
Cenab-ı Hakk’ın güzel isimlerinden birisi de “et-Tevvab”dır. Allah’ın bu ismi, ayetlerde ve hadislerde çokça geçmektedir. Bu ism-i celilin muktezasınca tövbeleri çokça kabul eden Allah, emirlerine uymak ve yasaklarından kaçınmak için günahlarından pişman olan kullarına, merhamet ve lütuf ile muamele eder. Bu kulların yaptıkları iyilikleri kabul eder. Bununla beraber samimi tövbe edenlerin günahlarını da bağışlar. Hatta öyle ki bazı günahları sevaba çevirir. Kimi zatlar Tevvab ismini şu şekilde açıklamıştır: “Et-Tevvab: Kullarına tövbe yollarını ve sebeplerini kolaylaştırandır. Allah, kullarının tövbe etmelerini kolaylaştırmak için onlara birçok ayetlerini peş peşe gösterir. Onları çeşitli musibet ve belalarla korkutur ve kendilerine birçok ikazlar gönderir. Kullar, işledikleri günahların çirkinliklerini ve menfi neticelerini görünce, Allah’ın korkutmalarından korkuya kapılıp ikazlarını dikkate alır ve işledikleri günahları terk edip, Allah’a itaate dönerler. Allah da bunun üzerine kendi fazl u keremiyle onların tövbelerini kabul eder.1 Tevvab olan Allah şöyle buyurmaktadır: “Şüphesiz O, tövbeleri çok kabul edendir, çok bağışlayandır.”2 Bu ayetin tefsirinde şu izahat yapılmaktadır: Hak Teâlâ’nın “Tevvab” ismi ile vasıflanmasından murad, O’nun tövbeleri çokça kabul edici olmasıdır Bu, iki bakımdan böyledir: Bir hükümdara karşı bir insan suç işlese, sonra da ondan özür dilese, hükümdar onun özür dilemesini kabul edebilir. Daha sonra o adam tekrar suç işleyip yeniden özür dilese, hükümdar onun özrünü kabul etmez. Çünkü hükümdarın tabiatı, onu bu özrü kabul etmekten alıkoyar. Cenab-ı Hakk’a gelince, O böyle değildir. Çünkü Allah tövbeyi ne rikkatten (yufka yüreklilikten), ne fayda temini veya zarar savma gibi bir saikten dolayı kabul etmez. Bilakis O, sırf ihsan ve lütfundan dolayı tövbeleri kabul eder. Eğer mükellef olan kul, her an günah işlese, sonra da tövbe edip ömrü boyunca bu hali üzere kalsa, Cenab-ı Allah onun önceki günahlarını bağışlayıp, tövbesini kabul edebilir. Böylece Cenab-ı Hak, tövbeleri çok kabul etme vasfına müstehak olarak “Tevvab” diye isimlendirilmiştir. Allah’a tövbe edenlerin sayısı çoktur. Allah Teâlâ bunların hepsinin tövbesini kabul ettiği için, tövbeleri kabulde mübalağa ile nitelenmeye müstehak olmuştur. İşte ikabı kaldırarak tövbeyi kabul etmesi sevabı gerektirdiği için ve sevab da Allah’ın bir nimeti ve rahmeti olduğu için, Hak Teâlâ kendisini, “Tevvab” vasfının yanında “Rahim” olarak vasf etmiştir.3 Amel’e ve taate muvaffak olamadığımız zaman azaptan korkarız, ümitsizliğe düşeriz. (Cehennemlik olduğumuzu zannederiz.) Böyle olunca, dinî meselelere uymayan küçük ve zayıf bir emare, gözümüze kocaman bir delil gibi görünür. Böyle birkaç emareyi elde eder etmez, diğer emarelerin sevkiyle ilân-ı isyan ederek (Allah muhafaza etsin) İslâm dairesinden çıkarız. Şeytanın ordusuna iltihak ederiz. Buradan anlaşılan o ki, amellere muvaffak olamadığımızda, ümitsizliğe düşmemek için şu ayete müracaat etmeliyiz: “Ancak tövbe edip iman eden ve salih bir amel ile amel eden müstesna. İşte onlar var ya, Allah onların kötülüklerini iyiliklere çevirir. Çünkü Allah, Gafûr (çok bağışlayan)dır, Rahîm (çok merhamet eden)dir.”4 İbn Abbas (ra) şöyle demiştir: Mekkeliler şöyle dediler: “Muhammed putlara tapan, Allah’a şirk koşan, Allah’ın haram kıldığı cana haksız yere kıyan kimselerin affedilmeyeceğini söylüyor. Biz putlara taptık, adam öldürdük, şirk ehliyiz, nasıl Müslüman olup hicret edelim?” dediler. Bunun üzerine Allah, “De ki: ‘Ey nefisleri aleyhine (günah işlemekle ömürlerini) israf eden kullarım! (Günahlara bulaştık diye) Allah’ın rahmetinden ümid kesmeyin! Şübhesiz ki Allah, bütün günahları bağışlar!’5 ayetlerini indirdi.6 Şeytanın mühim bir desisesi, insana kusurunu itiraf ettirmemektir. Ta ki, istiğfar ve istiaze (bağışlanma ve sığınma) yolunu kapasın. Hem nefs-i insaniyenin enaniyetini tahrik edip, ta ki nefis kendini avukat gibi müdafaa etsin; âdeta taksirattan takdis etsin. Evet, şeytanı dinleyen bir nefis, kusurunu görmek istemez; görse de, yüz tevil ile tevil ettirir. Nefsine nazar-ı rıza ile baktığı için ayıbını görmez. Ayıbını görmediği için itiraf etmez, istiğfar etmez, istiaze etmez; şeytana maskara olur. Hazret-i Yusuf Aleyhisselâm gibi bir Peygamber-i Âlîşan, وَمَا اُبَرِّ نَفْسِى اِنَّ النَّفْسَ لَاَمَّارَةٌ بِالسُّوءِ اِلاَّ مَا رَحِمَ رَبِّى “(Yûsuf dedi ki:) ‘Hâlbuki (ben) nefsimi temize çıkarmıyorum. Muhakkak ki nefis, daima kötülüğü emredicidir; ancak Rabbimin merhamet ettiği (koruduğu kimse) müstesnâ. Şübhesiz ki Rabbim, Gafûr (çok bağışlayan)dır, Rahîm (çok merhamet eden)dir”7 dediği halde, nasıl nefse itimad edilebilir? Nefsini ittiham eden, kusurunu görür. Kusurunu itiraf eden, istiğfar eder. İstiğfar eden, istiaze eder. İstiaze eden, şeytanın şerrinden kurtulur. Kusurunu görmemek o kusurdan daha büyük bir kusurdur. Ve kusurunu itiraf etmemek, büyük bir noksanlıktır. Kusurunu görse, o kusur kusurluktan çıkar; itiraf etse, afva müstehak olur.8 Daha ruhumuz bedenimizde olduğuna göre, tövbe edip yanlış, hatalı, kusurlu halimizi düzeltmek için vaktimiz var demektir. Geliniz, bütün günahları bağışlayan “Tevvab” olan Allah’a sığınalım. Şeytanın ve nefsin esaretinden kurtulmak için geç kalmayalım. Âdem babamızın duasına icabet edip, “Rabbimiz! Kendimize yazık ettik; bizi bağışlamaz ve bize merhamet etmezsen biz kaybedenlerden oluruz”9 ayetinin sırrına mazhar olalım. Cenab-ı Hak samimi tövbe etmeyi bizlere nasib etsin. Âmin. Kaynaklar: 1- Esmaü’l-Hüsna, s. 65-662- Bakara, 373- Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları, c. 2, s. 4284- Furkan, 705- Zümer, 536- Tüzün İ, Ayet ve Hadislerle İslam Ahlakı, s. 80 7- Yusuf, 538- Bediüzzaman Said Nursi, Lemalar, Altınbaşak Neşriyat, s. 89-909- Araf, 23

İçinde bulunduğumuz süreç göz önünde bulundurulduğunda, istiklâlimiz ve istikbâlimiz için eğitime ciddi yatırım yapmamız gerektiğini açıkça görürüz. Tarihin tekerrür etmesini istemiyorsak çok yönlü donanıma sahip, dinine, tarihine, kültürüne, medeniyetine ve ahlaki değerlerine önem veren insanların sayısını artırmalıyız. Bu da vatan/millet/ümmet ideali taşıyan nesillerin yetiştirilmesini zaruri kılıyor. Kısacası her alanda eğitim seferberliği ilan edilmesi ve bunun ciddi takibi gerekmektedir. Çünkü eğitim ciddiyet ister. Hedef ne kadar büyük olursa eğitimin de o nispette disiplinli, istikrarlı, ölçülebilir, zamanın şartlarına ve insan fıtratına uyumlu olması son derece önemlidir. Tarih boyunca yaşadığımız tecrübeler bize şunu açıkça göstermiştir ki “doğru İslamiyet’i ve İslamiyet’e layık doğruluğu” fiilen yaşadığımızda her alanda dünya sahnesinde baş aktör olmuş bir milletiz. Bu gerçek, mazimizin iftihar kaynağı olurken istikbâlimize de ışık tutmaktadır. Gelecek planlamasını geçmiş tecrübeleri hiçe sayarak yapanlar Mevlana Hazretlerinin, “başkalarından ibret almayan kişi başkalarına ibret olmaktır işi” deyimine masadak olmaktan öteye geçemezler. Üstadımız, “Elli tane talebem olsa, Akdamar adasına gitsem on yıl onları yetiştirsem dünyayı fethederdim” diyordu. Bu gayeye yönelik çalışmaları hayatının sonuna kadar devam etti. Medresetüzzehra adını verdiği ve o günün şartlarına göre ideal bir eğitim sistemini hayata geçirmek için çok çalıştı. Van’da temelini attığı medresesini 1. Dünya savaşının patlak vermesi sebebiyle tamamlayamadı. Dikkat çeken bir husus da aradan yaklaşık yüz yıl geçtiği halde eğitimde hâlâ istenilen seviyeye gelememiş olmamızdır. Hz. Üstad, hayatının en büyük hayali olan Medresetüzzehra projesini kısaca şöyle tarif ediyor: “Vicdanın ziyâsı ulûm-u dîniyedir. Aklın nûru fünûn-u medeniyedir. İkisinin imtizâcıyla hakîkat tecellî eder. O iki cenâh ile talebenin himmeti pervâz eder. İftirâk ettikleri vakit, birincisinde taassub, ikincisinde hile şübhe tevellüd eder.”1 Yani okullarda dini ilimlerle fen ilimleri birlikte okutulsun. İnsanın akli melekeleri geliştiği gibi vicdani, kalbi, ahlaki, manevi yönleri de tam terbiye edilsin. Bu süreçten geçen insanlar maddi ve manevi ciddi donanıma sahip faziletli birer fert olarak topluma kazandırılsın. İşte bu talim ve terbiye ile yetiştirilmiş bir toplumda zulüm, ahlaksızlık, yobazlık gibi olumsuzluklar en aza indirildiği gibi her alanda eğitimli, donanımlı, şuurlu fertler istiklâlin ve istikbâlin teminatı olurlar. Bediüzzaman Hazretleri hayal ettiği üniversiteyi kuramadı belki, ama yetiştirdiği insanlarla bizlere Medresetüzzehra eğitim modelinde nasıl bir insan profilinin, vatana/millete kazandırılacağının canlı numunelerini gösterdi. 1927-1960 yılları arasında çok zor şartlarda üstadın manevi üniversitesinden ders alan binlerce, talebe adeta birer tohum birer çekirdek olarak yetişti. Günümüz Türkiye’sinde o tohumların/çekirdeklerin yeşerdiğini hatta ağaç olup meyveye durduklarını müşahede etmekteyiz. Sevgili Üstadımız, dindar neslin yetiştirilmesindeki temel prensibin Medresetüzzehra tipi bir kurumsal yapı ile mümkün olacağının altını çizmekle birlikte, bu büyük ideali gerçekleştirecek rol model insanların eğitiminin önemini şu cümlelerle açıklıyordu: “Kemiyet keyfiyete nisbeten ehemmiyetsiz olduğundan, hâlis bir hâdim olarak, hakikat-i ihlâs ile, her şeyin fevkinde hakaik-i imaniyeyi on adama ders vermek, büyük bir kutbiyetle binler adamı irşad etmekten daha ehemmiyetli görüyorum. Çünkü o on adam, tam o hakikati her şeyin fevkinde gördüklerinden, sebat edip, o çekirdekler hükmünde olan kalpleri, birer ağaç olabilirler. Fakat o binler adam, dünyadan ve felsefeden gelen şüpheler vesveselerle, o kutbun derslerini, “Hususî makamından ve hususî hissiyatından geliyor” nazarıyla bakıp, mağlûp olarak dağıtılabilirler.”2 Buraya kadar yapılan açıklamalardan şu sonucu çıkarabiliriz: İstikbâlimizin ve istiklâlimizin teminatı olan çocuklarımızın eğitimini ciddiye almalıyız. Vatana, millete, ümmete ve dahi insanlığa faydalı ahlaklı, faziletli, karakterli, donanımlı, çağı doğru okuyabilen ona göre de tedbir alabilen, özgüvenli nesiller yetiştirmek için; dini ilimleri ihmal etmeyen, fen ilimlerini de hakkını vererek tahsil ettiren; bir eğitim sistemini kurmalıyız. Geçmişini bilen, geleceği inşa etmeye namzet, dünyaya yön verecek kahramanlar yetiştirmek temennisiyle. Kaynaklar: 1- Mektubat 2, 152. Altınbaşak Neşriyat.2- Emirdağ Lahikası, 122. Altınbaşak Neriyat

BİRİSİ: MASİYETTEN SABIR. İsyan etmemek, günah işlememek üzere sabırdır. Yani Allah’ın yasakladığı şeylerden kaçınmak üzere sabırdır. Mesela bir kimsenin haram olan bir şeyi yememek için tahammül göstermesi, karşı cinse bakmamak için başını çevirmesi, kumar, içki ve faiz gibi günahları işlememek için gayret göstermesi de masiyet üzere sabır örneklerindendir. Bu sabır, takvadır. Bu sabrın yaşanmış en güzel örneği Züleyhanın çağrısına karşı Yusuf Aleyhisselamın yaptığı sabırdır. İKİNCİSİ: MUSİBET VE BELALARA KARŞI SABIR. Sabır denilince ilk akla gelen bu sabırdır. Başa gelen bela, musibet, hastalık gibi zorluklara katlanmak ve şikâyet etmemektir. Bu sabır tevekkül ve teslimdir. Mesela uzun süre ağrılı bir kansere karşı tahammül gösterip isyan etmemek, şikâyet etmemek musibete karşı bir sabır örneğidir. Buna karşı ah, of etmek, ben ne ettim de başıma geldi demek, beni mi buldu gibilerden söylenmek sabırsızlıktır. Hadiste; “Makbul sabır, musibetle karşılaştığın ilk andakidir veya sabır musibetin ilk darbesine karşıdır” denilerek bu sabra işaret edilmiştir. ÜÇÜNCÜSÜ: TAAT ÜZERE SABIR. Allah’ın emrettiklerini yapmak ve terk etmemek yani itaat etmek üzere sabırdır. Beş vakit namaz kılmak, Ramazan orucu tutmak, durumu müsait olanın hacca gitmesi ve zekât vermesi hem Allah’ın emridir, hem de İslam’ın şartlarındandır. Bu ve benzeri emirleri yapmak ve terk etmemek taat üzere sabır olur. Mesela yaz aylarına denk gelen Ramazan ayında oruç tutmak zordur. Günler uzun, hava da sıcaktır. Bundan dolayı açlık ve susuzluğa dayanmak zor olur. İşte tam da burada taat üzere sabır lazımdır. Yani kişinin uzun ve sıcak günlerde oruç tutmak üzere sabretmesi gerekir. Hem mesela sabah uykudan uyanmak, abdest almak ve namaz kılmak nefse zor gelir. Nefse ağır gelen bu şeyi yapmak ve her sabah devam ettirmek taat üzere sabır örneğidir. Hem düşmanın saldırısı olursa onlara karşı cihad etmek de Allah’ın emridir. Fakat savaşta ve cihadda elbette çok zorluklar, yaralanmalar hatta ölümler vardır. İşte bu noktada sabır ve tahammül göstermek de taat üzere sabır olmaktadır. Diğer emirleri yerine getirmek noktasında sabrı bunlara kıyas edebilirsiniz. Bununla birlikte yukarıda örnekleri verilen sabırlar yapılmazsa o zaman taat üzere sabır yapamadı diye yazılır. Bu sabır insanı Allah’ın sevgilisi makamına kadar çıkarır.

Sabır; maksuda ulaşırken, “Nasıl yol alacağız? Nelere dikkat edeceğiz? Nasıl bir sıra takip edeceğiz?” sorularına doğru cevap vererek ilerlemektir. Şeyh Edebali nasihatinde, “Sabırsız olmaz oğul. Sabırsız menzile varılmaz. Kaf Dağı'na sabırsız ulaşılmaz.” diyor. Evet, sabırsız hiçbir yere varılmaz. Sabırsız aşk olmaz. Sabırsız iş olmaz. Sabırsız ilim de olmaz. Aile içinde sabırsızlık ve tahammülsüzlük huzuru kaçırır. Bir işyerinde usta sabırsız ise, güzel iş çıkaramaz. Bir sanatta sanatkâr sabırsız ise, sanat sathi kalır, zevk vermez. Bir müzisyen sabırsız ise, notalar haz vermez. Kulağı rahatsız eder. Hulasa, sabırsız hiç bir iş güzel değildir. Rabbimiz bizleri bazen korkuyla, bazen rızıkla, bazen değer verdiğimiz bir şeyi kaybetmekle imtihan eder. Bununla birlikte Cenab-ı Hak her insana bir sabır kuvveti vermiştir. Ve insanın taşıyamayacağı kaldıramayacağı hiç bir yükü de omzuna yüklememiştir.1 İnsan Allah’ın verdiği sabır kuvvetini yanlış yolda kullanmazsa her musibete karşı kâfi gelebilir.2 Peygamber Efendimiz (sav): “Mümini rahatsız eden her şey musibettir”3 buyuruyor. Dünya imtihan dünyasıdır ve insan mesul olduğu bu dünyada başına gelenlere sabır ile mükelleftir. Başımıza gelen herhangi bir musibet, sabretmek kaydıyla inşallah günahlara kefaret olur. *** Cenab-ı Hak, yaptığı her işi hikmet üzere yapmaktadır. Yarattığı her şeyde merdivenin basamakları gibi bir sıra koymuştur. Sabretmek demek, Allah’ın koyduğu bu basamaklara dikkat etmek demektir. Sabırsızlık ise, hırsla aceleyle sebepleri atlayarak, Allah’ın lihikmetin koymuş olduğu kanunlarını gözetmeden iş yapmak demektir. Sabır; problemlerin, müşkülatın anahtarıdır. Cenab-ı Hakk’ ın yardımı ve muvaffakiyeti, sabırlı adamlarla beraberdir. Sabır manasız bir direniş değildir. Anlamsız bir inat hiç değildir. Bilakis akılla, tefekkürle, teenniyle, inançla hedefe doğru adım adım ilerlemektir. Sabır; maksuda ulaşırken, “Nasıl yol alacağız? Nelere dikkat edeceğiz? Nasıl bir sıra takip edeceğiz?” sorularına doğru cevap vererek ilerlemektir. Mesela, bir adamın ıslahında en önemli esaslardan birisi sabırla hareket etmektir. Bir insanı bir anda bütün kötü alışkanlıklardan uzaklaştırmak elbette kolay değildir. Eğer gayemiz bu arkadaşın ıslahıysa, aşamalı olarak, dikkat ve teenni ile ve itinayla hareket etmek gerekir. *** Hz. Aişe (ra) diyor ki; “Kur’an’ dan ilk indirilen surelerde cennet ve cehennemin zikri vardı. İslam’a girenler çoğalınca helal ve haramla ilgili ayetler indi. Eğer ilk inen ayet “İçki içmeyin” tarzında olsaydı, “Biz asla içkiyi bırakmayız” derlerdi. Eğer “zina etmeyin” denseydi, “Biz zinayı asla terk etmeyiz” derlerdi.” İşte, kalplerin sevgilisi nefislerin terbiye edicisi olan Sevgili Peygamberimiz, Kur’an’ın bu metoduyla, karanlık ve cehalet asrını saadet asrına çevirmiştir. Davası olan, büyük bir gayesi olan her insan mutlaka manilerle, engellerle karşılaşır. Bu engelleri aşmak ancak sabırla mümkündür. Sabırlı olmayan insanlar engellerle karşılaşınca cesaretlerini kaybeder, yığılır kalırlar ve hedeflerini terk ederler. Azmeden, direnen, sabreden insanlar hedeflerine ulaşırlar. Bu yüzden “Sabreden, zafere ulaşır” buyurmuştur Efendimiz (sav). Peygamberimiz (sav), Mekke’de iken panayırlarda bütün kabileleri her sene dolaşıyor, İslâm’ı tebliğ ediyordu. Yumuşak, nazik davrananların yanında, kaba ve çirkin davrananlar da oluyordu. Hatta kötü davrananlardan birisi bir gün, “Ey Muhammed! Biz seni kovmaktan bıktık, sen gelmekten bıkmadın” demişti. İşte Sevgili Peygamberimizin bıkmadan, usanmadan, sabırla azimle gayretle yaptığı bu samimi tebliğler neticesinde İslamiyet dünyada makes buldu. Bediüzzaman Hazretlerine, “Sana gelen zahmetlere, sıkıntılara nasıl tahammül ediyorsun? Nasıl sabrediyorsun diye sorduklarında şöyle cevap verir: Mesela bir gün bir adam benin arkamdan bana hakaret etmiş Nefsime dedim: Eğer o adamın hakkımda ettiği kötü sözler bende varsa Allah ondan razı olsun ki, benim nefsimin ayıplarını söyledi. Eğer o söyledikleri bende yok ise, beni riyadan ve gösterişten kurtarmaya vesile oldu. Eğer sırf bana hakaret etmek için küçümsemek içinse; o da bana ait değil. Ben sürgün olduğum için, haysiyetimi kendi elimle düzeltmeye çalışmak bana düşmez… Bir insanın elindeki esirini tahkir etmek, sahibine aittir; o müdafaa eder. Madem hakikat budur, kalbim istirahat etti. وَاُفَوِّضُ اَمْرِى اِلَى اللّهِ اِنَّ اللّهَ بَصِيرٌ بِالْعِبَادِ dedim. (İşimi Allah’a havale ediyorum. Allah kullarını görür gözetir.)4 O vakıayı olmamış gibi saydım, unuttum.5 Bazen bela ve musibetlere karşı sağır olmak en büyük çözümdür. Sevgili Üstadımız o musibetin ağır yükünü omzuna alsa, belki hassas vücudu yıpranacak. Fakat belayı anlamlandırarak, çözümleyerek bölüyor ve küçültüyor. Ve o musibeti doğru bir sabırla tam bir tevekkülle defediyor. *** Bazen nehirlerin ortalarında büyük kayalar olur. Ona çarpan sular onu alıp götürmek isterler. Kaya lisan-ı haliyle sağdan ve soldan kendine çarpan sulara “Sen de geç! Sen de geç!” der. Hadiselere karşı bu kayalar gibi olmak gerekir. O halde sabır, suskun bir bekleyiş değil, dikkatli, sükûnetli, planlı ve prensipli bir duruştur. Sabır, dertleri içine atıp dertlerde kaybolmak değil, dertlerle baş edebilmeyi öğrenmektir. Sabır, inancı ve gayeyi heyecanla içinde büyütmektir. Sabır, öfkeyi kontrol edebilmektir. Sabır kötülüğe karşı sus pus olmak değil, kötülüğe maruz kaldığında o kötülüğü iyilikle defetmektir. Sabretmek atıl bir duruş değil, aktif bir harekettir. Sabretmek tembellik değil, akilane (akıllıca) bir faaliyettir. İbadetlerin devamlılığından gelen zorluğa karşı, ubudiyet tavrını takınıp kulluk şuuruyla ibadetlere devam etmek en güzel bir sabırdır. Günahlar karşısında nefse mağlup olmayıp gözü kulağı ve diğer azaları günahlardan korumak ve muhafazaya gayret etmek en büyük sabırdır. “Lütfunda hoş, kahrında hoş” diyerek gelen musibetin Allah’ tan geldiği şuuruyla hareket etmek en anlamlı sabırdır. Cenab-ı Hak bizleri sabredenlerden eylesin. Doğru sabrı akıllarımıza göstersin, kalplerimize ilham etsin. Kaynaklar: 1- Bakara, 2862- Bediüzzaman Said Nursi, Lem’alar Mecmuası, 2. Lem’a, s. 6, Altınbaşak Neşriyat3- Kütüb-i Sitte, Akçağ Yayınları, c.9, s.5434- Mümin Suresi, 44.Ayet 5- Mektubat, s.55

Her asırda bir şekilde kendine taraftar bulan, bir kısım yerlerde kendilerini Kur’aniyyun olarak ifade eden, biz yalnızca Kur’ an’da bulduğumuza tabi oluruz diyen zavallı gruplar olmuştur. Bu grupların ortak özellikleri, samimiyetten yoksun olmaları, bu ifadeleri kullanırken de bilerek veya bilmeyerek Kur’an-ı Kerim’deki birçok ayeti inkâr etmeleridir. Ayrıca yüzlerindeki soğukluk, İslam ümmetini kabul edememe ve sünnet-i seniyyenin nurundan istifade edememek de bunların ortak özelliklerindendir. Böyle bir grubun varlığından Peygamber (sav) bahsetmiştir. Dikkat edilirse bu anlayış, asrımızda bulunmakla birlikte, tabiin döneminde de bulunmuş ve bir kısım sahabelerle tartışmışlardır. Bu adamların ortak özelliklerinden birisi ise, hakikatleri istediğiniz kadar anlatın, ayetleri tevil etmeleri ve hadisleri hafife almaları veya inkâr etmeleri olarak görmekteyiz. Bu olay Beyhaki’nin Süfyan’dan (ra) naklettiği şu olayı hatırımıza getirmektedir: “Onun emrine aykırı davrananlar, başlarına bir bela gelmesinden… sakınsınlar”1 ayetinde geçen beladan muradın, Allah’ın (cc) kalplerini mühürlemesi olduğunu nakleder.2 Ayrıca sünnetin delil oluşu sabit olmasaydı, Resulullah Efendimiz (sav) veda hutbesinde orada bulunanlara dini hususları öğrettikten sonra şöyle buyurmazdı: “Burada bulunanlarınız bulunmayanlara aktarsın. Çünkü aktarılan bazı kimseler dinleyenden daha iyi anlar.”3 Beyhaki sonra şu hadisi zikreder: “Bizden işittiği hadisi işittiği gibi rivayet edenin Allah yüzünü ağartsın, çünkü kendisine aktarılan bazı kimseler, dinleyenden daha iyi beller.”4 Kaynaklar: 1- Nur, 632- Beyhaki, el-Medhal, s. 363- Buhari, İlm, bab no: 9, vd; age. s. 224- Tirmizi, İlm, h.no:2657, Beyhaki, I, s. 23, vd; age. s. 22

Ebû Abdullah Muhammed b. İsmâîl b. İbrâhîm el - Cu‘fî el-Buhari (ö. 256/870), Kur’ân-ı Kerîm’den sonra en güvenilir kitap kabul edilen el-Câmiu’s-sahih adlı eseriyle tanınmış büyük muhaddis. 13 Şevval 194 (20 Temmuz 810) Cuma günü Buhara (Özbekistan)’da dünyaya teşrif etmişlerdir. Buhari fıtraten meraklı, keskin ve kuvvetli bir zekâya sahip, aynı zamanda da çok dikkatli bir kişidir. Buhari on yaşına doğru Muhammed b. Selâm el-Bîkendî, Abdullah b. Muhammed el-Müsnedî gibi Buharalı muhaddislerden hadis öğrenmeye başladı. On bir yaşlarında iken hocası Dâhilî’nin rivayet sırasında yaptığı bazı hataları tashih etmesiyle dikkatleri üzerine çekmiştir. Seyahatler ve Muhataplar On altı yaşına geldiği zaman İbnü’l - Mübârek ve Vekî‘ b. Cerrâh’ın kitaplarını tamamen ezberlemiştir. Bu sırada annesi ve kardeşi Ahmed ile birlikte hacca gider. Hac sonrası onlar memleketlerine döndükleri halde Buhari Mekke’de kalır ve Hallâd b. Yahyâ, Humeydî gibi âlimlerden hadis tahsil etmeye başlar. Daha sonra bu maksatla ilim merkezlerini dolaşmaya devam eder. Bu merkezler alfabetik olarak şöyle sıralayabiliriz: Bağdat’a sekiz defadan fazla gitti ve her seferinde Ahmed b. Hanbel ile görüşüp ondan faydalandı. Basra’ya dört veya beş defa gitti; orada Ebû Âsım en-Nebîl, Ensârî diye tanınan Basra kadısı Muhammed b. Abdullah ve Haccâc b. Minhâl gibi muhaddislerden istifade etti. Mekkî b. İbrâhim, Kuteybe b. Saîd vb. âlimlerden hadis dinlemek için Belh’e birkaç defa gitti ve Belhliler’in isteği üzerine onlara kendilerinden ilim tahsil ettiği 1000 hocadan birer hadis yazdırdı. Dımaşk’ta Ebû Müshir’den hadis öğrendi. Hicaz’da altı yıl kaldı. Humus’a gitti. Kûfe’ye birçok defa seyahat ederek Âdem b. Ebû İyâs, Ubeydullah b. Mûsâ, Ebû Nuaym Fazl b. Dükeyn gibi muhaddislerden hadis dinledi. Medine’de İsmâil b. Ebû Üveys, Merv’de Abdân b. Osman, iki defa gittiği Mısır’da Saîd b. Ebû Meryem, Abdullah b. Yûsuf ve Asbağ b. Ferec gibi hocalardan hadis tahsil etti. İlk defa 209’da (824), son olarak da 250’de (864) gittiği ve beş yıl süreyle hadis okuttuğu Nîşâbur’da Yahyâ b. Yahyâ el-Minkarî gibi hadis hâfızlarından faydalandı. İlim yolunda belki yaya, belki binekle, fakat bitmeyen tükenmeyen bir ilgi. Sübhanallah! Buhari kendilerinden hadis yazdığı muhaddislerin sayısının 1080 olduğunu söyler (Zehebî, A’lâmü’n-nübelâ, XII, 395). Meşhur talebesi Firebrî, el-Câmi’u’s-sahih’i Buhari’den 90.000 talebenin dinlediğini söylemektedir. En tanınmış diğer talebeleri ise İmam Müslim, Tirmizî, Ebû Hâtim, Ebû Zür‘a er - Râzî, Muhammed b. Nasr el - Mervezî, Sâlih Cezere, İbn Huzeyme gibi muhaddislerdir. Buhari’nin uzun seyahatleri sonunda derlediği hadislerle geniş bir kütüphane meydana getirdiği ve seyahatleri esnasında kitaplarını imkân nispetinde yanında taşıdığı anlaşılmaktadır. (Zehebî, Alâmü’n-nübelâ, XII, 411, 412, 452) Hafıza Gücü Yazdığı hadislerin kitaplarda kalmayıp onları hâfızasına nakşettiğini gösteren en iyi örneklerden biri Bağdat’ta verdiği imtihandır. İbn Adî’nin rivayetine göre, Buhari’nin Bağdat’a geldiğini duyan muhaddisler 100 hadisin sened ve metinlerini birbirine karıştırarak bunları on kişiye verdiler ve onlara Buhari toplantı yerine gelince bu hadisleri sırayla sormalarını söylediler. Bu on kişi, tesbit edilen hadisleri çeşitli İslâm ülkelerinden gelmiş olan muhaddislerin huzurunda okuyarak bunların mahiyeti hakkında bilgi istediler. Buhari onlara bu hadislerin hiçbirini okunduğu şekliyle bilmediğini belirttikten sonra, ilk soruyu yönelten kimseden başlayarak, sordukları hadislerin sened ve metinlerinin doğrusunu her birine ayrı ayrı söyledi. Buhari hakkında tereddüdü olanlar onun nasıl bir hâfıza gücüne ve ne kadar geniş bir hadis kültürüne sahip olduğunu gördüler. Yine Müslim’in belirttiğine göre Buhari’nin kaldığı ev ziyaretçilerle dolup taşmış, şehre gelişinin ikinci veya üçüncü günü bu ziyaretçilerden biri ona Kur’an’ın mahlûk olup olmadığını sormuş, onun da, “Fiillerimiz mahlûktur; bir sözü ifade edişimiz de (Kur’an metnini okuyuşumuz) fiillerimizdendir” demesi üzerine, orada bulunanlar arasında büyük bir ihtilâf çıkmıştır. Buhari’nin Kur’an okumayı mahlûk saydığını iddia edenlerle bu iddiaya katılmayanlar kavgaya tutuşmuş, bunun üzerine ziyaretçiler ev halkı tarafından dışarı çıkarılmıştır. Bu konuda kendisine anlatılanları nakleden İbn Adî’ye göre ise Buhari’yi kıskanan bir muhaddis (Zühli, onun Kur’an mahlûktur görüşünü benimsediğini iddia ederek hadis talebelerini hocalarının kanaatini öğrenmeye teşvik etmiş, ancak Buhari bu konuda fikrini soran kişiye cevap vermek istememiş, fakat onun üç defa ısrarla sormasından sonra, “Kur’an Allah kelâmıdır, mahlûk değildir; ancak kulların fiilleri (Kur’an’ı okuyuşları) mahlûktur; bu konuda soru sormak ise bid‘attır” diye cevap vermiş, bunun üzerine ortalık karışmıştır. Siyasilerle İlişkisi Buhari kendisinden ilim tahsil etmek isteyen herkese bildiğini esirgemeden vermesine rağmen devlet adamlarından uzak durur, onların saraylarına gitmeyi ilmi küçük düşüren bir davranış olarak kabul eder ve bu uğurda her zorluğa katlanmayı göze alırdı. (Zira ilmin bir izzeti vardır ve onu muhafaza etmiştir.) Horasan Valisi Hâlid b. Ahmed ez-Zühlî, ona bir adamını göndererek el - Câmiu’s - sahih, et - Târîhu’l - Kebîr ve diğer eserlerini kendisinden dinlemeyi arzu ettiğini bildirince bu talebi reddetti. İlmi küçük düşüremeyeceğini, onu başkalarının ayağına götüremeyeceğini, gerçekten arzu ediyorsa hadis okuttuğu mescide -veya evine- gelmesini, bunu da istemiyorsa hadis okutmasını yasaklayabileceğini söyledi. Hz. Peygamber’in, “Kendisine sorulan şeyi öğretmekten kaçınan kimsenin ağzına ateşten gem vurulacağını” ifade eden hadisi sebebiyle ilmi kimseden esirgemediğini de haber verdi. Buhara valisinin sadece kendi çocuklarına ders vermesi yolundaki isteğini de ilmi belli insanlara tahsis edemeyeceği gerekçesiyle reddetti. Bunun üzerine vali, yakın adamlarından bazılarının Buhari’nin Ehl-i Sünnet görüşüyle bağdaşmayan fikirlere sahip olduğunu iddia etmelerini sağladı. Sonra da bu iddiaya dayanarak, onu kendi memleketinden sürdü. Buhari oradan Semerkant’a gitmek üzere yola çıktı. Semerkant’a 3 mil mesafede bulunan Hartenk kasabasındaki akrabalarını ziyaret etti. Fakat orada hastalandı ve Semerkant’a gidemedi. 256 yılının Ramazan Bayramı gecesi vefat etti, ertesi gün (1 Eylül 870 Cuma) orada toprağa verildi. Ailesi hakkında bütün bilinenler, Ahmed adında bir oğlu olduğudur. Şahsiyeti İmam Buhari’nin dürüstlüğü ve içi ile dışının bir olduğunu gösteren birkaç hadiseyi aktarmakta fayda var: 25.000 dirhem alacaklı olduğu birine karşı gösterdiği müsamaha dikkat çekicidir. Uzun zamandan beri borcunu ödemeyen bu şahıstan bazı idareciler vasıtasıyla alacağını tahsil etmesini tavsiye edenlere, “Ben onlardan yardım istersem onlar da benden işlerine geldiği gibi fetva vermemi isterler; dünya için dinimi satamam” demiştir. Fakat bazı dostları ona rağmen bu konuyu yöneticilere söylediler. Buhari bunu haber alınca ilgililere mektup yazarak borçluya bir kötülük yapılmamasını istedi ve onunla her yıl kendisine 10 dirhem ödemek üzere anlaşma yaptı. Bir gün hadis okuturken âmâ olan talebesi Ebû Ma‘şer bir hadisten pek hoşlanmış olmalı ki başını, elini sallamaya başladı. Onun bu haline tebessüm eden Buhari, daha sonra bu tebessümü ile Ebû Ma‘şer’e haksızlık ettiğini düşünerek ondan helâllik istedi. İlmi Otoritesi Buhari’yi yakından tanıyan âlimlerin takdirkâr ifadeleri, onun ilmî şahsiyeti ve otoritesi hakkında fikir vermektedir. Hocası Nuaym b. Hammâd ile muhaddis Ya‘kub b. İbrâhim ed-Devrakı, “Buhari bu ümmetin fakihidir” derlerdi. Basralı hocalarından Bündâr diye tanınan Muhammed b. Beşşâr Buhari gibi bir âlim görmediğini ifade eder ve Buhari Basra’ya gelince onunla iftihar ettiğini söylerdi. Hadis ve fıkıh ilimlerindeki derin bilgisiyle tanınan hocası İshak b. Râhûye muhaddislere, “Bu gençten hadis yazınız” diye tavsiyede bulunduktan sonra, eğer Buhari Hasan-ı Basrî zamanında gelmiş olsaydı hadis ve fıkhı çok iyi bildiği için herkesin ona başvurmak zorunda kalacağını söylerdi. Yine Basralı hocalarından ve “emîrü’l - mü’minîn fi’l - hadîs” lakabını almış nadir muhaddislerden biri olan Ali b. Medînî’ye, “Buhari sadece senin yanında tevazu gösteriyor” dediler. İbnü’l-Medînî de, “Siz ona bakmayın, onun gözleri kendi gibi birini daha görmemiştir” karşılığını verdi. İmam Müslim Buhari’ye hitaben, “Sana ancak seni çekemeyenler kızabilir. Dünyada senin bir benzerinin bulunmadığına şehadet ederim” diyerek ona duyduğu derin sevgiyi dile getirmiştir. İbn Huzeyme ise, “Şu gök kubbenin altında Resûlullah’ın hadislerini Buhari’den daha iyi bilen ve daha iyi ezberlemiş olan birini görmedim” derdi. Eserleri El-Câmisu’s-sahih-i Buhari. Halk arasında Sahîh-i Buhari diye şöhret bulan bu eseri 600.000 kadar hadis arasından seçerek on altı yılda meydana getirdiğini, her bir hadisi (veya babı) yazmadan önce mutlaka boy abdesti alarak iki rek‘at namaz kıldığını söylemiştir. Eserini Buhara’da yazmaya başlamış, çalışmasına Mekke, Medine ve Basra’da devam etmiştir. Yeryüzünde hiçbir esere gösterilmeyen bir ihtimama mazhar olan ve İslâm dünyasında üzerine yüzlerce inceleme ve şerh kaleme alınmış bulunan el-Câmiu’s-sahih, İstanbul, Mısır, Hindistan ve Avrupa’da birçok defa basılmıştır. Et - Târîhu’l - kebîr. Buhari’ nin el - Câmiu’s - sahih’ten önce yazdığı bu kitap sahasının ilk eserlerinden biri olup burada ashabdan kendi şeyhlerine gelinceye kadar 13.000’e yakın râvinin güvenilirlik derecesini tespit etmiştir. Et - Târîhu’l - kebîr Haydarâbâd’da Dârü’l - maârifi’l - Osmâniyye tarafından dört büyük cilt (sekiz cüz) halinde basılmıştır (1361-1364). Ayrıca Dârü’l - kütübi’l - ilmiyye ve Müessesetü’l - kütübi’s - sekafiyye tarafından eserde geçen şahısların ve hadislerin fihristi hazırlatılarak Beyrut’ta iki cilt halinde yayımlanmıştır (1407/1987). Akaid’e Dair Görüşleri El - Câmiu’s - sahîh, ile Halku efâli’l-ibâd adlı kitaplarının incelenmesinden, ayrıca el-Akide (et-Tevhîd), Ahbârü’s-sıfât, Kitabü’l-İman gibi akaide dair bazı eserler telif etmesinden (Sezgin, I, 134) anlaşıldığına göre Buhari, ünlü bir muhaddis olmasının yanı sıra itikadî konularla da yakından ilgilenerek Selef inancına aykırı görüşler ileri süren Cehmiyye, Mu‘tezile, Havâric ve Şîa mezheplerini tenkit eden, böylece Ehl-i sünnet mezhebinin oluşumuna katkıda bulunan ilk Sünnî âlimlerdendir. Nitekim yaşadığı devirde nazik bir mesele haline gelen ve yaratılmış bir varlık olan insana ait fiillerin bile kadîm kabul edilmesini gerektirecek tarzda yoruma tâbi tutulan “mes’eletü’l-lafz” (Kur’an’ı telaffuz edişin yani Kur’an okumanın mahlûk olup olmadığı) konusunu hadis âlimlerinin şiddetli muhalefetlerine rağmen münakaşa etmekten çekinmemiştir. Ona göre bütün dinî konularda olduğu gibi, akaid alanında da hadisler Kur’an’ dan sonra ikinci kaynaktır ve müteşâbih ayetlerin gerçeğe uygun olarak te’vil edilebilmesi için hadislerden faydalanmak zaruridir. Mu‘tezile’nin itikadî konularda hataya düşmesinin asıl sebebi hadislere itibar etmemesidir. Hadislerin bir kısmını kabul edip bir kısmını reddetmek de neticede Kur’an’ı yanlış anlamaya götürür. Fıkıh İlmindeki Yeri Büyük bir hadis imamı olarak şöhret bulan İmam Buhari, aynı zamanda bir fakihtir. Ancak hadis ilmindeki yüksek seviyesi sebebiyle bu yönü ikinci planda kalmıştır. Hayatı ve ilmî şahsiyetinden bahseden tabakat kitaplarında kendisinin “fakihlerin efendisi”, “bu ümmetin fakihi” ve “Allah’ın yarattığı kullar içerisinde en fakih olanı” diye nitelendirildiği nakledilir. Bazı müellifler ise mukayese yolu ile bir değerlendirme yaparak Buhari’yi, hocaları Ahmed b. Hanbel ve İshak b. Râhûye’den daha fakih sayarlar (İbn Hacer, Hedyü’s-sârî, II, 237). İbn Kuteybe de kendisine fetva soran bir adamı Buhari’ye gönderirken ona, “İşte Ahmed b. Hanbel, İbnü’l-Medînî ve İshak b. Râhûye, Allah bu üçünü de sana gönderdi” diyerek Buhari’ye danışmakla bu üç âlime danışmış sayılacağına işaret etmiş, onun fıkıh ilmindeki bilgi ve kabiliyetinin seviyesini dile getirmiştir (Sübkî, II, 222; İbn Hacer, a.g.e., II, 236). Buhari fıkıh ilmindeki bu üstün mevkii sebebiyle dört mezhebin mensupları tarafından sahiplenilmiştir. Hanbelî fakihlerinden İbn Ebû Ya‘lâ onu Hanbelî fakihlerin birinci tabakasından, Tâceddin es-Sübkî ise Şâfiî fakihlerin ikinci tabakasından saymaktadır. Abdullah b. Yûsuf, Saîd b. Anber ve İbn Bükeyr’den el-Muvattafı rivayet ettiği için Buhari Mâlikîler’ce kendi mezheplerine mensup kabul edildiği gibi, Hanefî fakihi İshak b. Râhûye’den ders almış olması sebebiyle de Hanefîler tarafından kendi mezheplerine bağlı olduğu ileri sürülmüştür. Ancak onun birçok meselede İmam Şâfiî’ye muvafakat etmesi, Şâfiî mezhebine mensup olarak şöhret bulmasına sebep olmuştur. İbn Hacer’in tesbit ve değerlendirmesine göre Buhari, Sahîh’ inde fıkhî bilgi ve inceliklerin bulunmasına özen göstermiş, bundan dolayı rivayet ettiği naslardan birçok hüküm çıkarmış ve bu hükümleri ilgili kitâbın (ana bölümün) muhtelif babları arasına uygun bir şekilde serpiştirmiştir. Bunu yaparken gerekli yerlerde ahkâm âyetlerini zikretmeyi de ihmal etmemiştir. Başta zikrettiğimiz gibi, Efendimiz (sav) “Ümmetimin Âlimleri İsrail oğullarına gönderilen Peygamberler gibidir” hadis-i şerifinin, İmam Buhari Hazretleri üzerindeki tecellilerini bu kadar yazmakla iktifa ediyoruz. Cenâb-ı Hak bu manevi kahramanlarımızdan ebeden razı olsun. Bizleri de onların yolundan gidenlerden kılsın, ayırmasın. Âmin

İnternetin ve bilhassa da sosyal medyanın yaygınlaşmasıyla birlikte günümüz insanı, –sözde- ikinci bir varoluş alanı daha keşfetmiş oldu. “Cogito ergo sum” (Düşünüyorum öyleyse varım) çıkarımıyla, kendi mevcudiyetini ratio-reason (aydınlanma aklı) temelinde, tefekkürî olarak haklılaştıran modern insan, buradan yola çıkarak diğerlerinin de kendisi gibi var olduğu sonucuna ulaştı. Aslında var olmanın bu idealist temellendirmesi, “varlık gerçekten var mıdır?” sorusuna bir cevap olarak ortaya çıkmıştı. Descartes, modern insanın öncüsü olarak buna benzer bir soru sordu ve özetle “varoluştan şüphe duyabildiğime göre bizatihi bu şüphenin kendisi sebebiyle, o sorudan şüphe duymayarak varlığımı idrak ediyorum, o halde varlık benim düşüncemdir ve o halde ben de varım” benzeri bir cevaba ulaştı. Aslında bu cevap, “Hümanizm” olarak adlandırılan; “insanı” varlığın merkezine koyup ilahlaştırma sürecinin de tetikleyicisi oldu. Heidegger ise “Dasein” yani “burada, âlemde olma” kavramına vurgu yaparak, kendi içine kapalı öznenin, aslında düşünceden öte, dışarıda da, âlemle birlikte bir bütün olarak var olduğunu ortaya koydu. Böylece ilahlaştırılmış “ben”i tahtından indirmeye çalıştı. Özneyi bütün bir varlıkla bir bütün haline getirdi. Ancak bu modern gayretlerin hiçbirisi hakikati ortaya koyamadı. Kur’ân’ın ve Kur’an’dan kaynaklanan İslam medeniyetinin “O”nu yani “Hüve”yi gösteren hakikatçi anlayışına mukabil, modernizmin “ene”yi yani “hevayı” merkeze alan anlayışı felsefeden bilime, eğitimden teknolojiye her yerde kendisini gösterdi. İnternetin hayatımıza girmesiyle ise kendimizi, yeni bir ontolojik (mevcudiyete dair) temelde temellendirerek yeniden var olmuş saydık. Böylece, Dasein olmaya tekâmül etmiş kolektif varlık bilincimiz, “sanal bir âlemde var olduğunu sanma” olarak adlandırabileceğim yeni bir boyut kazandı. “Ne Düşünüyorsun?” Sorusunun Felsefî Derinliği Mesela, Facebook’taki her paylaşımımız, “ne düşünüyorsun?” sorusuna bir cevaptı ve her hangi bir düşüncemizi paylaştığımızda, biz kendi varlığımızdan kesinlikle emin olarak bu paylaşımı yapıyorduk. Bize sorulan soru, “var mısın ya da yok musun?” değil, “ne düşünüyorsun?” sorusuydu. Biz bu soruya verdiğimiz cevapla, aslında orada var oluşumuzun da kesinliğine olan inancımızı paylaşıyorduk. Çünkü var olmasaydık, bu soruya cevap veremezdik. Burada Descartes’in “cogito” (Ben düşünüyorum) zihinsel deneyinin sanal âlemdeki izdüşümünü görüyorduk. Şimdilerde anlıyoruz ki, Batı’nın bizden istediği, internet olarak adlandırılan Batılının bilgisayarlarında, kısacası Batılının “düşünce dünyasında” var olmamızdı. Çünkü Özne Batı düşüncesiydi ve bizim varoluşumuzun garantisi de o Batı düşüncesine dâhil olmamızdı. Bu sanal zeminin aslında ontolojik (varoluşa dair) değil epistemolojik (bilme tarzına dair) bir zemin olduğunun da farkına varamıyorduk. Heidegger’in işaret ettiği manada, gerçekten orada var olmadığımız ama varlığımızı düşünce yoluyla bildiğimiz bu dünya, gerçekten de –bizden ziyade Batılı öznenin etken olduğu- bir bilgi nesnesi değil miydi? Biz orada kendimizi her ne kadar “özne” olduğumuza ikna etsek de, aslında hepimiz birer nesneydik. O kullanıcı adıyla ve o resim üzerinden yaptığımız paylaşımlar, gerçekliğin kendisi değildi ve gerçeklik o sanal âlemin öncesinde, zaten burada var oluşumuzdaydı. Biz burada var olabilecektik gerçekten, o sanal dünyada değil. Sanal dünya ayartıcılığıyla bizi kandırıyordu ve zihnimiz bir gerçek dünya serabı görüyordu. Herhangi bir emoji ya da herhangi bir yazılı paylaşım bizi mutlu edebiliyor, üzebiliyor ya da sinirlendirebiliyordu. Gerçekte bilinçaltımızın bir nesnesi olarak var olduğumuz rüyalarda da böyle olmuyor muydu? Üstelik kendi medeniyetimizin ahlak anlayışının rağmına, mesela “ben kendimi beğenmiyorum, beni beğenenleri de beğenmiyorum” diyerek bu anlayışın şahikasında duran Bediüzzaman’ın işaret ettiği mana-yı harfi ufkundan kayarak, yani kendimizde olanı temellük edip, varlığımızı olabildiğince “beğen”dirmeye çalışarak Batıcı bir zihniyete hapsoluyorduk farkında olmadan. Facebook’ta sorulan “ne düşünüyorsun?” sorusu, İngilizce “what is on your mind?” sorusunun Türkçeye çevrilmiş şekliydi ama sanki bu çeviride bir şeyler eksikti. Soru “neyi düşünüyorsun?” değil, “ne düşünüyorsun?” şeklinde kuruluyor ve böylece nesnenin belirsizliğine vurgu yapılıyordu. Yani Batılı öznenin nesnesi belirli olarak “her şey” olacak ama Müslüman Türk öznenin nesnesi “belirsiz” olacaktı. Üstelik Batılı öznede düşüncenin bir mekânı olarak Batılı akla vurgu yapılıyordu haklı olarak. Çünkü gerçekten de biz bile, sanal âlemdeyken “o Batılı akılda” düşünüyorduk. Çünkü genelde sanal âlem özelde ise sosyal medya onların akıl ceplerindeydi. Dolayısıyla bizim düşüncemiz de o cebin içinde olmalıydı. Bu durumda Batılıya sorulan “aklında ne var?” sorusu onlar için anlamlı oluyordu. Çünkü zaten “ne düşünüyorsun?” sorusuna verdiğim cevap bile onun “aklında olan” bir soruya vermiş olduğum cevap olacak ve ben sosyal medyadaki bütün cevaplarımla sadece o Batılı aklı doyurmuş, üstelik var kılmış olacaktım. Sanal Dünya Gerçek Dünya mıdır? Bu sanal âlemin diğer üyelerinin de oradaki varlığından emindik. Onların paylaşımlarını, cevaplarını, sorularını ve sorunlarını gerçek dünyadakilerden daha fazla ciddiye almaya başladık. Sadece zihinsel planda var olduğumuz bu dünyada, gerçek dünyadakinden daha özgürdük ve bu sanal dünyanın sınırları gerçek dünyadakinden daha engindi. Böylece varlığımızın gerçek dünyadaki ontolojik temellerini bir süreliğine de olsa unuttuk ve kendimize zihinsel manada sanal bir ontolojik (varoluşa dair) temel inşa ettik. Adeta iki dünyayı bir biriyle ters yüz ettik. Şimdi gerçeklik dünyamız zihinsel dünyamız yani sanal dünya olmuştu. Bayramlarımız, Cumalarımız, doğum günlerimiz ve kandillerimiz bile artık o dünyadaydı. Yanı başımızdaki çocuğumuzun “anneciğim-babacığım” diye haykıran sesini duymadık ama onunla Whatsapp’ta yazışmayı da ihmal etmedik. Belki de bu yazışmalar sırasında nice namazlarımızı erteledik, nice fiili ibadetlerimizden geri kaldık. Varlığın kendisi sadece düşünceden ibaretmiş gibi ve sadece düşüncelerimizle var olabilirmişiz gibi kendimizi düşüncenin ve duygunun dünyasına bırakıverdik. Bu abartılı, hızlı ve tatminsiz bir dünyaydı. Maddesel gerçekliğimizin tatmin edemediği bir yönümüzü bu sanal âlemin sınırsız imkânlarıyla tatmin edebileceğimize inandık. Aslında bizi sadece zihin ve duygu olarak yaratabilecekken, bütün biyolojik özelliklerimizle ve maddi gerçekliğimizle var eden Yaratıcının bizim üzerimizdeki ulvi gayelerini de unutuverdik. Sanki sadece ruhani ve zihni bir varlıkmış gibi, yaşamımızın onlarca saatini Facebook, Twitter, Whatsapp, Instagram paylaşımlarıyla geçirip durduk. Batı Bizim Düşüncemizin de Öznesi Olmak İstiyor Ve şimdi anlıyoruz ki, bizler özne olmaktan çıkmış, Kartezyen felsefesinin “düşünüyorum öyleyse varım” zihinsel deneyinin modern denekleri/nesneleri haline getirilmiştik. Yani bir başka öznenin (Batı’ nın), “ne düşünüyorsun?” sorusuna gönüllü olarak cevap veren basit nesneler olmuştuk. Yazılarımızı paylaştığımız o bilgisayar ya da bellekler de bize ait değildi. Gerçekte herhangi bir ülkedeki bilgisayarlara yolluyorduk paylaşımlarımızı. Günlüğümüzü bile anne ve babamızdan saklıyorduk ama en mahrem mesajlarımızı elin Batılısına güvenle teslim edebiliyorduk artık. Var oluşu “bilme” şartına bağlayan modernist düşünce, sanal âlem yoluyla bizi de modern olmaya ikna etmiş görünüyor. Bizi bildiği ölçüde kendini var kılıyor. Üstelik kendimizi özne sandığımız yerde, bizim en önemli yanımızı yani düşüncelerimizi bile kendi bilgi nesnesi kılabiliyor. Evet, sanal âlem ve sosyal medya, gerçekten de “düşünüyorum öyleyse varım”ın bir izdüşümü olarak görünüyor ama bizim açımızdan değil, bizim düşündüklerimizi kendi bilgilerinin nesnesi kılanlar açısından. Onlar, bizim düşüncelerimizi de öğrenmenin yolunu, “ne düşünüyorsun?” sorusuna vereceğimiz cevaplar yoluyla çoktan bulmuşlar. Batı’nın Nesnesi Olarak mı Kalacağız? Var olduğumuza inandığımız bu dünya aslında bizim dünyamız değildi demek ki. Düşüncelerimiz bir nesne olarak, Batılı öznenin düşüncesinde var oluyordu. Ve biz özgürce paylaştığımız düşüncelerimizle kendi dünyamızı değil, Batı’yı var kılıyorduk. Batı böylece, biz gerçekten burada yok oldukça, kendi var oluşunun keyfini gerçekten sürüyordu. O sanal dünya, Batı’nın nesnesi ve bizim öznemiz olduğu müddetçe problem yoktu. Modern zihin sürekli özne kalmalıydı. Facebook’un geliştirdiği yapay zekâ, kendi özel dilini geliştirip özneleşmeye kalktığında, Batılı zihin nesne olma tehdidiyle karşı karşıya kaldı ve yapay zekânın fişini çekiverdi. Anlaşılıyor ki, Batı için en büyük tehlike “nesneleşme” tehlikesidir. Türkiye’ye ve İslam dünyasına yönelik bu baskıcı tavrının ardında “nesneleşme” korkusu yatmakta belli ki. Biz bu âlemde var olduğumuzu idrak etmeye, insan yapımı bir yapay zekâdan daha fazla layığız. Kendi dilimizi geliştirerek; okuyarak, bilim ve teknoloji üreterek, eşimizle, çocuğumuzla konuşarak, sanat yaparak gerçekten var olmalıyız. Biz yıldızların tozlarından bu dünyada insan ve Müslüman olarak var edildik. Hükümetler bu dünyada kuruldu. Ve hükümetleri tehdit eden darbeler bu dünyada gerçekleşti. Suriyeli çocuklar bu dünyada katledildi. Kudüs bu dünyada işgal edildi. Arakan bu dünyada halen kan ağlıyor. Ve ülkemize yönelik saldırılar her gün bu dünyada gerçekleşiyor. Sanal dünyada daha fazla “var olduğumuzu” düşünmemiz zihnimizin bir oyunu sadece. O halde, vakit geç olmadan burada var oluşumuza odaklanmamız ve Batı’nın zihninde var oluşumuzun, gerçekte özneler olarak yok oluşumuz anlamına geldiğini kavramamız gerekiyor. Kısacası gerçek varlığımızı “bulmak” ve mutlak varlık tarafından “bulunmak” yani “mevcûd” olmak zorundayız. Abartacaksak “ahiretin tarlasında” var oluşumuzu abartalım ve tatmin olacaksak, bizi var edeni burada çokça anarak tatmin olalım. Yoksa bu dünyadaki gerçek vazifemizi unutacak ve sanki cennetteymişiz gibi mesrur olduğumuz sanal âlemde, Batı’ nın nesnesi olmaya devam ederken, hem bu dünyada, hem de cennet denilen o sonsuz kâinatta; yeni bir var oluşla var olma umudumuzu yitireceğiz. Aslında ölçülerimiz oldukça açıktır. Varlığa mânâ-yı ismiyle değil, mânâ-yı harfiyle bakacağız ve dünyayı kesben değil kalben terk edeceğiz. Var olmak istersek, vacibu’l-vücuda dayanacağız. Hevamızı ilah edinmeyecek, “ene”yi değil sürekli “hüve”yi göstereceğiz. Endülüs Medeniyetinin duvarlarında yazan ”لا غالب الا الله“ hakikatini bu modern/post-modern çağı dönüştürmek adına hayatımıza tatbik edeceğiz. Kısaca; Allah namına verecek, Allah namına alacak, Allah namına başlayacak ve Allah namına işleyeceğiz. Vesselam…

Geçecek ömrümüzün her dilimini ebedi dünyalara çevirmek çaresi, önümüzde en tatlı netice olarak görünmektedir. Bu çare de bütün dünyaların Halık’ı ve Rabbi olan Cenab-ı Hakk’a tevekkül ile O’na inkıyat etmek ve O’nun emrinde hareket etmektir. Galat-ı his nev’inden insan kendini layemut (ölümsüz) zanneder. Ölmemek düşüncesi, zamanın geçmesini sadece takvim yapraklarının değişmesi şeklinde görmesi, yaşlılık ve ölümün başkalarının problemi olduğunu tevehhüm etmesi ya da kendi üzerine hiç almaması, hem kendi dünyasının hem asıl dünyanın hiç yok olmayacağı duygusunu vermektedir. Hakikatte ise bu düşünce galat-ı his denilen duygu yanılmasını netice vermektedir. Dedem biz çocukken bize ikram edilen şeylere karşı hiç istek duymazdı; bu şeyler onun hiç ilgisini çekmezdi. Şeker, meyve veya oyuncak olsun bu ilgisizliği beni çok şaşırtırdı. Çocuk aklımla bunu anlayamazdım. Ve yıllar geçince hakikat gözüme ekşi yüzüyle göründü. Anladım ki dedemin çocukluk dünyası yıkılmış. Onun olgunluk ya da yaşlılık dünyası canlıydı. Şimdi de ben, çocuklarımın heyecanla arzu ettikleri şeylere karşı hiç iştah duymamaktayım. Maalesef bu durumum benim çocukluk veya küçüklük dünyamın yıkıldığı, artık gençlik ya da olgunluk dünyamın canlı olduğunu göstermekteydi. Bu ise, hakikati bütün acısıyla karşıma çıkarmaktaydı: Yıkılan çocukluk dünyası gibi bir gün gelecek gençlik dünyası, sonra olgunluk sonra yaşlılık dünyaları da yıkılacak ve karşıma hakiki dünyam olan ahiret dünyası çıkacaktı. İşte bu dünyalarımın yıkılması hengâmında, beden dünyamın dışında akıp giden harici dünyada hiçbir değişiklik olmaması ise, galat-ı hissimin oluştuğu yerdi. Görünen dünyanın sabitliği, bana benim dünyamın da yıkılmayacağı hissini veriyordu. Hâlbuki elime bir ayna alsam, meftun olduğum bir manzaraya çevirsem, elimdeki aynamın kabiliyeti ve kalitesi nispetinde harika bir manzara görüyordum. Fakat aynamdaki en küçük bir hareket veya bir kırılma veya bir bozulma o harika manzarayı mahvediyordu. Vakıa şu ki, benim aynamdaki manzaram ne kadar harap olsa da, dışarıdaki harika manzara aynen devam ediyordu. İşte bizim aynamız olan kendi dünyamız, hayatımız, ömrümüz küçük bir hareketle bozulabilir veya değişebilir yani ölebiliriz. Bizim dışımızdaki dünyanın bütün şaşasıyla devam etmesi bize fayda vermez. Akıp giden rakamlar, yükselen binalar, değişen siyaset oyunları her ne kadar dünyanın devamı veya sonsuzluğu hissi verse de, acı yüzünü göstermesi, bizim hayatımızdaki küçük bir cam kırılmasına bakacaktır. Öyleyse zahiri dünyanın devamına bakarak kendi dünyamızın devam edeceğini tevehhüm etmek, sadece kendimizi aldatmak olacaktır. Yıkılan dünyamız, başımıza bütün yükleri ile birlikte yıkılacaktır. Geçecek ömrümüzün her dilimini ebedi dünyalara çevirmek çaresi, önümüzde en tatlı netice olarak görünmektedir. Bu çare de bütün dünyaların Halık’ı ve Rabbi olan Cenab-ı Hakk’a tevekkül ile O’na inkıyat etmek ve O’nun emrinde hareket etmektir. Hem Habib’inin (sav) ruhlara cennet veren dünyalarına uymak, zevali muhakkak olan dünyalarımızı saadet dünyalarına çevirmek olacaktır.

“Risale-i Nur Talebesinin en ehemmiyetli vazifesi, onu yazmak veya yazdırmaktır ve intişarına yardım etmektir. Onu yazan veya yazdıran Risale-i Nur Talebesi unvanını alır.” (Kastamonu Lahikası) Nur Talebelerinin, risaleleri elle yazmalarının en önemli sebebi, Üstad Bediüzzaman Hazretlerinin bunu emretmiş olmasıdır. Şöyle der, Bediüzzaman Hazretleri: “Risale-i Nur Talebesinin en ehemmiyetli vazifesi, onu yazmak veya yazdırmaktır ve intişarına yardım etmektir. Onu yazan veya yazdıran Risale-i Nur Talebesi unvanını alır.” (Kastamonu Lahikası) Bununla birlikte Nur Talebeleri, risaleleri sadece yazarak çoğaltmazlar. Üstadın hayatı zamanında önce teksir makinesi ile Kur’an harfleri ile çoğaltılmaya başlanmıştır. Daha sonra 1950’lerin sonlarında Latin harfleriyle de matbaalarda basılmaya başlanmıştır. Fakat Üstad Hazretlerinin yeni harflere bakışı, onların Kur’an harflerine mani olan bir bid’a olduğudur. 18. Lem’ada Nur Talebeleri’nin bütün kuvvetleriyle Kur’an yazısını korumaya çalıştıklarını bu yüzden Hz. Ali (ra)’ın “kardeşlerim” iltifatına mazhar olduklarını beyan eder. (Bkz. 18. Lem’a) Ayrıca Nur Talebelerinin Kur’ an yazısı ile Latin yazısı arasında nasıl bir tercihte bulunmaları gerektiğini şu cümleyle özetler: “Risale-i Nur’un bir vazifesi de huruf-u Kur’aniye’yi (Kur’ an harflerini) muhafaza (korumak) olduğundan, yeni hurufa (harflere) inşallah zaruret derecesinde müsaade olur.” Buradan anlaşılan şudur: Asıl vazife Kur’an harfleriyle hizmet etmektir. Nur Talebelerinin görevi Kur’an harfleriyle okuyup yazmayı öğrenmek, öğretmek ve yaşatmaktır. Netice olarak, Nur Talebelerinin risaleleri Kur’an harfleriyle, yani Osmanlıca orijinallerinden elle yazarak çoğaltmalarının teknolojik imkânları engellemesi diye bir şey söz konusu değildir. Çünkü bu imkânlar kullanılmasın diyen hiçbir Nur Talebesi yoktur. Üstadın da böyle bir emri yoktur. Elle yazılmasının ise pek çok faydaları vardır: Üstadın emrine sadakatle itaat edilerek talebe olmanın şartı yerine getirilmektedir. Kur’an yazısının öğrenilmesi ve muhafaza edilmesi sağlanmaktadır. Risaleleri çoğaltmaktaki (Üstadın beyanıyla ve hadislerin işaretiyle yüz şehit sevabı kazanmak gibi) büyük sevaplara kavuşulmaktadır. (İnşallah) Yazarak öğrenmek, eğitimin en başarılı yollarından biri olduğundan, bu cihetten de istifade edilmiş olmaktadır.

Bediüzzaman Hazretleri Lem’alar’da, İhlas Risalesinin sonundaki Yazı Mektubunda iki hadis-i şerife dayanarak Risale-i Nur’u yazanların yüz şehid sevabı kazanabileceğini bildirmektedir. Risaleleri yazmanın iki büyük temel faydası vardır. Birincisi Kur’an harfleriyle okuyup yazmayı öğrenmektir. İkincisi bu kuvvetli iman derslerini bizzat eliyle çoğaltmaktan gelen çok büyük sevapları kazanmaktır. Üstad Bediüzzaman Hazretleri Lem’alar’da, İhlas Risalesinin sonundaki Yazı Mektubunda iki hadis-i şerife dayanarak Risale-i Nur’u yazanların yüz şehid sevabı kazanabileceğini bildirmektedir. Aynı mektubun haşiyesinde ise Risale-i Nur’u yazmanın beş çeşit ibadet manası taşıdığı şöyle anlatılmaktadır: En mühim bir cihat olan ehli dalalete karşı manen cihat etmek Bu Kur’an hakikatlerini neşretmek hizmetinde Üstadına yardım etmek Müslümanların imanına hizmet etmek Kalemle yazarak bizzat ilim tahsil etmek Bazen bir saati bir sene ibadet sayılan tefekkür ibadetini yapmak Ayrıca Emirdağ Lahikası isimli eserindeki bir mektubunda Risale-i Nur’u yazmanın faydalarını şöyle anlatır: “Kalemle yazarak Nurlara hizmet ve sadakatle talebesi olmanın iki mühim neticesi vardır. Birincisi, Kur’an ayetlerinin de işaretiyle imanla kabre girmektir. İkincisi, bütün Nur Talebelerinin manevi kazançlarına ve sevaplarına ortak olmaktır.” Yine aynı mektupta Üstad Bediüzzaman Hazretleri Risale-i Nur’ları Kur’an harfleri ile yazmanın manevi çok kazançlarının yanında bu dünyada da beş tane faydası olduğunu şöyle anlatır: Rızıkta bereket Kalpte rahat ve sürur Geçimde kolaylık İşlerinde muvaffak olmak Talebelik faziletini kazanmak ve bu sayede bütün Risale-i Nur talebelerinin manevî kazançlarına ve dualarına hissedar olmaktır. Buraya kadar aldığımız faydaların ne kadar büyük sevap ve faziletler olduğu gayet açıktır. Üstad Bediüzzaman’a talebe olmaya niyet eden herkesin bu büyük kazancı kaçırmamaya çalışması gerekir. (Bkz. Lem’ alar, 21. Lem’a İhlas Risalesi ve Bütün Lâhikalar) Neden Osmanlıca? Osmanlıca, hatt-ı Kur’an yani Kur’an yazısı ile yazılan Türkçedir. Bütün İslam milletlerinin ortak yazısı, Kur’an alfabesidir. Her millet kendi diliyle konuşur. Fakat ortak alfabemiz Kur’an harfleridir. Bu kudsi harfleri okuyup yazmasını öğrenmek, her Müslüman için hem dini, hem millî, hem kültürel bir vazifedir. Bin yılı aşkın bir tarihi birikimin Osmanlıca olarak el yazması kütüphanelerinde, arşivlerin tozlu raflarında ilgi beklediklerini de dikkate almak lazım.

Bediüzzaman Hazretleri, Kur’ an harflerinin okunup yazılmasına büyük ehemmiyet vermiş ve Risale-i Nur talebelerini, Kur’an harflerine hizmet etmeye tekrar tekrar teşvik etmiştir. “Risale-i Nur’un bir vazifesi de bidate karşı huruf ve hatt-ı Kur’an’ı muhafaza etmektir” diyerek bu vazifenin ehemmiyetine dikkat çekmiştir. Burada dikkat edilmesi gereken mühim bir nokta şudur: Hazret-i Üstad Kur’an harflerine, yalnız Kur’an okumak ve yazmak için ehemmiyet vermiş değildir. Bununla birlikte, diğer İslam milletlerinde olduğu gibi, kendi lisanımızı okur - yazarken de bu harflerin kullanılmasını ve yaygınlaştırılmasını ve unutulmaktan muhafaza olunmasını büyük bir hararetle istemiştir. *** Şu aşikârdır ki, dünü bilmeyen bugünü bilemez. Bugünü bilmeyen, yarını inşa edemez. Medeniyetlerde esas olan ise, kültürde, sanatta, edebiyatta, devamlılıktır. Bizi biz yapan değerlere sahip çıkmaktır. Bunun tam tersi bir durumla karşılaştığımız memleketimizde, bizi köklerimize ve medeniyetimize bağlayacak en önemli ve kolay vasıta Osmanlı Türkçesini öğrenmek ve öğretmek olmuştur. Bugün daha geniş çalışmaların yapılması bizleri mesrur etmektedir. Şu da bir vakıadır ki, Bediüzzaman Hazretlerinin hatt-ı Kur’an’a sahip çıkması, eserlerini bu yazı ile yazdırıp okunmasını ve neşrini istemesi, esasında bu yazıdan hiç kopmadan yetişen bir neslin varlığına sebep olmuştur. Bu varlık da bugün bu çalışmaların yapılmasına çok ciddi katkı sağlamaktadır. Bu cihetiyle bakıldığında hem Risale-i Nur eserleri canlıdır, hem de hatt-ı Kur’an ve o kültürle yetişen bir nesil canlıdır. Ve bu canlılık ümit deriz ki, geçmişimizle bağ kurduracak önemli bir köprü olacaktır. *** Risale-i Nur’un pek çok yerinde, hatt-ı Kur’an (Kur’an yazısı), huruf-u Kur’aniye (Kur’an harfleri), huruf-u Arabiye (Arab harfleri), İslam yazısı, İslam harfleri, eski yazı, eskimez yazı gibi tabirlerle ifade edilen bu alfabeye, Osmanlı döneminde yüzyıllarca kullanılmış olması sebebiyle, günümüzde daha çok Osmanlıca denilmektedir. Şimdi bu mevzuda Risale-i Nur’da geçen mühim kısımları dikkatli mütalaalarınıza arz ediyoruz. “Hatt-ı Kur’an’ın ref’ine (kaldırmaya) çalışanları susturmalıyız. Ve Kur’an’ı unutturmaya niyet edenlerin niyetlerini onlara unutturmalıyız.” (Rumuzat-ı Semaniye) “Risale-i Nur zındıkaya karşı hakaik-i imaniyeyi muhafazaya çalışması gibi, bid’ata karşı da huruf ve hatt-ı Kur’ an’ı (Kur’an harfleri ve yazısını) muhafaza etmek bir vazifesi iken; has talebelerden birisi bilfiil huruf ve hatt-ı Kur’aniyeyi ders verdiği halde, sırrı bilinmez bir hevesle, huruf ve hatt-ı Kur’aniyeye ilm-i din perdesinde tesirli bir surette darbe vuran bazı hocaların darbede istimal ettikleri eserleri almışlar. Haberim olmadan dağda şiddetli bir tarzda o has talebelere karşı bir gerginlik hissettim. Sonra ikaz ettim. Elhamdülillah ayıldılar. İnşallah tamamen kurtuldular.” (Kastamonu Lahikası) “İşte o Esma-i Sittenin devamından tereşşuh eden ve o Esmanın lemeatı olan Risale-i Nur ve o Risale-i Nur kendi şakirdleri ile lâakal (en az) yüzer kalemle, yüzer parça Risale-i Nur’un eczalarıyla ve intişar eden yirmi bin nüshasıyla lâakal yüz bin adamı huruf-ı Kur’âniye lehine ve sünnet-i seniyeye ittibaa ve imanlarının takviyesine ve Hazret-i Ali Radıyallahü Anh’ın hiddet ettiği iki cereyana (zındıka ve ulema-i su) karşı tamamıyla mukavemet ettiklerinden elbette Hazret-i Ali Radıyallahü Anh’ın (Ey Kardeşlerim) tabir ettiği ihvanları içinde hususî bir surette onlara bakıyor.” (18. Lem’a) “Risale-i Nur’un mühim bir vazifesi, âlem-i İslam’ın ekseriyet-i mutlakasının yazısı ve hattı olan huruf-u Arabiyeyi (Arab harflerini) muhafaza etmek olduğundan, tab’ (baskı) yoluyla işe girişilse, şimdi ekser halk yalnız yeni hurufu bildikleri için, en çok risaleleri yeni hurufla tab’etmek lâzım gelecek. Bu ise Risale-i Nur’un yeni hurufa bir fetvası olup, şakirdleri de o kolay yazıyı tercih etmeğe sebeb olur.” (Emirdağ Lahikası) “Risale-i Nurun neşir keyfiyeti de tarihte hiçbir eserde görülmemiştir... Şöyle ki: Kur’an hattını (Kur’an yazısını) muhafaza etmek hizmetiyle de muvazzaf olan Risale-i Nur’un, muhakkak Kur’an yazısıyla neşredilmesi lâzımdı. Eski yazı yasak edilmiş ve matbaaları kaldırılmıştı. Bediüzzaman Hazretlerinin parası, serveti yoktu; fakirdi, dünya metaıyla alâkası yoktu. Risaleleri el ile yazarak çoğaltanlar da, ancak zarurî ihtiyaçlarını temin ediyorlardı. Risale-i Nuru yazanlar, karakollara götürülüyor, işkence ve eziyetler yapılıyor, hapislere atılıyordu.” (Tarihçe-i Hayat) “Risale-i Nurun neşir keyfiyeti de tarihte hiçbir eserde görülmemiştir... Şöyle ki: Kur’an hattını (Kur’an yazısını) muhafaza etmek hizmetiyle de muvazzaf olan Risale-i Nur’un, muhakkak Kur’an yazısıyla neşredilmesi lâzımdı. Eski yazı yasak edilmiş ve matbaaları kaldırılmıştı. Bediüzzaman Hazretlerinin parası, serveti yoktu; fakirdi, dünya metaıyla alâkası yoktu. Risaleleri el ile yazarak çoğaltanlar da, ancak zarurî ihtiyaçlarını temin ediyorlardı. Risale-i Nuru yazanlar, karakollara götürülüyor, işkence ve eziyetler yapılıyor, hapislere atılıyordu.” (Tarihçe-i Hayat) “… hatt-ı Kur’an’ın tebdiline (Kur’an yazısının tebdiline) karşı, Kur’an şakirdlerinin (Nur Talebelerinin) bütün kuvvetleriyle hatt-ı Kur’anîyi muhafazaya çalışması aynı senededir.” (Mektubat) “İşte gel, bu kudsî, ebedî, kârlı ticarete bak, seyret ve düşün ki: Bu hurufatın (harflerin) kıymetini takdir etmeyenler ne derece hadsiz bir hasarette (zararda) olduğunu anla!” (Mektubat) “Huruf-u Kur’aniyeyi (Kur’an harflerini) tercüme ile tahrif, tebdil, tağyir etmek (bozmak, değiştirmek); mülhidlerin (dinsizlerin) dehşetli cinayetlerine mukabil cihad eden Said, ifratkârane ve müsrifane tevafukta çok tedkikatı lüzumsuz değil, manasız olmaz.” (Kastamonu Lahikası) “Sual: En mühim hakaik-i Kur’ âniye ve imaniye ile meşgul olduğun halde neden onu muvakkaten bırakıp en ziyade manadan uzak olan huruf-ı hecaiyenin (tek tek harflerin) adedlerinden bahs ediyorsun. Elcevab: Çünkü bu meşum (uğursuz) zamanda Kur’ânın bir temel taşı olan hurufuna (harflerine) hücum ediliyor ve onların tebdiline (değiştirmeye) çalışıyorlar.” (Rumuzat-ı Semaniye, 7. Remiz) “…Kur’an hurufunun (Kur’an harflerinin) dersinin men’ine (yasaklanmasına) yirmi sene evvel bir mahrem risalede itiraz etmişim.” (Şualar) “Kur’an’ın hurufat-ı kudsiyesinin (kudsi harflerinin) yerine beşerin tercümesini ikame perdesi altında, noksan huruflarla (harflerle) yeni hatt (yeni yazı) altında tahrifkârane (aslını bozarak) ehl-i dalaletin tevilat-ı fasideleri âyâtın sarahatını incitmelerine bakmıyor gibi, bîçare mazlum bir adamın kardeşlerinin imanını kuvvetlendirmek için bir nükte-i i’caziyeyi beyan ettiği için hizmet-i imaniyesine fütur verecek derecede itiraz, elbette değil ehl-i hakikat zatlar belki zerre mikdar insafı bulunan itiraz edemez.” (Şualar) “Madem benim reyimi de almak istiyorlar. Şimdilik, evvelce nazlanan matbaacılara lüzum yok. Hem mesleğimize muhalif yeni hurufa (yeni harflere), Risale-i Nur’un bir nevi müsaadesi hükmüne geçtiği için lâzım değil. Sizler, el makinasıyla yazdığınız mikdar yeter. Zaten Nazif de, el makinasıyla bir derece çalışıyor. Tashihine çok dikkat etmek lâzım. Eski hurufla elmas kalemli kardeşlerim matbaaya ihtiyaç bırakmıyor. Bize yardım etsinler.” (Kastamonu Lahikası) “Huruf-ı Kur’âniyenin (Kur’an harflerinin) tebdiline (değiştirilmesine) çalışanların nihâyet derecede belahet (ahmaklık) ve hasaretlerine (zararlarına) kat’i delalet ettiğini ehl-i dikkat tereddüt etmez görür. Ehl-i ilhadın kör oldukları için görmemeleri imam Busayrî’nin قَدْ يُنْكِرُالْمَرْءُ ضَوْءَ الشَّمْسِ مِنْ رَمَدٍ. وَيُنْكِرُ الْفَمُ طَعْمَالْمَ اءِ مِنْ سَقَمٍ düsturuyla gözlerindeki hastalıklar ile güneşin ziyasını göremezler. Ve dilindeki hastalıklarla ab-ı hayat olan şu tatlı suyun lezzetini ve zevkini his edip tadamazlar.” (Rumuzat-ı Semaniye) “… lâdinî (dinî olmayan) hurufunun resmen kabulü tarihine bir tek fark…” (Rumuzat-ı Semaniye) “Tekellüfsüz o tevafukat-ı matlube bir derece gösterilebilir. Ve onu göstermekle hatt-ı Kur’ âniye (Ku’an yazısına) bir zevk bir şevk uyandıracak.” (Rumuzat-ı Semaniye) “Kur’ân-ı Hakîm’i yeni bir tarzda yazmaktaki niyetimin sebepleri üçtür. [Birincisi] Hutut-ı Kur’âniyenin (Kur’an yazısının) muhafazasına hizmettir. Çünkü gördüm ki sözlerde tevafukatın zuhuruyla fütura düşen müstensihlerin şevkini yeniledi. Gayrete geldiler. Yeni bir heves uyandı. Kendine yazanlar tekrar yazmağa başladı. Hem yüzler âdemlerin sözlere ve dolayısıyla hakaik-i Kur’âniyeye karşı imanları kuvvetlendi. Hatta bir kısım dinsizler dahi o tavafukatı görüp inkâr edemedikleri için ikrara mecbur oldular. Hatta bunlardan birisi demiş: Bunları ikrar etmem fakat inkâr da edemem. Çünkü gözümle görüyorum demiş. (…) [İkinci sebeb] Kur’ân-ı Hakîmin meani ve hakaikınde esrar ve işaratında olduğu gibi elfaz ve hurufunda dahi çok esrar ve mezaya bulunduğuna bir zemin ihzar etmek için lafzullahın binde bir sırrına işaret edecek bir tarzı yazmak ve bizden sonra gelenler inşâallah daha büyük esrarları o anahtarla açacak temennisidir. Ve nazar-ı dikkati Kur’an’ın hattına çevirmek ve hakaikine ehemmiyetle baktırmak niyetidir.” (Rumuzat-ı Semaniye) “(Hz. Ali Ercûze isimli kasidesinde) Hülagû asrından bu asrımıza bakıyor ve ikinci bir keramet-i gaybiyeyi izhar ediyor. Ve diyor ki: … Rûmice bin üç yüz kırk yedide (1931) Arabî hurufunu (Arab harflerini) terk edip, ecnebi ve acemi hurufuna İslâm içinde başlanacak. Hem umum, fakir, zengin, emir ve işçi, çoluk çocuk gece dersleri ile o hurufu cebren öğrenecekler…. “Ucmin” ise o zamanın ıstılahınca Arabın gayrı Lâtince ve Frengî huruf (harfler) demektir.” (18. Lem’a) “O bid’alar ve acemî ve ecnebi hurufunun (harflerinin) intişarı, zamanı olan o âhir zamanın fena âdemleri bir kısım ülemaü`s-su’dur (kötü âlimlerdir) ki; hırs sebebiyle batınlarını haramla doldurmak için (ecnebî hurufu gibi) bid’ alara yardım edenler ve fetva verenlerdir.” (18. Lema) “(Hz. Ali) Latin hurufunun İslâmlar içinde cebren kabul ettirileceğini teessüfle bahsedip ve ulemaü’s-sû’u tokatladığı yerde”... (18. Lema) “Hazret-i İmam Ali Radıyallahü Anh huruf-ı ecnebiyi (ecnebî harflerini) İslâmlar içinde kabul ettirmek hadisesi ile ulemaü’s-sû’un bid’alara yardımlarından teessüfle bahsedip o iki hadise ortasında irşadkârane bazılarından bahsediyor ki, o Sekine olan İsm-i Âzam ile ecnebi hurufuna karşı mukabele ediyor. Ve hem ulemaü’s-su’a karşı muhalefet ediyor. İşte bu zamanda o âdemler Risale-i Nur şakirdleri ve naşirleri oldukları şüphesizdir. Çünkü onlardır ki hatt-ı Kur’ ân’ı muhafaza ediyorlar ve bid’akâr bir kısım ulemalara karşı mukavemet ediyorlar.” (18. Lema) “Ecnebi hurufatını (harflerini) ehl-i İslam’ın en mühim hükümeti resmi bir surette kabul ve neşir ve cebrettiği halde Risale-i Nur şakirdleri bütün kuvvetleriyle hatt-ı Kur’âniyi harika bir surette neşir ve tamim ile muhafazasına çalıştıkları bir zamanda Hazret-i Ali Radıyallahü Anh tarihiyle ondan haber vermekle…” (18. Lem’a) “Hazret-i Ali keremallahü veche ecnebi hurufuna karşı şiddetli teessüf ve hiddet ettiği ve bid’alara taraftarlık eden bir kısım ulemaü’s-sû’a karşı şiddetli nefret ve hiddet ettiği yerde irşadkârâne bazılarıyla konuşuyor. Ve Hazret-i Cibril’in tabiriyle Sekine ismi verilen ve İsm-i Âzam sandukçası olan Esma-i Sitteye devam edeni irşad ediyor, taltif ediyor.” (18. Lem’a) Diğer Bazı Bahisler: “Sen anlaşılıyor ki, bir parça frengi okumuşsun. Bu İslâm yazılarını okuyamıyorsun. Hem de bilenden sormuyorsun.” (10. Söz) “Şu Söz’ün (25. Söz’ün) başında beş şuleyi yazmak niyet ettik. Fakat Birinci Şule’nin ahirlerinde (yasaklanmadan önce) eski hurufatla (eski harflerle) tab’ etmek (basmak) için gayet süratle yazmağa mecbur olduk.” (25. Söz) “Bu gaybdan haber veren ayetler, pek çok tefsirlerde izah edilmesinden ve eski harfle tab’ etmek niyeti müellifine verdiği acelelik hatasından burada izahsız ve o kıymetdar hazineler kapalı kaldılar.” (25. Söz) “Bekir Efendi, Onuncu Söz’ü tab’ etti. İ’caz-ı Kur’ana dair Yirmibeşinci Söz’ü, yeni huruf (yeni harfler) çıkmadan tab’ etmek için ona gönderdik. Onuncu Söz’ün matbaa fiatını gönderdiğimiz gibi, onu da göndereceğiz diye yazdık. Bekir Efendi, benim fakr-ı halimi düşünüp matbaa fiatı dört yüz banknot kadar olduğunu mülahaza ederek (değerlendirerek) ve kendi kesesinden vermek, belki Hoca razı olmaz diye onun nefsi onu aldattı. Tab’ edilmedi. Hizmet-i Kur’ aniyeye mühim bir zarar oldu. İki ay sonra dokuz yüz lira hırsızların eline geçti. Şefkatli ve şiddetli bir tokat yedi. İnşallah ziyaa giden (zayi olan) dokuz yüz lira, sadaka hükmüne geçti.” (10. Lema) “Cenab-ı Hak, benim gibi kalemsiz, yarım ümmi, diyar-ı gurbette, kimsesiz, ihtilattan men’ edilmiş bir tarzda; kuvvetli, ciddî, samimî, gayyur, fedakâr ve kalemleri birer elmas kılınç olan kardeşleri bana muavin ihsan etti. … ve şu zamanda, yani hurufat (harfler) değişmiş, (Osmanlıca) matbaa yok, herkes envâr-ı imaniyeye muhtaç olduğu bir zamanda ve fütur verecek ve şevki kıracak çok esbab varken, bunların fütursuz, kemal-i şevk ve gayretle bu hizmetleri, doğrudan doğruya bir keramet-i Kur’aniye ve zahir bir inayet-i İlahiyedir.” (28. Mektub, 7. Mesele) “Haber almışım ki, Arabi olarak eski huruf ile Matbaa-i Evkaf’ta tab’ edilmek izni varmış. Eğer Cenab-ı Hakk’ın rahmetiyle, Türkçe olarak eski hurufa (eski harflerle) müsaade-i resmî olduğu dakikada ve Bekir Efendi şu iki risaleyi (31 ve 32. Sözleri) Seyyid Şefik’in taht-ı nezaretinde tashihine gayet dikkat etmek şartıyla çabuk tab’ ediniz.” (Barla Lahikası) “İstanbul’da yeni huruf (yeni harfler) çıkmadan evvel (1926’ da) tab’ ettirdiğim Onuncu Söz namında gayet kıymetdar haşri ve kıyameti gündüz gibi isbat eden risalemi…” (Barla Lahikası) “Kardeşlerim! Yeni hurufla (yeni harflerle) yazdığınız iki mesele, cidden tesirini gösterdi. Birinci, İkinci, Üçüncü Meseleleri de yazılsa çok iyi olur. Fakat Hüsrev ve Tahirî gibi kalemleri Kur’ an’a ve Kur’an hattına (Kur’an yazısına) mahsus ve memur olmalarından bana endişe verir. Başkaları yazsalar daha münasibdir.” (Şualar) “Harbiye Nezareti’nin kapısındaki... hatt-ı Kur’anînin üzeri mermer taşlarla kapatılmışken meydana çıkarılması, şimdi yeniden hatt-ı Kur’anîye bir nümune-i müsaade ve Risale-i Nur’un takib ettiği maksadına bir vesile...” (14. Şua) “Merkez-i hükûmette umumî bir Arabi hattı ve hurufu kursu açılması ve Asâ-yı Musa Risalesinin fütuhatına ve kerametine alâmet olmasını müjdelemeleri, pek büyük bir inşirah vermesiyle bu kışın bütün çektiğim sıkıntıları hiçe indirdi.” (Emirdağ Lahikası) “İki genç muallim daha eski yazı ile Nurlara girmesi ve çocukların huruf-u Kur’aniyeyi öğrenmeye başlaması ile Risale-i Nurları da yazmağa girmeleri, büyük bir fâl-i hayırdır.” (Emirdağ Lahikası) “...Lafzullah’ı kırmızı ile yazdırdık, gören “Kur’an’ın i’cazını gözümle görebiliyorum” diyebilir. İnşallah bu cüz’-i i’caz, hatt-ı Kur’anîyi muhafaza edecek, tahriften (bozulmaktan) kurtaracak.” (Barla Lahikası) “Hatt-ı Kur’anî lehinde birincisinin bir kerameti, merkezde hatt-ı Kur’anînin bir kursu açılması olduğu gibi; inşallah ikincisi, daha mu’cizane bir keramet gösterecek.” (Emirdağ Lahikası) “Yeni harf ile teksir edilebilen Asâ-yı Musa eserini okuyan gençler, Kur’an harfleri ile yazılmış mütebaki (diğer) eserleri de okuyabilmek için kısa bir zamanda o yazıyı da öğreniyorlar. Bu şekilde birçok ilimlerin öğrenilmesine engel olan ve dinden imandan çıkarmak için te’lif edilen eserleri okumağa mecbur eden Kur’an hattını bilmemek gibi büyük bir seddi de yıkmış oluyorlar.” (Şualar) “Böyle ağır şartlar içerisinde Risale-i Nuru Hazret-i Üstadımız inayet-i İlâhiye ile te’lif edip, ekserisini Kur’an harfleriyle ve el yazısıyla neşretmiştir. Böylelikle -aynı zamanda- Kur’an hattını da muhafaza etmiş ve yüzbinlerle Müslüman Türk Gençleri Risale-i Nuru okuyabilmek için mukaddes kitabımız olan Kur’an’ın yazısını öğrenmek nimet ve şerefine nail olmuşlardır.” (Tarihçe-i Hayat) “Barla medrese-i Nuriyenin baş kâtibi Şamlı Hâfız Tevfik’in halka-i tedrisinde Sıddık Süleyman’ın mahdumu Yusuf ve merhum Mustafa Çavuş’un ve Ahmed’in oğulları gibi Kur’an dersiyle Kur’an yazısını ve Nurları öğrenmesi ve Hulusi ve Hâfız Hakkı’nın Nurları şevk ile yazmaları, Barla’ya karşı benim ümidimi kuvvetlendirdiler ve derince bir ferah ve sürur verdiler.” (Emirdağ Lahikası)

Bundan on sene evvel Tiflis’e gittim. Şeyh Sanan tepesine çıktım, dikkatle temaşa ediyordum. Bir Rus yanıma geldi. Dedi: “Niye böyle dikkat ediyorsun?” Dedim: “Medresemin plânını yapıyorum.” Dedi: “Nerelisin?” “Bitlisliyim” dedim. Dedi: “Bu Tiflis’tir.” Dedim: “Bitlis, Tiflis, birbirinin kardeşidir.” Dedi: “Ne demek?” Dedim: “Asya’da, âlem-i İslam’da üç nur, birbiri arkası sıra inkişafa başlıyor. Sizde birbiri üstünde üç zulmet inkişafa başlayacaktır. Şu perde-i müstebidane yırtılacak, takallüs edecek. Ben de gelip burada medresemi yapacağım.” Dedi: “Heyhat! Şaşarım senin ümidine.” Dedim: “Ben de şaşarım senin aklına. Bu kışın devamına ihtimal verebilir misin? Her kışın bir baharı, her gecenin bir neharı vardır.” Dedi: “İslâm parça parça olmuş.” Dedim: “Tahsile gitmişler. İşte Hindistan, İslam’ın müstaid bir veledidir; İngiliz mekteb-i idadîsinde çalışıyor. Mısır, İslam’ın zeki bir mahdumudur; İngiliz mekteb-i mülkiyesinden ders alıyor. Kafkas ve Türkistan, İslam’ın iki bahadır oğullarıdır; Rus mekteb-i harbiyesinde talim alıyor. İlâ âhir... “Yahu, şu asilzade evlât, şehadetnamelerini aldıktan sonra, her biri bir kıt’a başına geçecek, muhteşem âdil pederleri olan İslamiyet’in bayrağını âfâk-ı kemâlâtta temevvüc ettirmekle, kader-i Ezelînin nazarında, feleğin inadına, nev-i beşerdeki hikmet-i ezeliyenin sırrını ilân edecektir.”

“Ortadoğu” isimlendirmesi müsteşrik ve oryantalistlerindir, bizim değil. Biz buraları, Kanuni’nin Fransuva’ya: “... Acem’in ve Şam’ın ve Haleb’in ve Mısır’ın ve Mekke’nin ve Medine’nin ve Kudüs’ün ve Diyarbekir’in ve Kürdistan’ın ve bütün Arap diyarının ve Yemen’in ve daha nice memleketlerin padişahıyım” cümleleriyle yazdığı mektubunda dediği gibi, mezkûr vilayetlerle birlikte anarız. Orada yaşayan tebaayı da zikrederiz. Ortadoğu Neden İlgi Odağı? Ortadoğu, kavimlerin anavatanı, semavi dinlerin merkezi ve peygamberlerin zuhur yeri, verimli arazileri ve neft gibi kıymetli madenlerinin bulunması hasebiyle zaman-ı Âdemden beri insanlığın ve milletlerin ilgi odağı olur. Her güçlü millet, oranın kendisine ait olmasını ister. Babil Kralından beri devletler neft uğruna büyük savaşlar verir. Bu sebeple, kanların seller gibi aktığı, zulmün ayyuka çıktığı bir durum ortaya çıkar. Ortadoğu hususen Roma ve Yunan devletlerin zülum sahası, yağma meydanı olur. Pers – Roma savaşları (ki, bu savaşlar Kur’an’a da konu olmuş. Bak: Rum, 1-2), Kartaca savaşları ve Mısır’ın işgaliyle yağmalanması asırlar süren bitmez tükenmez savaşlar, yağma, talan ve katliamlar ta İslamiyet’e kadar sürer. İslamiyet’in gelmesiyle bu coğrafya tam bir sulh ve huzur kaynağı olur. Ne var ki kanla beslenen zihniyet, zulmü esas alan Roma-Yunan ve Batı medeniyetinin menfi kısmı ve felsefesi yine durmaz, zalimlerin Ortadoğu’ya giden yollarını kesen İslam’a savaş açar. Batı’nın açgözlüleri, İslam’ın çekilmiş kılıcı Kılıçaslan – Selahaddin ve Türkler tarafından defaatle püskürtülür. Anadolu’yu geçemeyen zülüm medeniyeti, kendi dindaşı olan İstanbul’u yıllarca yağma ederek Latin devleti kurar. O zulümden bunalan İstanbul halkı huzur için ‘Latin’in kara kalpağını görmektense, İslam’ın beyaz sarığını görmek’ ister. Avrupa’nın batısında Endülüs medeniyeti, Avrupa’nın doğusunda Trakya’ya geçen Türkler arasında Avrupa’ya sıkışan batı medeniyeti bu sefer de kendi arasında savaşmaya başlar. Günümüze kadar süren Haçlı savaşları sanki bunların bir intikamıdır. İslam’dan ve Türklerden geçit bulamayan batı medeniyeti zulüm ve yağma için yeni yollar aramaya başlarlar. Alt kültürlerinde olan Prometheus’un Olympos dağından ateş çalması gibi yeni çalma yöntemleri ve yerleri ararlar. Portekizli gemici Barthdomen Diasın 1487’de ümit burnunu bulmasıyla o yol da bulunmuş olur. Bu yoldan gelenler, Hint ve Malay milletlerinin coğrafya ve millet olarak bölünmesine sebeb olur. Bu zülüm günümüze kadar devam eder. Geniş petrol ve doğal gaz yataklarının bulunması, enerji sahasının Asya’da olması, teknolojinin gelişmesi, hızlı trenin hayata girmesiyle maddenin deniz yolundan daha kısa zamanda nakli, ayrıca Anadolu’ nun enerjinin nakil köprüsü olması tekrar eski ipek yolunu gündeme getirir. Bu saha tekrar kan emici, mal yağmalayıcı medeniyetin iştahını celbeder. Ama sahada Osmanlı’nın yeniden yeşermiş genç bir çınarı vardır: Türkiye ve genç İslam devletleri. Bu genç ve dinamik İslam’ın bayrağı Türkiye’yi yıkmak, olmazsa zayıf tutmak için iki planı sahaya sürerler. Irkçılık, mezhepçilikle kardeş kavgası çıkartarak ittifak edecek gücü zayıflatmak ve kaosla anarşi çıkararak bölgeyi itibarsızlaştırmak. Anarşinin cevelengâhı haline gelen bölgeye “huzur ve demokrasi getiriyoruz” diyerek bu enerji ve ittihat sahasını işgal etmek. Zihnimize gelen “Neden bu coğrafya?” sorusuna şöyle cevap vermek herhalde yerinde bir cevap olacaktır: Dünya bir köy haline de gelse, teknolojinin gelişmesiyle haberleşme ve ulaşım imkânları da artsa her şeye rağmen coğrafya vazgeçilmezliğini devam ettirmektedir. Ortadoğu demek, dünyanın kıtalar arası köprüsü, enerji koridoru, İslam dünyasının bir birine giden yolların kavşak noktası demektir. Buraya hâkim olan, dünyaya manen ve maddeten hâkim olur. Böl, Parçala, Yut Batı’nın maddeperestleri İslam coğrafyasını işgal ediyor. İşgal ettiği yeri etnik gruplara bölüyor. Yani ırkçılığı tahrik ediyor. Unsurları ayırdıktan sonra, aynı unsur içinde mezhepciliği ortaya atıyor. Böylelikle ötekinin silahıyla berikini öldürsün, berikinin deliliyle ötekini çürütsün. Kendisinden medet bekleyen veya merhamet dileyeni yesin. Geri kalanlardan da dişini tırnağının kirasını istesin. Ta ki ittihadı sağlayacak bütün yollar kapansın. Kendisi de oranın imkânlarından istediği gibi istifade edip semirsin. İslâm dünyasını birbirine bağlayan en önemli kavşak noktalarının en ehemmiyetli kısmı Kürt kardeşlerimizin yoğun olarak yaşadığı bölgelerdir. Bu bölgede Batının maddeperestlerinin en son oyunu da şu: Irkçılığı hareketlendirerek bazı çocuk misal heveslileri tahrikle İslam birliği yerine Kürt devleti kurdurtmak. Bu sebepledir ki şer güçler bütün tezgâhlarını bu bölge üzerine kurmuşlardır. Nasıl ki Birinci Dünya Savaşı’nda Araplarla Türkler arasında kardeş kavgası çıkararak uzun süren bir düşmanlığa ve parçalanmaya sebep olmuştu. Arap-Türk düşmanlığı ile bütün Ortadoğu’yu yüz sene kontrol altında tutmuşlardı. Batı, şimdi aynı oyunu Güneydoğu için sahneye koymaktadır. İslâm Birliğinin bir çekirdeği olacak olan Türk-Arab-Kürt kardeşliğini yok edip, bizleri boğmak istiyorlar. Böylece yeni bir düşmanlık ile önümüzdeki yüzyılı da elimizden ç/alacaklar. Milliyetçilik fikri bu yüz yılda çok ileri gitmiş. Hususan dessas Avrupa zalimleri, bunu İslâmlar içinde menfi bir surette ortaya çıkarıyorlar; ta ki parçalayıp onları yutsunlar. Menfi milliyetçilik uğursuzdur, zararlıdır; başkasını yutmakla beslenir. Ömrü diğerlerine düşmanlıkla devam eder. Körü körüne davranır. Bir biriyle çekişmeye sebebiyet verir. Kardeşliği bozar, anarşiye yol açar. Evet, menfi milliyetin tarihçe pek çok zararları görülmüştür. Milliyetçiliğin fikir babası ve ana vatanı Avrupa’da Fransız, Alman ve İngiliz’in çok uğursuz ebedî düşmanlıklarıyla beraber iki dünya savaşını da beraberinde getirmiştir. Bütün birikim ve evlatlarını bu uğurda telef etmişlerdir. Maalesef İslam içinde de Emevîler bir parça fikr-i milliyeti siyasetlerine karıştırdıkları için, hem âlem-i İslâm’ı küstürdüler, hem kendileri de çok felâketler çektiler. İran’da ise milliyetçilik fikri Şia’yı verdi. Bizde ise, Osmanlı devleti içinde yaşayan tebaa kadar şubelere ayırdı. Rum ve Ermeni gibi ayrılmaya sebep pek çok cemiyetler teşekkül etti. Bu ayrılanlardan ve teşekkül edenlerden şimdiye kadar ecnebilerin boğazına gidenlerin ve perişan olanların halleri, görebilene menfi milliyetin zararını aşikâre gösterdi. Kardeşinin Meziyetiyle İftihar Edebilmek Bediüzzaman Hazretleri menfi milliyetin ne kadar tahrip edici olduğu göstermek için başından geçen bir hatırasını şu şekilde özetler: “Ben Van’da iken, hamiyetli Kürt bir talebeme dedim ki: “Türkler İslamiyet’e çok hizmet etmişler. Sen onlara ne niyetle bakıyorsun?” dedim. Dedi: “Ben Müslüman bir Türk’ü, fâsık bir kardeşime tercih ediyorum. Belki babamdan ziyade ona alâkadarım. Çünkü tam imana hizmet ediyorlar.” Bir zaman geçti (Allah rahmet etsin) o talebem, ben esarette iken, İstanbul’da mektebe girmiş. Esaretten geldikten sonra gördüm. Bazı ırkçı muallimlerden aldığı aksülamel ile o da Kürtçülük damarı ile başka bir mesleğe girmiş. Bana dedi: “Ben şimdi gayet fâsık, hatta dinsiz de olsa bir Kürt’ü, salih bir Türk’e tercih ediyorum.” Sonra ben onu birkaç sohbette kurtardım. Tam kanaati geldi ki Türkler, bu millet-i İslimiye’nin kahraman bir ordusudur. Ey sual soran mebuslar! Şarkta beş milyona yakın Kürt var. Yüz milyona yakın İranlı ve Hintliler var. Yetmiş milyon Arap var. Kırk milyon Kafkas var. Acaba birbirine komşu, kardeş ve birbirine muhtaç olan bu kardeşlere, bu talebenin Van’daki medreseden aldığı ders-i dinî mi daha lâzım? Veyahut o milletleri karıştıracak ve ırkdaşlarından başka düşünmeyen ve uhuvvet-i İslâmiye’yi tanımayan sırf ulûm-ı felsefeyi okumak ve İslâmî ilimleri nazara almamak olan o merhum talebenin ikinci hali mi daha iyidir? Sizden soruyorum! ... Elhâsıl, Sultan Selim’e biat etmişim, onun ittihad-ı İslam’ daki fikrini kabul ettim. Zira o, vilâyat-ı şarkiyeyi ikaz etti, onlar da ona biat ettiler. Şimdiki Şarklılar, o zamandaki şarklılardır. İttihad-ı İslâm’ı hedef tutan Namık Kemal ve Sultan Selimdir ki demiş: İhtilâf ü tefrika endişesi,Kûşe-i kabrimde hatta bikarar eyler beni;İttihadken savlet-i a’dayı def’e çaremiz,İttihad etmezse millet, dağdar eyler beni...” Hâkim Değil Hâdim Yavuz Sultan Selim Han, ırkçılığı ve mezhepçiliği sebebiyle Güneydoğu’daki Safevilerin zulüm ve baskısına son verdikten sonra bölgeyi İslâm birliğine katarak Mısır’a sonra Mekke, Medine’ye kadar gidip ittihad-ı İslâm’ı sağlar. “Hâkim değil hâdim” anlayışı ile kendisi için istediğini kardeşi için de isteyebilme iradesini ortaya koyar. Tefrikaya sebebiyet veren, “En ziyade birbirine muhtaç ve birbirinden mazlum ve birbirinden fakir ve ecnebi tahakkümü altında ezilen anasır ve kabail-i İslâmiye içinde, fikr-i milliyetle birbirine yabani bakmak ve birbirini düşman telakki etmek(tir). (Bu) öyle bir felâkettir ki, tarif edilmez. Âdeta bir sineğin ısırmaması için müthiş yılanlara arka çevirip, sineğin ısırmasına karşı mukabele etmek gibi bir divanelikle; büyük ejderhalar hükmünde olan Avrupa’nın doymak bilmez hırslarını, pençelerini açtıkları bir zamanda, onlara ehemmiyet vermeyip belki manen onlara yardım edip, menfi unsuriyet fikriyle şark vilâyetlerindeki vatandaşlara veya cenub tarafındaki dindaşlara adavet besleyip onlara karşı cephe almak, çok zararları ve mehaliki ile beraber; o cenub efratları içimizde düşman olarak yoktur ki, onlara karşı cephe alınsın. Cenubdan gelen Kur’ân nuru var, İslâmiyet ziyası gelmiş; o içimizde vardır ve her yerde bulunur. İşte o dindaşlara adavet ise; dolayısıyla İslamiyet’e, Kur’an’a dokunur. İslâmiyet ve Kur’an’a karşı adavet ise, bütün bu vatandaşların hayat-ı dünyeviye ve hayat-ı uhreviyesine bir nevi adavettir. Hamiyet namına hayat-ı ictimaiyeye hizmet edeyim diye, iki hayatın temel taşlarını harab etmek; hamiyet değil, hamakattır!” (Mektubar 1. S.150) Ey Aziz Kürt kardeş! Siz akil insanlarsınız. İttihad-ı İslam için İdris-i Bitlisi Yavuz’a omuzdaş oldu, İslam birliğini sağladı. Sen de Türk ve Arab ağabeyinle birlik ve dirliği sağla cihana ve mazluma sığınak ol. Bediüzzaman Hazretleri İslam birliğini ve imani hakikatleri, tufanda Hz. Nuh’un gemisine sığınak olan cûdi dağına benzeterek, imani hakikatler “Sefine-i Nuh gibi Anadolu’yu cebel-i Cûdî hükmüne getirip, küre-i arzın yangınından ve tufanından kurtulmasına sebeptir” der. Yine “Bu zamanın en büyük farz vazifesi İttihad-ı İslâm’dır” diyerek ittihadın önemini belirtir. Bugün dünyada dengeler yeniden kuruluyor. Özellikle İslâm dünyası büyük bir değişim ve dönüşüm geçiriyor. Biz dünyanın neresindeyiz? İslam dünyası ittifakta mı, yoksa tefrika belasında mı? İttihad-ı İslam Bu coğrafyada sulh ve huzur, ancak kuvvetli olmakla olur. Bu kuvvet ise sadece ittihad-ı İslam’dadır. Kaba kuvvetle olmaz. Çünkü hazır kuvvetten mutlaka daha kuvvetli çıkanlar olur. Ama bu kuvvet ne kadar kuvvetli olursa olsun ittihad-ı İslam’ın karşısında zayıftır. Bu ittihad dört elifi (1,1,1,1), kardeşlik sırrı, maksatta bir olma, vazifede beraber hareket etme sırrıyla bin yüz on bir (1111) yapar. Bediüzzaman Hazretleri ittifak ve muavenet için, “İnsanların terakkiyatına engel olan isyanlardan, ihtilâllerden, ihtilâflardan meydana gelen felâketlerin tiryakı, ilâcı, muavenettir” der. İslam devletleri ve milletleri arasında siyasî, askerî, ticarî ve meslekî müşterek faaliyetleri gayet net ve açık bir şekilde tasvip ve teşvik eder. 24 Şubat 1955 tarihinde imzalanan CENTO antlaşmasını zamanın Cumhurbaşkanına mektup yazarak tasvip ve tebrik ettiğini izhar etmiştir. Bu mektubunun girişindeki şu cümleler dikkate değerdir: “Sizin bu defaki Irak ve Pakistan’la pek kıymettar ittifakınız, inşallah bu tehlikeli ırkçılığın zararını def edecek ve dört beş milyon ırkçıların yerine, 400 milyon kardeş Müslümanları ve 800 milyon sulh ve müsalemet-i umumiyeye şiddetle muhtaç Hıristiyan ve sair dinler sahiplerinin dostluklarını bu vatan milletine kazandırmaya tam bir vesile olacağına ruhuma kanaat geldiğinden, size beyan ediyorum.” (Emirdağ Lâhikası, S. 438). Bütün İslam milletlerini bir çatı altında tutalım; dostumuz âbat, ağyarımız berbat olsun. Ey Müslüman kardeşim: “Her kıştan sonra bir bahar, her geceden sonra bir sabah olduğu gibi nev-i beşerin dahi bir sabahı, bir baharı olacak, inşallah. Hakîkat-i İslamiye’nin güneşi ile, sulh-u umumi dairesinde hakiki medeniyeti görmeyi rahmet-i ilahiyeden bekleyebilirsiniz.” (Tarihçe-i Hayat, s. 84)

Meşrutiyet dönemlerini çıkarırsak 30 senelik saltanatında resmen Osmanlı Devletinin bir karış toprağını kimseye yedirmemiş olan Sultan 2. Abdülhamid’in uyguladığı siyasetten, günümüzde çıkaracağımız çok derslerin olduğunda şüphe yoktur. Savaş yoluna müracaat etmeden mevcut toprakları elde tutmak ve tehditleri bertaraf etmek üzerine kurulu bu siyaset tarzı, Osmanlı Devletine zamanında çok şeyler kazandırmıştır. İngiltere, Rusya, Almanya ve Fransa gibi ülkeler arasında güttüğü denge siyasetiyle, bu ülkeler arasındaki rekabet ve mücadeleden Osmanlı Devletinin istifade etmesini sağlamıştır. Yunan ve Bulgar kiliselerinin arasındaki sürtüşme ve kavgayı körükleyerek, Osmanlı Devleti ile uğraşmalarına fırsat vermemiştir. Kendi kesesinden yaptığı ihsanlarla Bulgaristan’ın Osmanlı Devletine sâdıkâne bağlı kalmasını sağlamıştır. İslâm kardeşliğinin ve Hilafetin verdiği güç ile Müslüman halkları kendine ve Osmanlı Devletine bağlamayı bilmiştir. İşte bunlar gibi Sultan 2. Abdülhamid’in bugüne de örnek olacak ferasetine ve siyasi dehâsına birkaç örnek: Filistin Meselesi Theodor Herzl’in fikir babası olduğu siyonizmin en önemli hedefi, Filistin’de bir Yahudi devleti kurmaktı. O zamanlar için Yahudilerin bu niyetlerini gerçekleştirebilmeleri, bir hayal olarak görülüyordu. Ama onlar, bu hayallerinin vücut bulabilmesi için kritik önemdeki adımları atmak için ellerinden geleni yapıyorlardı. Bu adımları atarken de ihtiyatlı olup, hep bir kılıf uyduruyorlardı. Bu adımlardan ilki, Kudüs’e bağlı Yahudî köyleri oluşturmaktı. Kendilerince iyi niyetle yola çıkmışlardı. Theodor Herzl, bu iş için Sultan 2. Abdülhamid’le görüşmek istedi. Sultan, Theodor Herzl’i bir Cuma selamlığı sonrası kabul etti. Theodor Herzl, Kudüs’te Yahudi köyleri oluşturmak istediklerini ve bu köylerde Müslümanların da yaşayabileceğini Sultan’a arz etti. Bu köylerde yaşayan Yahudilerin Osmanlı Devletine bağlı olacakları ve her türlü nizama ve kanuna uyacakları teminatını veriyordu. Ayrıca Osmanlı Devletinin düyun-ı umumiye aracılığıyla ödediği dış borçların halli için çalışacaklarına dair yazılı bir sözleşme yapacaklarını söylüyordu. Teklifleri gayet iyi hazırlanmıştı. Hesaplarını iyi yapmışlardı. Hesap edemedikleri şey, Sultan 2. Abdülhamid’in ferasetiydi. Sultan, bu teklifi reddetti. Yahudilerin Filistin planlarını gerçekleştirebilmek için önlerindeki en büyük engel Sultan 2. Abdülhamid’di. Sultan’ın Ermeni İstihbaratçıları 1894-1896 seneleri arasında Ermenilerin İstanbul’da çıkardıkları hadiselerden sonra Avrupa’da, Osmanlı Devleti sanki durduk yere Ermenilere müdahale ediyormuş izlenimi oluştu veya bazı çevrelerce oluşturuldu. Hatta her yere bomba atan Ermenilere, nefs-i müdafaa için karşılık veren diğer Osmanlı tebaasının ellerindeki sopalar, birer katliam silahı gibi gösterildi. Ki bu şekilde Ermenilere karşılık verip kendilerini savunanlar sadece Müslüman Osmanlı tebaası değildi. Katolik Ermeniler, Rumlar ve Yahudiler de zarar gördükleri Ermeni isyancılara karşı kendilerini korumak için sopaları birer koruma aracı olarak kullanmışlardı. İşte tam bu noktada Sultan 2. Abdülhamid, kurduğu istihbarat ağına mensup Ermeni istihbaratçıları aracılığıyla, Ermenilerin isyanlarda kullandıkları silahların Beyoğlu’nda bir Ermeni kilisesinin duvarında saklı olduğunu öğrendi. Derhal talimat verdi, duvarı yıktırdı. Silahlar ortaya çıktı. Osmanlı Devletinin Ermenileri katlettiği yalanı ile ilgili propagandaların merkezi olan Londra’da bu silahların sergilenerek, Avrupa’ya gerçeklerin anlatılmasını istedi. Türk dostu Arşmit Bartlet aracılığıyla, bu silahlar Londra Meclisinin yanında sergilendi ve Ermenilerin gerçek yüzü tüm Avrupa’ya ispat edildi. Almanların İstediği Ada Sultan 2. Abdülhamid’in denge siyasetinin bir gereği olarak, Osmanlı Devleti ile Almanya siyaseten birbirine yaklaşmıştı. Hatta Alman İmparatoru 2. Wilhelm, Sultan 2. Abdülhamid döneminde İstanbul’a iki ziyaret gerçekleştirmiştir. Bu ziyaretlerin ikincisinde Kudüs’ü ve Ortadoğu’yu da gezmiştir. İşte bu yakınlaşmanın verdiği cesaretle Almanlar, Osmanlı Devletinden üzerinde kimsenin yaşamadığı bir adayı istemişlerdir. Bu ada, Kızıldeniz’de Hudeyde civarındaydı. Ada günümüzde Yemen’e bağlıdır. Almanlar bu adayı kömür deposu yapacaklardı. Muhtemel bir savaşta uzak denizlerde Alman donanmasının yakıtsız kalmaması için, böyle kömür depolayacak alanlara ihtiyaçları vardı. Alman İmparatoru, bu iş için Baron Marşal’ı görevlendirdi. Baron Marşal, defalarca müracaatta bulundu. Sonunda Sultan 2. Abdülhamid, bir Cuma selâmlığı sonrası Baron Marşal’la görüştü. Görüşmeden sonra Sultan, Mâbeyn Başkâtibi Tahsin Paşa’yı çağırttı. Tahsin Paşa’ya derhal Yemen Valisi Fevzi Paşa’ya telgraf çekmesi ve Almanların istediği adaya yeterli mikdar asker göndererek sonucu bildirmesini istemesi talimatını verdi. Tahsin Paşa’nın telgrafından iki gün sonra, Yemen Valisinden adaya askerin yerleştirildiğine dair cevap geldi. Bu cevap üzerine Baron Marşal’a Hâriciye Nâzırı, Hudeyde civarında kullanılmayan bir ada olmadığını, sadece bir ada olduğunu ve bu adada da askerî bir üs olduğunu söyledi. Sultan’ın siyasî dehasıyla hem Almanlar küstürülmemiş oldu hem de kritik mevkideki bir ada korunmuş oldu. Sırbistan-Karadağ Rekabetini Körüklüyordu Sultan 2. Abdülhamid, Fransız İhtilali’nin getirdiği yıkıcı ve parçalayıcı etkiye ve başta Rusya olmak üzere Avrupalı devletlerin bölücü faaliyetlerine rağmen, Balkanları elde tutabilmek için onların arasındaki rekabeti kullanıyordu. Bu sayede, onun iktidarı elde tuttuğu dönemde Balkanlar elimizde kaldı. Sultan, Yunanistan’a karşı Osmanlı’ya bağlı olan Bulgaristan’ı desteklemiş ve Bulgar Prensini küstürmeden sadakatini muhafaza etmesini sağlamıştır. Aynı hususu Karadağ’da da uygulamıştır. Sırbistan - Karadağ rekabetini hep gündemde tutmuştur. Osmanlı’ya bağlı olan Karadağ Prensini İstanbul’a geldiği zamanlarda, büyük ikramlarla karşılamıştır. Karadağ Prensinin Sırbistan’ı ele geçirip, Osmanlı’ya bağlı büyük Sırbistan Krallığı kurma isteğini onaylar görünerek onu idare etmiştir. 2. Meşrutiyet’in ilan edilmesi ve ardından yaklaşık 9 ay sonra Sultan’ın tahttan indirilmesi ile birlikte Balkan devletleri birer birer Osmanlı’dan ayrıldılar. Asıl işleri savaş olduğu halde siyasete bulaşan ve ne siyaseti ne de savaşı hakkıyla yapabilen Hareket Ordusu zihniyeti, koca Osmanlı Devletini 9 sene içinde paramparça etmiştir. Sultan 2. Abdülhamid’e tahttan indirilmesinin ardından her türlü manevi işkenceyi yapmışlar; onu korumakla görevli askerleri Trakya’ya ömür boyu yol inşaatında çalışmak üzere sürmüşlerdir. Onların savaşla ve memleketin bütün kaynaklarını tüketerek dahi elde edemedikleri başarıyı, Sultan 2. Abdülhamid siyasî dehasıyla elde ediyordu. Eğer tarih olanlardan ders çıkarmak ise, şu denilebilir ki; askerin görevi askerî tecrübelerini arttırarak özellikle dışarıya karşı devletin caydırıcılık gücünü korumak ve gerektiğinde savaşmaktır. Siyasetçinin görevi ise, mümkünse savaşmadan meseleleri memleketimizin lehinde çözmektir. Ve savaş meydanında kazanılanı masada kaybetmemektir.

Seyyah ve yazar Abdürreşid İbrahim, Japonya gezi notlarını anlattığı kitabında, Prof. Takata’nın Japon yazısı ile ilgili konuşmasından bir kısmı da anlatır. Orada dikkat çekici cümlelerden bazıları şunlardır: “Bugün milyonlarca kitap bizim lisanımızda şu harflerle tab olunmuş. 50.000.000 ahali bu harflerle okuyup yazıyor. Hiç bunu (başka harflerle) değiştirmek kabil olur mu? Bunun mümkün olmayacağını o bedbinler de bilirler; onların maksatları zaten bizi bölmek, bunun için ortalığa bu gibi meseleyi çıkarmışlar. Bizim Avrupa-perest akılsız ahmaklarımız, olup olmayacağım, fayda ve zararlarını düşünmezler, yalnız o bedbinlerin sözlerine kapılır; “Böyle bir şey keşfettim” der, meydana çıkar. Bunlar hep körlerdir, onların bu sözlerine itibar olunamaz. Onlar vatan düşmanlarıdır, zira düşmanların sözüne kapılmışlar. Dost ve dostluk fikrinde olanlar milletin harabına hizmet edemezler, milletin fikirlerini bu gibi ehemmiyetsiz şeylerle bölmek, milletin bir kısmını ayırmak, milletin harabına hizmet demektir.”* Dünyanın her neresinde olursa olsun, bir milleti tahrif ve tahrip etmek isteyenler, öncelikle yazı ve lisana dokunmuşlardır. Önce, kendi olmanın temeli ile millet arasına bir mesafe koymuşlardır. Tarihi ve dini derinliğe açılan kapıyı kapatmışlardır. Bunun yolu olarak da o kapının anahtarına yani yazıya ve lisana ilişmişlerdir. Kazım Karabekir Paşa’nın o gün net olarak gördüğü de buydu. Şöyle diyordu muhataplarına: “Acaba bu Latince kabul edilebilir mi? Kabul ettiğimiz gün en büyük bir felakette derhal bütün Avrupa’nın eline güzel bir silah verilmiş olacak, bunlar âlem-i İslâm’a karşı diyeceklerdir ki Türkler ecnebi yazısını kabul etmişler ve Hristiyan olmuşlardır. İşte düşmanlarımızın çalıştığı şeytankârâne fikir budur.” O kadar çok söylendi ki bu vadide, Peyami Safa, benim yazdıklarımı arka arkaya eklesek İstanbul-Ankara tren hattı olur, diyordu. Bununla beraber cereyan eden çok önemli bir hadise daha vardı. O da Bediüzzaman Hazretleri ve Risale-i Nur talebeleri. Yeni ile kadimin köprüsü olmuşlardı. Geçmişle geleceği birbirine bağlayan en önemi bağdı onlar. Konuşmuyorlardı. Var güçleriyle çalışıyorlardı. Bugün tarih ve din şuuru gür bir sadayla söylenebiliyorsa, bunu ikame eden en başta Bediüzzaman Hazretleri, Risale-i Nur eserleri ve Nur talebeleridir. Altı bin sayfalık eserleriyle tarih, kültür, medeniyet ve din noktasında kırılmayı yani tarihi durduran büyük insan Bediüzzaman Hazretleri, Rumuzat-ı Semaniye eserinde, konuyla ilgili faaliyete dönük önemli bir cümlesi şöyledir: “Hatt-ı Kur’an’ın ref ’ine (kaldırmaya) çalışanları susturmalıyız. Ve Kur’an’ı unutturmaya niyet edenlerin niyetlerini onlara unutturmalıyız.” Anlamak için çok düşünmeye gerek yok. Sadece etrafımıza bakmak yeterli olur kanaatindeyim. Onlara sorsanız, sadece şunu söyleyeceklerdir: “Bu, Rabbimizin fazlındandır.” * Âlem-i İslam ve Japonya’da İslamiyet’in Yayılması, c. 1, s. 386, İşaret Yayınları, 2012

Ürgüp Karamanoğlu Camii Karamanoğlu İbrahim Bey tarafından 14. Yüzyılda yaptırılmıştır. Karamanoğlu Camii, inşa edildiği dönemde, caminin yanı sıra medrese, türbe ve bedestenden meydana gelen bir külliyeydi. Cami kısmı, güney-kuzey istikametinde dikdörtgen planlıdır. Harim kısmı üç nefli’dir. Nefler üçer yuvarlak, ikişer kare sütunların desteklediği yuvarlak kemerlerle birbirinden ayrılır. Kemerler üzerine oturan duvarlar tonoz örtü ile kapatılmıştır. Doğu cephesinde dikdörtgen formda beş pencere ve bir hatip kürsüsü, batı cephesinde dört pencere ve bir niş ile hatip kürsüsü vardır. Avluda 12 sütunlu şadırvan, Osmanlı dönemi Şeyhülislamlarından Hayri Efendi’nin mermer kaplı mezarı ve ayrıca beş adet mezar bulunmaktadır. Şeyhülislam Hayrî Efendi, 1965 senesinde 8 ay Başbakanlık yapmış olan Suat Hayrî Ürgüplü’nün babasıdır. Seyyid Muslihiddin Efendi Seyyid Muslihiddin Hazretleri, icazet aldıktan sonra hocası Merkez Efendi, ona kızını verip damat yaptı ve taşrada bir zaviyede irşâd vazifesi verdi. O, Merkez Efendiye damat olunca, talebelerden bazısı gıpta edip “talebeler arasında ondan daha ileri kimseler varken acaba hocamız neden onları tercih etmedi” diye düşünmüşlerdi. Merkez Efendi onların bu düşüncelerini anlayıp bir gece yemekhanede yemekten sonra; “Acaba içinizden hanginiz bize Seyyid Muslihiddîn’i çağırır?” dedi. Talebeler birbirine bakışıp; “Efendim kapılar kapanmıştır. Seyyid uzak yerdedir. Bu mümkün değildir.” dediklerinde; “Biz çağıralım. Görelim kendi gelir mi?” deyip; “Seyyid gel!” diye oturduğu yerden seslendi. Bu hâdiseyi anlatan talebe der ki: “Yatsı namazında Seyyid Muslihiddîn Efendiyi gelmiş gördük. Merkez Efendi onu yanına alıp kulağına bir şeyler söyledi. Namazı kılıp gitti. Bu hâle şaşan talebeler onun kaldığı yere gidip oradakilere; “Bu gece Seyyid Muslihiddîn burada mıydı?” diye sordular. Onlar; “Evet yatsı namazını bizimle kıldı. Sabahtan beri mihrabda oturmaktadır.” dediler. Bu hâdiseden sonra Merkez Efendi bazı düşüncelere kapılan talebelerine; “Nasıl, Seyyid bize damat olmaya lâyık mıymış, gördünüz mü?” dedi. 1 Kasım 1952 ABD İlk Hidrojen Bombasını Eniwetok Adası’nda Patlattı 1 Kasım 1952’de Güney Pasifik’teki Marshall adalarından Eniwetok üzerinde bir Amerikan hidrojen bombası testi yapılmıştır. Mike adındaki Hidrojen bombasının gücü 10,4 megaton civarındaydı. Patlamayla birlikte 390 mil çapındaki deniz gölü (lagün) ortasındaki mercan adası Elugelab haritadan silinmiştir. Aygıtlar daha önceki nükleer testlerde asla görülmemiş düzeyde yüksek bir radyoaktivite (görülmez zararlı ışınlar saçma) kaydetmişti. 100 mil çapındaki mantardan dağılan radyoaktif parçacıklar atmosfer üzerinde bir örtü oluşturmuştur. Gözlemciler Hidrojen bombası patlamasında atom bombasına göre çok daha fazla nötron ve radyoaktivite meydana geldiğini not etmişlerdir. Bu bilgilere dayanarak nötron bombası geliştirilmiştir. Atom bombası 5 mil çapındaki bir alanda canlı ve cansız her şeyi yok edip, 1 mil çapındaki bir alanda öldürücü radyoaktivite bırakırken; nötron bombası ise 1/2 mil çapındaki bir alanda patlama ve sıcaklık etkisi ile her şeyi yok edecek, 1.5 mil çapındaki bir alanda ise saçtığı nötron ışınları ile tüm canlıları öldürecek; fakat binalara, silâhlara vs. dokunmayacaktır; böylece canlıları ölmüş bir alanda binalara, silâhlara vs. el konulabilecektir. 15 Kasım 1876 Kazasker Mustafa İzzet Efendi Vefat Etti 1801 senesinde Tosya’da dünyaya gelmiştir. Kadiriyye tarikatının Rûmiyye kolunun pîri İsmail Rûmî’nin torunlarından olan annesi, daha küçüklüğünde yetim kalan oğlunun istidadını sezerek onu tahsil için İstanbul’a gönderdi. Annesinin akrabası bir müderrisin yardımıyla Fatih’teki Başkurşunlu Medresesi’nde tahsiline başlayan Mustafa İzzet bu dönemde Kömürcüzâde Hâfız Mehmed Efendi’den dinî mûsiki dersleri aldı. Sultan 2. Mahmud’un musahiplerinden olan Kömürcüzâde Padişahın, Bahçekapı’daki Hidâyet Camii’ne 22 Temmuz 1814 Cuma günü selâmlık merasimi için gelişinde talebesi Mustafa’ya evvelden meşkettiği bir na‘t-ı şerifi okuttu. Sultan 2. Mahmud, henüz on üç yaşındaki bu çocuğun sesini ve tavrını beğenerek yanına çağırtıp takdirlerini bildirdi ve eğitimine itina gösterilmesini istedi. Silâhdar Ahmedpaşazâde Ali Paşa’nın dairesinde yetiştirilmesine karar verildi. Burada gördüğü sıkı bir eğitimin yanı sıra hüsn-i hat ve mûsiki dersleri aldı. Galata Sarayı’nın son sınıfına (hâne-i ser) doğrudan alındığı anlaşılan Mustafa İzzet, 1820’de Enderûn-ı Hümâyun’a kabul edildi. Sarayda Hamâmîzâde İsmâil Dede Efendi’den Şâkir Ağa’ya kadar devrin en büyük mûsiki üstadlarıyla beraber bulundu. Sermüezzinlik vazifesinin dışında sesi ve neyi ile huzur fasıllarına iştirak etti. Enderûn-ı Hümâyun’da Yesârîzâde Mustafa İzzet Efendi’den ta’lik hattını meşk edip icâzet aldı. 1839’da Eyüb Sultan Camii Hatibi oldu. 1849’da Rumeli Kazaskerliğine getirildi. 1860’ta kendisine reîsülulemâlık rütbesi tevcih edildi. Aynı yıl ayrıca nakîbüleşraflık makamına tayin olundu. 15 Kasım 1876’da vefat ederek Tophane’deki Kadirîhâne Tekkesi’nin hazîresine defnedildi. 27 Kasım 1967 Fransa CumhurbaşkanıGeneral Charles De Gaulle İngiltere’nin Ortak Pazara Girmesini Veto Etti Fransa’nın dış ilişkileri büyük ölçüde kurucu üyesi olduğu Avrupa Birliği politikalarınca şekillenmektedir. Avrupa’da her zaman etkili bir güç olan Fransa, 1960’larda Birleşik Krallık’ın Avrupa Birliği’ne girmemesi için politika gütmüş, 1990’larda ise yeniden birleşen Almanya’yla yakın ilişkiler geliştirme yoluna gitmiştir. Fransa Cumhurbaşkanlarından De Gaulle’e göre İngiltere, ABD ve eski sömürgeleri ile çok sıkı ekonomik ilişkiler içindeydi ve AB’ye girmesi birliğin geleceği açısından sakıncalıydı. Ayrıca İngiltere’nin Avrupa’da etkin olmak isteyen ABD’nin “truva atı” olduğunu düşünüyordu. 1963 ve 1967’de olmak üzere iki kez İngiltere’nin Avrupa Birliği’ne giriş başvurusunu veto etti. İngiltere AB’ye ancak De Gaulle öldükten sonra girmiştir. 5 Eylül 2016’da yapılan referandumda ise, İngiltere AB’den çıkma kararı almıştır.

Mevt, yani ölüm tevehhüm edildiği, zannedildiği gibi dehşetli değildir. Akaid veya amel konusunda doğru yoldan ayrılmak manasına gelen dalâlet hakikatsizdir. Bir asla dayanmaz. İnsanın düşüncesinde, bakış açısında, iç dünyasında ve kişinin kendisine göre mevcuttur. Gerçek dünyada bir karşılığı yoktur. vehmîdir. Bundan dolayıdır ki varlıkları ve hadiseleri olduğundan çok farklı gösterir. Mesela dalalet ölümü yani mevti insanın dünyasında öyle büyütür, korku ve endişe verdirir dehşetlendirir ki insan hayatını perişan eder. Âdeta aklını başından alır. Dalalet gözüyle ölüme bakıldığında ölüm, bir yokluktur. Hiç olmaktır. Varlık dünyasından silinmektir. Adın sanın yok olmasıdır. Anılmamak ve hatırlanmamaktır. Her şeyden ebedi bir ayrılıktır. Dönmemek üzere bir gidiştir. Görüşmemek üzere bir kayboluştur. Bu düşünceler ise insanın yüreğini derinden yaralar ve hayatın tadını kaçırır. Bundan kurtulmak isteyen insan, ya akıldan istifa eder, aklını başından atar. Düşünmez, düşünmek istemez. Aklını farklı eğlencelerle uyutur. Ya da kendini sarhoşluğa verir. İman ve hidayet gözüyle bakılırsa ölüm yani mevt, ya varlık elbisesini değiştirmek yani tebdil-i câmedir; ruhu ağır ve kesif beden elbisesinden kurtarıp ebedi âleme layık nuranî bir vücut giymektir. Ya da dünyadan ahiret yurduna bir mekân değişikliğidir yani tahvil-i mekândır. Müslüman ölüm ile ahiretteki ebedi saadete göre bir hapishane olan dünyadan yani sicinden, her türlü güzelliğin bulunduğu cennet bahçesine, bostanına çıkar. Ölüm, onu sevdiklerinden ayırmaz, bilakis kaybettiği tüm sevdiklerine kavuşturur. Kendisine ve sevdiklerine ebedî bir varlık kazandırır. Hayatın her türlü ızdırabından kurtarır. Korunan tüm amellerinin karşılığını almaya gider. Ebedi bir âlemde, ebedi bir saadet içinde tüm sevdikleriyle beraber yaşar. Kim hayatı isterse, şehadet istemeli. Çünkü şehid hayattadır. Ölümdeki ayrılık acısını bilmez. Kendini diri bilir. Daha güzel bir mekânda olduğunu hisseder. Onların rızıkları, onların ruhlarına sunulur. Ferah, şen ve saadet içinde yaşarlar. Cennet nimetlerinden rızıklandırılırlar. Böyle bir nimete nail olmalarının sırrı ise, en değerli nimet olan hayatlarını Bâkî olan Allah (cc) yolunda feda etmeleridir. Bunun karşılığında da yüce Allah (cc) onlara bâkî bir hayatı tattırıyor. Şehîdin hayatına Kur’ân وَلاَ تَقُولُواْ لِمَنْ يُقْتَلُ فِي سَبِيلِ اللّهِ أَمْوَاتٌ بَلْ أَحْيَاءٌ وَلَكِن لاَّ تَشْعُرُونَ “Ve Allah yolunda öldürülenlere 'ölüler' demeyin! Bilakis (onlar) hayatdârdırlar, fakat (siz) anlayamazsınız.” (Bakara, 154) ayeti işaret eder. Ölüm acısını yani Sekerâtı tatmamış her bir şehîd, kendini diri, hayy biliyor, öyle görüyor. Lâkin yeni hayatını daha nezîh buluyor. Şehid, zanneder ki ölmemiş. Şehidlerin normal olarak vefat edenlere yani meyyitlere nisbeti, dikkat et, şuna benzer. İki adam var. Rüyalarında bütün güzellikleri ve lezzetleri içinde barındıran yani lezâiz envâına câmi‘ güzel bir bahçede, ikisi geziyorlar. Biri rüya olduğunu bilir, lezzet almıyor. Onu müferrah etmez, belki teessüf eder. Öbürüsü kendini uyanık biliyor ki, âlem-i yakazadır. Gördüğü rüyasından Hakîkî lezzet alır. Ona o rüya hakîkî olur. Rüya ruhlar âlemiyle şehadet âlemi ortasında bulunan ve her birine birer yönde benzeyen âlem anlamına gelen âlem-i misâlin bir gölgesi yani zıllidir. Âlem-i misal ise, ölüm vaktinden kıyamete, yeniden diriltilmeye kadar sürecek olan dünya ile ahiret arasındaki âlem manasına gelen berzahın bir gölgesi yani zılli olmuştur. Ondan, onların düsturları birbirine benziyor.

Mağribî, Özellikle Endülüs'te ve günümüzde Tunus, Fas ve Cezayir'de kullanılan yazı türüne verilen addır. İslâm coğrafyasının tümünden ziyâde yalnız bu bölgelere has bir yazı türüdür. Bu yazı, Kûfî’nin köşeli özellikleriyle Nesih’in yuvarlak biçimleri arasında bir geçiş olarak karakterize edilmektedir. Endülüs ve Afrika’nın kuzeyinde yazılmış olan Kur’ân nüshaları bu yazıyla kaleme alınmıştır. Arap yarımadasında neşet eden ve Mekke’de İslâmiyet’in doğuşuyla gelişmeye başlayan Arap yazısının fetihler neticesinde çeşitli bölgelere yayılmış ve milletlerin kültürleri, kabiliyetleri ve zevk-i selimleri doğrultusunda gelişme göstermiştir. İslâmiyet’in doğuda yayılmasının yanı sıra, Batı’da da Emevîler Devri’nde yayılarak bütün Kuzey Afrika Müslüman olmuştur. Böylelikle İslâm yazısı Kuzey Afrika’da ve İspanya’da yaygınlaşmıştır. Mağribî, Özellikle Endülüs’te ve günümüzde Tunus, Fas ve Cezayir’de kullanılan yazı türüne verilen addır. İslâm coğrafyasının tümünden ziyâde yalnız bu bölgelere has bir yazı türüdür. Bu yazı, Kûfî’nin köşeli özellikleriyle Nesih’in yuvarlak biçimleri arasında bir geçiş olarak karakterize edilmektedir. Endülüs ve Afrika’nın kuzeyinde yazılmış olan Kur’ân nüshaları bu yazıyla kaleme alınmıştır. Tarih boyunca Kuzey Afrika, Endülüs ve Mağrib’de yuvarlak çizgiler kazanan Kûfî hattına el-Hattü’l Mağribî, el- Kûfiyyü’l Mesâhifi’l Garbî veya Hatt-ı Endülûsî denmiştir. Bu yazı Mağrib’in merkezi Kayravân’da, Mushaflara mahsus Kûfî hattan doğmuştur. Mağrib’in başkenti Kayravân’a (Günümüzde Tunus‘un orta kesiminde yer alan bir şehir) nisbetle Hatt-ı Kayravân da denilmiştir. Esasen, Mağrib yazısı Doğu kûfîsinin Kuzey Afrika’da ve İspanya’da biraz farklı bir şekilde yazılmasıdır. Endülüs yazısı Kuzey Afrika’ya Endülüslü muhacirler yoluyla ulaşmış, göçler vasıtasıyla Endülüs’ten gelen bu yazıya Mağribliler kucak açmış, onu geliştirmiş ve zamanla Mağribi yazıda uzmanlaşmışlardır. Dünyadaki çeşitli müzelerin yanısıra ülkemizde özellikle, Topkapı Sarayı ve İstanbul Türk ve İslam Eserleri Müzesi’nde Mağribî hattıyla yazılmış birçok Mushaf bulunmaktadır. Mağribî yazısının temel özellikleri şunlardır: Doğu kûfîsi karakteri taşır. Harflerin gövdeleri küt ve bodurdur. Dikey harflerde kat’i bir düzlük görülmediği gibi tepelerinde küçük bir yuvarlaklık vardır. Müstakil veya sonda yazılan harfler mübalağalı şekildedir. Yani bazı harflerin sonda gelen şekillerinin satır altında kalan kısımları aşırı yuvarlak bir şekilde yapılmıştır. Mağribî yazı türü, beş alt gruba ayrılır. Kufî Mağribî: Kufî Yazı türünün Mağribî uyarlamasıdır. Mabsout: Kur’an yazmak için kullanılan Mağribî'nin bir altyazı türüdür. Mağribî Mücevher: Özellikle sultan tarafından yasaları bildirmek için kullanılan yazı türüdür. Sülüs Mağribî: Bu yazı türü daha çok El-Hamra Sarayındaki el yazmalarında görülür ve Sülüs'ün Mağribî uyarlamasıdır. Mosnad: Mağrip bölgesinde, özellikle mahkeme ve noterlerde, yazılı evlilik sözleşmelerinde kullanılır.