
Rabbimize karşı kulluğumuzu ifa ederken şu iki duygu çok önemlidir. Bunlar -Kur’an-ı Kerimin ifadesiyle- havf ve recadır. Havf: Allah’ın azameti karşısında ürperme, korkma; reca ise rızasına, rahmet ve mağfiretine mazhar olmayı ümit etmektir. Cenab-ı Hak kendisine kulluk ederken bu duygular içinde olmamızı emreder. Kur’an-ı Kerim’de: اُدْعُوارَبَّكُمْ تَضَرُّعًا وَخُفْيَةً “Allah’a (azabından) korkup (rahmetini) umarak dua edin”1 buyrularak korku ve ümidin bir arada tutulması nasihat edilmektedir. Bu hikmete binaen Cenab-ı Hak Peygamberlerini hem müjdeleyici hem de uyarıcı olarak göndermiştir. Nitekim Kur’an-ı Kerim’de: رُسُلًا مُبَشِّر ٖينَ وَمُنْذِر ٖينَ “Müjdeleyiciler ve uyarıcılar olarak peygamberler gönderdik”2 buyrulmaktadır. Müminlerin kalbinde, Allah’ın rıza ve muhabbetinden mahrum kalma korkusuyla; onun sonsuz rahmet ve merhametine nail olabilme ümidi daima bir arada bulunmalıdır. Mümin, daimî bir dua, hiçlik ve iltica hâlinde bulunup, (ölüm) gelinceye kadar bu kalbî ahengi muhafaza etmelidir. Hz. Ömer (ra) bu ölçüyü hayatında şu sözüyle muhafaza etmiştir. “Eğer tüm insanlar cehenneme gidecek, sadece bir kişi Cennetlik olacak dense, Acaba ben miyim diye ümitlenirim. Şayet, bütün insanlar Cennete gidecek, sadece bir kişi cehennemlik olacak deseler, acaba ben miyim diye korkarım.” Bir kimsenin Allah hakkındaki marifet ve muhabbeti ziyadeleştikçe, Allah korkusu da o nisbette artar. Bütün hikmetlerin başı Allah korkusudur. Sevgili Peygamberimiz (sav), “Ben Allah’ı en iyi bileniniz ve ondan en çok korkanınızım.” Bir başka hadis-i şerifte ise, “Allah’a yemin olsun ki, eğer benim bildiğimi siz de bilseniz, az güler çok ağlardınız” buyurmuşlardır. İnsanda en mühim ve esaslı bir his, hiss-i havftır. Allah’tan havf eden, başkaların kasavetli, belâlı havfından kurtulur. Allah’tan hakkıyla korkanlar, başka hiçbir şey karşısında korku duymazlar. İnsanlardan korkmak elim bir beladır. Allah Teâlâ’dan havf etmek, onun rahmetinin şefkatine yol bulup iltica etmek demektir. Allah’tan korkmak bir kamçıdır; kulu Allah’ın rahmetinin kucağına atar. Yavrusunu korkutup sinesine çeken annenin o vaziyeti nasıl ki o yavruya korku içinde bir lezzet verir. Aynen öyle de havfullahta da büyük bir lezzet vardır. Sevgili Üstadımız Bediüzzaman Hazretlerinin hayatı, yalnızca Hak’tan korkan bir zatın sergüzeştidir. Hayatında korku değil mahallesine, memleketine bile uğramamıştır. Kendi ifadesiyle şöyle diyor. “Bütün sergüzeşt-i hayatım şahittir ki, hak gördüğüm meslekte gitmeye karşı korku, elimi tutup men edememiş ve edemiyor. Hem neden korkum olacak? Dünya ile ecelimden başka bir alâkam yok. Çoluğumu çocuğumu düşüneceğim yok. Malımı düşüneceğim yok. Riyakâr yalancı bir şöhretten ibaret olan şan ve dünyevi şerefin muhafazasını değil, kırılmasına yardım edene rahmet. Ecelim ise o Hâlık-ı Zülcelâl’in elindedir. Kimin haddi var ki, vakti gelmeden ona ilişsin. Zilletle hayat yaşamaktansa izzetle ölmeyi tercih edenlerdeniz.” Bu imani cesarete sahip olan muazzez Üstadımızın Cenab-ı Hakka olan ubudiyetindeki mahviyetini müşahede eden talebeleri, “Seyda biz de Allah’tan korkuyoruz, fakat sizin ödünüz patlıyor” demekten kendilerini alamamışlardır. Allah’ın azab ve gazabından korkmamız gerektiği gibi, onun sonsuz rahmet ve merhametinden de ümitvar olmamız imanımızın gereğidir. İnsanı yaşatan, ayakta tutan ümittir. Ümidi kırık kalp, paslanmaya yüz tutmuş demektir. Fıtrat olarak günah işleme ve hata yapmaya meyilli olan insanın ebedi saadeti ancak Allah’ın rahmeti sayesinde mümkündür. Rahmeti her şeyi kuşatmış olan Rabbimiz, kullarına karşı engin şefkat ve merhamet sahibidir. Hatadan dönüldüğü ve affı istendiği takdirde -kendisine şirk koşulması hariç- affetmeyeceği günah, bağışlamayacağı suç yoktur. Bu hususta Kur’an-ı Kerim de şöyle buyrulmaktadır: “De ki: Ey kendilerinin aleyhine aşırı giden kullarım! Allah’ın rahmetinden ümidinizi kesmeyin. اِنَّ اللّٰهَ يَغْفِرُ الذُّنُوبَ جَميعًا Şüphesiz Allah bütün günahları affeder. Çünkü O çok bağışlayandır, çok merhamet edendir.”3 İfrat ve tefrit her şeyde olduğu gibi, havf ve reca noktasında da zararlıdır. Ehl-i iman bu iki duyguda ifrattan ve tefritten uzak durmalıdır. Aşırı korku kişiyi ümitsizliğe düşürür. Aklı ve mizacı bozar, meşru istek ve arzuları köreltir. Reca’nın fazlasında ise ihmal ve atalet vardır. İsyan edip itaatten uzaklaşarak Allah’ın rahmeti beklenilmez. Efendimiz (sav): Ölmek üzere olan bir gence “Kendini nasıl buluyorsun?” diye sorduğunda; o genç: “Ey Allah’ın Resulü, Allah’ın rahmetinden ümidim var ancak günahlarımdan da korkuyorum” diye cevap verince Resul-i Ekrem Efendimiz: “Bir kulun kalbinde (ümit ve korku) birleşti mi Allah o kulu umduğuna nail korktuğundan emin kılar” buyurdular. Ya Rabbi! Faydasız ilimden, korkmayan kalbden, doymayan nefisten ve icâbet edilmeyen duadan sana sığınırız. Allah’ım! Bize, günahla aramıza engel olacak kadar korku, bizi cennete ulaştıracak kadar itaatinden hisse nasip eyle. Amin. Kaynaklar: 1- A’raf, 552- Nisa, 1653- Zümer, 53

Öngörülemeyen ve bilinemeyen geleceği layıkıyla istikbal etmenin (karşılamanın) yegâne yolu, geçmiş, şimdi ve geleceği sonsuz ilmiyle bilenin yol göstericiliğine müracaat etmek olsa gerektir. Ve yine bilinemeyen karşısında her şeyi bilen o Evvel ve Ahir’e sığınmaktan başka da çaremiz kalmamaktadır. İngilizce gibi Anglo-sakson dillerinde iki farklı “gelecek” anlayışı bulunuyor. Bunlardan birincisi, “future” ya da “futur” örneğinde görüldüğü gibi zamanda konumlanan şahsın merkeze alındığı ve özneleştirildiği anlayış… Bu anlayışa göre “gelecek” sonradır, yarındır, ötededir ve bizim ulaşacağımız bir hedeftir. İlerlemeci modern anlayışın Hegel gibi düşünürlerde tezahür eden “gelecek” anlayışı bu modele uymaktadır. Derrida’ya göre öyle bir gelecek tahmin edilebilen, belirlenebilen, öngörülebilen bir gelecektir. Gelecekten çok, gidilecek bir noktadır. İkinci anlayışsa, henüz gerçekleşmemiş olduğunu sandığımız gelecek zamanın merkeze alındığı ve onu bugüne gelebilecek bir varlık olarak kabul eden anlayıştır. Buna göre “gelecek”, öteki bir varlıktır ve bulunduğu o muhayyel konumdan şu ana doğru gelmektedir. Derrida, Türkçe’deki “gelecek” kelimesiyle aynı anlama gelen Fransızca “l’avenir” kelimesini “futur” kelimesine tercih eder. Geleceği var edenin biz olmadığımızı, geleceğin bütün belirsizliğiyle ve öngörülemezliğiyle bize doğru gelmekte olduğunu kabul eder. Çünkü düşünür bilmektedir ki, ikinci örnekteki “gelecek” anlayışı merkeze alınırsa, modernitenin bir ürünü olan hümanistik öznenin mutlaklığı düşüncesi, varlığın, ismin ve oluşun onuru adına etkisizleştirilmiş olacaktır. Böylesine öngörülemez bir gelecek adına hiç kimse evrenselci ve totaliter grand-teoriler ortaya atamayacak ve haddini çok fazla aşarak; Faşizm, Marksizm ya da Liberalizm benzeri ilerlemeci ve evrensel kurtuluş vaatlerinde bulunmayacaktır. Fransızca “avenir” kavramına benzer bir anlama sahip olan Almanca “Zukunft” kelimesi de dikkat çekicidir. Kökeni, İncil’in Almanca çevirisindeki “Ankunft” (geliş) ifadesine kadar uzanan bu kelime, Hz. İsa’nın dünyaya yeniden gelişine de inceden inceye imada bulunur. Türkçemizde de “avenir” ve “Zukunft” (İngilizce coming) kelimelerinin anlamlarıyla uyumlu bir şekilde kullanılan “gelecek” kelimesi, öngörülemeyen, programlanamayan bir ötekinin şu ana doğru gelişini ifade eder. Gelecek olan odur ve onun kim/ne olduğunu biz tahmin edemeyiz. Kur’ânî bir kavram olan mugayyebat-ı hamse (beş bilinmeyen) de, Arapça düşündüğümüzde, istikbalden ziyade “âti” (avenir, gelecek, Zukunft) kavramıyla ifade edilebilecek bir gelecek üzerinedir. Gelecek (âti, avenir, Zukunft) kavramı, İslam’ın “Levh-i Mahfuz” inanışıyla birlikte düşünüldüğünde başka anlam imkânlarını da bizlere sunabilir. Ezelde olacakları, sonsuz bir ilim sahibi tarafından bilinmiş olan bütün “olacakların” zamanı geldiğinde olması anlamı, bize Kader ve Kaza inanışını da verecektir mesela. Geleceği, bugüne doğru gelen bir öngörülemez öteki olarak düşündüğümüzde, başka imkânlar da kucaklar bizi. Bize gelebilene bizim de gidebilmemiz mümkün olduğuna göre, insanlığın “geleceğe yolculuk” hayalinin günün birinde gerçekleşmesinin ihtimal dâhilinde olduğunu da söyleyebiliriz böylece. Türkçe söyleyecek olursak, istikbal ve gelecek kavramlarının, birbirlerinden farklı ama oldukça zengin anlam imkânları sunduklarının farkında olmamız gerekiyor. Anda yaşayan bir varlık olarak bize doğru gelmekte olan zamana dair ve öngörülemeyen ötekiyi karşılamak anlamına gelen “istikbal” kavramı, gelecek olanın gelişine karşı ciddi bir hazırlanmayı hatırlatır bizlere. Şairin “seni istikbâl için önce gelmek cihana” mısraında ifade ettiği hakikat, ka-be-le kökünden gelen istikbal kelimesinin “karşılamak, kabul etmek” anlamlarına yöneliktir mesela. Öngörülemeyen ve bilinemeyen geleceği layıkıyla istikbal etmenin (karşılamanın) yegâne yolu, geçmiş, şimdi ve geleceği sonsuz ilmiyle bilenin yol göstericiliğine müracaat etmek olsa gerektir. Ve yine bilinemeyen karşısında her şeyi bilen o Evvel ve Ahir’e sığınmaktan başka da çaremiz kalmamaktadır. Mesela, geleceğimizin nihai sınırı olan “ecel” gelmeden önce, bu en son gelecek olanı karşılamaya (istikbale) hazır olmanın nasıllığını Kur’an’a bakarak öğrenmemiz gerekiyor. Zamanın çizgisel olduğuna ve geleceğin insan öznelerin kontrolünde sürekli bir ilerleme getireceğine dair inancın zeminini sarsacak böyle bir gelecek tasavvuru, modern insanın hiçbir zaman geleceğin öznesi/fâili olamayacağını da ilan edecektir. Bu anlayışa göre ecel gelecektir, nasip gelecektir, rızık gelecektir, kıyamet gelecektir, ahiret gelecektir, hâsıl-ı kelam, bir Mutlak Özne, başımıza her ne gelecekse onu getirecektir. Belki de teknolojisinden ekonomisine, insanoğlunun ilerleme sandığı bütün bu gelişmeler, savaşları, katliamları, hastalıkları, zehirlenmeleri, doğal felaketleri ve muhtemelen en sonunda da mutantların, yapay zekâlı robotların tahakkümünü sonuç verecek olan tedennilerdir. Bunu kim bilebilir? O halde geleceği bizim yaratıp inşa ettiğimize dair o modern hümanistik miti sorgulayıp, geleceğin bize doğru akıp gelen, bizim kontrolümüzün dışında bir öteki/özne/O olduğu gerçeğiyle yüzleşmemizin zamanı artık gelmiştir. Ancak bu yüzleşmeyle, aklımızı (Aydınlanma rasyosunu) evrenin tam da merkezine yerleştirdiğimiz o modern rüyadan uyanabilir; gelecek olanın, O/Hüve tarafından belirlenmişliğinin bize dönük belirsizliği karşısında, ne kadar âciz ve ne kadar fakir olduğumuzun şuuruna varabiliriz.

“Canım kudret elinde olan Allah’a yemin ederim ki, sizler iman etmedikçe cennete giremezsiniz. Birbirinizi sevmedikçe de iman etmiş olamazsınız. Yaptığınız takdirde birbirinizi seveceğiniz bir şey söyleyeyim mi? Aranızda selamı yayınız.”2 İletişim Yelpazesi Çok Geniştir “Canım kudret elinde olan Allah’a yemin ederim ki, sizler iman etmedikçe cennete giremezsiniz. Birbirinizi sevmedikçe de iman etmiş olamazsınız. Yaptığınız takdirde birbirinizi seveceğiniz bir şey söyleyeyim mi? Aranızda selamı yayınız.”2 Evet arkadaşlar, sabah evimizden çıktığımızda sağımızda solumuzda gördüğümüz herkese, hatta Allah’ın yarattığı her canlıya selam verelim. Çünkü her şey Allah’ı tesbih eder. Böylece insanlar arasındaki canlı iletişimi selam ile başlatmış oluruz. “Hem bir selam ile selamlandığınız zaman, (siz) ondan daha güzeli ile selam verin veya ona (aynı ile) mukabele edin! Şübhesiz Allah, her şeyin hesabını hakkıyla görendir.”3 İLETİŞİM: İnsanın insanla, toplumla, tabiatla ve insanın kendisiyle kurduğu ilişkilerdir. İnsanlar konuşarak, hayvanlar koklaşarak anlaşırlar. İletişimde selam ile başlayıp konuşma ve dinleme adaplarına dikkat etmeliyiz. Nerede, ne zaman ve nasıl konuşacağımızı da iyi bilmemiz gerekir. Mesela Peygamberimiz Hz. Muhammed (sav) iletişimin en önemli öğesi olan selam ile başlayıp konuşma adabına son derece dikkat ederdi. Karşısındaki kişinin konumunu ve değerini takdir ederdi. Bir konudan başka bir konuya atlamazdı. Yumuşak ve tane tane konuşurdu. Ashabı da anlamayı kolaylaştıran DİNLEMEYİ en hassas şekilde yaparlardı. Sanki başlarında bir kuş varmış ve onu ürkütmemek için dikkatle ve başka bir işle uğraşmadan dinleyip, icap ederse edep dairesinde soru sorarlardı. Nerede Nasıl Konuşmalıyız? Padişahın biri rüyasında bütün dişlerinin döküldüğünü, yemek bile yiyemez hale geldiğini görür. Sıkıntı ve acı içerisinde uyanır. Sarayın rüya yorumcusunu huzuruna çağırır. Uyku sersemi olan yorumcu başına hemen rüyasını anlatır ve “Tabircibaşı bu rüya hayır mıdır, şer midir, neye işarettir hemen söyle” der. Tabircibaşı biraz düşünür sonra utana sıkıla “şer padişahım” der. Padişah yüzüne karşı böyle söylenmesine şaşırmış, adeta küçük dilini yutmuştur, tabirci devam eder: “Uzun yaşayacaksınız; ama ne yazık ki, bütün yakınlarınızın gözlerinizin önünde birer birer ölüp sizi yapayalnız bıraktıklarını göreceksiniz.” Bir an sessizlik olur; ardından padişah kükrer: “Tez atın şunu zindana, felaket tellallığı yapmak neymiş öğrensin!” Tâbircibaşı, yaka paça götürülüp zindana atılır. Padişah bir başka tâbircinin bulunmasını emreder. Huzura getirilen ikinci tâbirciye de rüyasını anlatıp sorar: “Hayır mıdır, şer midir?” der. İkinci tâbirci de önce biraz düşünür ama sonra yüzü aydınlanır: “Hayırdır, Padişahım!” der. “Bu rüya, bütün akrabalarınızdan, yakınlarınızdan daha uzun yaşayacağınıza dalalet eder. Daha nice seneler boyu güzel memleketimizi yüksek adaletinizle idare edebileceksiniz inşaallah.” Padişahın keyfi yerine gelir, ağzı kulaklarında buyurur: “Bu tabirciyi tâbircibaşı yaptım. İki kese de altın verin!” Başından sonuna kadar durumu takip edenler, tâbirciye sorarlar: “Aslında sen de, tâbircibaşı da aynı şeyi söylediniz. Niçin onu cezalandırdı da seni mükâfatlandırdı?” Zeki tâbirci güler: “Elbette aynı şeyi söyledik; ama mühim olan, kimilerine ne söylediğin değil, nasıl söylediğin, karşıdakinin neyi, nasıl anlamasıdır?” İletişimde Etkili Dinleme “Konuşmak bir mana ise, susmak bin bir mana… Herkes konuşmasına konuşur fakat sükût (susma-dinleme) yürekli olanda yeşerir.” (Hz. Mevlana) İyi bir iletişim kurmak için aynı zamanda iyi bir dinleyici olmalıyız. İyi bir dinleyici olmak için birbirimizden yardım almalıyız. Dinlemede önemli olan, karşımızdakine saygılı olmaktır. Anne-baba olarak veya öğretmen olarak çocuklarımıza öğüt veya konuşma etkinliği yaparız. Oysa onların isteklerini yerine getirmenin ve anlamanın yolu ilk önce onları dinlemektir. Bu konuda en güzel örnek Peygamber Efendimizdir. O (sav), çok küçük çocukları bile dinlerdi. Yanlış yapıldığında hemen kızmaz, kızdığında da yanlış yapanı önce dinler sonra o kişiyi toplum içinde rencide etmezdi. Kişiyi değil de yanlış davranışı açıklardı. Hatta Hz. Enes Bin Malik adındaki bir çocuk peygamberimizin yanında on yıl kalmış ve eğitim almıştır. Ve Peygamberimizin (sav) eğitimdeki usulünü şöyle özetler: “Ben on yıl Peygamberimizin (sav) yanında kaldım bana şunu niçin böyle yaptın veya neden yapmadın” demedi. Yine bir defasında kuşu ölen ve bu yüzden ağlayan bir çocuğu önce dinleyip sonra teselli etmiştir. Onun duygularını anlamak için empati yapmıştır. Farklılıklara Saygı İnsanlar zihinsel ve bedensel olarak farklı özelliklerde yaratılmıştır. Allah’ın takdir ettiği farklı özelliklerimiz bizim için eleştiri ve alay konusu olmamalıdır. Çünkü bazı eksik gibi görünen durumlar bizim için bir imtihan edilme sebebidir. O farklılıklar ile sabır gücümüz test edilir. Farlılıklarımız veya bize verilen farklı nimetler verilenlere şükür etmemize sebeb olmalıdır. Eğer saygı duymazsak hem günah kazanmış oluruz hem de Rabbimiz o kınadığımız farklılıklarla bizi de imtihan eder. Mümin kardeşimize bu farklılıklardan dolayı kin ve düşmanlık ise en tehlikeli bir davranıştır ki iletişimi tamamen koparır. Asrımızın bilge ve dava adamı Bediüzzaman Said Nursi Hazretleri şöyle bir açıklama yapar: “Ey insafsız adam! Şimdi bak ki, mümin kardeşine kin ve adavet (düşmanlık) ne kadar zulümdür. Çünkü nasıl ki sen adi, küçük taşları Kâbe’den daha ehemmiyetli ve cebel-i Uhud’dan (uhud dağı) daha büyük desen, çirkin bir akılsızlık edersin. Aynen öyle de, Kâbe hürmetinde olan iman ve cebel-i Uhud azametinde olan İslâmiyet gibi çok evsâf-ı İslâmiye (İslami değerler) muhabbeti ve ittifakı istediği halde, mümine karşı adavete sebebiyet veren ve adi taşlar hükmünde olan bazı kusurâtı iman ve İslamiyet’e tercih etmek, o derece insafsızlık ve akılsızlık ve pek büyük bir zulüm olduğunu, aklın varsa anlarsın.”4 Yukarıdaki mesajlardan da anlaşıldığı gibi Rabbimiz bir, yaratanımız bir, rızık verenimiz bir, bine kadar bir bir… Dinimiz bir, kıblemiz bir, yüze kadar bir bir… Demek ki bu kadar ortak birlerimiz varken bir kaç tane olan şahsi ve bedeni farklılıklarımız veya hoşumuza gitmeyen bazı huylar, binlerce ortak “bir”in yanında çakıl taşları gibi olup bir kıymet ifade etmez. Kâbe’den ve Uhud dağından daha büyük olan değerlerimiz ise sevgi, muhabbet ve farklılıklara saygının temel kilometre taşlarıdır. Kitle İletişimin Önemi Ve Doğru Kullanımı KİTLE İLETİŞİM: Haber verme, eğitim, propaganda, reklam gibi çok çeşitli görevler taşıyan, temel olarak tek yönlü iletişimdir. TV, internet, radyo, gazete gibi yazılı ve görsel basın ve medya araç-gereçlerine kitle iletişim araç ve gereçleri denir. Kitle iletişim araç ve gereçlerinin en önemli görevi doğru ve tarafsız bilgi aktarmaktır. Fakat günümüzde bilhassa gerek iç gerekse dış dünyada bazı aksaklılklar yaşanmaktadır. Asıl görevi olan haber, bilgilendirme ve doğruyu anlatmaktan çok eğlendirme amaçlı ve ahlak dışı kullanılmaktadırlar. Bazen de yalan ve algılarla (yönlendirme) insanların gerçekleri öğrenmesi engellenmektedir. Mesela küresel güçlerin oluşturdukları terör örgütlerinin elamanları milli ve manevi değerlerimizi tahrip etmek için kitle iletişimi kullanarak değerlerimizi ve gençlerimizi aldatmaya çalışmaktadır. Bizim İslami motifleri ve sembolleri de kullanıp bizden görünüp sinsi planlar yapabilmektedirler. Bu gibi tehlikelere karşı Peygamberimizin (sav) buyurduğu gibi düşmanımızın silahı ile silahlanmalıyız. Yani onların kullandıkları teknolojiyi tanıyıp ondan daha iyi teknolojiyi üretip masum ve temiz neslimizi ve diğer İslam âlemini kitle iletişim ile açılan kültür savaşlarından kurtarmalı ve doğru değerlerle donatmalıyız. Özgürlük ve İletişim Özgürlüğü, herhangi bir şarta bağlanmadan, kısıtlamaya bağlanmaksızın düşünme ve davranma durumu olarak bilmekteyiz. Fakat düşüncelerimiz veya davranışlarımız bir başka kişinin milli ve manevi değerlerini kısıtladığı veya engellediği yerde biter. Bu da demek oluyor ki asıl özgürlük istediğin her şeyi yapmak değil, toplumun değerlerini tahrip eden toplumun huzurunu engelleyen düşünce ve davranışları terk etmektir. Çünkü sosyal bir varlık olan ve aynı zamanda sonsuz bir hayat için imtihana tabi tutulan insan evvela yaratıcısı tarafından helal dairesi içinde sınırlandırılmıştır. Eğer bu sınır çizilmemiş olsa güçlü mazlumu ezer, mazlum ise sevgi ve saygıyı kaybeder, kin ve nefret dünyayı yaşanmaz hale getirir. Hakiki hürriyetin (özgürlük) nasıl olduğunu Bediüzzaman Hazretlerine sorduk, aldığımız cevap tek kelimeyle harikaydı. Bakalım ne diyor; Sual: Hürriyeti bize çok fena tefsir (yorumlamak) etmişler. Hatta âdeta hürriyette insan, her ne sefahat (günah) ve rezalet işlese, başkasına zarar etmemek şartıyla bir şey denilmez. Acaba böyle midir? Bediüzzaman Hazretleri: Öyleler hürriyeti değil, belki sefahat ve rezaletlerini ilan (duyurma) ile çocuk bahanesi gibi bir hezeyan ediyorlar. Zira nazenin (hoş, iyi) hürriyet, âdâb-ı şeriatla (İslami kurallar) müteeddibe (edepli) ve mütezeyyinedir (süslendirilmiştir). Yoksa sefahat ve rezaletteki hürriyet, hürriyet değildir. Belki hayvanlıktır, şeytanın istibdâdıdır (baskı), nefs-i emmâreye (kötü nefis) esîr olmaktır. Hürriyet, umumi efradın zerrât-ı hürriyâtının muhassalıdır (bütün fertlerin hürriyetinden ortaya çıkar). Hürriyetin şanı odur ki, ne nefsine, ne gayrıya (başkası) zararı dokunmasın. Belki hürriyet budur ki, kanun-u adâlet ve te’dîbden başka, hiç kimse kimseye tahakküm (hükmetmek) etmesin. Herkesin hukuku mahfuz kalsın. Herkes harekât-ı meşrûasında (helal dairesi) şahane serbest olsun...” (Münazarat) Evet, helal dairesi keyfimize yeterlidir. Evet arkadaşlar, demek ki kitle iletişim araç ve gereçleri de bahsi geçen düsturlar çerçevesinde hareket ettiği sürece hakiki özgürlüğün yaşanmasına destek olur. Toplum da huzurlu ve mutlu yaşar. Türk-İslam Kültüründe İletişimi ve Sevgiyi Artıran Bazı Edepler Hâsılı kelam, Konuşurken en güzel kelimeler ve cümleler seçilmelidir. Konuşmaları yavaş yavaş, tane tane anlaşılır yapmak. (Hz. Aişe validemiz, “Resulullah konuşurken eğer birisi kelimeleri saymak isteseydi sayabilirdi.” diye anlatmaktadır.) Kesin bilgi olmayan konulardan kaçınmak Konuşanın sözünü kesmemek Konuşan kişi ile alay etmemek Büyükleri dinlerken saygı göstermek, başka bir işle meşgul olmamak önemli olacaktır. Selam ve dua ile… Kaynaklar: 1- Bakara, 832- Hz. Muhammed sav. Müslim, Tirmizi, İbn Mace3- Nisa suresi, 864- 22. Mektup, 109

Zaman hızla akıp giderken satırlara dizilen kelimeler bizden ve hayattan haber vere geldi bu zamana kadar. Nice güzel hakikatler yazarlarımızın gönüllerinde demlenmiş olarak dergi sayfalarında hayat buldular, ışık tuttular… Bu sayımızdaki yazılardan kapak konusu seçmekte zorlandım açıkçası. Birbirinden güzel yazılar var. Hangisini öne koysam diğerleri bir adım öne çıktılar. Aile desem önemli… İletişim desem o da önemli… Ayasofya, o? O da önemli elbette. Ve tabii diğerleri… Verdiğimiz bizim diye bizlere ufuk veren Efendimizin (sav) bu manadaki beyanını önde tutalım istedik. “İnfak et kardeşim!” yazısını kapağa taşıdık. Biliyoruz ki verdikçe artıracağız. Paylaştıkça çoğalacağız. Sıkıntılara ilaç olmaya çalıştıkça selamet bulacağız. Biliyoruz ki birbirimizin hem imtihanı hem kazancıyız. Allah’ın kulları olarak Allah için olmak adına varız. Onun için Allah’ın bize verdiklerinden Allah’ın verin dediklerine vermeyi bahis mevzuu yaptık. Bu ay da karşınıza bizim olanlarla çıktık. Eğer maddi olarak çok imkânımız yok ise de gönül alıcı güzel bir sözümüz, duamız, manevi tesellimiz, tatlı bir nasihatimiz de mi yok? Bir yetimin başını okşamak sadaka iken, niçin mümin kardeşimizden bu güzellikleri esirgeyelim, mukabilinde yüksek ecirlerden mahrum kalalım? Evet, kalmayalım istedik. Allah gönlümüzü ve elimizi cömert eylesin, vazifemizi fark ettirsin inşallah. Mevlana Hazretlerinin yedi öğüdünü hemen hepimiz biliriz. Okumuşuz, görmüşüzdür. Fakat bu kez o nasihatin aile için uyarlanmış halini okuyacaksınız. Geçen ay “Kendine Gel!” başlığıyla kapağa çektiğimiz bu konunun Mevlana’ca bakılmış halini İrfan Mektebi penceresinden yeniden teneffüs edeceksiniz. Kendine gelinmesi gereken yerin/ailenin yorumlanmış bu halini üzerimizde görebilmeyi de nasib eylesin Rabbimiz. “İnsanlara güzel söz söyleyin” diyen Efendimizin (sav) baktığı yerden görmeye çalıştığımız iletişim konusu da belki de hayatımızdaki en önemli şeylerden birisi. Her alanda iletişimi kaybetmiş olmanın acısını yaşıyoruz belki de şu an. İman ve küfür savaşının verildiği şu dünya hayatında muharebesizlik ne dehşetli bir mesele olduğunu, tarihte kaybedilen çok savaşların altında yatan sebep olarak bulduğumuzda bir nebze anlarız belki. Kalbden kalbe yol bulan bir medeniyetin mensupları olarak en çok bizim hakkımız, bize ait olanla konuşabilmek, anlaşabilmek. Aynı dili konuşacağız; millet olmak için, devlet olmak için, ümmet olmak için, mümin olmak için! Başka yol yok. Ve müze yakıştırmasıyla tarih boyu ve günümüzde boynumuzu büken, Fatih Sultan Mehmet’in emanetine sahip çıkamama mesuliyetini omuzlarımızda bütün ağırlığıyla hissettiren Ayasofya! O da sayfalarımızda yerini aldı. Hiç olmazsa buğz edelim dedik, imanın en zayıf noktası da olsa. Lakin damlalar göl olur, deniz olur. Dualar birleşir arşa ulaşır. Çok sürmez Ayasofya bütün ihtişamıyla hilafeti haykırır. Allah encamımızı hayreylesin. Kalın sağlıcakla.

Ortaköy (Büyük Mecidiye) Camii Ortaköy Camii olarak anılan Büyük Mecidiye Camiinin bulunduğu yerde Vezir İbrahim Paşa’nın damadı Mahmud Ağa’nın yaptırdığı bir mescid vardı. Bu mescidin yerine Sultan Abdülmecid, 1854 senesinde günümüze kadar gelen Ortaköy Camiini inşa ettirmiştir. Caminin mimarı Nikogos Balyan’dır. Cami, 19. yüzyıl diğer selâtin camilerinde olduğu gibi harim bölümü ve girişin önünde yer alan hünkâr kasrından oluşmaktadır. Duvarlara asılmış Dört Halife’nin isimlerinin olduğu levhalar ve minberin üzerindeki kelime-i tevhid Sultan Abdülmecid tarafından, diğer hatlar Ali Haydar Bey tarafından yazılmıştır. Caminin dış cephesi barok ve rokoko tarzında taştan, oyma ve kabartma süslemeleriyle dikkat çekmektedir. Caminin geniş ve yüksek pencereleri vardır. Harim kısmında giriş holü dışındaki diğer üç cephede iki sıra halinde büyük yuvarlak kemerli üçer pencere yer alır. Bunlardan kıble cephesinin alt orta penceresi sağır olup buraya mihrap yerleştirilmiştir. Ortaköy Camii, son olarak 2011-2014 seneleri arasında restore edilmiştir. Cuma Selamlığı Osmanlı padişahlarının halka açık bir camide cuma namazı kılması ve bu arada yapılan merasime Cuma Selamlığı denilmektedir. Cuma selâmlığı sırasında ilmî, askerî ve mülkî erkân üniforma ve resmî kıyafetleriyle hazır bulunurlar, merasime iştirak ederlerdi. Padişahların uzak camilere gidiş ve gelişlerinde devlet erkânı teker teker hükümdara yaklaşarak devlet meselelerini görüşüp müzakere ederlerdi. Bu sırada emniyetin ve ihtiyaçların karşılanması görevini yeniçeri ağası ve emrindeki yeniçeriler yapardı. Yeniçeri ağası askerle ilgili bazı önemli meseleleri cuma selâmlığı sırasında veya sonrasında padişaha iletebilirdi. Yabancı devlet erkânı da selâmlığı ilgiyle takip ederdi. Cuma selâmlığıyla ilgili olarak üzerinde durulması gereken en önemli husus, şüphesiz halkın dilek ve şikâyetlerini şifahî veya yazılı olarak bizzat hükümdara ulaştırmasıdır. Cuma selâmlığında verilen arzuhallerin gereğinin yapılmasından genellikle sadrazam sorumlu idi. 18. yüzyıl sonlarından itibaren cuma selâmlığında halkın arzuhallerinin hükümdara ulaştırılmasında daha pratik bir yol benimsenmiştir. Camide saflar arasında dolaşan padişaha (saraya) bağlı görevliler arzuhalleri toplar, “ma‘rûzât-ı rikâbiyye” adı altında özetlerini sunar, hükümdarın bu husustaki iradelerini de not ederlerdi. Osmanlı döneminde son cuma selâmlığı, Halife Abdülmecid Efendi’nin 29 Şubat 1924’te kıldığı namaz sırasında olmuştur. 10 Şubat 1258 Moğollar, Bağdat’a saldırdılar 10 Şubat 1258’de Moğollar Bağdat’a saldırdılar; Halife Musta‘sım kayıtsız şartsız teslim oldu ve halk kılıçtan geçirildi. Kuşatmadan önce Bağdat’a akın eden çok sayıdaki köylü de bu acı akıbetten kurtulamadı. Öldürülenlerin sayısı ile ilgili olarak kaynaklarda zikredilen tahminler, daha sonraki kaynaklarda daha yüksek olmak üzere 800.000 ile 2 milyon arasında değişmektedir. Şehrin her tarafındaki gömülmemiş cesetlerden yayılan tahammülü imkânsız kokular Hülâgû’yu bile birkaç gün için çekilip gitmeye mecbur etti. Şehir yağmalandı, camiler ahır haline getirildi. Kütüphaneler tahrip edildi. Kitapların bir kısmı yakıldı, bir bölümü de Dicle nehrine atıldı, nehir günlerce mürekkep renginde aktı. İslâm medeniyetinin duraklamasına sebep olan Moğol istilâsı sadece Bağdat için değil bütün İslâm dünyası için korkunç bir felâket olmuştur. Bununla beraber Bağdat tamamen yıkılmaktan kurtuldu. Hülâgû Bağdat’tan ayrılmadan önce halka ait bazı binaların onarılmasını emretti. Şehir 1340 yılına kadar İlhanlılar’ın hâkimiyetinde kaldı. 12 Şubat 1074 Kaşgarlı Mahmud, Divanu Lugati’t-Türk’ü yazmayı tamamladı Divanu Lugati’t-Türk, Kaşgarlı Mahmud tarafından Araplara Türkçeyi öğretmek için hazırlanmış ilk Türkçe sözlüktür. Kaşgarlı Mahmud, 25 Ocak 1072’de yazmaya başladığı eserini, birkaç defa gözden geçirip yeni ilâveler yaptıktan sonra 12 Şubat 1074’de tamamlamıştır. Eserini, Bağdat’ta Halife Muktedî-Biemrillâh’ın oğlu Ebü’l-Kasım Abdullah’a takdim etmiştir. Türk dilinin ilk sözlüğü olan Dîvânu Lugati’t-Türk, çeşitli Türk boylarından derlenmiş bir ağızlar sözlüğü karakterini taşımaktadır. Bununla birlikte eser yalnızca bir sözlük olmayıp Türkçe’nin 11. yüzyıldaki dil özelliklerini belirten, ses ve yapı bilgisine ışık tutan bir gramer kitabı; kişi, boy ve yer adları kaynağı; Türk tarihine, coğrafyasına, mitolojisine, folklor ve halk edebiyatına dair zengin bilgiler ihtiva eden, aynı zamanda döneminin tıbbı ve tedavi usulleri hakkında bilgi veren ansiklopedik bir eser niteliği de taşımaktadır. 25 Şubat 1643 Sultan 2. Ahmed doğdu Babası Sultan İbrahim, annesi Muazzez Sultan’dır. Kardeşi Sultan 2. Süleyman’ın yerine, 23 Haziran 1691’de kırk dokuz yaşında iken Edirne’de tahta çıktı. Bu sırada Osmanlı-Avusturya savaşları devam etmekteydi. Bu savaşlar sırasında Osmanlı Devleti birçok defa galip gelse de askere olan ihtiyaç çoğaldığından, Girit dışındaki bazı adaların muhafız kuvvetleri azaltılmıştı. Sakız Adasının korunması da yalnız kalyon leventlerine bırakılmıştı. Bunu fırsat bilen Malta ve papalık gemileri Sakız’a asker çıkararak adayı işgal ettiler (21 Eylül 1695). Bu duruma çok üzülen Sultan 2. Ahmed, adanın kurtarılması için derhal hazırlıklara başlanmasını emrettiyse de kısa bir süre sonra, 6 Şubat 1695’te elli iki yaşında iken istiskadan (ödem) Edirne’de vefat etti. Naaşı İstanbul’a getirilerek Kanuni Sultan Süleyman’ın türbesine defnedildi. Hassas ve hiddetli bir mizaca sahip olan Sultan 2. Ahmed, şiir ve musikiye meraklı, aynı zamanda hattat bir padişahtı.

Şubat ayının bütün soğukluğunu iliklerimizde hissettiğimiz şu günlerde hatırladıkça içimizi titreten, tarihî ama bir o kadar da güncel bir olayın yıldönümünü hatırlıyoruz: 1 Şubat 1935 Ayasofya’nın müzeye çevrilmesi. Hani derler ya: “Konuşsam faydası yok, sussam gönül razı değil.” Hissettiğim tam olarak da buydu bu satırları yazarken. Aslında bu mevzu tarihçiler arasında belirsizliğini hala koruyor. O döneme ait olduğu öne sürülen “reisicumhur” imzalı kararnamenin sahte olduğunu da gerçek olduğunu da öne sürenler var. Kararnamenin Resmi Gazete’de yayımlanmadığını, meşru olmadığını savunan eski Türk Tarih Kurumu Başkanı Yusuf Halaçoğlu, Ayasofya’nın resmi vasfının değişmediğini, 84 yıldır bitmek bilmeyen bu tamiratın kasıtlı olarak bitirilmediğini ileri sürerek, içerdeki inşaat iskelelerinin bu yüzden dolayı sökülmediğini dile getirir. Bu bir muamma olsa da gerçek olan bir şey var ki; fethin sembolü olan Ayasofya’nın, orayı fetheden ulu hünkârın vasiyetine rağmen aslî kimliğinden uzaklaştırılmış olmasıdır. Cumhuriyet’in ilk yılları İstanbul’un büyük camileri ile ilgili birbirinden tuhaf tekliflerin yapılıp birbirinden tuhaf kararların alındığı yıllardır. Ayasofya ile ilgili ilk tuhaf teklif Amerikan Caz Orkestraları Birliğinden gelir. 1926 Aralık ayında Türkiye’ye başvurarak o senelerde cami olarak kullanılan Ayasofya’yı “dünyanın en büyük caz kulübü” hâline getirmeyi teklif etmiş ve dünyanın en büyük caz orkestraları ile beraber en kalabalık ve en güçlü saksafonlarını getirmeyi vaat etmişlerdi. O günün gazeteleri “Ayasofya’da Dans” başlığı ile verdikleri haberi şöyle yazdı: “İstanbul’daki meşhur Ayasofya Camii’nin bir dans salonu haline getirilmesi için teklif yapıldı. Bir grup işadamı, bu büyük yapının ibadete uygun olmadığını söyleyerek, Ayasofya’nın dans salonuna çevrilmesi için İstanbul Valiliğine müracaatta bulundu.” Neyse ki böyle bir rezalet yaşanmadı ama sanki bu olay birilerinin içlerinde bir ukde olarak kalmış olmalı ki geçtiğimiz ay gazeteler 93 yıl sonra “Ayasofya’da Dans” başlığını yeniden atmak zorunda kaldı. Yine iş dünyasının önemli isimlerinin olduğu 150 kişilik grupta bulunan bir işkadını, gece yarısı baskını gibi yapılan o mütecaviz ziyarette kadim değerlere meydan okurcasına ve olanca fütursuzluğu ve gayrimeşruluğu ile dans etme cüretini gösterdi. Ne yazık ki heyecana gelerek Ayasofya’da iki rekât namaz kılan bir insan kadar bile engellemeyle karşılaşmadı. Doğru ya, sonuçta orası bir müzeydi... Peki, nasıl oldu da 400 yıldan fazla ehl-i imana kucak açan o yüce mabed, bilet ve ayakkabı ile girilebilen bir mekâna dönüştü. Bu işin nasıl olduğunu anlamak için hikâyenin en başına gitmemiz gerekiyor… Beyoğlu İstiklal Caddesi’ndeki Tokatlıyan Pasajı bir zamanların ünlü Tokatlıyan Oteli’dir. 12 Haziran 1929 akşamı, yemek için 8 zengin ve ünlü Amerikalı bu otelde buluşur. Ayasofya’nın “kaderini değiştirecek” Bizans Enstitüsü de o akşam bu otelde kurulmuştur. Thomas Whittemore isimli arkeolog, Amerikalı zenginlerden İstanbul’daki Bizans eserlerini kurtarmak için para toplayarak Bizans Enstitüsü’nü kurmuş, 2 yıl sonra da Ayasofya’daki üzeri sıvayla kapatılmış Bizans mozaiklerini ortaya çıkarmak için Ankara’dan izin almış ve çalışmalarına başlamıştı. Bu gelişmelerin bir sonucu olarak 1934 Aralık ayında, Kadir Gecesi’ne rastlayan o günde, Ayasofya’nın demir parmaklıklarının üstüne şu yazı asılır: “Müze tamir ve tasnif sonuna kadar KAPALIDIR!” Ayasofya artık cami vasfından çıkarılmış ve müze olmuştur. Tamir değil aslında tahrip edilen o kutlu mabed, bu levhanın asılmasından 2 ay sonra -Şubat 1935’te- müze olarak ilk ziyaretçilerini kabul etti. Hâlbuki Bakara suresi 114. ayette ne diyordu: “Hem Allah’ın mescidlerini ki içlerinde onun isminin zikredilmesini men’ eden ve oraların harâb olması için çalışandan daha zâlim kim olabilir? İşte onlar ki kendilerinin oralara ancak korkan kimseler olarak girmeleri gerekirdi. Onlar için dünyada bir rezillik, yine onlar için ahirette (de pek) büyük bir azab vardır.” O tarihlerde gazeteler sadece Ayasofya’yı değil, diğer selatin camileri de gündeme taşıyorlardı. 7 Eylül 1934 günkü Cumhuriyet gazetesindeki haberde şöyle yazıyordu: “Ankara’dan akşam gazetelerine bildirildiğine göre Sultanahmet Camisinin kütüphane olmasına karar verilmiştir. Buraya şehirdeki diğer kütüphanelerde mevcut kitaplar nakledilecek ve millî bir kütüphane meydana getirilecektir...” Aynı gazeteler İstanbul’un manevi direği olan ecdat yadigârı camiler için: “Bunlar artık dini değil, yalnız ilmi mahiyeti haiz yüksek kıymetli eserlerdir.” diyorlardı. Cemal Reşit Rey, hatıralarında dönemin ünlü ressamlarından Namık İsmail ile Çallı İbrahim’in Sultan Ahmed Camisi’nin resim galerisine dönüştürülmesini teklif ettiklerinden bahseder. Hatta daha iyi ışık alabilmesi için kubbesinin delinmesi bile gündeme gelmiştir. Çılgınlıkta sınır tanımaz bu kraldan çok kralcılara dur diyen -bugün 20 TL’lik banknotların arkasında resmini gördüğümüz- koca yürekli Mimar Kemaleddin’i hayırla yâd etmeliyiz. O sanatçı bozuntularının bu çılgın fikrine kahramanca karşı çıkmış ve onları engellemiştir. Ayasofya ile alakalı gelişmeleri yakından takip eden Yunan Kralı Venizelos sevincini bir tebrik ile belirtmiş, kazıları yapan Whittemore’un yakın arkadaşı olan John D. Rockfeller da bizzat İstanbul’a gelerek Ayasofya’yı gezmişti. Hâlbuki ne mübarek ayaklar değmişti avlusuna, eşiğine. Hatta İbni Battuta, İstanbul’u henüz Bizans’ın elinde iken ziyaret ettiğinde Ayasofya’ya girmek istemişti de, “Haça secde etmeyen kimseyi içeri almayız!” diyerek girişine mani olmuşlardı. Ecdadımızın cari âdetine göre, bir şehir feth olunduğunda, fethi yapan hünkâr veya kumandan, ancak cuma günü şehre girer, o zamana kadar o yerin cami haline çevrilen en büyük kilisesinde cuma namazını eda ederdi. Sultan Mehmed de İstanbul’u 27 Mayıs günü fethettiğinde şehre fetih günü girmedi; 30 Mayıs Cuma günü girdi. Ayasofya ehl-i imanı bağrına basmak için sabırsızdı. O güne kadar kilise olan yapı temizlenmiş, kubbenin sağlam kalmış kısmının altı namaz kılınacak hale sokulmuş, muvakkat bir de mihrap oturtulmuştu. Akşemseddin Hazretlerinin imametinde, Fatih Sultan Mehmed ve o mübarek askerleri cuma namazını eda ettiler. Bu andan itibaren Ayasofya kilisesi artık Ayasofya Cami olmuştu. Tarihe de şöyle not düşmüştü ulu hakan vakfiyesinde: “Bu vakfiyeyi kim değiştirirse, Allah’ın, Peygamber’in, meleklerin ve dahi bütün Müslümanların ebediyen laneti onun ve onların üzerine olsun, azapları hafiflemesin onların, haşir gününde yüzlerine bakılmasın.” Şimdi Necip Fazıl’ın diliyle soruyoruz bütün haklılığımız ile: Mezarda kan terliyor babamın iskeleti Ne yaptık, ne yaptılar mukaddes emaneti? Bugün tutsak ve mahzun olan sadece Ayasofya değildir. Yeryüzünün ilk mabedi olan Mescidü’l-Haram ve Rasulullah’ın istirahatgahı Mescid-i Nebevi, kendilerine “Hadimü’l-Haremeyn-i Şerifeyn” diyen ama aslında bir haremleri Amerika, bir haremleri İsrail olan basiretsiz krallara tutsak. İlk kıblemiz Mescidü’l-Aksa, siyonist işgalciler ve ruhunu onlara satan güya Müslüman emirlere tutsak. Bakmayın Ayasofya’nın kapısındaki turnikelere, kim ona ne nam ve vasıf takarsa taksın Ayasofya camidir ve kıyamete kadar da öyle kalacaktır. Peki, ne zaman mı Ayasofya’da cuma namazı kılarız? Müslümanlar, İsrail askerleri ayakkabılarıyla Mescid-i Aksa’ya giriyor diye gerçekten üzülmeye ve gözyaşı dökmeye başladığında. Vesselam...

Hepimizin bildiği, tablo halinde duvarlarımızı süsleyen Mevlana'nın 7 öğüdünü, hayatın her alanına uygulamak mümkün. Özellikle evlilik hayatında bu öğütler uygulansa güzel sonuçlar alınacağını düşünüyorum. Bu güzel hakikatleri bir formül şeklinde yuvamızın huzuru ve mutluğu için kullanabiliriz. Şefkat ve Merhamette Güneş Gibi Ol! Rabbimiz rahmetiyle herkese hayatı ve hayata lazım olan şeyleri ihsan ediyor. Bizlere sınırsız merhamet ve şefkatini gösteriyor. Aile fertlerine de rahmet ve bereketiyle tecelli ediyor. Biliyoruz ki, aileyi ayakta tutan en temel esaslardan bir tanesi şefkattir. Mesela, anne, baba; bir güneş gibi evini, obasını nurlandırır, şenlendirir. Evlatlarını şefkatin çekim kuvvetiyle, merhametin, himayetin cazibesiyle besler, büyütür, muhafaza eder. Onun dünyasını da ahiretini de dert eder. Karşılık istemez, menfaat gözetmez. Eğer güneş gibi olan böyle bir şefkat; olmazsa aile, aile olmaz. Evler yatılmaya gelinen bir otele döner. Ev içinde kimse kimseye acımaz, merhamet etmez. Herkes kendi zevki ve keyfi için yaşar. Böyle bir ailede çocuklar sahipsiz, yaşlılar ümitsiz, hastalar ve düşkünler ise çaresiz kalırlar. Bugün Avrupa’daki, sadece aşk üzerine, maddi, dünyevi ihtiyaçlar, zevkler öncelenerek kurulan dünyevileşmiş aile modeli bu yapıdadır. Hâlbuki şefkat aşktan çok keskin ve parlak ve yüce ve halistir, samimidir. Bundandır ki, aile hayatı ancak şefkat ve merhametin kanatları altında yaşayabilir. Muhabbetin de ihmal edilmediği ancak şefkatin esas olduğu evler, sıcacık bir yuva olur. Eşler birbirine karşılıksız destekçi, hesapsız yardımcı olurlar. Biz de aile bireyleri olarak güneş gibi merhametle çevremizi nurlandırmalıyız. Cömertlik ve Yardımseverlikte Akarsu Gibi Ol! Mevlana Hazretleri, cömertlik ve yardımseverlik konusunda nehir gibi, akarsu gibi olmamız gerektiğinden bahsediyor. Su rahmetin, bereketin, bolluğun kaynağıdır. Bizler de aile hayatında tertemiz, bereketli su gibi olmalıyız. Tohumları, çiçekleri yetiştiren, geliştiren su gibi olmalıyız. Bu yuvalarımız için en büyük cömertlik ve yardımdır. Mesela anne-baba su gibi olmazsa ev kuraklaşır, çoraklaşır. Baba cimri olmaz, olmamalıdır. Sadece maddi konuları kastetmiyorum. Baba eşinden ve evlatlarından ilgi, alaka, yakınlık ve özellikle de onlara değer verme konusunda cimrilik yapmamalıdır. Eve sadece para, maddi imkân getiren bir baba noksandır. Baba evinde sevgide de, ilgi de su gibi, nehir gibi cömert olmalıdır. Aile bireyleri onun yanında kendilerini değerli hissetmelidirler. Çocuklar Fırat’ın, Meriç’in, Ceyhan’ın yanındayken yaşadıkları ruh ferahlığını, kalb sevincini anne babalarının yanındayken de yaşamalıdırlar ki, aile, gerçekten aile olsun. Diğer yönden aile fertleri su gibi temizleyici arındırıcı, ferahlatıcı olmalıdır. Bunu yaparken de damla damla değil, nehir gibi olmalıdır. Küçükler ve büyükler o meşhur duadaki gibi, “su gibi aziz ol!”malıdır ki, aile hayatı kıymetlenip başlar üzerinde taşınsın. Ailenin izzeti, haysiyeti, saygınlığı muhafaza edilsin. Yoksa malum olduğu üzere su kirlendiği zaman etrafını da kirletir. Başkalarının Kusurunu Örtmede Gece Gibi Ol! Kusur görmek, noksan görmek, tenkit etmek aile hayatında tarif edilemeyecek derecede tahribat yapar, kalıcı hasarlar oluşturabilir. Çünkü kusuru görülen, noksanı yüzüne vurulan, özellikle tenkit edilen bir eş veya evlat mutsuz olur, huzursuz olur. Hâlbuki aile fertleri birbirini tenkit etmemeli, kusur ve noksanını örtmede gece gibi olmalıdır. Aile fertleri adeta bir bedenin uzuvları gibidir. Nasıl ki, hayatın devamı için insanın bir eli, diğer eline rekabet etmez; bir gözü, bir gözünü tenkit etmez; dili, kulağına itiraz etmez; kalb, ruhun ayıbını görmez. Bilakis bu uzuvlar birbirinin noksanını tamamlar, kusurunu örter, ihtiyacına yardım eder, vazifelerinde yardım eder. Aile fertleri de böyle olmalıdırlar. Aynı gecenin karanlığı gibi kusurları örtmeli, noksanları görmezden gelmeli ki, aile hayatı sağlıklı, mutlu ve huzurlu devam edebilsin. Gerçekten ferde veya aileye zarar veren bir kusur varsa içtenlikle karşı tarafa bu söylenir. O kişinin lütufla, iltifatla, merhametle düzelmesine dua edilir, gayret edilir. Hiddet ve Asabiyette Ölü Gibi Olur! Mevlana hiddet ve asabiyette adeta ölü gibi olmamız gerektiğinden bahsediyor. Evet, evlerde huzur için öfkemizi yutmamız gerekiyor. Olur-olmaz her şeye sinirlenmek, hiddetlenmek evi evlikten çıkarır. Doğru sinirimize dokunan şeyler olabilir. Bunlara karşı bağırmaya, çağırmaya bedel sabretmemiz, tahammül etmemiz, hoş görmemiz gerekiyor. Mesela ölüye bağırsanız, çağırsanız kızsanız o size cevap vermez, iyi kötü bir karşılıkta bulunmaz, üstelik hiç oralı bile olmaz. İşte biz de aile hayatında hiddetle, şiddetle, sinirle davranmamalıyız. Atalarımız, “Öfkeyle kalkan zararla oturur”, “Öfke gelir, göz kararır; öfke geçer, yüz kızarır”, “Hiddet ekilen yerden pişmanlık biçilir” gibi sözlerle sakinliği, sükûneti, halim selimliği tavsiye etmişlerdir. Hiddetli, kızgın, öfke dili ile konuşan biri başkalarını incitir, kırar. Bu sebeple de sevilmez. Hatta evinde bile sevilmeyebilir. Eve geldiğinde değil evden gittiğinde diğer fertler rahatlarlar, sevinirler. Bugün evlilik problemlerinin temelinde; öfke patlamaları, hiddetin kara bulutları, kızgınlığın yakıcı ateşleri yer alıyor. Tevazu, Alçak Gönüllülükte Toprak Gibi Ol! Evlilik hayatını zehirleyen en zararlı hallerden biri de gurur, kibir, benlikle, bencillikle hareket etmektir. Evlilikte büyük görünmeye çalışan küçülür. Alçakgönüllü, mütevazı olmayan zihinlerde ve gönüllerde küçülür, alçalır. Kibir, gurur; sarımsak kokusu gibidir herkesi rahatsız eder. Evet, evlilik hayatında eşler toprak gibi olmalıdırlar, zira toprak bize öyle şeyler verir ki, ama çok mütevazıdır. Toprak rengi, en mütevazı renktir. Toprak, pek çok güzelliklere çiçeklere meyvelere kaynaklık ettiği halde hep mütevazıdır, öne çıkmaz gururlanmaz, kibirlenmez, bilakis mahviyet içindedir, hatta ayaklar altında kalır. Diğer yönden ise tevazu toprağı öyle bereketlidir ki, o topraktan çok güzel ahlaklar, hasletler biter. Mütevazı fertler ister ailede olsun, ister toplumun başka yerinde olsun affedici olur, iyiliksever olur, sabırlı olur, fedakâr, cefakâr, kanaatkâr olur. Bu hasletler tevazu toprağının bereketli sonuçlarıdır. Tevazu toprağında bencillik bitmez, ihtiras yetişmez, gurur, kibir o toprakta yer bulamaz. Hoşgörülükte Deniz Gibi Ol! Evlilik hayatı sıkıntıları, zorlukları bazen de hatalarıyla beraber uzun bir süreçtir. İnsanlık gereğince eksiğimiz, kusurumuz hatalarımız olabilir. Çünkü insanız, çünkü noksanız. İşte hoşgörü bu çeşit hatalara, kusurlara karşı kullanılan yapıcı tutumun adıdır. Evet, eşler, Hz. Mevlana’nın dediği şekilde, deniz gibi bir hoşgörülü olursa bu tür küçük sıkıntıları görmezler, minik problemleri dert etmezler. Deniz ne kadar geniş ve derinse bizim de hoşgörümüzün o derece geniş ve derin olması gerekir. Zira evlilikte problemler, sıkıntılar sığ bir bakışla, sığ bir gönülle çözülmez. Yanlış anlaşılmasın, şiddet, zorbalık, insanlara hayvanlara yapılan her türlü zulümler, ihanetler gibi durumları hoşgörü ile karşılamamız zaten mümkün değildir, yaradılışımıza zıttır. Hoşgörü bir hatayı sürekli hasıraltı etmek de değildir. Hoşgörünün bir yönü de o hatayı doğru zamanda, doğru ortamda, doğru bir dille çözüm yoluna koymaktır. Ya Olduğun Gibi Görün, Ya Göründüğün Gibi Ol! Mevlana, final cümlesi olarak, Rabbimizin, Peygamberimizin bizden en çok istediği bir hali, harika bir formül cümleyle söylüyor. Toplumun her yerinde, özellikle de evlilik sürecinde unutulmaması gereken ibretlik bir söz söylüyor. Evet, “Ya olduğun gibi görün, ya göründüğün gibi ol!” yani mana olarak bizlere sesleniyor. “Samimi olunuz! İçiniz nasılsa, dışınız da öyle olsun! Sözünüz, özünüzle uyumlu olsun” diyor. Hayatı içtenlikle, ihlasla yaşayıp, olduğumuz gibi görünmemizi, nasıl görünüyorsak, o şekilde de yaşamamız gerektiğini tavsiye ediyor. Zira günümüzde yuvaları yıkan en büyük tehlikelerden biri, ikiyüzlülük, samimiyetsizliktir. Maalesef bu sıkıntıyı yaşayan eşlerin kalplerinde samimiyet noksanlaşınca, ev ortamında da güven tam olmuyor, sevgi de zamanla noksanlaşıyor. Sonuç olarak insan, Allah için, Rabbinin onun nasıl olmasını istiyorsa öyle olmalıdır. Her zaman ve ortamda o şekilde olmaya çalışmalıdır. Evlilikte de eşine, ailesine, çevresine karşı samimiyetle davranmalıdır.

Kur’an-ı Kerim’de birçok ayet-i kerimede infak, sadaka, tasadduk kelimelerin sıklıkla zikredildiğini görmekteyiz. İnfak, nafaka kelimesinden müştak olup, Allah yolunda muhtaçlara ayni ve nakdi yardım için malın elden çıkarılması harç ve sarfı demektir. Sadaka, Allah rızasından başka hiçbir karşılık beklemeden sırf iyilik niyetiyle yapılan hayır çeşitlerinin dinimizdeki ortak adıdır. Sadaka kelimesinden müştak olan tasadduk ise; kurbet niyeti ile muhtaç olan birine sadaka vermektedir. Cenab-ı Hak, Bakara Suresi’nde 254. ayet-i kerimesinde mealen şöyle buyurmaktadır: “Ey iman edenler! İçinde ne bir alış-veriş, ne bir dostluk, ne de (Allah’ın izni olmadıkça) bir şefaat bulunan bir gün gelmeden önce, sizi rızıklandırdığımız şeylerden (Allah yolunda) sarf edin! Kâfirler ise zalimlerin ta kendileridir.” Kur’an-ı Kerim’de ekseriyetle iyiliklerin sevabı bire on olarak gösterildiği halde, Allah yolunda infakın sevabının bire yedi yüz olduğu bildirilmiştir. Bu da bize sadaka ve infakın, Allah katındaki kıymetini ve ehemmiyetini göstermektedir. “Mallarını Allah yolunda sarf etmekte olanların misali, yedi başak bitiren bir danenin hali gibidir ki, her bir başakta yüz dane vardır. Allah, dilediği kimseye (ecrini) kat kat (fazlasıyla) verir. Çünkü Allah Vasi (lütfu geniş olan)dır, Alim (hakkıyla bilen)dir. (Bakara, 261) Hadid suresi 11. ayet-i kerimede de şöyle bir müjde vardır: “Kimdir şu kimse ki, Allah’a karz-ı hasen (güzel bir borç) ile borç versin de (Allah da) onu kendisine artırsın! Ayrıca onun için (pek) değerli bir mükâfat vardır.” Allah’a güzel bir borç vermek, Allah’ın emanet olarak insana verdiği malı ve sair nimetleri onun yolunda, onun namına harcamasıdır. Bir başka ayet-i kerimede de gerçek iyilik, ihsan, itaat manalarını içeren birre (iyiliğe) ulaşabilmemizin vesilesinin de infaktan geçtiğinden bahsedilir. “Sevmekte olduğunuz şeylerden (Allah yolunda sarf etmedikçe, (gerçek) iyiliğe asla erişemezsiniz. O halde her ne sarf ederseniz artık şüphesiz ki, Allah, onu hakkıyla bilendir. (Al-i İmran, 92) İbn-i Kesir tefsirinde şöyle geçmektedir: Ensar’dan Ebu Talha (ra), bu ayet nazil olduğunda Resul-i Ekrem’in (asm) huzuruna gelerek: “Ya Resulallah! Şu ayete göre, ben en çok sevdiğim bu arazimi Allah için infak ediyorum, dilediğin gibi kullan!” dedi. Resul-i Ekrem (asm) de: “Sana ne mutlu!” buyurarak, o araziyi Ebu Talha (ra)’ın akrabasından olan fakirlere taksim etti.” Ayet-i kerime bilhassa “sevmekte olduğunuz şeyler” diye buyurmaktadır. Acaba biz çok sevdiğimiz hangi şeylerden sarf edip, fedakârlık edebiliyoruz! Maldan, makamdan, şeref ve teveccühlerden fedakârlık edebiliyor muyuz? Belki gönlümüz çok şen değil ama kardeşimize güler yüzle, tebessümle sadaka verebiliyor muyuz? Belki bizim de maddi-manevi ihtiyacımız varken, elimizdeki ekmeği kardeşimizle bölüşüp, bir sıkıntısına teselli verip, merhem olabiliyor muyuz? Âlem-i İslam’ın fereci için ilim-irfan yolunda çalışıp, uykumuzdan, zevklerimizden taviz verebiliyor muyuz? İşte bu nimetlere olan aşırı sevgimize, ihtirasımıza rağmen gayret ediyor, sevdiğimiz şeylerden içimiz cız etse dahi infak edebiliyorsak hakiki iyiliğe erişebiliriz biiznillah. Belki o zaman, Resul-i Ekrem’in (sav) Ebu Talha’ya (ra) “Sana ne mutlu” dediği gibi bize de “Ey benim kardeşlerim! Size de ne mutlu” hitabıyla şereflenebiliriz! Sadakaların En Faziletlileri Ebu Hüreyre (ra) şöyle dedi: Resullüllah (sav)’e bir adam geldi ve şöyle dedi: - Ey Allah’ın elçisi! Hangi sadakanın sevabı daha büyüktür? Peygamber (sav)’de şöyle buyurdu: - Güçlü kuvvetliyken, sıhhatin yerindeyken, cimriliğin üzerinde, fakir düşmekten endişe etmekteyken, daha büyük zengin olmayı düşlerken verdiğin sadakanın sevabı daha büyüktür. (Bu işi) can boğaza gelip de “falana şu kadar” “filana bu kadar” demeye bırakma. Zaten o mal varislerden şunun veya bunun olmuştur.” (Buhari, Zekât 11) Hadis-i Şerif, insanın halet-i ruhiyesini çok güzel tarif etmektedir. Bir takım beşerî duygu ve düşünceler, sosyal ve ekonomik beklentiler, endişeler, korkular ve umutlar insanın iyilik yapmasının önünde engel olabilmektedir. İnsanın bu duygularının galeyanda olduğu bir vakitte sadaka verebilmesi de en üstün sadaka olarak görülmektedir. Ölüm döşeğine düşmeden hayırda acele etmeliyiz. Allah yolunda infakın önündeki en büyük engellerden biri, “fakir düşme endişesidir.” Cenab-ı Hak şeytanın bu telkinine karşı bizi ikaz etmektedir. “Şeytan sizi fakirlikle korkutur ve size çirkin işleri emreder. Allah ise size, kendisinden bir mağfiret ve bir ihsan vadediyor. Çünkü Allah, Vasi (lütfu geniş olan)dır, Alim (hakkıyla bilen)dir. (Bakara, 268) Sadakanın Kabul Şartları Bediüzzaman Hazretleri Zülfikar adlı eserinde Bakara Suresinin “Ve kendilerini rızıklandırdığımız şeylerden (Allah yolunda) sarf ederler” ayetinin tefsirini yaparken, bu ayet-i kerimenin sadakanın kabul şartlarının beşine işaretini anlatır. “Sadakanın şerait-i kabulünün beşi (…) Birinci şart, sadakaya muhtaç olmamak derecede sadaka vermek (…) İkinci şart, Ali’den alıp Veli’ye vermek değil, belki kendi malından vermektir (…) Üçüncü şart, minnet etmemektedir. (…) Dördüncü şart, öyle adama veresin ki, nafakasına şart etsin. Yoksa sefahate sarf edenlere sadaka makbul olmaz. (…) Beşinci şart, Allah namına vermektir. (…) Şu şartlarla beraber tevsi’ (genişletme) de var. Yani, sadaka nasıl mal ile olur, ilim ile dahi olur. Kavil (söz) ile, fiil ile, nasihat ile de oluyor.”1 Sadakanın kabulünde 3. şart olan “minnet etmemek” şartı, başka ayet-i kerimelerde de hususen vurgulanmaktadır. “Mallarını Allah yolunda sarf etmekte olanlar, sonra sarf ettikleri şey(in arkasına) başa kakma ve (gönül) incitme katmayanlar var ya, onların, Rableri katında mükâfatları vardır. Hem onlara hiçbir korku yoktur ve onlar mahzun olamazlar.” (Bakara, 262) Yukarıdaki ayet-i kerimede geçen “menn” iyilik yaptığı kişiyi yaptığı iyilikle minnet altında bırakmak, başa kakmak manalarındadır. Bu yaptığı iyilikle, iyilik yaptığı kişinin üzerinde sanki hakkı varmış gibi davranmaktır. Oysaki yoksulun, mahrumun, sail kişinin zengin üzerinde hakkı vardır. İnsan, Allah’ın verdiği mülkünde, kuyumcudaki bir tezgâhtardan farklı değildir. Kuyumcudaki altınlar ne kadar artarsa artsın, tezgâhtar için değişen bir şey var mıdır? Bizler ise o altınların yegâne sahibi kendimizin gibi, sadakayı vermekten çekiniyor ya da minnet altında bırakabiliyoruz. Ayet-i kerimede bir önemli kelime “eza” kelimesidir. Eza ise, ona yardım etmesinden dolayı bunu o kişiye hatırlatarak eziyet etmektir. Surenin devam eden ayetinde ise, “Güzel bir söz ve bir bağışlama, kendisini bir incitme takip eden sadakadan daha hayırlıdır. Hâlbuki Allah, Ganîdir, Halimdir.” buyurulmuştur. (Bakara, 263) Aynı zamanda sadakanın dairesi de genişletilmiştir. Eğer maddi olarak çok imkânımız yok ise de gönül alıcı güzel bir sözümüz, duamız, manevi tesellimiz, tatlı bir nasihatimiz de mi yok? Bir yetimin başını okşamak sadaka iken, niçin mümin kardeşimizden bu güzellikleri esirgeyelim, mukabilinde yüksek ecirlerden mahrum kalalım? Bugün İslam âleminde büyük acılar yaşanmaktadır. Ehl-i vicdan bir Müslüman olarak vazifemiz, bu elemleri bir nebze de olsa azaltmaktadır. Ulaşabildiklerimize, yakınlarımıza bizzat gitmek, gayretle çalışan, veren el ile alan el arasındaki bir köprü olan yardım kurumlarına başvurmaktır. Rabbim, darlıkta da, bollukta da Allah için infak eden kullarından olmamızı nasib eylesin! İnfak et kardeşim! Verdiğin senindir. Kaynaklar: 1- Zülfikar, 25. Söz, s. 7

“İnsan bir yolcudur. Sabavetten (çocukluktan) gençliğe, gençlikten ihtiyarlığa, ihtiyarlıktan kabre, kabirden haşre, haşirden ebede kadar yolculuğu devam eder” (Mesnevi-i Nuriye). İnsan Nedir? “İnsan bir yolcudur. Sabavetten (çocukluktan) gençliğe, gençlikten ihtiyarlığa, ihtiyarlıktan kabre, kabirden haşre, haşirden ebede kadar yolculuğu devam eder” (Mesnevi-i Nuriye). Bütün mahlûkat gibi yolcudur insan. Bütün mahlûkatın uzun veya kısa bir ömür tayin edilmişliği arasında bulur kendini. … ve fark eder ki bütün mahlukatın yolculuğu içerisinde kendi yolculuğuna ayrı bir güzergah, ayrı bir mahiyet, ayrı bir hikmet, ayrı bir hürmet, ayrı bir nihayet, yüklenmiştir. Yolcu, yolculuğunun şuurunda, yolun farkında, yolun nihayetli olduğu aklındadır. ve düşünür… ve sorar… “Ne kadar yolcudur insan?” Çağlar ötesinden, her çağı kuşatan bir ses duyar, aydınlatır yolculuğunu: “Benimle dünyanın hali, ancak bir ağacın gölgesinde bir müddet dinlenip de bırakıp giden bir yolcu gibidir” (Hadis-i Şerif). bir ağaç gölgesi kadar yolcudur insan. Yolun kısalığı kavurur kimi zaman insanı; “Her mihnet kabulüm, yeter ki / Gün eksilmesin penceremden” (Cahit Sıtkı Tarancı) der, talip olur dünyanın mihnetine minnetle… Gölgesi çekilince ağacın, “Ölüm güzel şey, budur perde ardından haber... / Hiç güzel olmasaydı ölür müydü Peygamber?” (Necip Fazıl) mısraları dökülür dudaklarından ve dönüp arkasına, ağaca bakmaz kimi zaman insan. Kimi insan, “Sizden biriniz beni annesinden-babasından, çoluk-çocuğundan ve bütün insanlardan daha çok sevmedikçe iman etmiş olamaz” Hadis-i Şerifi’ne karşılık olur, konakladığı ağacın altında, konaklamış olan Gül’e (sav) meftun olur; “Sen ey bahar elçisi, sen ey kutlu güldeste / senin için cansızlar bile canından geçer...” (Nurullah Genç) der, kendisini gülistanda bulur. Kimi zaman ağaç gölgesinde dinlenmesi gerektiğini fark eder insan, dinlenirken kendini dinlemesi, ağaç gölgesinde gönlünü yitirmemesi gerektiğini usulca seslenir kendisine: “..şaşkınsın, kararsızsın, her yanın mosmor / çok sıkıldın yine başlat soylu hicretini / nicedir koşuyorsun bir başına öyle diyorlar / dinlen az bir çok yol aldın bitirdin rollerini” (Atilla Maraş). Ne yapar yolculukta İnsan? Her an, her saat, her gün, her ay, her çağ dolar boşalır, dolar boşalır o ağacın altı ve ekseriyetle: “Gelen geçer, konan göçer; nasip oldukça yer içer, Ecel ömre kefen biçer … Yunus Emre)” “ … Mal sahibi, mülk sahibi, / Hani bunun ilk sahibi? / Mal da yalan, mülk de yalan, / Var biraz da sen oyalan… (Yunus Emre).” … ve oyalanır insan, oyalanırken yüksek sesle sormalıdır, sorar da bazen insan… Ne yapmalıdır yolculukta İnsan? Bilge bir mütefekkirin sesi duyulur ağacın doğusundan batısına, “gel ne olursan ol yine gel”; konaklayan herkesin kulak kabarttığı tane tane kelimeler asılır ağacın dallarına, her gelene ellerini uzatır “… Mademki insansın... Mademki duyuyor düşünüyor, seziyorsun... Büyük hakikati bulmak için gönlünü ve idrakini yoracaksın... Duyduklarını ve bulduklarını söyleyeceksin... Sen söyleyemezsen, ruhunun vasıl olduğu sırları, şiirlere, sazlara, semalara söyleteceksin... Bütün bunları dahi söylenemeyecek ölçüde büyük sırlara erdiğin zaman ise... İşte o zaman susacaksın!” (Mevlana) Ağaç gölgesinde dinlenirken yorulmalıdır insan, nereden geldiğini, nerede olduğunu, nereye gittiğini, neden durakladığını, bütün yolculuğun anlamı için yorulmalıdır insan Ve kimi insan yorar kendisini, “… Bir an kayboldun gibi! Yaşadım kıyameti / Yoruldun ama buldun ey kalbim emaneti…” (Erdem Beyazıt). Yorulur ama bulur, bulduğunu bilir, dağlara taşlara teklif edilip de insan kalbine yüklenen emaneti, Bir ağaç gölgesinde, yeterince yorulup yorulmadığının muhasebesini eder kimi insan; “Bu gidişle menzil-i maksuda eremezsin / Havz-ı Kevser’den içip Firdevs’e giremezsin” (Ahmet Efe) der ve yeterince gönlünü ve idrakini yoramadığına iç çeker. Medet ister yolculuğunda, niyaz ile kimi insan; “Allah’ım /Yol boyunca / Bırakma elimi / Düşerim sonra” (Cahit Zarifoğlu) ile ağacın ve gölgenin sahibine sığınır. Daha yolun başında şefkatli bir ses duyulur kimi zaman: “Annemin bana öğrettiği ilk kelime / Allah, şahdamarımdan yakın bana benim içimde (Sezai Karakoç)” sözleri kulağından gönlüne akar. Daha çocukluğunda başlar gönül ve idrak yolculuğu ve yorgunluğu kimi insanın; “İslam bir sevinçti kaplardı içimizi / Peygamberin günümüzde küçük sahabileri biz çocuklardık / Bedir’i, Hayber’i, Mekke’yi özlerdik, sabaha kadar uyumazdık” (Sezai Karakoç) der, gönül ve idrak yolculuğunun uyku tutmazlığını hatırlatır. Gönül ve idraki yorulmayan mütereddid sorar çoğu zaman, Sırra vasıl olur mu insan? Sırra vasıl olur kimi zaman, tok bir ses duyulur, canhıraş kendisini insanlığın önüne atar ve haykırır insan “… Durun kalabalıklar bu cadde çıkmaz sokak / Haykırsam kollarımı makas gibi açarak…” (Necip Fazıl) Sırra vasıl olur kimi zaman, insanlığın önünden “dünyanın tenhasına” çekilir ve sus’ar ve dinler insan: “yanıyor kalbimin tozlu sayfaları / bana/ suların sırrını fısılda / serinlik sun ırmaklarından / her şeyin bittiği yerde / sen başla sırrıma ahenk kat” (Mustafa Özçelik). Sırra vasıl olur kimi zaman, Yaman Dede gibi o sır ile yanar, feryad eder insan: “Gönül hûn oldu şevkinden boyandım ya Resulallah / Nasıl bilmem bu nîrâna dayandım ya Resulallah / Ezel bezminde bir dinmez figândım ya Resulallah / Cemâlinle ferahnâk et ki yandım ya Resulallah” (Yaman Dede). Sırra vasıl olur kimi zaman, yüce bir dağ başında, bir çam ağacında yıldızları konuşturur insan; “Dinle de yıldızları, şu hutbe-i şirinine, / Nâme-i nurîn-i hikmet bak ne takrir eylemiş. / Hep beraber nutka gelmiş, hak lisanıyla derler: / Bir Kadîr-i Zülcelâlin haşmet-i sultanına, / Birer burhan-ı nurefşânız biz vücud-u Sânia / Hem vahdete, hem kudrete şahitleriz biz.” (17. Söz)

Kâinat kitabı denilen bu âlemde her bir şey, bütün eşyayı kendi yaratıcısına verir. Ve dünyada var olan her bir eser, diğer tüm varlıkların Allah’ın eseri olduğunu gösterir ve işaret eder. Keza yoktan var etmeye ve yaratılışa dair her bir fiil, yaratılış hakikatine dair bütün fiillerin kendi failinin fiilleri olduğunu ispat eder. Şu halde yaratıcısını bize tanıtmak için var edilen her bir eser ve fiil, doğrudan doğruya Cenab-ı Hakkın birliğine ve mutlak fail olduğuna kesin birer delildir. Bu vecihle mahlûkat, Allah’ı tanıtmak ve bildirmek için yaratılmış birer pencere veya mektup mahiyetindedir. Sadi-i Şirazî’nin dediği gibi, دَرْ نَظَرِ هُوشِيَارْ هَرْ وَرَقِي دَفْتَرِيسْت اَزْ مَعْرِفَتِ كِرْدِگَارْ “Aklı başında olan kişinin nazarında her bir yaprak yaradanı tanıtan bir defterdir.” Evet, her bir eser, özellikle hayat sahibi olanlar kâinat kitabının birer küçük misalleridirler. Aynı zamanda var olan her bir eser, bu âlemin bir çekirdeği ve dünyanın birer meyvesidirler. Öyle ise bir eseri, çekirdeği ve meyveyi icad eden fiillerin faili bütün kâinatı yaratan ve varlık âlemine çıkaran Zattan başkası değildir. Yani her bir eser, bütün eserleri hakiki tesir sahibi olan Allah’a verdiği gibi (خلق) halk, icad, ihya gibi her bir fiil ve fiili sıfatlar ise bütün fiileri, işleri mutlak kudret sahibi olan Hâlık-ı Zülcelâle isnad eder ve etmeli. Bahsedilen hakikatleri akla yaklaştırmak ve idraki kolaylaştırabilmek için anahtar bir kavramı izah etmek icap ediyor: “Âdetullah” Âdetullah’ı (sünnetullah da denir), Cenab-ı Hakkın kâinattaki tüm varlıklara tayin etmiş olduğu ölçüler olarak tabir etmek mümkündür. Bir başka ifadeyle, onun haricinde hiç kimsenin değiştiremeyeceği düzen ve kurallar manzumesidir. Evet, irade sıfatının kudret kitabı olan bu kâinatta her bir fiil, bütün mevcudatı ihata edecek kadar geniş bir kanunun ucunu gösteriyor. Atomdan hatta esir maddesinden tut ta Kehkeşan’a ve tüm galaksilere kadar uzanan ve geçerli olan bu ölçü, kanun-u hallâkıyet (yaratıcılık kanunu) olarak isimlendirilir. Yaratıcılık kanunu bize diyor ki; bir sineği yoktan var eden “icad” fiili kime aitse, bütün sinek, böcek vesair küçük hayvanatı icad eden fiil aynı faile aittir. Ve bir sineği “ihya” eden Zat ile tüm yeryüzünü her baharda yeniden ihya eden yine aynı Zat olmalıdır. Keza, atomların çekirdeği etrafında elektronları döndüren kanun kimin iradesinde ise, mevcudatı devamlı ve zincirleme olarak harekete geçiren kanun da aynı Zatın tasarrufu altındadır. Güneşi gezegenleriyle esir çimengahında gezdiren kanun ile tüm zerreleri mevlevi gibi döndüren kanun, aynı Zatın ihdas ettiği düzen ve ölçülerin neticesidir. Çünkü yaratıcılarını ilan etmekle vazifelendirilmiş tüm mevcudat, âdetullah kanunları ile kendilerine tayin edilmiş hikmetli yoldan, zincirleme bir surette devamlı geçmektedirler. Kâinattaki düzen ve intizam, tüm fiil ve eserlerin bir elden çıktığını ilan ediyor. Ve bu ölçüler, âdetullah kanunlarının her yerde geçerli olduğunu, yaratılan zerreler adedince ispat ediyor. İşte bu silsile ve düzen içinde şahit olduğumuz tüm işler ve fiiller, ancak ve ancak bu kanunları ihdas eden ve devamlılığını sağlayan Zatın emriyle olabilir ve onunla bağlıdır diye tüm akıl sahiplerine ilan ediyor. Yaratılan tüm eserlerin ve mahlûkatın şehadetiyle kâinat kitabını okuyan ve bu okuma suretiyle marifetini artıran kişi şunu idrak eder ve etmeli ki; Mevcudatta cereyan eden tüm hadiselerde ve alakadar olduğumuz dünyada görülen tüm sonuçlarda hakiki tesir sahibi ve mutlak fail, yalnızca Allah’tır. Sebepler ise âdetullah kanunları çerçevesinde yaratıcılarının yüksek mertebesi ve hikmetini ilan eden zayıf ve tesirsiz perdelerdir. Hâsılı kelam, her bir eser ve tüm fiiller kuvvetli ve kesin bir surette bir düzenin eseri/esiri olduğunu göstermesi cihetiyle o düzeni hikmetle yaratan Cenab-ı Hakkın varlığına ve birliğine sağlam birer delildirler. Akıl sahipleri için her şeyde Allah’ın birliğini gösteren bir delil vardır. Bunun gibi kâinat kitabının sayfalarında, asırların satırlarında yazılan ve mevcudat denilen bu âlemdeki bütün kelimeler ve eserler kitabın hikmetli kâtibinin kudret kaleminin nakışları olduğunu işaret ve ispat ederler. Evet, her şey Ondandır ve dönüş muhakkak O’na olacaktır

“Şunu iyi biliniz ki, bana Kur’ân-ı Kerim ile birlikte onun bir benzeri de verilmiştir. Dikkatli olun koltuğuna kurulan tok bir adamın size: ‘Sadece şu Kur’ân lazımdır, onda bulduğunuz helali helal, haramı da haram kabul ediniz yeter.’ diyeceği günler yakındır...” Peygamberimizin sünnetinin üç dalı vardır: kavli, fiili, takriri. “Kavli” denilince akla gelen hadis-i şeriflerdir. Yani na’tta lebleri inci sadefine teşbih edilen Fahri âlem Efendimizin inci taneleri olan sözleridir mevzu bahis olan. Pekâlâ, hangi hususiyetlere maliktir kelam-ı peygamberi? Biraz tefekkür… *** Makbul-i ind-i Kibriyadır “(Habibim, ya Muhammed!) De ki: ‘Eğer Allah’ı seviyorsanız, o hâlde bana tabi’ olun ki, Allah (da) sizi sevsin ve günahlarınızı size bağışlasın!’” ayet-i kerimesi göstermektedir ki, Cenab-ı Hakkın rızası ve sevgisi, Resulünden geçmektedir. Hem Allah’ın habibinin sözleri de Rabbimizin katında makbuldür. Mucize mertebesinde bulunan ve parlak bir şekilde kabul olan dualar buna şahit olup göstermektedir ki, onun (asm) duasıyla ve temasıyla sular tatlılaşır, güzel koku verir. Sahabe-i Güzin ayrı ayrı maksatlarına kavuşur. Sütsüz ve kısır keçiler sütlü, hem çok sütlü olur. Yine çok defa ettiği yağmur duasıyla daima ve süratle yağmur yağar. Onun (asm) duaları Allah katında böyle makbul iken Resul sözüne itibar etmeyen ve ehemmiyet vermeyen bedbahtlar, Habibullah’ın buyurduğu “Allah, benim sözümü işitip, onu iyice anladıktan sonra, başkalarına tebliğ edenin yüzünü ak etsin” duasına nasıl mazhar olabilirler ki? Men dakka dukka. *** Ümmetçe muteberdir Peygamberimiz Efendimizin (asm) sözleri Cenab-ı Hakkın makbulü olduğu gibi inanan gönüllerce de muteberdir. Dünyanın hiçbir zamanında hiçbir şahsa nasip olmamıştır ki, serdettiği her kelama son derece iştiyak duyulsun ve sohbeti arzulansın. İşte yanındayken dikkat ve huşu içerisinde “başlarında kuş var” teşbihiyle sözlerine kulak veren, ayrıykense ondan (asm) bir şey kaybetmek istemedikleri için nöbetleşen sahabeler (R. anhüma)… Onlar ki bir gün sohbet-i Nebeviyeye (asm) mazhar oldular, Çin ve Hind’e muallim-i hakaik ve rehber-i kemalat oldular. Peygamber (asm) sözlerini zihnen, kalben, fiilen, kalemen kayıt altına alan ashab ve tabiinin başını çektiği koca bir ümmet-i Muhammedî. O mübarek lisandan buyurulan hiçbir yasağa “niçin, neden?” suallerini yöneltmeyen, emirleri ise elden geldiğince yapmaya çalışan itaatkâr mümin gönüller. Bizim için Resulullah (asm) güzel bir örnek olmuş, verdiğini almış yasakladığından da sakınmışız. Aradan geçen zaman şeridindeki asır vagonlarında bu samimi itaatten keyfiyeten hiçbir şey arız olmamıştır. Ey, Server-i Kâinatın (asm) sözlerini ve sünnetini kulak ardı edenler! Nasipsizliğiniz bu keyfiyete zarar veremez. *** Hak kelamının beyanıdır Nasıl yakarmıştı Rabbine, tek başına bir millet olan İbrahim Aleyhisselam: “Ey Rabbim! Neslimize kendilerinden bir Peygamber gönder ki onlara ayetlerini okusun, kitabı öğretsin, onları temizlesin.” İşte, esma-yı Nebi’den bir ismi Mübin olan Peygamberimiz Efendimiz (asm): Kur’an’ın ifadesiyle “kendi arzusuna göre konuşmayan tercüman”... Kelamullahı onun (asm) nazarıyla anlamak isteyen onun (asm) sözlerine kulak vermelidir, onun (asm) dilinden okumalıdır. Kur’ân-ı Azimüşşanın manasını en evvelki müfessirinden, idrak etmek nimetinin şükrünü aynı zamanda ittiba ile eda etmelidir. Zira Kur’ân-ı Kerim onun lisanıyla tebliğ edilmiş, onun hadisleri her mevzuda hakperestlere rehberlik etmiştir. Bugün onun hakikat lisanına ne kadar da muhtacız. Zamanın müptela olduğu maraza işaret eden bir Peygamber (asm) ikâzı: “Şunu iyi biliniz ki, bana Kur’ân-ı Kerim ile birlikte onun bir benzeri de verilmiştir. Dikkatli olun koltuğuna kurulan tok bir adamın size: ‘Sadece şu Kur’ân lazımdır, onda bulduğunuz helali helal, haramı da haram kabul ediniz yeter.’ diyeceği günler yakındır...” *** Rahmet-i rahmandır Yüce Allah, bağışlayan ve merhamet edendir. Âlemlere rahmet olan iki cihan serverini (asm) de rahmetinin tecellisi olarak halk ve irsal eden Halikımız, Rabbimizdir. “Levlake” sırrına mazhar Peygamberimizin (asm) iman-ı billaha vasıl eyleyen kelam-ı nebevisi de beşeriyete Rahman ve Rahim olan Rabbimizin rahmetini ulaştırmış/ulaştırmaktadır. Hidayet ve rahmet kaynağı olan Kelamullah; bu sözlerin menbaı, gönülleri mümin vasfıyla şereflendirmek menzilidir. Rabbimizin kelamı ile Resulünün beyanı mabeynindeki bu münasebeti ancak rahmet güneşinden nasibi olmayan kalp ve diller reddetmez mi? *** Canlar bağışlayan ab-ı hayattır Peygamberimiz Efendimizin sözleri bir ab-ı hayat çeşmesidir. Ölü gönüller onun mübarek sözleri ve şefaati ile hayat-ı dünyeviyeyi hayat-ı bakiyeye rabt ederler. Nübüvvet vazifesini en güzel şekilde ifa eden Fahr-i Kâinat Efendimiz (asm), Rabbimizin yoluna hikmetle ve güzel öğütle çağırmış, insanları zulmetten nura çıkarmıştır. Nasıl ki, Hazret-i Mesih’in (as) nefesi ile meyyitlere hayat verilmiştir. Öyle de onun ebedi hayatın kaynağı olan konuşması ile de ölü canlara hayat bahşedilmiştir. İşte “… size hayat verecek şeylere sizi davet ettiği zaman, Allah’a ve Resul(ün)e icabet edin! …” emrine imtisale asr-ı saadetten bir hüsn-i misal, konuşmasını ilk kez dinleyip ihtida eden bir kalbin itirafları: “Kâhinlerin, sihirbazların, şairlerin sözlerini dinledim fakat senin bu sözlerinin bir benzerini hiç duymadım. Andolsun bu sözler denizin derinliklerine kadar ulaşmış sözlerdir. Ver elini Müslüman olmak üzere sana biat edeyim.” Bugün onun ab-ı hayat çeşmesinden kana kana içmeye muhtaç nice dirilmeye muhtaç canlar varken sünneti hayatından ırak eyleyenlere yazıklar olsun! *** Maraz-ı ruha şifadır / Şübeh-i akla necattır Hadisçe bal şifadır. Sultan-ı ervahın (asm) bal gibi tatlı olan kelamı ve selamı da hasta ruhlara şifa olmuştur. Gönüller onlarla inşiraha kavuşmuştur. Onun (asm) sözleri kökü sabit ve dalları gökte olan güzel hurma ağacı gibidir. Rabbinin izniyle her zaman meyvelerini verir. Asırlar geçse yaprakları dökülmez, tazeliğini korur. Daima faydalı olur, şifa olur. Ruhun marazını netice veren ifrat ve tefrit onunla sırat-ı müstakime kalb olmuştur. Resulullah’ın (asm) nutku ruhları şifa ile mamur etmekle kalmamış, akılları da pek çok çeşit şüphelerden ve vesveselerden necata kavuşturmuştur. Muallim-i ukul olmuştur. Her bir harfinde yüzer manalar ve hikmetler bulunan bu kitab-ı kebir-i kâinat onun tedrisiyle hakiki manasını bulmuş, vahdaniyetle iman kuvvetlenerek tabiattan gelen yaralar ve bu yaralardan hâsıl olan vesveseler ve şüpheler giderilmiştir. Resulullah’ın sözlerinden yüz çevirenlerin Kâinat kitabından ruhen, kalben ve aklen nasipleri ne olabilir ki? *** Cümle ilimlerin özüdür “Vahdeti kesrette bulmak, kesreti vahdette hem / Bir ilimdir ol ki kamu ilm‐ü irfan andadır” der şair. “Okumaktan murat ne / Kişi Hak’kı bilmektir” aynı hakikatin Yunusçasıdır. Bütün dert marifetullah, kesrette vahdeti müşahede edebilme ve ona göre bir yaşam tarzı tutturabilmedir. Âlemin meyvesi olan aynı zamanda hissiyatça kesrete ve dünyaya müptela olan insanın kesretten vahdete yüzünü çeviren rehberi Peygamberimiz Efendimizdir (asm). Onun nutkunun her nüktesi, Kur’ânî ilim hazinesinden dimağlarımıza uzatılan akıl ve kalplerimizi nurlandıran hediyelerdir. Nur-ı vahdet olan hayatta kesrette tecelli eden tevhid dersleridir. Kur’ân-ı Kerim’i, Hazret-i Cibril’den ders alan ilmin şehrine (asm) yolu düşmeyen “Kur’ân bana yeter!” vartasındaki adam hangi ilimden bahsetmektedir? Verdiği kuru kavga da nedir? *** Hikmet denizinin eşsiz incisidir Şirk koşmamak, ana-babaya iyi davranmak, yakın akrabaya ve ihtiyaç sahiplerine hakkını vermek, israf etmemek, güzel söz söylemek, cimrilik yapmamak, saçıp savurmamak, geçim sıkıntısı korkusuyla çocukları öldürmemek, zinaya yaklaşmamak, haksız yere cana kıymamak, yetim malı yememek, sözünde durmak, ölçü ve tartıda hile yapmamak, bilmediğin şeyin ardına düşmemek, büyüklenmemek… Emir, yasağa müteveccih daha nice hikmetler… Sükûtu tefekkür, bakışı ibret ve konuşması da hikmet olan Peygamberimiz Efendimizin (asm) her hâliyle Kur’ân-ı Hakîm’den insanlığa sunduğu hikmetlerden inşa edilmiş hayat tarzı. Kur’ânî hükümleri Resulullahın (asm) sünnetinden gayri tevehhüm edenler hayatlarını nelerin üzerine bina etmektedir acaba? *** Hind b. Ebi Hale, Peygamberimizin konuşmasını şöyle rivayet eder: “Gerekmedikçe konuşmaz, çoğu zaman sükût ederdi. Sözünün başından sonuna kadar her kelimenin hakkını vererek konuşurdu. Az sözle çok mana ifade ederdi. Açık seçik konuşurdu. Sözünde ne fazlalık ne de eksiklik bulunurdu.” Rabbimiz “Cevamiü’l - Kelim” olan Peygamberimizin (asm) sukutî ve kavlî sünnetinden bizleri azami derecede hissedar eylesin. Âmin.

Peygamberimiz (sav) yerinden doğruldu ve mübarek elini parlayan Ay’a doğru kaldırdığında Ay ikiye ayrıldı. Ardından yanındaki sahabelere dönerek, “Şahit olun, şahit olun.” dedi. 5) “Şakk-ı kamer gibi binler mu’cizâtının delâlâtı” Öncelikle kamer mucizesinin nasıl gerçekleştiğine bir bakalım. Peygamberlikten sekiz sene sonra bir gece vakti Ebu Cehil, Velid b. Muğire gibi müşriklerin içinde bulunduğu bir grup, Efendimizden (sav) Peygamberliğini ispat edecek bir mucize göstermesini istediler. O sırada Peygamberimizin (sav) yanında Hazret-i Ali, Huzeyfe İbn-i Yemân, ve Abdullah İbn-i Mes’ud, Cübeyr ibn-i Mut’im ve Abdullah İbn-i Ömer gibi büyük sahabeler var. Müşriklerin ısrarı üzerine Peygamberimiz (sav) yerinden doğruldu ve mübarek elini parlayan Ay’a doğru kaldırdığında Ay ikiye ayrıldı. Ardından yanındaki sahabelere dönerek, “Şahit olun, şahit olun.” dedi. Ne tuhaftır ki müşriklerin ileri gelenleri bu tablo karşısında hemen iman etmeleri ve Peygamberimizi (sav) kabul etmeleri gerekirken garip bir mazerete sığındılar. “Bize büyü yaptı” dediler.1 Bozacının şahidi şıracı kabilinden bu kez bir başka müşrik ayağa kalktı, “Muhammed (sav) sadece bize büyü yapmış ve Ay’ı iki parça olarak göstermiş olmalı” diyerek hadisenin civar beldelerden gelen kafilelere ve kervanlara sorulmasını istedi. Akıllarına yatan bu teklifle birlikte Yemen ve başka taraflardan gelenlere bu hadise sorulduğunda, hepsi de gece seyahatlerinde Ay’ın ikiye ayrıldığına şahit olduklarını dile getirdiler. Fakat buna rağmen Mekkeli müşrikler, “Ebu Talib’in yetimindeki sihir, semaya da tesir etti” 2 diyerek hadiseye inanmamakta inat ettiler. Bugün de İslam ulemasının çoğunun kabul ettiği bu hakikat böyleyken birilerince bu hadise farklı mecralara çekilmiş durumda. Meselenin kritiğini yapmadan önce kamer mucizesiyle ilgili 1. ve 2. ayetlere bir bakalım.3 “Kıyamet yaklaştı ve ay yarıldı. Hâlbuki (onlar ne zaman) bir mucize görseler yüz çevirirler ve bu süregelen bir sihirdir!” derler. Bu ayetler ışığında Ay’ın ikiye bölünmesini farklı değerlendiren muhaddislerin, müfessirlerin, mutasavvıfların ve kelamcıların olduğunu biliyoruz. Ancak birçoğu Mekkeli müşriklerin Peygamberimizden (sav) bir mucize istemeleri üzerine Efendimizin (sav) Ay’ı ikiye ayırdığı noktasında birleşirler.4 Gerekçe olarak ekseriyetle olayı gören sahabelerin bunu rivayet etmelerini ve 1. ayeti destekler mahiyette arkasından gelen 2. ayetin olmasını gösterirler. Bir diğer sebebin ise ayette, “Ay yarıldı” ibaresinin geçmiş zaman kalıbında olmasını ileri sürerler. Bediüzzaman Hazretleri de kamer mucizesinin gerçekleştiğini kabul etmekle kalmaz, bununla ilgili otuz birinci sözün zeylinde tafsilatlı bir yazı kaleme alır. Meseleyi farklı değerlendiren Muhyiddin İbnü’l-Arabi ve Şah Veliyullah ed-Dehlevi gibi mutasavvıflar ise, Ay’ın Peygamberimiz (sav) döneminde gerçekten yarılmadığını, ancak bakanların gözüne öyle göründüğünü ifade etmişlerdir. Elmalılı ise Ay’ın hem Efendimiz (sav) döneminde hem de kıyamet yaklaştığı zaman yarılacağını ifade eder. Ay’ın kıyamet yaklaştığında yarılacağını ifade eden âlimlerin gerekçesi ise, böyle büyük bir olay gerçekleşmişse neden başka yerlerde görülmediği, kimsenin neden dikkatini çekmediği, tarih ve astronomi literatürüne neden girmediğidir. Bunun yanında olayı nakleden sahabelerin yaşlarının küçüklüğü de ayrı bir gerekçe sebebidir. İslam ulemasının iyi niyetli yaklaşımlarının haricinde hadiselere rasyonalist ve pozitivist bakan ve bu olay üzerinden Peygamberimizi itibarsızlaştırmaya çalışan bazı güruhlara karşı birkaç sözümüz olacak. Şimdilerde dillerine pelesenk olarak doladıkları bir söz de şudur: “Şayet Ay yarılmış olsa idi neden bunu herkes görmedi? Neden ilmi açıdan Ay’ın yüzeyinde bir işaret yok ve şayet bu hadise gerçekleşmişse neden bunu diğer sahabeler haber vermedi?” gibi bir takım ifadelerle olayı mecrasından koparıp aklı kurcalamaya çalışmaktadırlar. Bütün bu iddiaların cevabı Risale-i Nur’da ayrıntılarıyla verilmiş olmakla birlikte şunu söyleyebiliriz. Öncelikle her sahabe her haberi verecek diye bir kaide yok. Olayı sınırlı sahabe gördüğüne göre onların haricinde başkalarının rivayet etmelerini beklemek doğru olmaz. Hadiseyi haber verenlere de şüpheyle yaklaşmak doğru değildir. Zira “Benden bilerek yalan bir şey haber veren, cehennem ateşinden yerini hazırlasın” diyen Peygamberimizin (sav) sözü ortada dururken, Hazret-i Ali, Abdullah b. Ömer, Enes b. Malik, Abdullah bin Mesud gibi sahabeler arasında ün salmış kişilerin yanlış haber vermelerini beklemek akılla ve vicdanla bağdaşmaz. Gelelim, “Şayet Ay yarılmış olsa idi neden bunu herkes görmedi?” sorusunun cevabına. İşte Üstadın cevabı,5 Kamer gibi parlak bir mucize-i Ahmediye (sav) olan inşikak-ı kameri, evham-ı fâside ile inhisafa uğratmak isteyen feylesoflar ve onların muhakemesiz mukallitleri diyorlar ki: “Eğer inşikak-ı kamer vuku bulsa idi umun âleme malum olurdu. Bütün tarih-i beşerin nakletmesi lazım gelirdi.” Elcevap: İnşikak-ı kamer; dava-yı nübüvvete delil olmak için o davayı işiten ve inkâr eden hazır bir cemaate, gecede, vakt-i gaflette âni olarak gösterildiğinden hem ihtilaf-ı metali’ ve sis ve bulut gibi rü’yete mani esbabın vücudu ile beraber, o zamanda medeniyet taammüm etmediğinden ve hususi kaldığından ve tarassudat-ı semaviye pek az olduğundan bütün etraf-ı âlemde görülmek, umum tarihlere geçmek, elbette lâzım değildir…” “O zaman, o zemindeki küffarın gayet şedit derecede inatları tarihen malûm ve meşhur olduğu halde, Kur’an-ı Hakîm’in وَ انْشَقَّ الْقَمَرُ demesiyle şu vak’ayı umum âleme ihbar ettiği halde, Kur’ an’ı inkâr eden o küffardan hiçbir kimse şu ayetin tekzibine, yani ihbar ettiği şu vakıanın inkârına ağız açmamışlar. Eğer o zamanda o hâdise o küffarca kat’î ve vaki bir hâdise olmasa idi, şu sözü serişte ederek gayet dehşetli bir tekzibe ve Peygamber’in iptal-i davasına hücum göstereceklerdi…” “Eğer Fâtır-ı Hakîm, inşikak-ı kameri, feylesofların hevesatına göre bütün âleme göstermek için bir iki saat öyle bıraksa idi ve beşerin umum tarihlerine geçse idi, o vakit sair hâdisat-ı semaviye gibi ya dava-yı nübüvvete delil olmazdı ve risalet-i Ahmediyeye (sav) hususiyeti kalmazdı veyahut bedahet derecesinde öyle bir mucize olacaktı ki aklı icbar edecek, aklın ihtiyarını elinden alacak, ister istemez nübüvveti tasdik edecek. Ebucehil gibi kömür ruhlu, Ebubekir-i Sıddık gibi elmas ruhlu adamlar bir seviyede kalıp sırr-ı teklif zayi olacaktı…” “Hem mesela o vakit, cehalet sisiyle muhat İngiltere, İspanya’da yeni gurûb; Amerika’da gündüz; Çin’de, Japonya’da sabah olduğu gibi başka yerlerde başka esbab-ı maniaya binaen elbette görülmeyecek. Şimdi bu akılsız muterize bak, diyor ki: “İngiltere, Çin, Japon, Amerika gibi akvamın tarihleri bundan bahsetmiyor. Öyle ise vuku bulmamış.” Bin nefrin onun gibi Avrupa kâselislerinin başına! “Peygamberimiz tarafından ayın yarılma mucizesi gerçekleşmişse neden ayın yüzeyinde bir yarılma emaresi bulunmamaktadır?” sorusuna ise yayımlanmış olan bilimsel bir makaleden cevap verelim.6 “NASA’nın Delta-2 uydusundan gelen ilk bilgiler, bilim dünyasında büyük bir tartışma çıkardı. Amerikan Ulusal Havacılık ve Uzay Dairesi NASA’nın ayın yüzeyini incelemek için çok uzun zaman önce uzaya fırlattığı Delta-2 uydusundan gelen yüzey tarama sonuçları, birçok bilim insanını şaşırttı. Delta-2’nin yolladığı son bilgilere göre, ayın ortasından geçen, daha önce hiç tespit edilemeyen, devasa bir yarık var. Konuyla ilgili bir basın açıklaması düzenleyen NASA başkanı eski astronot Tim Wrightler, hem Delta-2’den gelen sonuçları kamuoyuyla paylaşma, hem de üzerinde sürekli spekülasyon olan konuyla ilgili soruları cevaplama fırsatı buldu. Wrightler şunları söyledi: ‘Elimizde şu an bu yarığın nasıl meydana geldiğiyle ilgili hiçbir bilgi yok. Belki Delta-2’den gelen diğer bilgilere baktıktan sonra bir şeyler söyleyebiliriz. Ama şunu söyleyebilirim ki, ayda tespit ettiğimiz yarık, levha tektoniği açısından daha önce hiç karşılaşmadığımız türden bir yarık. Ay o kadar muntazam bir şekilde kırılmış ki sanki birisi ortadan ikiye ayırıp sonradan birleştirmiş gibi. Genelde bu tarz olaylar, ay yüzeyine çarpan meteorlar tarafından yapılır ama bu yarık o kadar muntazam o kadar düzgün bir şekilde kırılmış ki bunu bir meteorun oluşturması imkânsız’ dedi. Bir basın mensubunun bunun Kur’an’da yer aldığını söylemesi karşısında bir an bocalayan Wrightler ‘Burada inançları tartışmıyoruz.’ diyerek sözlerini tamamladı…” “Nitekim 2010 yılında LRO adlı uydudan alınan yukarıdaki görüntüden de görüleceği üzere yarığın düzgün bir hat oluşturduğu görülmektedir. Buna göre son görüntüler sonrası gök bilimci Dr. Thomas Watters ay yüzeyindeki bu yarılmaya ayın iç soğumasının sebep olamayacak kadar düzgün bir yarılma olduğunu söyleyerek, konuyla ilgili diğer başka bir görüşü olan, dünyanın ay üzerine uyguladığı yer çekimi kuvvetinin sebep olduğu görüşünü ileri sürmüştür. Bununla ilgili olarak: ‘Ay dünya üzerindeki göl ve denizlerde nasıl gel git hareketleri oluşturuyor ise dünyada ay üzerinde böyle bir etkiye sahiptir’ demiştir. Fakat Dr. Thomas Watters’ın açıklayamadığı olay şudur ki: dünya ayın tüm bölgelerine eşit oranda gelgit kuvveti uygulamaz. Dünya gezegeni uydusu olan ay üzerine en kuvvetli etkiyi dünyaya ya en yakın ya da en uzak olduğu noktaya yapar. Oysa bu yarık tüm ay boyuncadır. İkinci açıklayamadığı olay ise dünyanın ay üzerine uyguladığı gelgit kuvveti ayın büzülmesinden 50-100 kat daha küçüktür. Yani dünya gezegeni uydusu olan ay üzerine öyle büyük oranlarda gelgit kuvveti uygulamamaktadır. Buda Dr. Thomas Watters’ın ayın yarılması ile ilgili ortaya koymaya çalıştığı modelin olumsuz yönleridir. Fakat İslamî kaynaklardan edindiğimiz bilgilere göre Watters’in ayın nasıl ikiye yarıldığı ile ilgili öne sürdüğü bu modelin tek gerçekliği şudur ki ayın yarılması için gerekli olan etkinin 14 asır öncesinde dünyadan yapıldığı gerçeğidir…” “Konuyla ilgili BBC’de yayınlanan bir tartışma programında gök bilimci uzmanlar ayın ikiye bölünmüş ve tekrar birleşmiş olabileceğini kabul etmişlerdir. Eleştirilen nokta ise NASA’nın ayla ilgili yürüttüğü bu projenin yüz bin milyon dolar değerinde olduğu ve bu kadar masrafı NASA kuruluşunun sadece ayın ikiye bölündüğü ve tekrar birleştiği bilgisi öğrenmek için mi harcadığıdır.” “Yine bu hususla ilgili ilginç noktalardan birisi de 1625-1712 yılları arasında yaşamış olan İtalyan gök bilimci Cassini tarafından günümüzden tam 337 yıl önce yukarıda da resmini gördüğünüz Ay haritasının çizilmiş olmasıdır. Modern astronomiyle uğraşan bilim adamları tarafından oldukça önemli bir kaynak olarak kabul edilen ve bilim yönü tartışılmadığı için birçok kitapta yer alan bu harita, günümüzde uzaydan uydular vasıtasıyla çekilen Ay fotoğraflarıyla genel hatlarıyla uyum arz etmektedir. Bizim için önemli olan hususlardan birisi de şudur ki: Cassini’nin 337 yıllık bu haritasında, dünyamızdan görülen Ay yüzeyinin tamamını kuşatan ve tesadüflerle meydana gelmeyecek kadar muntazam olan bir çizginin varlığı, son derece açık ve net olarak görülmektedir.” Kaldı ki ay üzerinde bir yarılma olsa bile aradan geçen on dört asır boyunca ayın iklim şartları düşünüldüğünde bu yarıkların kalma ihtimali oldukça zayıftır. Bununla ilgili bilimsel kitapların birinde7; geçen zaman içerisinde aydaki çatlakların yapısının bozulabileceğini, yüzeyinin değişmesinin sebepleri olarak sıvı haldeki lavların taşması, ayın meteor yağmuruna maruz kalması ayrıca sıcaklık derecesindeki ani değişikliklerdir. Mesela gündüzleri +120 santigrat derece gece ise sıfırın altında -80 santigrat dereceye çıkmakta. Bu yüzden de kayalar parçalanır ve ayın görünümü değişebilir. Son olarak hükmümüz şu ki, aslında Kur’an’ın yanında bu iddiaların bir kıymet-i harbiyesi de yoktur. Zira mucizeler takat sınırını aşan, akılla ve mantıkla izah edilemeyecek hadiselerdir. Peygamberimizin elinden bir çeşme gibi suyun akması, kuruyan kütüğün ağlaması, avucundaki taşların zikir etmesi gibi mucizelerini de çoğu insan görmemiş, sebepler tahtında akıl ve mantık bunları kabul etmediği halde Müslümanlar olarak bunlara nasıl inanıyorsak ayın yarılma hadisesine de öyle inanmalıyız. Kaynaklar: 1- Tecrîd-i Sarih Tercümesi, İst.1945, IX/367,372; Elmalılı, Hak Dini Kur'an Dili, II. baskı, fst.l960, VII/4622.2- Kadı İyâd: EI-Şifa.3- Kalem Suresi 54/1, 24- Diyanet İşleri Başkanlığı 2017 basım, sayfa 180, 182,1835- 19. Mektup6- Yrd. Doç. Dr. Faruk MARAŞLIOĞLU, Özlenen Rehber Dergisi 157. Sayı7- Bilim ve Yaşam Ans. Bilim ve Teknoloji cildi. Gelişim Yay. s. 241

Daha önceki yazılarımızda Üstad Hazretlerinin istikbale dair verdiği haberlerden örnekler vermiştik. Bu sayımızda Bediüzzaman Hazretlerinin 1921 yılında ramazan-ı şerifte kaleme aldığı “Lemaat” isimli risalesindeki vefatına ve mezarının yıkılacağına dair ihbarından bahsedeceğiz. Sevgili Üstadımızın vefatından sonra anlaşılan bu hakikat, onun ne derece yüksek bir kemalata sahip olduğunu anlamamız açısından çok büyük bir ehemmiyet arz etmektedir. Lemaat’a çok sırları içinde barındıran ve kendi imzasını taşıyan şu ifadelerle başlıyordu Hazret-i Üstad: “Eddâî (duacınız) Yıkılmış (Hâşiye-1) bir mezarım ki, yığılmıştır içinde, Said’den yetmiş dokuz(Hâşiye-2) emvât bâ-âsâm âlâma. Sekseninci olmuştur, mezara bir mezar taş, Beraber ağlıyor (Hâşiye-3)hüsrân-ı İslâma. Mezar taşımla pür-emvât enîndâr o mezarımla, Revânım sâha-i ukbâ-yı ferdâma. Yakînim var ki, istikbâl semâvâtı, zemîn-i Asya, Bâhem olur teslîm yed-i beyzâ-yı İslâma. Zîrâ yemin, yümn-ü îmândır. Verir emn ü emân ile enâma.”1 Lemaat hakkında şöyle söylüyor muhterem Üstad: “Bu ramazaniye kitabımı kim alsa her kıtasını dikkatle okumasa, lafız ve nazmın perişaniyetine bakıp manasının anlamasına çalışmasa helal etmem. Çirkin bir sadefte güzel bir cevher bulunabilir.”2 Kendi sahasında emsalsiz bir eser olan Lemaat, gerçekten çok sırları açığa çıkaran bir kitaptır. Sathi nazarlar hakikatlerini keşfedemezler. Lemaat azami dikkat ve üzerinde dura dura, manalarını düşüne düşüne ve ehemmiyetine binaen döne döne okunması gereken bir eserdir. Üstad Vefatını Şifre İle Bildiriyor Yıkılmış bir mezarım ki, yığılmıştır içinde, Said’den yetmiş dokuz emvât bâ-âsâm âlâma. Bu eser yazıldığında Bediüzzaman hazretleri 44 yaşlarında idi. Bu satırda vefat tarihini ve mezarının yıkılacağını açıkça ifade etmiş. Sevgili Üstadımız 79 rakamının seneye işaret ettiğini haşiyede şu cümleyle açıklamış: “Said yetmiş dokuz senesindedir. Her bir senede bir Said ölmüş demektir ki: Bu tarihe kadar Said yaşayacak.”3 Üstad Bediüzzaman Hazretlerinin 79 rakamıyla vefat tarihini bildirdiğini o zamana kadar kimse anlayamamıştı. Risale-i Nur talebeleri, burada mecazi bir mana olduğunu düşünerek Bediüzzaman Hazretlerinin 79 yaşına kadar yaşayacağı kanaatine varmışlar. Meğer üstadımız vefat edeceği tarihi kastediyormuş. 1921 yılında yazılan bu risalenin müellifi Bediüzzaman Said Nursi Hazretleri, hicri 1379’da Ramazan’ın 25. gününde (Miladi 23 Mart 1960) Urfa’da Halil-ur Rahman dergâhında vefat etti. Latif bir hadiseyi de yazmadan geçmeyelim: Said Nursi Hazretleri duygusal bir insan olan kardeşi Abdülmecit’e, “Merak etme, sen benden yedi sene sonra vefat edeceksin” demişti. Abdülmecit Efendi, Üstadın haber verdiği gibi 1967 yılında vefat etti. Hanımı Rabia Ünlükul şöyle anlatıyor: “Vefat edeceği senenin başında bana ara sıra: “Rabia, bu son senemdir” derdi.”4 Mezarının Yıkılışını da Haber Vermiş Yıkılmış bir mezarım ki……. Sekseninci olmuştur, mezara bir mezar taş, ... cümleleriyle de mezarının hangi tarihte yıkılacağını haber veriyor. 23 Mart 1960’ta vefat eden Üstad Hazretlerinin na’şı Halil’ur Rahman dergâhına defnedildi. 27 Mayıs 1960’ta ülkede ihtilal oldu. 12 Temmuz 1960 tarihinde ise Hazret-i Üstad’ın mezarını balyozla kırıp mübarek na’şını Urfa’dan Isparta’ya kaldırdılar. Bu tarih ise hicri 1380’i gösteriyordu. Demek şiirdeki 79 sayısı vefat tarihine, 80 sayısı ise mezarının yıkılacağı tarihe işaret ediyordu. Lemaat risalesi şiire benzer, şiir değil; nesre benzeri nesir değil. Her ikisinden de almış ama ikisi de olmamıştır. Hakikatleri çekirdekler, özler şeklinde ifade etmiştir Üstad Bediüzzaman. İsmi gibi eseri de Bedî’dir. Eşsiz bir şaheser olarak tarihe geçmiştir. Az sözle çok manaları ifade eden îcazlı bir risaledir. Lemaat’ın başında Üstadın imzası olarak kaleme alınan bu parça onun manevi kemalâtının da bir işaretidir. Nur risalelerini mütalaa edenler bu işaretten şunu iyi anlasınlar ki, Bediüzzaman Hazretleri sıradan bir âlim değildir. Bu zamanın bir Gazalisi (ks), Abdulkadir-i Geylanisi (ks), İmam-ı Rabbanisi (ks)’dir. Sözlerinde derin hikmet, keskin hakikat ve sırlı şifreler vardır. Hazret-i Üstad, Risale-i Nurların derin manaları ihtiva eden çok tesirli bir eser olmasının sırrını izah ettiği şu cümleleri tekrar hatırlayalım: “Yazılan Sözler (Risale-i Nurlar), tasavvur değil, tasdîktir. Teslîm değil, îmândır. Ma‘rifet değil, şehâdettir, şuhûddur. Taklîd değil, tahkîktir. İltizâm değil, iz‘ândır (iyice anlama). Tasavvuf değil, hakîkattir. Da‘vâ değil, da‘vâ içinde burhândır.”5 Evet, Üstad Said Nursi Hazretleri, hakikatleri şuhud (gözle görür) derecesinde keşfedip bize bildiriyor. Buna delil isteyenler yüz sene önce yazılan Hutbe-i Şamiye, Münazarat, Lemaat gibi eserlere dikkatle baksınlar. Yüz sene önceki şartları göz önüne alıp öyle değerlendirsinler. O gün söyledikleri bugün tahakkuk etmiş mi, etmemiş mi? Vicdanlarına müracaat etsinler. Bu zat diyor ki: Muasırlarım beni anlamadılar. Bana hayali hakikat zan ediyorsun diyorlar. Ey nesl-i âti (o zamana göre gelecek nesil, yani şimdiki bizler) siz söyleyin. Bu sözlerim hayal mi? Hakikat mi?” Kaynaklar: 1- Sözler, s. 322. Altınbaşak Neşriyat.2- Lemaat, Evkaf-ı İslamiye Matbaası, (1337-1339)3- Sözler, s. 322. Altınbaşak Neşriyat.4- Son Şahitler, Necmeddin Şahiner, c. 1, 1555- Mektubat 1, 256. Altınbaşak Neşriyat. Hâşiye-1: Bu kıta onun imzasıdır. Hâşiye-2: Her senede iki defa cisim tazelendiği için, iki Said ölmüş demektir. Hem bu sene Said yetmiş dokuz senesindedir. Her bir senede bir Said ölmüş demektir ki: Bu tarihe kadar Said yaşayacak. Hâşiye-3: Yirmi sene sonraki bu şimdiki hâli, hiss-i kablelvuku ile hissetmiş.

Kudüs, üç semavi din için kutsaldır. Müslümanlar için Kudüs üçüncü en mukaddes şehirdir. İslamiyet’te Kudüs, Milattan sonra 610 yılında ilk Kıble olmuştur ve Kur’an’ın beyanına göre Hz. Muhammed (sav), 10 yıl sonra Miraç’a bu şehirden çıkmıştır. Bir hadisi şerifte bildirildiğine göre Resulullah (sav)’in câriyesi Meymune (r. anhâ): “Ey Resulullah! Bize Mescid-i Aksa hakkındaki hükmün ne olduğunu bildir” dedi. Resulullah (sav) da şöyle buyurdu: “Oraya (Mescidi Aksa’ya) gidin ve içinde namaz kılın.” Hadisin râvisi dedi ki: “O zaman burası Dâru’l-Harb’di (yani Müslüman olmayanların hâkimiyeti altındaydı).” (Resulullah (sav) sözlerine daha sonra şöyle devam etti): “Eğer oraya gidemez ve içinde namaz kılamazsanız kandillerinde yakılmak üzere oraya zeytinyağı gönderin.” (Ebu Davud, Kitâbu’s-Salât, 14) Burada zeytinyağı bir semboldür. Yapılması istenen ise Kudüs’e ve Mescidi Aksa’ya önem verilmesi, oranın Hz. İbrahim (as)’ın Hanif dininin gerçek sahipleri olan müminlerin eline geçmesi için çalışılması ve o kutsal mekânların tevhid dinine uygun kimliğinin korunması amacıyla yapılan çalışmalara herhangi bir şekilde destek olunmasıdır. Kudüs, üç semavi din için kutsaldır. Müslümanlar için Kudüs üçüncü en mukaddes şehirdir. İslamiyet’te Kudüs, Milattan sonra 610 yılında ilk Kıble olmuştur ve Kur’an’ın beyanına göre Hz. Muhammed (sav), 10 yıl sonra Miraç’a bu şehirden çıkmıştır. “Kendisine ayetlerimizden bir kısmını gösterelim diye, kulunu (Muhammed’i) bir gece Mescid-i Haram’dan, etrafını mübarek kıldığımız Mescid-i Aksâ’ya (İsrâ -gece yürüyüşü- ile) götüren (Allah, her türlü noksanlıktan) münezzehtir. Şübhesiz ki Semî’ (her şeyi işiten), Basîr (hakkıyla gören), ancak O’dur.” (İsra, 1) Peygamber Efendimiz Hazret-i Muhammed’in Mirac’a yükseldiği yer olarak bilinen Kudüs, aynı zamanda Kâbe’nin kıble olmadan önce Müslümanların yıllarca yöneldikleri ‘ilk kıble’ dir... Peygamber (sav) Efendimiz bir hadis-i şeriflerinde şöyle buyurmaktadır: “Yolculuk ancak şu üç mescitten birisine ibadet için olur. Benim şu Mescidime, Mescid-i Haram’a ve Mescid-i Aksa’ya”. Harita üzerinde Filistin ve İsrail’in orta noktasında yer alan Kudüs, 800 bin kişilik nüfusa sahiptir. İçerisinde Mescid-i Aksa, Ağlama Duvarı, Kubbetü’s-Sahra gibi dini öneme sahip yerler bulunmaktadır. Haçlı Seferleri sonucunda Hristiyanların eline geçen Kudüs, Eyyubi Devleti kurucusu Selahaddin Eyyubi ile yeniden İslam topraklarına katıldı... Sonrasında Kudüs, 1917’deki İngiliz işgaline kadar asırlarca Osmanlı yönetiminde kaldı... Kudüs’ün en eski bölümüne, Hazret-i İsa’dan önce 4. yüzyılda ilk yerleşim gerçekleşti. 1538’de şehri çevreleyen duvarlar inşa edildi. Bugün bu duvarlar, Ermeni, Hristiyan, Yahudi ve Müslüman olmak üzere dört çeyreğe bölünmüş olan Eski Şehri (Eski Kudüs) çevrelemektedir. Müslümanlar için en kutsal yerlerden biri kabul edilen Mescid-i Aksa ve Kubbet’üs Sahra’nın bulunduğu Harem-üş-Şerif, Doğu Kudüs’te yer alıyor. Yahudiler için Mescid-i Aksa’ nın hemen altında yer alan ve Süleyman döneminde yapılan tapınağa ait olduğuna inanılan Ağlama Duvarı yer alıyor. Yahudiler burayı inançlarının en kutsal mekânı olarak kabul ediyor. Hristiyanlar ise Kudüs’te bulunan Kutsal Kabir Kilisesi’nde İsa Peygamber’in çarmıha gerildiğine ve kabrine konulduğuna inanıyor. Bu kilise, aralarında Rum Ortodoks Patrikhanesi, Roma Katolik Kilisesi ve Ermeni Patrikliğinin de olduğu farklı mezheplerin temsilcileri tarafından yönetiliyor. Kudüs’ün statüsü, İsrail-Filistin çatışmasının da en merkezi sorunlarından birini oluşturuyor. İsrail, 1967’deki Altı Gün Savaşı’nda o zamana kadar Ürdün’ün kontrolü altında bulunan Doğu Kudüs’ü işgal etti. O tarihten bu yana da İsrail işgali altında bulunuyor.

Fransız mühendis André Bovis, sağlıklı besini kötü besinden ayırmak amacıyla basit bir sarkaç sistemi geliştirir. Kırmızı bir ipin ucuna, küçük bir parça pirincin (maden olan pirinç) bağlı olduğu bir sarkaçla ‘besinlerin pozitif enerjisini’ ölçmeyi başarır. Aslında geliştirilen bu sistem bin yıllardır su ve madenlerin keşfi gibi amaçlarla kullanılan ‘çatallı çubuk’ gibi şekillerde de kullanılan basit bir alettir. Herkesin yapabileceği bu basit sarkaç, gıdanın besin değerini yahut tazeliğini (buna ‘besin canlılık radyasyonu da deniyor) ölçmemizi sağlıyor. Bovis, deneylerinden birini sütler üzerinde yapar. Onun deneyini, tekrarlandığında sokak sütü diye küçümsenen normal sütün, sarkacı dakikada 300-400 kez döndürdüğü görülür. Oysa pastörize edilmiş sütte ve UHT sütte ise sarkacı döndürecek hiçbir enerji kalmadığı görülür. Aynı şekilde gereğinden fazla pişirilmiş bir gıdanın da sarkacı harekete geçirecek enerjiye sahip olmadığı tespit edilir. Taze bir besinin sarkacı hızla döndürdüğünü her zaman gözleyebiliriz. Yeni koparılmış bir maydanoz ile koparılmasının üzerinden saatler ya da günler geçmiş bir maydanozun enerjisi arasında uçurum olduğu görülecektir. Bu da günümüzde tüketilen paketli endüstriyel gıdaların besin değerinin neredeyse tümüyle yok olduktan sonra tüketildiğinin ispatıdır. Bovis besin biyometresi denilen bu sarkaç, daha sonraki yıllarda Simoneton tarafından elektronikleştirilir. Simoneton’un geliştirdiği yeni yapı bir yandan Bovis’i doğrular, diğer yandan da ölçümü sistematikleştirir. Simenton’un sisteminde yapılan ölçümlerde taze sütün sağımın üzerinden 12 saat geçmiş sütün enerjisinin %40 oranında canlılığını kaybettiği bulunur. 24 saat sonunda ise bu kayıp %90 a çıkar. Süt pastörize edildiğinde ise canlılık tümüyle sona erer. Pastörizasyonun etkisi taze sıkılmış meyve sularında test edilir. Taze sıkılmış meyve suyu iyi canlılık değeri verirken, pastörize edildiğinde tüm besin değerini kaybeder. Canlılık değeri çok yüksek olan sarımsak suyu bile pastörizasyon sonrası tüm canlılığını kaybedip ölmüştür. Başka bir deneyde, kurutulmuş meyve ve sebzelerin de (kurutulmuş olmasına rağmen) canlılıklarını korudukları görülmüştür. Kurutulmuş meyveler 24 saat suda bekletilip ölçüldüğünde besin enerjilerinin dalından koparılmış gibi arttığı gözlemlenmiştir. Pastörize işlemi gibi, konserve edilmiş meyve ve sebzelerin de besin enerjisi sıfırdır. Nötr durumda olan su ise bitki veya insanla yani canlı bir organizmayla bir araya geldiğinde müthiş bir canlılık kazanır. Elma veya armut kabukları bir gece suda bekletilip çıkarılınca enerjinin elma veya armutta elde edilen en yüksek seviyeye eriştiği görülür. Bu durum kabuğun besinlerini suya bıraktığının ispatıdır. Radiations des Alimentes adlı eserde şu bilgiler yer alıyor: Bahçeden yeni toplanmış ham meyvelerin besin enerjileri yok denecek kadar az. Ama enerjileri, olgunlaştıklarında en yüksek seviyeye çıkıyor. Satışa arz edildikleri sürede geçen zamanın uzunluğuna bağlı olarak enerjilerinin üçte biri ila üçte ikisini kaybediyorlar. Gerektiğinden fazla pişirildiklerinde enerjilerinin tamamını kaybediyorlar. Çiğnemek, besinin enerjisini artırıyor. Muz normal şartlarda toplandıktan sonra 24 günlük bir ömre sahiptir. Ölçümler muzun, besin değerini ilk 8 günde koruduğunu sonra kaybetmeye başladığını gösteriyor. Çiğken sadece 2000 angstromluk enerjisi olan patates ve patates türü yumrulu gıdaların enerjisi haşlandığında 7000’e, fırınlandığında 9000’e yükseliyor. Daha da ilginci besinlerin en fazla titreşimi ağızda çiğnendiği anda yaymalarıdır. Ağızda daha fazla çiğnenmesini enerjiyi daha da artırdığı tespit ediliyor. Bu da gıdaların ağızda çokça çiğnenmesi önerisinin ne kadar yerinde olduğunun en açık göstergesi! Buğday 8.500 angstromluk bir enerji yayarken pişirildiğinde bu güç 9.000’e yükseliyor. Zeytinyağı da buğdayla aynı enerjiye sahip ama sızma zeytinyağı 6 yıl beklese enerjisini kaybetmiyor. Tereyağının da canlılığı 8 bin civarında ve çok iyi ama iyi muhafaza edilmediği takdirde 2 gün sonra enerji kaybı başlıyor. 20 gün sonra en düşük seviyeye iniyor. Balıkların özellikle açık deniz balıklarının 8500-9000’lik enerji değerleriyle en iyi besinlerden oldukları görülüyor. Onlarda da yakalandıkları an en yüksek değer, sonra enerjileri azalıyor. Simoneton en iyi gıdaları 6500-10000 aralığındakiler olarak tasniflerken 3000-6500 aralığını ikinci grup olarak nitelendiriyor. Bu ikinci grupta yumurta, fıstık, haşlanmış sebzeler, rafine edilmemiş kamış şekeri var. Şeker verileri de oldukça şaşırtıcı. Şeker pancarının taze suyu 8000 birimlik enerji yayıyor. Pancar rafine toz pancar haline dönüştürüldüğünde enerjisi 1000’e küp şeker haline getirildiğinde ise sıfıra düşüyor. Yeni kesilmiş çiğ etlerin 6 bin dolaylarında olan enerjisi tuzlanıp odun ateşinde pişirildiğinde 9500, haşlama yapıldığında 10000’e yükseliyor. Sosis, salam gibi işlemlerde bu değer sıfıra düşüyor. Kahve, siyah çay ve çikolatada değerler 3000 seviyesinde. Simon margarin, beyaz şeker, beyaz unu ve konserveleri en kötülere yerleştiriyor. Bu bilgiler ışığında neyi nasıl yemek gerektiği konusunda kendi kararınızı başkalarının yönlendirmesine ihtiyaç duymadan verebilirsiniz. Yanlış gıda tercihlerinizi değiştirebilirsiniz. Herkese sağlıklı günler diliyorum… Kaynaklar: Ramazan Diyeti - Kemal Özer

Çağımızın en büyük problemlerinden birisi, hızla gelişen ve genişleyen şu dünyada kendimize bir yer bulmak için bencilliğimize yenik düşüp karakterimizden, insanlığımızdan taviz vermemiz ve dünyada olup biten onca zulme, haksızlığa duyarsızlaşarak seyirci kalmamızdır. İnsan haklarından ise sadece bahseden fakat fiil ortaya koymakta yavaş kalan bir toplum olmaya doğru yavaş yavaş sürüklenmemizdir. Her gün biraz daha genleşerek etrafımızı kuşatan teknolojinin esiri olduk. İnsanlığımız, sosyal medyada gördüğümüz, görüp de üzüldüğümüz fotoğraflarda kaldı. Üzüntümüzü de duygularımızı da yeni maskelerimiz olan emojilerle ifade etmekle yetindik. Aşkımız, neşemiz, kırgınlıklarımız, kısaca tüm duygularımız emojileşti. Ekranlarda kaldı; kalbe inmedi, yüreğimizi ısıtmadı. Hal böyle olunca, ne yoksul insanların ne de mağdur insanların halinden anlar olduk. Atalarımızın bize emanet ettiği sadakat, sevgi ve daha nice erdemli davranışları emojilere kurban verdik. Oysa İslam’la yoğrulan ve yoğunlaşan Osmanlı öyle miydi? Sadaka taşları, yoksulu görüp gözetme, halden anlama… hepsi, hiçbir fakiri incitmeden yapılan ince insanlık örnekleridir. Fakat bugün! Sanal dünyaların kralları olarak hüküm sürme gayretinde insanlık. Eskiden insanlar birbirlerinin sıkıntılarını gidermek için yarışırlardı. Birbirlerinin dertlerine, kederlerine ortak olurlardı ve insanlar bilirdi ki üzüldükleri zaman onları teselli edecek biri elbet karşısına çıkacaktı. Tanıdığı veya tanımadığı ama elbet birisi yardım edecekti. İnsan insana muhataplık vardı. Temas vardı. Gerçek iletişim vardı. Derde deva hemen yanı başında kardeşinde, arkadaşında, akrabasında, insanlıktaydı… Günümüzde ise sadece sanal âlemde attığımız taziye tweetleri veya telefon mesajları kaldı. Sosyal medya sözüm ona iletişim araçları olmakla beraber “kalpten kalbe yol vardır” sıcaklığında temerküz eden iletişimlerimizi kopardı, bitirdi. Sözlerimiz yürekten gelerek sımsıcak duygularla söylenemez hale geldi. Bu da Allahualem beraberinde samimiyetsizliği, vefasızlığı, anlayışsızlığı, tahammülsüzlüğü getirdi. Sanal alem bizi daha sarmadan ve bizi birbirimizden ayırıp dert ve devada, iyi günde kötü günde, sağlıkta ve hastalıkta birebir iletişim kurup, birbirimizi anlamaya çalışmak ve doğrudan iletişim kanallarını açık hale getirmek boynumuzun borcudur.