç…Bilimin daha yüksek bir gayesi olması gerektiği anlaşılıyor bu noktada. Merak gibi duygularımızı kullanarak bilincimizle yücelmek isteyeceğimiz yüce bir zirve olmalı. Güneşin yapısını merak edebiliriz. Ancak onun yapısının hangi maddelerden ve hangi kimyasal reaksiyonlardan oluştuğunu öğrendiğimizde güneşle ilgili her şeyi öğrenmiş mi oluruz? Sanat galerisinde sergilenen bir tablonun hangi marka ve hangi içerikteki boyalarla boyandığını bilmek, o resmi bilmek için yeterli midir? Bugünün modern bilim anlayışı varlıkları işte böyle görüyor. Anlamsız, yapıcısız, amaçsız… “Güneşin, atomun, insanın, kâinatın anlamı nedir?” sorularına bilim sessiz kalıyor. Kant’tan bu yana bilimin/bilginin sınırları deneyimle sınırlandırılmıştır zira. Bu modern anlayışa göre insan aklı müteal olanın var ya da yok olduğunu asla bilemezdi. Ve aşkın olan hakkında ortaya atılacak her türlü iddia spekülasyondan başka bir şey olmayacaktı. Bu yüzden de, günümüzün modernist bilim adamları “Hangi amaçla var oldu?” ve “Kim yaptı?” benzeri soruları hiç sevmiyor. Ve işte bu anlamsızlık öldürüyor ruhumuzu. Anlam veremediğimiz bir kâinatta, öylesine öksüz, öylesine yetim bir şekilde, karanlıklar arasında yaşayıp gidiyoruz. Kâinat anlamsız olduğu için onun bir amacı da olmuyor elbette. Çünkü amaçtan bahsedildiğinde bir “amaç belirleyen şuur” zorunlu hâle geliyor. İşte bu yüzden tabiatta “amaçsız bir amaçlılık” bulunduğu gibi, ya da tabiatın kendi kendini var ettiği benzeri saçma iddialarda bulunuyorlar. Ve işte bu yüzden, bu modern hilekarlığı fark eden Nietzsche, modernizmi metafiziğin ve müteal olanın katili ilan etmişti yüz yıllar önce. Günümüz bilimi ise böyle bir amaçlılıktan bahsetmeyi, büyük bir günah, hatta “bilimsellikten aforoz” sebebi kabul ediyor. Bugün insanlığın huzuru ve kurtuluşu için bilimin ciddi bir reforma, hatta devrime ihtiyacı var. Kilisenin reformu gibi köklü bir reform bahsettiğim. Dünkü kilisenin yerini alıp mitolojik bir meta anlatıya dönüşen bu buyurucu, bu tek tipçi, bu karartıcı modern ve Aydınlanmacı dil, gerçekliğimizi gasp edip bütün anlamlarımızı katlediyor çünkü. Bir an önce insan ve kâinat gerçekliğini yadsımayan yeni bir bilim anlayışı tesis edilmeli. Bilim dogmatizminin hüküm sürdüğü bu skolastik bataklıktan kurtulmalı insanlık. Bütün insâniliğimizi tehdit eden tehlikeli bir bubi tuzağına dönüştü bilim. Birileri yetişip şu güzelim kâinatı aşırı anlam kaybından kurtarmalı âcilen! Halbuki kâinatta var olan her şeyin bir amaç uğruna var olduğu ve bir şuur tarafından tasarlanıp oluşturulduğu kabul edilse, her şey daha anlamlı olacak. Böyle baktığımızda aslında bütün bilimsel teori ve formüllerin biraz eksik olduğunu da fark ediveriyoruz hemen. Mesela Einstein, kuvvetin formülünü F=m.a (Kuvvet= Kütlexİvme) enerjinin formülünü ise E=mc2 (Enerji=KütlexIşık hızının karesi) olarak bulmuştu. Bu formüllere uygun bir şekilde gerçekleştirdiğimiz bütün şuurluca deneylerimiz ve eylemlerimiz gösterdi ki, o formüller esas itibariyle doğrudur. Ancak bütün bu formüller kâinatın anlamını yadsıdıkları için eksik ve yetersiz kalıyorlar. Çünkü varlıkları edilgen değil, hiç hak etmedikleri halde “etken” gösteriyorlar acımasızca. Halbuki CERN ya da herhangi bir laboratuvarda bütün bu formüllerin tutarlılığın denenmesi için bile bir şuura, bir iradeye, bir seçime, bir yönlendirmeye, ihtiyacımız yok mudur bizim? Şuursuz, iradesiz, cansız, kör ve sağır bir “kütlenin” rastgele ve amaçsız bir şekilde çeşitli şekillerde birleşerek şuurla, iradeyle, seçimle, yönlendirmeyle deneyimlediğimiz E=mc2 formülünü oluşturması imkânsız değil midir? Ya da “Kuvvet”in kütle ile ivmenin çarpımından ibaret olması gerektiğini başlangıçta kim ve ne için tasarlamıştır? Elbette o formüllerin yanlış olduğunu filan iddia etmiyorum. Ve elbette modern bilimin keşiflerini ve formüller ortaya koymadaki maharetini küçümsemiyorum. Sadece bilimin anlattıklarının birer tasvir, birer fotoğraf olduğunu, onların resmettiği gerçekliğin, anlamın o formülden daha ulvi olduğunu belirtiyorum. Bir resmin ya da bir kitabın hangi biçimsel özelliklerin birleşmesiyle oluştuğunu formüllerle tasvir edebilirsiniz ki, işte günümüz biliminin yaptığı sadece budur. Biz o biçimsel özellikleri kabul etmekle birlikte, o resmin ressamını ve resimle ortaya konulan altyapıdaki amaç-anlam boyutlarını da yok saymayalım diyoruz ki, en doğrusu da bu değil midir? Mona Lisa tablosunun ressamsızlığını ve amaçsızlığını vurgulayan betimsel bir formül, o tablonun gerçekliğiyle uyumlu olmayacaktır hiçbir zaman. Bunun gibi, şuursuz, kör, sağır, cansız varlıklar ile birlikte gözlemlenen bütün bu muhteşem fiillerin şuurlu ve canlı bir öznesinin olması gerektiği gerçeği de o formüllerde gösterilmeli artık. Öznenin biçimsel gizliliği, onun etkisel gerçekliğini asla ortadan kaldırmaz. Olsa olsa etkileri hissedilen ama görünmeyen bir Gizli Özne’dir amaçlılığı şeylere yerleştiren. Öyle ki, öznesiz bir cümle, ressamsız bir resim, yazarsız bir kitap olamayacağını bildiğimiz gibi biliriz, kâinatı oluşturan formüllerin/amaçların öznesiz olamayacağını. Evet bugün elimizde bulunan bütün formüller hem doğrudur hem de fazlasıyla eksiktir. Çünkü o formüllerde, kâinattaki kanunları ve fiilleri gerçekleştiren bir Gizli/Mutlak Özne görmezden gelinmiştir. Bu ise maalesef ki, modern hümanistik öznenin ilahlaştırılıp mutlaklaştırılması adına yapılmıştır. O halde bundan sonra E=m.c2 ve F=m.a gibi eksiltili formüllerden değil, E=m.c2<(Mutlak Özne) ve F=m.a<(Mutlak Özne) örneklerinde olduğu gibi tamamlanmış formüllerden bahsetmesi gerekiyor bilimin. Yoksa bütün kâinat anlamını yitirecek, öznesiz/fâilsiz bir cümlenin anlamını yitirmesi gibi.

Düşünün ki, bir resim var. İçinde kelebekler uçuşan yağlı boya bir resim! Bu yağlıboya tabloyu elbette bir ressam yapmıştır. Bu güzel tablo, mahir bir ressamın duygu ve kabiliyetlerinin sonucu olarak meydana çıkmıştır. Yoksa tesadüfen boyaların serpilerek, sağa sola sıçrayarak o birbirinden güzel olan, farklı kelebek figürleri oluşmaz, oluşamaz. Resmin Varlığı, Bir Ressama Muhtaçtır! Evet, gerçekten bir resim ressamsız olmaz, olamaz! Karşımızda bir resim var. Bir de o resmi yapan bir özne var. Resim nesnedir, ressam öznedir. İkisinin de varlıkları ve özellikleri birbirinden farklıdır. Ressam resimsiz var olabilir lakin bir resim ressamsız vücuda gelemez. Çünkü resim dediğimiz nesne bir ressama muhtaçtır. Şu kelebeklerin olduğu resim üzerinden konuşalım. Bir tuvalin üzerine nakşedilmiş, resmedilmiş kelebekler. Bu kelebekler cansızdır, uçuyor gibidir. Arkada gökyüzü var, çiçekler var. Resimdeki çiçekler de cansızdır, kelebekler de hayatsızdır. Kelebeklerin içinde hayat yoktur, onlar nefes alıp vermezler. Böyle cansız şekilleri yapan, çizen ilim, irade, kudret ve hayat sahibi biri olmalıdır. Bir Ressamın İfadesi Bir ressam tanıdığım diyor ki, “Ben bir kelebek resmi çizerken ilk kanadını kolay çiziyorum. Lakin diğer kanadını çizerken zorlanıyorum, çünkü çizerken diğer kanadını ölçü alarak, ona bakarak çizebiliyorum. Zira kelebeğin her iki kanadında da bir ahenk, bir simetri, bir düzen var. Resmi öyle dikkatlice yapmalıyım ki, burada çizdiğimi diğer tarafa da unutmadan, şaşırmadan karıştırmadan yansıtabileyim.” Kelebeğin Çizimi İçin Bile Bir Usta Lazım! Şimdi de gerçek bir kelebeği düşünelim, gerçek kelebek uçar, nefes alır, solunum sistemi vardır, kanatları hareket eder, kıpır kıpırdır. Dolaşım sistemi vardır, sürekli kanatlarını çırpması için kan pompalayan bir sisteme muhtaçtır. Evet, gerçek bir kelebeğin sindirim sistemi vardır, hareket edebilmesi için, canlılığını devam ettirebilmesi için, özellikle dünya ile irtibat ve alakasını kurabilmek rızkını bulabilmek için pek çok sistem ve organlara muhtaçtır. Özellikle kelebeği yapanın, kelebeğin yaşadığı, irtibatlı olduğu bütün ortamları da bilip yaratan olması gerekir. Çünkü kelebek o sistemin, o ortamın içinde yaşayabilir. Kelebekle güneş arasındaki, kelebekle yerçekimi arasındaki münasebet ve ilgiyi bilmeyen, bilemeyen kelebeğin sahibi, yaratıcısı olamaz. Her şeyi kelebeğin hayatı için hizmetkâr edebilecek bir ilim, irade, kudret ve hayat gibi sıfatlara sahip olan bir zat ancak kelebeğin hayatını verebilir ve o hayatı devam ettirebilir. Kelebeğin İçi, Dışından On Kat Daha Sanatlıdır! Diğer yönden sanat sadece kelebeğin görüntüsünde değildir. Kelebeği hücre seviyesinde inceleyecek olursak kelebeğin içi dışından on kat daha sanatlıdır! On kat daha harika ve mükemmeldir! Küçücük narin, nazik bir canlının ihtiyaçlarının karşılanacak mükemmel bir sisteme sahip olması kendi başına rasgele olacak bir iş değildir. Şu düşündürücü soruyu kendimize sormamız gerekiyor, bir tuval üzerinde çizilmiş olan kelebek resimlerini yapan bir ressam olsun da; hareket eden, hayat dolu canlı kelebekleri yapan bir sanatkâr olmasın? Bir tasarım harikası olan gerçek kelebek tesadüflerle yapılmış olsun! “Rastlantısal” faktörlerin sonucu olsun! Veyahut bu kelebeği doğa kanunları, tabiat yasaları yapsın? Bu hiç mümkün müdür? Bu mantıksız iddiayı hangi akıl kabul eder? Bu kesinlikle mümkün değil. Hayatı Olmayan Hayat Veremez! Canlı bir şeyin yapılabilmesi için onu yapanın da canlı, hayatdar olması lazım. Hayatı olmayan hayat veremez. Üzerinde şuur, bilinç alametleri görünen üst düzeyde bir sanatı yapan zatın, üst düzey sanatı yapabilecek özelliklere ve niteliklere sahip olması gerekir. Cahil, camid, gayeleri, faydaları, sonuçları görmeyen, akılsız sebepler bu mükemmel eserleri, sonuçları yapamazlar. Netice Olarak Bütün varlıkların her biri sanat harikası bir resim gibidir. Nasıl ki bütün resimlerin onları yapan bir ressamı varsa, bütün ressamları da, bütün varlıkları da yaratan, yapan bir sanatkâr, bir usta vardır. O da Rabbimiz, Halikımız olan Allah’tır.

(Bütün) mülk (ve hâkimiyet) elinde (tasarrufunda) olan (Allah) ne yücedir! Ve O, her şeye hakkıyla gücü yetendir.O ki, hanginiz amelce daha güzeldir diye sizi imtihan etmek için ölümü ve hayâtı yarattı. Ve O, Azîz (kudreti dâimâ üstün gelen)dir, Gafûr (çok mağfiret eden)dir. (Mülk, 1, 2) Her bir ayeti ayrı mucize olan Kur’an-ı Hâkim’in Mülk suresi ikinci ayetinde, Cenab-ı Hakk’ın ölümü ve hayatı yarattığı buyruluyor. Yaratmak, yani yeni bir şeyler var etmek, inşa etmek manasında olduğu için, hayatın yeni bir yaratılış olduğunu çabuk kavrıyoruz. Ölüm için de sadece ölümden sonraki hayatın yaratılışını düşünüyoruz, ama ölümün kendisindeki yaratılışı ve mucizevi icraatı pek azımız fark ediyoruz. İşte ölümdeki yaratılış hakikatini, Bediüzzaman Hazretleri Mektubat eserinin birinci mektubunda izah ediyor ve ölümün nasıl sanatlı bir icraat olduğunu şöyle anlatıyor. Evet, nasıl ki ölüm, başka âlemlere başka diyarlara bir sevkiyattır. Hayat vazifesinden terhis ve bir tebdil-i mekândır. Aynen öylede ölüm, yıkılış perdesi altında, yeni (sanatlı) bir yaratılıştır! Ölüm sonuçları itibariyle güzel olduğu gibi, ölümdeki değişim ve icraat itibariyle de güzeldir ve sanatlıdır. Bir damla sudan, topraktan hayat bulmak nasıl mucize ise, ölmek ve yok olmamak da öyle mucizedir. Çünkü ölüm rastgele bir dağılış ve yıkılış değil. Başıboş bir gidiş hiç değil. En basit canlılar olan bitkiler, tohumları ve çekirdekleri toprakta öldüğü vakit, o tohum ileride bir çiçeğe dönüşür. İşte bu sonuç itibariyle bir güzellik olduğu gibi, tohumun çekirdeğe dönüşürken geçirdiği evre ve maruz kaldığı icraatlar da öyle güzel, hikmetli, maslahatlı ve sanatlıdır. O tohum toprakta rastgele dağılmaz, dağılış gibi görüntüsünün altında, her aşamasında ayrı ayrı işlenerek öyle müthiş kimyasal işlemlerden geçer ki, yepyeni ve kendinden güzel bir sümbüle dönüşür. Yani o tohum, toprağın altında sahipsiz değildir! Hamisiz ve başıboş değildir. Toprak altında onu muhafaza eden, işleyen ve dönüştüren sanatlı ve hikmetli icraatlara tabidir. Bitkilerin tohumları gibi, şimdi de meyvelerin veya hayvanların insan midesinde ölümlerine bakalım! Yani bir meyve veya ölmüş bir hayvan eti, insan midesinde nasıl harika işlemlerden geçiyor da orada insanın bir parçası oluyor ve hayat buluyor! Hem de hayatın en güzel ve mükemmel hali olan insan hayatına mazhar oluyor. İşte gözümüzün önünde ölümdeki diriliş ve yaratılış! İşte sıradan bitkilerin ve hayvanların toprakta veya midede ölümlerinde, böyle müthiş işlemler manzumesi var ise, yaratılmışların en yücesi olan insanın ölümü ve ölümdeki merhaleleri, sıradan ve basit olabilir mi? Asla! Dikkat edelim! Rabbimiz hayatı verirken sanatlı ve güzel verdiği gibi dünyadan bedenden sıyrılıp ahirete gitmek haysiyetiyle hayatı ölüm ile alması da gayet sanatlı ve güzeldir. Yer altına giren çekirdekler, tohumlar hava âleminde sümbül verdiği gibi, yer altına giren insan da âlemi berzahta sümbül verecektir. İnsanın bedeni ölür, ama ruhu baki kalır. Cenab-ı Hak cümlemize, bedenimiz toprağa düştüğü vakit âlem-i berzahta bir gül-i Muhammedi olmayı, cennette şecere-i Tuba sümbülleri vermeyi nasip etsin. Âmin. Ey gönül, bahar güzel de sonbahar güzel değil mi? Başlamak güzel de bitirmek, terhis olmak güzel değil mi? Vazife yapmak güzel de vazifeni bitirip ücret almaya gitmek güzel değil mi? “Ölümden ürküp, kabirden korkup, başını çevirme; merdâne kabre bak, dinle ne talep eder. Erkekçesine ölümün yüzüne gül; bak, ne ister. Sakın gafil olma!” (14. Söz) “Ondan başka hiçbir ilâh yoktur. O hem yaşatır hem öldürür. O sizin de Rabbiniz, sizden önceki atalarınızın da Rabbidir.” (Duhan, 8) Selametle kalın...

“Kim sabrederse, Allah ona dayanma gücü verir. Kimseye sabırdan daha hayırlı ve daha geniş bir ikram verilmemiştir.”Hadis-i Şerif (Müslim, Zekât, 124) Bediüzzaman Hazretleri, Mektûbât isimli risâlesinde “Muhakkak ki, Allah sabredenlerle beraberdir. (2/153)” ayetini tefsir ederken üç çeşit sabırdan bahsetmektedir. Bunları; günahlara karşı sabır, musibetlere karşı sabır ve ibadetler üzerine sabır şeklinde özetleyebiliriz. Burada bu sabır çeşitleri arasındaki, musibetlere karşı sabır üzerinde duracağız. Enes bin Malik (ra) anlatıyor: “Peygamber Efendimiz (asm), bir kabrin başında ağlamakta olan bir kadına rastladı ve: ‘Allah’tan kork ve sabret’ dedi. Kadın; ‘Git başımdan, başıma gelen musibeti sen yaşamadın!’ diye cevap verdi. Resûlullah’ı (asm) tanımıyordu. Kendisine onun Resûlullah (asm) olduğu söylendi. Bunun üzerine kadın, Peygamber Efendimizin (asm) kapısına gitti. Kapıda bekleyen herhangi bir görevli yoktu. (Resûlullah’ın (asm) yanına girdi ve); ‘Seni tanıyamadım.’ dedi. Peygamber Efendimiz (asm) de; ‘Sabır, ancak (musibetin) ilk başa geldiği anda (olmalı)dır.’ buyurdu.”1 İnsan hayatı, her daim iniş ve çıkışlarla doludur. Dümdüz, yeknesak veya devamlı gelişen bir hayat çizgimiz yoktur. Ayrıca imtihanda olmamızın bir gereği olarak, kimi zaman da Cenab-ı Hak, ihsan ettiği bazı nimetlerle bizi imtihan eder. İşte Cenab-ı Hak bize, böyle zamanlarda kullanmamız için sabır duygusu vermiştir. Ancak şu noktaya dikkat edilmelidir ki; bu sabır duygusu geçmişte yaşanan sıkıntılar hatıra getirilerek boş yere harcanmamalıdır. Veya gelecekte yaşanması muhtemel olan sıkıntılar düşünülerek de sabır kuvveti boş yere sarf edilmemelidir. Sabır kuvvetimizi mevcut yaşadığımız sıkıntılara tahammül edebilmek için kullanmalıyız. Böylece bize verilen sabır ile başımıza gelebilecek sıkıntılara katlanabiliriz. İnsan hiçbir zaman bela ve musibet istememeli ama imtihan gereği başına gelen sıkıntılara sabretmelidir. Bu açıdan, kullandığımız kelimelere ve söylemlerimize çok dikkat etmeliyiz. Abdullah İbn-i Ömer’den (ra) rivayet edildiğine göre Resûlullah (asm) şöyle buyurdu: “İnsanlarla bir arada yaşayan ve onların eziyetlerine sabreden mümin, insanlarla bir arada yaşamayan ve onların eziyetlerine sabretmeyen müminden daha büyük ecre nail olur.”2 Her insanın farklı bir fıtratı vardır. Ayrıca her insanın dünyaya bakış açısıyla şekillenen bir âlemi vardır. Her şeye o âlemin penceresinden bakar. Her şeyi ona göre değerlendirir. Bu noktadan hareket edersek hiç kimsenin birbirinin aynı olmadığını anlayabiliriz. Farklılıklar ve farklı bakış açılarına sahip olmak insanın tabiatında vardır. Bütün bu fıtrat farklılıklarının yanında bir de en önemlisi, her insanda nefis vardır. Kimisi nefsinin sözünü çok dinlerken, kimisi de onu dizginlemeye çalışır. İşte bu fıtratların ve nefislerin çarpışmasından dolayı, günlük hayatımızda birçok sorunlarla karşılaşırız. Özellikle nefsinin sözünü çok dinleyen, menfaat düşkünü ve hâsid insanlar yüzünden, birçok insanlar zarar görür ve sıkıntı çekerler. İnsan, devamlı hayırlı insanlarla karşılaşmayı Cenab-ı Hak’tan istemelidir. Ancak ahiretin tarlası olan şu dünyada -imtihan gereği- nefsine düşkün insanlarla karşılaşıp, onlarla uğraşmak zorunda kalabiliyoruz. Böyle durumlarda da Peygamber Efendimiz (asm) bizden sabır kuvvetine dayanmamızı istiyor. Hatta insanlardan gelen sıkıntılardan sıkılıp, toplumdan uzaklaşılmaması gerektiğini yukarıda zikrettiğimiz Hadis-i Şerif’ ten anlayabiliyoruz. Ebû Hureyre’den (ra) nakledildiğine göre Peygamber Efendimiz (asm): “Güçlü kimse, insanları güreşte yenen değil, bilakis öfke anında kendisine hâkim olandır” buyurdu.3 Bu konudaki bir başka Hadis-i Şerif ise şöyledir: “Ey insanlar, düşmanla karşılaşmayı temenni etmeyin ve Allah’tan afiyet isteyin. Eğer onlarla karşılaşırsanız sabredin…”4 Günlük hayatta bizi sinirlendirebilecek, öfkelenmemize sebep olabilecek çok sayıda hadiseyle karşılaşabiliriz. Bu kimi zaman trafikte, kimi zaman işyerinde, kimi zaman aile veya arkadaş ortamımızda başımıza gelebilir. Bir Müslümanın üzerine düşen görev, böyle durumlarda öfkesine hâkim olmaktır. Öfkesini dizginleyemeyen insan, normalde tasvip etmeyeceği şeyleri yapabilir. Hatta sonradan yaptıklarına pişman olur ama artık iş işten geçmiştir. Bu yüzden, Peygamber Efendimiz (asm), sinirlendiği anda öfkesini dizginleyebilen insanı övmüştür. Bir insanın güçlü olup olmadığını belirleyen kriter, işte böyle zamanlarda belli olmaktadır. Kaynaklar: 1- Buharî, Cenâiz, 31; Müslim, Cenâiz, 152- İbn-i Mace, Feten, 23; İbn-i Hanbel, II, 443- Müslim, Birr, 1074- Müslim, Cihad ve Siyer, 20

Hâl ve hareketinde Resulullah’a en çok benzeyenlerden biri de İbni Ömer idi.Hazreti Aişe (Ra.) Abdullah ibni Ömer (ra), asr-ı saadetteki Abdullah isimli altı âlim sahabe ile birlikte ebadile-i seb’a olarak anılmaktadır: Abdullah ibni Abbas, Abdullah ibni Mesud, Abdullah ibni Revaha, Abdullah ibni Selam, Abdullah ibni Amr ibni'l-As, Abdullah İbni Ebi Evfa. (r.anhüm) Hz. Abdullah’ın en mühim vasıflarından birisi edeb sahibi olmasıdır. Daha küçük yaşlarda iken sahabe meclisindeki davranışı, nerede nasıl davranılacağının dersini peygamberimizden aldığını göstermektedir. “Beni Rabbim edeblendirdi.” buyuran Resul-i Ekrem’in edeb çizgisinde bir ömür boyu ilerlemiş, en zor zamanlarda dahi bu hattan bir nebze olsun ayrılmamıştır. Peygamberimizin Suali Resul-i Ekrem Efendimiz bir keresinde İbrahim Suresi yirmi dördüncü ayetindeki ağacı sorar: “Yaz-kış yapraklarını dökmeyen, bundan dolayı Müslümana en çok benzeyen ağaç hangisidir?” Sahabelerce farklı ağaç isimleri söylenir. Cevabı yine Peygamberimiz verir: Hurma Ağacı. Ashab-ı Kiram dağılınca Hz. Abdullah yolda babasına cevabın kalbine doğduğunu söyler. Hz. Ömer (ra) cevabı söylememesinin sebebini sorunca yaşı küçük olan oğlu şu açıklamayı yapar: “Resulullah’ın huzurunda sen ve Ebubekir dururken konuşmayı uygun görmedim.” *** Hz. Abdullah Peygamberimizin bizzat nasihat etmiş olduğu sahabelerden birisi olmak bahtiyarlığına sahiptir. “Din nasihattir” buyuran Peygamberimiz başta Enes (ra) olmak üzere yetiştirdiği birçok sahabeye nasihatte bulunmuştur. Bu nasihatler ilk bakışta onların şahsına hitap ediyor gibi görünse de ümmete rehber olan, her bir ferdin gûşuna mengüş edeceği çeşitte hakikat şualarıdır. Bunlar, zamanların çalkantılı dalgaları içerisinde kıblenameli birer pusula vazifesi görmektedir. Peygamberimizin Kendisine Nasihati Allah için sev, Allah için darıl, Allah için anlaş! Hakk’ın dostluk mertebesine ancak böyle kavuşabilirsin! Bu minval üzere olmayan kişi, namazı ve orucu çok olsa bile imanın tadını alamaz. Ya Abdullah, sabaha çıktığın zaman akşam için kendini kaygılandırma! Akşama çıktığın zaman sabah için kendini kaygılandırma! Sağlığında hastalığın ve hayatında ölüm için tedbir al! *** Hz. Abdullah, ister adab olsun ister nafile olsun Peygamberimizin sünnetine iktida etmekte asla taviz vermemiştir. Ondan (asm) ne gördüyse baş göz üzere harfiyyen edasını vazife telakki etmiş; emredileni yapmış, yasaklananı ise elinin tersiyle itmiştir. Peygamberimize Anlatılan Bir Rüyası Asr-ı saadette bir rüya görür. Elinde ipekli bir kumaş parçası var ve Cennet’ten nereyi istiyorsa bu ipekli kumaş parçası sayesinde oraya uçuyordur. Derken iki kişi kendini tutup Cehenneme götürmek isterler. Derhal karşılarına bir melek çıkar ve ona “Korkma!” der. Bunun üzerine kendisini bırakırlar. Ablası Hazret-i Hafsa, bu rüyasını Peygamberimize anlatır. Fahr-i Kâinat Efendimiz “Abdullah ne iyi insandır! Bir de gece namazı kılsa!” buyururlar. Bunun üzerine Hz. Abdullah ömrünün sonuna kadar devam edeceği gece namazına başlar. *** Hz. Abdullah Peygamberimizi çok iyi tanıyor ve Rabbinin marziyyatını iyi biliyordu. Onun (asm) hallerini, fiillerini gözlemliyor harfiyyen şahsında tezahürü için gayret ediyordu. O biliyordu ki Peygamberimiz şefkat timsalidir. Arkadaşlarına ve ümmetine karşı çok merhametlidir. Onun (asm) bu merhametine ittiba ile karşılık verilmelidir. Allah’a muhabbeti olan insanın en mühim şiarı bu değil miydi? Sünnet-i Seniyeye bağlılığı Bu muhabbetin tesiratıyla Allah resulünün vefatından sonra namaz kıldığı yerleri öğrenip oralarda namaz kılan, yürüdüğü yollarda yürüyen, gölgelendiği ağaçların altında oturup onları sulayan, hiçbir işi olmadığı halde sadece Müslümanlarla selamlaşmak için sokağa çıkan, büyük küçük karşılaştığı herkese selam veren bir sahabe görmüyor muyuz? Tıpkı Şam dönüşü boğazı düğümlenen Hz. Bilal (ra) gibi… Hıçkırıklara boğulan Medine sakinleri gibi… Aynı Hz. Abdullah, sürekli hizmetinde bulunduğu Peygamberimizden bir müddet ayrı kalacak olsa Resul-i Ekrem’in hem fiillerini hem mübarek sözlerini de huzurundakilerden sorar ve öğrenirdi. Bu onun (ra) Peygamberimizin kavli sünnetine olan bağlılığının en güzel işaretidir. Nitekim üç bine yakın hadisi ihtiyatla rivayet etmiş, hadislerdeki lafızların benzer kelimelerle değiştirilmesine asla izin vermemiştir. Ebu Hureyre’ den sonra en çok hadis rivayet eden sahabe olmuştur. *** Hz. Abdullah sünnete iktidada ümmet için bir kutup yıldızıdır. Sahabe-i Güzin Efendilerimizin her birinde olduğu gibi onun takip edilmesi de, ümmeti Resulullah’ın huzuruna oradan da Cenab-ı Hakkın huzuruna vasıl eyleyecektir. En hakikatli yol olan bu sünnet yolu ile hakikatler hayatı nurlandıracaktır. İktisad Dersi Bir gün alışveriş yapar. “Kırk paralık bir meseleden, iktisad için ve ticaretin medarı olan emniyet ve istikameti muhafaza için şiddetli münakaşa” eder. Diğer bir sahabe bu durumu cimrilik tevehhüm eder arkasına düşer ahvalini anlamak ister. Hz. Abdullah’ın hanesinin her iki kapısında birer fakir adamla görüştüğünü görür. Bu kişilerin her birisine birer altın verdiğini öğrenir. “Fesübhânallâh! Çarşı içinde kırk para için böyle münakaşa etsin de, sonra hanesinde iki yüz kuruşu kimseye sezdirmeden kemâl-i rızâ-yı nefisle versin!” diye düşünür gider. Olanı biteni Hz. Abdullah’tan sorar. Aldığı cevap yine üstadın ifadesiyle şöyledir: “Çarşıdaki vaziyet, iktisaddan ve kemâl-i akıldan ve alışverişin esası ve ruhu olan emniyetin ve sadâkatin muhafazasından gelmiş bir hâlettir; hısset değildir. Hanemdeki vaziyet, kalbin şefkatinden ve ruhun kemâlinden gelmiş bir hâlettir. Ne o hıssettir ve ne de bu israftır.” İşte iktisat ve cimrilik arasındaki görünüşteki benzeyişi ortadan kaldıran ve sünnet-i seniyyedeki haddi vasatı bize ders veren sahabe tavrı… *** Hz. Abdullah’ın fiilleri gibi sözleri de kaynağını Peygamber Efendimizin sünnet-i seniyyesinden almıştır. Hem sahabe efendilerimizin Peygamberimiz tarafından münasip görülen harekâtı da sünnet-i seniyyedendir. Elbette ki onların hayatına ve sözlerine kulak vermek, Peygamberimizin kelamının neşesini hissedebilmektir. Sözlerinden Bazıları Allah için sev, Allah için buğz et, Allah için dost ol, yine Allah için düşmanlık et. Allah Teâlâ’nın sevgisine bu şekilde kavuşulur. Kulun, temizlenmesi gereken azası dilidir. Kambur oluncaya kadar namaz kılsanız ve kıl gibi oluncaya kadar oruç tutsanız, haramdan kaçmadıkça bunların vaad edilen mükâfatına kavuşamazsınız! İlim üçtür; nâtık kitab, sünnet-i maziye ve bilmiyorum. Hüseyin’i öldürürler, bana sineğin kanını soruyorlar, ben Resullullah’ı işittim: “(İkisi Hasan ve Hüseyin) Dünyada benim iki reyhanımdır.” İyilik kolay bir şeydir, güler yüz ve yumuşak sözdür. *** Hz. Abdullah; İbni Mesud için, “Dünyaya karşı Kureyşli gençler arasında kendi nefsine en hâkim olan kişi”, Hz. Cabir için ise “Dünyaya meyletmeyen müstesna sahabe”dir. “Allah’ın huzuruna onun ameli gibi bir amelle çıkabilmek Tabiinin arzusudur.” Onun hayatının özünün sünnet-i seniyye olduğunu İmam Malik şöyle ifade etmektedir: “Abdullah bin Ömer, Resulullah’ın ve ashabının hareketlerine dair ne varsa hepsini bilirdi.” Allah onlardan (r.anhüm) razı olsun. Rivayet Ettiği Hadislerden Birkaçı İslam beş şey üzerine bina olunmuştur: Allah’tan başka ilah olmadığına şehadet etmek, Muhammed’in (asm) O’nun kulu ve elçisi olduğuna şehadet etmek, namaz kılmak, zekat vermek, Beytullah’ı haccetmek, ve Ramazan orucu tutmak. (Buhari) Allah’ın zikri dışında sözü çoğaltmayın, çünkü Allah’ın zikri dışında çok kelam kalbi katılaştırır. Allah’tan en uzak olanı kalbi katı olandır. (Tirmizi) Dünyada sanki sen bir garib veya yolun bir tarafından öbür tarafına geçen kimse gibi ol. (Buhari) Kim pazara girer ve: لَآ اِلٰهَ اِلَّا اللهُ وَحْدَهُ لَاشَر۪يكَ لَهُ لَهُ الْمُلْكُ وَ لَهُ الْحَمْدُ يُحْي۪ي وَيُم۪يتُ وَهُوَ حَيٌّ لَا يَمُوتُ بِيَدِهِ الْخَيْرُ وَهُوَ عَلٰي كُلِّ شَيْءٍ قَد۪يرٌ derse Allah ona bin (milyon) iyilik yazar, ondan milyon kötülük siler onu milyon derece yükseltir. (Tirmizi) Hayâ imandandır. (Buhari) *** Ya Rabbi! Enbiyâdan sonra nev‘-i beşerin en efdali olan, dâire-i nübüvvetin hademeleri ve o güneşin yıldızları olan, Cenâb-ı Hakk’ın marziyâtını kelâmından anlamakta kendilerine yetişilmeyen, Resûl-ü Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm’ın her hâl ve hareketini kemâl-i ihtimâm ile muhâfaza eden, bir kısmı ehâdîs-i Nebeviyeyi gelecek asırlara ders vermekle manen muvazzaf olan, fıtraten hissiyât-ı ulviye sâhibi ve maâlî-i ahlâka meftun ve izzet ve mübâhâta meyyâl olan Sahâbe Efendilerimize bizi küçük kardeş eyle. Amin!

“Bir gün gelecek, bu eserler bütün dünyada okunacak.” “Risale-i Nurlar dünyayı tenvir edecek” sözlerini çokça duymuşuzdur. Üstadın Barla’da tarassut ve baskılar altında birkaç talebesiyle telif ettiği eserler şimdi bütün dünyaya intişar ediyor. Zira Üstad Bediüzzaman Çam Dağında Şamlı Hafız Tevfik Abiye şöyle diyordu: “Biz vazifemizi yaparız, Allah’ın vazifesine karışmayız.” Allah’a şükür artık çeşitli dillerde Risale-i Nurlar ve çeşitli ülkelerden Risale-i Nur talebelerini görüyoruz. Evet, “Bir gün gelecek, bu eserler bütün dünyada okunacak” sözünün gerçekleştiği günleri yaşıyoruz. Çünkü bu günlerde bizler artık Sudanlı Ahmet’i Üstadın bir talebesi olarak duyuyoruz. Nice Ahmetleri, Şefikleri, Saidleri ve Malezya’dan, Kırgızistan’dan, Burkina Faso’ dan, Bosna Hersek’ten birçok Risale-i Nur talebelerini müşahede ediyoruz. *** “Aziz, Sıddık kardeşlerim ve hizmet-i Kur’âniyede faal, sebatkâr arkadaşlarım, (…) Saniyen: Hem dâhilde, hem hariçte Nurun fütuhatı devam ediyor.” diye yazmıştı Üstad Bediüzzaman Emirdağ’ındayken. Bir başka ifadeyle; Medresetü’z-Zehranın ve bütün Nur talebelerinin hem dâhilde, hem hariçte, hem Arapça, hem Türkçe hem sair lisanlarda Nurların neşriyatına çalışmalarını bütün ruh u canımızla tebrik ediyoruz, diyordu… *** 1940’lı yıllarda Afyon günlerinde Üstad Bediüzzaman Hintçe ve Arapçaya çevrilen eserlerden bahsediyordu… “Evet, üç yüz elli milyon Müslümanların eski kardeşliğini ve muhabbetini ve hüsn-ü zannını ve manevi yardımlarını bu memleketteki millete kazandıracak çareleri bulmak ki, en kuvvetli çare ve vesile Risale-i Nur olduğuna bir emaresi şudur: Bu sene Mekke-i Mükerremede gayet büyük bir âlim hem Hint lisanına, hem Arap lisanına Nurun büyük mecmualarını tercüme edip Hindistan’a ve Arabistan’a göndererek ‘En kuvvetli nokta-i istinadımız olan vahdet ve uhuvvet-i İslamiyeyi temine çalıştığı gibi, Türk milletinin daima dinde ve imanda ileri olduğunu Nur Risaleleri ile gösteriyor’ demişler.” (Şualar- 442) “Nurun ehemmiyetli kahramanlarından Nur’un ehemmiyetli mecmualarını Mekke-i Mükerremeye götürüp gayet büyük bir Hintli âlim Ahmed Ali Şimşiri’ye teslim edip, hem Hintçe tercüme etmeye ve Hint’e de göndermeye teminat alan kardeşimiz Hafız Mustafa’ya binler barekallah ve maşaallah ve es’adekallah deriz. Medresetü’z-Zehra, Mekke-i Mükerremedeki o büyük zatla muhabere etsin.” (Emirdağ -240) O günlerde Üstadın koyduğu hedefler Risale-i Nur Talebeleri için bir ufuk çizgisiydi. Bir vizyon belgesiydi. Bu vazifeyi şimdiki talebeleri بقدر المستطاع yerine getirmeye çalışıyorlar. Rabbim sayılarını arttırsın ve bizleri de musahhar eylesin. *** Bugün Risale-i Nurlar dünya dillerine tercüme edilip birçok ülkelerde anlatılmaktadır. Arapçadan İngilizceye, Tamilceden Malaycaya, Afrika’nın yerel dilleri Havsadan ve Mori dilinden Almanca gibi birçok dile tercüme faaliyeti devam etmektedir. Hayrat Vakfı ilmi çalışmalar ve tercüme heyeti bu tercümeleri yapıp emanete riayet babından uzun uzun tashih çalışmaları yapmaktadır. Risâle-i Nur, yirminci asrın ilim ve fen seviyesine uygun müsbet bir metotla akla ve kalbe hitap ederek ikna ve ispat yoluyla gittiği için, yalnız Türkiye’de değil, hariç memleketlerde de hüsnü kabule mazhar olmuştur. Bugün Risâle-i Nur, İslam âlemince, İslamiyet’e yöneltilen hücumları kıran bir sedd-i Kur’ anî olarak bilinmekte ve kabul edilmektedir. Risâle-i Nur Avrupa, Asya ve Afrika’da da intişar etmeye başlamıştır. Başta Sudan ve Malezya olmak üzere, birçok memleketlerde istifade edilmeye başlanmıştır. Risale-i Nurları neşretmeye çalışan Hayrat Vakfı gönüllüleri dünyanın birçok ülkesine gitmekte ve bu hakikatleri anlatmaktadır. Hamdolsun Kıbrıs, Afganistan, Kırgızistan, Makedonya, Nijer, Burkina Faso, Senegal, Nijerya, Pakistan, Sri Lanka, Kamboçya, Fildişi Sahilleri, Almanya, Belçika, İngiltere, Bosna Hersek ve Endonezya’daki Müslümanlar da Risâle-i Nur’dan mahrum kalmamışlar. Kısa bir süre içerisinde diğer İslam ülkelerine de ulaşarak hakikatler akılları ve kalpleri tenvir etmeye devam edecektir. Rabbimizden niyazımız başta memleketimizde ve hariç memleketlerde iman ve Kur’an hakikatlerini anlatmayı bizlere nasip eylesin. Âmin.

“Eğer onlardan biri veya her ikisi senin yanında ihtiyarlığa erişirse sakın onlara “öf” bile deme! Onları azarlama! Ve onlara güzel söz söyle! Hem onlara merhametinden tevazu kanadını indir. Ve deki: Rabbim (onlar) beni küçükken nasıl (merhamet edip) yetiştirdilerse, Sen de onlara (öyle) merhamet eyle! Rabbiniz içinizde olanı en iyi bilendir. Eğer salih kimseler olursanız hiç şüphesiz ki O çokça tövbe eden kimselere çok mağfiret edendir.”1 Yukarıdaki ayeti kerimenin ifade ettiği gibi anne babaya itaat etmek farzdır. İsyan ise büyük günahtır. Hadis-i Şerifte “Din güzel ahlaktır”, “Kişi güzel ahlakı sayesinde gündüzleri oruç tutan, geceleri ibadet eden kimsenin sevabına erişir” buyurulmuştur. Bu güzel ahlak başta doğruluk ve ciddiyet olmak üzere, adalet, vefa, şükür, merhamet gibi sıfatları kazanmaktır. Ahlak-ı Ahmedî (asm) ile ahlaklanmaktır. İşte bu sıfatları kazanmak isteyen bir kimse öncelikle ve bizzat hayırlı ve salih bir evlat olmak zorundadır. Adalet Evet, “Her hak sahibine hakkını vermek” olan adalet sıfatını kazanmak ve adil olmak isteyen bir kimse, en önce üzerinde en fazla hakkı bulunan, en çok iyilik borçlu olduğu anne ve babasının hakkını ödemelidir. Hukuk-u valideyn denen anne babalık borcu ve hukuku, onlara samimi hürmet ve ciddi hizmet etmeyi gerektirir. Rızalarını kazanmayı ve hayır dualarını almayı icap eder. Vefa “Sözünde durmak, bağlılık, yapılan iyiliği unutmamak” gibi manalara gelen vefa sıfatını kazanmak ve vefalı bir dost olmak isteyen biri en önce o saygıdeğer, şefkatli, sadık, vefalı ve fedakâr dostları olan anne babasına, özellikle ihtiyar ve muhtaç oldukları zamanda sahip çıkıp iyilik etmekle vefakârlığını göstermiş olur. Şükür Hadiste, “İnsanlara teşekkür etmeyi bilmeyen, Allah’a şükretmeyi bilmez” buyurulmuştur. Evet, şükreden bir kul olmanın alameti de (tabir caizse samimiyet testi de) insanların iyiliklerine iyilikle mukabele etmek ve nankörlüğe sapmamaktır. Ayette Cenab-ı Hak “Bana şükret! Anne babana da” buyurmuştur. Üzerimizdeki iyilik ve haklarından dolayı en fazla teşekkür etmemiz gereken, anne babalarımızdır. Onlara teşekkür etmeyen ne Allah’a ne de bir başkasına teşekkür etmez, vefa göstermez, hakkını gözetmez. Demek şükreden bir kul olmak istiyorsak bunun öncelikli ve birinci şartı anne babasına iyilik eden, onlara sahip çıkan, Kuranî ve Muhammedî bir evlat olmaktır. Selam, Rahmet, Bereket Hadiste, “Beli bükülmüş ihtiyarlarınız olmasaydı belalar üstünüze sel gibi dökülecekti.” buyurulmuştur. Evinizde yaşayan özellikle ihtiyar, bakıma muhtaç ihtiyarlığın verdiği hassasiyetle ince hisli ve çabuk incinen bir kalbe sahip olan anne ve babalarımız, dede ve ninelerimiz evimizde hem bereket sebebi, hem bela ve musibetlere karşı kalkan, hem de rahmet-i Rahmana kavuşmanın en önemli bir vesilesidirler. Elbette onların gönüllerini hoş etmek, iki dünya saadetimize ve rızıkta berekete sebep olur. Bediüzzaman Hazretleri bu konuda bir hatırasını bizimle paylaşmış: “Ahiret kardeşlerimden Mustafa Çavuş isminde bir zat vardı. Onu dininde ve dünyasında muvaffakiyetli görüyordum. Sebebini bilmiyordum. Sonra anladım ki o muvaffakiyetin sebebi, o zat ihtiyar peder ve validelerinin haklarını anlamış ve o hukuka tam riayet etmiş. Ve onların yüzünden rahat ve rahmet bulmuş. İnşallah ahiretini de tamir etmiş. Bahtiyar olmak isteyen ona benzemeli.”2 Kıssadan Hisse Sevgili Peygamber Efendimiz (asm) zamanında Alkame adında bir genç vardı. Hep taat üzere olup, yaz-kış oruç tutar, geceleri sabaha kadar ibadet ederdi. Bir gün fenalık geçirdi. Dili tutuldu. Rasullah’a (asm) haber verdiler. O da Hazret-i Ali ve Ammâr bin Yâsir Hazretlerini Alkame’ye gönderdi. Kelime-i şehâdeti söyletmek için çalıştılarsa da dili dönmedi. Hazret-i Ali Efendimiz, Hazreti Bilâl-i Habeşi’yi Resulullah Efendimize (asm) gönderdi, durumu bildirdi. Resulüllah Efendimiz (asm): - Alkame’nin anası, babası var mı, buyurdu. - Yaşlı bir anası var, dediler. - Annesini buraya getirin buyurdu. Getirdiler. - Alkame’ye ne oldu, anlat! Seninle geçinmesi nasıldır, buyurdu. Annesi şöyle anlattı: - Ya Resulallah! Çok iyidir. Zahiddir. Hep ibadet ve taat üzeredir. Ama ben ondan razı değilim... Resulüllah Efendimiz: “Dilinin tutulması bu yüzdendir. Ona hakkını helâl et de dili açılsın” buyurdu. - Ey Allah’ın Resulü! O benim hakkıma çok riayetsizlik etti. Hakkımı helâl etmem, dedi. Resulüllah Efendimiz: - Ey Bilâl! Ashabı topla. Etraftan odun toplasınlar, Alkame’yi yakacağız. Çünkü annesi ondan razı değildir, buyurdu. Annesi: Ya Resulallah! Benim oğlumu, benim gözümün önünde mi yakacaksınız? Kalbim buna nasıl dayanabilir, dedi. Resûlullah Efendimiz: - Cehennem ateşi, dünya ateşinden çok daha kızgın ve yakıcıdır. Sen ondan razı olmadıkça, onun hiçbir taati makbul değildir buyurdu. Kadın feryat etti: - Ya Resulallah. Ben ondan razı oldum. Hakkımı ona helâl ettim, dedi ve eve gitti. Eve gidince Alkame’nin sesini duydu. Kelime-i şehadet söylüyordu. Dili açılmıştı. Aynı gün vefat etti. Resulüllah Efendimiz, cenaze namazını kıldırdı. Defnettiler.3 Rivayet edildiğine göre bir gün Mûsâ Aleyhisselâm, Cenâb-ı Hakk’a niyaz etti: - Yâ Rabbî! Benim cennetteki komşum kimdir? Cevaben kendisine: - Benim filan yerde kasaplık yapan ve dostum olan bir kulum vardır. Ancak onun kasaplıktan başka çok mühim bir işi daha mevcuttur ki, eğer yanına dâvet edersen gelemez! İşte cennetteki komşun o olacaktır, ey Mûsâ buyruldu. Hazret-i Mûsâ (as), derhal o kasabı ziyarete gitti. Kendisinin Mûsâ Kelimullâh olduğunu bildirmeden: - Ben sana misafir olarak geldim, dedi. Kasap da kendisine gelen ve her bakımdan diğer insanlardan farklı olduğu belli olan bu nur yüzlü misafire büyük bir tebessümle alâka gösterip onu evine götürdü. Hanesinin başköşesine oturtarak izzet ve ikramda bulundu. Ona kendi elleriyle et pişirdi ve önüne koydu. Mûsâ Aleyhisselâma, mühim bir işi olduğunu söyleyerek kendisini beklemeyip yemeğe başlamasını söyledi. Kendisi de pişirdiği et yemeğinin diğer kısmını küçük lokmalar hâlinde hazırladı. Sonra duvarda itinalı bir şekilde asılı duran zenbili indirdi ve içinde bulunan çok yaşlı, mecalsiz âdeta kuş kadar ufalmış bir kadıncağıza hazırladığı lokmaları yedirmeye başladı. Yemeğin ardından onun ağzını güzelce sildi. Sonra temizliğini yaptı. Sevdi, okşadı ve tekrar büyük bir itina ile yerine koydu. O bunları yaparken, ihtiyar kadıncağız da sürekli ona dualar ediyordu. Hazret-i Mûsâ, bu zembili kasabın dükkânında da görmüş, fakat bir şey sormamıştı. Hayretle bekledi. Kasap, bütün hizmetini bitirip hazret-i Mûsâ’nın yanına gelince, onun yemeğe başlamadığını görüp sordu: - Ey nur yüzlü misafirim! Niçin yemeğe başlamadın? Mûsâ Aleyhisselâm: - Sen bana şu zembilin sırrını söylemedikçe yiyemem, dedi. Bunun üzerine kasap şöyle dedi: - Ey misafirim! Bu zembilin içinde bulunan yaşlı kadıncağız benim annemdir. Çok ihtiyarlamış olduğundan takatsizdir. Hem ona bakacak kimsem de yoktur. Ben de onu yalnız bıraktığım zamanlarda herhangi bir hayvanın kendisini rahatsız etmesi endişesiyle, böyle zembile koyup yukarı asıyorum. Bazen de yanımda dükkânıma götürüyorum. Benim gönlümün bütün huzuru, ona yaptığım hizmettendir. Günde iki öğün yemek veriyor, anneciğime karşı bütün vazifelerimi seve seve yapıyorum! Hazret-i Mûsâ sordu: - Peki, sen bu hizmetleri yaparken o sana bir şeyler fısıldayarak ne diyordu? Kasap da: - Annem yaptığım hizmetler için dâimâ, “Allah seni cennette Mûsâ Aleyhisselâma komşu eylesin!” diye dua eder. Ben de bu güzel duaya “Âmin” derim. “Ancak o yüce peygambere komşu olabilecek kıymette amel nerede, ben neredeyim” diye cevap verdi. O âna kadar kim olduğunu gizleyen Mûsâ Aleyhisselâm tebessüm etti ve şöyle dedi: - Ey sâlih kişi, müjdeler olsun sana! İşte ben Mûsâ’yım. Beni sana Allah gönderdi. Buyurdu ki: “Anasının hizmetinde kusur etmeyerek rızasını kazanıp duasını alan o veli kulumu cennette sana komşu eyledim!” Şükreyle, lütf-i ilâhî sana mübarek olsun! Gözleri sevinç gözyaşlarıyla dolan kasap, büyük bir muhabbetle Mûsâ Aleyhisselâmın elini öptü; sürur, şükür ve huzur içinde yemeklerini yediler.4 Ahkâm-ı Şeriat Şeriatta, “cezalar amelin cinsine göredir” kaidesi vardır. Peygamberimizin (sav) ikazıyla, insan anne ve babasına hürmet etmezse, evladı da kendisine hizmet etmeyecektir. Anne ve babasına yaptığı muamelenin aynını evladından görecektir. Hakkın Hatırı Âlîdir. Hiçbir hatıra feda edilmez Bütün bunlarla beraber Lokman Suresi 15. ayette anne ve babalarımızın küfür, kötülük ve düşmanlık hususundaki gayr-ı meşru isteklerinin lisan-ı münasiple, kibarca reddedilmesi gerektiği ifade edilmiştir. Ancak aynı ayette anne ve babaya dünyada iyilikle sahip çıkmamız da emredilmektedir. Demek üzerimizde en çok hakkı olan, en fazla vefa gösterip teşekkür etmemiz gereken, anne ve babamızın gayr-ı meşru istekleri reddediliyorsa hiç şüphesiz kim olursa olsun başkasını hatırı için hakkın hatırı feda edilmemelidir. Evladın Anne ve Baba Üzerindeki Hakları Son olarak, “Çocuklarınızı benim sevgimle büyütün” buyuran Peygamber Efendimiz (asm), çocukların da anne babaların üzerinde hakları olduğunu açıklamıştır. Bunlar: Çocuğa İslam’a uyun güzel bir isim vermek. İslam terbiyesi üzerine yetiştirmek. Dinini öğretmek. Salih biriyle evlendirmektir. Dua Cenab-ı Vahibü’l-Ataya Hazretlerinden dua ve niyazımız odur ki, bizi Kuranî ve Muhammedî bir evlat ve anne-baba eylesin. Bu vazifelerimizi ve sorumluluklarımızı tam ve kâmil olarak yapmayı nasip ve müyesser eylesin. Âmin. Kaynaklar: 1- İsra Suresi, 232- Lemalar Mecmuası, 21. Mektub, 2843- Zehebi, el-Kebâir. 1, 45. Daru’n-Nedveti’l-Cedide, Beyrut, ty.4- Osman Nuri Topbaş, Nebiler Silsilesi-2, Erkam Yayınları

Üstad Hazretleri, çocukları Risale-i Nurun fıtri talebeleri olarak kabul ediyor. Günahsız, tertemiz bir ruha sahip olan bu çocukların İslami terbiye ile yetiştirilmesinin onların istikbaline büyük etkisi vardır. Bu terbiyenin eksik veya hiç verilmemesi dünya ve ahirette çocukları ve ebeveynleri zor durumda bırakacaktır. Üstelik o çocuklar kendilerine dini eğitimi ver(dir)meyen anne babaları hakkında ahirette davacı olacağını hadis-i şerifler beyan ediyor. Anne babanın çocukların inançları üzerinde ne derece tesiri olduğu bir hadiste şöyle ifade ediliyor: “Ebu Hüreyre (ra) anlatıyor; Hz. Peygamber (sav): “Her çocuk fıtrat üzerine doğar” buyurdu ve sonra da “Şu ayeti okuyun” dedi: “Hakka yönelen bir kimse olarak yüzünü dine çevir. Allah’ın insanları üzerinde yarattığı fıtrata sımsıkı tutun. Allah’ın yaratmasında hiçbir değiştirme yoktur. İşte bu dosdoğru dindir. Fakat insanların çoğu bilmezler.” (Rum, 30). Sonra Resûlullah (sav) sözünü şöyle tamamladı: “Çocuğu anne ve babası Yahudileştirir veya Hıristiyanlaştırır veya Mecusileştirir.”1 Bediüzzaman Hazretleri çocukların dini eğitimi hakkında şu açıklamayı yapıyor: “Risale-i Nur’un fıtraten ve zamanın vaziyetine göre talebesi olacak, başta, masum çocuklardır. Çünkü bir çocuk, küçüklüğünde kuvvetli bir ders-i imanî alamazsa, sonra pek zor ve müşkül bir tarzda İslâmiyet ve imanın erkânlarını ruhuna alabilir. Âdeta gayr-ı Müslim birisinin İslamiyet’i kabul etmek derecesinde zor oluyor, yabani düşer. Bilhassa, peder ve validesini dindar görmezse ve yalnız dünyevî fenlerle zihni terbiye olsa, daha ziyade yabanilik verir. O halde o çocuk, dünyada peder ve validesine hürmet yerinde istiskal edip çabuk ölmelerini arzu ile onlara bir nevi belâ olur. Ahirette de onlara şefaatçi değil, belki davacı olur: “Neden imanımı terbiye-i İslâmiye ile kurtarmadınız?”2 Şimdi bu bilgiler ışığında bazı ölçüleri ortaya koyalım. Ölçü: Ahir zaman fitnelerinin yaygınlaştığı bu zamanda kendimizle birlikte bize emanet olan çocuklarımızın imanını muhafaza etmek anne babalar olarak asli vazifemizdir. Bununla birlikte çocuklarımıza din eğitimini nasıl ve hangi yaşlarda vermeliyiz? Peygamber Aleyhissalatu Vesselam’ın uygulamalarından haberdar mıyız? Bu konuda yeterli bilgi ve beceriye sahip miyiz? İşte bu konuda toplumumuzda ciddi sıkıntılar olduğunu gözlemlemekteyiz. Dini bilgileri zayıf olan anne babalar, kendileriyle birlikte çocuklarını da asrın manevi hastalıklarına karşı koruyamamaktadır. Ailedeki dini terbiye eksikliği, toplumun manevi atmosferini de bozmaktadır. Ebeveynlerin bu zamanda en büyük vazifesi dini eğitimlerini gözden geçirmeleri ve bu konuda eksiklerini tamamlamalarıdır. Yani önce ebeveyn eğitimi, sonra çocukların eğitimi… Ölçü: Günümüzde çocukların dünyevi istikbali için okul derslerine azami ehemmiyet verilirken ahiretteki ebedi saadetleri için dini eğitimleri ihmâl edilmektedir. Bunun neticesinde akademik kariyer sahibi, değişik mesleklerde uzman, kültürlü insanlar yetiştirilirken, aynı kişiler ahlaki açıdan çöküntüye uğramış, kişiliksiz, karakter yoksunu muhtelif sıfatlarda insan tipleri olarak karşımıza çıkabilmektedir. Çünkü insanların maneviyatla bağı koparsa ahlak, edep ve insanı yücelten faziletler, erdemler eksik kalır. Bu açık, fen ilimleri ile kapatılamaz. Güzel ahlak, edep, hayâ, aile yuvasında çocukluktan itibaren kazanılması gereken faziletlerdir. Bunlarda anne babalar tarafından çocuklara kazandırılmalıdır. Bilim adamları ebeveynlere şu tavsiyede bulunuyorlar: “Çocuklarınıza güzel ahlakı anlatmayın. Güzel ahlaklı olun yeter. Çünkü onlar sizi dinlemezler. Ama sizi örnek alırlar.” Hadis-i şerifte ahlak hakkında şöyle deniliyor: “Said İbnu’l-Âs (ra) anlatıyor: Hz. Peygamber (sav) buyurdu ki: “Bir baba çocuğuna güzel ahlâktan daha üstün bir miras bırakamaz”3 Hazret-i Üstad, ailenin insanın kişiliği üzerindeki etkiyi şu misalle açıklamaktadır: “Ben bu seksen sene ömrümde, seksen bin zatlardan ders aldığım halde, kasem ediyorum ki, en esaslı ve sarsılmaz ve her vakit bana dersini tazeler gibi merhum validemden aldığım telkînât ve manevi derslerdir ki; o dersler fıtratımda, âdeta maddî vücudumda çekirdekler hükmünde yerleşmiş. Sâir derslerim o çekirdekler üzerine bina edildiğini, aynen görüyorum. Demek bir yaşımdaki fıtratıma ve ruhuma, merhum validemin ders ve telkînâtını, şimdi bu seksen yaşımdaki gördüğüm büyük hakikatler içinde birer çekirdek-i esasiye müşahede ediyorum.”4 Ölçü: Ebeveynler olarak çocuklarımızı doğumlarından itibaren manevi yönden de yetiştirmeliyiz. Okul başarısına gösterdiğimiz ihtimamı dini eğitimi için de göstermeliyiz. Çünkü küçük yaşlarda hafızalara kazınan dini hakikatler ileriki yaşlarda kişiliğin, ahlakın, karakterin temellerini oluşturur. Mevlana Hazretleri, “Arkadaş! Sakın kadere kusur bulma; buğday ektin de, arpa mı biçtin?” der. Küçüklüğünde sevgi, saygı, şefkat, merhamet, adalet, dürüstlük, güvenirlik, yardımseverlik, cömertlik, fedakârlık gibi hasletleri yaşayarak elde edemeyen kişiler, istikbalde doktor, mühendis, hâkim, profesör, vali gibi etiketlere sahip olduklarında, yeri geldiğinde bu davranışları sergilemekte zorlanabilirler. Özellikle ailede şiddet gören çocuklar büyüdüklerinde ebeveynlerine karşı şiddet kullanmaktan çekinmiyorlar. Yarının büyüklerini kendimizin şekillendirdiğimizi unutmayalım. Bize yapılmasını istemediklerimizi çocuklarımıza reva görmeyelim. Çünkü ne ekersek onu biçeceğiz. Kaynaklar: 1- Buhârî, Cenâiz 80, 93; Müslim, Kader 22, (2658); Muvatta, Cenâiz. 52, (1, 241); Tirmizî, Kader 5, (2139); Ebu Dâvud, Sünnet 18, (4714).2- Emirdağ Lahikası, 47. Altınbaşak Neşriyat.3- Tirmizî, Birr 33, (1953).4- Hanımlar Rehberi, 4. Altınbaşak Neşriyat.

Unutulmaya yüz tutmuş kültür miraslarımızdan olan “Tombak Sanatı” Osmanlı’dan günümüze taşınmış geleneksel sanatların en görkemlisi olarak nitelendirilmektedir. Osmanlı İmparatorluğu’nda 16. yüzyılda altın çağına ulaşmış 17 ve 18. yüzyılda ise yaygın olarak kullanılmaya devam edilmiştir. 19. Yüzyılın ikinci yarısından itibaren elektroliz tekniğinin bulunmasıyla tombaklama sanatı zamanla terk edilmiştir. Tombak’ı Türk maden sanatına kazandıran Osmanlı zanaatkârları, bakır ile altının mükemmel uyumuyla hem korozyonu ortadan kaldırmış hem de dinî, askerî ve gündelik alanlarda kullanılabilen göz kamaştırıcı zariflikte eşyalar üretmişlerdir. Günümüzde artık icra edilmeyen tombak sanatının; zarif, nadide ve en güzel örnekleri müzeler ve özel koleksiyonlarda yer almaktadır. Osmanlı Döneminde altının, gümüşün pahalı olması ve nadir bulunmasının yanı sıra mutfak malzemelerinde altın kullanmanın Müslümanlara haram olduğu, zenginlik göstergesi sayılan altın ve gümüşten yapılmış eşyalar ile konuklara ikramda bulunulmasının ayıp ve görgüsüzlük olarak kabul edilmesi de bu sanatın gelişmesinde büyük rol oynamıştır. Tombak eserler, harp âletlerinden yemek takımlarına, cami ve tekke eşyalarından, evlerdeki süs eşyalarına kadar Osmanlı coğrafyasında yaygın bir kullanım alanı bulmaktaydı. Mutfak eşyaları arasında en çok tepsi ve siniler, sahanlar, taslar, gülabdanlar (gülsuyu şişesi), fincan zarfları, şerbetlikler, güğümler, kapaklı kâseler, çorba tasları, pilavlıklar, küçük tabaklar, sefer tasları, kahve ibrikleri, şekerlikler, şerbetlikler, aşurelikler, kepçeler kullanılmıştır. Gündelik yaşamda kullanılan tombak eserler; şamdanlar, kemer tokaları, ibrikler, leğen-ibrik takımları, su tasları, hamam tasları, kapı tokmakları, mangallar, buhurdanlar (tütsülük), saatler ve körüklü fenerler sıralanabilir. İbadet yerleri ile türbe ve tekkelerde de tombak eserler yaygın olarak kullanılmıştır. Camilerde, şamdanlar, mum çemberleri, buhurdanlar, gülabdanlar, kandiller, minber alemleri, türbe kafesleri gibi birçok tombak eser bulunmaktadır. Askeri eşyalarda ise; miğferler, at alın zırhları, at eyerleri, üzengiler, at koşum takımları, kalkanlar, miğferler, bayrak-sancak tepelikleri (alemler), tören alemi, kılıç kını gibi tombak eserler karşımıza çıkmaktadır. Tombaklama tekniği Altın ve gümüşün bir özelliği de civa içinde çözülebilmeleri yani sıvılaşabilmeleridir. Bu, civa ile altın karışımı sıvıya “amalgam” denir. Bu özellikten yararlanılarak gerçekleştirilen tombaklama tekniği ile çok sağlam ve düzgün bir kaplama elde edildiği için günümüze kadar kullanılmıştır. Tombaklama yapmak için cam veya porselen bir kabın içinde saf civa ve çok ince kıyılmış 24 ayar saf altın karıştırılır. Bu karışım ahşap veya demir bir çubukla karıştırılarak, altının civa içinde tümüyle çözülmesi yani sıvılaşması sağlanır. Daha sonra ince bir tülbentle süzülen sıvı alaşım yani amalgam kullanıma hazır hâle gelmiştir. Altın kaplanacak eşyanın yüzeyindeki pas ve kir sülfürik asitle temizlenerek kurutulur. Tombak yapılacak yüzeye fırça, sünger parçası veya bez tampon ile amalgam yedirilerek eşit oranda sürülür. Tombaklanmış eşya, küllenmekte olan odun kömürü ateşi üzerine konularak veya düşük ısıda fırınlanarak civanın uçması sağlanır. Geriye kalan altın yüzeye iyice sızmış ve yapışmış olduğundan, kaplama oldukça kaliteli bir ürüne dönüşmüştür. Tombaklama tekniğiyle oluşturulan eşyaların deforme olmamasının sebebi, yapılan karışım yüzeye sürülünce obje onu içine çeker ve onunla özdeşleşir. Bu da tabaka oluşumuna engel olur ve çizik, darbe, döküntü gibi olumsuz durumlar ile karşılaşmayı önler. Ayrıca 1000 ayar saf gümüş aynı işlemler tekrarlanarak gümüş tombaklama da yapılabilir.

Efendimiz (asm), “Benim ashabım iyice acıkmadan yemez. Yedikleri zamanda tıka basa yemezler, daha iştahları varken sofradan kalkarlar.” İslam’ın mutfağı günümüz mutfağına ne şekil açısından benzer ne de muhteva açısından. Bu mutfakta her gıdanın ‘helal ve temiz’ olması şart, israf ise haramdır. Hz. Ömer (ra) anlatıyor: Resulullah (sav) buyurdular ki: “Muhakkak ki bir kişilik yemek iki kişiye yeter. İki kişilik yemek de üç ve dört kişiye yeter. Dört kişilik yemek de beş, altı kişiye yeter.” Bu mutfakta teşekkür şirkete değil, Allah’a yapılır. Her şey insan için yaratılmıştır, ancak insanın her şeyi tüketmeye hakkı yoktur. Bu mutfakta üretilen her şey bedenlere şifa, ruhlara huzur, çevreye sağlıktır. Bu mutfaktan sofralara gelenlere besmelesiz el sürülmediği gibi sofradan da Rabbimize şükürsüz kalkılmaz. Yemeğin başında ve sonunda eller ve ağızlar mutlaka temizlenir. Allah Resulü zamanında yaşanan bir hadise, toplumun neredeyse yüzde sekseninin hasta olduğu günümüz dünyası için çarpıcı bir örnektir. İran’dan Medine’ye bir hekim gelip hastaları tedavi etmek ister. Aradan günler geçmesine rağmen kendisine gelip giden yoktur. Bunun üzerine Hz. Peygamber’e gelerek Medine’den ayrılmak için izin ister ve Müslüman halkın neden hasta olmadığını sorar. Efendimiz (asm), “Benim ashabım iyice acıkmadan yemez. Yedikleri zamanda tıka basa yemezler, daha iştahları varken sofradan kalkarlar.” Buyurunca İranlı hekim heyecanla şöyle der: “İşte sağlığın şartı budur.” Büyük hekim İbn-i Sina da tıbbı/sağlığı şu cümleyle özetliyor: “Tıp ilmini iki satırda topluyorum. Yediğin vakit az ye. Yedikten sonra dört beş saat hiçbir şey yeme. Şifa hazımdadır. Yani kolayca hazmedeceğin miktarı ye. Nefse ve mideye en ağır ve yorucu hal, yemek üstüne yemek yemektir.” Avrupa’daki ihtişamlı masalar! Osmanlı elçileri Avrupa ve Osmanlı’daki yemek kültürünü anılarında şöyle naklediyor: “Avrupa’da yemek, kadınların katıldığı ve müziğin de yer aldığı bir sosyal faaliyete dönüşmüştü. Osmanlı’da ise yemek, özel alan olan evde, hane halkı ile ve yakın arkadaş ve dostların katılımlarıyla yenilirdi. Osmanlılar yemeği çok kısa sürede ve merasime dayandırmadan yerken, Avrupalılar yemeği uzun süren, sohbetin olduğu bir merasim gibi görüyorlardı. Osmanlıların yemek odaları yoktu ve insanlar nerede ise orada yemek ikram edilirdi. Buralar ise genelde yaşamlarını sürdürdükleri yerlerdi. Yemekler tepsi içinde alçak sofralara konur ve sofrada sadece kaşık bulunurdu. Özellikle kamu mekânlarında yemekler gruplar halinde yenir ve yemekten önce ve sonra eller mutlaka yıkanırdı. Osmanlı yemek tarzında mahremiyet ve sessizlik hâkimken, Avrupa’da yemek merasimleri için hazırlanmış özel salonlar, büyük kandillerle aydınlatılırdı ve tablolarla dekore edilmekteydi. Salonlara sadece yemek için masalar yerleştirilirdi. Büyük ve sabit masalar aynı zamanda eğlencelere uygun tarzda yapılırdı. Yemek için harcanan süre de çok uzundu.” Paris’te askeri tesislerde kadınların davet edilip müzik eşliğinde yemekler yenildiğini aktaran Çelebi Mehmet Efendi şunları naklediyor: “Nasıl yemek yediğimizi görmek için erkek ve kadınlar akın akın geliyorlardı. Kimilerini defedemeyip naçar ruhsat verdik. Etrafımızı sarıp seyrederlerdi. Bu alışık olmadığımız bir durum olduğundan bize sıkıntı verirdi. Hatır için sabrederdik. Kralın nasıl yemek yediğini, yataktan nasıl kalktığını ve nasıl giyindiğini seyretmeye giderlermiş.” Viyana sefiri Ahmet Resmi Efendi ise ülkede zenginlerin öğlene kadar uyanmadıklarını, öğleyin oturdukları yemekten ikindi vaktinde ancak kalktıklarını, akşam yemekleri yedikten sonra sabaha kadar devam edecek olan eğlenceye başladıklarını naklediyor. Günümüze baktığımızda Avrupalılara mı benziyoruz yoksa ecdadımıza mı? Siz karar verin? Nebevi tüketim biçiminden uzaklaşıldığı ve İslam’ın “helal ve temiz” gıda vurgusunun önemsenmediği çağımızda, bütün insanlık Hz. Peygamber’in ölçülerine her zamankinden daha fazla muhtaçtır. PEYGAMBERİMİZİN ÖLÇÜLERİ Unutmamalıyız ki, Efendimiz de bir insandır. İnsandır ama insanların en güzel ahlaklısı ve en ölçülüsüdür. Kur’an’ın ifadesiyle, “Allah’ın Resulünde sizin için pek güzel bir örnek vardır.” (Ahzap, 21) Allah’ın Resulü (sav) bir Hadis-i Şeriflerinde sağlığın yolunun mideden geçtiğini şöyle anlatıyor: “Mide vücudun sarnıcıdır ve damarlar onun içine dalarlar. Eğer mide sıhhatli ise damarlar da sıhhatlidirler. Eğer mide kötü durumda ise o zaman hastalanırlar.” Bir başka rivayette ise, “Mide hastalıkların evidir. Tedavinin özü ise perhizdir” buyurmaktadır. O, insanın en kötü zaaflarından birinin midesi olduğunu ifade eder. Hz. Peygamber’in hayatı dikkatle incelendiğinde, onun vefat edeceği zaman yakalandığı ateşli humma dışında hiç hastalanmadığı görülür. Konu sağlık ve sağlıklı beslenme olduğunda, ömür boyu hiç hastalanmayan bir Peygamber yukarıdaki ayetin ispatı olarak karşımıza çıkar. Onda başta ümmeti olmak üzere tüm insanlık için örnekler vardır. İşte Efendimizin ölçüleri: Hz. Peygamber yemeği hangi masada yerdi? Günümüzde özellikle şehirlerde çoğu kimse yemeğini, yemek masalarında yemektedir. Oysa Hz. Enes’in (ra) anlattığına göre Hz. Peygamber (sav) -halen birçok köyümüzde olduğu üzere-yemeğini yer sofrasında yemekteydi. “Ben Resulüllah’ın ne tahta sofra üzerinde yemek yediğini, ne de yemek masası üzerinde yemek yediğini hatırlamıyorum.” Enes’in bu sözünü rivayet eden Katade’ye, “Peki neyin üzerinde yemek yiyorlardı?” diye sorulmuştu. “Sofralar üzerinde” diye cevap verdi. “Sofra bezi” denilen örtü yere serilir, üzerine “sofra altı” denilen kasnak veya dört ayaklı ve açılıp kapanabilen altlık kurulur. Sofra bezi veya sofra altlığının üstüne sini konulur. Bağdaş kurularak veya diz çökülerek oturulur sofraya. Bu şekilde oturulduğunda mide katlandığından sofradan daha az yiyerek kalkılır. Oysa masada ve ayakta yemek, doyma hissini azaltacaktır. Vahşi İbn-i Harb anlatıyor: “Resulüllah’ın ashabı dediler ki: “Ey Allah’ın Resulü! Biz yiyoruz, ancak bir türlü doymuyoruz, ne yapalım?” Bunun üzerine, Resulüllah, “Ayrı ayrı yemekte olmayasınız?” diye sordu. “Evet” dediler. Resulüllah da, “Öyleyse yemeğinizde toplanıp bir sofra kurarak hep beraber yiyin, yemeğe “Bismillahirrahmanirrahim” diyerek başlayın. Böyle yaparsanız yemeğiniz, hakkınızda mübarek kılınır” buyurdu. Mübarek üç aylara gireceğimiz bu günlerde Efendimizin sünnetlerini biraz hatırlayalım istedim. Ömrümüz yeterse inşallah önümüzdeki ay kaldığımız yerden devam edeceğiz. Allah’a emanet olun. Kaynak: Ramazan Diyeti-Kemal ÖZER
