
Müslümanlarla alakalı olarak son iki yüz yılda, özellikle son yüzyılda -hakkı da olan- bazı değerlendirmeler yapıldı, yapılıyor. Üzerimize aldıklarımız var, almadıklarımız var, olabilir. Fakat Müslümanları değerlendirerek İslamiyet hakkında söz sarf edenlerin söz söyleme hakkı yok. Onu saded dışı tutarak bize bakan tarafına dikkat etmek önemli olacaktır diye düşünüyorum. Bediüzzaman Hazretlerinin bir sözü var, oradan başlayalım iterseniz. “Şeytanın mühim bir desisesi, insana kusurunu itiraf ettirmemektir-tâ ki istiğfar ve istiâze yolunu kapasın-. Hem nefs-i insaniyenin enâniyetini tahrik edip, tâ ki nefis kendini avukat gibi müdafaa etsin, adeta taksirattan takdis etsin. Evet, şeytanı dinleyen bir nefis, kusurunu görmek istemez. Görse de yüz tevil ile tevil ettirir.” Buradan dosyaya taşıdığımız iktisat meselesine gelmek istiyorum. Son dönemde kur farkına dayalı olduğu söylenen ekonomiye dayalı sıkıntılı haller yaşıyoruz, memleket olarak. Farklı tepkiler var. Dolar alan satan, kur farkından dolayı zarar eden, istikbale ait endişe duyan vs. vs. Bunlar elbette normal ve insani davranışlar. Tam bu noktada iki cümlenin altını çizmek gerekiyor kanaatimce. Birincisi, “Yeryüzünde kımıldanan hiçbir canlı yoktur ki rızkı Allah’a ait olmasın!” ayeti mucibince Allah’ın rızkımıza kefil olduğuna imanımızdır. Bu hakikat her zaman aklımızda ve kalbimizde olmalı. İkincisi ise, “Kanaat eden izzet bulur, tama’ ve hırs gösteren zillete düşer” hadis-i şerifidir. Kanaat sahibi olmanın verdiği neticeleri de görüp sonuca doğru gidelim. - İktisat ve kanaati kazanan bir insan hayatından lezzet alır. - Her şeye rıza gözüyle bakar. - Rabbinin kendisine taksim ettiği nimetlerden dolayı Rabbinden razı olur ve Rabbine şükreden bir kul olur. - Hem çalıştığının karşılığına razı olduğu için, daha fazla çalışmaya şevk kazanır. - Hırslı insan gibi, çalıştığının karşılığından fazlasına göz dikip gayri meşru yollara düşmez. - “İnsan için ancak çalıştığının karşılığı vardır” sırrıyla daha fazla çalışır ve neticede elde ettiğinden memnuniyet duyar. - Çalıştığı meşgalesinden lezzet alır. Siz de takdir edersiniz ki küreselleşen dünyada herkes tüketici oldu. Üretim yapanlar ise gayet azaldı. Çoğu mahsul batılılar elinde tekelleşti. Bir gün elektrik gidince afallayan bizler de en küçük sıkıntıda feryat eder, şikâyet eder hale geldik maalesef. İnsanı sıkıntıya sokan şey azlık çokluk, varlık yokluk meselesi değil. Ya nedir? İtiyattır. Alışkanlıklardır. İktisat ve kanaate alışmadığımız için de sıkıntıyı ve problemleri suni de olsa derin acılarla yaşar hale geldik. Eklenecek çıkarılacak yerler elbette olacaktır sözlerimin üzerinden, fakat şu vakıa ki, İslamiyet’in ortaya koyduğu hayat düsturlarını tez elden ve yeniden dikkate alıp hayata geçiremezsek acılarımız daha da derinleşecektir. Ayrıca üreten toplum ve fert olma yolunda hemen şimdiden adımlar atmalıyız. Yukarıda Bediüzzaman Hazretlerinden iktibas ettiğim cümlenin devamıyla noktayı koyalım: “Nefsini itham eden, kusurunu görür. Kusurunu itiraf eden, istiğfar eder. İstiğfar eden, istiâze eder. İstiâze eden, şeytanın şerrinden kurtulur.”

Sultan II. Abdülhamid’in yerli üretimi teşvik amacıyla tertip edilmesini istediği Trabzon Mamulat ve Mahsulat Sergisinin açılış töreni (1903) Hereke Halı ve İpekli Dokuma Fabrikası 1843 yılında kurulan Hereke Fabrikası, 1845’de yeni yapılmakta olan sarayların döşemelik ve perdelik ihtiyacını karşılamak üzere Hereke Fabrika-i Hümayunu adıyla üretime geçmiştir. Osmanlı Devleti’nin o tarihe kadar ipekli dokuma alanında kurduğu en kapsamlı fabrikadır. Geleneksel Osmanlı halıcılığında bir dönüm noktası sayılabilecek 1891 yılında, Hereke Fabrika-i Hümayunu, kuruluşundan yaklaşık yarım asır sonra, yüz adet yeni tezgâhla halı üretimine başlamıştır. Sultan II. Abdülhamid’in himayesinde, Sivas, Ladik ve Manisa’dan getirilen ustalarla başlanan bu üretimde, ustalara önce saray tarafından verilen desen örnekleri dokutturulmuş ve bu desenler daha sonra geliştirilerek özgün bir Hereke üslubu oluşturulmuştur. Sultan V. Mehmed Reşad’ın saltanatının son yıllarında, Hereke Fabrika-i Hümayunu, giderek bir yünlü dokuma fabrikasına dönüşmüş, Çuha, Şayak ve İplik Dairesi’nin tezgâh sayısı 20’den 52’ye çıkarılarak, yüksek kapasitede üretime geçilmiştir. Yıldız Çini Fabrikası Türk çini sanatını canlandırmak, yeni bir yön ve hız vermek amacıyla Sultan II. Abdülhamid tarafından 1891 yılında Yıldız Sarayı bahçesinde Yıldız Çini Fabrika-i Hümayunu kurulmuştur. Yıldız Çini Fabrika-i Hümayununda üretilen eserlerin tümünde, Fabrika’nın orijinal amblemi olan ay-yıldız damgası yer almaktadır. Damganın hemen altında, eserin hangi yılda üretildiği yazılıdır. Bazılarında bir köşede ya da eserin altında sanatçının adı bulunmaktadır. Eserlerin bazılarında ise, Osmanlı arması, sultanın adının baş harfleri ve tuğrası bulunur. Hereke Fabrikası gibi bir devlet fabrikası olan Yıldız Çini Fabrika-i Hümayununda üretilen porselenler, öncelikli olarak son dönem saray, köşk ve kasırların dekorasyonunda kullanılmış ve armağan olarak yabancı hanedanlara sunulmuştur. 5 Ekim 1908Avusturya-Macaristan İmparatorluğuBosna-Hersek’i işgal etti Makedonya’da bir araya gelmiş olan ve Osmanlı ordusu içinde kümelenmiş İttihat Terakki cuntacıları Sultan II. Abdülhamid’i Kanûn-ı Esâsî’yi ilân etmeye zorladılar. Sultan, 23 Temmuz 1908’de anayasayı tekrar yürürlüğe koyduğunu ilân etti. II. Meşrutiyet adı verilen bu olay, beklenenin aksine Osmanlı Devletinin dağılmasını daha da hızlandırdı. Avusturya-Macaristan İmparatorluğu, Osmanlı Meclisi’ne üye gönderilmesine engel olmak için 5 Ekim 1908’de Bosna-Hersek’i işgal etti. Aynı gün Bulgaristan bağımsızlığını ilân etti. Bir gün sonra da Girit, Yunanistan ile birleştiğini açıkladı. 10 Ekim 1937 Osmanlı’nın son tarihçisi Ahmed Refik vefat etti 1880 senesinde Beşiktaş’ta dünyaya gelmiştir. Babası, Sultan Abdülaziz’in vekilharcı Ürgüplü Ahmed Ağa’dır. Ahmed Refik, ilköğrenimini Beşiktaş’taki Vişnezâde Mektebi’nde yaptı. Daha sonra askerî rüşdiyeyi ve Kuleli İdâdîsi’ni bitirdi. 1898’de Mekteb-i Harbiyye’den birincilikle mezun oldu. Uzun yıllar askerî okullarda coğrafya ve Fransızca hocalığı yaptı. 1907’de yüzbaşılığa yükseldi, ertesi yıl Harp Okulu tarih öğretmenliğine getirildi. 1909 yılında Erkân-ı Harbiyye-i Umûmiyye Cerîde Şubesi’nde görevlendirildi. Bu sırada Askerî Mecmua’nın yayımına nezaret etti ve burada askerî konularda makaleler yazdı. Aynı yıl kurulan Târîh-i Osmânî Encümeni’ne üye olarak atandı. I. Dünya Savaşı çıkınca yüzbaşı rütbesiyle askere alındı. 1918’de İstanbul Dârülfünunu Osmanlı (Türk) Tarihi Kürsüsü’ne müderris olarak tayin edildi. 1925’te Abdurrahman Şeref Bey’in ölümü ile boşalan Türk Tarih Encümeni başkanlığına getirildi. 1933’te üniversitenin yeniden teşkilâtlandırılmasıyla dârülfünundaki hocalığı sona erdi. Bundan sonra geçimini Cumhuriyet ve Akşam gazeteleri ile Millî Mecmua ve Hayat mecmuasında yazılar yazarak sağladı. Hayatının son yıllarını Büyükada’daki evinde geçirdi. 10 Ekim 1937’de vefat etti ve Büyükada’ya defnedildi. 22 Ekim 1827 Şeyhülislamlık Dairesi,Ağakapısı’na taşındı Ağakapısı, yeniçeri teşkilâtının 1826’da kaldırılmasına kadar yeniçeri ağasının makamı olarak kullanılmıştır. Ağakapısı, âdeta bir hünkâr sarayı gibi çeşitli köşkleri, daire ve idare odaları, bunun yanında hizmet daire ve atölyeleri ile büyük bir kompleksti. Bu tarihte Asâkir-i Mansûre kurulunca, Ağakapısı sarayı da o zamana kadar makamı kendi konakları olan şeyhülislâma tahsis edilmiştir. Sultan II. Mahmud, Ağakapısı’nın şeyhülislâmlara tahsisi için yazdığı fermanda, yeniçeriliğin bütün hâtıralarını silip unutturmak için Ağakapısı adını da yasaklayarak buraya Fetvahane (Bâb-ı Meşîhat) denilmesini istemiştir. 2 Ağustos 1826’da şeyhülislâm yeni makamına taşınacağı sırada, Sirkeci’de Hocapaşa semtinde çıkan bir yangın birçok ev ve binalarla birlikte Bâb-ı Âlî’yi de tamamen mahvettiğinden, Ağakapısı sarayı geçici olarak Bâb-ı Âlî’ye tahsis olunmuştur. Bâb-ı Âlî’nin yeniden inşasının tamamlanmasından sonra meşihat dairesi Ağakapısı’na nakledilmiştir. Cumhuriyet döneminde şeyhülislâmlık lağvedildiğinde Ağakapısı İstanbul Müftülüğü’ne verilmiş, binanın en gösterişli bölümüne ise İstanbul Kız Lisesi yerleştirilmiştir. Daha sonra bir yangında harap olan bu bölümün yerine Avusturyalı mimar E. Egli tarafından İstanbul Üniversitesi’nin Botanik Enstitüsü binası yapılmıştır. Şimdi müftülük olan bina, Şeyhülislâm Dairesi’nin fetvahane bölümüdür.

Göklerin ve yerin mülkü O’nundur; çocuk edinmemiştir. O’na mülkünde ortak yoktur, her şeyi yaratmış, ona bir düzen vermiş, onu belli bir ölçüyle takdir etmiştir. (Furkan Suresi, 25) İnsanoğlu yaratıldığından itibaren yaratılış gayelerini ve evreni anlamaya çalışmış ve bu konuda çalışmalar yapmıştır. Bu çalışmaların neticesinde ilerlemeler kaydetmiş; kendisine kolaylıklar sağlamıştır. Bunları yaparken de belli metotlara ve belli bir düzene göre hareket etmiştir. Aslında bizi ilgilendiren konu tam da budur. İnsanlar kendilerini sorguladıklarında karışıklığı sevmediğini fark edecektir. Hatta fark etmiştir. Burada dağınıklık ile karmaşıklık karıştırılmamalıdır. Daha sonra insanlar kurdukları bu düzenin devamlılığı için kanunlar ve kanun koyucular belirlemiş; bu kanunlara göre hareket etmiştir. O halde insanoğlu düzenin devamı için bir nizamı gerekli görmüştür. Nizam kelime anlamı olarak “Kâinatta ve her türlü kuruluşta, o şeyin varlığının gerektirdiği şekilde mevcut olan ve devamını sağlayan yasa ve kural, düzen, usul” anlamındadır. Şair Ziya Paşa’da bu düzeni şu beyitle ifade etmiştir: “Yâ Rab ne güzel nizamdır bu! Yâ Rab ne nizâm-ı tamdır bu!” Görüldüğü üzere nizam insanlar için olmazsa olmaz bir kuraldır. Bu kuralı devam ettirmek için kurdukları sistem her zaman en üst bir makama işaret eder ve o makam her zaman son sözü söyler. Küçük gruplardan büyük gruplara kadar yönetilen insanlar da o makamın kararına rıza gösterir. Rıza göstermezse onun yerine başka birilerini göreve getirir. O halde insanoğlunun sistemli kuralları benimsemesinden beri her zaman tek bir lider, tek bir karar mekanizması seçmiştir. Bu da bize şu sonucu verir; “Nizamın yolu vahdetten geçer”. Bilindiği üzere vahdet tekliği, birliği işaret eder. Tekliğin birliğin olmadığı yerde düzen olmaz. Karmaşa olur. Nitekim Hadis-i Şerif’te Hz. Peygamber (sav), “Bir yolda iki kişi bile olsanız birini önder seçiniz” buyurmuştur. Eğer o iki kişi de sürekli kendisi karar vermek istese elbette karmaşa çıkma ihtimali yüksektir. O halde en küçük daireden en büyük daireye kadar bir nizam söz konusudur. Yani iki kişi arasında bir düzen olması gerektiği gibi, hudutsuz kâinatın yönetilmesinde de bir düzene ihtiyaç vardır. Üstad Bediüzzaman, inkârcı kitlelere karşı Allah’ın varlığını ve birliğini, kâinattaki düzenle ortaya koymaya çalışmıştır. Kâinatın yaklaşık 5000 yıldan beri hiçbir düzeninden taviz vermeden gelmesini Allah’ın varlığına delil olarak gösterir ve bunun tek bir yaratıcıya işaret ettiğini söyler. Haşa birden fazla yaratıcı olsa idi karışıklık, ihtilaf boy gösterecekti. Örneğin Ayetü’l-Kübra risalesinin Birinci Makamın İkinci Mertebesi’nde şüpheleri olan bir yolcuyu mecazen semada gezdirir ve ona bazı örnekler gösterir. “Arz, meczup bir mevlevî gibi iki hareketiyle günlerin, senelerin, mevsimlerin husulüne medar olan bir daireyi, haşr-i âzamın meydanı etrafında çiziyor. Ve zîhayatın yüz bin envâını bütün erzak ve levazımatlarıyla içine alıp feza denizinde kemâl-i muvazene ve nizamla gezdiren ve güneş etrafında seyahat eden muhteşem ve musahhar bir sefine-i Rabbâniyedir.” Üstad arzı, mevlevi bir dervişe teşbih eder. Onun gibi dönerek günlerin, senelerin ve mevsimlerin oluşmasına sebep olan büyük bir daireyi gösterir. Hayat sahiplerinin yüz bin çeşidinin bütün erzaklarını ve ihtiyaçlarını içine alarak düzgün bir ölçüyle ve düzenle gezdiren ve güneş etrafında seyahat eden muhteşem ve sanatlı bir yaratıcının gemisidir. Yani dünya düzenli hareketleri ve içinde barındırdığı çeşitli hayatların ihtiyaçlarını karşılaması ve zamanın oluşmasına vesile, yaratıcının varlığına ispat olan bir gemi gibidir. Daha sonra o yolcu gezdirmeye devam eder; “Yüz bin envaın hadsiz efradlarının suretleri, basit bir maddeden gayet muntazam açılıyor ve gayet rahîmâne terbiye ediliyor ve gayet mucizâne bir kısmının tohumlarına kanatçıklar verip, onları uçurmak suretiyle neşrettiriliyor ve gayet müdebbirâne idare olunuyor ve gayet müşfikâne iaşe ve it’am ediliyor ve gayet rahîmâne ve rezzâkâne hadsiz ve çeşit çeşit ve lezzetli ve tatlı rızıkları, hiçten ve kuru topraktan ve birbirinin misli ve farkları pek az ve kemik gibi köklerden, çekirdeklerden, su katrelerinden yetiştiriliyor. Her bahara, bir vagon gibi, hazine-i gaybdan yüz bin nevi et’ime ve levazımat, kemâl-i intizamla yüklenip zîhayata gönderiliyor. Ve bilhassa o erzak paketleri içinde yavrulara gönderilen süt konserveleri ve validelerinin şefkatli sinelerinde asılan şekerli süt tulumbacıklarını göndermek, o kadar şefkat ve merhamet ve hikmet içinde görünüyor ki, bilbedahe bir Rahmân-ı Rahîmin gayet müşfikane ve mürebbiyâne bir cilve-i rahmeti ve ihsanı olduğunu ispat eder.” Üstad bu kısımda da nizam delilini rızık cihetinden gösterir. Yüzbinlerce çeşit varlığın oluşması, bunların idaresi, meyvelerinin oluşması, şefkatli bir şekilde gıdalarının temin edilmesi ve hiç aksatılmadan bunların sağlanması tek bir yaratıcıyı gösterir. Kuru topraktan yaratılan varlıklara gayb hazinesinden yüzbinlerce çeşit rızık, büyük bir nizamla gönderiliyor. Yeni doğan canlıların sütlerinin temini de şefkat, merhamet ve hikmet sahibi bir yaratıcıyı gösterir. Bütün bu mükemmel düzen içinde görülen nizam, genişlik, idare ve rızıklar Allah’ın mutlak olması gereken varlığına işaret eder. Sonuç olarak yaratıcının bize kendisini tanıttırdığı en büyük eser Kur’an-ı Kerim’dir. Kutsal kitabımız Kur’an-ı Kerim’in Furkan suresinde Rabbimiz kâinatı yarattığını, çocuk sahibi olmadığını, mülkün O’nun olduğunu ve mülkünde ortağının olmadığını, kâinattaki her şeyi belli bir düzen ve ölçüyle yarattığını bizlere söyler. Kur’an’da bu konu ile çok fazla sayıda ayet bulunmaktadır. Asrımıza bakan en büyük tefsir kitaplarından olan Risale-i Nurlar’da Bediüzzaman, kâinattaki düzenin tek bir Allah’a ait olduğunu ve tasarruf hakkının Allah’a ait olduğunu söyler. Bu konudaki görüşlerini de kâinattan örnekler vererek göstermektedir.

Kur artışları bir çok tartışmayı da beraberinde getirdi. Kendi paramız, kendi malımız gibi bize ait olana karşı yaklaşımlarımızda icbar ederek farkındalık oluşmasına zemin hazırladı. Aslında kur çoktan değişerek kulvarı da değiştirmişti evvel zaman. Kafa ve kalplerimiz de dönüşmüş, kendisiyle dövüşür olmuştu. Aynı zamanda imtihan olunduğumuz kur meselesine bir de biz olmanın kodları açısından bakalım istedik. Rızık, endişe, münim-i hakiki, nimet gibi kavramlardan bahisle manevi tarafımızı yoklamak adına bu yazıyı yazdık. Haydi, buyurun benimle beraber sizler de yarenlik edin, ayarlarımızı gözden geçirelim birlikte. Rızık nedir? Arapçada (er-rızk) kendisinden istifade edilen şey demektir. Şu ayette olduğu gibi, yağmura da bazen rızık denilir: “Allah’ın gökten rızık indirip onunla ölümünden sonra yeri diriltmesinde…”(Casiye, 5) Rızıklar iki kısımdır: Beden için olan zahiri rızıklar; gıda ve azıklar gibi. Bâtıni rızıklar; ilim ve marifet gibi. Mu’cemu’l Vasit’te (er-rezku), mastardır. (Er-rizku) ise kendisinden istifade edilen her şey. Rızık, yenilen ve giyilen şeyler olarak kendisinden faydalanılan demektir. Ayrıca rızık, mideye ulaşan ve gıdalanılan şey demektir. Kur’an-ı Kerim’de de: “Hangi yiyecek daha temiz ise ondan size bir rızık getirsin.” (Kehf, 19) şeklindedir. Rızık; bağış, devamlı olan maaş demektir. Çoğulu, erzak gelir. Rızkı yaradana, rızkı çokça verene ve rızkın gerçek sebebine (müsebbibe) Rezzak denir ki, o da Allah Teâlâ’dır. Rızkın ulaşmasına sebep olan insan için de bu isim kullanılır. Netice olarak “Rızık” kavramından kastedilen manayı; ister altın, gümüş, hayvan, ziraat mahsulleri, meyveler, gayr-i menkul, yenilen, giyilen, içilen, oturulan meskenler ve sair mallar gibi maddi zenginlik veya ilim marifet, derece, mevki, riyaset, akıl, güzel ahlak ve sair gibi kendisinden istifade edilen manevi zenginlik olsun, isterse Allah’ın rızası, sevabı, cennet nimeti ve bu gibi Allah’ın haber verdiği, ahirette kendisiyle istifade edilen lütuflar olsun; rızık bütün bunların hepsidir. Rızkı Veren, Sağlam Kuvvet Sahibi Allah’tır Umum yeryüzünde, yerin içinde ve havasında ve denizlerinde bütün hayat sahiplerinin ve bilhassa hayvan ve insanların ve özellikle aciz ve zaiflerin hususen yavruların hem maddi hem mi’devi hem manevi bütün rızıkları, umulmadık şekilde ve ihtiyaç anında, hiç birini şaşırmayarak ve unutmayarak gözümüz önünde “bir görünmeyen kudret eli” tarafından verilmektedir. Kur’an-ı Kerim’de “Şübhesiz ki Rezzak, kuvvet sahibi, Metin (asla sarsılmaz) olan ancak Allah’dır.” (Zariyat, 58) ayeti, iaşeyi ve geçimi temin etmeyi, Cenab-ı Hakka tahsis etmekte, her rızka muhtaç olanı besleyen Allah’tan başkası olmadığını göstermektedir. Yine Hud süresi ayet 6’da, “Yeryüzünde kımıldanan hiçbir canlı yoktur ki; rızkı Allah’a ait olmasın! (Allah) onun kaldığı yeri ve emanet bırakıldığı yeri bilir. Hepsi apaçık bir kitaptadır” hükmüyle bütün insanların ve hayvanların rızıklarını taahhüt ve tekeffül-ü Rabbani (Rabb’in üzerine alması) altına aldığını göstermektedir. Çünkü “dabbe” debelenen, yürüyen anlamına gelen “debib” ten alınmış bir isimdir ve erkek olsun, dişi olsun her canlı için kullanılır. Mesela: Denizlerin diplerindeki böceklere hiçten, bütün yavrulara kan ve fışkı ortasından gelen ab-ı hayat gibi en latif en nazif bir gıdayla besleyerek ve bütün hayvanlara her baharda adeta sırf gaybdan infaklarını bil-fiil tekellüf ederek bil-müşahede vermekle esbab-perest insanlara dahi esbab perdesi altında, yine “o veriyor”, diye i’lan ve ispat ederek her bir zi-hayatın bir tek Rezzak-ı zül-Celal’in şefkatiyle beslendiklerini gösteriyor. Rızkı Tevekkülvari Allah’tan İstemek Allah (cc) rızık veren sağlam kuvvet sahibi olduğuna göre mümine yakışan, rızkı yalnız ondan istemesidir, başkasından değil. Ankebut Suresinde, “Siz rızkı Allah’ın yanında arayın” (ayet 17) hükmünden de anlaşılıyor ki mümin rızkı elde etmek konusunda Rabbine tevekkül etmeli, fakat rızık sebeplerine bil-fiil sarılmalı ve kendisine yardımcı olması için ona dua etmelidir. Bediüzzaman Hazretleri de ağaçların ve yavruların tevekkülvari rızıklarını beklediklerini söylerken meseleyi şöyle izah ediyor: “Evet, bir nevi rızık isteyen ağaçlar iktidarsız ve ihtiyarsız olduklarından, onlar yerlerinde mütevekkilane dururken rızıkları onlara koşup gelmesi ve âciz yavruların nafakaları hayretnümun tulumbacıklardan ağızlarına akması ve o yavrulara bir parça iktidar ve az buçuk bir ihtiyar gelmesiyle süt kesilmesi, hususan insan yavrularına analarının şefkatleri yardımcı verilmesi, bedahetle isbat eder ki; helâl rızık, iktidar ve ihtiyar ile mütenasiben gelmiyor… Belki, tevekkül veren za’f ve acze nisbeten geliyor. ” “… hayatı kim vermiş, yapmış ise; rızıkla o hayatı besleyen ve idame eden de odur. Ondan başka olmaz... Delil mi istersin? En zaîf, en aptal hayvan; en iyi beslenir, [meyve kurtları ve balıklar gibi]. En âciz, en nazik mahlûk; en iyi rızkı o yer, [çocuklar ve yavrular gibi]. Evet, vasıta-ı rızk-ı helâl, iktidar ve ihtiyar ile olmadığını; belki, acz ve zaaf ile olduğunu anlamak için balıklar ile tilkileri, yavrular ile canavarları, ağaçlar ile hayvanları muvazene etmek kâfidir. ” “… çocukların iktidar ve ihtiyarı geldikçe rızıkları azalır ve uzaklaşır, sakilleşir. Kanaat, bir define-i hüsn-i maişet ve rahat-ı hayattır. Hırs ise, bir maden-i hasaret ve sefalettir.” İnsan, ihtiyar ve iktidar sahibi olduğu için rızkını temin hususunda Cenab-ı Hakk’ın kulları için koyduğu İlahi kanununa riayet etmelidir. O da; kendi seçimleriyle sarıldıkları sebepler sayesinde rızkın kullara ulaşması Allah’ın O sebepleri rızık kazanmaya götürücü vesile ve o sebepleri onlara kolay kılması, çalışmak suretiyle onları rızık kazanmaya çağırması ve hatta bunu emretmesidir. Yeryüzünün çeşitli bölgelerine gitmek de bu sebeplerdendir. Hadis-i Şerifte de şöyle buyrulmaktadır: “Gerçekten Allah çalışıp kazanan mümin kulunu sever.” (Buhari). Rızık kazanmak için çalışmak ve sebeplerine sarılmak tevekküle aykırı değildir. İmam Ahmed’in Ömer bin Hattab (ra)’ dan rivayetinde şöyle denilmektedir: “Resulullah (sav)’i şöyle derken işittim: Eğer hakkıyla Allah’a tevekkül etmiş olsaydınız, aç çıkan, tok dönen kuşlar gibi rızıklandırılırdınız.” Rızık Şükrü Netice Verir, Yoksa Şirke Götürür Kâinatı yaratan zat, ondan hayatı seçmiştir. Hayat daireleri içerisinde merkeze insaniyet âlemini koymuştur. Hem hayvanatı hem insanı rızka muhtaç kılıp onları rızka hizmetkâr eylemiştir. Rızkı da hadsiz nimetleri içine alan zengin ve geniş bir hazine yapmıştır. Hatta rızkın çok çeşitlerinden yalnız bir nev’in tatlarını tatmak için lisanda kuvve-i zaika (dil) namında bir cihaz ile bütün yiyecekler ve meyveler adedince manevi, ince ince mizancıklar konulmuştur. Üstad Hazretleri Mektubat mecmuasında kâinatta rızkın yüksek bir hakikat olduğunu ve şükrü netice vermesi gerektiğini şöyle anlatır: “Her şey nasıl ki rızkın etrafında toplanmış, ona bakıyor; öyle de rızık dahi bütün enva'ıyla manen ve maddeten, halen ve kalen şükür ile kaimdir, şükür ile oluyor, şükrü yetiştiriyor, şükrü gösteriyor. Çünkü rızka iştiha ve iştiyak, bir nevi şükr-i fıtrîdir. Ve telezzüz ve zevk dahi gayr-ı şuurî bir şükürdür ki, bütün hayvanatta bu şükür vardır. Yalnız insan, dalalet ve küfür ile o fıtrî şükrün mahiyetini değiştiriyor; şükürden, şirke gidiyor… İşte rızık, şükür vasıtasıyla o kadar kıymetdar ve zengin bir hazine-i câmia olduğu halde, şükürsüzlük ile nihâyet derecede sukut eder. ” Rızkın Çeşitleri Allah (cc) bazen kulunun rızkını geniş tutar, bazen de kısar. Bu hal bir imtihandır. Her iki durumda da Allah’a itaate teşvik vardır. Zengin olunca, bununla Allah’a şükretmesi, fakir olunca da sabretmesi gerekir. Böylece bu sabır ve şükür ile kulun Rabbine yakınlık derecesi söz konusu olur. Allah Teâlâ Zuhruf Suresinde şöyle buyurmaktadır: “Rabbinin rahmetini onlar mı paylaştırıyorlar? Dünya hayatında onların geçimliklerini aralarında biz paylaştırdık. Bir kısmını hizmetkâr edinsin (ve yanında çalıştırsın) diye kimilerini kimilerinin üstünde derecelerle yükselttik. Rabbinin rahmeti ise (onların) biriktirmekte oldukları şeylerden hayırlıdır.” Bediüzzaman Hazretleri de rızkın -ayetin hükmü ile- taahhüd-ü Rabbani altında olduğunu, fakat insanın su-i ihtiyarıyla çok mukaddesatını feda ederek kazandığı ikinci bir rızıktan da bahsettiği yerde şu izahı yapar. “Rızık ikidir: Biri: Yaşamak için hakikî ve fıtrî rızıktır ki; taahhüd-i Rabbanî altındadır. Hatta o kadar muntazamdır ki; bedende yağ ve saire suretinde iddihar olunan (depolanan) fıtrî rızık, hiç olmazsa yirmi günden ziyade bir şey yemeden yaşatır, hayatını idame eder. Demek yirmi otuz günden evvel ve bedende müddehar olan fıtrî rızkı bitmeden zahiren açlıktan vefat edenler rızıksızlıktan ölmüyorlar, belki sû’-i itiyaddan ve terk-i âdetten neş’et eden bir hastalıktan vefat ederler. İkinci kısım rızk: İtiyad ve israf ve sû’-i istimalat ile tiryaki olup zaruret hükmüne geçen mecazî ve sun’î rızıktır. Bu kısım ise taahhüd-i Rabbanî altında değildir, belki ihsana tabidir. Kâh verir, kâh vermez. Bu ikinci rızıkta, bahtiyar odur ki; medar-ı saadet ve lezzet olan iktisad ve kanaatle sa’yi helâli, bir nevi ibadet ve rızık için bir fiilî dua bilerek müteşekkirane ve minnetdarane o ihsanı kabul edip hayatını saadetkârane geçirir. Bedbaht odur ki; medarı şekavet ve hasaret ve elem olan israf ve hırs ile sa’y-i helâli bırakarak, her kapıya başvurup, tenbelkârane ve zâlimane ve müştekiyane hayatını geçirir, belki öldürür.” Rızka Çalışmak İbadete Engel Değildir Cenab-ı Hak insanları ve cinleri kendisine ibadet etsinler diye yarattığı için onlardan kulluk vazifesini istemiştir. İnsan ise rızka çok müptela olduğu için, rızka çalışmak bahanesini ubudiyete engel tevehhüm edip kendine bir özür bulmaya çalışır. Cenab-ı Hak Zariyat Suresinde (56-58), “Sizler ubudiyet için halk olunmuşsunuz. Sizin netice-i hilkatiniz ubudiyettir. Rızka çalışmak ise, emr-i İlahî noktasında bir nevi ubudiyettir. Benim mahlûkatımın ve rızıklarını deruhte ettiğim nefislerinizin ve iyaliniz ve hayvanatınızın rızkını tedarik etmek güya bana aittir. Sizler bana ait rızk ve it’amı ihzar etmek için yaratılmamışsınız. Çünkü Rezzak benim. Sizin ve müteallikatınız olan ibadımın rızkını ben veriyorum. Siz bunu bahane edip ubudiyeti terk etmeyiniz!” manasını ifade ederek kulların derd-i maişetten gelen bahanesini kabul etmemekte, onları hakiki vazife-i asliyelerine davet etmektedir. Sözler mecmuasında Said Nursi Hazretleri de, “Derd-i maişet için namazını terk eden o nefere benzer ki: Talimi ve siperini bırakıp, çarşıda dilencilik eder. Fakat namazını kıldıktan sonra Cenab-ı Rezzak-ı Kerim’in matbaha-i rahmetinden tayinatını aramak, başkalara bâr olmamak için bizzat gitmek; güzeldir, mertliktir, o dahi bir ibadettir. Hem insan ibadet için halk olunduğunu, fıtratı ve cihazat-ı maneviyesi gösteriyor. Zira hayat-ı dünyeviyesine lâzım olan amel ve iktidar cihetinde en edna bir serçe kuşuna yetişmez” diyerek namazın terk edilemeyeceğini vurgulamıştır. İbadet ve Hizmette Sebatkârlık, Rızkı Artırır “Allah yolunda hicret edip, sonra öldürülenler veya ölenler ise, mutlaka Allah onları güzel bir rızıkla rızıklandıracaktır. Muhakkak ki Allah, elbette rızık verenlerin en hayırlısıdır.” (Hacc, 58) “(Ey Resûlüm!) Âilene namazı emret, (kendin de) ona sabırla devam et! Senden rızık istemiyoruz. (Bilakis) seni biz rızıklandırıyoruz. (Güzel) akıbet, takva (sahipleri) içindir.” (Taha, 132) İbn-i Ömer (ra)’dan nakledilmiştir. Resulullah (sav) şöyle dedi: “Kim bütün dertleri tek bir dert yaparsa (Yani derdi sadece Allah’ı razı etmek olursa) Cenab-ı Hak, onun dünya ve ahiret işlerinden dert ettiği her şeyine kâfi olur. Kim de dertlerini çoğaltırsa, Allah Teâlâ onun dünya vadilerinden hangi vadide helak olduğuna bakmaz.” Ebu Hureyre (ra)’dan nakledilmiştir. Resulullah (sav) şöyle buyurdu: “Kimde üç şey varsa imanı kemal bulmuştur. Allah yolunda kınayanın kınamasından korkmaz; amelinden hiçbir şey ile gösteriş yapmaz; biri dünya diğeri de ahiret ile ilgili iki şey ona aynı anda arz edilse, o ahiret işini dünya işine tercih eder.” (Hakem-‘l Müstedrik, 4/328 ) Yukarıdaki ayet ve hadisler, maişet endişesinden ziyade rıza-yı ilahi ve uhrevi amelleri esas alanların rızıklarının genişleyeceğini göstermektedir. Başta Üstadımız Bediüzzaman Hazretleri ve pek çok Risale-i Nur talebeleri itiraf etmişler ki: “Risale-i Nura çalıştığımız zaman hem rızkımıza bereket ve suhulet, hem kalbimizde inşirah ve ferah zahiren hissediyoruz.” demişler. Öyle ise derd-i maişetin ruhları sersem yaptığı şu ahir zamanda; Risale-i Nur hizmetini bırakmak ve zaruret-i maişet özrüyle, maişet peşinde koşmak yerine en iyi çare şükür ve kanaat ve Risale-i Nur talebeliğine tam sarılmaktır. Derd-i maişetin bu zamanda çok şiddetlenmesi karşısında ehl-i dalalet bunu Müslümanların aleyhinde isti’mal ediyor. Hatta bazı ehl-i diyanet de kendini mazur biliyor, “Zarurettir, ne yapalım?” diyor. Bu vahim duruma karşı Risale-i Nur şakirdleri bu açlık ve zaruret musibetine karşı, yine Nur'la mukabele etmeli. Çünkü her şakirdin vazifesi, yalnız kendi imanını kurtarmak değil; belki başkasının imanlarını da muhafaza etmeye mükelleftir. O da hizmete ciddî devam ile olur. Helal ve Bereketli Rızık “O halde Kur’an’dan kolayınıza geleni okuyun (kolayınıza geldiği kadar gece namazı kılın). (Hem Allah) bildi ki, içinizden hastalar olacak, bir başkaları yeryüzünde dolaşacaklar, Allah’ın fazlından rızıklarını arayacaklar; bir diğerleri de Allah yolunda savaşacaklar (cihat edecekler). O halde ondan kolayınıza geleni okuyun ve namazı hakkıyla eda edin, zekâtı verin, karz-ı hasen (güzel bir borç) ile borç verin.” (Müzemmil, 20) Bu ayetin tefsirinde İmam Kurtubi şöyle demektedir: “Allah (cc) gece namazına kalkma konusunda tanıdığı kolaylığın sebebini açıklar. Çünkü insanlardan kimi vardır ki hastadır, gece kalkmanın zorluğu kadar kılamadığı teheccüt namazlarının ızdırabını yüreğinde hissedecektir. Kimileri de vardır ki ticari bir yolculuğa çıkmıştır, teheccüt namazına güç yetiremeyecektir; Allah yolunda cihat edenler de öyle. Ve bu ayetimde mücahitlerle, kendisinin ve çoluk çocuğunun nafakasını temin ve başkalarına iyilik yapmak, bağışta bulunmak için helal kazanç sağlayanların derecesini bir tuttu. Bu, helal mal kazanmanın cihat derecesinde (sevaplı bir iş) olduğuna delildir. Çünkü Allah (cc) bununla Allah yolunda cihadı ayetinde bir arada zikretti.” Açgözlülük yapmadan, kimseye zulmetmeden ve insanlara yüzsuyu dökmeden mal ile rızıklandırılan kimsenin malı hakkındaki Sünnetullah, o mala bereket verilmesi tarzında cereyan eder. Buhari’nin Hakim b. Hizam (ra)’dan rivayet ettiği hadis, bu sünnete (İlahi kanuna) delil olmaktadır. Peygamber (sav ) ona: “Ya Hakim, bu mal yeşil ve tatlıdır. El açıklığıyla onu ele geçirenin malına bereket verilir. İnsanlara zulmetmek için kazananın malı ise bereketlenmez. Onun durumu yiyip doymayan kimse gibidir. Üstteki el alttaki elden hayırlıdır.” “Bereket verilir” demek, bir şeyde İlahi hayrın var olması demektir. Hiç umulmadık yerden, bilinmedik şekilde ve görülmedik biçimde İlahi hayrın arz-ı endam etmesi, ki her gözle görülenin hissedilmeyen artışı vardır, denilir. İşte o mübarektir, onda bereket vardır. Bu artışa hadis-i şerifte işaret edilmiştir. Buna göre sadakası verilen mal, gözle görülür biçimde azalmaz, (aksine bereketlenir). Bediüzzaman Hazretleri talebelerine, insaniyetin zayıf damarı olan tam’adan uzak durmaları için bütün kuvvetiyle şu ifadeyi kullanarak helal kazanca davet ediyor: “Kanaat ve iktisad; maaştan ziyade sizin hayatınızı idame ve rızkınızı temin eder. Bahusus size verilen o gayr-ı meşru para, sizden ona mukabil bin kat fazla fiat isteyecek. Hem her saati size ebedî bir hazineyi açabilir olan hizmet-i Kur'âniyeye sed çekebilir veya fütur verir. Bu öyle bir zarar ve boşluktur ki; her ay binler maaş verilse, yerini dolduramaz.” Geçim Şikâyetlerinin Esas Kaynağı İnsanların en çok şikâyetçi oldukları hususlardan biri geçim sıkıntısı ve maişet derdidir. Zaman zaman toplumların da fertler gibi iktisadi durumları sarsıntı ve kriz geçirir. Bu esnada şikâyetleri artıran asıl sebep, gerçekte pek büyük mahrumiyet ve sıkıntılar içinde olmak değildir. Alışılagelen hayat tarzından biraz fedakârlık yapma mecburiyetinin doğmasıdır. Hâlbuki bolluk zamanında iktisada alışmış kimse, darlıkta da sıkıntı çekmeyecektir. O halde, geçim şikâyetlerinin esas kaynağı, israf alışkanlığı ve iktisada riayetsizlikten başka bir şey değildir. Toplumun en küçük temel taşı olan ailede iktisat ve kanaat hâkim ise sefalete ve darlığa pek düşülmez. Bediüzzaman Hazretleri İktisat Risalesinde bu meseleyi şöyle izah eder: “İktisad eden, maişetçe aile belasını çekmez” mealinde ki hadîs-i şerifin sırrıyla: İktisad eden, maişetçe aile zahmet ve meşakkatini çok çekmez.” “Dokuz sene evvel benimle beraber Burdur’a nefyedilen reislerden bir kısmı, parasızlıktan zillet ve sefalete düşmemekliğim için, zekatlarını bana kabul ettirmeğe çok çalıştılar. Ben o zengin reislere dedim: ‘Gerçi param pek azdır; fakat iktisadım var, kanaate alışmışım. Ben sizden daha zenginim.’ Mükerrer ve musırrane tekliflerini reddettim. Cây-ı dikkattir ki: İki sene sonra, bana zekâtlarını teklif edenlerin bir kısmı iktisadsızlık yüzünden borçlandılar. Lillahilhamd onlardan yedi sene sonraya kadar o az para, iktisad bereketiyle bana kâfi geldi; benim yüzsuyumu döktürmedi, beni halklara arz-ı hacete mecbur etmedi. Hayatımın bir düsturu olan ‘nâstan istiğna’ mesleğimi bozdurmadı.” Ahir Zaman Fitnesinde Açlık Ehemmiyetli Bir Rol Oynayacak “Kimdir şu kimse ki, Allah’a güzel bir borç versin de (Allah) onu kendisine kat kat fazlasıyla artırsın! Çünkü Allah, (rızkı dilediğine) daraltır ve (dilediğine) genişletir. Hem (sonunda) ona döndürüleceksiniz.” (Bakara, 245) De ki: “Şüphe yok ki Rabbim, kullarından dilediğine rızkı genişletir ve (kimi dilerse de) ona daraltır. Ve (Allah yolunda) her ne şey sarf ettiyseniz, artık o, bunun yerine (başkasını) verir. Çünkü o, rızık verenlerin en hayırlısıdır.” (Sebe, 39) Yukarıdaki ayetlerden hareketle tevekkülsüzlük içinde derd-i maişetin ruhlara sersemlik verdiği ve hubb-u dünyanın şiddetlendiği şu asırda Üstad Hazretleri insanların nazarını saadet-i dünyeviyeden saadet-i ebediyeye şöyle çeviriyor: “Ahir zaman fitnesinde açlık ehemmiyetli bir rol oynayacak. Onunla ehl-i dalalet biçare ehl-i imanı geçim derdi içinde boğdurup, hissiyet-i diniyyeyi ya unutturup, ya ikinci, üçüncü derecede bırakmaya çalışacak diye, rivayetlerden anlaşılıyor. Hatta Risale-i Nurun bir talebesi, Risale-i nura çalışamadığının bir sebebi derd-i maişetin ziyadeleşmesi olduğunu söyledi. Biz de ona dedik: Risale-i Nura çalışmadığın için derd-i maişet sana şiddetlendi. Çünkü bu havalide her talebe itiraf ediyor ve ben de ediyorum ki: Risale-i Nura çalıştıkça, yaşamakta kolaylık ve kalpte ferahlık ve maişette sühulet görüyoruz.” “Bu şiddetli maddî ve manevî kıştaki galâ ve varlık içinde kaht ve derd-i maişet fukaralara ağır basması cihetinde, ekseri fakir-ül hal olan Risale-i Nur şakirdlerinin bu dehşetli hale karşı sarsılmaları ve tesanüdleri bozulması ihtimaliyle ziyade endişe ediyordum. Sakın birbirinizden gücenmeyiniz ve tenkid etmeyiniz. Yoksa az bir za’f gösterseniz, ehl-i nifak istifade edip sizlere büyük zarar verebilirler. Derd-i maişet zaruretine karşı iktisad ve kanaatla mukabele etmeye zaruret var. Menfaat-i dünyeviye, çok ehl-i hakikatı, ehl-i tarîkatı dahi bir nevi rekabete sevkettiği için endişe ederim. Risale-i Nur şakirdleri içinde şimdiye kadar bu cihet onları zedelememiş. İnşallah yine zedelemez.” Aman Dikkat! “Eğer desen: Beni namazdan ve ibadetten alıkoyan ve fütur veren öyle lüzumsuz şeyler değil, belki derd-i maişetin zarurî işleridir. Öyle ise ben de sana derim ki: Eğer yüz kuruş bir gündelik ile çalışsan; sonra biri gelse, dese ki: ‘Gel on dakika kadar şurayı kaz, yüz lira kıymetinde bir pırlanta ve bir zümrüt bulacaksın.’ Sen ona: ‘Yok, gelmem. Çünkü on kuruş gündeliğimden kesilecek, nafakam azalacak’ desen; ne kadar divanece bir bahane olduğunu elbette bilirsin. Aynen onun gibi; sen şu bağında, nafakan için işliyorsun. Eğer farz namazı terk etsen, bütün sa’yin semeresi, yalnız dünyevî ve ehemmiyetsiz ve bereketsiz bir nafakaya münhasır kalır. Eğer sen istirahat ve teneffüs vaktini, ruhun rahatına, kalbin teneffüsüne medar olan namaza sarfetsen; o vakit, bereketli nafaka-i dünyeviye ile beraber, senin nafaka-i uhreviyene ve zâd-ı âhiretine ehemmiyetli bir menb’a olan, iki maden-i manevî bulursun: (Birinci maden) Bütün bağındaki yetiştirdiğin çiçekli olsun, meyveli olsun her nebatın, her ağacın tesbihatından, güzel bir niyet ile, bir hisse alıyorsun. (İkinci maden) Hem bu bağdan çıkan mahsulâttan kim yese (hayvan olsun, insan olsun; inek olsun, sinek olsun; müşteri olsun, hırsız olsun) sana bir sadaka hükmüne geçer. Fakat o şart ile ki: Sen, Rezzak-ı Hakikî namına ve izni dairesinde tasarruf etsen ve onun malını, onun mahlûkatına veren bir tevziat memuru nazarıyla kendine baksan... İşte bak, namazı terk eden ne kadar büyük bir hasaret eder, ne kadar ehemmiyetli bir serveti kaybeder ve sa’ye pek büyük bir şevk veren ve amelde büyük bir kuvve-i manevî temin eden o iki neticeden ve o iki madenden mahrum kalır, iflas eder. Hattâ ihtiyarlandıkça bahçecilikten usanır, fütur gelir. Neme lâzım der. Ben zâten dünyadan gidiyorum. Bu kadar zahmeti ne için çekeceğim? diyecek, kendini tenbelliğe atacak. Fakat evvelki âdem der: Daha ziyade ibadetle beraber sa’y-i helâle çalışacağım. Tâ, kabrime daha ziyade ışık göndereceğim âhiretime daha ziyade zahîre tedarik edeceğim.” Kaynakça: 1-Şualar Mecmuası2-Lemalar Mecmuası 3-Kastamonu Lahikası4-Mektubat Mecmuası5-Tefsir-i kurtubi6-Mu’cemu’l-Vasit7-Kur’an-ı Kerim ve Osmanlıca Muhtasar Meal

“Yeryüzünde kımıldanan hiçbir canlı yoktur ki, rızkı Allah’a ait olmasın” (Hud-6) Yaşanan ekonomik kriz üzerine israf, iktisat ve kanaat kavramları üzerinden bir çıkış yolu aramaya gayret edeceğiz. Başlıkta da söylediğimiz üzere “Üretemezsek Tüketiriz, Tükettikçe de Tükeniriz”. Bu konuda insan olmak hasebiyle kodlarımıza inerek, bireyden topluma bir çıkış yolu bulacağımızı ümit ediyorum. İktisad ve kanaat ile israf ve tebzir kavramları birbirine zıt iki ayrı mana olarak karşımıza çıkmaktadır. Zira misalen kanaat; sözlükte kısmete razı olmak manasına gelirken, israf; önemli olandan fazla harcama, ölçüde olmaktan sapma, iyide veya kötüde aşırıya kaçma manalarına gelmektedir. Peki, iktisad ve israf arasındaki bu uçurumun muvazenesi nasıldır? Bu iki kavramın zıt olan yönleri nedir? Veya biz kendi hayatımızda bu kavramları nasıl karşılayabiliriz? İktisadın şahsi ve toplum hayatımıza ne gibi bir faydası veya israfın ne gibi bir zararı olabilir? Şimdi bu konuları Risale-i Nurdaki İktisad Risalesi üzerinden anlamaya ve günümüzdeki meseleleri anlamlandırmaya çalışacağız. Kanaat gösterebilmek, kişiyi iktisatlı davranmaya sevk eder. İktisatlı davranabilen insan kanaatkâr insandır. Başka deyişle az olanla da yetinmeyi bilir. Aza da şükretmeyi bilir. Rabbinin takdir ettiğine rıza gösterir. Nihayetinde rızık bizim gayretimiz üzerine belirli bir takdir iledir. Olmuş olanı, olmasını istediği şahsi arzu ve heveslerinin önünde tutarak teslimiyetle karşılar. Şükreder. Rahat olur. Huzur bulur. İktisat Küçük Dairede Başlar İktisat küçük dairede başlar. Zira toplumları oluşturan temel yapı taşı şahıstır/bireydir. Öyleyse bu minvalde şahıslara da vazifeler düşmektedir. Örneğin son günlerde devlet olarak ekonomik saldırıya maruz kaldık, kalıyoruz. Öyleyse bu bilinçli saldırı karşısında 15 Temmuzda gösterilen iradeyi bizler de kendi küçük dairelerimizden başlayarak ekonomi sathında gösterebiliriz. Peki, bizim bu davranışımızın ülkeye ne gibi bir etkisi var? Makro ekonomiler ile mikro ekonomiler arasındaki bağlantı/etkileşim çok kuvvetlidir. Her iki yönde birbirini doğru orantılı olarak etkiler. İşte bu sebeple bizlere düşen, Nisa 59’da geçen, “Ey iman edenler! Allah’a itaat edin; peygambere ve sizden olan ülü’l-emre (emir sâhibi idarecilerinize) de itaat edin!” ayeti mucibince reisin sözüne itaat ederek o yönde tavır almaktır. Peki, iktisad ve israf sadece şu süreç için mi lazım? Elbette hayır! Hayatımızın her döneminde israftan uzak durup kanaatle iktisada sarılmalıyız. Ta ki zilletin esaretinden kurtulup, izzetin hürriyetine kavuşalım. “Yiyiniz içiniz israf etmeyiniz” (A’raf, 31) Kıymeti Bilinmeyen Nimet Elden Alınır Cenab-ı Hak her şeyi en güzel surette yaratmış ve bu yarattıklarını mahlûkatın en şereflisi olan insana ihsan edip ona münhasır kılmıştır. Burada insana düşen vazife, bunca ihsana karşı şükür ile mukabeledir. Şükrün bir çeşidi de iktisattır. İktisad eden kişi elindeki nimetin kıymetini bilir, onu verenin tecellisini onda görüp hürmet eder. Mesela kapınıza kargo gelse ve size çok sevdiğiniz bir kimseden hediye getirse, kargocuya mı perestiş edersiniz? Yoksa kargocuyu değil kargoyu gönderene mi muhabbet besler, teşekkür edersiniz? Binaenaleyh nimetlerdeki mün’im-i hakikiyi (asıl nimet vereni) görebilirsek, esbabın ötesine geçer, onu gönderenin hürmetine onları da sever, muhabbet ederiz. Eskiden büyüklerimiz yerde ekmek görse öpüp kaldırırmış. “Nimete hürmet et evladım” diye verdikleri öğütler kimimizin hala kulağındadır. O ekmek çöpe atılırsa çok kızarlar, “Ekmek bulamazsın” diyerek israfın nimetteki bereketi kaçırdığı hakikatini bizlere ihtar ederlermiş. Evet, kıymeti bilinmeyen nimet elden alınır. “Her istediğini yemen israftandır” hadis-i şerifi mucibince çok yemek de israftır. İktisad bereket sebebi olduğu gibi aynı zamanda sıhhat sebebidir de. İnsan her istediğini hesapsız yese, belki anlık lezzetler alacak, fakat o hareketin acısını daha sonra çekecektir. Demek israf eden zarar görür, iktisad eden ise fayda ve saadet. Midenin Dilden Ricası Var! Bize en sevdiklerimiz tarafından gönderilen bir hediyeyi atabilir miyiz? Çöpe attıklarımız bize ileride lazım olacak ehemmiyetli ve faydalı şeyler midir? İsraf etmek bir cihette ehemmiyetsiz görmek, kıymet vermemek manasının fiile dönmüş halidir. Burada dikkatimizi “(Biz) gökleri ve yeri ve ikisi arasında bulunanları da ancak hak ile (gerektiği şekilde) yarattık” ayetine verelim. Her işi hikmetli olan Rabbimiz hangi mahlûku hikmetsiz ve boş yere yaratmıştır? Haydi, vücudumuza göz atalım. Allah, insanın vücudunu mükemmel işleyen bir saray gibi yaratmıştır. Bu sarayda bize verdiği dil nimeti, farklı tatlar almakla birlikte mide ile kontrol altına alınmıştır.. Burada esas olan sadece dildeki lezzet değil, vücudun doğru besini almasıdır. Bu noktada dil, adeta bir güvenlik görevlisi vazifesi görmektedir. Mesela ağzımıza attığımız 2 farklı lokmadan biri baklava, diğeri peynir olsa. Bunları yemeden önce veya yedikten sonra ikisi de aynıdır, ikisi de besindir. Vücuda faydaları ve tatları cihetiyle farklıdırlar. Tatları cihetinde fark birkaç dakikadan ibarettir. Hâlbuki besleyicilik cihetiyle peynir veya başka bir nimet, bazen tadı damağımıza güzel gelenden daha iyidir. Sadece dildeki lezzeti takip etmek hem maddi olarak zarar verir, hem de israfattan dolayı bedene rahatsızlık çıkarabilir. Öyle ki bu şekilde tadı damağımıza güzel geleni tercih edildiğinde, bir süre sonra tattan dolayı yemek artacak ve bu mide rahatsızlıkları olarak geri dönecektir. İktisat ve kanaatin bireyin bedeninde nasıl neticeler verdiği aşikârdır. Bu hali görüp bilerek bizler nasıl olur da israf yolunu tercih ederek o nimetleri kıymetsizlikle, faydasızlıkla tekzip edip zarar yolunu tercih edebiliriz? Yukarıda görüldüğü üzere dil, vücut sarayının ya kapıcısı ya da müfettişi olur. Sadece tat almak noktasında yiyen ve şükür mesleğinde gitmeyenler için israf kaçınılmaz olur. Çünkü burada fayda sadece haz ve lezzet almaya dönüktür. Haz ve lezzetin sağlık kaidelerinin önüne geçtiği yerde zarar gelir. Oysa dil bir müfettiştir ve nimetlerdeki farklı ihsanları fark etmeye yarar. Evet, lezzeti alır ve lezzeti o nimete koyanı hisseder. Ve ona şükreder. İsraf etmemek ve nimet içinde nimeti vereni tefekkür etmek şartıyla lezzetli yiyecekler tercih edilebilir. Kanaat En Büyük Zenginliktir Kanaat eden kişi parası az olsa dahi zengindir. Malumdur ki bireylerin zaruri ihtiyaçları arasında hayati geçimini sağlamak vardır. İktisat; kıt kaynak ile sınırsız ihtiyaçları karşılamaktır. Bu noktada elbette farklı tasarruf yolları aranır. Hadis-i şerifte Efendimiz (sav) “iktisat eden, ailece açlık zahmet ve meşakkati çok çekmez.” demiştir. Bediüzzaman hazretlerinin de söylediği gibi: iktisat etmeyen bireyler zillete, manen dilenciliğe, sefalete namzeddir. Hele ki bu asırda iktisat etmeyen kişilerin kazançları ne denli fazla olursa olsun harcamalarının yetmediğini söyleyerek, diğer haram yollara da başvurmaları ve nihayetinde intihar, boşanma, hastalık vb. menfi durumların meydana gelmesi kaçınılmaz olur. Oysaki iktisat etse, “Yeryüzünde kımıldanan hiçbir canlı yoktur ki, rızkı Allah’a ait olmasın” ayetince zaruri ihtiyaç noktasında rahat edebilir. Rızk bizim hayatımızda zaruri ihtiyaçlarımız ve zaruri olmayıp bizim kendi irademizle zaruri kıldığımız lüks ihtiyaçlarımız olmak üzere ikiye ayrılır. Zaruri ihtiyaçlarımız ayetin taahhüdü altındayken, zaruri olmayan ihtiyaçlarımız şahsi tercihimize bağlı olduğundan tahsili zor olur. Telefon, araba, ev vb ihtiyaçlarda her seferinde biraz daha fazlası biraz daha yenisi şeklinde güya toplum genelinde beğenilmiş şeylere olan eğilim oldukça fazladır. Hatta bu hal bazı kişilerde oniomania hastalığına kadar götürebilir. Oysa düşünelim ki orada yapılan gereksiz harcama Somali, Etiyopya, Myanmar gibi yerlerdeki kardeşlerimizin zaruri ihtiyaçlarına yardım olabilir. İşte o vakit vicdan kemendinde bir nebze dizginlenir nefis hevası. İsraf sefalete, zillete, minnet etmeye sebeptir, iktisat; izzete, cömertliğe, kimsenin minneti altında kalmamaya vesiledir. Müsrif ve savurgan insanların, savurganlıklarına bahane bulup iktisat edenlere dil uzatmaları hakikati değiştirmez. En fakir bir insanın bir lokmada aldığı lezzet, en zengin insanın baklavada aldığı lezzetten daha ala olabilir. Zira her vakit lüks yemekler yiyen insanların tokluklarından ve o nimetlere olan ülfetlerinden aldıkları lezzet sıradanlaşmışken, yokluktan veya kanaatten az yemeği seciye haline getirmiş insanlar ekmekten dahi farklı lezzet alacaklardır. Hayırda İsraf, İsrafta Hayır Yoktur Zira iktisat, cimriliğin zıttı olan cömertliktir. Örneğin nasıl ki tevazu ve tezellül kelimeleri benzer gibi gözükseler de birbirlerinden çok ayrı iki ahlaki kavramdır. Ya da nasıl ki vakar gibi yüce bir ahlakla tekebbür gibi alçak bir huy birbirine karıştırılmaz. Buyurun size tarihten yaşanmış bir hadise: “Abdullah İbn Ömer Hazretleri, çarşı içinde alış verişte kırk paralık bir meselede iktisat için ve ticaretlerine sebep olan emniyet ve istikameti muhafaza için şiddetli münakaşa etmiş. Bir sahabe efendimiz onları görmüş. Hz Ömer’in oğlunun, kırk paralık bir mal için bu kadar münakaşasını cimrilik tevehhüm ederek, ahvalini öğrenmek için peşine düşmüş. Bakar ki Abdullah İbn Ömer Hazretleri evine girdi. Kapıya fakir bir adam geldi; bir vakit durdu, ayrıldı, gitti. Sonra evin ikinci kapısından çıktı. Başka bir fakiri orada da gördü. Onun yanında da bir parça durdu, ayrıldı, gitti. Uzaktan bakan o sahabe efendimiz merak etti. O fakirlere gidip sordu: “İmam yanınızda durdu. Ne yaptı?” Her birisi dedi: “Bana bir altın verdi.” O sahabe efendimiz dedi: “Fesübhanallah, çarşı içinde kırk para için öyle münakaşa edip, evine gelen bu iki fakire evindeki kimselere iki yüz kuruşu dahi hissettirmeden nefsiyle beraber mükemmel bir rıza ile versin” diye düşündü. Abdullah İbn Ömer’in yanına gitti. Dedi: “Ya imam, bir müşkilimi hallet. Sen çarşıda böyle yaptın, hanende şöyle yaptın?” Ona cevap olarak: “Çarşıdaki vaziyet, iktisattan ve kemal-i akıldan ve alış-verişin esası ve ruhu olan emniyet ve sadakatin muhafazasından gelmiş bir halettir. Cimrilik değildir. Hanemdeki vaziyet, kalbin şefkatinden ve ruhun kemalinden gelmiş bir halettir. Ne o cimrilik ve ne de bu israftır” diyerek durumu açıklamış. İmam A’zam Hazretleri bu sırra işaret olarak, “Hayırda ve ihsanda fakat müstehak olanlara israf olmadığı gibi, israfta da hiçbir hayır yoktur” demiştir. İşte bizler de hayatımızda bu düsturu yerleştirebilirsek iktisattan gelen saadete de erişebiliriz. Peki, Kanaat Edelim Ama Neye Nasıl? Hırs, kanaatsizliktir. Buradaki kanaatsizlik, neticeye olan kanaatsizliktir. Neticede Allah’ın takdir ettiğine kanaat etmeyen kişi çalışma şevkini de kırar. Elindekine şükretmek yerine, neden daha fazlası olmadığına ve elindekinin yeterli gelmediğinden şikâyet eder. Bu şekilde neticeden hoşnut olmayan insan, tembellik zindanında bulur kendini. Kolay yoldan kazanma düşüncesine kapılır. Haram yollara tevessül eder. Başını beladan kurtaramaz. Biliriz ve iman ederiz ki rızık Allah’ın taahhüdü/garantisi altındadır. Hiçbir mahlûku rızıksız bırakmayan Allah, kendi su-i istimali olmazsa hiçbir insanı da rızıksız bırakmaz. Yeter ki biz çalışalım ve Allah’ın takdir ettiği neticeye kanaat edelim. Burada önem arz eden konu şudur: acilen tüketim toplumundan üretim toplumuna geçmeliyiz. Haz ve hız dünyası insanları bireyselliğe ve tüketmeye odaklamıştır. Tembellik ve gevşeklik saikasıyla çalışmadan kazanmak ve tüketmek hissiyatı ağır basar hale gelmiştir. Bu durum da hızla hem ferdi hem de toplumu tüketmeye doğru yol almaktadır. Hırs, Mahrumiyet, Muvaffakiyetsizlik ve Hasaret Sebebidir Hırs ile yapılan işler amaca vasıl olamamak ile neticelenir. İnsana en ziyade zarar yine kendisinden gelir. Elbette her şeyin ifrat ve tefriti zarar olup vasatı hayırlı olduğu gibi burada da durum öyledir. Çalışmak noktasında şahısların hırs gösterip, her seferinde biraz daha fazla çalışmaları veya riba gibi haram yollara başvurmaları günümüz toplumunda maalesef sıkça gördüğümüz bir durumdur. Birey, elinden geleni yapıp ötesi için hırs göstermemeli. Bediüzzaman Hazretlerinin bu konuya verdiği örnekler dikkate şayandır. Mesela ağaçların fıtri olarak rızıklarına kanaat etmeleri ve yaratılış itibariyle yerlerinde sabit olmaları rızkın onlara gelmesine; fakat hayvanların hareket edebilir olmaları cihetiyle -özellikle tilki gibi hayvanların- hırsla rızık peşinde koşmaları onlara meşakkat olmuştur. Ya da küçük yavruların aciz halleri ve süt gibi bir gıdaya kanaat etmeleri sebebiyle kendilerine rızıklarının getirilmesi ama tilki, çakal gibi hayvanların rızıkları peşinde hırsla koşup leş yemeleri ve zayıf düşmeleri bu konuya farklı örneklerdir. Burada altını çizerek anlatmaya çalıştığımız konu şudur: çalışmak noktasında tembellik yapmayacağız, fakat elimizden geleni yaptıktan sonra da hırs göstermeyeceğiz. “Kanaat en büyük hazinedir.” Allah rızkımıza kefil olduğunu beyan ediyor. Eğer istese bize çok daha fazlasını da elbette verebilirdi. Bir şeyin çok olması bizim için her zaman iyi olduğu anlamına gelmediğini de unutmamak lazım. Nihayetinde burası imtihan dünyası. Asıl kalınacak yer ise, ahiret yurdu, cennettir. Orayı kazanacak şekilde hareket etmek, en önemli meselemiz olmalıdır. Evet, her zaman olduğu gibi bugün de bir imtihandan geçiyoruz. Aslında olmamız gereken ahlaki ve dini hali hiç olmazsa bu vesile ile fark ediyoruz. Ki yine bu vesile ile iyi olanı bilip, bulup sıkıntılarımızdan kurtulmuş olalım. Hırs, İhlası Kırar Kulun dünyada yegâne maksadı, rıza-yı ilahiye vasıl olmaktır. İhlas süt gibi bembeyazdır leke götürmez. Fakat hırsın olduğu kalpte ihlas zedelenir. Bir ehl-i takvanın dahi kalbinde hırs bulununca, insanların teveccühlerini bir nebze olsun ister. Teveccüh-ü nas isteyen, ihlas-ı taamı bulamaz. Sair vaziyetlerde de hal böyledir. Yukarıda da bahsettiğimiz gibi israf, kanaatsizliktir. Örneğin zaruri ihtiyacından ötede lüks harcamalar yapmak isteyen kişi de öncelikle rızkına karşı kanaatsizlik başlar. Kanaatsizlik çalışmanın şevkini kırıp tembelliğe atar. Şükür etmek yerine hayattan, devletten, başka şeylerden şikayetlenmeler başlar. Bile isteye ya da istemeye istemeye insanlara yaltaklanmayı, zillete düşmeyi tercih eder. İki kuruş fazla kazanmak için Allah’a kulluğu terk eder. Bu kez her şeye karşı kulluk yapar hale gelir. *** Cenabı hak bizleri israftan kaçınıp, kanaat ederek şükreden rıza-yı şerifi dairesinde sünnet ve Kur’an’a göre yaşayan kullarından eylesin. Devletimizi ve milletimizi de girdiği bu ekonomik süreçten selametle çıkarsın.

iktisat ve kanaat Cenab-ı Hakkın hikmetle bu âleme yerleştirdiği nizama/düzene münasip ve layık hareket etmek demektir. En temel değerlerimizden, kadim medeniyetimizin kilometre taşlarından olan iktisat ve kanaat yalnızca hususi bir fazilet değil ehl-i imanın bir hayat felsefesidir. İslam toplumunun vazgeçilmez değerlerinden birisidir. Saygının ve Hayranlığın En Derin Manası İktisat Yeryüzü meydanında hareket eden bütün varlıkların rızkı kendisine ait olan1, ikram edenlerin en keremlisi, merhamet edenlerin en merhametlisi, bizleri nimetleriyle perverde edip yediren içiren, besleyen, büyüten Sultanımız, Halikımız, Rabbimiz olan Hz. Allah’a hamdolsun! اَلْقَنَاعَةُ كَنْزٌ لاَ يَفْنَى 2 fermanıyla kanaati tükenmez bir hazine olarak tarif eden عَزَّ مَنْ قَنَعَ ifadesiyle kanaat edenin aziz olacağını müjdeleyen, ذَلَّ مَنْ طَمَعَ 3 ibaresiyle aç gözlü olanın zillete düşeceğini ders veren Rasul-u Ekrem Efendimize (sav) salat-u selam olsun! *** Bir istikamet rehberi olan Sevgili Peygamberimiz Hz. Muhammed (sav) Efendimizin yüce ahlaklarından birisi olan iktisat, aşırılıklardan kaçınmak ve istikamet üzere gitmek demektir. İktisat, savurganlığın terki, cimriliğin bırakılması ile elde edilebilir. Cimrilik ve savurganlık iki uç noktada aşırılığın bir göstergesidir. Her ikisini de Cenab-ı hak nehyetmiş ve sonuçlarını bizlere şöyle bildirmiştir. وَ لاَ تَجْعَلْ يَدَكَ مَغْلُولَةً اِلٰى عُنُقِكَ وَ لاَ تَبْسُطْهاَ كُلَّ الْبَسْطِ فَتَقْعُدَ مَلُوماً مَحْسُوراً “Hem elini boynuna bağlı kılma (cimri olma); onu büsbütün geniş davranarak da açma! Yoksa kınanmış ve pişman bir hâlde oturup kalırsın.”4 Evet; iktisat ve kanaat Cenab-ı Hakkın hikmetle bu âleme yerleştirdiği nizama/düzene münasip ve layık hareket etmek demektir. En temel değerlerimizden, kadim medeniyetimizin kilometre taşlarından olan iktisat ve kanaat yalnızca hususi bir fazilet değil ehl-i imanın bir hayat felsefesidir. İslam toplumunun vazgeçilmez değerlerinden birisidir. *** Yaşadığımız çağın en esaslı problemlerinden birisi de şüphesiz tüketim çılgınlığıdır. Hesapsız, kuralsız ve sınırsız bir şekilde, dizginlen(e)meyen tüketim faaliyetlerinin içerisinde farkında olmadan maalesef pek çok değerlerimizi de tüketiyoruz. Mecazi rızkın, hakiki rızk şeklinde değerlendirilmesi, görenek belası, hayatı çekilmez bir şekilde ağır hale getirmektedir. Yetinmek, iktifa etmek, razı olmak, şükür etmek gibi güzel hasletler bir tarafa bırakılıp gayr-i zaruri olan ihtiyaçları temin etme ve birilerine yetişme telaşı ile ömür sermayesi telef edilmektedir. Hayatımız gittikçe zorlaşıyor, çünkü fıtrata aykırı hareket ediyoruz. Yeni dertler ediniyoruz, çünkü yaratılışa ters hareket ediyoruz. Evet, israf ve savurganlık fıtratımıza ve yaratılışımıza uymayan zararlı ve belalı hareketlerdir. *** İktisat, Allah’ın bizim için tayin ettiği nimetleri takdir edip hürmet etmeye sevk eder. Rabbimize karşı razı olmuşluğun bir ifadesidir iktisat. Ve bir rıza kapısıdır. Memnuniyetin ve şükranın en güzel bir surette ifade edilmesidir. Nimetin rahmet hazinesinden soframıza kadar geliş serüvenine saygının ve hayranlığın en derin manası iktisat ile ortaya çıkar. Birkaç aylık hayat hikâyesini ve macerasını simasında saklayan tabağımızdaki bir salkım üzüm lisan-ı haliyle bizi şükre davet ediyor. Ekmeğimiz, aşımız, tencerede kaynayan çorbamız bize derinden ve net bir şekilde iktisat vasıtasıyla şükrün ve nimetlerin arkasında nimeti vereni görmenin dersini veriyor. Her nimetin bir lezzeti vardır. O nimetteki lezzeti ortaya çıkaran, nimetten istifade eden kimsenin anlayışı ve yaşayışıdır. Mesela eskiler, “En güzel katık açlıktır.” der. Evet, nimetin lezzeti en çok açlıkta ortaya çıkar. Onun için “Tok ağırlamak zor olur” denilmektedir. İktisat ve kanaat nimetin sahibi olan Cenab-ı Hak ile nimet arasındaki münasebeti ve alakayı kurmaya yardım eder. Güzel bir intikalle hoş ve tatlı bir irtibat ile nimetten mün’ime bir yol açar. Ve ehl-i muktesidin bir parça kuru ekmeğini bin derece kıymetli bir seviyeye çıkarır. Böylece iktisat, lezzetsiz görünen nimetlerdeki lezzeti tatmağa kuvvetli bir sebep olur. Zira o nimet mün’im-i hakikinin hazinesinden bizim soframıza gelmiştir. *** İktisatta ulvî bir izzet ve büyük bir bereket ve yüksek bir sevap gizlidir. Cenab-ı Hak iktisat edeni aziz eder, başkasına muhtaç etmez. Hz. Allah kanaat edenin rızkına bereket ihsan eder, mağdur etmez. Rabbimiz milletin minnetini çekmektense, izzetle çalışmayı tercih edenleri milletin en civanmerdi kılar. Onu el açmaya mahkûm etmez. Umum rezaletin yuvası olan tembellikten ve nimetlere karşı nankörlük etmekten, şikâyetten, şükürsüzlükten kurtulmanın yegâne çaresi iktisat ve kanaattir. Doyumsuzluğun, zevkte yoksunluğun, lezzette mahrumiyetin ve çalışmada şevksizliğin tedavisi iktisat ve kanaattir. Başkasının elindekine göz dikmekten, gayrın malına mahkûm olup el açmaktan, dilencilikten kurtulmanın çaresi, iktisadı rehber edinmektir. Aile hayatında maişet meşakkatinden ve geçim sıkıntısından kurtulmanın çaresi iktisat ve kanaattir. Evet, kanaat etmeyen ve iktisadı hayat düsturu haline getirmeyen kimse, zillete ve manen dilenciliğe ve sefalete düşmeye mahkûmdur. Mutlu bir hayatın ve huzurlu bir ailenin temelinde iktisat ve kanaat vardır. Bugün nice yuvaların yıkılmasında pek çok ailenin dağılmasında önemli rol oynayan iktisatsızlık toplum hayatının huzurunu tehdit eden bir bela olarak karşımızda durmaktadır. Bu bela ve musibete ve manevi hastalığa karşı nebevi bir deva olan iktisat ve kanaat karşı koyulabilir. *** Merhametlilerin en merhametlisi olan yüce Allah bizlere verdiği sonsuz nimetlerin mukabilinde şükür istiyor. Sonsuz nimetler daimi şükür ister. Daimi ve manevi bir şükür ise ancak iktisat ve kanaat vasıtasıyla elde edilebilir. Üzerimizdeki nimetler, etrafımızı kuşatan rızıklar bizi şükre davet etmektedir. Evet, en güzel geçim kaynağı kanaat ile en rahat hayat iktisat ile mümkündür. Allah’ın sonsuz hazinesinden, gözle görünmeyen ikramlarından, akılla anlaşılamayan lütuflarından olan berekete iktisat vasıtasıyla ulaşılabilir. Bizim çok paraya, (nefis için harcanan) ziyade mala (şahsi birikim ve menfaat için toplanan) ihtiyacımız yok! Bize Allah’ın geniş hazinesinden ve sınırsız definelerinden bir parıltı olan bereket yeter. Allah’ın rahmeti, bereketi ve mağfireti hepimizin üzerine olsun! Kaynaklar: 1- Bkz. Hud, 62- Keşfü’l-Hafa, cilt: 2 s.1023- Lisaü’l-Arab, c.8 s. 2984- İsra, 29

Allahu Teâlâ’nın icraat ve yarattıklarına ihtiyaç penceresinden değil, hikmet penceresinden bakılmalıdır. Öyle şeyler görüyor ve yaşıyor ki insan; bütün benliğiyle, Ama neden? Ne anlamı var şimdi bunun? Ne gerek vardı şimdi buna? Neden ben? Neden şimdi? Yazık değil mi şimdi bu masumlara? Ne suçu vardı bunun? Neden bu düzen böyle? Nerede adalet ve merhamet? demekten kendini alamıyor. Soruyor, sorguluyor, anlamaya ve bir yerlere oturtmaya çalışıyor gördüklerini ve yaşadıklarını. Gözler önünde müşahede ettiğimiz şu kâinatı, eşyayı ve olayları anlamaya veya anlamlandırmaya çalışırken neyi kendimize hareket noktası olarak kabul ediyoruz? Nereden bakıyoruz? Neye göre değerlendiriyoruz? Neyi kendimize ölçü yapıyoruz? Bu sorulara verilen cevaplar o kadar önemli ki gözümüzle gördüğümüz şu kâinat, eşya ve olayların mahiyeti, ne oldukları, neye hizmet ettikleri ve anlamları, ancak bu cevaplarla şekillenecektir. Şurası muhakkaktır; Yapılanın ne olduğunu ve neye hizmet edeceğini, en iyi yapan bilir. Kitapla anlatılmak istenen şeyin ne olduğunu, en iyi yazarı ifade eder. Sanatın sırlarını, en iyi sanatkârı beyan eder. Dolayısıyla yapanın, yazanın ve sanatkârın muradını dikkate almadan, sadece yapılanlara, yazılanlara ve sanata bakarak sonuç çıkarmaya çalışmak ya yanlış veya eksik olur. Mademki hakikat budur; öyleyse şu kâinata, eşyaya ve olaylara ilâhî muradı ve ilâhî isimlerin gereklerini gözardı ederek bakanların, olanların iç yüzünü, sırrını, hikmetini ve gayesini anlamaları mümkün değildir. Ne diyorlarsa öyle değildir veya eksiktir. Nasıl yorumluyorlarsa yanlıştır veya noksandır. Hangi tahlil ve tespitte bulunuyorlarsa ya boştur veya teğet geçmedir. Zira yapan bilir! Kâinatı ve kâinattaki varlıkları ve olayları bir filme benzetelim. Nasıl ki her filmin bir senaryosu, o senaryoyu yazan bir senaristi ve o senaryoya göre rol alacak oyuncuları vardır. Filmde rol alacak oyuncular, çekilecek sahneler ve sahnelerde yer alacak her türlü detay, en başta belirlenen senaryoya göre planlanır. Aynen öyle de -teşbihte hata olmasın- kâinat filminin senaristi de Allahu Teâlâ ve O’nun güzel isimleridir. Bundan dolayıdır ki kâinattaki olayları ve olanları ilâhî isimlerin ve sıfatların gerekliliklerine göre anlamak ve anlamlandırmak zorunluluğu vardır. Aksi takdirde hakikati keşfetmek mümkün değildir. Kâinata, eşyaya ve olaylara bakarken değerlendirme noktası, ölçü ve bakış açısı olarak kendini, aklını ve menfaatlerini kabul edenler, ilâhî isimlerin istediği ve ilâhî kudretin de yarattığı şu kâinatı ve içinde olanları anlayamazlar, anlamlandıramazlar, hakikati keşfedemezler ve hikmetini çözemezler. Geliniz, altyapı anlamına gelen bütün bu izahlardan sonra hakikate geçelim ve hakikati dile getirelim. Cenab-ı Hakk’ın bir ismi Kahhâr’dır, kahredicidir. Bu isim kimler üzerinde tecelli edecek? Allah kimleri nerede kahredecek? Bu isim, kahredilmeyi hak edenleri ve kahredilecekleri bir yeri gerektirmiyor mu? Cenab-ı Hakk’ın bir diğer ismi Müntakim’dir, intikam alandır. Bu isim kimler üzerinde tecelli edecek? Rabbimiz kimlerden, nerede ve neyin intikamını alacak? Bu ilâhî unvan, intikam alınmayı hak edenleri ve intikam yerini istemiyor mu? Yine Cenab-ı Hakk’ın bir ismi de Şedîdü’l-İkâb’dır, azabı çok şiddetli olandır. Bu isim kimler üzerinde tecelli edecek? Allah Teâlâ kimlere ve niçin şiddetle azap edecek? Bu isim, şiddetli azabı hak edenlerin varlığını ve bu şiddetli azaba uğratılacakları bir yeri lüzumlu kılmıyor mu? Cenab-ı Hakk’ın bir ismi Rahîm’dir, yani merhamet eden, acıyan ve esirgeyendir. Bu isim kimler üzerinde tecelli edecek? Allah’ın rahmetine kimler mazhar olacak? Bu isim, kendilerine merhamet gözüyle bakılıp istekleri, arzuları ve ihtiyaçları yerine getirilerek memnun ve mesrur edileceklerin varlığını ve bu merhametin tecelli edeceği bir yerin varlığını gerektirmiyor mu? Cenab-ı Hakk’ın bir ismi de Kerîm’dir, ikramı bol olandır. Bu isim kimler üzerinde tecelli edecek? Kerîm olan Allah’ın ikramlarına ve ihsanlarına kimler nerede mazhar olacaklar? Bu isim, ikramları hak eden ve lâyık olanları ve ikramlara gark edilecekleri bir yeri istemiyor mu? Cenab-ı Hakk’ın bir başka ismi de Cemil’dir, güzel olandır. Rabbimizin ebedi güzelliğini kimler görecek? Cenab-ı Hakk’ ın ebedi güzelliği, kendine lâyık âşıkları ve o âşıkların ebede kadar o güzelliğe refakat etmelerini icap ettirmez mi? Rabbimizin isimleri, celâlî ve cemalî isimler olmak üzere iki sınıfa ayrılır. Büyüklük, azamet, yücelik manalarını ifade eden isimlere celâlî isimler; lütuf, güzellik, iyilik ve rahmet manalarını ifade eden isimlere de cemalî isimler denmektedir. Yukarıda zikredilen üç celâlî, üç de cemalî isimlere diğer isimler de kıyas edildiğinde anlaşılır ki celâlî isimler, bir azap yeri olan Cehennemi ve Cehennemi hak edenleri, cemalî isimler de bir mükâfat yeri olan Cenneti ve Cennete layık olanları istemektedir. İşte tam bu noktada sorulması gereken en önemli soru şudur: “Cennet ve Cehennem’i hak edenler kimlerdir?” Kur’an’ın hikmeti bize der ki: İlâhî gayelere kendi hür iradesiyle uygun hareket edenler Cennete, ilâhî gayelere kendi hür iradesi ile âsi olup uygun hareket etmeyenler de Cehenneme gidecektir. “Nedir o ilâhî gayeler” denilecek olsa yine Kur’an’ın hikmeti der ki: “Gizli hazine hükmünde olan Allahu Teâlâ’nın, kendini tanıtmak, bildirmek ve sevdirmek istemesidir.” “Allah’ın kendini tanıtmak, bildirmek ve sevdirmek istemesine ihtiyacı mı var ki?” denecek olsa yine Kur’an’ın hikmetiyle şöyle cevap verilir: Allahu Teâlâ’nın bir şeyi istemesi ve yaratması ihtiyacından dolayı değil, hikmetinden dolayıdır. Bütün isim ve sıfatları hudutsuz ve nihayetsiz olan bir zatın, hiçbir şey yaratmaması abes değil midir? Hikmete zıt değil midir? Sonsuz ihsan, ikram ve cömertlik sahibi olan bir zatın, hiç ziyafet sofraları hazırlamaması, lâyık olanlara hiç ihsanda ve ikramda bulunmaması son derece abes, anlamsız ve hikmetsiz değil midir? Nihayetsiz sanatkârlığı olan bir zatın, hiçbir sanat eseri ortaya koymaması, sanatkârlığının nihayetsizliği kadar büyük bir abesiyet değil midir? Demek ki Allahu Teâlâ’nın icraat ve yarattıklarına ihtiyaç penceresinden değil, hikmet penceresinden bakılmalıdır. Demek ki Rabbimizin bu celâlî ve cemalî iki sınıf isimleri sadece meleklerin varlığını değil, insanların da varlığını gerektirmektedir. Çünkü makamları sabit olan, Allah’a kayıtsız şartsız itaat eden, suç işleme ve kötülük yapma kabiliyetleri olmayan meleklerin, celâlî isimlerin tecelligâhı olan Cehennemde azap görmeleri, ilâhî hikmete uygun değildir. Bundan dolayıdır ki kendi hür iradesi ile hayra veya şerre yönelebilen, yine hür iradesi ile nihayetsiz makamlarda yükselebildiği gibi nihayetsiz derecede alçalabilen bir varlık olan insanın yaratılmasını ilâhî hikmet gerektirmiştir. Eğer -hâşâ- Cenab-ı Hak bir kısım kullarını Cehennemine, bir kısmını da Cennetine koyacak olsaydı, Cehenneme girenlerin, “Yâ Rabbi bizi neden Cehennemine koydun? Bizim suçumuz neydi ki Cehennemde bize azap ediyorsun?” diyerek ilâhî adaleti sorgular tarzda şikâyet etmeye hakları olurdu. Hâlbuki Cenab-ı Hakk’ın bir ismi de Adl’dir, adaleti sonsuz olandır. Allahu Teâlâ adaletsizlikten münezzehtir. O halde kimin cehenneme kimin de Cennet’e gireceğine Adl isminin gereği olarak adaletle hükmetmek üzere, ilâhî irade dünya imtihanını istedi. Öyle bir imtihan olmalı ki amelce kimlerin daha üstün ve güzel olduğu ortaya çıksın ve herkes kendi hür iradesiyle, hiçbir iltimas ve kayırma olmaksızın ya o imtihandan geçsin veya yine kendi hür iradesiyle hiç bir baskı ve zorlama altında olmadan o imtihandan kalsın. Mademki Cehenneme ve Cennete gideceklerin adaletle belirlenmesi için bir dünya imtihanı gerekiyordu, o halde dünyanın şartlarının imtihana elverişli hale getirilmesi gerekiyordu. Bu da yine celâlî ve cemalî isimlerin gereği olarak, zıtların birbiriyle içi içe geçmesini, çarpışmasını gerekli kıldı. Yani hak ile batıl, hayır ile şer, iyi ile kötü, sıcak ile soğuk, doğru ile yanlış ve hakeza, bütün zıtlar birbirine taarruz ettirilerek insanlara ve cinlere müthiş bir imtihan ve müsabaka meydanı hazırlandı. Elekler sallandı, süzgeçler ve imbikler kuruldu. İnsan ve cin, her şeyleriyle imtihana tabi tutuldular. İlâhî adalet (Adl ismi), imtihanı gerekli kıldığı gibi o imtihana tabi olanlara, imtihan sırrını bozmayacak bir tarzda (beden gözlerinin önüne perde çekilerek), akıllara kapı açacak ama iradeleri devre dışı bırakmayacak bir tarzda ilâhî rızanın, ilâhî gayelerin, hak ve hakikatin ne olduğunu bildirmeyi de gerektirdi. Bunun için de insanlar içinde Allah’ın elçisi olacak, Allah katında da insanların elçisi olacak nebiler ve onlara indirilen kitap ve suhuflar takdir edildi ve gönderildi. Gömleğin ilk düğmesinin doğru iliklendiğinde diğer düğmelerin de doğru iliklenmesi gibi, yaradan Cenab-ı Hakk’ın isim ve sıfatlarının iktiza ettiği, gerektirdiği şeyler cihetinden kâinata, eşyaya ve olaylara bakıldığında her şeyin hikmeti ve sırrı akıl gözüne görünür. İnsanın kendi istek, arzu ve menfaatlerini merkeze koyarak baktığında sırrını ve hikmetini çözemediğinden itiraz edip manasızlıkla itham ettiği hâdisâtın, ne oldukları ve neye hizmet ettikleri âşikâr olur. Doğru yerden bakan doğru görür!

“Dervişlik olaydı taç ile hırka / Biz dahi alırdık otuza kırka” mısralarının sahibi olan Yunus Emre, derviş deyince hemen aklımızda beliriveren şahsiyetlerdendir. Dervişliğin kılık kıyafetten çok öte, hayatın bütününü etkisi altına alan, konfordan bir hayli uzak bir hayat tarzı olduğunu ifade eder. Nefsin istemediği/istemeyeceği bir tarz… Hayatının sonlarında, böyle bir hayatın içinde kendini bulan; kendi iç yolculuğu, nefis muhasebesi ve bir arayışın neticesi olarak kendini yollara vuran bir modern çağ dervişidir Lev Nikolayeviç Tolstoy. Birçoğumuzun kütüphane raflarından veya edebiyat derslerinden bir Rus yazar olarak bildiği, adına aşina olduğu; bazılarımızın da “Savaş ve Barış, Diriliş, İtiraflarım, Hacı Murat, Anne Karenina...” gibi kitaplarından okuyarak tanış olduğu mühim bir edebi şahsiyettir. Soyunun Cengiz Han’a dayandığı ileri sürülmekle birlikte Rusya’nın köklü ailelerinden birisine mensup bir konttur. 9 Eylül 1828’de doğmuş, iki yaşındayken annesini ve dokuz yaşındayken babasını kaybetmiştir. Ruhsal bir değişim geçirirken hayatı anlamlandırmaya çalışarak ruhunda yaşadığı değişime bir yön vermek istemiştir. Her ne kadar Hıristiyan bir aile ve çevrede doğup büyümüş olsa da belirli bir fikrî olgunluğa ulaştığında Hıristiyanlık inancındaki çelişkileri, tutarsızlıkları sorgulamaya başlamıştır. İtiraflarım adlı eserde bu sorgulamalara sıklıkla yer verir. Tahrif olmuş bu inanç sistemindeki fıtrî olmayan ritüeller, fıtratı bozulmamış olan Tolstoy’u rahatsız eder. “Kutsama törenleri, kilise merasimleri, putlara ve aziz resimlerine tapınmalar beni itiyordu” diyerek samimi bulmadığı dini ritüelleri eleştirir. İncil’in de kilise tarafından bozulduğunu kabul edip onlara güvenmediğini açıkça ilan eder. Nihayetinde kilise tarafından aforoz edilir. Akrabaları aklını yitirdiğini düşünüp ondan uzaklaşır. Hıristiyanlığın batıl öğretilerine mukabil İslam’a ve İslam peygamberi Hz. Muhammed’e (sav) olan saygısı kayda değer boyuttadır. “Hıristiyan ideallerini ve gerçek anlamıyla Hıristiyan öğretisini her şeyden üstün tutan benim gibi birinin söylemesi çok tuhaf görünse de harici biçim bakımından Muhammediliğin kilise Hıristiyanlığına göre karşılaştırılamayacak ölçüde üstün durduğuna hiç kuşkum yok. Bir insandan kilise Hıristiyanlığı ve Muhammedilik arasında bir tercihte bulunması istense, her aklı başında insanın, bir Tanrı ve onun yegâne peygamberi şeklinde tek bir dogması olan Muhammedîliği; teslis, günah çıkarma, Tanrı’nın annesi, ermişler, onların tasvirleri ve karmaşık tapınma ritüelleriyle anlaşılmaz, içinden çıkılmaz bir ilahiyatı olan kilise Hıristiyanlığına yeğleyeceği konusunda hiç kuşku yok.” sözleri ona aittir ve İslam’a ve Peygamberimize duyduğu hayranlığın bir itirafıdır. Peygamber Efendimize (sav) olan hayranlığını küçük bir kitap neşrederek kayıt altına almış, tescillemiştir. 2015 yılında “Ünlü Rus Yazarın İslam Peygamberi İle İlgili Kayıp Risalesi” başlığı ile şöhret bulan bu kitap uzun süre çok satanlar listesinde kalmayı başarmıştır. Tolstoy, bu risalesini 1909 yılında neşretti. Ancak iddiaya göre kitap, Rusları etkilememesi için devlet tarafından bilinçli bir politikayla gözlerden uzak tutuldu. Sovyetlerin yıkılması ile 1990 yılında eser, Rusça olarak yeniden yayımlandı. Tolstoy’u bu kitabı yazmaya yönelten sebep ise 1908 yılında Hindistanlı âlim Abdullah El Sühreverdî’nin “Hz. Muhammed’in Hadisleri” adlı kitabıdır. Kitaptan oldukça etkilenen Tolstoy, seçtiği hadislerle hemen bir kitapçık oluşturdu. Daha çok, Allah inancı, fakirlik, eşitlik, ölüm ve iyi insan olma gibi konuları içeren hadisleri toparladı. Tolstoy’un hadis olarak seçtiği sözlerden bazıları şöyle: “Hakikat insanlar için ne kadar acı olsa da, hakikati söyleyin.” “Hiç kimse öfkesini yutmaktan daha güzel bir içki içmemiştir.” “İşçinin hakkını alnının teri kurumadan veriniz.” “Sizden biriniz, kendisi için arzu edip istediği şeyi, din kardeşi için de arzu edip istemedikçe, gerçek anlamda iman etmiş olmaz.” Bütün bu yaşananlar onu hakikate ulaştırmış mıdır bilinmez ama yaklaştırdığı söylenebilir. Birtakım çevrelere göre Tolstoy ölmeden önce Müslüman da olmuştur. Tolstoy’un yaşadığı dönemde Tataristan’da faaliyet gösteren Nakşî dervişleriyle görüştüğü, bu belgelerin Tatar edebiyat tarihi kitaplarında yer aldığı bilinir. Buna göre Tatarlarda 1860 yıllarında çok ilginç bir sofi teşkilatı meydana gelir. Kurucusu Bahauddin Vaisov, Nakşibendî Tarikatına mensuptur. Bahauddin Vaisov, Tolstoy ile görüşmüş ve ona bu tarikatı anlatmıştır. Fazlasıyla çalkantılı bir hayatın sonlarında ruhundaki dinginliği fiiliyata dökmek isteyen Tolstoy, bir derviş gibi bütün varlık ve şöhretini geride bırakarak on günlüğüne de olsa bir dervişlik yaşantısını fiilen tatmış ve öylece hayata veda etmiştir. “İtiraflarım” adlı eserinde dile getirdiği gibi “ölüm” karşısında şöhret ve servet bir hiç değil miydi zaten? Öyleyse bir kıymeti de yoktu. Bu tarz bir terk ediş bize İbrahim bin Edhem’i hatırlatıyor. Hani bir akşam vakti evinde otururken çatıda develerini arayan adamı fark etmişti. “Çatıda deve mi aranır be adam?” sorusuna mukabil aldığı cevap onu İbrahim bin Edhem yapmıştı. Deveci şöyle diyordu: “Sen rahat döşeğinde Allah’ı arıyorsun, bu mantıklı da benim develerimi çatıda aramam mı akılsızca?” 28 Ekim 1910 sabahı saat 5’te hasta yatağından kalkan ve son yolculuğuna çıkan Tolstoy da bir hayli yaşlı olmasına rağmen 13 çocuğunu da arkasında bırakarak kendini yollara vurdu. Giderken onu hiç anlamayan, ama onun da hiç anlamadığı karısına yazılmış bir mektup bıraktı: “Sofya Andreyevna’ya. Gidişim seni üzecektir. Bunu istemezdim, ancak bunu anla ve başka türlü davranmanın elimden gelmediğine inan. Evdeki durumum katlanılmaz olacak, hatta şimdiden oldu. Bütün olumsuzluklar bir yana, yaşamakta olduğum o lüks koşullarda (şartlarda) daha fazla yaşamazdım ve şimdi, benim yaşımdaki insanların genel olarak yaptıkları şeyi yapıyorum: Onlar dünyevi hayattan çıkar giderler, son günlerini dünyadan elini ayağını çekerek, huzur içinde geçirebilmek için.” Kızının ifadesiyle insanların, şan ve ünün artık kendisine ulaşamayacağı, sonunda yalnız kalabileceği, kendini ve Allah’ı bulacağı yerlere gitmek için ısrar ediyordu. Bu yerlerden birisi de İstanbul’du. Ancak kafası karışık, umutsuz ve hastaydı; ateşi yüksekti, başı ağrıyordu ve kalbiyle ilgili sorunları vardı. Bu hayata uzun süre dayanamayacağı çok açıktı. Yorgun kalbi daha fazla dayanamadı da... 82 yaşındaki bu ihtiyar Astapova Tren İstasyonunda hayata gözlerini yumdu.

Sultan 2. Abdülhamid’in iradesiyle Medine-i Münevvere’nin limanı olan Yenbu’ya ve Mekke-i Mükerreme’nin limanı olan Cidde’ye, denizden arıtma usulüyle içme suyu sağlamak amacıyla birer su arıtma tesisi kurulmuştu. Hacıların geçiş güzergâhı olan bu limanlara su arıtma makineleriyle birlikte buz makineleri de alınmıştı. Yenbu, Arab Yarımadasının Kızıldeniz kıyısındaki bir liman şehridir. Aynı zamanda Medine-i Münevvere’nin limanı olarak da görev yapmaktadır. Medine-i Münevvere’ye uzaklığı yaklaşık 200 km’dir. Yenbu şehri iki kısımdan oluşmaktadır. Limanının bulunduğu sahil kesimine Yenbu’ul-bahr denilirken; iç kesimine, hurma çokça yetiştiği için Yenbu’un-nahl denilmekteydi. 1975’den sonra sanayileşen şehre, üçüncü bir bölge daha eklenerek buraya da Yenbu’us-sınâiye denilmiştir. Yenbu, liman özelliğinin yanı sıra, Mekke-Suriye ticaret yolları üzerinde olmasıyla da tarihte önemli bir rol üstlenmekteydi. Hicret’in ardından bu ticaret yollarını kontrol altına almak isteyen Peygamber Efendimiz (asm), düzenlediği gazve ve seriyyelerle Yenbu’nun emniyetini sağlamıştı. Bu sebeple Yenbu halkı İslâmiyet’le Hicret’in hemen ardından tanışmıştır. Yenbu’da ikamet eden Cüheyneoğulları İslâmiyet’i erken tarihlerde kabul ederken; Müdlicoğulları, Mekkeli müşriklere karşı Müslümanların safında yer almışlardır. Peygamber Efendimiz (asm) ve Hz. Ömer (ra), Yenbu’daki bazı arazileri Hz. Ali’ye (ra) işletmesi için vermişlerdir. Hz. Ali (ra) ise Hilâfeti yıllarında kendisine verilen bu arazileri, Medineli fakirlere ve yolda kalmışlara vakfeder. Yenbu’nun en önemli özelliği, Kuzey Afrika’dan ve Suriye’den Hacc’a gelenlerin güzergâhı üzerinde olmasıdır. Bu sebeple Yenbu’dan geçen Hacıların ihtiyaçlarının giderilmesi Yenbu’yu elinde bulunduran İslâm devletlerinin görevleri arasında yer almaktaydı. Yenbu, Emevîlerden sonra sırasıyla Abbasîlerin, Fatımîlerin ve Eyyûbîlerin idaresi altına girmiştir. Selahaddîn Eyyûbî, 2. Haçlı Seferinin ardından yakılan Yenbu’yu Haçlılardan koruyarak emniyet altına almıştır. Eyyûbîlerden sonra Memlûklerin idaresi altına giren Yenbu, aynı zamanda Mekke Emirliğine bağlıydı. Hind Okyanusundan gelen gemilerin Kızıldeniz’de uğradıkları limanlar arasında Yenbu da vardı. Süveyş Kanalının açılmasının ardından Yenbu, daha fazla önem kazanmıştır. Osmanlıların idaresi altında geçirdiği dört asır boyunca Yenbu’ya birçok yatırım yapıldı. Hicaz’a gidenlerin uğrak yerlerinden biri olduğu için, su şebekeleri, hanlar, hamamlar ve imaretler inşa edildi. Salgın hastalıklara karşın karantina uygulamasının yapıldığı yerlerden biriydi Yenbu aynı zamanda. 1798 senesinde Napolyon’un başarısız Mısır işgali sırasında, Sultan III. Selim, Yenbu ve Cidde limanlarının özellikle korunması konusunda emirler vermiştir. Çünkü bu iki şehir, Hicaz’a yapılacak muhtemel bir saldırı ve işgal girişimi sırasında kritik öneme sahiptiler. Tabir-i caizse, deniz cihetinden, Yenbu Medine’nin, Cidde Mekke’nin kapısıydı. Yine Vehhabi ayaklanması sırasında da Yenbu, Kavalalı Mehmed Ali Paşa’nın oğulları İbrahim ve Tosun Paşalar tarafından işgalden kurtarılmıştır. 1917 senesine kadar Osmanlı idaresinde kalan Yenbu’ya Sultan II. Abdülhamid döneminde, Hacıların içme suyu ihtiyacını karşılamak için su arıtma tesisi ve sıcaklara karşı kullanmak üzere buz makinesi kurulmuştur. Yenbu’nun içme suyu ihtiyacı Yenbu, Medine’nin limanı olması ve Hacıların geçiş güzergâhında olması hasebiyle Osmanlılar için farklı bir öneme sahipti. Evliya Çelebi’ye göre, 17. yüzyılda Yenbu limanına yıllık beş yüz gemi uğramaktaydı. Süveyş Kanalının açılmasının, bu sayıyı büyük oranda arttırdığı muhakkaktır. Bu durum da daha fazla Hacı’nın Yenbu’dan geçen güzergâhı kullanması demekti. Dolayısıyla, Yenbu’dan geçen Hacıların ihtiyaçlarını karşılamak İslâm Halifesi olan ve aynı zamanda Hicaz’ın da hâdimi olan Osmanlı Padişahlarının görevleri arasındaydı. Yenbu’nun husûsen sahil kesiminde Hac dönemi, Hacıların içme suyu ihtiyacı ise, ihtiyaçlar arasında birinci sıradaydı. Süveyş Kanalının açılmasının getirdiği Hac yolcularının yoğunluğundan dolayı da bu ihtiyaç daha fazla hissedilir olmuştu. Bu duruma, Müslümanların her ihtiyacını elinden geldiğince gidermeye çalışan Sultan II. Abdülhamid kayıtsız kalmadı. Kızıldeniz’in suyunu damıtma yoluyla içme suyu elde edebilmek için gerekli araştırmaların yapılması talimatını verdi. Damıtma yoluyla Kızıldeniz’den su arıtarak içme suyu elde edebilmek için su arıtma tesisi kurmak gerekiyordu. Bu tesis için gerekli makinelerin, Londra’da faaliyet gösteren Rusel Dunkan isimli bir firmadan temin edilmesi üzerinde duruldu. Firmanın ürettiği, o günkü ismiyle su taktîr (damıtma) makineleri iki boydu. Biri büyük, diğeri ise ona nisbeten daha küçüktü. Bu makinelerin kapasite ve çalışma usulleri ile ilgili olarak firmadan rapor istendi. Rusel Dunkan firmasının 8 Kasım 1899 tarihli yazısında (DAB, A} DVN.MKL, 40/35-7-1) su damıtma makineleriyle ilgili şu bilgiler vardı: Makinelerden büyük olanı 12 saatte 25200 litre temiz içme suyu sağlarken, küçük olan makine ise 12 saatte 12600 litre içme suyu sağlamaktaydı. Büyük makinenin yüksekliği 13,86 metre iken; küçük makinenin yüksekliği 12,80 metre idi. Büyük makine yaklaşık 63 ton ağırlığındaydı. Buna mukabil küçük makinenin ağırlığı 46 ton civarındaydı. Firmasından iki adet makine sipariş edilmesi durumunda, makinelerin üretimi ve teslimi, beş altı ay içinde gerçekleştirilebilmekteydi. Rusel Dunkan firması tarafından makinelerin 24 saat boyunca durmaksızın çalıştırılması tavsiye ediliyordu. Böyle yapılırsa, yakıt açısından tasarruf sağlanabilirdi. Makineler, kullanılacak yakıta göre de iki çeşitti. İstenildiği takdirde petrolle veya kömürle çalışabilecek şekilde üretilmekteydiler. Kömürle çalışan makineler, petrolle çalışan makinelere göre fiyat açısından daha ucuzdu. Bir de denizden su çekmek için boruya ihtiyaç vardı ki; makinenin kurulacağı yere göre boruların adedi ve uzunluğu artacaktı. Makine ile deniz arası mesafenin uzaması durumunda, kurulum maliyeti artacaktı. Küçük makine tercih edilir ve 24 saat kesintisiz çalıştırılırsa, günde 12 saat çalıştırılan bir büyük makine gibi üretim yapardı ve kapatıldıktan sonra, tekrar çalıştırmanın getirdiği enerji kaybının maliyetinden kurtulunabilirdi. Dâhiliye Nezâreti, Sadâret’ten İzin İstiyor Hacıların büyük kısmı, Hac yolculuğu esnasında hem gidişte hem de dönüşte Yenbu’dan geçmek zorundaydılar. 1899 senesi de yağış açısından sıkıntılı bir seneydi ve Yenbu’da ciddî anlamda su sıkıntısı çekiliyordu. Su taktîr makinelerinden önce, hızlı bir şekilde su sıkıntısına nasıl çare bulunulabilir diye düşünülmüştü. Yenbu’nun hurma bahçeleri ile meşhur iç kısmı olan Yenbu’un-nahl’den içme suyu ihtiyacının bir kısmı karşılanabiliyordu. Fakat bu destek yeterli olmuyordu. Bu noktada, Cidde ile Yenbu arasında işleyen vapurlarla içme suyunun taşınması ihtimali üzerinde duruldu. Vapurlar aracılığıyla getirilen içme sularının muhafazası için de Tersane-i Amire’de imal edilen sarnıçlar kullanılacaktı. Bu çerçevede elli adet sarnıç Yenbu’ya gönderildi. Fakat bu girişimden bir sonuç elde edilemedi. Yenbu’nun içme suyu sıkıntısını giderecek yegâne çözüm, su taktîr makinesiydi. Bu çerçevede, Dâhiliye Nezâretinden Sadâret’e Yenbu’nun içme suyu sıkıntısını anlatan iki adet yazı gitti. 20 Kasım 1899 tarihli (DAB, DH.MKT, 2273/46-1-1) ve 3 Aralık 1899 tarihli (DAB, DH.MKT, 2279/120-1-1) bu yazılar üzerine, gerekli tahsisat bulunmaya çalışılırken, Cidde’ ye de su arıtma makinesi alınması gündeme geldi. Cidde’ye Su Arıtma Makinesi Cidde, Mekke’nin denize açılan kapısı olarak günümüzde olduğu gibi eskiden de Yenbu’ya göre daha geniş kapasiteli bir limana sahipti. İçme suyu ihtiyacının her geçen sene artması da göz önünde bulundurulduğunda, Cidde’ye de su arıtma makinesinin alınmasının gerekli olduğuna karar verildi. 1906 senesinde hem Cidde hem de Yenbu için su arıtma makinelerinin siparişleri verildi. Bu mevzu ile alakalı Sadrazam Mehmed Ferîd Paşa imzalı 13 Temmuz 1906 tarihli vesikada (DAB, Y.A.HUS, 504/85-1-2), su arıtma makineleri için gerekli tahsisatın bulunduğu ifade edilmekteydi. Ayrıca binlerce hacının geçiş güzergâhı olan bu limanlara kurulacak su arıtma tesislerinin Peygamber Efendimizi (asm) de manen hoşnûd edeceği ifade edilmekteydi. Hem Cidde’ye, Hem de Yenbu’ya Buz Makineleri Yenbu’da ve Cidde’de tesis edilmek üzere 1906 senesinde su arıtma makinelerinin sipariş verilmesinin ardından, yine bu iki liman şehri için birer de buz makinesi alınması talep edildi. Sultan II. Abdülhamid, bu talebi de kabul etti. Buz makinelerinin Linde isimli firmadan temin edilmesine karar verildi. Alınması düşünülen makineler, Cidde için günlük dört bin kilo buz, Yenbu için ise günlük iki bin kilo buz üretebilecek kapasitedeydiler. İmalatları, kurulmaları ve işleyecekleri tesislerin inşaatı, toplamda sekiz ayda bitirilebilecekti. Buz makineleri, kömürle veya petrolle çalışmaktaydılar. Hangisi istenirse o tercih edilebilirdi. Cidde’de kömür bulmak kolaydı ama Yenbu için petrolle çalışması daha iyi olacaktı. Bu cihetle petrolle çalışanları tercih edildi. Su artıma makinelerinin yanı sıra, buz makinelerinin de alınması ile ilgili olarak bir komisyon teşkil edildi. Bu komisyonun birinci üyesi, İstanbul Şehremini Reşîd Paşa idi. Reşîd Paşa hazırladığı 13 Mayıs 1907 tarihli raporda (DAB, Y.MTV, 297/153-1-1), buz makineleri içinde en iyisinin Linde sisteminde çalışanlar olduğunu ifade ediyor. Ayrıca raporda buz makinelerinin fiyatları da belirtilmekteydi. Buna göre kömürle çalışanı 3100 Lira iken, petrolle çalışanı 3500 Lira idi. Su Arıtma Makinesinin Denetimi Sultan II. Abdülhamid’in bizzat takip ettiği her projede olduğu gibi, bu projede de baştan sona birçok uzman ve yetkili, makinelerin alım ve kurulum sürecini denetlemişler ve raporlar hazırlamışlardır. İstanbul Şehremini Reşîd Paşa’nın buz makineleri ile ilgili 13 Mayıs 1907 tarihli raporunun ardından Sultan II. Abdülhamid, imali tamamlanan su taktîr makineleri ile ilgili Londra Büyükelçiliğimizden rapor istedi. Eğer makinelerde bir arıza veya bir eksiklik varsa yerinde düzeltilmesi veya sorun büyükse iade edilmesi için böyle bir denetim gerekliydi. Sultan, bu konuda hassastı çünkü daha önce yine bazı parçalarını Londra’da imal ettirdiği torpidolu denizaltılarda bazı parçaların kalitesiz üretilmesinden kaynaklanan sorunlar yaşanmıştı. Bu kalitesiz parçaların yerine yenileri, Tersane-i Amire’de yerli mühendislerce ve ustalarca üretilmişti. İşte böyle bir sorun yaşanmaması için, Londra’dan Mösyö Smith isminde emekli bir amiral görevlendirildi. Mösyö Smith’in hazırladığı 17 Haziran 1907 tarihli rapora (DAB, HR.İD, 2002/11-1-1) göre su taktîr makinelerinde sorun yoktu ve aynen Osmanlı Devletinin talep ettiği şekilde imal edilmişti. Su Arıtma Tesislerinde Çalışmak Üzere Görevlendirilenler Su taktîr makinelerinin ve buz makinelerinin alınması ve kurulması ile bu makinelerin işleyeceği tesislerin inşasının tamamlanmasının ardından, tesislerde çalışmak üzere teknik askerî personelden görevlendirmeler yapılmıştır. Cidde ve Yenbu’daki su taktîr ve buz makinelerinde çalışmak üzere Fabrikalar Komisyonunca iki kolağası ile iki yüzbaşı görevlendirilmişti. Konu ile ilgili olarak Bahriye Nâzırı Arif Hikmet Paşa imzalı 2 Şubat 1909 tarihli belgede (DAB, DH.MKT, 1304/29-20-1), şu ifadelere yer verilmekteydi: “9 ve 27 Kanunuevvel sene 1324 tarihli ve yüz yirmi yedi ve yüz otuz beş numaralı iki kıt’a tezkire-i aliyye-i dâverîleri cevâbıdır Cidde ve Yenbu’ için mübâyaa olunan taktîr ve buz makinelerinde çalışmak üzere melfûf pusulada isimleri gösterilen sağ kolağası Kulaksızlı Hasan Tahsin ve sol kolağası Tophaneli Refik ve yüzbaşı Kasımpaşalı Ahmed Fevzi ve Kığılı İsmail efendilerin ta’yîn ve i’zâmları fabrikalar komisyonunun müdîriyetinden musaddak i’lâmı üzerine şûrâ-yı bahriye kararıyla bi’t-tensîb îcâbı icrâ kılınmakla ol-bâbda emr u fermân hazret-i men lehü’l-emrindir” Kızıldeniz’den arıtma usûlüyle su elde edilmesi, Yenbu ve Cidde için önemli bir adımdı. Bu yatırım, Sultan II. Abdülhamid’in Hicaz’daki eserleri arasında az bilinenlerinden biri olarak kayıtlara geçmiştir. Hicaz Demiryolu’nun işletmeye açılması, Medine’ye elektrik santrali kurulması ve Cidde ile Yenbu’ya kurulan içme suyu tesisleri eş zamanlı hayata geçirilen önemli yatırımlardı. Bu yatırımlar, bütün İslâm dünyasını ilgilendirmekte ve İstanbul ile Hicaz’ı kuvvetli bağlarla birbirine bağlamaktaydı. Hacıların ve Hicaz’da yaşayan halkın dualarını kat kat arttırarak Sultan II. Abdülhamid’e yönlendirmelerini sağlamıştı. Osmanlı Devletinin Hicaz’a dünya ile eş zamanlı olarak her türlü teknolojiyi getirdiğinin de delilleri olmaktaydı.

Ya Rabbi! Senin rıza-yı şerifini gaye ve maksat yaparak; dünyadaki muhtaç, mağdur, mazlum Müslüman kardeşlerimizin mahzun gönüllerine bir nebze olsun neşe serpmek, dertlerine ve kederlerine ortak olmak, sevinçlerini paylaşmak için yola çıkıyoruz. Yolculuğumuzu hicretten say. Azımızı çok eyle. Amelimizi makbul, sa’yimizi meşkûr, manevi ticaretimizi riyadan, şandan, şöhretten uzak, sadece senin rızan için yapılan ve asla zarar ettirmeyen lentebûr sırrına mazhar kıl. Rabbimiz! Bizlere lütuf ve ihsanın olan iman ve İslam hakikatlerini muhtaç gönüllere ulaştırma niyetimizin müşahhas tezahürünü ihsan ve ikram eyle. Bu minval üzere niyet ve dua edip yola revan oluyoruz. Kurban için bu yılki hicret yerimiz, sahabe efendilerimizin de ilk hicret yeri olan Habeşistan, yeni adıyla Etiyopya idi… Habeş kelimesi, derisinin rengi koyu esmer olan kimse, Habeşistan da siyahî insanların yaşadıkları ülke anlamına geliyor. Böyle olmakla beraber Habeşistan isminin Eski Yunanca’da “siyah derili insan” anlamına gelen 'aethiops' kelimesinden türemiş Etiyopya şeklinde değişmesi Batılı ülkelerin oyunlarından biri olsa gerek. Dikkat edilirse bizim ruhumuzda Etiyopya ismi hiç de sıcaklık oluşturmuyor. Habeşistan, manevi ağırlığı olan bir kelime. Sebebi herkesçe malum: Necaşi’nin memleketi… Necaşi, Müslümanları en sıkıntılı zamanda bağrına basıp İslam’ın inşasında önemli pay sahibi oldu. Nihayetinde İslamiyet’le şereflendi… Vefatında Peygamber Efendimiz: “Bu gün Allah’ın Salih kulu Ashame vefat etti. Kardeşiniz için Allah’tan mağfiret dileyiniz” buyurarak Necaşi’nin vefat ettiğini, aynı gün Medinelilere haber verdi. Peygamber Efendimiz, Necaşi’nin gıyabi cenaze namazını dört tekbirle kıldırdı.1 Hazret-i Necaşi’nin Resul-i Ekrem Efendimizi bizzat görüp sohbetinde bulunma imkânı olmamıştır ama İslamiyet’in temeli atılırken önemli bir köşe taşını koymak da ona nasip olmuştur. Bu itibarla ruz-ı mahşerde sahabe efendilerimiz gibi iltifat-ı İlahiye mazhar olacağı muhakkaktır. Habeşistan deyince hatırlayacağımız bir diğer isim ise Bilal-i Habeşi (ra)’dır.… Bilal-i Habeşî (ra), Resûlullah Sallallahu Aleyhi ve Sellem’in müezzini olarak meşhur olmuş, açıktan Müslüman olduğunu söyleyen ilk yedi kahraman sahabiden birisidir. Ezan okumaya başlayınca yolda yürüyen Yahudi dahi dinlerdi. Bir gün sabah ezanını okurken “Es-salatu hayrün minen-nevm (namaz uykudan hayırlıdır)” ibaresini eklemişti. Sevgili Peygamberimiz bundan memnun oldu ve her sabah söylemesine izni verdi. Başka bir güzelliği olmasa dahi bu iki isim Habeş kelimesinin ruhumuzda güzel duygular uyandırmasına yetip de artıyor. Yerel dilde “yeni çiçek” anlamına gelen başkent Addis Ababa’dayız. Kardeş kuruluşumuz; kara kıtanın, kara insanlarından beyaz gönüllü iki arkadaşı bize yardımcı olmaları için görevlendirdi. Bize tahsis edilen arabanın hem şoförlüğünü yapıyorlar hem de bizlere mihmandarlık ediyorlar. Orada Müslümanlarla Hristiyanlar aynı ortamlarda, iç içe yaşıyorlar. Bazı küçük bölgeler hariç pek sıkıntı görünmüyor. Bize refakat eden arkadaşlardan biri de Hristiyan. Adı Terrafe. Gün boyu birlikte çalışma yaptığımız biri olur da bizim kardeşler boş dururlar mı? Zira, fıtratı müteheyyiç olan insanın rahatı yalnız sa’y ve cidaldedir. Hemen başlıyorlar tebliğe. Fakat tebliği; esaslarına uygun, nezîhane, nazikâne ve kavli leyyin bir üslupla yapıyorlar. “Benim anne-babam ve ailem Hristiyan. Ben de Hristiyan’ım Müslüman olmayı düşünmüyorum” diyor muhatabımız. İkinci gün yine yumuşak bir üslupla tebliğini yineliyor ekibimiz. “Bir yıl müsaade istiyor Terrafe. Bir yıl düşüneyim, araştırayım diyor.” Ne yapalım bir yıl bekleyeceğiz çaresiz. Son gün Türkiye’ye dönmek için havaalanına doğru yola çıkıyoruz. Yolumuz bir Türk lokantasına düşüyor. Yediklerimizden ona da yediriyoruz. Kendimizden ayrı tutmuyoruz onu. Nihayet havaalanına 5 dakikalık bir yolumuz kalıyor. Cenab-ı Hak bir şey getiriyor aklımıza: Arabada “Koro halinde kelime-i tevhidi söyleyelim ola ki muhatabımız da söyler ve kalbinde, ruhunda tesir uyandırır” diyoruz. Başlıyoruz söylemeye. Nihayetinde Terrafe de söylüyor. Koroyu kesip Terrafe’nin tek başına söylemesi için telkinde bulunuyoruz. Havaalanına girdiğimiz anlarda 3-4 kez kelime-i tevhidi söylüyor. Risale-i Nur’un şefkat meşrebiyle hallenmiş olan ve her daim insanların kurtuluşunu hedefleyen kardeşlerimiz, arabadan inip bütün benlikleriyle kucaklayıp tebrik ediyorlar Terrafe’yi. Bilal-i Habeşi’ye kardeş olsun diye yeni adını Bilal olarak değiştiriyoruz. Değişen yalnız isim değil elbette. İnsanın benliği değişiyor. Gözleri yaşarıyor. Bu bizdeki ümidi daha da kuvvetlendiriyor. Nitekim ihtida edenlerin hemen hepsinde ağlama ve gözyaşı sahnesi olur. Bütün bunlar 5-10 dakika içinde olup bitiyor. Nihayet ayrılıyoruz. Ama gözümüz arkada kalıyor. Acaba Bilal’in kalbine iman yerleşti mi? Yoksa bu ani bir refleks mi? Türkiye’ye döndükten iki gün sonra müjdeli haber geliyor: Bilal namaza başlıyor… “Sizin vasıtanızla bir kişi imanını kurtarsa, güneşin üzerine doğduğu her şeyden daha hayırlıdır” hadis-i şerifini hatırlıyor, şükür secdesine kapanıyoruz. Bu seyahatler hac ve askerlik hatıraları gibi… Anlatmakla bitmez. Ama biz bir hatırayı daha paylaşalım sizinle. İkinci mihmandarımızı unutmayalım. Bu kardeşimiz mühendislik üzerine yüksek lisans yapıyor. Maalesef Habeşistan’da, üniversitede okuyan Müslüman talebelerin oranı %10’u geçmiyormuş. Üniversite okuyan Müslüman gençlerin elinden tutan manevi rehberler olmadığı için kimliklerini muhafazada zorlanıyorlar. Bizim mihmandar kardeş bu yangını içinde yaşayan ve bu noktada bir şeyler yapma gayretinde olan birisi. Tam da bizim dualarımızla aradığımız bir kardeş. Sohbetlerimizde biz Rabbimizin bizlere lütfettiği hakikatleri ve hizmetlerimizi ona anlatıyoruz; o da bize yukarda bahsettiğimiz durumları anlatıyor. Benim üniversitede arkadaşlarım var. İslamiyet adına gayretli arkadaşlar, sizleri onlarla tanıştırayım diyor. Balonu alınca sevinen Afrika çocukları gibi seviniyoruz. Kardeş kuruluşumuzun binasında buluşuyoruz o mübarek gençlerle. Bacılarımız da var. İki saat kadar konuşuyoruz onlarla. Elimizde hazine gibi iman hakikatleri olduğundan bahsediyoruz. Ümitli olmamız gerektiğini ısrarla vurguluyoruz. Zira Afrika insanının ekmekten daha fazla ümide ihtiyacı var. Avrupa medeniyetini taklit etmenin Müslüman kimliğini yok ettiğinden bahsediyoruz. İslam medeniyetinin kıymetini dilimizin döndüğünce ifade ediyoruz. Kur’an-ı Kerim’in göze hitap eden mucizesi olan tevafuk’u anlatıyoruz son olarak. Nasıl hayranlıkla dinliyorlar. Çok istifade ettiklerini yeminle beyan ediyorlar. Yanımızda götürdüğümüz tevafuklu Kur’an-ı Kerimleri ve İngilizce eserlerimizi hediye ediyoruz. İnternet üzerinden sohbetlerimize devam kararı alıp vedalaşıyoruz. Niyet ve dua amellerin çekirdeğini oluşturur. Kardeşlerimizin halis niyeti ve samimi duası karşı tarafın da nasibi ile birleşince Rabbimiz iki tarafa da bu güzelliği ikram ediyor. Yaklaşık 110 milyon nüfuslu Habeşistan’da dualarımızla aradığımız bu iki genci karşımıza çıkaran Rabbimize hamd ediyoruz… Bu güzelliklerin yaşanmasına vesile olan Türkiye’mizin medar-ı iftiharı Hayrat İnsanî Yardım Derneğine, bayram sevinci yaşayan binlerce mahzun gönüllere tercüman olarak binlerce teşekkür ediyoruz. Kaynaklar: 1- M. A. Köksal, İslâm Tarihi, XVI, 118.

“O Allah ki, sizi bir tek canlıdan yarattı ve bundan da, gönlü kendisine ısınsın diye eşini yarattı.” (Araf, 189) Mehmed o gün çok mutluydu. Çünkü dünya saadetinin temeli olan bir yuva kuruyordu. O yuva cennet saadetine de vesile olsun arzu ediyordu. Ve diyordu ki; “Bir işe nasıl başlarsan öyle devam eder. Allah Resulü gibi bu hayırlı işe başlasam onun yolunda olurum, âdetimi ibadete çeviririm.” Ayrıca “Bu zamanda bu imkân varken böyle düğün mü olur?” diyen kınayıcıların kınamalarına bakmadan helal dairesinin keyfe kâfi olacağını da arkadaşlarına göstermek istiyordu. Bu niyetle tertip ettiği düğününe bizi de davet etti. Bana dönüp, “Hem bana, hem gelin hanıma, hem de düğünüme gelen arkadaşlarıma nasihat eder misin?” dedi. Ben, “Nasihate en önce kendimin ihtiyacı var, ben kendime ve sana söyleyeyim, ihtiyacı olan istediğini alır” dedim. “O Allah’ın delillerinden biri de, kendileriyle huzur bulasınız diye size içinizden eşler yaratması, birbirinize karşı sevgi ve şefkat var etmesidir.” (Rum, 21) Huzur nedir? İnsan niçin evine dâr-ı saadet der? “Huzur nedir? İnsan niçin evine dâr-ı saadet der?” diye Mehmed’in düğününe gelenlere sordum. “İşin, aşın ve eşin olmasıdır, bunların üstüne geniş bir evin, rahat bir araban varsa dünyanın en mutlu adamlarındansın. Bunlar olunca huzur da olur” dediler. Doğrudur, ama ben huzuru biraz daha farklı düşünüyorum. Birisi var, beni görüyor, işitiyor, biliyor. Dualarıma cevap verip ihtiyaçlarımı tedarik ediyor. Beni kollayıp, gözetiyor ve koruyor. O zat huzuruyla kendi sanatının insanı aczde bırakan güzellikleriyle kendini tanıtmak ve bildirmek istiyor. Rahmetinin güzel meyveleriyle kendini sevdirmek, maddî ve manevî nimetlerin lezzetleriyle bizi beslemek istiyor. O, mutlak bir cömertlikle nihayetsiz servetini, bitmeyen hazinelerini gösteriyor. Yeryüzünü bir sergi hükmünde yapıp, bütün antika sanatlarını orada teşhir ediyor. Böylelikle o huzuruyla her şeyden büyük, her şeye gücü yeter olduğunu, fiil ve sıfatlarında hiç bir noksaniyeti olmadığını, sevgi ve muhabbete sebep olan, hüsün, cemal ve kemalin aslının kendinde olduğunu gösteriyor. İşte bunlar insana huzur verir. İnsan saadet için evlenir. Çünkü insanın en ziyade istediği saadettir. Bu da iki kısımdır. Saadetin birincisi: Allah’ın rızasıyla, lütfuyla, isim ve sıfatlarıyla insana her zaman yakın olduğunu gösteren tecellisiyle kurbiyetine mazhar olmaktır. Bu kurbiyet ancak: “Eğer Allah’ı seviyorsanız hemen bana uyun ki; Allah da sizi sevsin.” (Âli İmran) kutsi kaidesiyle sağlanabilir. Saadetin ikinci kısmı ise üç esas ile sıralanabilir. İkinci kısım saadetin birinci esası: Mekânın en latifi, çekici kısmı dört tarafı güllerle, enva-i çeşit çiçeklerle süslenmiş, bağ ve bahçelerle çevrilmiş, altından su ve nehirlerin aktığı geniş ve güzel köşk ve kasırlar veya boğazdaki yalılardır. Bu tarif edilen mekânlar herkesi cezb etmiştir. Şairlerin şiirindeki temsillerin menbaı ve ilham kaynağı olmuştur. Saadetin ikinci esası ise yiyecek ve içeceklerin, en iyisi en lezizi bilinen ve daha önce tadına bakılıp beğenilendir. Çünkü insana garip ve vahşi (alışılmadık, tadılmadık) şeyler tat vermez. Lezzet verdiği cihetle de lezzetin lezzet olması ise yiyeceklerin ve içeceklerin hemen yanında hazır olmasıyla birlikte, yendikçe yerine yenisinin ve daha çok çeşidinin gelmesidir. Bu lezzeti tamamlayan sebeplerin biri de, o rızkın kendi amelinin, çalışmasının, elinin emeğinin karşılığı ve ücreti olduğunu bilmektir. İkinci bir sebep de o rızkın kaynağı daima göz önünde hazır bulunmasıdır ki, kalbi mutmain olsun, rızık için endişe edip tedariki için telaşa düşmesin. Saadetin esaslarından üçüncüsü, “nikâh” ise: “Evet insanın en fazla ihtiyacını tatmin eden, kalbine mukabil bir kalbin mevcut bulunmasıdır ki, her iki taraf sevgilerini, aşklarını, şevklerini mübadele etsinler (paylaşsınlar) ve lezaizde birbirine ortak, hayatlarına lâzım olan şeyleri muavenet suretiyle yapabilsinler ve rahmetten neş’et eden muhabbet iktizasıyla, yekdiğerinin zahmetlerini tahfif etsinler! ve (gam ve kederli şeylerde de yekdiğerine muavin ve yardımcı olsunlar). Gamlı, kederli zamanlarını, ferah u sürura tebdil edebilsinler. Zaten dünyada insanların tam ünsiyeti, ancak refikasıyla olur.” Ruh ikizi İnsan ister ki; birisi gelsin, kendisiyle tefekkür edip o hayret ettiği güzel şeyleri, hülyaları, onunla paylaşsın. O paydaş olan kalblerin en latifi, en şefkatlisi; insanın diğer yarısı olan kadın kalbidir. Bu kadın kalbi iffetiyle, kötü ahlaktan pâk ve temiz, çirkin arızalardan uzak durup insanın ruh ikizi olmasıyla ruhî imtizacı (geçimi) tamamlar, dostluk ile kendisine dünyevi aynı alışkanlığı sağlar. Daha önceki, sırf güzelliği, dış görünüşünün cazibedarlığıyla olan arkadaşlığını ruhî anlamda samimileştirir, derinleştirir. İnsan ister ki; bu arkadaşlık ile kalbine karşı bir kalb olan aşkının kalbi, daima göz önünde olsun. Ancak o zaman kendisi için heyecanlanan o kalb göz önünde ve hemen yanı başında olmakla insanın kalbi mutmain olur, ayrılması ve kendisinden uzak olmasıyla kalb ağlar vaveyla ederek arşı inletir. “Zira elemin zevali lezzet olduğu gibi, lezzetin zevali de elemdir; hattâ zevalinin tasavvuru bile elemdir. Evet, bütün mecazî âşıkların enînleri, bağırıp çağırmaları, bu kısım elemdendir ve bütün divanlarıyla yaptıkları ağlamalar, vaveylâlar, hep mahbubların firak ve zevallerinin tasavvurundan neş’et eden elemdendir.” Lezzet ve nimet devam etmek şartı ile lezzet ve nimet olur. İnsan bu nimetlere mazhar olduğunda ona vesvese veren o nimetin devam edip etmeyeceği düşüncesidir. Bu düşüncede olan insana Kur’ an derki: “Islâh edici (nefsi tezkiye edici) amelde bulunanlar için altlarından nehirler akan cennetler olduğunu müjdele. Oradaki meyvelerden ve mahsullerden bir rızıkla her rızıklandırılışlarında ‘İşte bu bizim daha önce de rızıklandırıldığımız (yediğimiz) şeydir’ dediler. Ve ona (dünyadaki rızıklarına) benzer (lezzet ve nefaset bakımından çok üstünü) verilmiştir. Onlar için orada temiz eşler vardır. Ve onlar orada ebedî kalacak olanlardır.” (Bakara, 25) Kur’an (ekl, şürb, nikâh) nimetlerin devam etmesinin müjdesini vermekle o kederli düşünceyi de ortadan kaldırır. Mekân olarak: Altlarından nehirler akan daimi cennetler vardır, der. Yeme içme olarak: Dünyadaki rızıklara benzer (lezzet ve nefaset bakımından çok üstün) değişen ama bitmeyen, yiyecek ve içecekler vardır. Nikâh olarak: Onlar için orada temiz eşler vardır. Cennet o temiz kadınlara zarf ve meskendir. O kadınlar çok yüksek cennetlere layıktır. Cennetin derecesinin artmasıyla onlar da güzelliklerini yükseltir. Yani cennet onlarla süslenir, şirinleşir, güzelleşir. Cennette o kadınları her zaman temiz tutan ancak Allah’ın sanatıyla kudretidir. Allah’ın tâhir ve tenzih ettiği kadınları tavzifleri, tarifleri herhalde insanın kabiliyeti dışında olacaktır. Bu kadınların her zaman temiz ve güzel olması kendilerinden olmayıp başkasından onlara sirayet ettiği anlaşılır. Bu cennet kadınları demekle hurileri ifade eder. Ya bu dünya kadınları, bizim gibi günah işleyen hata eden cennete girdikten sonra sırf cennet için yaratılmış cennet kadınları gibi veya daha güzel nasıl olacaktır. Ayette geçen “temiz eşler” dünya kadınlarına bakması cihetiyle bir temizleme, bir saykal ve tasfiye ameliyatıyla güzellikte hurilerin derecelerine çıkacaklarına delalet eder. Onlar zevceleriyle cennette cennetin lezzetleri ile de hep beraber ve ebedidirler. (İşaratü’l-İ’caz s. 197-205) Saadetin bu üç esasını Peygamberimiz şu hadisleriyle özetlemiştir. “Şu üç şey âdemoğlunun saadetindendir; saliha bir hanım, geniş ev, rahat binek.” (Müsned, 1/168) Dünyamızdan Peygamberimize sevdirilen şeyler ise mübarek ifadesiyle: “Bana, (dünyanızdan) koku ve kadın sevdirildi. Gözümün nuru ise namazda kılındı.” [Nesâî, İşretu’n-Nisâ 1, (7, 61).] Kadın dört hasleti için nikâhlanır Saadete sebeb olan kadının nikahlanmasında esas olan ahlakıdır. Peygamberimiz: “Kadın dört hasleti için nikâhlanır: Malı için, nesebi (soyu) için, güzelliği için, dini için. Sen dindarı seç de huzur bul.” (Buhârî, Nikâh 15; Müslim, Radâ 53, hadis no: 1466; Ebû Dâvud, Nikâh 2, hadis no: 2047; Nesâî, Nikâh 13) buyurur. Biz dahi Mehmed’im, nasıl ki çocukları okullara kayd ederken en iyi hocaları, en iyi okulları imkân nispetinde tercih ederiz. İstikbalinin ve kariyerinin parlak olması için. Aynen öyle de dünya ve ahret hesabıyla anneler çocukların ilk ve en mümtaz, unutulmaz hocaları olması hasebiyle imanlı, ahlaklı ve ilim sahibi kimselerden seçilmelidir. Herkesin hanesi, küçük saadetli dünyasıdır İşte, Mehmed’im! Saadetin esasları bunlardır. Saadet istiyorsan bu esasları muhafaza etmelisin. Mehmed’im evlenip bir aile hayatı kuruyorsun. Bilmelisin ki; dünya hayatının merkezi, zembereği, cenneti, sığınılacak yeri aile hayatıdır. Herkesin hanesi, küçük saadetli dünyasıdır. Bu aile hayatının hayatı ve saadeti ise; samimî ve ciddî ve vefadarane hürmet ve hakikî ve şefkatli ve fedakârane merhamet ile olabilir. Bu da birbirinize daimi refakat etmek, sürekli beraberlik olmak, sonu gelmeyen bir zamanla solmayan bir hayatta birbirinizle beraber olmak fikriyledir. Ahlakı, güzelliği için evlendiğin hanımın hayatın getirdiği zahmetlerle yaşlanacak. Belki evlendiğin zamandaki güzelliği bulamayacaksın. Ama onunla daimi beraber olma fikri sana şunu dedirtmeli: “Bu haremim, ebedî bir âlemde, ebedî bir hayatta, daimî bir refika-i hayatımdır. Şimdilik ihtiyar ve çirkin olmuş ise de zararı yok. Çünkü ebedî bir güzelliği var, gelecek. Ve böyle daimî arkadaşlığın hatırı için her bir fedakârlığı ve merhameti yaparım.” “Asa-yı Musa” diyerek o karısına, her an güzel bir huri gibi muhabbetle, şefkatle, merhametle mukabele etmelisin. Böyle yaparsan sevgin fazla olur Mehmed’im, müsaadenle gelin hanım kardeşimize bu kurduğunuz yuvanın, hakkınızda hayırlı olması ve yukarda saydığımız saadetin esasatını muhafaza etmek için, Peygamber (sav) Efendimiz, muhterem kerîmeleri Hz. Fâtıma-i Zehrâ (r.anhâ)’ya, gelin olurken şu nasihatini zikretmek istiyorum. Peygamber Efendimiz: “Kızım kendini temiz tut! (Devamlı) Rabbini zikret! Efendin sana baktığı zaman senden memnun olsun, büyük bir ferahlık duysun! Gözlerini sürmele! Sürme, kadınların ziynetidir. Kızım! Kocan sana baktığı zaman gözlerini ondan ayırma; sen de mukabele et! Böyle yaparsan sevgin fazla olur. O başka tarafa bakarken, sen onun yüzüne bak! Bunun büyük mükâfâtı vardır. Güzel bakışlarınla, güler yüzle onu takip edip memnun etmene bir ay nafile orucu sevabı yazılır. Kocanın yanında sessiz ve ilgisiz durma! Onun hoşlandığı şekilde güzelce söyle ki, sana muhabbet etsin. Kocanın hatalarını başkalarına söyleme! Eğer söylersen, Allah Teâlâ sana gazab eder. Sonra melekler, peygamberler ve nihâyet kocan sana gücenir...” (Mustafa Râkım, Mürşid-i Müteehhilîn, s: 23.) Ayrıca gelin hanım kardeşim, Ashâb-ı Kirâm’dan Hâris (ra)’ın kızı Esmâ (r.anha), gelin olup giderken annesi ona şu nasîhati yapmıştı: “Kızım, evimizden çıkıp başka bir eve, ülfet etmediğin bir kimseye gidiyorsun. Sen kocana yer ol ki, o sana gök olsun! Sen ona hizmetçi ol ki, o sana köle olsun! Kocana yumuşak davran! Öfkeli hallerinde sessizce yanından kayboluver. Öfkesi geçinceye kadar ona görünme. Ağzını ve kulağını muhafaza et. Kocan sana fena söylerse, söylediklerini duyma; sakın mukabelede bulunma! Ona karşı gelme! Daima senden güzel söz işitsin, güler yüz görsün. Bu suretle sana iyi nazarla baksın.” (Osman Karabulut, İslâm’da Evlilik ve Mahremiyetleri, s. 82) Kalb rahatlığının ilk yolu kanaattir Arap kabilelerinin reislerinden Avf b. Milham’ın Ümm-i Unâs adında bir kızı vardı. Bu kızı evlendireceği vakit kızın annesi Ümâme, gelin olacağı gün kızını karşısına oturtup nasihatlari yapar: “Bak yavrum! Sana bazı şeyler anlatacağım. Onları belleyip îcâb ettiği şekilde hareket et ki, kocanla güzel geçinip aranız bozulmasın: Hâline râzı ol! Yâni kocan, yenilecek ve giyileceğe dair ne alır getirirse kabul et! Zira kalb rahatlığının ilk yolu kanaattir. Kocanla olan sohbetlerinde, onun sözlerine itaat ederek konuş! İtiraz ve isyan ederek hürmet ve itaatte kusur etme! Böyle karşılıklı anlaşma ve itaat ile yapılan sohbetlerden Allah Teâlâ razı olur. Efendinin göreceği yerlere dikkat ve ehemmiyet göster! Sakın onun gözüne çirkin bir şey çarpmasın! Kokusu olabilecek yerleri kolla, hassasiyet göster. Daima güzel kokulu durmasını temin et. Burnuna kötü koku gitmesin! Şunu unutma ki, güzellik ve temizlik getiren şeylerin en iyisi ve âlâsı sudur. Yemek saatini iyi tesbit et. İstediği anda hemen hazır bulundur. Uyuyacağı vakti geciktirme. Âdeti ne zamansa, o zamanda yemeğini ve yatağını hazırla! Zira açlık, insanı huysuzlandırdığı gibi, uykusuzluk da öfkelendirir, geçiminin bozulmasına sebep olur. Mal ve eşyasını muhafaza etmekte titizlik göster. Çünkü malı muhafaza etmek, iş bilmekten doğar. Akraba ve yakınlarına hizmette kusur etme! Kocanın hısım-akrabasına hürmet etmek de iyi idare ve tedbirli olmaktan ileri gelir. Efendinin, haberdar olduğun sırlarını sakın kimseye duyurma. Eğer duyuracak olursan, itimadını kaybeder, sen de ondan emin olamazsın... Kocanın dine aykırı olmayan isteklerini yerine getir. Zıddını söyleme ve karşı gelme! Eğer karşı gelip isyan edersen, kendine kinlendirip düşman edersin. O, kederli olduğu zaman sen neşeli olmaktan; neşeli olduğu vakit de sen hüzünlü görünmekten çekin! Zira onun üzüntülü zamanında senin neşeli görünmen, neşeli zamanında da kederli bulunman onu sevmemenin, hislerine ve dertlerine ortak olmamanın delilidir. Bu hal ise, sizi birbirinizden ayırmaya kadar götüren soğuk bir davranıştır. Şunu iyi bil ki, bu nasihatlerimi yerine getirip gereği gibi hareket edebilmen için; isteklerine, eşinin isteklerini tercih etmen gerekmektedir. Onun isteklerini nefsinin isteklerine tercih edebilirsen, bu söylediklerimi kolayca yapabilirsin...” (Buhari, c. VI, s. 160) Büyüklerimizin pahalı tecrübelerle elde ettikleri bu saadet hazinelerini ücretsiz bize vermektedirler. Biz de kurduğumuz yuva ve toplumun temel müessesesi olan ailemize tatbik etmeliyiz. Ayrıca, evlerini ağız tadıyla geçindirmek, ev ve çocuklarını güzelce idare etmek ve onları mutlu kılmak isteyen hanım kızlarımızın kulaklarına birer altın ve elmas küpe olmalıdır. Menfi neticelerden uzak olmak için: 1. Evleneceğin hanımı ilim ehli nazarıyla bakıp mükemmel kabul etme. Hataya düşersin. (İlmin şe’ni bilmektir. Hatalar ise huy ve ahlak noksaniyetinden gelir.) Ondan gelen -sana göre- hatalar karşısında şaşırır, yanlış yaparsın. Nihayetinde o da insan. Kimse “lâ yüsel” değildir. İnsan nisyan sahibidir. Sair yerlerde gördüğümüz hanımlar gibi o da bir kadın. Üstadımızın buyurduğu gibi: “Herkeste nefs-i emmare bulunur. Bazen de hissiyat-ı nefsaniye damarlara ilişir. Bir derece hükmünü; kalbin, aklın ruhun rağmına olarak icra eder. Sizlerin kalb ve ruh ve aklınızı ittiham etmem. Risale-i Nur’un verdiği tesire binaen itimad ediyorum. Fakat nefs ve heva ve hiss ve vehim bazen aldatıyorlar.” Aynen bunun gibi o da aldanabilir biz de. Hem Peygamber Efendimizin buyurduğu gibi kadınlar eğe kemiği gibidir. Düzeltmeye çalışırsan kırarsın. Onu bu şekilde kabul et hataya düşmezsin.2. Hanımına asla yalan söyleme, güvenini kırarsın. Evlilik yalan üzerine bina edilemez. Ya doğru söyle; ya -zarar veriyorsa- sus.3. Hanımına karşı cimrilik yapma, ahlaksız edersin. İkram edecek imkânın yoksa sonra yapacağına ikna et.4. Zor günlerde birbirinizi suçlamaya kalkışmayın. Birbirinize sabrı, kanaati ve tahammüllü tavsiye edin. Ona zaman tanıyın. Müspet neticeler elde etmek için: 1.Büyüklerimizin buyurduğu gibi, biz eşimize köle olalım ki, o da bize cariye olsun.2. Eşimize merhamet ve şefkat edelim ki, o da bize saygı göstersin, hürmet etsin.3. Eşimize -kendimiz için- çok kıymetli olduğunu ifade edelim ki, o da bize kıymet versin.4. Eşimizin ailesine değer vermek, eşine değer vermektir.5. Sıkıntılı zamanlarda ona kendisini sevdiğini söyle ki, o da sana daima muhabbet beslesin.

Yıllar önce bir büyüğümüzün söylediği söz hâlâ kulaklarımda çınlıyor: “Bu zamanda en büyük hizmet kendini yetiştirmektir.” Zaman geçtikçe bu sözün önemini daha iyi anlıyoruz. Yaşadığımız döneme baktığımızda İslami hizmetlerin geniş kitlelere ulaştırılmasında donanımlı, inanmış, kendisini davasına adamış insan gücünün ne kadar büyük bir ehemmiyet arz ettiğini hepimiz yakinen biliyoruz. Bediüzzaman Hazretlerinin şu ifadeleri de bu sözü teyit eder niteliktedir: “Elli tane talebem olsa, Akdamar adasına gitsem. On yıl onları yetiştirsem. Onlarla dünyayı fethederdim.” Bu yazımızda insanın kendisini ve başkalarını yetiştirmesi hususlarına dikkat çekmeye çalışacağız. Hz. Üstad, insan yetiştirme hususunda muvaffakiyetli nur talebelerini şöyle övmekteydi: “Hüsrev ve Tahirî gibi vazifelerini tam yapan ve bin Hüsrev ve beş yüz Tahirî meydanda bırakan iki kardeşimizi……”1 Sevgili Üstadımızın işaret ettiği bu hakikat, bir büyüğümüzün sık sık yaptığı: “Talebelerinizi kendi omuz seviyenize çıkarın. Onları yetiştirin” ikazını da hatırlatıyor. İkisi de aynı noktaya parmak basıyor: Adam yetiştirmek. Şimdi bu bilgiler ışığında bir takım hizmet ölçülerini ortaya koymaya çalışalım. Ölçü: Hz. Üstad, Risale-i Nur külliyatında muhtelif yerlerde iman hizmetlerinde en önemli sınıfın talebeler olduğunu ifade etmektedir. Risale-i Nur talebesinin vazifesini şöyle açıklamaktadır: “Talebeliğin hâssası ve şartı şudur ki: Sözler’i (Risale-i Nurları) kendi malı ve te’lîfi gibi hissedip, sâhib çıksın. Ve en mühim vazîfe-i hayatiyesini onun neşir ve hizmeti bilsin.”2 Yani Talebe, Risale-i Nurları sahiplenendir. Talebe Risale-i Nurlara derinlemesine vakıf olandır. Talebe Risale-i Nuru yaymak için onu hayatının merkezine koyandır. Talebe Risale-i Nurları kendisi yazmış gibi onu kendi malı gibi görendir. Talebe, “Her şâkirdin vazîfesi, yalnız kendi îmânını kurtarmak değil, belki başkasının îmânlarını da muhâfaza etmeye mükelleftir. O da hizmete ciddî devam ile olur.”3 hakikatini rehber edinip ciddi gayret gösterip başkalarının imanlarını kurtarmak için çalışandır. Bir insan kendi yazdığı kitabın içeriğini bilmez mi? Bilmezse o kişiye bu kitabın müellifi (yazarı) denilir mi? Madem Nur talebesi kendini Risale-i Nurun müellifi gibi bilmelidir. Öyleyse Risale-i Nur talebesinin vazifesi, onu yani hakikatlerini hakkıyla bilmek ve öğrenmektir. Bu da Nur talebesinin, Risale-i Nur külliyatını döne döne okumasını, anlamasını ve bu hakikatleri muhtaç olanlara bildirmesini gerektiriyor. İşte onun içindir ki “Bu zamanda en büyük hizmet kendini yetiştirmektir” deniliyor. Çünkü Risale-i Nurlar üzerinde kendisini yetiştiren bir talebe, tebliğ ve irşat hizmetlerini layıkıyla yapabilir. Kendisini hakkıyla yetiştiren bir Nur talebesi, Risale-i Nurlara tam bir ayna olup onun hakikatlerini temsil eder, kuvveden fiile yani lisan-ı kâlden lisan-ı hâle dönüştürür. Tam ve hakikatli bir şekilde kendisini yetiştirmiş bir talebe Risale-i Nura layık ihlasa, sadakate, sebata, metanete, fedakârlığa mazhar olup kendisi gibi hakikatli, sadık, sebatkâr, metin, fedakâr talebeler yetiştirmeye muvaffak olur. Ölçü: Üstad Bediüzzaman Hazretleri, yetişmiş insan gücünün ehemmiyetini şöyle açıklıyor: “Kemiyet keyfiyete nisbeten ehemmiyetsiz olduğundan, hâlis bir hâdim olarak, hakikat-i ihlâs ile, her şeyin fevkinde hakaik-i imaniyeyi on adama ders vermek, büyük bir kutbiyetle binler adamı irşad etmekten daha ehemmiyetli görüyorum. Çünkü o on adam, tam o hakikati her şeyin fevkinde gördüklerinden, sebat edip, o çekirdekler hükmünde olan kalpleri, birer ağaç olabilirler.”4 Yani talebe yetiştirmek ağaç yetiştirmeye benzer. Bir fidan ağaç oluncaya, toprağa sağlam kök salıncaya kadar ciddi bakım ister. Toprağa kök salıp ağaç olunca da meyve vermeye başlar. Talebe de böyledir. Hakkıyla yetişinceye kadar ciddi ilgi ister. Kendisine lazım olan malumatları toplayabilmesi için rehbere ihtiyacı olur. Doğru rehberlik, etkili iletişim, muhakkik ve müdakkik bir hoca nezaretinde hakikatlere vukufiyet gerektirir. Bunlara sahip olan bir talebe meyvedar bir ağaca dönüşmüş demektir. İşte iman hakikatlerini dünyanın her tarafında dalgalandıracak yeni nesil, bu vizyona sahip kişilerden oluşur. Dünyayı fethedecek kadrolar ancak bu zihniyetin ürünü olabilir. Yeni nesil; İslami hakikatleri özümsemiş, o hakikatleri hayatına yerleştirmiş ve onları başkalarına hakikatli bir rehber olarak aşılayan manevi ağaçlar hükmünde milyonlar münevver meyveler verecek inşaallah. Cenab-ı Hak o nesli yetiştirmeyi cümlemize nasip eylesin. Âmin. Kaynaklar: 1- Emirdağ Lahikası 1, 189. 2- Mektubat 1, 169. Altınbaşak Neşriyat3- Kastamonu Lahikası, 258. Altınbaşak Neşriyat4- Emirdağ Lahikası, 122. Altınbaşak Neriyat

Ey arkadaş! Bir zaman bir sâil dedi: Madem اَلْحَقُّ يَعْلُو (hak üstündür) hakikati haktır. Neden kâfir Müslime, kuvvet hakka galibdir? Dedim: Dört noktaya bak, bu müşkül de hallolur. Birinci nokta şudur: Meslek, meşreb, düşünce, amel, kelam nev’inden olan Her hakkın her vesilesi hak olmalıdır. Evet, bir Müslüman’ın inandığı ve kabul ettiği davası hak olduğu gibi kullandığı usulleri de hak olmalıdır. Çünkü doğru usullerin rehberliğinde menzile varılır. Maksada ulaşılır. Gayeye erişilir. Doğru usuller gitmek istediğiniz yere nasıl varmanız gerektiğini gösteren birer pusuladır. Doğru metodların gayeye ulaştırmada ne kadar önemli olduğunu büyükler şöyle ifade etmiştir: “Erişemediğimizin sebebi usulsüzlüktür.” Doğru metotlar rehberliğinde az bir gayretle büyük sonuçlar almak mümkündür. Doğru usuller, hem kısa bir zamanda ve daha az bir emekle amacınıza ulaşmanıza yardım eder. Onun için insan isteklerine ulaşma konusunda doğru bir yol haritasına muhtaçtır. O harita ise metottur. Bundan dolayıdır ki usul/yöntem/metodoloji ilimlerin aslı olmuştur. Hakikat bu merkezde olduğu halde hayatta her daim doğru usullerin kullanıldığı görülmemektedir. Bir Müslüman hak olan bir davaya sahip iken maalesef batıl usuller kullanabilmektedir. Yanlış yollara girebilmektedir. Esassız çarelere başvurabilmektedir. Hayattaki bu hakikate bakıldığında her hakkın vesilesinin hak olması lâzım değildir. Etrafınıza baktığınızda emeksiz ekmek isteyen birçok insan görülür. Oyunu kuralına göre oynamayan bir kişiye rastlanır. Terlemeden, emek vermeden, çabalamadan bir yerlere gelmek isteyen insanlar vardır. Öyle de her bâtılın her vesilesi, usulü, yolu bâtıl olması yine lâzım değildir. Hâlbuki bâtılın, yanlış dava sahibi olan insanların davası, gayesi, hedefi, menzili yanlış, batıl, hatalı olduğundan, temelsiz olan yollara başvurması beklenir. Yanlış usuller takip etmesi umulur. Bu hal ise hayatta her zaman görünmemektedir. Batıl bir davaya inanan insanın hak olan vesilelere başvurduğu görülür. Doğru usuller kullandığına şahit olunur. Esaslı yollara girdiği görülür. Hak ve batıl ehli insanların bu vaziyetinin Neticesi şu çıkar: Hak olan bir vesile, bâtıl vesileye galibdir. Hak ve hakikat ehli bir insanın kullandığı batıl bir yol, batıl bir davaya inanan insanların kullandığı hak bir usule mağlup olmuştur. Dolayısıyla bir hak dava bir bâtıla mağluptur. Yalnız bu galibiyet devamlı değildir. Muvakkaten usullerin vasıtasıyla yani bilvasıta olmuştur. Yoksa bizzat, hem batılın hakka galibiyeti daima değildir. Lâkin bununla birlikte en nihayette âkıbetü’l-âkıbe, her dem galibiyet yine hakkındır. Hak ve hakikate inanan insanlar ne vakit doğru usullere başvursa ilahî inayet onlarla birlikte olur. Cenab-ı Hak yar ve yardımcıları olur. Kuvvetin bu dünyada bir hakkı var. Kuvvet, yaratılışındaki hikmeti göstermek ister. Kendinden zayıf olanlara galip gelme hususiyetini açığa çıkarmak ister. Bundan dolayıdır ki galip gelmenin bir vesilesi de maddi-manevi kuvvete sahip olmaktır. İlahî hikmet kuvvetin tabiatına bu özelliği koymuştur. Kuvvetin bir sırr-ı hilkati var. Kuvvetin yaratılışındaki hikmeti görmezden gelmek, ehemmiyet vermemek, gafil olmak hatadır. İkinci nokta şudur: Her Müslim’in kalbi, aklı, vicdanı Müslim olduğu gibi her sıfatı, hali, vasfı Müslim olmak vacip iken, maalesef nefsin, şeytanın, hileleri ile hayatta haricen her dem vaki‘, değildir, sabit değildir. Bir Müslümana yakışmayan hal ve tavırları onda görmek mümkündür. Müslüman inanır fakat Müslümana layık bir hayatı gösteremeyebilir. İmanında en küçük bir sıkıntı yoktur. Fakat kötü amellere sahip olabilir. İmanı sağlamdır lakin ahlakı kötüdür. İnsandaki bu halin membaı ise onun nefis, his ve şeytana uymasıdır. Onlara aldanmasıdır. Her şeye imanın ve İslamiyet’in ölçüsüyle bakmamasıdır. Kendisinden kaynaklanmaktadır. Müslümanın bu durumu kalbi, aklı, vicdanı Müslüman olan fakat halleri, sıfatları Müslüman olmayan bir insana benzemektedir. Öyle de, her kâfirin aklı, kalbi İslamiyet’i inkâr ettiği gibi her sıfatı, tavrı, hali, vasfı kâfir olmak, küfründen neşet etmek gerekirken yine hayatta böyle görülmesi lâzım değildir. Kâfirin aklı ve kalbi inkâr eder. Lakin bir kısım güzel sıfatları üzerinde taşıyabilir. İnsanlara faydalı bir kısım amelleri ve davranışları olabilir. Bazı güzel ahlakı gösterebilir. Hayata bir faydası dokunabilir. İnsanî bir kısım güzel tavırlar gösterebilir. Âdeta kâfirlerin Müslim sıfatları bulunmaktadır. İtikad veya amel bakımından istikametten ayrılan, aşırılıklara giden, doğru yoldan sapan Her fâsıkın her vasfı fâsık olmak, fıskından neşet etmek, gerekirken öyle de hayatta bu da her dem sâbit değildir. Demek bir kâfirin müslim olan bir vasfı, müslimdeki lâmeşrû‘ vasfına gālib olur. Yani kâfirde bulunan hak bir vasıf Müslümanın sahip olduğu batıl olan bir sıfata galip gelir. Bu hak sıfatı taşıyan kâfir de olsa fark etmemektedir. Hak her yerde galiptir. Bundan dolayı bilvâsıta o kâfir dahi ona Müslümana gālibdir. Hem dünyada Cenab-ı Hakk’ın yarattığı hayatın hakkı, vardır. Kimin hayatı varsa o hayatın devamı için gereken imkânlar verilecektir. Bundan dolayı hayatın hakkı herkese aittir, şâmil ve âmdır. Küfür hayatın devamı için gerekenlerin verilmesine engel değildir. Herkesi içine alan O rahmet-i âmmenin bir cilve-i ma‘nîdâr, onun bir sırr-ı hikmeti var; küfür mâni‘ değildir. Üçüncü nokta şudur: Dünyada O Zât-ı Zülcelâl’in iki vasf-ı kemâlden gelen iki şer‘i tecellisi vardır. (Devam Edecek)

Su terazileri, birleşik kaplar prensibine göre çalışan ve su basıncını ayarlayan yapılardır. İlk olarak Mısırlıların kullandığı ve Müslümanlar tarafından geliştirildiği bilinmektedir. Su Terazileri, boyları 3 ila 15 metre yüksekliğinde, genellikle kare şeklinde ve yukarı doğru gittikçe daralan kule şeklindeki yapılardır. Bu kulelerin en önemli işlevi, suya yolda kaybettiği basıncı tekrar kazandırarak yüksek mahallelere suyun ulaşmasını sağlamaktır. Su kaynaklarından pişmiş kilden yapılmış borularla getirilen sular, altta toplanınca basıncın kuvvetiyle borudan yukarı teraziye çıkartılıp yavaşlatılmak suretiyle, atmosfer basıncına eşitlenerek basınç kontrolü sağlanır. Terazinin üst kısmında “sandık” veya “sanduka” adı verilen bir depo-havuz bulunur. İsale hattından gelen bir boru, düşey olarak bu havuzun tabanına açılır. Suyun kullanılmadığı zamanlarda borular içerisindeki suyun hareketine mani olan hava birikimi önlenerek isalede basıncın artması ve künkleri patlatması önlemiştir. Basınç kontrolünün yanı sıra, suyu ölçmek ve dağıtmak görevini üstlenen su terazilerinde, sandık kenarlarına konan lüleler aracılığıyla debi ölçülerek, gerekli miktarda su dağıtımı sağlanırdı. Eğer debi ölçülmeyecek ve yalnız basınç kontrol edilecekse, ikinci bir düşey boru vasıtasıyla şebekeye su verilirdi. Tarih boyunca su İstanbul’a bir uygarlık köprüsü ile bağlandı ve İstanbul’un su ihtiyacını karşılama çabası dünyanın en ilginç uygarlık sistemlerinden birini oluşturdu. TİEM-3336-ÜSKÜDAR SUYOLU HARİTASINDA SU TERAZİLERİ İstanbul’da Roma imparatorları Kağıthane ve Alibeyköy derelerini toplayıp şehre dağıtmışlardı. Bizans devrinde kurulan bu düzen, akan su yerine daha çok duran suyu tercih etmiş; dolayısıyla sarnıçlar yaptırmış, kuyular açtırmıştır. Buna mukabil, Osmanlılar “akan su temizdir” ilkesinden hareketle daha çok akan suyu kullanmıştır. Su kaynaklarının İstanbul’a uzak ve rakımı yüksek tepelerde olması suyu şehre getirmek isteyenlerin her zaman büyük bir bilgi birikimine sahip olması ve yoğun çaba harcamasını gerektirdi. İlk önce su bentleri yapıldı. Bentlerde biriken sular, kemerler ve künklerle İstanbul’un merkezine doğru yola çıkartıldı; kente akan suyu dizginlemek için de “su terazileri” yapıldı. Su kaynaklarından şehre doğru doğal eğimle hareket eden su, şehir içinde kulelere çıkartılıp yavaşlatılıyor, kontrollü biçimde dağıtımı sağlanıyordu. Eski su yolu haritalarında isale hattı ve şebeke hattı üzerinde çok sayıda su terazisi tesis edilmiş olduğu görülür. Engebeli arazilerde ortalama 200 metrede bir su terazisi inşa edildiği göz önüne alınırsa, şehir içinde birçok su terazisinin olduğu tahmin edilebilir, günümüzde ise su terazilerinin çoğu yıkılmış ve ortadan kalkmış, sadece 30 kadarı sağlam durumda ayakta kalabilmiştir. Bunlara İstanbul’un pek çok semtinde rastlamak mümkündür. 19. yüzyıl ikinci yarısından itibaren su terazileri bırakılmış; pompa sistemine geçilmiştir. Zor ve meşakkatli bir yolculuktan sonra kente hayat veren suya layık olduğu değeri verebilmek için atalarımız mimari anıt niteliğinde birbirinden güzel çeşmeler yapmışlardır. Günümüze ulaşan su terazilerinden bazıları: Kısıklı Su Terâzisi: Avcı Kazım Sokağı’nın başında kesme taştan yapılmıştır, İmrahor Su Terâzisi: Üsküdar İmrahor Camii’nin kıble tarafında kesme taştan yapılmıştır, Duvardibi Su Terâzisi: Karacaahmet, Kuşbağı Mezarlığı’nın köşesindedir. İki sıra tuğla ve bir sıra kesme taşla yapılmıştır. Üstünde zarif bir kubbeciği vardır. Kapıağası Su Terâzisi: Üsküdar Nuhkuyusu Caddesi üzerindedir, 15 metre yüksekliğinde kesme taş ve tuğla hatıllıdır, İbrahim Paşa Su Terâzisi: Selami Ali Efendi Caddesi ile Kassam Çeşme Sokağı'nın köşesinde, Selimiye Su Terâzisi: Selimiye Kışlası içindedir, Küçüksu Su Terazisi: Beykoz Küçüksu, Çiftlik Caddesi üzerinde 2 tane bulunuyor, (Nayla Kokereç karşısında ve Dürüm Dünyası’nın bahçesinde) Acıbadem Su Terâzisi: Acıbadem Caddesi No:32-34 arasında Çubuklu Su Terâzileri: Beykoz Acarlar Mahallesi Dedeoğlu Caddesi Yakınında, Seyfi Baba Sokak üzerinde birbirine yakın 2 tane bulunuyor, Gözcübaba Su Terâzisi: Fahrettin Kerim Gökay Caddesi üzerinde, Göztepe Eğitim ve Araştırma Hastanesi’nin bahçesinde bulunuyor. Şehzâdebaşı Su Terâzileri: Şehzade Mehmet Camii batı tarafında türbelerin önünde ve kuzey tarafı dış duvarda, Edirnekapı Su Terazisi: Edirnekapı Rami Caddesi ile Fethi Çelebi Caddesi arasında kalan Mezarlık içinde, Lâ’li Mustafa Ağa Namazgah Çeşmesi yanındadır, Sarıyer, Kilyos’ta (Kumköyde) 3 tane bulunuyor, Esenler, İnönü caddesi üzerinde, Vatan Caddesi ile E-5’in kesiştiği yerde, Kasımpaşa Su Terazisi: Piyalepaşa Bulvarı kenarında, Büyükpiyalepaşa Camii ve Baruthane binasının yakınındandır. Ayasofya Su Terâzisi: Sultanahmet, Divan Yolu Caddesi ile Yerebatan Caddesi’nin kesiştiği köşede, Süleymanpaşa Su Terâzisi: Ayvansaray Yavedut Caddesi, Hacı Hüsrev Parkının içinde, Hz. Ka’ab Mescidi karşısındadır. Topkapı Sarayı Su Terâzisi: Topkapı Sarayı I. Avluda, Altıntepsi Su Terâzisi: Bayrampaşa, Kazım Karabekir Caddesi üzerinde, Üsküp Camii karşısında, Taksim Su Terâzisi: Elmadağ, Divan otelinin önünde, Hamidiye Su Terâzisi: Kâğıthane, Yeşilce Mahallesi Eski Büyükdere Caddesi kenarında, Petrol Ofisi yanında Hamuşan Su Terâzisi: Yenikapı Mevlevihanesi Hamuşanı önündedir. Sultanahmet Su Terâzisi: Sultanahmet Camii avlusunun Kuzeydoğu girişindedir, Hatice Turhan Sultan Su Terâzisi: Hatice Turhan Sultan Sebilinin batı tarafındadır. Haseki Su Terâzisi: Aksaray Su Terâzisi

“Kadere iman eden gam ve hüzünden emin olur” sırrı ile, خُذُوامِنْ كُلِّ شَىْءٍ اَحْسَنَهُ “Her şeyin güzel cihetine bakınız” kaidesinin sırrıyla ve اَلَّذِينَ يَسْتَمِعُونَ الْقَوْلَ فَيَتَّبِعُونَ اَحْسَنَهُ اُولٰـئِكَ الَّذِينَ هَدٰيهُمُ اللهُ وَاُولٰـئِكَ هُمْ اُولُوا اْلاَلْبَاب âyet-i kerîmesiyle ki, gayet kısaca bir meâli: “Sözleri dinleyip en güzeline tâbi‘ olanlar ve fenâsına bakmayanlar hidâyet-i İlâhiyeye mazhar, akıl sâhibi olanlardır” fermân-ı İlâhî ile, bizler için şimdi her şeyin iyi tarafına ve güzel cihetine ve ferah verecek veçhine bakmak lâzımdır ki; manasız, lüzumsuz, zararlı, sıkıntılı, çirkin, geçici hâller nazar-ı dikkatimizi celb edip kalbimizi meşgul etmesin. Sekizinci Söz’de; bir bahçeye iki adam, biri çıkıyor, diğeri giriyor. Bahtiyarı bahçedeki çiçeklere, güzel şeylere bakar. Safa ile istirahat eder. Diğeri bedbaht temizlemek elinden gelmediği halde, çirkin pis şeylere hasr-ı nazar eder. Midesini bulandırır. İstirahate bedel, sıkıntı çeker, çıkar gider. Şimdi hayat-ı ictimâiye-i beşeriyenin safhaları, hususan Yusufiye Medresesi bir bahçe hükmündedir. Hem çirkin, hem güzeldir. Hem kederli, hem ferahlı şeyler beraber bulunur. Âkıl odur ki; ferahlı ve güzel şeylerle meşgul olur, çirkin vesıkıntılı şeylere ehemmiyet ver-mez.Şekvâ ve merak yerinde şükreder, sevinir. (14. Şua) -Bediüzzaman Said Nursî Hazretleri-