
11.10.1929 tarihinde İsviçre’de yayınlanan Tribune de Geneve gazetesinde şöyle bir haber çıkar: “Türkler gibi Asya steplerinden gelip Avrupa’nın ortasına yerleşmiş olan Macarlar, vaktiyle, Latin alfabesini almak zorunda kalmışlardı. Bu alfabe onları Hristiyanlığa ve uygarlığa götürmüştü. Şimdi Türkler Avrupa kılığını ve yazsını almakla işe başlamışlardı. Acaba daha ileriye gidip Hristiyanlığa doğru da kayacaklar mıydı? Şimdilik böyle bir belirti yoktu. Yalnız, İslam dininin artık Türkiye Cumhuriyeti’nin resmi dini olmaktan çıktığı ve Türklerin gittikçe dinden uzaklaştıkları bir gerçekti.” Batı bizde olan ve belki de kendilerince olacağı ifade noktasında, sadece İsviçre gazetelerinde değil, diğer Avrupa ve Amerika gazetelerinde de bu şekil haberler çıkmaktadır. Ama gördükleri ama görmek istedikleri… Peki, bizden tarafta durum nedir? Bir taraftan Osmanlıda okuma-yazma oranı düşük sözleri dolaşırken diğer tarafta Kur’an harfleriyle yazılan ve yüzyıllardır kullanılan Türkçenin okuması zor gibi bir fikir yayılmaya çalışılmaktadır. Elbette bir tarafta da -o gün anlaşılmaz denilen kelimelerle- muasır medeniyetler seviyesine çıkmaktan bahsedilmektedir. Lakin Avrupa gazetelerinde yukarıda geçen ifadelerle çıkan haberlere mukabil başta Kazım Karabekir Paşa gibi zatlar da memleketimizde benzer ifadeleri kullanmak durumunda kalmışlardır. Mesela Seval Nişanyan “Yanlış Cumhuriyet” kitabında, “Alfabe devriminde asıl gaye, Batı kültürünü benimsemekten çok, İslam kültürünün entelektüel köklerini kurutmaktır. Amaç Türklerin Shakespeare’i ya da Paris gazetelerini daha kolay okuması değildir: Kuran’ı ve Osmanlı kaynaklarını okumalarını önlemektir” demektedir. Aynı şekilde Cemil Meriç de, “Osmanlı rahatsız ediyordu Mustafa Kemal’i. Silinmesi gereken bir vesikaydı yakın tarih. Mazi zaman zaman gevezelik ediyordu. Dil devrimi Selanik’in İstanbul’a isyanıdır, Selanik’in ve bütün Anadolu’nun. Osmanlı ordusu, Osmanlı teşkilatı, Osmanlı mimarisi yok edilemezdi. Harf inkılabı altı yüzyılı rafa kaldırdı. Ve tarihsiz bir memleket ibda etti” diyerek durum değerlendirmesi yapmaktadır. Kur’an harfleri üzerinden pek çok değerlendirmeler o gün de değerlendirildi, hala da konuşuluyor. Rayına oturana kadar da devam edecek gibi gözüküyor. Bundan bahisle biz, “karanlığa küfretme, bir mum da sen yak” sözü üzerinden ne yapabileceğimize bakmalı ve gayret etmeliyiz. Unutmamamız gerekenler üzerinden bir derleme yaptık, faydalı olmasını ümit ederek. Dilerseniz oradan devam edelim. Buyurun…

Dünya tarihinde çekilmiş ilk savaş fotoğraflarından (1853-1856): Kırım Savaşında İsmail Paşa ve askerleri (solda), Sivastopol kuşatmasında İngiliz hattı (sağda) Kırım Harbi 1848’de ortaya çıkan Macar mültecileri meselesinde Avusturya ve Rusya mültecilerin iadesi için Osmanlı Devleti’ne yoğun baskı uygulayınca İngiltere, Fransa ile Osmanlı’nın yanında durarak askerî yardım da dahil her türlü desteği vereceklerini açıkladı. Bu durumda geri çekilen Rusya, “makāmât-ı mübâreke” meselesinde Osmanlı Ortodoksları ile ilgili olarak talep ettiği himaye hakkının Osmanlı Devletince reddedilmesi üzerine 1853’te Kırım Harbi başladı. İngiltere ve Fransa, geleneksel politikaları uyarınca bu savaşta Osmanlı Devleti ile beraber hareket ettiler ve savaş müttefik kuvvetlerin Rusya’ya karşı üstünlüğü ile sonuçlandı (1856). Kırım Tatarları Her Rus-Osmanlı savaşı patlak verdiğinde Osmanlılara yardım edecekleri ve Rusları arkadan vuracakları gerekçesiyle Kırım Tatarları büyük baskılar altına alınmaktaydı. Bilhassa 22 Haziran 1853’te başlayan ve Kırım harbi olarak tarihe geçen Osmanlı-Rus savaşı sırasında Rus idarecileri Kırım Tatarlarına karşı çok sert tedbirler aldı. Savaş esnasında Kırım Tatarlarının Kırım’dan sürülmesi bile düşünüldü. Rusya, 1856’da imzalanan Paris Antlaşması’nın ardından Kırım Tatarlarına daha büyük idarî ve iktisadî baskılar uygulamaya başladı. Toprakları ellerinden alınan ve Slav toprak sahiplerinin insafına terkedilen Kırım Tatar köylülerinin durumu dayanılmaz hale gelince 1860’ta büyük bir göç başladı. 200.000’e yakın Kırımlı malını mülkünü bırakarak Osmanlı Devleti’ne göç etmek zorunda kaldı. Bu olaydan sonra Kırım Tatarları Kırım’da nüfus itibariyle azınlık durumuna düştü. Kırım Tatarlarının Kırım’dan ayrılması hemen her seferinde Rus idarecileri tarafından olumlu bir gelişme olarak görüldü ve hatta teşvik edildi. Kırım’dan göç eden Kırım Tatarlarının tam sayısını tespit etmek mümkün değilse de 1783-1922 yılları arasında en az 1.800.000 Kırım Tatar’ının Osmanlı Devleti’nin Rumeli ve Anadolu’daki topraklarına göçtüğü tahmin edilmektedir. 4 Kasım 1605 Estergon Kalesi’nin fethi 3 Haziran 1604’te İstanbul’dan hareket ederek 26 Temmuz’da Belgrad’a varan Veziriazam Malkoç Ali Paşa burada vefat edince, sadarete ve garp serdarlığına Lala Mehmed Paşa tayin edildi. İlk önce Peşte, ardından Vaç kalelerini geri alan serdar, Estergon’u kuşattıysa da yağmur ve kar fırtınalarının başlaması ve askerin muhalefeti üzerine 23 Kasım 1604’te Belgrad’a çekilmek zorunda kaldı. Bu sırada Protestan Macar halkı üzerinde Katolik Avusturya baskısının artması, Erdel’in istiklâli için mücadele eden ve daha önce Avusturya taraftarı olan Erdel Beyi Etienne Bocskai’ın (Boçkay) İstanbul’a elçi göndererek yardım istemesine sebep oldu. Bocskai’a Erdel krallığı için yardım vaadinde bulunulması üzerine o da kuvvetleriyle sefere katıldı. 1605 yazında Estergon üzerine yürüyen Lala Mehmed Paşa, önce Vişegrad ve Tepedelen’i ele geçirdi. Böylece zor durumda kalan Estergon Kalesini savunanlar, 4 Kasım 1605’te kaleyi teslim ettiler. Diğer taraftan Bocskai, Türk kuvvetlerinin yardımı ile Uyvar’ı alırken Tiryaki Hasan Paşa da Veszprém ve Polata’yı fethetti. Elde edilen bu başarılardan sonra Lala Mehmed Paşa tarafından Etienne Bocskai’a Erdel ve Macar tacı giydirildi. Bunun arkasından da Kanije Beylerbeyi İbrahim Paşa, Tatar ve Macar kuvvetleriyle birlikte Avusturya’nın İstriya eyaletine bir akın düzenledi. 27 Kasım 1909 Tarih-i Osmanî Encümeni kuruldukuruldu Sadrazam Hüseyin Hilmi Paşa’nın teklifi ve Sultan V. Mehmed Reşad’ın iradesiyle 27 Kasım 1909 tarihinde kurulmuştur. Encümenin gayesi, teşkilâtı, görevleri ve üyeleri Necip Asım (Yazıksız) tarafından hazırlanan tüzükte belirtilmiştir. Burada ilmî ölçülere uygun bir Osmanlı tarihinin hâlâ yazılamadığı, vakanüvis tarihleriyle diğer özel tarihlerin birer salname mahiyetinde bulunduğu, mevcut muhtasar tarihlerin ise sübjektif bir nitelik taşıdığı ifade edilmiştir. Ayrıca halka tarih bilgisi ve şuuru ile vatan sevgisi kazandırma amacı da belirtilmiştir. İmparatorluğu meydana getiren unsurları aynı gaye etrafında ve aynı vatan sevgisiyle bir araya getirebilmek için tarih öğrenmenin gerekliliği üzerinde durulmuş, bundan dolayı ilmî bir cemiyete ihtiyaç duyulduğu kaydedilmiştir. 30 Kasım 1988 Hafız Abdülbasıt Abdüssamed vefat etti, Asıl adı Abdülbâsıt Muhammed Abdüssamed olmakla birlikte Türkiye’de daha çok Abdüssamed diye tanınmıştır. Kinâ vilâyetine bağlı Erment’te doğdu. On yaşında Kur’ân-ı Kerîm’i ezberledi. On dört yaşında Kur’an ilimleri ve kıraat-ı seb‘a’yı tahsil etti. Daha sonra Kahire’de kıraat-ı aşereyi tamamladı. Mısır’ın Said bölgesinde Kur’an okuyuşuyla tanındı. 1951’de Kahire’ye gitti ve Seyyide Zeyneb, İmam Şâfiî, İmam Hüseyin, Sultan Ebü’l-Alâ ve İmam Rifâî camilerinde Kur’an okudu. Aynı yıl Kahire radyosunda Kur’an okumaya başladı. Sesi ve okuyuş tarzıyla kısa sürede büyük ilgi görerek şöhrete kavuştu. Çeşitli dinî, millî gün ve merasimler münasebetiyle bazı ülkelerin devlet başkanları, enformasyon bakanları veya bazı özel kurum ve şahısların daveti üzerine, başta Ortadoğu ülkeleri olmak üzere Afrika’dan Uzakdoğu’ya kadar birçok İslam ülkesini, Amerika Birleşik Devletleri ve bazı Avrupa ülkelerini ziyaret etti; buralarda Kur’ân-ı Kerîm okudu. Gittiği bazı ülkelerin devlet veya hükümet başkanları tarafından çeşitli nişanlarla taltif edildi. 30 Kasım 1988’de Kahire’de vefat etti.

Değerler eğitimini, eğitimin ana omurgasının dışında değerlendirmeden tadımlık, tanıtımlık ve lokal uygulamalara havale etmemek, külli olarak tedrisatın içerisine derç etmek, 1000 yıllık yürüyüşün devamı için bir zorunluluktur. Bundan 1148 sene önce 870 yılında bugünkü adıyla Otrar, o günkü adıyla Farab’da dünyaya geldi. 16 yaşındayken bugünkü bir alternatif güzergâh ile 3881 km, bir başka alternatif güzergâh ile 4451 km olan, bugün otomobil ile en az 50 saat, uçakla 10 saat uzaklığında bir mesafede bulunan, o gün atla kaç gün ve kaç saat süren bir yolculukla kaç km yaptığını bilemediğimiz, ancak bugünün şartlarından çok daha ağır olduğunu tahmin ettiğimiz bir yolculukla Bağdat’a ilim öğrenmeye geldi, ilim tahsil etti ve bir daha doğduğu topraklara geri dönemedi. İnsanların dünya ve ahiret saadetinin erdemli birey ve erdemli toplum modelinden geçtiğini söyleyen bir arayışı ve anlayışı miras bırakarak bu dünyadan geçen Farabi, ebedi hayat yolculuğuna devam etti. Bundan 1001 sene önce Aral Gölünün doğusunda Balasagun’da dünyaya geldi, Türklerin İslamiyet ile müşerref olmalarının ertesine tekabül eden bir zaman diliminde; bilginin yani ilmin önemini, birey ve toplumun dünya ve ahiret saadeti için doğruluğu, ahlakı ve adaleti tavsiye eden Balasagunlu Yusuf diğer adıyla Yusuf Has Hacip, Kutadgu Bilig eseriyle bir anlayış ve arayışı miras bırakarak bu dünyadan geçti ve ebedi hayat yolculuğuna devam etti. Bundan 508 yıl önce Isparta’da dünyaya geldi, Şam’da kadılık görevinde kaleme aldığı Ahlakı Alai adlı eserinde, tıp ilmi ile ahlak ilmini benzeştirdi. İnsan bedeninin muhafazası ve hastalıklarının tedavisinde tıp ilmi hangi fonksiyonu üstleniyorsa insanın nefsini kötü huylardan arındırmada da ahlak ilminin aynı görevi üstlendiğini söylen bir arayışı ve anlayışı miras bırakarak bu dünyadan geçen Kınalızade Ali Efendi, ebedi hayat yolculuğuna devam etti. Bir arayış ve anlayışın teşekkül ve gelişim serüveninde örnekleri, isimleri, eserleri çoğaltmak mümkündür. Bir anlayış üzerine edilen bu serüven insanın mutluluk arayışıdır. Bireyi mekanizma dışına itmeden, birey üzerinden külli bir mutluluğu inşa etme arayışı, bireyden topluma, toplumdan şehre, şehirden devlete, devletten küresele, dünyadan ahirete uzanan ve her birini birbirine bağlı kılan idealize bir anlayış… Farklı coğrafyalarda farklı zaman dilimlerinde dünyaya gelmiş, farklı coğrafyalarda farklı dillerde farklı cümlelerle eserler telif etmiş ancak aynı arayışın mümessili olmuş, aynı kökten beslenmiş, aynı hakikati izhar etmiş bir anlayış… Aynı kökten beslenerek farklı coğrafyalarda tezahür etmiş bu arayışlar, tarih ve coğrafya içerisinde süzüle süzüle, kıvrıla kıvrıla Anadolu’da toplanarak engin bir denize; Safranbolu’da birbirinin cephesini ihlal etmeyen konaklardan oluşan bir şehre, Sivas, Kayseri ve Erzurum’da cephesi ince ince süslenen medreselere; Aksaray’da heybetli ve emniyetli bir Sultanhanı’na, İstanbul’da Süleymaniye’ye ve Sahn-ı Seman’a dönüşmüş bir anlayış…. Üsküp ile Bursa’yı, Bakü ile Tebriz’i, Kırım ile Kıbrıs’ı, Halep ile Harran’ı aynı erdem, ahlak, mutluluk medeniyetinin bir parçası olarak tutmaya gayret eden bir anlayış… Farabi, tekamülün şehir hayatında olduğunu söyleyerek şehri idealize ediyordu. Bugün belki de Farabi’nin hayalinin ötesinde büyüyen, kalabalıklaşan, sanayileşen, yapılaşan, devasa ölçekte yatay ve dikey toplu konutlaşan, kalabalıklaşan, teknolojileşen, ulaşım ağlarıyla birbirine kavuşan kentlere sahibiz. Yine Farabi’nin bir tavla oyunu ile ancak elde edebildiği eserler, bugün mebzul miktarda ve hatta bila bedel parmaklarımız ucunda, bugün ilim isteniyorsa dönmemek üzere yollara düşmek zorunluluğunun olmaması bir tarafa, bilgiyi gözlerimiz önüne her an çağırabildiğimiz bir aşamadayız. Yusuf Has Hacip; bilginin sağlam bir kalkan olduğunu, bilgisiz yürek ve dilin neye yarayacağını soruyor, bilgi ile su gibi herkese faydalı ol, bilgi bir denizdir diyordu. Bugün belki de Balasagun’lu Yusuf’un tahayyül etmediği kadar bilginin hem öneminin hem de envai çeşit bilginin anlatıldığı, öğretildiği, eğitim kurumlarına, fakültelere, üniversitelere sahibiz. Kalabalık şehirlerin sokaklarında kaybettiğimiz, üniversite kantinlerinde koridorlarında bıraktığımız, fabrika çarkları arasında hırpaladığımız, teknoloji ile gözden uzak tutmayı başardığımız, toplu konut inşaatlarında betonlaştırdığımız bir arayışı kaybettiğimiz bir anlayıştayız…. Bir arayışı; dünya ve ahiret mutluluğu arayışını kaybettik. Dünya ve ahiret mutluluğunun birbirinin mütemmim cüzü olduğunu, Ahiret mutluluğunun hesaba katılmadığı bir mutluluk arayışının dünyada da hüsran ile sonuçlanacağını göz ardı ettik. Bir anlayışı kaybettik şehirlerin mutluluk vermek üzere inşa edilmesi gerektiğini, bunun için kentleşme ile erdemin birlikte el ele büyüyebileceği ve insanlığı büyütebileceği, bilgiyle erdem ve ahlakın yan yana yürüyebileceği anlayışını terk ettik… Eserlerin tedavülünün sınırlı olduğu, matbuat imkanlarının olmamasına bağlı olarak 500 yıl, 1000 yıl önce herkeste ve her evde bulunmamasına rağmen, Farabi, Balasagunlu Yusuf, İbn-i Sina, Kınalızade’nin eserlerinin bileşkesinde kurmaya muvaffak olduğumuz bin yıllık bir medeniyeti, bugün herkesin bu eserlere erişebildiği çağda, bu çağın formasyonuna göre yorumlayarak medeniyet serüvenimize yeni bir özgünlük katarak devam edemiyoruz… En basitinden en iyi kurguladığımız bir mimari eseri Osmanlı ve Selçuklu eserlerinin özelliklerini, şeklini, kapısını penceresini karıştırarak, birleştirerek çiziyor, inşa ve arz ediyoruz. Cılız bir değerler eğitimi gündemi ile dünya devleti olmayı, yeniden büyük bir medeniyet kurmayı tahayyül ediyoruz. Farabi’nin ilim için nasıl bir fedakârlık ve aşkla yola revan olduğunu, erdemli bir şehir olmadan şehrin tekamülünün olmayacağını, ahlak, adalet, akıl, düşünce, iyilik, Allah ve ahiret hesaba katılmadan erdemin yakalanamayacağını, erdeme ulaşılmadan dünya ve ahiret mutluluğunun sağlanamayacağının anlatılmadığı bir eğitim; değerler eğitimi olarak karşılık bulamayacak, diğerler eğitimi mesabesinde kalacaktır. Balasagunlu Yusuf’un 1000 sene önce formüle ettiği bilgi, akıl, doğruluk, iyilik Allah, Peygamber ve ahiret bileşkesinin hesaba katılmadığı bir eğitim de değerler eğitimi değil, diğerler eğitimi olacaktır. Kınalızade’nin 500 sene önce deklare ettiği birey, nefis terbiyesi, ahlak, toplum ilişkisi yok sayılarak bir değerler eğitimi inşa etmek mümkün olmayacaktır. Dahası değerler eğitimini, eğitimin ana omurgasının dışında değerlendirmeden tadımlık, tanıtımlık ve lokal uygulamalara havale etmemek, külli olarak tedrisatın içerisine derç etmek, 1000 yıllık yürüyüşün devamı için bir zorunluluktur.

Gençlerle konuşurken söz bir anda marketlerden, büyük marketlerden açıldı. Ben de “Arkadaşlar, gözünüzü, kulağınızı, elinizi, yüzünüzü, kalbinizi, ruhunuzu, sinenizdeki şefkat ve merhameti hangi marketten satın aldınız acaba?” diye ortaya bir soru attım. Sohbet bu soruyla bir anda renklendi. Gençler de haklı olarak, bu tür şeylerin marketlerde satılmadığını, satılamayacağını, söylediler. Doğru, “Marketlerde ayakkabı satılır lakin ayak satılmaz, eldiven bulunur ama canlı bir el satın almak mümkün değildir. Raflarda tuz ruhu, sirke ruhu bulunur lakin insan ruhu bulunmaz ve alınıp satılmaz! Reyonlarda yüz ve vücut bakım ürünleri vardır, hem de pek çoktur ama hepimizde olan muhteşem yüzü ve bedeni her birimize bağışlamak marketlere değil ancak Allaha mahsustur” cümlelerinden sonra, demek bu nimetler bizim değilmiş o zaman, sonucuna ulaştık. Market örneğinin bize farklı kapılar açacağı ümidiyle sohbetimize devam ettik. Dedim: Arkadaşlar diyelim bir markete girdiniz. Market arabasını meyveler ve sebzelerle doldurdunuz. Çıkarken bize ait olmayan o şeyler için ne yaparız? Kasadaki kasiyer bize ilk olarak bunları neden tarttırmadınız diye sormaz mı? Biz oradan çıkamayız, kaçamayız. Zira güvenlik kameraları vardır. Kapıda bekçiler vardır. Ne miktar aldıysak aldığımız meyve ve sebzelerin bedelini ödememiz lazım gelir. Örneği bir de şöyle düşünelim. Tarladayız, topraktan meyveler sebzeler çıkmış, siyah topraktan harika, rengârenk meyveler çıkmış. Tatları, kokuları, şekilleri bambaşka olan portakallar, elmalar, narlar, kayısılar, şeftaliler; sebzelerden ise soğanlar, sarımsaklar, patatesler, nane, maydanoz, roka gibi besleyici gıdalar kara akılsız topraktan çıkmış. Şuursuz suyu akıtmışlar, üstüne iğrenç bir gübre dökmüşler. O topraktan bu meyveler, sebzeler olmuş. Şimdi kendimize samimiyetle soralım, bir aracı olan toprak bizden bu lezzetli gıdalar için bir şey istiyor mu? Su, bu harika yiyecekler için bizden bir fiyat talep ediyor mu? Bu muhteşem renkleri, tatları kızartan gökyüzündeki güneş bugüne kadar bizden kaç para istedi? Rüzgâr, oksijen, azot, karbon, hidrojen atomları bizden hiç bir karşılık istiyor mu? Hayır! İstemiyor. Madem istemiyorlar. Hâlbuki hayata hizmet eden bu nimetlerin de bir fiyatı bir bedeli olmalı değil mi? Evet, o yaratılmış olan maddeler değil ama onların sahibi ve yaratanı olan Rabbimiz bizden bu nimetlere bir bedel, bir fiyat istiyor. O ödememiz gereken fiyat ise zikir, fikir, şükür isimli fiillerdir. Allah her insana manen şöyle söylüyor: “Ey kulum, bunları sana ben verdim, öyleyse sen de bunları, sana kimin verdiğini hep tezekkür et, beni anmayı hiç unutma! Nimetlerin gerçek sahibi olan Rabbine her zaman teşekkür et! Sakın aracılara aldanıp gaflete dalma! Sürekli Yaradanını düşünerek onun nimetlerinin güzelliğini, devamlılığını ve o nimetlere olan ihtiyacını tefekkür et!” konu tam buraya geldiğinde Gençlerden biri baştaki konuşmayla bağlantı kurarak “hocam madem gençlik, hayat, vücut, sağlık da bir nimetse bu nimetlere nasıl şükredeceğiz? Bizim olmadığını anladığımız bu nimetlerin bir fiyatı ve kullanma kuralları da olmalı değil mi? sorusunu ortaya attı. Ve bu soru üzerine hep beraber kafa yormaya başladık. Devam edecek…

Sovyetler Birliği Boyunduruğundan kurtulan Müslüman cumhuriyetler kendi bünyeleri içinde bir alfabe değişikliği yaparak, Kiril harflerinden Latin harflerine dönmüşlerdir. Bu hususta bazı gerçeklerin bilinmesinde yarar görmekteyim. (1) Müslümanların ve Türklerin bin yıllık kültür vasıtası İslâm-Kur’an alfabesidir. Bütün kültür hazinelerimiz bu harflerle yazılıp kayda alınmıştır. Binaenaleyh asıl dönülecek alfabe budur. (2) Komünistler ve Ruslar, sömürmek istedikleri Müslümanları ve Türkleri kendi öz benliklerinden uzaklaştırmak, yabancılaştırmak için bir kültür emperyalizmi siyaseti takip ederek onların aslî alfabelerim değiştirmiştir, önce Latin sonra da Rus alfabesini kullandırtmışlardır. (3) Millî alfabenin zor olması hiçbir sakınca teşkil etmez. Aksine bir güç ve kuvvet kaynağıdır bu zorluk; Japonya’ya bakınız. Onlar, okur-yazar olmak için en az üç bin ideogram, kültürlü olmak için de on binin üzerinde kargacık burgacık şekil ezberlemek zorundadırlar. Geri mi kalmışlardır? Tam tersine, bu alfabe onları sabırlı, azimli, enerjik, güçlükleri yenen en ileri derecede zihin ve zekâ talimleriyle pişmiş bir topluluk haline getirmiştir. Japonya, eğer kendi öz yazısını değiştirip de Latin harflerini kabul etmiş olsaydı, bugünkü üstün ve başarılı duruma asla gelemezdi. (4) İstiklâl ve hürriyetlerini kazanan Müslüman Türk kardeşlerimizin, Türkiye ile münasebetlerini sıklaştırmaları yönünden Latin alfabesini kabul etmelerine şartlı olarak müsamaha edilebilir. Bir şartla: Asıl resmî alfabe İslam alfabesi olacak, onun yanında Latin harfleri de kullanılacak. (5) İslam-Kur’an alfabesi, Müslümanlığımızın muhafazası için zarurîdir. Yakın tarihe kadar Anadolu’da anadilleri Türkçe olan Karaman Rumları Türkçeyi Grek harfleriyle yazıyorlardı. Yine, anadilleri Türkçe olan Ermeniler de dilimizi Ermeni harfleriyle yazıp okumuşlardır. Kırım’daki Karaim Türkleri Musevî oldukları için Türkçeyi İbranî alfabesiyle yazmışlardır. Alfabe meselesi öyle basit tarafından bir -kolay okuyup yazmak- meselesi yahut şekle ait bir teknik değildir. Yazısı, bir milletin hüviyetinin (kimliğinin) temel faktörlerindendir. Kanı A Rh+ olan bir adamın bu kan grubu nasıl değiştirilemezse, yazısı da değiştirilemez. Değiştirmeğe kalkılırsa bir sürü aksaklık, hastalık, rahatsızlık ve tahribat olur. (6) Çin işgalindeki Doğu Türkistan’da, bir ara İslâm yazısından Latin yazısına dönülmüşse de, ortaya çıkan kargaşalık yüzünden bundan sarf-ı nazar edilmiştir. (7) 1927’de, İstanbul Darülfünunu (üniversitesi) profesörlerinden Avram Galanti adlı Musevi mütefekkir “Arabi Harfleri Terakkimize Mâni Değildir” unvanıyla bir kitap yazarak, Türkiye idarecilerini ikaz etmişse de onun, bu uyarılarına kulak asan çıkmamıştır. Neticede Latin harfleri kabul edilmiş, eski alfabe yasaklanmış ve Türkiye büyük bir kültür erozyonuna maruz kalmıştır. Bu durum göz önünde bulundurulmalıdır. (8) Kültür tarihimizin son bin yıllık kısmı İslam-Kur’an harfleriyledir. Arşivlerimiz, vesikalarımız, hatıralarımız, edebiyatımız, sanatımız, tarihimiz, mukaddesatımız, tefekkürümüz hep bu alfabe ile maşeri (toplumsal) vicdanımızın hafızasına nakşedilmiştir. Kütüphanelerimiz, hazine-i evraklarımız (arşivlerimiz), müzelerimiz hep bu yazıyla kaleme alınmış eserlerle doludur. Kiril alfabesi veya başka yazılar devri, yarım asrı biraz geçen kısa bir devirden ibarettir. Esas olan, asıl olan, temel olan İslam-Kur’an yazısıdır. Diğerleri tarihî bir arızadan ibarettir. Bu husus asla unutulmamalıdır. (9) Vücut nasıl ki, yabancı organları kabul etmiyor, onlara karşı tepki gösteriyorsa, sosyal ve kültürel bünye de yabancı kanunları, yabancı yazıları, yabancı örf ve adetleri dışlar, reddeder. Çeşitli baskılar, beyin yıkamalar, telkinler, sapıttırıcı bir eğitim ile bunlar kabul ettirilse bile, girdikleri bünyeyi dejenere ederler, hastalandırırlar. Bir milletin gücü ekonomisiyle ve maddî terakkisiyle değil; kültürünün, karakterinin, şahsiyetinin üstünlüğü ile ölçülür. Maddi kuvvetler yitirilebilir. 1945’te Japonya ve Almanya’nın hezimete uğrayıp perişan olmaları gibi… Ama onlar millî hasletleri sayesinde kısa zamanda tekrar toparlanmışlardır. Şimdi 1991’de, İkinci Dünya Savaşı’nın iki galiba sanki Almanya ve Japonya imiş gibi geliyor insana. (10) İslam ve Türk dünyası üzerinde son derece düşmanca ve sinsi emeller vardır. Hıristiyan Batı âlemi, İsrail ve dünya siyonizmi, Hint mecusîliği ve Neo-çarlık emperyalizmi Müslümanların birleşmesini, Türk dünyasının silkinip doğrulmasını asla istemiyorlar. Bizler gücümüzü İslam’dan alıyoruz. Onlar bunu çok iyi bildikleri için, habîsâne plânlarla Müslüman Türk dünyasının enerji kaynaklarını kurutmak istiyorlar. Şu sıralarda, küfür cephesi bütün gücüyle Şeriatsız bir İslam modeli uydurmak peşindedir. Bunu, bağımsızlıklarını yeni kazanmış Türk devletlerine de ihraç etme hazırlıkları içindedirler. Dış Türkler bu oyunlara gelmemelidir. Türkiye kardeş bir ülkedir, ama Türkiye’deki her şey iyi değildir. Davulun sesi uzaktan hoş gelirmiş. Zevahire aldanılmamalıdır. (11) Yirmi birinci asır İslam’ın asrı olacaktır. Bugünkü hesaplarımızı, geleceği de göz önüne alarak yapmalıyız. Alfabe konusunda yapılacak hatâlar gücümüzü kıracak, düşmanlarımızın ekmeğine yağ sürecek, bizi kültürel karanlıklarda bunaltacaktır. Cenab-ı Hak basiretler ihsan buyursun. İslam-Kur’an yazısına dönmek, gerçek kimliğimize dönmek demektir.

Kurtuluşumuz ittihattadır ve çözümü şu kelimelerde saklıdır: Dilde, fikirde, işte birlik. Kimi dil bilimcilere göre 5000 yıllık mazisi olan Türk dili, günümüze kadar varlığını sürdürebilen kadim diller arasında yer alır. Tarih boyunca hüküm kurdukları coğrafyalarda kalıcı izler bırakan Hunlar, Köktürkler, Uygurlar, tarihi taşa kazıyarak yüzyıllar öncesinden günümüze seslenmişler. Bir ve beraber olursanız, “Üstte gök çökmedikçe, altta yer delinmedikçe ilinizi ve törenizi kimse bozamaz!” kaydını tarihe düşmüşler. İslam’la şereflenmek bu aziz milletin tarihinde çok önemli bir dönüm noktasıdır. Karahanlı hükümdarı Abdülkerim (Satuk Buğra) Han, Türklerin ilk Müslüman hükümdarı olma şerefini taşır. Türkler dokuzuncu yüzyılın ortalarında küçük gruplar halinde, onuncu yüzyılda da kitleler halinde Müslümanlığa dahil olmuşlardır. Pek çok millet gibi İslam’ı seçen Türkler de yeni kabul ettikleri bu dinin kaynaklarına birinci elden uzanmak, İslam medeniyetinin bir parçası olmak adına Kur’an harflerini kabul etmişler. Daha önceden Köktürk ve Uygur yazısını kullanan Türklerin İslam harflerine kesin olarak ne zaman geçtiğine dair delil bulmak güçtür. Bir dönem Uygur harfleri ile İslam harfleri beraber kullanıldığını görebiliriz. Hatta Türk dili için çok ehemmiyetli olan Karahanlı dönemine ait Kutadgu Bilig ve Atabetü’l-Hakayık adlı eserlerin hem Uygur hem de İslam harfleri ile yazılmış nüshaları mevcuttur. Bir dil için alfabe, kendini ifade ediş biçimi olması açısından çok önemlidir. O dil ve milletle özdeşleşen yazı sistemi bir deyişle karakterize olur. Milletler tarihine bakıldığında alfabe değişikliğine pek rastlanılmaması da bundandır. Ancak köklü bir medeniyet değişimiyle bunun mümkün olabildiğini tarih bize gösterir. Kimi dil bilimcilerine göre dil canlı bir varlıktır, onun için de zorlamaya gelmez. Dil, esasında üzerinde oynamaya fazla gelmeyen, tedricen değişebilen, istikrarlı bir kurallar sistemidir. Değişimi yüzlerce yılda gerçekleşebilir. Mesela Köktürkler döneminde “kötü-fena” manasında kullanılan “yabız” kelimesinin “yiğit-cesur” anlamındaki “yavuz” kelimesine dönüşmesi yüzlerce yıl sürmüştür. Bugün dünya üzerindeki medeniyetlere baktığımızda Hint alfabesi olan Devangari alfabesi 1000 yıl, Çin alfabesi 3500 yıl, Latin alfabesi 3000 yıl ve Kuran harfleri en azından 1400 yıl önce de (Arapların kullandığı harfler Kuran’la birlikte bugünkü şekline kavuşmuştur) bu şekliyle kullanılıyordu. “Alfabe değişikliği” kavramını daha çok Türk tarihinde görüyoruz. Türkler, günümüzde kullanılan Latin alfabesinden önce de farklı alfabeler kullanmışlar. Yazılı belgelerle takip edilebilen dönemlerde karşımıza ilk çıkan runik kökenli Köktürk alfabesidir. Sonraları Mani-Buda diniyle Uygur harflerini ve İslam diniyle birlikte de Kur’an harflerini kabul etmişler. Bu iki alfabe değişiminin temelinde milletçe dini kabulün değişmesi gibi çok mühim bir sebep yatmaktadır. Osmanlıda Tanzimat Dönemi’ nde bazı çevrelerce alfabenin gündem edildiği olmuştur. Ancak bu dönemde konuşulanlar halk ve devlet nezdinde bir karşılık bulamadığı için kısır bir çerçevede kalmış, fakat yapılan uzun tartışmalar, konuyu bütün çevreler için daha hassas bir hale getirmiştir. Bu mevzunun Türkistan’a kadar uzanan coğrafyayı ilgilendiren tarafını da ayrıca ele almalıyız. Türk-İslam dünyasında Latin harflerini ilk kabul eden Türkiye Cumhuriyeti değildir aslında. Bir başka Türk topluluğu olan ve Rus hakimiyetinde yaşayan Yakutlar, 1917 yılında bu değişimi gerçekleştirdiler. Özbekler de 1923 yılında yapılan Taşkent konferansında Latin alfabesine geçmeye karar vermişlerdir. Burada Rusya’nın sinsi bir planının olduğu çok açık ve nettir. Hakimiyetleri altında yaşayan Türk topluluklarını Kiril alfabesine geçirmek için tedrici bir adım olan Latin alfabesini bir basamak olarak kullanmak... Bunun fikir babası Rus Türkolog ve din adamı olan Nikolay İlminsky, bütün Türk topluluklarını ayrı bir millet haline getirerek birbirinden uzaklaştırmak, yabancılaştırmak gayesini güdüyordu. Bunda da büyük ölçüde başarılı oldu. Özbek farklı bir millet, Kırgız başka; Kazakça başka bir dil, Türkmence bambaşka olduysa bunda Rusların bu asimilasyon politikasının etkili olduğu söylenebilir. Kaybedilen sadece milli şuur ve dil olmamış, ona bağlı olarak manevi hassasiyetler ve din algısı da kökten sarsılmıştır. Buna karşı İsmail Gaspıralı gibi mütefekkirlerin “Dilde, fikirde, işte birlik” parolası ile yaptıkları mücadele de tarihin şeref sayfalarında yerini almıştır. İşte bu sinsi planın bir parçası olarak 1926 yılında Rus Türkologlarından Samoyloviç gibi pek çok bilim adamının öncülüğünde Bakü’de toplanan I. Türkoloji Kongresinin en önemli gündem maddesi “Latin alfabesi”dir. Bu kongreye davet edilen bilim adamlarının da Latin alfabesi taraftarı olmalarına dikkat edilmiştir. Sonucu tahmin etmek elbette zor olmayacaktır. Rusların yönlendirmesiyle, “Batı medeniyetinden geri kalmayalım” algısının tesiri altında kalarak, bütün Türkistan coğrafyasındaki Türkler Latin harflerini kabul etti. Bunda başarılı olan Ruslar çok geçmeden bütün Türk toplulukları için ayrı bir Kiril alfabesi tasarlayarak sinsi planlarına son noktayı koydu. Burada şu soru akla geliyor: Acaba gerçekleştirilen bu alfabe değişimleri bazı dil bilimcilerin öne sürdüğü gibi bilimsel bir temel üzerine mi oturuyordu? Yoksa siyasi-politik bir yaklaşımın sonucu muydu? Bu soruya cevap mahiyetinde kimi dil bilimciler Kur’an harflerinin Türkçenin fonetik yapısına uygun olmadığını söylemişlerse de bazı dil bilimciler karşıt görüşü savunarak bunun bilimsel bir dayanağı olmadığını ifade etmiş, ortaya çıkabilecek sıkıntılara dikkat çekmişler. Meşhur dil alimi Prof. Dr. Zeki Velidi Togan, Bakü kongresinin toplandığı dönemde -Aralık 1926’da- Türk Yurdu dergisinde çıkan “Türklerde Hars Buhranı” başlıklı yazısında harf meselesine de dokunarak şunları söylüyor: “Suret-i kat’iyyede bilmeliyiz ki, Latin hurûfâtının lisanımıza tatbiki imkânsız ve muzırdır. Bu tatbik ya cebir yoluyla def’aten, yahut yavaş yavaş terbiye yoluyla olabilir. Cebren olduğu vakit mesela Arap hurûfâtının isti’mâli suret-i kat’iyyede men olunur. Ahali bilsin bilmesin Latince yazılır. Hurûfât meselesi Latin harflerini kabul etmek suretiyle halledilecek olursa bu yolun bir devlet içerisinde dört beş aydan fazla ömrü olmaz.” Yine o dönemin başka bir dil ve edebiyat alimi olan Fuad Köprülü de bu konuyla alakalı fikrini şöyle beyan eder: “Evvela hiç kimse harf meselesinin bir milletin medeni tekamülünde mühim ve hayati bir mesele olduğunu iddia edemez...” “ ...Latin harfleri Türkçeye uygun değildir. Esasen bir milletin harflerini değiştirmesi, kültür itibariyle çok düşkün ve aşağı vaziyette olması şartıyla caiz görülebilir. Biz öyle bir durumda mıyız ki buna gerek duyulmaktadır...?” “...İptidai milletler istedikleri gibi bir elifba alabilirler. Fakat kültür sahibi milletlerden en ufak bir kelimenin imlasını değiştirmek bile imkansızdır. Çünkü onda asırların hatırası mevcuttur...” İşte bu aziz hatıralar ki şimdi kendisine uzanacak elleri sabırla beklemektedir. Kaşgar’dan Makedonya’ya, Kırım’dan Türkmen diyarı Kerkük’e kadar aynı dili konuşan bu milletin asırlar boyunca yetiştirdiği kıymeti cihana değer Yusuf Has Hacip, Ahmet Yesevi, Ali Şir Nevai, Yunus Emre gibi şahsiyetlerin eserlerini aslından okuyamaması; hem tarihine hem birbirine bir yabancı gözüyle bakması ne acıdır. Kurtuluşumuz ittihattadır ve çözümü şu kelimelerde saklıdır: Dilde, fikirde, işte birlik.

Aradan doksan sene geçmesine rağmen hala üzerinde konuşmaların bitmediği bir meseledir, harf ve lisan değişimi. Olması gerekenle dengelenemediği müddetçe de konuşulmaktan çıkamayacaktır. Çünkü bu mesele alelade bir mevzu değil, bütün bir milleti ilgilendiren bir konudur. Karar verilmesi, uygulamaya alınması, o süreçte yaşananlar, zorla ortaya konulmasına rağmen aksaklıkların ve düzeltilmeye yönelik çalışmaların hiç kesilmemesi, özellikle 2012’den sonra gerek sivil gerekse devlet eliyle çalışmaların hız kazanması, matbuat ehlinin ilk defa bu kadar yoğun yazılar yazması gibi yazı ve lisan meselesinin serüvenini zihnimizde canlı halde tutmaktadır. Hiçbir zorlama olmaksızın yediden yetmişe insanların kendisini bu harflerde ve kelimelerde bulması, dahası her türlü yasaklama ve önlem almaya rağmen bin yıllık derinliğe sahip kelimelerle kendisini ifade etmekten uzaklaşmaması, kitap ve dijital ortamda tahrip edilmenin zirvesine ulaşılmasına rağmen ne hukuk ne de askeri metinlerden çıkarılamaması da gösteriyor ki, biz yaptık oldu demekle olmuyor, olmuyor, olmuyor… Bu mesele çok tarafıyla tartışılır, değerlendirilir, bir noktaya elbette gelinir/di. Mesele okuma-yazma mı, dünyaya entegrasyon mu, daha iyi bir seviyeye gelme mi her ne ise çare üretilebilirdi. Herkes bilir ki devasız dert yoktur. Şu şartla ki, doğu ve selametli olan hiçbir şey kökten bitamamiha yok edilmeye çalışılmakla çözüme ulaşılamaz. Bu harf ve lisan meselesinde ortaya konulan sebeplerin hiçbirisi gerekçe olarak yapılan hatayı örtmeye yetmemektedir. Dahası kökünü kazıdığınız bir ağaçtan meyve devşirmeye çalışmak elbette mümkün olmayacaktır. Şayet aşağıda yabancı basına da yansıdığı üzere kökü ortadan kaldırıp bambaşka bir zeminde ekmek ve artık bambaşka bir kültürden yeni nesiller ve toplum ortaya koymaksa o başka tabii. Ki gerek inkılabın gerçekleştiği zaman yabancı basına yansıyan ifadeler gerekse doksan senede geldiğimiz nokta bizi, tarih ve kültürümüzle birleştirecek harflerin ve lisanın öğrenilmesini mecbur kılmaktadır. İsviçre’de yayınlanan Tribune de Geneve (11.10.1929) gazetesindeki şu haber yukarıda söylediklerimizi özetlemekte ve en azından dışarıdan bakıldığında nasıl gözüktüğünü gözler önüne sermektedir: “Türkler gibi Asya steplerinden gelip Avrupa’nın ortasına yerleşmiş olan Macarlar, vaktiyle, Latin alfabesini almak zorunda kalmışlardı. Bu alfabe onları Hristiyanlığa ve uygarlığa götürmüştü. Şimdi Türkler Avrupa kılığını ve yazsını almakla işe başlamışlardı. Acaba daha ileriye gidip Hristiyanlığa doğru da kayacaklar mıydı? Şimdilik böyle bir belirti yoktu. Yalnız, İslam dininin artık Türkiye Cumhuriyeti’nin resmi dini olmaktan çıktığı ve Türklerin gittikçe dinden uzaklaştıkları bir gerçekti.” Bu durumu Kazım Karabekir de şu cümlelerle ifade ediyordu: “Bendeniz bu mesele ile bizzat uğraştım ve Arnavutluk ihtilâli içinde bulundum. Acaba bu Latince kabul edilebilir mi? Bu kabul edildiği gün memleket herc ü merce girer. Her şeyden sarf-ı nazar bizim kütüphanelerimizi dolduran mukaddes kitaplarımız, tarihlerimiz ve binlerce cilt âsârımız (eserlerimiz) bu lisanla yazılmış iken, büsbütün başka bir şekilde olan bu harfleri kabul ettiğimiz gün en büyük bir felâkete uğramış oluruz. Derhal bütün Avrupa’nın eline güzel bir silah verilmiş olur. Bunlar âlem-i İslam’a karşı diyeceklerdir ki: `Türkler ecnebi yazısını kabul etmişler ve Hıristiyan olmuşlardır´ işte düşmanlarımızın çalıştığı şeytanetkârâne fikir budur.” Yukarıda da bahsettiğim üzere bu konuda söylenecek çok söz ve ortaya konulacak çok fikir olacaktır. Bizim kanaatimiz şu ki, ileriyi yakalamak için geçmişten tamamen kopmamak gerekiyordu. Aşağıda aldığımız batı basınında yayınlanan yazılar bu konuda geniş bir perspektif vermektedir. Batının bizi gördüğü belki de görmek istediği noktayı buradan da görebilirsiniz. Eyvah demek için çok geç kalmış olabiliriz, fakat yapmak durumunda olduğumuz çok işlerin de var olduğu aşikâr. Geçmişe takılıp kızmak da bir yol, fakat biz olanı unutmadan ne yapabiliriz ona bakmak durumundayız. Amerikan Basını (The New York Times – 30 Nisan 1928) Türkiye, batılılaşma yolunda yeni bir atılıma hazırlanıyordu. Türk çocukları yakında latin harfleriyle öğrenime başlayacaklardı. Yeni bir sözlük hazırlanacaktı. Türk gazeteleri yarı yarıya Arap ve Latin harfleriyle çıkacaktı. Latin harflerinin tam olarak benimsenmesi için onbeş yıllık bir süre tanınacaktı..... Gazete, yakın çağlarda başka hiçbir ulusun alfabe değişikliğine gidemediğini ilk kez Türklerin bu işi başaracağını belirtiyor ve bunun önemli bir olay olduğunu söylüyordu. (Boston Evening Transcript - 2 Haziran 1928) Türkler, ortaçağ İslam uygarlığını bırakıp çağdaş uygarlığı benimsediler.... Şimdi de Arap alfabesini bir kenara itip latin alfabesini almak için çaba harcanmaktadır. Türk reformcuları, Türkiye’yi orta çağların son kalıntısından da kurtarıp ülkeyi tümden çağdaşlaştırmayı amaçlıyorlar. (Cincinnati Enquirer, Ohio – 16 Temmuz 1928) Kemal Paşa (Atatürk) çağımızın baş reformcusudur. Bu konuda çok konuşmaz; ama inatçı, savaşkan, gelenekçi bir soyu ıslah eder. Bu büyük Türk yenilikçisi ve devrimcisi, Babıali’yi bir kenara itti, İslamlığın başını alaşağı etti, Türk kadınının yüzündeki peçeyi yırttı, Türk erkeğinin başındaki fesi attı, batı yasalarını aldı ve şimdi de Arap alfabesinin yerine Latin alfabesinin alınmasını irade buyurdu... (Washington Post, 30 Ekim 1928) Bu ülkenin siyasal, toplumsal ve ekonomik bakımdan uğradığı değişim, yüzyılımızın şaşırtıcı olaylarından biridir... Kemal Paşa, Türkiye’yi çağdaşlaştırmakta dünyayı şaşırttı. Fes ve peçe gitti; eski Arap alfabesi de gidiyor. (The New York Times – 3 Ocak 1929) Tellallar, davullar çalarak bütün köylere yayıldılar. Yeni yazı dilini, Arap alfabesi yerine Latin alfabesini öğrenmeleri için 16 ile 40 yaşları arasındaki herkes ulus okullarına çağırıldılar. (The National Geographic Magazine – Ocak, 1929) Türk yazı devrimi o kadar birdenbire yapıldı ki, yabancı firmalar sanki uykuda yakalanmışlardı. Mallarının adları, reklamlarını değiştirmeye vakit bile bulamamışlardı. (The National Geographic Magazine – Ocak, 1929) Harf değişikliğinin İslam sanatına etkisinin ne olacağını kimse bilmiyor. (The National Geographic Magazine – Ocak, 1929) Yeni Türkiye, hala Arap alfabesi kullanan öteki ülkelerden kesinlikle uzaklaşmaktadır. Tıpkı fesi kaldırırken ve kadınları peçeden kurtarırken olduğu gibi. (The National Geographic Magazine – Ocak, 1929) Yeni Türk alfabesinin benimsenmesi üzerine tüm bir ulus gündüz ve gece okullarına gidiyor. Türkler, başkentlerini Anadolu’nun bağrına kaydırmakla yalnız geçmişin entrikalarından ve kötülüklerinden uzaklaşmış olmadılar, aynı zamanda batı kültürünün pek az erişebildiği bölgelere de batı uygarlığını götürdüler. (The National Geographic Magazine – Ocak, 1929) Türkiye Cumhurbaşkanı, yeni Türk alfabesi uğrundaki savaşıyla, dili yabancı, basını yabancı, düşüncesi yabancı olan Padişahlar kentini de istila etti. Kullandığı silah, kılıç değil, kalemdir. (Baltimore Sun, U.S.A. - 4 Ağustos 1935) Ülkesini çağdaşlaştırma ve gerilik nedeni doğu kültüründen ve alışkanlıklarından söküp koparma tutkusuyla Mustafa Kemal, eski yazı dilini bir kenara itmiş ve yurttaşlarını daha güzel yeni bir dil öğrenmeye zorlamış. Konuşma dili değişmemiş, ama Arap alfabesi yasa dışına itilmiş ve Latin alfabesi alınmıştır... Mustafa Kemal, karatahta ve tebeşirle yurdu dolaşarak yeni yazı heyecanını yaymıştır. Ve kadın, erkek, genç, yaşlı herkesi, bütün halkı okula göndermeyi başarmıştır. (Baltimore Sun, U.S.A. – 4 Ağustos 1935) Bizim hükümetimizin bir gün, yazılı ve basılı bütün İngilizcenin bundan böyle Arap harfleriyle yazılmasına karar verdiğini gözümüzün önüne getirelim. (Mustafa) Kemal’in ne kadar köklü bir önlem aldığını ancak o zaman değerlendirebiliriz. İngiliz Basını (The Times, London – 31 Ağustos 1928) Dün, ünlü Dolmabahçe sarayında iki yüzü aşkın Türk mebusu, memuru, subayı ve gazetecisi, 1 Ocak 1931 tarihinde yaygın biçimde kullanılacak olan Latin alfabesi konusunda beş saatlik bir kurs gördüler. Kurs öğretmeni İbrahim Necbi beydi, ama kendisi Gazi Mustafa Kemal’in bakışları önünde dersini veriyordu ve ötekiler de yine aynı bakışların altında dersi öğreniyorlardı. (The Times, London – 31 Ağustos 1928) Arap harflerinin Türkler üzerindeki uzun egemenliği, tutuculuktan, Kur’ an yazısını kutsalmış gibi gören dincilikten ileri gelmiştir. Harf değişikliği eğitim-öğretimi kolaylaştırmakla kalmayacaktır. Avrupalılara da Türkçe öğrenme cesareti verecektir. Türkler de Avrupa dillerinin çoğunu çok daha kolaylıkla öğrenebileceklerdir. Bu sayede Türkler, her zamankinden dah çok batıya yaklaşmış olacaklardır. Büyük bir reformdur bu. (The Daily Telegraph, London – 31 Ekim 1928) Önce eski Arap rakamları atıldı, arkasından Kur’an alfabesi. 1 Aralık’ta (1928) bütün gazetelerin baştan başa Latin harfleriyle çıkacakları dün Bakanlar Kurulunca açıklandı. Bir zamanlar değişmez biçimde tutucu sanılan bir halkın batılaşma süreci öyle hızlı yürütüldü ve öylesine zaferle başarıldı ki, bütün dünya Türkler hakkındaki düşüncesini değiştirmek zorunda kaldı. (The Times, London – 7 Aralık 1928) Gazi Mustafa Kemal, Osmanlı Türklerinin atalarınca ta İslamlığa geçişlerinden beri kullanılmakta olan Arap alfabesinin yerine Latin alfabesinin alınması uğrundaki kampanyayı ancak dört ay önce açtı. Askeri ve siyasal taarruzlarında olduğu gibi bunda da başarı kazandı... Arap alfabesine karşı taarruzundaki yöntemi zorlayıcı olduğu kadar renkliydi de. Batı yazısının alınmasını salık vermekle yetinmedi. Bunun en güzel propagandasını ve en çalışkan öğretmenliğini de yaptı. Nazik İstanbul’da ve kırsal Anadolu’da yapılan toplantılarda konuştu. Dolmabahçe sarayının ünlü toplantısında sert ama güldürücü başöğretmen rolünü oynadı. Değişikliği eleştiren mebusları, onun gözdağı verici bakışları önünde, eleştirilerini savunmaya çağırdı. Onlara sözlerini geri aldırtarak rahatlık verdi. Halk “dinledi ve uydu”. (The Times, London – 7 Aralık 1928) 1929 yılbaşından sonra artık Arap harfleriyle kitap basılmayacaktı. Arkasından, eski harflerle basılı kağıtlar resmi işlemlerden kaldırılacaktı. Harf devrimine karşı direnenler için sert cezalar öngörülmüştü. (The Times, London – 7 Aralık 1928) Değişikliğin öteki Müslüman ülkelerine etkisinin ne olacağını kestirmek ise daha güçtür. Araplar, Kur’an yazısında özel bir kutsallık gördükleri ve bu harfler kendi dillerine pek güzel uyduğu için, büyük bir olasılıkla Türklerin ardından gitmeyeceklerdir. İran’da ve Hint Müslümanları arasında da böyle bir akım belirtisi şimdilik yoktur. Ama, daha uzak Asya ülkelerinde ilerki sonuçları ne olursa olsun, Türk diktatörünün yapıp empoze ettiği reformların en büyüğü olan bu reformdan Türk dili ve onu okuyup yazanlar yalnız yarar göreceklerdir. (Arnold J. Tonybee, Survey of International Affairs, 1928) Türk harf devrimi, “Latin alfabesinin öteki yazılar zararına ilk gerçek anlamlı fethi” olmuştu. (Arnold J. Tonybee, Survey of International Affairs, 1928) Türk dilleri için Latin alfabesinin alınması, bu dillere Latin, Fransız, İngiliz ve Alman sözcüklerinin ve batı fikirlerinin girmesi için kapı açıyordu. “Alfabe değiştirme”, aynı anda “kaynak değiştirme” anlamı taşıyordu. Türk halkları Arap alfabesi kullandıkları zaman Türk diline Arap sözcükleri girmişti. Bundan böyle Latin alfabesi kullanırken de Türkçeye batı kaynaklı sözcükler ve fikirler girecekti. (The Times, London – 4 Ocak 1929) Yeni alfabenin alınışının, ileri görüşlü ve pratik bir reform olarak coşkuyla karşılandığı belirtiliyor, ama için için bu devrime karşı direniş olabileceği, olmamasının düşünülemeyeceği ileri sürülüyordu. İngilizlere, bundan böyle Rus alfabesi ile okuyup yazmak zorunda oldukları söylenseydi, sıradan bir İngiliz bundan mutluluk mu duyardı? diye soruyor ve kadın, erkek 16 ile 40 yaşları arasındaki herkesin yeni yazı kurslarına gitmek zorunda olduğu Türkiye’de alfabe değişikliği bu demektir, diye ekliyordu. Bu bakımdan harf devrimine karşı Türkiye’de için için bir hoşnutsuzluk herhalde vardı. Yeterince dışa vurulamıyordu. (The Spectator, London – 2 Şubat 1929) İnsanlar yoksul ve bilgisiz. Türkiye nasıl işlenecek? Nasıl canlandırılıp geliştirilecek? Hiç kuşkusuz halkın düşüncesini değiştirmekle ve batıyla sürekli ilişkiler kurmakla. İşte bu nedenledir ki, tüm bir ulus, tarihinde ilk kez toptan okula yollanıyor. Bu satırları kaleme aldığım gün İstanbul valisi de yaverleriyle birlikte, zorunlu olarak ve resmen, Latin alfabesi sınavından geçmektedir. (The Spectator, London – 2 Şubat 1929) Türkiye, Gazi’ nin önderliğinde, görünmez bir dünyayı fethe çıkmış bulunmaktadır. Bir zamanlar Viyana kapılarına dayanmış ve Avrupa için bir tehdit olmuş bir ulus, kendiliğinden, İslamın kılıcını bırakıp kafirin defterini almıştır. Savaşmak için değil, düşünmek için ayağa kalkıyor. (E. Denison Ross, London - 1929) Oryantalist Prof. Denison Ross, Türk harf devriminden az sonra bu konuda bir yazı yayınlamış, Türkiye’nin bu kez dil devrimine doğru gittiğini, Arapça ve Farsça sözcükleri Türk dilinden temizlemeyi amaçladığını, bu yeni devrimin Türk diline etkisi bakımından “Arap yazısı yerine Latin alfabesinin alınmasından da önemli” olduğunu belirtmiştir. (The Manchester Guardian – 8 Eylül 1932) Türkiye Cumhurbaşkanı kesinlikle uygarlık dostudur. Ülkesinin kadınlarını peçeden ve haremden, hükümetini din adamları egemenliğinden ve ulusal alfabeyi Arap yazısının boyunduruğundan kurtardıktan sonra, şimdi de Türklerin Türkçe yazıp Türkçe okumlarını sağlamaya çalışmaktadır... Büyük bir kitle okuma yazma öğrenecekse, kendi bildikleri sözcükleri kullanarak öğrenmesi yerindedir. Çağdaş düşünce ve buluşlarla ilgili sözcükler yabancı dillerden alınarak Türkçe zenginleştirilebilir. Bu, Arap bilginlerinin deyimlerine bağlı kalmaktan dah iyidir. (Manchester Guardian – 24 Mart 1933) En ilginç noktalardan biri şudur ki, alfabe değişikliği Türkiye’yi dil reformuna da zorlamıştır. (The Economist – 10 Aralık 1933) “En ihtilalci değişiklik belki Arap alfabesinin yerine latin alfabesinin alınması olmuştur. Bu değişiklik, tüm İslam kültür mirasını Türk’ün kafasından silmiştir. Yazı değişikliği dolayısıyla gelecek kuşaklar, atalarını yetiştirmiş olan klasik Arap ve Fars uygarlığını ve yazısını kavrayamayacaklar ve batı dilleriyle yazınına dönük olacaklardır. Geçmiş unutulmuş oluyor...” Geleceğin ne göstereceği konusunda ise İngiliz dergisi biraz kuşkucu ve karamsar görünüyordu. Doğu uygarlığından kopan Türklerin batı uygarlığını taklit edeceklerini söylüyor ve “taklit genellikle iğreti kalır” diyordu. (The Yorkshire Post – 28 Ekim 1933) Değişikliklerin en büyüğü, beş yıl önce, Türk dili için Latin alfabesinin alınmasıyla yapıldı. Bütün dilcilerce salık verilmiş olan bu reform on ayda gerçekleştirildi. (The Daily Telegraph – 15 Aralık 1933) Türkiye’nin toplumsal yaşamını etkileyen reformların en önemlisi Türk yazısının değiştirilmesi olmuştur... Avrupalı ve Amerikalı bütün dilciler, bu dil reformunun yankılarının tüm Asya’yı etkileyeceği görüşündedirler. (The Morning Post – 28 Ekim 1933) The Morning Post, bütün Atatürk reformlarının bir tek ana ilkeye dayandığını, bu ilkenin Laik Devlet İlkesi olduğunu söylüyor, harf devrimini de bu açıdan değerlendiriyordu. “Arap yazısı, kutsal Kur’an yazısıydı” diyordu. (The Manchester Guardian – 16 Ekim 1933) Yeni Türkiye’ nin yeni bir dili var. Gazi’nin bulup benimsettiği üç yıllık latin alfabesiyle yüzlerce yıllık Arap yazısı ve dili tarihe karıştı. (Manchester Evening News – 25 Ekim 1933) Mustafa Kemal tam bir batılılaşma yanlısıdır. Türkiye’yi, Avrupa modeli bir devlet yapmayı, onu, yalnız batı modeli üretim ve dağıtım sistemiyle değil, aynı zamanda Avrupa kültür standartları ve yaşam biçimi ile donatmayı amaçlamaktadır. Bu amaçladır ki, eski Türk alfabesi atılmış ve dil, çağdaş gereksinimlere göre, büyük ölçüde sadeleştirilmiştir. (Daily Mail – 26 Ekim 1933) Bugün her şey Latin harfleriyle yazılıp basılıyor. Bu değişiklikler halkın günlük yaşamını etkiledi. Bir ihtilal yapıldığı, Türklerin artık Avrupa kültürlü ve Avrupalı bir ulus olduğu gerçeği evlerin içine kadar girdi. İskandinav Basını (Berlingske Tirende, Kopenhag – 23 Ekim 1928) Alfabeden sonra yeni bir edebiyat yaratma işine girişildi. Bu daha da büyük bir iş. Tarihsel romanlar yazılıyor, yabancı yapıtlar Türkçeye çevriliyor. (Berlingske Tirende, Kopenhag – 23 Ekim 1928) Eski bir kültür kaybolmak üzeredir. Birkaç yılda tarihe karışacaktır. (Ekstrabladet, Kopenhag – 21 Aralık 1928) Evet, son derece ilginçtir. Yazı devrimi 1 Aralık günü çok enerjik biçimde gerçekleştirildi. Eski yazı, gazetelerden, kitaplardan, afişlerden, yol tabelalarından vb. bir çırpıda kalktı. Böylesine geniş bir reform bu kadar kısa bir zamanda başarılamaz sanılıyordu. Ama Mustafa Kemal’in otoritesi o kadar büyük ki, reform başarıldı. Reformun gerçekleştirilmesi için 10 milyon Danimarka kronu ayrıldı. Yeni harfler satın alabilmeleri için gazetelere ve basımevlerine para yardımı yapılıyor... Yaşlı Türkler, ulusal ve tarihsel nedenlerle, yabancı alfabe kullanılmasından hoşlanmadılar. Gazeteniz bir sabah hiç bilmediğiniz bir yazıyla basılmış olarak önünüze getiriliyor. Bunun ne demek olduğunu gözünüzde canlandırınız. Türkiye’de işte bu oldu. Yaşlı Türkler latin alfabesini bilmiyorlar ve bundan hoşlanmıyorlar. Ama Mustafa Kemal’in iradesiyle, latin harfleri hızla zafer kazanmaktadır. Gerçekten Mustafa Kemal’in sınırsız denebilecek bir otoritesi var. Türkiye’nin yükselmesi için yeni alfabenin gerekli olduğunu söyleyince herkes buna uydu... (Svenska Dagbladet – 21 Ağustos 1933) Bol sesli bir dil olan Türkçe, sesli harfleri kıt olan Arap alfabesinin altında eziliyordu. Ama, İslam birliğini parçalayacağı gerekçesiyle latin alfabesinin alınmasına karşı çıkılıyordu. İslam birliğini temsil eden halifeliğin kaldırılması ve Arap topraklarının Türkiye’den ayrılması üzerine Mustafa Kemal, haklı olarak, bu durumdan yararlandı. (Östergötlands Dagbladet – Haziran 1934) Hjalmar Hwasser adlı bir başka İsveçli yazar, “Yeni Türkiye ve Yaratıcısı” başlığıyla yayınladığı yazıda, Türk devriminin uygarlık açısından önemini anlatıyor, Atatürk’ün Türkiye’de mucizeler yarattığını söylüyor ve Alman filozofu Oswald Spengler’in, batı uygarlığının ölüme mahkûm olduğunu ileri sürmesine karşın, bu uygarlığın Anadolu’nun her köşesine girdiğini, orada doğu uygarlığının yerini aldığını söylüyordu. İtalyan Basını (Piccolo della Sera) Gazi Mustafa Kemal, devrimci atılımlardan yorulmuyordu. Bu kez de harf devrimi yapmıştı... İlk bakışta bu basitmiş gibigörünebilirdi. Oysa ki Atatürk yenilikleri arasında en devrimci olanıydı. Türkiye’de yaşamın dış görünüşü değişmişti. Yazılar, ilanlar, gezeteler latin harfleriyle basılıyordu artık. İnsan kendisini bir batı ülkesinde sanıyordu. (Piccolo della Sera) Harf devrimi, Türkler için yeni bir çağın başlangıcı demekti. İsviçre Basını (La Sentinelle – 11 Ekim 1929) Bin yıl boyunca kullanılmış olan Arap alfabesinin yerine Latin alfabesinin alınışı, yeni Türkiye bakımından son derece önemlidir. Dil, bir halkın ruhudur... (La Sentinelle – 11 Ekim 1929) Yeni alfabeyi çocuklar okulda öğreniyorlar, 45 yaşına kadar olan okul yaşı dışındakiler de gündüz ve gece kurslarını izleyerek söküyor. Aile reisleri, ailede herkesin okuma yazma öğrenmesinden sorumlu tutuluyor. Bu konuda sıkı bir kontrol var ve her yurttaş sınavı geçmek zorundadır. (Tribune de Geneve – 11 Ekim 1929) Eskiden Avrupa sınırı, Arap yazısının kullanıldığı Osmanlı topraklarında bitiyordu. Eski yazı bir bakıma doğu ile batıyı ayırıyordu. Ayrı bir düzeni, ayrı bir düşünceyi simgeliyordu... Latin alfabesi kampanyası meyvelerini vermeye başlamıştı. Bir yıldır oniki bin öğretmen yeni yazıyı öğretiyordu. Ankara hükümeti bu uğurda şimdiye kadar 1 milyon İngiliz lirası tutarında harcama yapmıştı. Artık bütün Türk gazeteleri Latin harfleriyle basılıyordu. Arap yazısına rastlayabilmek için Anadolu’yu baştan başa geçip İran ve Suriye sınırlarına kadar uzanmak gerekiyordu. (Tribune de Geneve–11 Ekim 1929) Türkler gibi Asya steplerinden gelip Avrupa’nın ortasına yerleşmiş olan Macarlar, vaktiyle, Latin alfabesini almak zorunda kalmışlardı. Bu alfabe onları Hristiyanlığa ve uygarlığa götürmüştü. Şimdi Türkler Avrupa kılığını ve yazsını almakla işe başlamışlardı. Acaba daha ileriye gidip Hristiyanlığa doğru da kayacaklar mıydı? Şimdilik böyle bir belirti yoktu. Yalnız, İslam dininin artık Türkiye Cumhuriyeti’nin resmi dini olmaktan çıktığı ve Türklerin gittikçe dinden uzaklaştıkları bir gerçekti. (Neue Zürcher Zeitung – 19 Temmuz 1933) Aralık 1928’ den beri Türkçenin latin harfleriyle yazılması bize önemsizmiş gibi görünebilir. Ama gerçekte bu, Mustafa Kemal’in en devrimci önlemlerinden biridir. Bunu gerçekleştirmek için Mustafa Kemal büyük çaba harcamıştır. Fransız Basını (Feuilles d’Avis de Lausanne – 29 Nisan 1930) Okuyucular artık gazetelerine eskiden olduğu gibi şöyle bir göz atmakla yetinememektedirler. Yavaş yavaş, güçlükle okumak zorundadırlar. “Bir Türk gazetesini iki saatte sökmektense Fransızca bir gazeteyi gözden geçirmeyi yeğlerim” diyenlere sık sık rastlanmaktadır... Dostlarım arasındaki gençten bir Türk öğretmen, biraz düş kırıklığıyla bana, “Artık okuma zevkimi yitirdim” dedi. (Feuilles d’Avis de Lausanne – 29 Nisan 1930) Eski Türkiye artık ölmüştür. Harf devrimi, yeni Türkiye’nin gururla seçtiği yükseliş yolunun en kesin, en çetin, aynı zamanda en onurlu aşamalarından biri olacaktır. (Le Petit Marseillais – 17 Haziran 1934) İlk kez Beyoğlu sokaklarında dolaşan burnu havada bir Fransız, tabldot, kuaför gibi yazılarla karşılaşınca gülümsemekten kendini alamaz... Ama birazcık sağduyusu varsa, bu güldürücü, şaşırtıcı sözcüklerin arkasında Mustafa Kemal’in gerçekleştirdiği en köklü reformlardan birinin bulunduğunu çabucak kavrar. Reform! Türkiye’de geleneksel yazının bırakılıp yerine Latin alfabesinin alınmasıyla Türk yaşamında yapılan değişikliği anlatmak için reform sözcüğü bile yetersizdir, devrim demek gerekir. Çünkü, dil yalnız dış görünüşüyle değil özüyle de değişmiştir. Polonya Basını (Epoka, Varşova – 10 Ağustos 1929) Türkiye, hızla Avrupalılaşma yolundadır. İstanbul’da artık renkli fes, çarşaf görülmüyor. Harem tarihe karıştı. Eski yazıtlar, mezar taşları dışında Arap harflerine rastlamak güç. Yugoslav Basını (Politika, Belgrad – 23 Ekim 1938) Bugün Türkiye Cumhuriyeti, hiç kuşkusuz, en büyük reformların yapıldığı bir ülkedir. Sayısız reformlar, ülkenin yaşamını kökten değiştirmeyi amaçlar. Bu reformlardan birçoğu gerçekleşti. Gerçekleşme yolunda olanlar da var. Reformlardan biri Türk dilinin özleştirilmesi, bir diğeri de Latin alfabesinin alınmasıdır. Türkler, hızla özleştirilmiş bir dil yaratmak arzusundalar. (Politika, Belgrad – 23 Ekim 1938) Geceleri Arapça tabelalar kırılıyor, afişler yırtılıyordu. Basın iri iri Latin harfleriyle kısa yazılar yayınlıyordu. Sokaklarda, tramvaylarda, vapurlarda herkesin elinde birer alfabe kitabı vardı. Herkes şaşkın gözlerle yeni harflere bakıyordu. Bakanlıklarda devlet görevlileri, pek tuhaf buldukları yeni harflerle yazı yazmaya uğraşıyorlardı. Akşam kursları sıkı sıkıya çalışıyordu. Herkes yeni harfleri öğrenmek zorundaydı ve sonunda öğrendi. Arap harfleriyle başlamış işler Latin harfleriyle bitirildi. (Pravda, Bosna – 15 Nisan 1937) (Mustafa) Kemal, gerçekleştirdiği reformlarla altı yüzyıllık bir çağ aştı. Türkiye’de son on iki yılda başarılanlar, dünya tarihinin hiçbir yerinde bu kadar kısa zamanda yapılmamıştır... Bulgar Basını (Svobodna Reç, Sofya – 9 Aralık 1928) Şu günlerde Türkiye’de Türklerin, bir yabancıyı durdurup ona bir tabelayı, yazıyı, adresi ya da bir tramvayın nereye gittiğini sordukları oluyor. Üç ay öncesine kadar aynı şeyi yabancılar Türklere soruyorlardı. Yunan Basını (Elefteron Vima – 18 Ağustos 1934) Atina’da çıkan Elefteron Vima gazetesi, genel olarak Türkiye’deki Atatürk devrimlerine ilişkin bir yazısında harf devrimine de değiniyordu. Yeni harflerin Türkiye’de hızla yayıldığını, yeni yetişenlerin artık Arap yazısını bilmedikleri yazıyordu. Eskilerin ise özel yazışmalarında eskiyazı alışkanlığından pek kurtulamadıklarını söylüyordu. Devlet görevlilerinin bile, Başbakan İsmet Paşa’nın çeşitli genelgelerine karşın, eski yazıyı kullanmaktan kendilerini alamadıklarını ileri sürüyordu. (Apogevmatini – 12 Haziran 1935) Selanikte çıkan Apogevmatini gazetesi, Türk dil devrimi üzerine yayınladığı bir yazıda, “Dünya tarihinde eşi bulunmayan bu yeniliğin ilk adımı, Arap harflerinin bırakılıp yerine Latin harflerinin alınması olmuştur.” diyordu. (Proia, Atina – 23 Nisan 1937) Türkler, daha Orta Asya’ daki anayurtlarında yaşarken kendi alfabelerini yaratmışlardı... Daha sonra Müslümanlığı benimseyince, Orta Asya uygarlığını bırakmışlardır ve İslam dünyasına yayılmış olan Arap yazısını almışlardır. Arap harflerinin kullanılması 1928 yılına kadar sürmüştür. O yıl alfabe reformu yapılmıştır. (Proia, Atina – 23 Nisan 1937) Atatürk, ötedenberi düşündüğü dil (yazı) reformunu 1928 yılında yürürlüğe koydu. 9 Ağustos 1928’de Sarayburnu parkında bir söylev vererek Arap harflerinin yerine latin harflerinin alınacağını açıkladı. Tamamlanan hazırlık çalışmaları sonunda, bu konudaki yasa T.B.M.M.’den geçirildi. Bu olay, yeni Türkiye’yi doğu uygarlığına bağlayan son bağın da kesinlikle koparılmasını simgeledi. Arnavut Basını (Telgraf, Tirana – 27 Ağustos 1928) Türkiye, Türk toplumunu doğuya bağlayan en güçlü bağlardan birini daha kopardı.

Risale-i Nur’un, Kur’an harflerini muhafaza etmesini, sadece Kur’an elifbasındaki harflerin öğrenilmesi ve muhafazası şeklinde anlamak, son derece eksik, yanlış, hakikatten ve Risale-i Nur’un ruhundan çok uzak bir algılama olacaktır. Risale-i Nur’un önemli bir vazifesi, iman ve Kur’an hakikatlerini çok kuvvetli delillerle ispat edip neşretmek ve bütün inkâr fikirlerini iptal etmek olduğu gibi; Kur’an harflerini muhafaza etmek de önemli bir vazifesidir.1 Bu hikmetle Bediüzzaman Hazretleri Risale-i Nur’u, Osmanlıca olarak, yani Kur’an harfleriyle telif etmiş ve yüzbinlerce talebesine Kur’an harfleriyle Risale-i Nur’u yazdırmıştır. Hattâ Bediüzaman Hazretleri, ‘Risale-i Nur Talebesi’ olmak gibi, çok yüksek ve imtiyazlı bir makamın şartının Risale-i Nur’u Kur’an harfleriyle (Osmanlıca) yazmak ve neşretmekten geçtiği şöyle ifade etmiştir: “Risale-i Nur’a intisab eden zatın en ehemmiyetli vazifesi, onu yazmak veya yazdırmaktır ve intişarına yardım etmektir. Onu yazan veya yazdıran ‘Risale-i Nur Talebesi’ ünvanını alır.” 2 Risale-i Nur’un, Kur’an harflerini muhafaza etmesini, sadece Kur’an elifbasındaki harflerin öğrenilmesi ve muhafazası şeklinde anlamak, son derece eksik, yanlış, hakikatten ve Risale-i Nur’un ruhundan çok uzak bir algılama olacaktır. Bediüzzaman Hazretleri’nin bu büyük hizmetini doğru anlayabilmek için, kültürün bir millet için ne demek olduğunu, kültürü oluşturan unsurların neler olduğunu ve bu bağlamda Risale-i Nur’un Kur’an harflerini muhafaza etmesinin nasıl bir vazife gördüğü iyi anlamak gerekmektedir. Kültür ve Kültürü Oluşturan Unsurlar Kültür, bir milletin inanç, fikir, sanat, âdet ve geleneklerinin, maddî ve manevî değerlerinin bütününe denir.3 Kültür, bir milleti diğer milletlerden ayıran, kendine özgü maddî ve manevî değerlerinin tamamıdır. Kültür, bir milletin öz benliğidir, varlığının en temel esasıdır, karakteridir, şahsiyetidir, ruhudur, varoluş genleridir. Kültürü oluşturan unsurlar din, dil - harf, örf - âdet - gelenek - görenekler, sanat, tarih ve dünya görüşüdür. Millî Kültürü Oluşturan Unsurları Yaşatmanın Önemi Bir millet, kültürünü oluşturan unsurları, yani dinini, dilini, gelenek ve göreneklerini, sanat eserlerini, tarih bilincini ve dünya görüşünü yaşatabildiği ve sonraki nesillere aktarabildiği ölçüde tarih sahnesinde yaşamaya devam eder, bütünlüğünü korur. Fakat bu kültürel kodlarını koruyamazsa, yaşatamazsa o millet ve medeniyeti asimile olmaya, değişmeye, bozulmaya ve kaybolmaya mahkumdur. Bunun içindir ki kültürel değerler, bir milletin varlığı kadar değerlidir. Bu hakikate ışık tutacak tarihî bir anekdot şöyledir: 1900’lü yıllarda İngilizlerin, topraklarında güneşin batmadığı bir sömürge imparatorluğu vardır. Zamanın İngiliz başbakanı ile İngiliz kralı arasında şöyle tarihî bir konuşma geçer. Başbakan, krala üç soru sorar. Birinci soru şöyledir: “Majesteleri, eğer bir gün İngiliz donanması ile sömürgeler arasında bir tercih yapmak zorunda kalırsa, acaba hangisini tercih edersiniz?” Kral son derece kendinden emin bir tarzda “Tabi ki İngiliz donanmasını tercih ederim. Çünkü bu donanma, bana tekrar bu sömürgeleri kazandırır.” der. İkinci soru şöyledir: “Peki, bir gün gelip de Britanya ile İngiliz donanması arasında bir tercih yapmak zorunda kalırsanız, hangisini tercih edersiniz?” Kral, yine aynı netlikte ve hiç düşünmeden “Tabi ki Britanya’ yı tercih ederim. Çünkü bu Britanya, bana şu donanmayı tekrar çıkarır” der. Üçüncü soru çok ilginçtir: “Peki bir gün gelir de Britanya ile Shakespeare arasında bir tercih yapmak zorunda kalsanız hangisini tercih edersiniz?” Kral hiç düşünmeden “Tabi ki Shakespeare’i tercih ederim. Çünkü Shakespeare bana bu Britanya’yı yeniden oluşturur.” Dikkat edilirse İngiliz kralı, İngiliz kültürünün sembol isimlerinden olan Shakespeare’i dünya genelindeki bütün sömürgelerden daha üstün tutmaktadır. Bunun sebebi, kültürel bir kişilik olan Shakespeare’in eserlerinin ve fikirlerinin yaşaması İngiliz şahsiyetini, kişiliğini yani kültürünü netice verir. Fikriyle, duygusuyla, karakteriyle bir ‘İngiliz adamını’ oluşturur. Dolayısıyla böyle adamlardan oluşan bir Britanya, şöyle bir donanmayı çıkarır, bu donanma da şu sömürgeleri kazanır. Buna bir başka güzel örnek de şudur: Anadolu topraklarında tarih boyunca pek çok farklı medeniyetler ve devletler kurulmuştur. Mesela Sümerler, Hititler, Urartular, Frigler bunların başlıcalarındandır. Fakat gün gelmiş bu medeniyetler ve devletler yıkılmış ve kaybolmuşlardır. Günümüzde, yeniden Sümer, Hitit veya Urartu medeniyeti ve devletini kurmak mümkün değildir. Velev ki ismi Hitit veya Urartu olan bir devlet kurulsa dahi, tarihte yaşamış Hitit ve Urartu medeniyetleriyle isim benzerliğinden başka hiçbir ortak yönleri olmayacaktır. Çünkü o medeniyet ve devletleri sonraki asırlara taşıyacak, adeta genleri hükmünde olan kültürel değerlerini kaybettikleri içindir ki bugün artık yeryüzünde bu medeniyetler hüküm sürmemektedir. Bununla birlikte çok manidardır ki; yeryüzünde 1948 senesinde İsrail Devleti kurulmuştur. Bu devlet diliyle, diniyle, gelenekleriyle Yahudilerin 3000 yıllık birikimlerinin cisim giymiş bir şekli olarak arz-ı endam etmiştir. Mûsa Aleyhisselâm zamanından beri -3000 senedir- yeryüzünde devletsiz bir millet olarak yaşamak zorunda kalan ve farklı milletlerin ve devletlerin içinde dağılmış bir şekilde yaşayan ve çok defalarda asimilasyon politikalarına maruz kalan Yahudiler, nasıl oldu da asimile olmadılar? Çünkü onlar, yaşadıkları yerlerde kendi öz benlikleri olan kültürel değerlerini daima korudular ve bunları nesillerden nesillere aktardılar. Böylece 3000 sene boyunca kültürel kodlarını yaşatmalarının bir neticesi olarak da 1948 senesinde Filistin topraklarını işgal ederek kendi devletlerini cebren de olsa kurdular. Örnekleri daha da çoğaltmak mümkündür. Bütün bunlar gösteriyor ki, kültürlerini muhafaza eden milletler, kendilerine mahsus olan ve onları diğer milletlerden ayıran karakterlerini, kişiliklerini ve varlıklarını devam ettiriyorlar. Yukarıda örnekleriyle ifade edilen hususlar, kültürü oluşturan her bir unsur için geçerlidir. Çünkü kültürün öğeleri de denilen bu temel unsurların her birisi, adeta bir insan için genler gibidir. İnsanın genlerinde haricî bir sebepten dolayı bir bozukluk meydana geldiğinde, nasıl vücudunda büyük hasarlara ve başkalaşmalara sebep oluyorsa, aynen öyle de kültürün temel taşları (öğeleri, unsurları) olan din, dil, gelenek-görenek, tarih, sanat, dünya görüşü gibi unsurların birinde veya bir kaçında tahribat olursa, hemen bir iki nesil sonra bunun vahim neticeleri kendini göstermeye başlayacaktır. Risale-i Nur’un Milli Lisanımızın Muhafazasına Hizmeti Risale-i Nur’un Kur’an harflerini muhafaza etmesi; millî lisanımız olan Osmanlı Türkçesi’nin korunması, yaşatılması ve sonraki nesillere aktarılması ve bu lisanla telif edilen millî kültürümüzün alt yapısını teşkil eden milyonlarca cilt eserlerle ve tarihî belgelerle irtibatın kurulması, yeni nesillerin bizi biz yapan bu eşsiz kültür hazinesi ile tanışmasına vesile olması noktalarında tarihî bir öneme sahiptir. Çünkü; milli kültürümüzün temellerini oluşturan eserlerin hemen hemen tamamı Osmanlıcadır. Ancak, yeni yetişen neslimiz çok kıymetli ve kimi zaman da paha biçilemeyen bu nadide eserlere bir ‘turist’ kadar maalesef yabancıdır. Öyle ki; kim bilir hangi dedesinden kalmış bir eserden veya eski bir tapu senedinden ya da bir paradan, bir çeşme kitabesinden ya da her gün altından geçtiği üniversite giriş kapısındaki yazıdan hem içerik hem de estetik olarak en küçük bir fikir sahibi olmayan gençlerimizin sayısı azımsanmayacak kadar çoktur. Yedi asır cihana hükmetmiş bir milletin torunları, bugün önlerine konulan az sayıdaki çevirilerin dışında bu eşsiz kültür birikiminden istifade edememektedirler. Bu durumda günümüz gençliğinin hissesine dedelerinin birkaç bin sene önce yazdıklarını okuyup anlayan diğer milletlere imrenmek mi düşüyor? Neden bizler de kendimiz ve çocuklarımıza ecdadımızın birikimine birinci elden ulaşma imkanı tanımayalım? Gönlünde milli kültürden bir nebze hissesi olanların bu duruma kayıtsız kalması ve üzülmemesi mümkün müdür? Yabancı araştırmacıların Osmanlı Türkçesini öğrenerek yaptıkları araştırmalardan, bu gün ancak yabancı dil bilenler istifade edebilirken; bilimsel çeviriler de ‘kaynak’ olarak milli kütüphanelerimizi göstermektedir. Bugün Osmanlıcayı öğrenmek, öz yurdunda kendi kültürüne yabancı kalmış bir neslin vicdan muhâsebesinde, ecdâdına ve tarihine karşı vâdesi çoktan dolmuş bir fikir borcudur! Konunun daha da iyi anlaşılması için bazı münevverlerimizin bu husustaki beyanlarını burada paylaşalım. Peyami Safa: “Yeryüzünde milli kütüphanelerindeki eserlerin dilini ve harflerini bilmeyen, bunları okumaktan aciz bir tek millet var mıdır? Tarihinden edebiyatından, ilmi, felsefi ve dini eserlerinden, milli kültür hazinelerinden haberi olmayan bir miletin bir toprak parçasında rastgele toplanmış bir kuru kalabalıktan farkı nedir? Avrupalılar okullarında Shakesper’e, Milton’a, Schiller’e, Voltaire’e dair bilgi verirken talebeye bu yazarların okul kütüphanesindeki eserleri de okutulur. Bir kitabın bir parçası değil, tamamı okutulur. Bugün yirmi yaşlarında bir Türk genci Naima’yı, Fuzuli’yi, Cevdet Paşa tarihini orjinalinden okuyamaz. Yeni yazıya çevirisini okusa da anlayamaz. Bu talihsiz delikanlı için Baki’nin o muhteşem “Mersiye” si Galib’in o enfes “Hüsn ü Aşk”ı Hamid’in “Tarık Bin Ziyad”ı simsiyah karanlıklara batmış muazzam abidelerdir. O zavallıcık bu eserlerin arasında, İstanbul’un göklere fırlayan tarihi eserleri arasında iki gözü kör dolaşan bir turist gibi gezip durur. Kendi tarihini, atasını, dilini, edebiyatını bilmez ve sevmez. Yani kendini bilmez ve sevmez.” Cemil Meriç: (Dursun Gürlek Cemil Meriç’ten naklediyor): “Türkiye’de Osmanlıca öğrenmenin Arapça öğrenmek kadar hatta daha mühim olduğunu söylerdi. Çünkü kütüphanelerimiz Osmanlıca eserlerle dolu ve işin garibi bu eserlere bizden çok Avrupalı oryantalistler ilgi gösteriyor. Düşünebiliyor musunuz benim kütüphanemdeki eserleri bir Fransız ya da İngiliz araştırıcı rahatlıkla okuyup çevirebiliyor, ben tabiri caizse ‘bön bön’ bakıyorum. Yahut çevremdeki mezar taşlarını okuyamıyorum. Dedemden kalan tapu belgesini okuyamıyorum. En güzel tarihi eserler İstanbul’da, fakat Osmanlı çeşmelerinin, camilerinin kitabelerini okuyamıyorum.” Her dil, bir kültürün kapısını açacak bir anahtar olmak özelliğine sahiptir. Meselâ İngilizce öğrenenler, İngiliz ve Amerikan kültürünü tanıma imkânını elde edebilirler. İngilizce sayesinde, İngiliz milletinin tarih boyunca ortaya koyduğu fikrî ve edebî eserlerini okuyarak o kültürden bir şeyler öğrenip ilmî ve akademik çalışmalar ortaya koyabilirler. Aynen öyle de Osmanlıca’yı da öğrenenler millî kültürümüzün alt yapısını oluşturan milyonlarca cilt dinî, ilmî, felsefî ve tarihî eserlere ilk elden ulaşıp bu eşsiz hazineden istifade etmek ve ettirme imkânına sahip olmaktadırlar. Bu da kültürümüzün muhafazası adına paha biçilemez bir hizmettir. İşte Üstad Bediüzzaman Hazretleri, latin harflerinin genç ihtiyar, fakir zengin demeden gece dersleriyle ve zorla öğretildiği o sıkıntılı zamanlarda, büyük bir manevi cihat şuuru ile yüz binlerce talebelerine Risale-i Nur gibi bir Kur’an tefsirini Kur’an hattını muhafaza etmek gayesiyle yazmalarını emrederek, Kur’an harflerinin korunması ve yaşatılması ve sonraki nesillere aktarılması noktasında tarihî bir hizmet ifa etmiştir. Risale-i Nur’un Osmanlıca Telifinin Zengin Kelime Hazinesinin Korunmasına Etkisi Kalp ve akıl madeninde oluşan manalar, kelimelere binerek, diğer insanların akıl ve kalplerine ulaşıp yayılırlar. Kelimeler, manaların taşıyıcılarıdır. Duygular, düşünceler, manalar, sırlar ve hakikatler kelimeler ile karanlıktan aydınlığa, yokluktan varlığa çıkarlar. Görünür, duyulur ve bilinir olurlar. Bir kalpten bütün kalplere böyle intikal ederler. Esasen insanlar zaten kelimelerle düşünürler. Kelimelerin bu vasıflarından dolayıdır ki, bir lisandaki kelime sayısı çok önemlidir. Bir lisanda kelime hazinesi ne kadar zengin olursa, o nispette manalar ifade edilir, ortaya çıkar ve yayılır. Kelime sayısının azlığı ise mananın, düşüncenin ve fikrin hem keşfinin hem de ifadesinin en büyük engelidir. İnsanlar, kelimeler ile düşünürler. Yine aynı kelimelerle duygu ve düşüncelerini ifade ederler, dışa vururlar. Dolayısıyla bir lisanın kelime hazinesi ne kadar zenginse o nispette hayaller, duygular, düşünceler ve fikirler ifade edilir. Kelime hazinesi kısır ve dar olan bir lisanla ince duygular ve düşünceler ifade edilemez. Böyle bir lisanın konuşulduğu bir toplumda, mütefekkir, entelektüel ve sanat erbabı da yetişmez. Adeta konuşma bilmediğinden ihtiyaçlarını söyleyemeyen bir çocuğun çaresizlik içinde kalıp ağlaması gibi, kelime hazinesi dar olan milletler de, kültürlerini besleyen ve kuvvetlendiren ilmî, edebî, fikrî ve sanatsal eserleri ortaya koyamazlar. Konuşamayan çocuğun ağlamasına bedel, böyle milletler de adeta ağlamak gibi yutkunur kalırlar, sığlık ve kısırlık bataklığında boğulurlar. Günümüzde günlük hayatta insanlarımızın 300-400 kelimeyle konuştuğu dikkate alınırsa, lisanımızda nasıl bir tahribin yaşandığı daha güzel anlaşılır. Günlük konuşmalarını bu kadar dar bir dairede yapmaya çalışan bir milletin mütefekkir, sanat erbabı, âlim yetiştirmesi adeta mümkün değildir. Bu konu ile ilgili yapılan bir akademik bir araştırmanın sonuçları hakikaten durumun ne kadar vahim olduğunu nazara vermektedir. Ankara Üniversitesi’nin ilköğretimler için yaptığı bir araştırma: Bu araştırma da gösteriyor ki, ilköğretim ders kitaplarında Amerika’da 71.618 kelime öğrencilere öğretilirken, bu rakam ülkemizde maalesef 7.260 kelimedir. Bu kadar az kelime ile düşünen ve konuşan bir millet, elbette diğer kültürler karşısında mağlup olmaya mahkumdur. Yine ilk baskısı 1800’lü yılların son çeyreğinde yapılan ‘Red House’ sözlüğünde, o zaman 200.000 kelimenin Osmanlıca ve İngilizce karşılığı verilmektedir. Fakat günümüzde basılan Red House sözlüğünde 50.000 kelimenin karşılığı vardır. Aradaki 150.000 kelime, maalesef artık kullanılmaz olmuştur. Örneğin günümüz Türkçesindeki ‘çeşit’ kelimesi, Osmanlı Türkçesinde en az 3 kelime ile karşılanmıştır. ‘Müteaddid’, adet adet çeşitlilik demektir. ‘Mütenevvi’, sınıf sınıf çeşitlilik demektir. ‘Muhtelif’ kelimesi de, ihtilâflı çeşitlilik demektir. Yine günümüzdeki ‘ışık’ kelimesi, Osmanlı Türkçesinde pek çok kelime ile ifade edilmiştir. Meselâ ‘nur’ kelimesi yansıyan ışık demektir. ‘Ziya’ kelimesi, tabii bir kaynaktan üretilen ışık demektir. ‘Lema’ kelimesi, parlayıp sönen ışık demektir. ‘Şua’ kelimesi de, suni bir kaynaktan üretilen ışık demektir. Meselâ ‘güneşin nuru’ denmez, ‘güneşin ziyası’ vardır. ‘Ayın ziyası’ değil, ‘ayın nuru’ vardır. Lambanın nuru değil, lambanın şuası vardır. Fakat, her birisinde farklı bir mana inceliği olan bütün bu kelimeleri, sadece ‘ışık’ kelimesi ile ifade etmenin, tefekkür ve düşünce dünyasında nasıl bir kısırlık meydana getireceği âşikârdır. Bugün ayakta, saygı ve iftiharla koro halinde söylediğimiz millî marşımızda geçen pek çok kelimenin anlamını maalesef yeni nesillerimiz bilememekte ve bu kelimelerin üstlendiği mana ve estetik zenginliğini yudumlamaktan mahrum kalmaktadırlar. Meselâ millî marşımızda geçen garb, serhad, afak, ceriha, izmihlal, mücerred, hüda, cüda gibi kelimelerin anlamını bilmeden millî marşımızdaki edebî zenginliği, estetik güzelliğini, anlam derinliğini hakkıyla bilmek ve zevk etmek mümkün değildir. Bir İngiliz veya Fransız lise öğrencisinin kendi kültürlerinin klasiklerini çok rahatça okuyup anlayabildiği bir ortamda, 1000 senedir İslâm’ın ve Kur’an’ın bayraktarlığını yapmış bu kahraman milletimizin kendi kültürümüzün eşsiz şaheserlerini okuyup anlayamaması, arşivlerindeki Osmanlıca belge ve evraklardan akademik çalışmalar yapamaması, bir turist kadar bunlara yabancı olması, kalbinde zerre kadar millî ve manevî duyguları ölmemiş bir vatan evladının kanına dokunmaması mümkün değildir. İşte Bediüzzaman ve şaheseri olan Risale-i Nur, sadece Kur’ an’ın harflerini muhafaza etmekle kalmamış, ecdadımızın bin yıldır kendine mahsus olarak geliştirdiği, Türkçe temeli üzerine oturan, Arapça ve Farsçanın da zenginliklerini muhtevi, Osmanlı Türkçesi tabir edilen millî lisanımıza ait kelimelerin zengin anlam dünyasının da kapılarını açmıştır. Bu ise bizi biz yapan millî kültürümüzün temel eserlerini okuyup, anlamak, geçmişten dersler çıkarıp geleceğe emin adımlarla bakmak noktasında hayatî bir öneme sahiptir. Bu konuda Cemil Meriç şu itirafı yapmaktadır: “Önce Batı’ya yönelerek peşine düştüğüm hakikati, yine Doğu’da buldum. Doğu’da ise, en parlak yıldız olarak Said Nursî’yi tanıdım… Tanzimat’tan bu yana, İslâm tefekkürünü temsil makamında, bir tek onu tanıdım. Başka hiçbir şahsiyet, bu makamı dolduramıyor, hakkını veremiyor.” Netice olarak; kültür, bir milleti diğer milletlerden ayıran ve o milletin birlik ve bütünlük içinde devamının en önemli şartı olan bir hakikattir. Kültürü oluşturan din, dil, tarih, sanat, dünya görüşü ve gelenek görenekler gibi temel unsurların yaşatılması ve sonraki nesillere aktarılması o milletin varlığı kadar önemli bir vazifedir. Hususen de bu unsurlardan din ve dil unsurlarının muhafazası ayrı bir öneme sahiptir. İşte tam bu noktada Risale-i Nur gibi bir Kur’an tefsirinin, Kur’an harflerini muhafaza etmek adına ortaya koyduğu hizmet, hem millî kültürümüzün en önemli esası olan dinî hakikatlerin ikamesi, hem de millî lisanımız olan Osmanlıca’nın korunması, sonraki nesillere aktarılması ve bu harflerle telif edilmiş milyonlarca cilt kültürel ve tarihî eserlere ve belgelere ulaşılması noktalarında tarihî ve hayatî bir öneme sahiptir. Kaynaklar: 1- Kastamonu Lâhikası, Altınbaşak Neşriyat, s.2682- Kastamonu Lâhikası, Altınbaşak Neşriyat, s.253- Kubbealtı Lügati

Müsrif kelimesi, israf masdarının ismi faili olup, lügat manası “israf eden, beyhude yere malını sarf ve imha eden kimsedir.” İsraf ise, lüzumsuz yere ve fazla olarak mal vesaireyi sarf ve itlaf etme manalarındandır. İsraf, insanın yaptığı şeylerde haddi aşmasıdır. Mesela Rabbine kulluk etmesi için yaratılan insanın isyan etmesi, haddi aşmaktır. Asli vatanı cennet olan ve cennete namzed olarak yaratılan insanın, sırat-ı müstakimden çıkıp, cehenneme doğru yol alması, haddi aşmaktır. Allah’ın kullarına verdiği maddi-manevi nimetlerini layıkıyla değerlendirmemesi, israftır. Kendisine verilen elmas kıymetindeki hissiyatını, kabiliyetlerini adeta kömüre çevirmesi, israftır. Kainattaki yaratılan ilahi sanatları temaşa edip, tefekkür etmemesi de bir israftır. Kainattaki ilahi nağmeleri duymamak da bir israftır. Hasılı bize verilen akıl, fikir, kalb, ruh, göz, kulak, zaman, gençlik, ömür, gibi kıymetli sermayelerimizi rıza-yı ilahi dışında harcamak, israftır. “İsraf ise, şükre zıddır. Nimete karşı hasaretli bir istihfaftır. (19. Lem’a) Kur’an-ı Kerim’de birçok ayet-i kerimede israftan ve Cenab-ı Hakkın müsrifleri sevmediğinden bahsedilir. İlahi kelamdaki bu hakikatleri anlamaya çalışalım. Rabbimiz, Araf Suresi 31. ayet-i kerimede, “Yiyiniz, içiniz. Fakat israf etmeyiniz. Çünkü o, israf edenleri sevmez” buyuruyor. Bu ayet-i kerime hemen hepimizin göreceği üzere 3 esası önümüze koyuyor: Öncelikle ilahi nimetlerden istifade etmeye izin var. İkinci olarak, israf etmek apaçık bir şekilde yasaklanmış, haram kılınmıştır. Üçüncü olarak da müsrif kimsenin Allah’ın muhabbetinden mahrum kalmak gibi büyük bir hasaretin içinde olduğunu görüyoruz. Kur’an-ı Kerimde israf ve müsrif kelimelerinin farklı manalarda da kullanıldığını görmekteyiz. Bir yandan yemek, içmek gibi maddi israflardan bizi nehy ederken, bir başka ayet-i kerimede ise ömür israfından bahsetmektedir. Hatta denilebilir ki maddi israftan ziyade, manevi israflardan bahsedilmiştir. Örneğin Taha Suresi 127. ayet-i kerimede, “İşte (haddi aşarak ömrünü) israf eden ve Rabbinin ayetlerine iman etmeyenleri böyle cezalandırırız.” Hem, Zümer Suresi 23. ayet-i kerimede, “De ki; Ey nefisleri aleyhine (günah işlemekle ömürlerini) israf eden kullarım!...” Hakikatte onun rızası haricinde harcanan her şey israf olmaktadır. En’am Suresi 141. ayet-i kerimeden de bunu anlamaktayız. “(Her biri) meyve verdiği zaman meyvesinden yiyin ve hasad edildiği gün hakkını (öşrünü) verin ve (Onun rızası dışında harcayarak) israf etmeyin. Çünkü o israf edenleri sevmez.” Rabbimiz, Araf Suresi 81. ayet-i kerimede Lut (as)’ın kavmine hitaben şöyle buyurmuştur: “Çünkü siz kadınları bırakıp şehvetle erkeklere yaklaşıyorsunuz. Hayır! Siz (haddi aşarak) israf eden bir kavimsiniz.” Ayet-i kerimeden bizim alabileceğimiz bir ders de Cenab-ı Hakk’ın onlara vermiş olduğu kuvvelerini ifrat mertebesinde kullanmalarıdır. Bu sebeple aşırı gitmişler; yani şehvet kuvvelerini iffette kullanmayıp fücurda kullanarak israf etmişler ve müsrif bir kavim olmuşlardır. Yunus Suresi 83. ayet-i kerimede Cenab-ı Hak, “Buna rağmen Firavunun ve ileri gelenlerinin kendilerini fitneye (işkenceye) atmasından korktukları için Musa’ya (as) kavminin genç bir taifesinden başkası iman etmedi. Çünkü Firavun yeryüzünde çok büyüklenen (bir zorba) idi ve doğrusu (haddi aşarak) israf edenlerdendi” buyuruyor. Burada Firavunun müsrif olarak tanımlandığını görüyoruz. Çünkü Firavun kafir ve zalimdi. Bozguncu ve kibirli idi. Nüfuz ve iktidarını ölçüsüz ve acımasız olarak kullanan, kendini Mısır’ın (haşa) ilahı olarak tanıtan müsrif birisiydi. Demek ki “müsrif” taifesine katılmamak için, firavunlaşmış bir ahlaktan da uzak durmak gerekmektedir. Firavun Hz. Musa’ya “Her yerin ilahı senin ilahın olsun. Ama Mısır’ın ilahı ben olayım” diyerek, kendisine bir ilahlık dairesi çizmişti. Belki bizler de nimetleri, hayatı verenin Mün’im-i Hakiki olan Allah olduğunu bilmemize rağmen, kendimize bir daire çizip benim param, benim makamım, benim hayatım, gençliğim, zamanım diyerek bunları bilinçsizce tüketebiliyoruz. Evet insan güçlü, iktidarlı vakitlerinde Allah’ı unutabiliyor. Böylelikle insana yaptığı müsriflikler güzel görünebiliyor, amelleri süsleniyor. Bunu ifade eden bir hakikati Yunus Suresi 12. ayet-i kerimeden okuyalım. “Ve insana (ağır bir) zarar dokunduğu zaman, yanı üzerine (yatar) iken veya otururken yahut ayakta iken bize yalvarır. Fakat biz ondan zararını giderince, sanki kendisine dokunan bir zarardan dolayı bize dua etmemiş gibi (eski haline) devam eder. İşte israf edenlere, yapmakta oldukları şeyler böyle süslü gösterildi.” Zor zamanda her haliyle Rabbine dua eden insan rahat zamanında gaflete düşüyor. Belki o yüzden bu kadar rahat israfa düşebiliyoruz. Oysa ki; Rasulullah (sav) Efendimiz buyuruyorlar ki; “Kıyamet günü, dört şeyden sual edilmedikçe kulun ayakları (Rabbinin huzurundan) ayrılamaz. Ömrünü nerede harcadığından, ne amelde bulunduğundan, malını nerede kazandığından ve nereye harcadığından, vücudunu nerede yıprattığından.” (Tirmizi) Peki harcamalarımızda ölçüyü nasıl bulacağız? Cevabını yine ayet-i kerimelerde buluyoruz. “Hem onlar ki (Rahman’ın kulları) harcadıkları zaman ne israf ederler ne de cimrilik ederler. (Harcamaları) bu ikisinin arasında orta bir yolda olur.” (Furkan Suresi, 67) “Akrabaya, yoksula ve yolda kalmışa da hakkını ver; fakat israf ederek saçıp savurma! Şeytan ise, Rabbine karşı çok nankördür. Eğer (bir şey verecek durumda olmayıp) Rabbinden ümid ettiğin bir rahmeti (rızkı) aramak için onlardan (o hak sahiplerinden) yüz çevirmek mecburiyetinde kalırsan, artık (elime geçerse veririm manasında) onlara yumuşak bir söz söyle! Hem elini boynuna bağlı kılma (cimri olma): Onu büsbütün geniş davranarak da açma! Yoksa, kınanmış ve pişman bir halde oturup kalırsın.” (İsra Suresi, 26 -29) Bu ayet-i kerimlerdeki mizanlar rehberimiz olsun ki, hem müsrif taifesine girmekten beri olalım, hem de ism-i Hakime ayinedarlık etmiş olalım. Üstad Bediüzzaman İsm-i Hakim penceresinden israfa şu şekilde bakmaktadır: “Sani-i Zülcelal ismi Hakimin muktezasıyla, her şeyde en hafif sureti, en kısa yolu, en kolay tarzı ve en faideli şekli takip ettiğini gösteriyor ki; israf, abes, faidesizlik fıtratta yoktur. İsraf ise, ism-i Hakimin zıttı olduğu gibi, iktisat onun lazımıdır ve dustur-u esasıdır. Ey iktisatsız, israflı insan! Bütün kâinatın en esaslı düsturu olan iktisadı yapmadığından ne kadar hilaf-ı hakikat hareket ettiğini bil…. Yiyiniz, içiniz, fakat israf etmeyiniz” ayeti, ne kadar esaslı geniş bir düsturu ders verdiğini anla.” (Lem’alar, 375) Bu yazımızda Kur’an-ı Kerim’ den konumuz dahilinde ayet-i kerimelere kısa bir yolculuk yaptık. Yazımızı kelamların en güzelinden bir dua ile bitirelim. Rabbimizin işimizdeki israf ve taşkınlıklarımızı bağışlamasını ümid ederek… “Bunun üzerine (onların) Rabbimizin! Bizim için günahlarımızı ve işimizdeki taşkınlıklarımız bağışla, ayaklarımızı sabit kıl ve kafirler topluluğuna karşı bize yardım eyle! demelerinden başka bir sözleri olmalı.” (Âl-i İmran, 147)

Farklı bakış açıları olsa da, en az 100 bin hadis ezberleyen muhaddislere ‘hadis hafızı’ denir. Bu rakamın İmam-ı Buhari, İmam-ı Hanbel gibi büyük hadis imamlarında küçük nüanslı, farklı metinlerle birlikte totalde 750 bin veya daha fazlasına çıktığı da rivayet edilir. İmam-ı Buhari veya İmam-ı Ahmet bin Hanbel (ra) gibi hadis hafızlarının çok sayıda hadisi ezbere bilmesini zihinlerine sığıştıramayanlar, Efendimiz (asm)’ın aslında bu kadar hadis söylemediğini, bir kısmının uydurulduğunu iddia ediyorlar. Ve “Her saat bir hadis söylese, 23 senede şu kadar yapar, gerisi nerede?” gibi mugalatalara giriyorlar. Garip! Hâlbuki herhangi bir siyasi liderin konuşmalarını rivayet ederek, mesela sadece şu son on yılda yapılan haberleri ve konuşmalarını birer hadis uzunluğunda parçalayarak anlatmaya kalksanız, toplam rakamı tahmin bile edemezsiniz. Biz ki askerlik hatıralarımızı, kısa bir hac veya umre seyahatimizi veya değer verdiğimiz anılarımızı yıllarca anlata anlata bitiremeyiz. Kaldı ki bizim gibi insanların her sözü hikmetli de değil. Üstelik bizim sözlerimiz kader boyutunda şeriata kaynak değil, nass değil. Hâlbuki bu ümmet asırlardır ya kitaba veya sünnete bakarak hayatını tanzim etti. Medeniyetler kurdu. Ve Allah bunun böyle olmasını, yani Habib’inin modellenmesini murad etti. “Kim beni severse Resulüme itaat etsin” buyurdu. Onu bize ‘üsvetün hasene’, örnek kıldı. Siyerini okuyanlar bilir ki Resul-ü Ekrem (asm)’ın tüm hayatı aksiyoneldir. O sürekli tebliğle meşgul oldu, muallim oldu, aile reisi, baba oldu, eş oldu, devlet başkanı oldu, komutan oldu... hep hayatın içindeydi. Ve etrafında onun her hareketini, her ölçekte milimi milimine takip eden sahabeleri vardı. Mesela Hazret-i Ömer diyor ki: “Benim evim Medine’nin dışında ve mescide uzaktı. Bir arkadaşımla anlaştım, bir gün o, bir gün ben nöbetleşe mescide gidiyor, Efendimizi dinliyor ve bir şeyi kaçırmamak için işittiklerimizi birbirimize anlatıyorduk.” Bu çerçevede bakıldığında Efendimiz (asm)’ın bir saatlik sohbetinde bile duruma göre belki onlarca, hatta daha fazla hadis metni çıkabilir. Nitekim ibadat, ukubat, itikad, iktisat, miras gibi değişik konularda aile hayatına, sosyal veya ekonomik hayata, siyasi ve askeri yaklaşımlara değinen ve dünyevi, uhrevi hayatımızı tanzim eden o kadar hadis işte bu hassasiyetle rivayet edildi. Aynı hadisenin veya konuşmanın değişik Sahabiler tarafından algıda seçicilikle farklı şekillerde rivayet edildiği ise ayrı bir vakıadır. Kütüb-i Sitte veya Tis’a başta olmak üzere temel kaynaklarımızda zikredilen hadis metinlerinin bir kısmının bu eksende tekrar olduğunu da görüyoruz. Kaldı ki hadislerin bir kısmı Efendimizin konuşması, kavli değil, aynı zamanda fiil veya ikrarı ile ilgilidir. Sahabilerin, “Efendimizi şöyle yaparken gördüm” veya “Ben onun yanında şunu yaptım ama bana itiraz etmedi” tarzında ikrarını ifade etmeleri de birer hadistir. Bir düşünün, bu çerçevede Sahabelerin ne kadar hatırası vardır ve filhakika bu emsal rivayetlerin her biri hadis hükmündedir. Hadis usulü noktasında sadece Efendimiz (asm)’ın değil, Sahabe-i Güzinin kavli, fiili ve ikrarı dahi hadis olarak kabul edilmiştir. Resul-ü Ekrem (asm)’ın onlar hakkında, “Benim ashabım gökteki yıldızlar gibidir. Hangisine tabi olsanız, hidayete erersiniz!” diye buyurdu. Onların bu konudaki referansları bizzat Efendimiz (asm) olduğu için, hadis ve mezhep imamlarımız Sahabenin kavline de ‘mevkuf hadis’ olarak itibar ettiler ve ictihadlarında esas tuttular. Çünki Sahabiler rahle-i tedris-i Nebevi’de öyle yetiştiler ki gördükleri en ufak haksızlığa ve yanlışlığa derhal itiraz ederler, her halleriyle doğrusunu gösterirlerdi. Sadece hadisler değil, vahy-i münzel-i mütevatir tabir edilen Kur’an-ı Azimüşşan bile dilden dile onların aracılığıyla bu ümmete ulaştı. Buhari, Müslim ve emsali kitaplarda hadis imamlarının seçerek aldıkları hadislerin ortalama 7-8 biner civarında olması, onların bir milyona yakın farklı hadis metnini, rivayetini ezberlemedikleri anlamına gelmez. Meşhur hadis imamları (Allah onlardan razı olsun) üstelik hadislerin sadece metnini değil, ravi zincirini, senedini de, kim kimden nakletmiş, ezbere biliyorlardı. Bu gerçekten taaccüp edilecek bir hafızadır. Özellikle çok da ayırt edici özelliği bulunmayan ravi zincirlerini şaşırmadan ezberleyebilmeleri hakikaten şaşırtıcıdır. Siyer kitaplarında zikredildiği üzere, iki bedevinin deve üzerinde seyahat yaparken hayalen ezbere satranç oynamaları garip değil midir? Yine o devirde edebiyat ve belagate olan düşkünlük sebebiyle, bir deve yavrusuna büyüyene kadar 500’e yakın farklı isimler verildiği de bir vakıadır. Öyle ki say dediğinizde, tek tek sayarlardı. Kur’an ve hadis metinlerinin asrımıza kadar nakline vesile olması cihetiyle, kayıt imkânlarının çok az olduğu bir devirde, Allah’ın o günkü insanlara böyle bir hafıza vermesi hikmetten hiç uzak değildir. Onlar bu konuda o kadar dirayet ve hassasiyet gösterdiler ki bu metinlerin sıhhati üzerinde bırakın Müslümanları, müsteşrikler bile kanaat sahibidir. Farklı bakış açıları olsa da, en az 100 bin hadis ezberleyen muhaddislere ‘hadis hafızı’ denir. Bu rakamın İmam-ı Buhari, İmam-ı Hanbel gibi büyük hadis imamlarında küçük nüanslı, farklı metinlerle birlikte totalde 750 bin veya daha fazlasına çıktığı da rivayet edilir. Bu çerçevede yaklaşık bir milyon olarak kaydedilen hadis rakamlarında abartı bulunmamalıdır. Cenab-ı Hafiz-i Mutlak bizleri rızasına mazhar, Efendimiz (asm)’ın hoşnudiyetine ve şefaatine mazhar eyleyip sünnet-i seniyyesinin ittibaına muvaffak kılsın. Bu hakikatler deryasını bizlere ulaştıran Sahabe-i Güzine bizleri yoldaş ve cennette arkadaş kılsın. Bu vadide emeği geçen o mütebahhirin imamların hepsinden ayrı ayrı razı olsun. Ebed âleminde “Ala sururin mütekabilin” tabir edilen karşılıklı cennet koltuklarında, tadına doyumsuz lahuti sohbetlerde onların dizinin dibinde feyiz almayı hepimize nasip etsin. Âmin.

Önümde 31 Mayıs 1976 tarihli meşhur “Der Spiegel” dergisi... Dergide Martin Heidegger’le yapılmış bir röportaja yer verilmiş; Heidegger’in ölümünden önce yayımlanan son röportajına... Röportajın başlığı ise Heidegger’e ait anlamlı bir ifade: “Bizi Ancak Bir Tanrı Kurtarabilir.” İlgili röportaj, Martin Heidegger’in Todtnauberg’teki kulübesinde çekilen fotoğraflarla da zenginleştirilmiş. Bunlardan bir tanesinde Heidegger takkesiyle görünüyor. Heidegger, onto-teoloji olarak adlandırdığı Hıristiyanlık metafiziğinden beslenen Batı felsefesine yönelik ciddi eleştirileriyle biliniyor. Ona göre Batı düşüncesi, asıl sorması gereken “varlığın anlamı nedir?” sorusunu es geçmiştir. Ve yine Heidegger’e göre felsefe, Sokrates’le birlikte asıl sorusundan uzaklaşıp sona ermiştir. Parmenides, Herakleitos, Anaksimender gibi Sokrates öncesi (pre-Sokratik) düşünürlerse, “varlık” meselesine odaklandıklarından dolayı Heidegger tarafından takdir edilirler. Bu arada şunu da ifade edelim. Batı düşüncesi, “historia” karşısında “theoria”yı önceleyen karakteriyle, ötekini yok sayan “özdeşlik” ilkesini abarttıkça abartır. Nietzsche, Heidegger, Derrida, Lyotard gibi düşünürlerse oluşa, değişime, ötekine, farka, adlandırılamazlığa vurgu yaparak Batı düşüncesinin metafizik şiddet içeren yargılarını, adalet adına yapı söküme uğratmaya çalışırlar. Geleneksel Batı düşüncesine göre varlıkların tarihselliği yoktur ve her bir varolan, zihindeki kavram karşılıklarıyla özdeş ve gerçeklikten yalıtılmış olarak düşünülür. Aristoteles’ten Kant’a değin karşımıza çıkan “kategoriler” (makulat) de, aklın özdeşlik, çelişmezlik, nedensellik, üçüncü halin imkânsızlığı gibi temel ilkeleri de düşünceyle varlığı özdeş kabul eden bir anlayışı ele verirler. Descartes’te de karşımıza çıkan “düşünüyorum öyleyse varım” önermesinin, özdeşlik ilkesinden yola çıkarak varlığın hakikatini bilme iddiası taşıdığı da ortadadır. Heidegger’de müşahede ettiğimiz “varolan olmayan varlık” kavramı ise, hakikatin modernlerin inandığı gibi mutlak olarak ihata edilebileceğine dair o zayıf inancı yerle bir eder. Yani varlık ve varlığın hakikati hiçbir zaman bütünüyle ihata edilemez. Varlık hakkında ortaya konan bütün kesinlikçi görüşler, varlığa karşı ciddi bir metafizik şiddet içerir. Üstelik varolanlar, ancak şuurlu bir varolan (Dasein) olan insanın yorumuyla (Hermeneutik-Fenomenolojik) ortaya konulabilir ve adı üstünde bir “yorum” olan bu ortaya koyuş, hakikatin kendisi olamaz. Tam da burada, İslam dünyasında varlığa ve varlığın hakikatini ihata etmeye karşı nasıl bir duruş sergilendiğini merak etmemiz oldukça doğaldır. Bunun için İslam âlimlerinin, ârif-i billahların, asfiyaların sohbetlerinin ya da yazılarının sonunda kullandıkları kimi ifadelere odaklanmamız bize yol gösterebilir. Örneğin, onca ilmi iddianın ardından “Allâhu a’lem bi’ssavab” (Doğrusunu/hakikati Allah bilir) ya da “Lâ ya’lem’ul gaybe illallah” (Gaybı Allah’tan başka kimse bilmez) benzeri, hakikatin beşer tarafından ihata edilemeyeceğine dair ifadelerle karşılaşırız. Ya da Kur’ân-ı Kerim’de geçen, “Senin bize öğrettiklerinden başka bizim hiçbir bilgimiz yoktur. Şüphesiz her şeyi hakkıyla bilen, her şeyi hikmetle yapan sensin.” (Bakara 32) ayetini kimi metinlerde sıkça görürüz. Mesela, hutbede nakledilen her hadis-i şerifin ardından söylenen “ev kemâ kal” (Veya bunun benzerini söyledi) ifadesi, hakikati incitmekten duyulan korkuyu ve hakikate duyulan saygıyı açıkça gösterir. Hakikat karşısında temkinli ve tedbirli bu örnek duruşun kaynağı ise, Kur’an’daki “Allah bilir siz bilmezsiniz” (Bakara 216, Bakara 232, Âl-i İmran 66, Araf 38, Nahl 74, Nur 19) mealine gelen ayetler yanında, Hz. Muhammed’in (sav) örnekliğidir. Ancak bugün Müslümanlar da, Heidegger’in eleştirdiği modern Batı düşüncesinin “hakikati ihata etme iddiasını” sahiplenir durumdalar maalesef. Sanki mutlak hakikat kendi tekellerindeymiş gibi kendilerini Mehdi, Mesih ilan edip ortalığı kasıp kavuranlar kadar, özdeşçi ve tek tipçi anlayışlarına uymadığı için ötekini kâfir ilan edenler de, Lutherci bir insiyakla Hz. Muhammed’in ontolojik zorunluluğunu inkâr edenler de, tam da modernlerin yaptığı gibi hakikat karşısında tanrıcılık oynamaya koyulmuş durumdalar. Bu modern şiddetten kurtulmak ise, hakikati ihata etme iddiası karşısında temkinli olmayı öğütleyen Kur’ânî yola acilen dâhil olmakla mümkün gibi gözüküyor. Özetle söylemek gerekirse, Heidegger’in takkesinde değil gözümüz. Modern Batı düşüncesine dâhil olma aşkıyla bir kenara fırlatıp attığımız kendi takkelerimizi başımıza geçirelim yeter.

Bir tabiat kanununu izah eden her formül, Allah’ı öven bir ilahidir. (Maria Mitchell) Kâinat, İlahi sanatın sergilendiği, O’nun rahmet eserlerinin tanıtıldığı, haşmetinin sunulduğu bir yerdir. Bu sergiyi seyreden akıl ve şuur sahipleri anlar ki yaratılmışlarda ve onların icatlarında meydana gelen değişimler, tesadüf ve başıbozukluk değil, İlahi tasarrufun hikmetli icrasıdır. İnsanoğlu ibret nazarıyla kâinata baksa her şeyde, bir rahmet hazinesinin üzerinde kilidi açılmaya hazır bir kapı bulur. Yeter ki insanoğlu bu kapılardan birine eline atıp açmak istesin. İstesin ki bu kapılardan birinin arkasında ibret nazarıyla kendisini hayran bıraktıracak olan hayat maddesi, bilgi deposu ve şifreler yumağı genlerin her birinin kendinde sakladığı Kâinat Sultanının Adl ve Mukaddir isminin tecellisi olan matematiği görebilsin. Genetik, biyolojinin bir dalı olup kâinat Sultanın her canlıya ve o canlının devam eden nesline aktarılmasını sağladığı kalıtsal özelliklerinin incelendiği bilim dalıdır. Nesiller boyu genetik özellikleri taşıyan ve bileşimindeki bütün canlıları kendi damgasını vurarak verasetin geçişini sağlamıştır. Genetik biliminde 1950’lere kadar eksik olan şey, genetik malzemenin fiziksel yapısının anlaşılmamış olmasıydı. Bu konuda araştırmalar yapan Ateist Dr. Francis Crick ve arkadaşlarına Nobel Tıp ödülü almaya hak kazandıran DNA’nın yapısını inceledikten sonra “DNA’da Allah’ı gördüm” itirafında bulunmaktan kaçınmamıştır. Ve hücrelerin özelliklerinde, hücrelerden meydana gelen canlı vücutlarında, tabiatta yer tutan canlı cansız bütün varlıklarda hep aynı kader programının görüldüğü belirtmiştir. Gramın 1,7 milyonda biri kadar küçüklüğündeki zigotun, yüz trilyonluk bir canlı vücudunun meydana getirildiği ana kadar geçirdiği safhalar, en ince ayrıntısına varıncaya kadar, hassas bir plan ve bir matematiksel ölçüyle yürütülür. Zigot önce ikiye bölünür. Sonra bölünmeler ikinin katları şeklinde devam eder. Hücrelerden biri beyini, diğeri başka bir organı, mesela ayağı, bir diğeri ayaktaki kasları, bir başkası sinirleri meydana getirir. Bir noktaya varılır ki çoğalma biter. Çünkü ihtiyaç duyulan bütün organlar tamamlanmış hücre sayısı artık trilyonları bulmuştur. Şimdi şu soruyu sorma zamanı geldi: Onca organ ve duyguyu vazifelerine uygun tarzda, ölçülü, planlı, programlı olarak geliştirmek, yerli yerine ve zamanı gelince yerleştirmek akılsız ve şuursuz olan hücrenin işi olabilir mi? Küçük bir hata ve yanlışlığı çok şeylere mal olabilecek bu hassas kodlamayı, akılsız, düşüncesiz hücrelerin kendi başlarına yapabileceklerini düşünebilir miyiz? Cevap hayır mı? O zaman cevap ne? Buyurun: Şuursuz hücrelerin şuurlu hareketleri, ancak her şeyi bilen bir ilim ve kudretin sevk ve idaresiyle olabilir. DNA’nın keşfi, karanlık birçok noktayı aydınlatmakla birlikte evrimcilerin “Canlılar tek hücrelilerden gelişmiştir” şeklindeki teorilerini çürütmüş ve kâinat Sultanının maharetinin ihtişamı, muazzam bir matematiksel kodlamayla gözlerimizin önüne serilmiştir. Matematik ve istatistike dayalı modeller birçok bilim dalının ayrılmaz bir parçası olmuştur. Peygamber Efendimizin, “Allah Teala Hazretleri hastalığı da ilacı da indirmiştir. Ve her hastalığa bir ilaç var etmiştir. Öyleyse tedavi olun” hadisini kendilerine rehber edinen bilim adamları, bir çok hastalığın (kanser, kalp hastalıkları..) teşhis ve tedavisinde matematiksel tıbbı kullanmışlardır. DNA spirallerinin temel geometrisinden tutun, kısmen ileri düzey Hard- Weinberg yasasına kadar, göz rengi, kan grubu, kadın-erkek farkları olmak üzere nice özelliği açıklayan ve aydınlatan matematiğe dayalı modeller geliştirilmiştir. “Evrenin geniş bir düşüncedir. Her parçacıkta, her atomda, her molekülde, her hücrede hiç kimsenin haberi olmadan yaşayan ve çalışan, her yerde hazır ve nazır bir şey var.” (Jean Guitton)

Silah üretemiyordu denilen Osmanlı Devletinde, dünyanın ilk seri atışlı sahra topunun ve dakikada otuz atış yapan tüfeğin icad edilerek üretildiğini biliyor muydunuz? 19. Yüzyılın gelişen sanayisi ve bunun göstergesi olarak açılan ve işleyen fabrikalar, Avrupa’nın bir sembolü olmuştur. Bunun yanında, tarihî belgeler Avrupa ile eşzamanlı olarak Osmanlı Devletinin de sanayileştiğini ve başta ordunun ihtiyaç duyduğu her türlü top, tüfek ve teçhizat olmak üzere birçok mamulün Osmanlı coğrafyasında da üretildiğini isbat etmektedir. Özellikle Zeytinburnu-Küçükçekmece sahil hattında, birçok fabrika sırayla dizilmiş gibiydi. Zeytinburnu çelik fabrikası olarak bildiğimiz sanayi tesisinin de sadece bir çelik üretim fabrikası olmadığı, bir fabrikalar kompleksi olduğu ve çelik fırınlarının yanısıra, güllehane ile şarapnel ve mavzer fişengi imalathanelerini de bünyesinde barındırdığı arşiv belgelerinden anlaşılmaktadır. Zeytinburnu çelik fabrikasının kurucusu Osmanlı’ya sadık Ermeni bir aile olan Dadyanlar’dan Boğos Dadyan (1800-1863) ve Ohannes Dadyan’dır (1798-1869). Barutçubaşılık görevinde bulunan Ohannes Dadyan, demir-çelik fabrikalarının gelişimini incelemek üzere 1835 senesinde Sultân II. Mahmud tarafından Avrupa’ya gönderilmiştir. Gerek fabrikanın inşası için lüzumlu olan malzemelerin temini ve gerekse de fabrikanın işletilmesi konusunda lazım olan malumatı toplayan Ohannes Dadyan, Sultan Abdülmecid’in talimatıyla İstanbul’a dönüşünde Boğos Dadyan ile çalışmaları başlatmış ve Zeytinburnu çelik fabrikasının kuruluşunda önemli görevler almışlardır. 1843’te faaliyete geçen fabrikanın izabe (eritme) kısmı 1846’da işlemeye başlamıştır. İzabe kısmının faaliyete geçmesi ile birlikte savaş toplarının ve silahların dökümü Tophane’ den, buraya alınmıştır. 1849’da ise Zeytinburnu çelik fabrikası, Tophane-i Amire’ye bağlandı. 1850’de ise tam kapasite çalışmaya başladı. Fabrikanın kuruluşunda Ermeni bir aileden istifade edilmesinin en önemli sebebi, Batılı ülkelere gidilerek onların teknolojilerinin incelenmesi amacının güdülmüş olmasıdır. Bu aile aracılığıyla Osmanlı Devleti, Batı’daki silah teknolojisindeki gelişmeleri eşzamanlı olarak takip edebilmiştir. Osmanlı Devletince dünyadaki silah teknolojisindeki gelişmeler yakından takip edildiği gibi, başta Zeytinburnu çelik fabrikasında olmak üzere birçok mühendis ve asker tarafından çok önemli buluşlar gerçekleştirilmekteydi. Bunların başında dünyanın ilk seri atışlı sahra topu ve dakikada otuz atış yapan tüfek gelmekteydi. Zeytinburnu çelik fabrikası hakkında rapor Zeytinburnu çelik fabrikası, büyük bir fabrikalar külliyesiydi. Osmanlı Devleti için kritik önemde olan savaş malzemelerinin üretimi yapılıyordu. Bu sebeple sorunsuz işlemesi ve devamlı kontrol edilmesi gerekiyordu. Ayrıca Pâdişâhlar da fabrikayı yakından takip ediyorlardı. Osmanlı ordusunun silah ve mühimmat ihtiyacına ciddî katkısı olan fabrikanın üretim kapasitesi ne kadardı? Fabrikada ağırlıklı olarak hangi mühimmat üretiliyordu? Fabrikayı tam kapasite çalıştırabilecek kadar işçi mevcut muydu? İşte bu soruları Sultân II. Abdülhamid de merak etti ve yerinde inceleme yapılarak bir rapor hazırlanması talimatını verdi. Bu iş için bir kaymakam görevlendirildi. Zeytinburnu çelik fabrikasını denetleyen kaymakamın raporunda bu sorular teferruatlı olarak cevaplandırılmıştır. 2 Şubat 1897 tarihli raporda (DAB, Y.PRK.AZJ, 33/91) şu hususlara yer verilmişti: 1- Zeytinburnu fabrika-i hümâyûnları demirhânesinin tertîbât-ı hâzırası otuzdan elliye kadar tüfenk edevatına âid parçaların i’mâlâtına müsâiddir tüfenk namluları ise Avrupa’dan celb ve mübâyaa olunur. 2- Fişenkhânede mevcûd destgâhlar vâsıtasıyla lüzûmu kadar amele bulundurulduğu takdîrde mükemmel sandıklanmak üzere yevmiye yüz bin aded fişenk i’mâl ve ihzâr olunabilir. 3- Eğer mavzer ile Martini Henri tüfenklerine mahsusen iki cins fişenk birden yapmak lâzım gelir ise her nev’inden yevmiye ellişer bin aded i’mâl olunabilir. 4- Mezkûrü’l-mikdâr işlerin vakt-i muayyenlerinde yapılmasına sekte gelmemek için bu işlere esâsen münâsebeti olmayan âhar işlerin araya girmemesi lâzımedendir 5- Bu günkü günde fişenkhânede yapılmakda olan işler mükemmel sandıklanmak üzere yevmiye yirmi beş bin fişenge bâliğ olup işbu fişenkler ta’lîme mahsûsdur. 6- Mezkûr fabrikada bâlâda ma’rûz makâdîrden daha ziyâde tüfenk edevâtı ve fişenk i’mâlatı için mevcûd amelenin görülmesi lâzım gelen işin derece-i cesâmetine göre tezyîdi lâzım gelir. Çünkü mezkûr fabrikanın başlıca iş mahallerinde el-hâletü-hâzihî yirmişer otuzar amele mevcûd görünmüşdür. 7- Demirden top kundakları ve esâsen ve nev’an mezkûr işlerin müştemilât-ı lâzımesi olan aksâmın i’mâlâtı dahî bâlâda arz ve ta’dâd olunan işlerin i’mâlâtına sekte gelmeyerek birlikte demirhânede yapılabilir. 8- Sâye-i kudret-vâye-i cenâb-ı Hilâfetpenâhîlerinde birinci def’a olarak çelik fabrikasında on beş santimetrelik bir aded çelik top taslağı ısâga olunmuş ve çekiç makinesi yerine su cenderesi isti’mâl olunarak dövme ameliyâtı icrâ olunmakda olduğu müşâhede olunduğuna ilâveten arza cesâret kılındığı muhât-ı ilm-i âlem-şümûl-i cenâb-ı cihânbânîleri buyuruldukda kâtıbe-i ahvâlde fermân Söz konusu rapordan da anlaşılacağı üzere, fabrikada bir tüfeğin namlusu hariç her parçası üretilmekteydi. Bu tüfek parçaları tüfeğin çeşidine göre 30 ile 50 arasında değişmekteydi. Namlular da Avrupa’dan getirtilerek, fabrikada üretilen diğer parçalarla birlikte monte edilmek suretiyle tüfek üretimi gerçekleştirilmekteydi. Fabrika tam kapasite kullanılırsa günde yüz bin aded fişek üretiliyordu. Eğer mavzer ve martini henri tüfekleri için ayrı ayrı fişek lazım olursa, yine günlük ellişer bin fişek üretilebiliyordu. Mevcut işçilerle günlük 25 bin fişek üretilmekteydi. Eğer tüfek ve fişek üretiminin arttırılması isteniyorsa, daha fazla işçinin istihdam edilmesi gerekiyordu. Yine fabrikada demirden top kundağı da üretilebilmekteydi. Ayrıca fabrikada, 1868 senesinde Ahmed Süreyya Bey tarafından icad edilen dünyanın ilk seri atışlı sahra topunu üretecek teçhizat da mevcuttu. Sultan II. Abdülhamid‘e arz edilen bu rapor, Zeytinburnu fabrikasının ne derece önemli bir silah üretim tesisi olduğunu ve Osmanlı Devletinin kendi silahını ürettiğini açıkça ortaya koymaktadır. Hatta silah teknolojisinde birçok konuda dünyaya öncülük edilmiştir. Dünyanın ilk seri atışlı sahra topu Zeytinburnu çelik fabrikasında yapılan en önemli icad, 1866-1868 seneleri arasında Ahmed Süreyya Bey tarafından projesi ve çizimi yapılan dünyanın ilk seri atışlı sahra topudur. Bu top için Almanya’dan patent de alınmış ve Zeytinburnu çelik fabrikasında üretimi yapılmıştır. Günümüzde bu topun bir numunesi Harbiye Askerî Müzesinde bulunmaktadır. Osmanlı silah teknolojisi adına bu kadar önemli bir buluşa imza atan Ahmed Süreyya Bey, 1848 senesinde İstanbul’da dünyaya gelmiştir. Babası, mabeyn başkâtiblerinden Emin Bey’dir. 1923 senesi Nisan ayında vefat eden Ahmed Süreyya Bey’in kabri Yahya Efendi türbesi haziresindedir. Ahmed Süreyya Bey, 19 Nisan 1887 tarihinde Sultân II. Abdülhamid’e sunduğu maruzatında (DAB, Y.MTV, 26/27) 1868 senesinde icad ettiği topun Zeytinburnu çelik fabrikasında üretiminin devam ettiğinden bahsetmekteydi. Ahmed Süreyya Bey, dünyada top teknolojisindeki gelişmeleri takip ettiğini ve Osmanlı Devletinin bu konuda diğer ülkelere göre daha fazla gelişme kaydedebilmesi için elinden gelen ne varsa yapmakta olduğunu ifade etmiştir. O devirler için toplar ateşlenirken, topu ateşlemek için ağız otunun konulduğu delik olan falyalarından yüzde sekizden ona kadar bir nisbetde dışarıya gaz çıkmaktaydı. Bu durum da topların menzillerini etkilemekte ve sürat ve kuvvetlerine zarar vermekteydi. Fransızlar, dünyadaki uzmanlara haber göndererek, bu sıkıntıya çare bulabilecek olanları ülkelerine davet etmişlerdir. Ahmed Süreyya Bey, maruzatında toplardaki bu gaz kaçıntılarına çare bulduğunu ifade ederek şunları söylemekteydi: “Bu bâbda hasr-ı efkâr ederek şu mahâzîr-i ma’rûzaya min-gayr-ı liyâkatin çâre buldum yani falyayı sed ederek ateş edici bir alet ile kuyrukdan zuhûra gelen gaz kaçındılarını mâni’ biri çelik ve diğeri tunç toplara mahsûs olmak üzere iki nev’i gaz halkasıyla bir de ayrıca barut hazînesi kapağının bi-mennihi’l-kerîm ihtirâ’ına muvaffak oldum” Ahmed Süreyya Bey, top teknolojisinde önemli bir buluşa daha imza atmıştı ve Sultan II. Abdülhamid’den bu yeni buluşunun hayata geçirilmesi için izin istemekteydi. “Zeytinburnu fabrika-i hümâyûnunda ihtirâ’-ı abîdânem olarak i’mâl olunmakda olup derdest-i ikmâl bulunan top kundağıyla beraber icrasıyla” diyerek de daha önce icad ettiği seri atışlı sahra topuna uygulanmasını talep etmekteydi. İşte bu ve benzeri top teknolojisi ile alakalı buluşlar kendi mühendislerimiz tarafından yapılmakta ve Zeytinburnu çelik fabrikasının üretim bantlarına eklenmekteydi. Dakikada otuz atış yapan tüfek Osmanlı mucidleri, savaş toplarının yanı sıra seri atışlı tüfeklerin de geliştirilmesi için gayret sarf etmişlerdir. Bu konuda Tophane-i Amire sanayi alayından Halil Bey ön plana çıkmaktadır. Halil Bey, 1870’li yılların ikinci yarısında dakikada 32 defa atış yapan bir tüfek icad eder. Bu icadına mükâfaten Sultan II. Abdülhamid tarafından kolağalığı rütbesine terfi ettirilir ki; bu rütbe yüzbaşı ile binbaşı arasına denk gelen bir rütbedir. Halil Bey, bu icadının ardından yurtdışına silah fabrikalarını incelemek için gönderilir. Londra ve Amerika’ya gider. Dünyadaki tüfek teknolojisinin geldiği durumu yerinde inceler. Memlekete dönüşünde bu defa dakikada 30 atış yapan ve birçok sıkıntısı giderilmiş yeni bir tüfek geliştirir. Bu tüfeğin özelliklerini anlattığı ve Sultan II. Abdülhamid’e sunduğu 21 Şubat 1879 tarihli arzıhalinde şu ifadeleri kullanmaktaydı: “Me’mûren Amerika ve Londra’ya i’zâm ve mahall-i mezkûrun kâffeten fabrikaları tedkîkden geçirilerek sâye-i maârif-vâye-i şâhânelerinde bu def’a dahî ihtirâ’ etmiş olduğum bir nev’i tüfengi dakîkada 30 def’a endaht olunduğu hâlde mezkûr tüfenk Amerika destgâhlarında i’mâl olunan Henri Martini tüfenklerinden daha hafîf ve zarîf ve gâyet mükemmel ve musanna’ ve sûret-i isti’mâli ise ezher-i cihet anlardan eshel ve a’lâ ve az masrafla vücûda geleceği cihetle hâlen ve istikbâlen hazîne-i celîlelerine menâfi’-i azîme ve fevâid-i kesîreyi mûcib olacağı gibi esliha-i mezkûreden dolayı Amerikalılara Avrupalılara verilmekde olan milyonlarca mebâliğin dahî memâlik-i şâhânelerinde kalarak bu yüzden dahî fevkalâde istifâde buyurulacağı âşikâr” Kısacası Halil Bey’in yeni geliştirdiği ve dakikada 30 atış yapan tüfek, Amerika’da üretilen Henri Martini tüfeklerinden daha hafif ve daha zarifti. Teknoloji açısından gerek Avrupa’da, gerekse de Amerika’da imal edilen tüfeklere nisbeten daha az masrafla imal edilebiliyordu. Batı’daki tüfeklerden daha az masrafla üretilebilen, üstelik kendi imal ettiğimiz seri atışlı tüfekler, hem savaş teknolojileri açısından Osmanlı Devletini öne çıkaracak, hem de ekonomisine katkı sağlayacaktı. Zeytinburnu çelik fabrikasının durumunu anlatan ve yukarıda izah edilen 2 Şubat 1897 tarihli raporda bir tüfeğin namlusu hariç bütün parçalarının imal edildiğinden bahsedilmesi, bu buluşun kullanıldığını bizlere gösteriyor. Silah teknolojisinde dünyada öncüler arasında Kendi silahını üretemiyordu denilen Osmanlı Devletinin, 19. Yüzyıl içinde milletlerarası sahada silah teknolojisine getirdiği yeniliklerden ve buluşlardan birkaç nümune, belgeleriyle birlikte bu şekildedir. Tophane-i Amire ile birlikte önemli bir silah üretim merkezi olan Zeytinburnu çelik fabrikası, savaşlarda orduya ciddî oranda mühimmat üretimi gerçekleştirmekteydi. Fabrika, tam kapasite çalıştırıldığında günlük yüz bin fişek (mermi) üretebilmesi de kapasitesini göstermesi açısından önemlidir. Gerek Ahmed Süreyya Bey’in icadı olan sahra topunun, gerekse de Halil Bey’in icadı olan tüfeğin bu fabrikada üretilmesi, Osmanlı Devletinin silah teknolojisi konusundaki durumunu gözler önüne sermektedir.

Asra damga vurmuş bir İslam kahramanının istikbale dair tespitlerini konu edeceğiz bu yazımızda. Bediüzzaman Hazretleri, hicri 1300’de -Bu tarihe ileride tekrar dikkat çekeceğiz.- (Doğumu: 1293 – Vefatı: 1379) yaşamış bir büyük İslam alimidir. İman davasındaki mücadeleleriyle, ortaya koymuş olduğu eserleriyle, yetiştirdiği milyonlarla talebeleriyle İslam âlemine unutulmayacak hizmetler yapmıştır. Zaman ilerledikçe Üstadın değeri daha ziyade anlaşılmaktadır. Zira istikbal projeksiyonu ile haklılığı her geçen gün daha da gün yüzüne çıkmaktadır. Sevgili Üstadımızın bu yönünü izaha girişmeden önce O’nun Risale-i Nur hakkında dile getirdiği bir hakikate dikkat çekmek istiyorum: “Benden suâl ediyorsun. Neden senin Kur’ân’dan yazdığın Sözler’de (Risale-i Nur’da) bir kuvvet, bir te’sîr var ki, müfessirlerin ve âriflerin sözlerinde nâdiren bulunur? Bazen bir satırda bir sahîfe kadar kuvvet var. Bir sahîfede bir kitap kadar te’sîr bulunuyor.” “Elcevab: Şeref, i‘câz-ı Kur’ân’a âit olduğundan ve bana âit olmadığından, bilâ-pervâ (korkusuzca) derim: Ekseriyet i‘tibâriyle öyledir. Çünki yazılan Sözler, tasavvur değil, tasdîktir. Teslîm değil, îmândır. Ma‘rifet değil, şehâdettir, şuhûddur. Taklîd değil, tahkîktir. İltizâm değil, iz‘ândır. (İyice anlama) Tasavvuf değil, hakîkattir. Da‘vâ değil, da‘vâ içinde burhândır.”1 Üstadımızın cevabında çok önemli ifadeler var. Üzerinde tefekkür ederek ilerleyelim. Risale-i Nurlar Kur’an’a aittir: Çünkü onun tefsiri ve bu zamana bakan hakikatleridir. Kur’an’dan alınmış hak bir ilhamın asra ve insanlığa ifadesidir. (Bazı kesimler bu kısma çok itiraz etseler de hakikat budur. Allah hayvanlara bile ilham ederken eşref-i mahlûk olan insana ilham gelmesini akıldan uzak görmemek gerekir.) Risale-i Nurlar tasavvur değil, tasdiktir: Risale-i Nurlarda dile getirilen hakikatler hak ve doğru olduğu mutlaka ortaya çıkar. Burada Hz. Üstad ifadelerinin hak ve hakikat olduğunu ve buna kendisinin tam kanaat getirdiğini söylüyor. Bu hususta şöyle der Üstad: “Hem Risâletü’n-Nûr, en evvel tercümanının nefsini iknâa çalışır, sonra başkalarına bakar. Elbette tercümanının nefs-i emmâresini tam iknâ‘ eden ve vesvesesini tamamen izâle eden bir ders, gayet kuvvetli ve hâlisdir ki, bu zamanda cemâat şekline girmiş dehşetli bir şahs-ı ma‘nevî-i dalâlet karşısında, tek başıyla galibâne mukabele eder.”2 Evet, Risale-i Nurlar tasdiktir. Hakikatin tasdikidir. Hakikat de O’nu tasdik eder. Bu konuyu şu misalle akla yaklaştırmaya çalışalım. Bir filmi başından sonuna kadar izlediniz. Sonra bir zaman sonra aynı filmi tekrar izliyorsunuz. Bu arada ikinci bir kişi de sizinle birlikte aynı filmi izliyor. Filmin ilerisi hakkında ikiniz de yorum yapıyorsunuz. Sizin yorumunuz tasdiktir. Diğer kişinin yorumu ise tasavvurdur. Sonuç sizi haklı çıkaracaktır. Hz. Üstad’ın istikbale dair tespitleri de buna benzer. Zamanla o tespitler gerçekleşince herkes ister istemez Üstadı tasdik etmeye mecbur oluyor. Risale-i Nurlar teslim değil, imandır: Üstadımız tam bir kanaat-i kalbiye ile inandığını yazmış, yazdığına da inanmıştır. O yüzden büyük iddialarda bulunmuştur. Mesela haşir bahsinde şunu iddia ediyor: “Eğer haşrin geleceğini, gelecek baharın geleceği gibi kat‘î bir surette anlamak istersen, haşre dâir Onuncu Sözle Yirmi Dokuzuncu Söz’e dikkatle bak, gör. Eğer haşrin geleceğine, baharın geleceği gibi inanmazsan, gel, parmağını gözüme sok.”3 Risale-i Nurlar marifet değil, şehadettir, şuhûddur: İşte en çarpıcı ifadelerden birisi de budur. Yani yazdığım risaleler, varlıkların hakikatini ve ilahi sırları tefekkür, keşif ve akılla kavrayarak elde ettiğim bilgi (marifet) değil, bilakis hakikatin kendisine vakıf olmaktır. Dünya döndükçe ilim ilerledikçe insanlar bugün anlamasalar da bir gün mutlaka bu hakikate teslim olacaktır. Hakikat ortaya çıktığında herkes Risale-i Nura teslim olacaktır. (Risale-i Nurlara umumi bir teslimiyet tam olmadığına göre buna daha zaman var demektir.) Bu konuyu, Üstadın vefatını haber vermesi bahsinde tekrar ele alacağız. Risale-i Nurlar taklit değil, tahkiktir: Risale-i Nurlardaki hakikatler had ve hesaba gelmez delillerle ispatlanmıştır. Üstad, araştırmaya dayalı kesin bilgilerle desteklenen hakikatleri ifade etmiştir. Risale-i Nurlarda dile getirilen hakikatleri dini ve müspet ilimler teyit ve tasdik etmektedir. Aksi ispat edil(e)medikçe bu hakikat geçerlidir. 90 senedir İslam âleminde elden ele dilden gönüllere dolaşan bu hakikati delille çürüten bugüne kadar çıkmamıştır.(Devam edecek) Kaynaklar: 1- Mektubat 1, 256. Altınbaşak Neşriyat.2- Sikke-i Tasdik-i Gaybi, 186. Altınbaşak Neşriyat3- Zülfikar, 74. Altınbaşak Neşriyat

Birincisi: Cenab-ı Hakk’ın irade sıfatından, Vasf-ı irâdeden gelen yoku var eden ve varı yok eden meşîetle takdirdir. Ona da şer‘-i tekvînî, sünnetullah, âdetullah, tabiat denir. Âlemdeki bu şeriata herkes muhataptır. Herkes eşittir. Tabiat kanunlarına karşı ayrıcalık yoktur. Peygamberlere verilen harikalar ise mucizedir. Mucize dışında onlar da tabiat kanunlarına, âlemin nizamına, yaratılışın sesine kulak verir ve uyum sağlarlar. Bu şeriat, ilahî iradesinin, meşietin bir takdiridir. Bu şeriata isyan ilahî iradeye bir isyandır. İkincisi: Cenab-ı Hakk’ın kelam sıfatından, Vasf-ı kelâmdan peygamberler vasıtası ile gelen ve her iki cihanın saadetini temin eden şerîat-ı meşhûredir. Cenab-ı Hakk’ın kelam sıfatından gelen ve insanların itikad ve amellerini intizam altına alan Teşrîî evâmire karşı itâat, isyan nasıl olur, öyle de ilahi iradenin bir tecellisi olan ve dünyanın intizamını temin eden tekvînî evâmire itâat ve isyan olur. Birincisine itaat veya isyan etmenin genellikle galiben ahirette dâr-ı uhrâda görür insan mücâzâtını, sevabını. Çünkü peygamberlerin getirdiği şeriata itaatin veya muhalefetin bu dünyada cezası tam olarak verilemez. Dünyanın buna kabiliyeti yoktur. Mesela iman gibi bir itaatin mükâfatı ebedi bir saadettir. Elhamdülillah gibi bir zikrin karşılığı yalnız cennettir. Cenab-ı Hakk’ın isim ve sıfatlarının ve bütün varlıkların hukukuna bir tecavüz olan inkârın cezası ise sonsuz bir azaptır. İnsan, İkincisine olan itaat veya isyanının genellikle ağleben karşılığını burada yani dâr-ı dünyâda çeker mükâfât ve ikābı. Meselâ nasıl, sabrın mükâfâtı zaferdir. Atâletin mücâzâtı sefâlet. Öyle de sa‘yin sevabı olur servet. Sebatta da galebedir mükâfât. Zehirin ikābı bir maraz, panzehirin sevabı bir sıhhattir. Bazen iki şerîat evâmiri, bir şeyde beraber müctemi‘dir, her birine bir cihet. Demek tekvînî emre itâat ki bir haktır. Gayr-i müslimler bu tekvini emre itaat etmekte azami gayret etmektedir. Müslümanlar ise bu noktaya tam bir hassasiyet göstermemektedir. Bundan dolayı kâfirin tekvini emre İtâati gālib olur Müslümanın o emrin isyanına ki, Müslümanın o tembelliği bir tavr-ı bâtıldır. Bir bâtıla vesîle olmuş olursa bir hak, vaktaki galip olsa bir bâtıla ki, olmuş o da vesîle-i hak. Bilvâsıta bir hakkın bir bâtıla mağluptur. Fakat bizzât değildir. Buraya kadar anlatılanlar batıl bir davanın hak bir davaya bizzat galibiyeti değildir. Bu mümkün de değildir. Batıl bir davanın hak olan vasıtaları dolayısıyla hak olan davaya galip gelmesidir. Vasıtaların galibiyetinden kaynaklanan dolaylı bir başarıdır. Bizzat değildir. Demek اَلْحَقُّ يَعْلُو hakikatinden gaye bizzât hakkın galibiyeti veya hak davanın kendisinin galibiyeti demektir. Bununla birlikte Hem âkıbet noktasından hakkın galip gelmesi muraddır. Kayd-ı haysiyet maksûddur. Dördüncü nokta şudur: Bir hak var ki zemin bulmadığından dolayı açığa çıkamamış bilkuvve kalmış, yahud kuvvetsiz kalmış. Bu hak Ya saf olmayıp karışıktır mahlûttur, hem de halis değildir mahşûştur. Ona da bir inkişâf, ya bir taze kuvvet vermek lâzım gelmiştir. Cenabı Hak, hakkı layık olmayan şeylerden safileştirmek Mühezzeb ve müzehheb yapmak, altın gibi parlatmak için, muvakkat olarak bâtılı ona musallat kılmıştır. Bu sayede hakkın cevheri tam ortaya çıkacaktır. Hak gelişecektir. Kendini tam gösterecektir. Tâ ki tam bir hakka, sebîke-i hakka ne mikdar lüzûm vardır. Tâ hak mahz ve hâlis olarak meydana çıksın. İlk zamanlarda, Mebâdîde dünyada bâtıl hakka etse galebe, fakat kazanmaz harbi. عَاقِبَةُ الْمُتَّق۪ينَ ona vurur bir darbe. İşte bâtıl mağlûbdur. اَلْحَقُّ يَعْلُو sırrı onu çarpar ikaba. İşte hak da galibdir.

Alem kelimesi Arapça “İlm” (bilmek; bildirmek, işaret etmek) kökünden türemiş kuralsız bir isim olup anlamı “Belli eden, bildiren; sembol, iz, alâmet, işaret, nişan”dır. Alemin ortaya çıkması tarih öncesi devirlere rastlar. Bunlar daha çok savaşlar ve kalabalıkta icra edilen dinî törenler sırasında, kişilerin kendi lider ve topluluklarını tanıyabilmeleri amacıyla kolay görülebilecek biçimde, mızrak gibi uzun bir gönderin ucuna takılarak birliklerin önünde taşınan alâmetlerdir. Alemin, kalabalık ve kargaşa anında liderin bulunduğu yere işaret etmesinin yanında yerine getirdiği diğer önemli görev, o topluluğu birlik ve beraberlik içinde tutmasıdır. Bu sebeple gerek alemler, gerekse sonraları onlardan gelişen bayrak ve sancaklar daima mânevî bir güç taşımış ve mukaddes sayılmışlardır. Osmanlılar’ın alem, gönderli balta veya teber dedikleri bir tür alemler, genellikle mızrak ucu altında çift ağızlı veya sırtı mahmuzlu balta gibi dürtücü kesici biçimlerde yapılmışlardır. Dîvânu lugāti’t-Türk’ten öğrenildiğine göre Türkçe bayrak kelimesinin aslı da batrak (batırak, ucuna bir ipekli kumaş parçası takılmış mızrak) kelimesidir ve bu durum eski Türkler’de bayrağın da bir silâh olarak doğup geliştiğini göstermektedir. Savaşlarda mızrağın terkedilmesinden sonra bu tür silâh-alemler silâh özelliklerini kaybetmişler ve uçlarına genellikle alev dili (flame) biçiminde, üzerleri armalı veya düz kumaş parçaları takılmış birer sembolik mızrak şeklinde flama ve bayraklara dönüşmüşlerdir. Kaynaklardan, Hz. Muhammed’in (sav) ünlü alemi (Sancak-ı şerîf) sefer sırasında diğer Arap sancakları gibi bir mızrağın ucuna bağlanarak taşındığı öğrenilmektedir. Birer kumaş parçasından ibaret olan ilk flama, bayrak ve sancakların daima mızrak ucuna bağlanmaları, tarih boyunca en çok kullanılan gönder aleminin o amaçla yapılmamasına rağmen mızrak temreni olduğunu ortaya koymaktadır. Nitekim bugün “Bayrak direği” anlamında kullanılan gönder de aslında “Kargı, mızrak” demektir ve ayrıca mânevî koruyucu niteliğiyle bina çatılarına takılan alemlerin de bilinen ilk örneğinin mızrak temreni şeklinde olduğu görülmektedir. Bilinen ilk bina aleminin bir mâbedin çatısında bulunması ve mimarlık tarihi boyunca da yalnız mâbed, medrese, şifahane, çarşı ve mesken gibi mukaddes ve mübârek tanınan binalarda kullanılıp özellikle İslâm mimarîsinde kubbeli dahi olsa, şer‘an kerih sayılan ve içinde Kur’ân okunması, namaz kılınması, hatta selâm verilmesi câiz olmayan hamam (soyunmalık hariç), kaplıca ve abdesthâne gibi binalarda kullanılmaması, daima mukaddes kabul edildiğini ortaya koymaktadır. Bugün hâlâ devam eden, kubbesi tamamlanan camilerle çatısı kapanan büyük binaların tepe noktalarına, dinî törenle ayyıldızlı veya düz kırmızı bayrak (alem) dikilmesi geleneği de, eski devirlerde alemlerin çatılara henüz inşaat bitmeden takıldığını ve böylece yapının bir an önce mânevî koruma altına alınmak istendiğini göstermektedir. Hilâl ilk defa Mısır’da X. yüzyılın ilk yarısında Fâtımîler tarafından bayrak motifi ve askerlerin boyunlarında hamail olarak kullanılmaya başlamış, İslâm’ın sembolü olarak benimsenmesi ise Haçlı seferleri sırasında yaygınlık kazanmıştır. Hilâl biçimi gönder alemlerinin ilk defa Karahanlılar tarafından kullanıldığı; Karahanlı şehirlerinden Hoten’de, içlerinde Arapça ibareler taşıyan, üzerleri yaldızlanmış tunçtan mâmul, arkalarında halkalar bulunan bazı hilâller ele geçmiş ve bunların sancak alemi oldukları ileri sürülmüştür Osmanlı gönder alemleri genel olarak ordu ve tekke sancaklarında hilâl, mızrak ucu, süngü ve ucu gittikçe sivrilen yaprak şekillerinde yapılmıştır. Müzelerde korunan çeşitli alemlerin bakır, tunç, pirinç veya demirden yapılmış ve bazılarının da altın yaldız ile kaplanmış oldukları görülmektedir. Mevcut alemlerin çoğunda ana parçayı teşkil eden tepelik kısmı safiha (ince, yassı ve geniş) halindedir ve yapımlarında başlıca kafes oyma tekniği ile kazıma tekniği uygulanmıştır. Gönder alemleri arasında, ekseriyeti teşkil eden armut, lâle veya zambak gibi şekillerde yapılıp içleri Lafza-i Celâl, İsm-i Nebevî, Kelime-i Tevhid ve tarikat pîri gibi din ulularının adlarıyla veya çeşitli motiflerle doldurulan alemler, boynuz alemlerin değişikliğe uğramış şekilleridir ve bu tür alemlerin tepelerinde genellikle küçük birer hilâl veya boynuz bulunmaktadır. Mimaride kullanılmasına Beylikler devrinden itibaren başlanan ve bilinen en eski örneğini Konya’daki Karamanlılar’a ait Hoca Fakîh Türbesi’nin (1455), henüz açılmamış gül goncasına benzer beyaz mermer alemi teşkil eden boynuz şeklindeki alemler, eski bir Anadolu geleneğinin devamı niteliğindedir.