131. Sayı: "Risale-i Nur, Tarikat ve Cemaatler"Bu Sayıyı Satın Al
Konu resmiCemaat ve Tarikatlere Kimler, Neden Karşı?
Risale-i Nur

Maalesef din düşmanları, İslamiyet’in son kalesi olan Osmanlı’nın yıkılmasını fırsat bilip bütün tahribatçı ve ifsat komitelerini kullanarak eşi benzeri görülmemiş bir zulüm ve yıkım ile dünya çapında sistematik bir şekilde İslamiyet’in üzerine gitmişlerdir. Bilindiği gibi bu dehşetli düşmana karşı İslamiyet’i doğru olarak öğrenip yaşayan Ehl-i Sünnet Ve’l-cemaate mensup olanlar, ihlas ve samimiyet silahıyla, hak ve hakkaniyet gücüyle, bu dehşetli düşmana karşı manevi cihat kılıcıyla mukabele etmişlerdir. Ve bugün devletimizin bu güzel hale gelmesine vesile olmuşlardır.  Hak tarikat ve cemaatlerin yap­tığı bu hizmetler milletimize, neslimize ve devletimize Ce­nab-ı Hakk’ın ihsan ettiği bü­yük bir nimettir. Yapılan bu hiz­met­lere karşı teşekkür et­mek üzerimize farz olan bir borç­tur. Hem nimet şükür gö­rür­se ziyadeleşir. Fakat Hilafetin kalkmasından sonra bir kısım insanlar din kisvesi altında münafıklıkla ve la­neti hak eden yalancılıkla in­san­ları dinden ve istikamet üzere giden cemaatlerden nef­ret ettirip uzaklaştırmaya çalış­mışlardır. Ve cemaat namıyla bir kısım insanları hatta bir kısım devlet idarecilerini de aldatma yoluyla arkalarına alıp tahribat yapmışlardır. Hatta bu güruh; Kur’an-ı Azimüşşan’ı, İslam dinini, Hz. Muhammed’i (asm) ve Kuran’ın bir tefsiri olan Risale-i Nurları ve bütün mukaddesatı, felsefenin bozuk bir esası olan “hedefe varmak için her yol mubahtır” kaidesine dayandırarak, kendilerine alet etmişlerdir. Bizlere düşen vazife, bu gibi tahribatçıları engellemek; hak ve hakikat üzere hasbi olarak yürüyen âlimlere ve cemaatlere ise engel olmak değil, bilakis onlara yardımcı olmaktır. Ve o hizmet edenlere teşekkür et­mek­tir. “Eğer nimete şü­kür edil­mezse şüphesiz ki aza­bım çok şiddetlidir” ayet-i kerime­si­nin tehdidinden kaçınmaktır. En üzücü durum da şudur ki; bir kısım bürokratların ve idarecilerin, bir kısım hain­le­rin cemaat perdesi altın­da yap­­tığı tahribatları baha­ne ede­­­­­rek büyük bir hazi­ne hük­mün­­­­de­ki müspet cemaatlerin hiz­­­met­­le­ri­ni de şüpheli görüp ab-ı kevser suyunu dağıtan o kay­nakları kurutmaya veya en­gel­lemeye çalışmalarıdır. Hâl­bu­ki toplum içinde kusursuz ve her cihetiyle hayırlı olanlar az bulunur. Dünya imtihan dünyası oldu­ğundan ister istemez samimi olarak hizmet eden cemaatlerin içinde cemaat ismini kullana­rak su-i istimalde bulunanlar ola­caktır. Zira ümmetin ba­şın­­da mercii olarak Hilafet bu­lun­­ma­­dığından, bu kadar önem­li hizmet yapanların arasına münafıkların ve din düşman­larının girmemesi imkânsız de­ni­lecek kadar zordur. Fakat nasıl ki; Cenab-ı Hak ahirette insanların yaptık­ları­nı tartar, iyiliklerin veya fena­lık­ların ağırlığı noktasında hük­meder; öyle de idarenin vazife­si bu cemaatlerin yaptıklarını ta­kip etmek suretiyle İslamiyet’e uygun olarak memleket ve mil­­­lete hizmet eden cemaat­lere destek olmaktır. Ve su-i is­ti­mal edenlerden ıslahı müm­kün olanları ıslah etmek, olma­yan­ları da cezalandır­maktır. Bu sa­yede idarecilerdeki adalet ve mer­hamet tecelli ettiği gibi, mu­­si­beti celbeden zulümden de kurtulmuş oluruz. Müspet olan cemaatlerin fay­da­lı ve yararlı olduklarına dair delil ise, Hilafetin kaldırıl­ma­­sın­dan sonra bütün hal­kı Marksist ve Komünist yap­ma­ya çalışanlara karşı, bu mem­le­kette dini himaye edecek bir hükümet de bulunmadığı hal­­de ve zamanlarda, müspet olan cemaatlerin dini himaye et­­me­leri ve birçok insanımızın iman­larının kurtulmasına vesi­le olmalarıdır. Bir gerçeği de söylemeden ge­çe­­meyeceğiz. Şüphesiz ki müs­­-  bet cemaatler aleyhinde ya­­pı­­lan bu tezvirat ve yalanı uy­du­­ran­lar şu gelecek altı sı­nıf­tan biridir. 15 Temmuz menfur dar­be girişimini işleyenlerdir. Çün­kü onlar “bu hükümet şim­di bizi bitiriyor, yarın da İsla­mi cemaatleri bitirecektir” şek­lin­­de o menfur girişimden ön­­­ce böyle propaganda yap­mış­­lardı. Şimdi de bu yalanın doğ­­ru çık­ma­sı için idarenin ve bü­rok­­ra­si­nin içinde gizle­nip, hü­kü­meti ayakta tutan ce­­maat­lerin aleyhinde konuşa­rak hü­kü­met­le cemaatleri karşı kar­şı­ya ge­tir­meye çalışıyorlar. Marksist ve komünist bir zihniyete sahip olanlardır. On­­­lar bu milletin manevi de­ğer­­­le­ri­ni ve mukaddesatını zın­­dı­­­­ka hesabına tahrip etmek için her vesileyi kullanıyorlar. ‘Bu dar­­beyi “cemaat” yaptı’ di­ye­rek de ça­lış­malarına engel olan İs­la­­mi cemaatleri ve Ehl-i Sün­net âlim­lerini çürütmek için her türlü yalanı uydurarak müs­bet cemaatleri ve dolayısıyla hü­kü­meti bitirmeye çalışıyorlar. Masonik bir zihniyete sa­­­hip olanlardır. Bunlar da in­­­san için hayvanî ve nefsanî bir özgürlük vesilesi olan se­fih Av­rupa medeniyetine göre ya­şa­maya gayret edip İslami ahlâkı bozmak ve çoğunluk olan halkı, azınlık olan bir kı­sım za­limlere ve kuvvetlilere hiz­metkâr ve esir hâline getirmek istiyorlar. Onlar ‘bu darbeyi ce­­­maat yaptı’ bahanesiyle İs­la­­­mi ahlâkı, fikir ve ruha ait olan hürriyeti ve özgürlüğü ko­ru­maya çalışan ve onların bu tah­ribatına en­gel olan İslami ce­maatlerin aley­hinde konuşup onları bitir­me­ye çalışıyorlar. En tehlikelisi de Haricîli­ğin devamı olan İbn Teymiye, İbn Kayyim El Cevzi’nin eser­­lerinden etkilenen ve Ehl-i Sünnet dışında, sapık fır­­­ka­­lardan kabul edilen ve üm­­metin kabul ettiği hak mez­hepleri reddeden bozuk zih­ni­yetli insanlardır. Maale­sef, Hilafetin kalkmasıyla -baş­ta İngilizler olmak üzere- düş­man­larımız; Müslümanları bö­lüp parçalamak için bu yan­lış düşüncelerden etkilenen Ehl-i Sünnete ve İslami cemaat­le­re düşmanlık eden bazı ho­ca gö­rünümlü insanları kulla­nıp, üm­metin birliğinin ve beraber­li­ği­nin vesilesi olan İslam ule­ma­­sı­nın, selef-i salihinin ve müs­­pet cemaatlerin aleyhinde ko­nuş­turuyorlar. Anlamadan ve işin farkı­na varmadan şuursuz ola­rak şuur­lu düşmanın oyunu­na ge­len cahillerdir. Algı ope­ras­­yon­­larına aldanan bu kişi­ler ayrım yapmadan İslami ce­maat­­leri hedef haline getirip aley­hinde konuşmakla kaş yapayım derken göz çıkarıyorlar. Bir kısım enaniyetli veya cemaat taassubu taşıyan in­sanlardır. Bu gibi insanlar dar­­beyi bahane ederek kendi ce­maat­­lerinden olmayan grup­ları ve enaniyetlerini tatmin et­mek için bir kısım din âlim­leri ve müsbet cemaatleri eleş­tirmekle, milletin ihtilafına se­bep oluyor ve sosyal medyada hükümeti ve İslamiyet’i par­ça­layan birer canlı bomba hük­müne geçiyorlar. Biz de deriz ki: Başta idare­cilerimiz olmak üzere, ey ehl-i iman, iman ferasetinizle bu tah­­ri­batçı adamlara uymayı­nız. Ve Ehl-i Sünnet Ve’l-ce­maat itikadını kendinize sığı­nak yapınız ve iyi biliniz ki, biz Müslümanların ve bu mil­letin kurtuluşu ancak it­ti­fak­la mümkün olabilir. Bu hususta da en ziyade dik­kat et­mesi lazım gelen başta hü­kü­­metimiz ve onu temsil eden ida­recilerimizdir. Sayın Cum­­hur­­başkanımızın: “Biz gü­cü­mü­­­zü karanlık yapılardan de­ğil, milletimizden alıyoruz!” sö­­­- züy­le kastettiği millet kav­ra­mı­­­nın içerisine müsbet ce­maat­ler de dâhildir. Evet, bizi ayak­ta tu­tan tefrika değil, milleti­mi­zin birlik ve beraberliğidir. Eğer düşmanlarımızın yaptıkları gi­bi, samimi ve hak olan ce­maat­­leri bu milletin dışında tu­tup onlara başka bir nazarla ba­karsak, bu bakış milletin birlik ve beraberliğine karşı bir ihanet olmaz mı? Hem soruyorum: “Osmanlı’ nın son döneminden müspet hü­kü­metlerimize kadar olan sü­reçte, dâhildeki fasıklar ve mü­­na­fıklar ve hariçteki bütün kâfirler; ittifak ile bu mil­le­ti di­ninden, geçmişinden, tari­hin­­den, kültüründen ko­par­maya çalışırken bütün ölüm­lere,  zu­lüm­lere ve her türlü sıkın­tılara katlanarak onlara karşı müca­dele eden samimi olan cemaat­ler yani sizler ve bizler değil miydi?”

Zakir ÇETİN 01 Ekim
Konu resmiTasavvuf ve Tarikatların Tarih Boyunca İnsanlığa Yaptığı Hizmetler
Risale-i Nur

Cenâb-ı Hak insanları muhtelif olarak yaratmış. Bu farklılardan dolayı, insanların hepsini bir meslek ve bir kalıp içine sokmak mümkün değildir. Her insan kendi kabiliyet ve kuvvetine göre hareket eder. Bu yüzden esasta aynı kalmak şartıyla, farklı meslek ve meşreplerin olması ve devam etmesi, makul ve fıtri bir haldir, bunu değiştirmek mümkün değildir. Allah Resulü (sav) ve Sahabe-i Güzin Efendilerimiz hayatta iken tarikatlar elbette yoktu. Za­­­man­la İslamiyet yeryüzünde ge­­­­niş­­­lemiş, hemen hemen her mil­­let­­ten birçok insan İslam ile şe­­ref­len­miştir. Elbette bu ge­niş­­le­me­nin külfeti, zahmeti ve rah­me­ti birlikte meydana gel­miş­tir. Peygamber Efendimiz (sav) ha­­yatta iken ve hicretten he­men sonraki asırlarda insan­ların müşkülüne müdahale ve çö­züm­ler ilk elden halledi­li­yor­du. Sonraki yıllarda bu du­rum yavaş yavaş zorlaşmaya baş­ladı. Müslümanların sayısı ço­ğal­dık­­­ça onların kültürel ve sos­yal yön­­­den de ihtiyaçlarına mu­ka­be­­­le etmek gerekiyordu. Bu du­rum Müslümanları top­lu halde bir araya gelip iba­det ederken tarz­­­larını sistem­leş­tirmeye se­bep oldu. Yalnız bu­­ra­da şunu ifa­­­de etmek ge­rekir: Ehlisün­net çiz­­gi­sinde bu­lu­nan hiçbir ta­ri­kat şeyhi/lideri/önderi, “Ben bir tarikat kurayım ve in­san­­lar bana uysunlar” diyerek yo­la çıkmamıştır. Tasavvuf ve tarikatlar insan­lı­ğın ıslahına ve kendi için­de bu­lu­nan bireylerinin mane­vi ol­gun­­laşmasına hiz­met et­tiği gibi, in­sanların hayatı­na İslamiyet’in nu­runu nakşetmiştir. Mesela es­­­nafa, alışveriş yaparken; işçi­ye, iş yerinde çalışırken; tücca­ra, ticaretini yaparken hak ve hu­­kuku, dosdoğru ol­ma­yı tel­kin etmiştir. Aile birey­le­ri­ne, na­­sıl muamele et­mesi gerek­ti­ği­­ni, cemiyetteki birey­lere de al­­­­datmayan, aldanmayan, her za­­­man nerede olursa ol­sun Al­lah’a hesap vereceğini bil­di­ren ve bu düşünceyi diri tut­ma­ya çalışan müesseseler ha­linde ol­muşlardır. Hem bu mektep­ler­de yetişen talebeler, yeri gel­­­diğinde cihada gitmişler ve va­­­tana musallat olan düşmana kar­­şı cansiperane savaşmış, ya şe­­hit ya da gazi olmuşlardır. Tasavvuf ve tarikatlerin dö­ne­­­mi­­ne kısaca işaret ede­cek olur­sak; tasavvuf döne­mi: “Sufi” ve “tasavvuf” kav­ram­­ları­­nın kul­­­­lanılmaya ve ilk sufi adları­nın duyulmaya başlandığı hicri ikin­­ci asrın sonundan, tari­kat­­­ların ortaya çıktığı devre ka­­dar olan üç, üç buçuk asır­lık dö­nem­­dir. Tasavvuf bu dö­nemde mües­­sese haline gelmiş ve Cü­neyd Bağdadî, Bayezid Bes­tamî gibi büyük sufi ve mu­ta­savvıflar bu dönemde yetiş­miş­tir. İlk defa “sufi” adıyla meşhur olan kişi Ebu Haşim Sufi’dir. Hicri 150 tarihine kadar az rastlanan sufi tabirine, bu ta­rihten itibaren biraz daha sık rastlanılmaya başlanmıştır.1 Bu hususta İmam Gazali Hazret­leri, tasavvuf tarihimizde bir dö­nüm noktasıdır. Onun geliş­ti­rip sistematize ettiği ehli­sün­net tasavvufu, daha sonra mü­es­­sese bazında faaliyet gös­ter­meye başlamıştır.2 Tarikat dönemi: Tasavvuf mü­esse­selerinin temsilcisi diyebi­le­ceğimiz tarikatların ortaya çı­kı­şı ve sosyal hayatın bir par­­çası haline gelişi 6. asırdan baş­la­yarak, günümüze kadar devam eden dönemdir.3 Hicri 6 ve 7.; miladi 12. asır, tarikatların teşekkül ve tekev­vün (meydana geliş) dönemi­dir. Bugünkü anlamıyla tekke­si, zaviyesi, şeyh ve mürit mü­nasebetleriyle ilk tarikatlar bu yüzyılda kurulmuştur. Bağ­dat’ ta Abdülkadir Geylani Haz­ret­­leri, Basra’da Ahmet Rufai Haz­­retleri, Türkistan bölge­sin­de Ah­med Yesevî Hazretleri, bu dö­nemde yetişen ilk tarikat ku­ru­­­cu­larıdır.4 Toplum İçin Yapılan Hizmetleri Kâdiri tarikatının kurucusu olan ve bütün evliyanın büyüğü ka­bul edilen Abdulkadir Gey­la­ni Hazretleri (d. hicri 470, m.1077) kendi döne­minde sü­­­rekli müritlerine irşâd­da bu­lun­­muş ve bu irşâd ile asayişin mu­­ha­­fa­zasına hizmet etmiş­tir. Gü­nü­­müz­de de halen birçok yerde hizmet vermektedirler. Bu irşadlarından bir örnek ve­recek olursak sohbetlerinden birinde şunları tavsiye buyur­muş­tur, “Kur’an’ı dinleyin ve onunla amel edin. Onu Ce­nâb-ı Hak kendisine ulaşınız diye indirmiştir. Kur’an’ın iki yönü vardır: O’nun elinde olan tarafı, bizim elimizde olan ta­ra­fı. Eğer onunla amel ederse­niz kalpleriniz Cenâb-ı Hakk’a yük­selir ve daha dünyada iken, ahiretten önce kalpleriniz O’nun kurbiyet (yakınlık) evi­ne girer. Eğer O’na vasıl ol­mak istiyorsan dünyaya ve hal­­ka karşı zâhid ol. Nefsine, evi­ne, malına, isteklerine, arzuları­na, halkın övgüsünden ve yücelt­me­sinden hoşlanmaya, sana te­veccüh göstermelerine karşı zâ­hid ol.”5 Tasavvuf ve tarikatların toplu­ma sağladığı faydalardan bah­se­der­ken velilerin büyüğü olan Somuncu Baba Hazret­lerin­den bahsetmemek olmaz! Somuncu Baba Anadolu’nun manevi mimarlarındandır. Ha­cı Bay­ram-ı Veli Hazretleri başta ol­mak üzere birçok ta­le­be yetiş­tirerek Osmanlı Dev­le­­ti’nin manevi anlamda bü­yü­­­me­sinde ve gelişmesinde bü­yük katkısı olmuş bir Al­lah dostudur. Şeyh Hamid-i Veli yani So­­­mun­cu Baba Hazret­le­ri (d.1331, v.1412) Anado­lu’da çok bü­yük hizmetlerin te­me­li­ni oluşturmuştur. Talebe­si olan Hacı Bayram-ı Velî Haz­ret­­­leri, malum olduğu üze­re İs­­tanbul’un manevi fatihi Ak­şem­­seddin Hazretlerinin de ho­casıdır. Talebesinin tale­be­si olan Akşemseddin Hazret­leri de ye­tiştirdiği talebeleriyle bir­­­lik­te İs­tan­bul’un fethinde biz­­­zat yer al­mış, Fatih Sul­tan Mu­ham­med Han’ın bir ça­ğı açıp yeni bir çağı başlat­ma­sında hemen yanı başında önem­li manevi bir destekçi ol­muştur. Diğer manevi kahramanları­mız­­­­dan biri de Hoca Ahmet Ye­­­se­­vî Hazretleridir. Hoca Ah­­­met Yesevî Hazretleri, Ana­do­­lu’nun İslamlaşmasında çok bü­yük emekler vermiştir. Riva­ye­te göre, Ahmed Yesevî Haz­ret­­leri­nin on iki bini kendi ya­şa­dığı muhitte, doksan do­kuz bini de uzak ülkelerde bulunan müridleri ve geleneğe uygun olarak, hayatta iken tayin ettiği pek çok halifesi bulunmaktay­dı. İlk halifesi Arslan Baba’nın oğlu Mansur Atâ idi. (Kabri Elazığ’ın Harput ilçesinde bu­lunmaktadır.) Mansûr Atâ gibi Anadolu’ya hizmet aşkıyla gelen, bu uğurda zaman ve mekânın rahatlığına bakmadan sırf Allah için çalışan binlerce Allah dostu zatlar olmuştur. Ahmet Yesevî Hazretleri ve onun talebeleri Selçuklu Döneminde Moğol­la­ra karşı ve Osmanlı Döne­minde, Osmanlının ehli da­la­lete karşı yaptığı bütün mü­cadeleye maddi manevi des­tek sağlamıştır. Görüldüğü gibi bütün Ehl-i Sünnet tarikatlarının asıl ama­cı, sadece Allah rızası için insan­la­ra hizmet etmektir. Ehl-i Sünnet tarikatları, bulundukları her yer­de sadece Allah için insan­lara fark gözetmeden hizmet ederken, gerektiğinde de va­tan için canlarını ortaya koy­muşlardır. Günümüzde olduğu gibi geç­mişte de Müslümanların arası­na nifak sokmak isteyenler bu­ralara sızarak fitneye se­bep ol­muştur. Hazret-i Ali (ra) Efen­dimizin soyundan ve dolayısıyla Peygamber Efendimize (sav) dayanan hiçbir tarikattan değil insanlara, bütün mevcudata bile zerre miktar zarar gelmemiştir. En son yaşadığımız 15 Tem­muz­daki hain darbe girişi­mi de kendisini cemaat olarak lan­se eden bir yapı tarafından gerçekleştirilmek istenmiş ise de, Allah’ın inayeti ve Ehl-i Sünnet olan tarikatlar ve ce­maat­ler vesilesi ile bu kalkış­ma elhamdülillah akim kalmıştır. 250 şehit ve 2196 gazimizin çoğu ya bir tarikat mensubu ya da başka bir cemaate giden vatan, millet sevdalısıydılar. Bu uğur­da hiç çekinmeden can­larını feda ettiler. Allah hep­sin­den, yaptıkları bu fedakârlık için razı olsun. Diğer taraftan, fertler hata ede­bilir lakin bir kişinin hatasını bulunduğu topluma veya guru­ba mâl etmek de o topluma bir haksızlıktır. Yüzyıllardır ta­rikatlar ve cemaatler hep var ol­muştur ve inşallah kıyamete kadar da bu hâl üzere devam edecektir. Bu manevi güneşi yükselten ve bu manevi güneşin hem devamlı yükselmesine hem de her yere nakşolmasına çalışan -başta büyüklerimizden ve on­lara hizmet edenlerden- Allah ebeden razı olsun. Âmin Kaynaklar: 1- Mustafa Kara, Din, Hayat, Sa­nat Açısında Tekkeler ve Zaviyeler, Dergâh Yay. İstanbul, 1990, s. 31-322- Hasan Kâmil Yılmaz, Tasavvuf ve Tarikatlar, İstanbul, 2004, s. 1293- Mustafa Aşkar, Tasavvuf Tarihi Li­te­ra­türü, T.C. Kültür Bakanlığı Yay., Ankara 2001, s. 154- Hasan Yılmaz, age. s. 1305- Cilâü’l-Hâtır Fi’l-Bâtın Ve’z-zâhir. Otuz beşinci sohbetinden alıntıdır.

Murat ALTINSOY 01 Ekim
Konu resmiBayram İçinde Bayram Varmış...
İnsan

“Dünya iyilikle değişir” sloganıyla çıktık yola. Kara kıtanın, kara insanlarının beyaz gönülleriyle buluşmak, mahzun gönüllere bir nebze neşe serpmekti gayemiz. Allah’a yaklaştıran kurban bizi -Anadolu insanının tabiriyle- dünyanın öbür ucundaki insanlara da yaklaştırıyordu. Valizlerimiz gülümsemeyi unutmuş çocuklara bayram şekerleri ve balonlarla; gönlümüz iyiliklerle dolu olarak bayram öncesi yola revan olduk. Bayramda kucaklaştık, sarıldık birbirimize kırk yıllık dost gibi. Meğer ne güzelmiş karşılıksız sevmek, ne lezzetliymiş dostluk ve kardeşlik... Gökyüzünde uçanlar balonlar mı yoksa sevinçten ayağı yer­den kesilen çocuklar mıydı? Çe­kingen bir çocuk yaklaşıyor eki­bimize. Belli ki sonradan gel­miş. Bayram harçlığı dağıtan kardeşimizden işaretle bir şey talep ediyor. Bayramda bir ço­cuk ne ister, “Paradır elbet” di­yor ekipteki kardeşimiz. Elini cebine atıyor bozuk para yok. “Olsun” diyor “buna da bütün para vereyim.” Ama çocuk pa­ra­yı almıyor, başka bir şeyi işa­ret ediyor: Balon… Siyah yüz­lerde beyaz gülümsemeler, mah­zun ama mutlu; ürkek ama umutlu… Güney Afrika’nın Portervill ad­lı bir köyüne düşüyor yolu­muz. Hristiyan bir köy burası. 9 ay önce Müslüman olan papaz­la­rı, 60 ailenin daha İslamiyet’le şereflenmesine vesile olmuş. Müs­lüman-Hristiyan demeden kur­ban etlerinden birer poşet tu­tuş­turuyoruz ellerine. Bir ara delikanlının biri sokuluyor yanımıza. Bizim geleceğimizi önceden haber almış ve 45 km. uzaklıktan gelmiş. Yavaş ve çekingen bir halde Müslüman olmak istediğini söylüyor. 25 metrekare bir camileri var ama onların nazarında Süleymaniye ve Selimiye’den farksız. Genci hemen camiye alıyoruz. Ben kelime-i şehadeti söylüyorum, o kelime kelime tekrar ediyor. “Müslümanlar birbirlerini çok seviyor ve sayıyorlar, çok da temiz giyiniyorlar, onun için Müslüman oldum” diyor. “Bir tebessüm sadakadır, sizler birbirinizi sevmedikçe hakiki mümin olamazsınız, hakiki mü­min olmadan cennete gire­mez­­siniz, Temizlik imandandır.” Ha­dis-i şeriflerini Peygamber Efen­dimizin (asm) fem-i mü­ba­reklerinden bir kez daha duymuş gibi oluyoruz. Morgan olan adını Muham­­med olarak değiştiriyoruz. Deği­­şen sadece isim değil; insan de­­ği­­şi­yor. Yüzlerine nur inmiş Müs­lü­­man olanların. İnsanlar de­ğiş­tikçe dünya değişecek, zira dün­ya iyilikle değişir, sevgiyle güzelleşir. *** Şimdi de başka bir köydeyiz. 80 yaşlarında varlıklı bir am­ca (Murat) bizi yemeğe davet edi­yor. Murat Amcanın dedelerin­den biri Türk. 1860’larda İs­tan­bul’dan Güney Afrika’ya ir­şat için gelmiş olan Ebubekir Efen­dinin neslinden geliyor. Bizi görünce çok seviniyor Murat Amca. Koyu bir sohbetimiz olu­yor. Türkiye’den getirdiğimiz hediyelerden takdim ediyoruz kendisine. Mutluluğu gözlerin­den okunuyor. Birlikte yemek yiyoruz. Fakat ayrılık zamanı geliyor. Zira yolumuz uzun, vazifemiz çok. Müsaade istiyo­ruz. Her zaman kapısının açık olduğunu ifade ediyor. Asya in­sanının misafirperverliğini so­nu­na kadar gösteriyor. Olacak ya ertesi gün yolumuz o köye tekrar düşüyor. Murat Amcayla tekrar karşılaşıyoruz. Kulağımıza bir şeyler fısıldıyor: “Şu çiçekleri görüyorsunuz ya, onlara dün siz gittikten son­­ra su verdim. Ve şöyle dua et­tim: “Ya Rabbi, bu çiçek­ler masum, günahları yok. On­lara su veriyorum. Bu çiçek­ler hürmetine sana dua ediyo­rum ki Türkiye’den gelenle­ri evimde misafir etmeyi bir daha bana nasip eyle. Murat Amcanın safiyane, sami­ma­ne ve livechillah yaptığı bu dua kabul olmuş olacak ki, ertesi gün görevimiz icabı tek­rar o köye, üstelik Murat Am­ca­nın evine gitmek zorunda kalı­yoruz. “Gönül ne çay ister ne çayhane, gönül sohbet ister çay bahane” dediği gibi gönül erlerinin, sebepler bahane ol­muş, meğer Murat Amcanın dua­sı bizi oraya çekmiş. “Murat amca duaya devam ederse mem­leketimize de gidemeyiz” diye la­tife yapıyoruz kendi ara­mızda. Bayramı ailemizle geçiremedik diye üzülmek aklımıza bile gel­­mi­­yor. Üzül­meyi, hüznü unut­­­tuk ade­ta. Bayram içinde bay­­­ram yaşı­yoruz. Zira nice mah­­zun gö­nüllerin bayram yap­­­tı­­­ğını gö­rünce bir bayram, bin­­­ler bayram oluyor. Sevinç göz­­­yaş­­la­rı­mız artık ferman din­lemiyor… Bu güzelliklerin yaşanmasına ve­sile olan Türkiye’mizin hatta dünyanın medar-ı iftiharı Hay­rat Yardım Derneğine, bayram sevinci yaşayan binlerce mah­zun gönüllere tercüman olarak binlerce teşekkür ediyoruz. Gökyüzünden selamlar…

Mustafa YANKIN 01 Ekim
Konu resmiHat Sanatında Yazı Çeşitleri: Kufi Yazı
Kültür ve Medeniyet

İslâm yazısının aslı, Ârâmi asıllı Nabatî hatta dayanmaktadır. Kûfî yazı, tarihi süreç içinde Nabatî yazısından geliştirilmiştir. İslâm’ın ilk yıllarında kullanılmakta olan sert köşeli yazı daha sonra Kûfe şehrinde işlenerek, geliştirildiği ve işlendiği şehre nisbetle Kûfî adını almıştır.  Kûfî yazı Kur’ân yaz­maları, me­zar, menzil, ticarî iliş­kiler­de, mektuplarda, günlük iş­ler­de de sıklıkla kullanılmış­tır. Dînî ve içtimâî hayatın yanı sıra sa­nat hayatımızın her safha­sında çok geniş bir kul­lanım alanı bulmuştur. Başta mimari eserlerin kitâbe, kubbe ve ku­şak yazılarında taş ve sıva üze­rine, ayrıca iç ve dış mi­mari­de dekoratif unsur ola­rak çini, mozaik, alçı ve tuğ­lalarla çok zengin Kûfî yazı çeşitle­riyle kompozisyonlar oluş­tu­rul­­­muş­tur. Mihrap, minber, ka­­pı ve pen­cere kanatlarında ah­­şap üze­­rine tezyinî motifler­le bera­ber güzel Kûfî yazılar da büyük bir sanat zevkiyle işlenmiştir. Le­ğen, sini, şamdan, alem, ta­bak, kılıç, kalkan gibi madeni alet ve eşyalarla çini ve seramik kaplar, sanat değeri olan he­di­yelik eşyalar üzerinde Kûfî yazı tezyini bir unsur olarak yer almıştır. En parlak devrini X. ve XIII. yüz­yıllar arasında yaşamıştır. Bü­yük Selçuklu ile Anadolu Sel­­çukluları döneminde sık­lık­la kul­lanılmış, fakat Osmanlı Kû­fî yazıya fazla iltifat etmemiş­tir. Osmanlı dönemi yapılarından, Bursa Ulucamii, Bursa Yeşil Cami Taç kapısında, İstanbul Fatih Camii avlu penceresinde, Çinili Köşk eyvanında, II. Ba­yezid Camii minare alt kısım­larında, Çoban Mustafa Paşa Camii’nde, Yıldız Camii kub­be ve kuşak yazısında, İstan­bul Büyük Postane kitâ­be­si, Ar­keoloji Müzesi ve Darp­ha­ne-i Âmire binası üs­tün­de, Ka­ğıthane Sadâbât Camii mih­rabında Kûfî yazı kullanıl­mıştır.  Yazıldığı yere ve yapısına göre çeşitlenmiştir. Kûfi yazı çeşitli kollara ayrıl­maktadır. A- Yapılarına göre Kûfî yazı 1- Basit kûfî: İslâm’ın ilk yıl­larında şark ve garbda yayılan Kûfî hattıdır. En güzel örnek­leri Kubbe-i Sahra ve Tolonoğlu Camii kitâbesidir. Bu çeşit Kû­fi’de her hangi bir süsleme mev­cut değildir.   2- Yapraklı kûfî: Ağaç yap­rak­ları gibi süslemelerin bulun­du­ğu çeşittir. 3- Zemini süslü kûfî: Zemi­ninde kıvrık dallı motiflerin bu­lunduğu Kûfî’dir. Bu çeşit kû­finin en güzel örnekleri İran’da Gazne’de ve Kâhire Sul­tan Hasan Medresesi’nde bu­lun­maktadır. 4- Örgülü kûfî: Bazı harfleri­nin örülmesinden dolayı bu is­mi almıştır. Bu çeşit Kûfî’nin en erken örnekleri h. V. asra uzanmaktadır. En eski örneği İran Râdekân Kalesi’nde (h. 411) Tunus Kayrevan Camii mescidinde (h. 431), en bilinen ve meşhur örnek ise İran Pir Alemdar kabrindedir.       5- Geometrik kûfî: Diğer Kû­fî çeşitlerinden dik ve kes­kin çizgileriyle ayrılır. Ortaya çıkışı hususu pek fazla aydın­latılamamıştır. İran ve Irak mes­cidlerinde çok fazla yaygındır.  B- Yazıldıkları bölgelere göre de kûfî yazı üç kısma ayrılmaktadır. 1- Meşrik Kûfîsi, 2- Mağrip Kûfîsi  3- Kayrevan Kûfîsi Makıli Yazı: Hiçbir parçasında yuvarlaklık olmayan, düz, dik ve köşeli bir yazı biçimidir, Ma’kılî yazıyı, Kûfî yazı çe­şi­din­den ayıran özellik, tama­men düz, köşeli ve geometrik mo­tifler, kalemle yazılarak de­ğil de, çoğunlukla aletler yar­dı­mıyla çizilerek meydene geti­ril­mesidir. Makili yazıda sertlik ve kat`ilik vardır.

Mustafa YILMAZ 01 Ekim
Konu resmiGözü Kör Eden Hastalıklar ve Tedavi Çareleri (2)
Risale-i Nur

Ülfet, insanın zihin dünyasını istila ederse sahibini dalalete düşürür. Günümüzde ‘bilim adamı’ unvanını taşıyan bir kısım hakikat körü olan insan tiplerini ortaya çıkarır. Bu insanlar Ebu Cehil misali hakka hakikate karşı körleşir, sapkın ideolojileri adına, benlik ve gururları için ilmi gerçekleri çarpıtır, insanlıktan istifa edip, uzman oldukları bilim dalına ihanet ederek halkı yanlış inançlara sev kederler. Bilimsel keşiflerin son derece hızlandığı bu dönemde en bilgisiz insanların dahi kabul edemeyecekleri iddiaları bilim adamı kisvesi altındaki bazı etiketli dinsizlerden çokça duymaktayız. Bediüzzaman Hazretleri, ehl-i gaflet ve dalaletin ülfet sebebiyle ilmi hakikatleri nasıl sıradanlaştırıp basit, âdi şeyler seviyesine düşürdüğünü şu misalle açıklıyor: “Dalâletten gelen hadsiz bir cehalet ve zındıkadan neş’et eden çirkin bir temerrüd (inad) sebebiyle bilmiyorlar ki, esbâb yalnız birer bahanedirler, bi­rer perdedirler. Dağ gibi bir çam ağacının ci­hâzâtını dokumak ve yetiştirmek için bir köy kadar yüz fabrika ve tezgâh yerine, küçücük çekirdeğini gösterir: “İşte bu ağaç bundan çıkmış” diye Sâni‘inin (sanatkârının) o çamdaki gösterdiği bin mu‘cizâtı inkâr eder misillü, bazı zâhirî sebebleri irâe (gösterir) eder. Hâlik’ın ihtiyar (irade) ve hikmet ile işlenen pek büyük bir fiil-i rubûbiye­tini hiçe indirir. Bazen gayet derin ve bilinmez ve çok ehemmiyetli, bin cihette de hikmeti olan bir hakikate fennî bir nâm takar. Güya o nâm ile mahiyeti anlaşıldı, âdileşti. Hikmetsiz, ma­nasız kaldı. İşte gel, belâhet ve hamâkatin (ah­maklığın) nihayetsiz derecelerine bak ki, yüz sahife ile tarif edilse ve hikmetleri beyan edilse, ancak tamamıyla bilinecek, derin ve geniş bir hakikat-i mechûleye bir nâm takar, malum bir şey gibi: “Bu, budur” der.”1 Ülfet hakkında Risale-i Nur külliyatında bu ve benzeri pek çok ifade bulabiliriz. Şimdi bize ayrılan bölümün hacmi nispetinde bir kısım ölçülere dikkat çekmeye çalışacağız. Ölçü: Âdetullah kanunları ve yeknesaklık ülfeti netice verir.  Tefekkür ise gaflet ve ül­feti parçalar, dağıtır. Ülfet zahir hakikatleri gizler, insanı kör eder. Güneşin doğup bat­ması, gece gündüzün deveranı, mevsimlerin değişmesi, yağmurun yağdırılması, atmosferdeki düzen, ekolojik denge, mikro ve makro âlemdeki baş döndürücü kanunlar sabit ve nadiren değiştikleri için yeknesaktırlar. Tekdüze bir yapının içindeki insan bu hale zamanla alışır. Alışmışlık onu kendi dışındaki âlemdeki harika icraatlardaki hikmeti, rahmeti, ilmi, iradeyi, sonsuz kudreti, muhteşem idareyi ve ulûhiyetin haşmetini, azametini görmesine engel olur. Sanki sıradan, tesadüfi, gelişigüzel, manasız, karmaşık hadiseler yumağı olarak görmeye başlar insan bütün bu olanları. Hâlbuki bunların her birisi başlı başına bir mucizedir. Her birisinin arkasında sonsuz ilim, kudret, hikmet, rahmet, inayet, adalet, rububiyet hakikatleri gizlidir. Ama kör olası gafil gözü, görmez olur gerçek özü. Mesela güneşin her gün doğuşu kanuna bağlı olduğundan insan ülfetle ondaki rahmet ve nimet yönünü unutur. Dünya meşgaleleri de bunu gör(e)meyecek hale getirir. Güneş tutulması ise her gün olmadığı için o hadiseye güneşin doğuşundan daha fazla ehemmiyet verir. Bu büyük hadiseyi görmek/görüntülemek için günler öncesinden hazırlık yapar. Aslında harikulade bir nizamın sonucunda meydana gelen günlük mucizeleri ıskalar, göremez. İnsanın iç âleminde de ülfet körlüğü bu bakış açısının sonucu olarak açığa çıkar. Sözgelimi bedeninde her an cereyan eden mucizevari hadiseleri ancak bir arıza çıkınca hatırlar insan. Her biri şükrü gerektiren bu harika nimetleri ülfet unutturur. Sinir sistemi, dolaşım sistemi, sindirim sistemi, kas sistemi, boşaltım sistemi, solunum sistemi gibi mucizeleri bilimsel isimler takarak sıradanlaştırmak ne kadar büyük bir nankörlüktür. “Tefekkür gafleti izale (giderir) eder.” hakikatince dikkatli ve kuvvetli bir tefekkürle ancak bu ülfet hastalığından kurtulabiliriz. Bu zamanın manevi bir mürşidi olan Risale-i Nur bu hususta önemli bir yer tutmaktadır. Tefekkür, Risale-i Nur’un mesleği olması hasebiyle ekseriyet itibariyle imanî hakikatleri ders veren risalelerin mütefekkirane mütalaasının ülfet perdesini yırttığına umum nur talebeleri şahittir. Üstadın, Onuncu Söz risalesi için söyledikleri de bu düşüncemizi desteklemektedir. İmanî hakikatler gıda hükmünde olduğu için her vakit tekrarına ihtiyaç vardır. Risale-i Nurlar da sürekli mütalaa edilirse biiznillah ülfet ve gaflet bulutları dağılır, idrakler açılır, hakikatin tesiri ziyadeleşir, insan sahip olduğu nimetlere nankörlük etmekten kurtulur. Şirkten şükre dönüş yapar. Ölçü: Günümüzde bilim adamı kisvesine bürünen, ideolojik sapkınlıkları olan insanlara dikkat etmek gerekir. Onların yönlendirmelerini dikkate almamalıyız. Bi­lim dünyasını etkisi altına alan pozitivist ba­kış açısı, sosyalist, materyalist, kapitalist akım­ların da etkisi ile gerçeği ideolojilerine fe­da eden insanları türetti. Sapkın ideolojilerin esiri olan bu uzmanlar(!) hakikati parça parça edip bilim ahlakına sığmayacak derecede yanlış yönlendirmelerle insanları küfre dala­lete sevk etmişlerdir. Kâinat çapındaki âdetullah kanunlarına, hakikatlere bilimsel isimler takıp o kanunların ve hakikatlerin arkasındaki ilahi irade ve kudreti gizlemeye çalışmışlardır. Hâlbuki fiil failsiz, sanat sanatkarsız, isim müsemmasız olamaz. Bir iğne bile ustasız ol(a)mazken kâinat üzerinde cereyan eden hadisatın sahipsiz olması asla kabul edilemez. Mesela insan olsun hayvan olsun bütün validelerin yavrularına karşı olan şefkat ve merhametleri onları bu duygularla donatan şefkatli ve merhametli bir zatı yani Allah’ı gösterirken bir kısım bilim adamı denilen dinsiz insanlar bu hakikate “içgüdü” ismini takmakla sıradanlaştırmışlardır. Hâlbuki aynı insanlar muhteşem bir mimari eseri kabul edip mimarı inkâr etmezler. Robotu kabul edip arkasındaki mühendisliği inkâr etmezler. Buna rağmen Allah’ın varlığının delillerini sapkın ideolojileri adına karartmaya çalışırlar. Ülkemizde çoğu zaman körü körüne olan batı hayranlığının dikkat edilmezse insanlarımızı dalalete sürüklemesi tehlikesini göz ardı etmemeliyiz. Batılı bilim adamlarının inanç konusundaki fikirleri bir Müslümanın referansı olamaz. Bu tarz bilimsel teoriler akıl, mantık ve dini hakikatler süzgecinden geçtikten sonra kabule layıksa dikkate alınmalıdır. Kaynaklar: 1- Sözler, 44,45. Altınbaşak Neşriyat.

Zafer ZENGİN 01 Ekim
Konu resmiKulun Allah'a En Yakın Olduğu An
İnsan

“İ’lem eyyühe’l-azîz! Kur’ân-ı mu’cizü’l-beyânın büyük bir ölçüde tekrâr ettiği ihyâ-yı arz ile, toprak unsuruna nazar-ı dikkati celb ettiğinden, kalbime şöyle bir feyz damlamıştır ki, arz âlemin kalbi olduğu gibi, toprak unsuru da arzın kalbidir. Ve tevâzu’ ve mahviyet gibi maksûda îsâl eden yolların en yakını da topraktır. Belki toprak, en yüksek olan semâvâttan hâlık-ı semâvâta daha yakın bir yoldur. Zira kâinatta tecellî-i rubûbiyet ve faâliyet-i kudrete ve makarr-ı hilâfete ve Hayy-ı Kayyûm isimlerinin cilvelerine en uygun topraktır. Nasıl ki, arş-ı rahmet su üzerindedir. Arş-ı hayat ve ihya da toprak üstündedir. Toprak tecelliyât ve cilvelere en yüksek bir ayinedir. Evet, kesif bir şeyin ayinesi ne kadar latif olursa, o nisbette esmânın cilvelerini cilâlı gösterir. Meselâ hava âyinesinde, yalnız şemsin zayıf bir ziyâsı görünür. Su ayinesinde de şems ziyasıyla görünürse de, elvân-ı seb’ası görünmez. Fakat toprak âyinesi, çiçeklerinin renkleriyle şemsin ziyasındaki yedi rengini de gösterir. ‘Kulun Allah’a en yakın olduğu an, onun secde hâlidir.’ olan hadîs-i şerîfi, bu sırra işareten şehadet eder. Öyle ise, arkadaş, topraktan toprağa inkılâb etmekten ve kabirden kabre girip yatmaktan tevahhuş etme.”1 Bir Müslüman için namaz, bü­­­tün ibadetler içinde farklı bir ye­re sahiptir. Çünkü insa­nın ahi­­­retini kurtaracak en önem­­li ibadettir. Günde beş de­­fa ye­rine geti­ril­mesi ve ön­ce­den belir­len­miş özel va­kit­­lerde kılınması bu hu­su­si­yeti­nin gös­ter­geleri ara­­sın­­da­dır. İn­­san, gün içinde dün­­ye­vî meş­­ga­­le­lerle meş­gul olur­ken, ço­ğu za­man di­nî bir faa­li­yet ya­pa­­ma­mak­ta­dır. Ona ahire­ti hatır­latacak bir şey ile de mu­­ha­­tab ol­mazsa, gaf­let kaçınıl­maz­­­dır. Hu­susen ahir zamanın ge­tir­­di­ği günah rüz­gârları, in­sa­nın gaflete düş­mesini kolay­laş­tır­­mak­tadır. İşte gün içinde tam manevi­yattan uzaklaşıldığı anda, öğle namazı vakti gelir, bizi manen silkeler kendimize getirir. Ar­dından tekrar dünyaya dalarız, bu sefer ikindi namazı vakti gelir. Bizi tekrar sarsar ve gaf­letten uzaklaştırır. Gün bo­yun­ca bütün namazlar, yüzü­müzü ahirete çevirmemizi sağlar. Ço­ğu kez günaha girmemize en­gel olurlar. Zaten iki namaz ara­sı işlenen küçük günahların af­fedileceğine dair müjde de bizi umutlandırır. Günahlardan ka­çın­ma konusunda şevk verir. Namazın günahlardan uzak tu­tarak, insanı gafletten koruma­sının yanı sıra, bir diğer özel­liği de bütün ibadetlerin her çeşidini içerip, bütün mah­lû­­katın her tür ibadetine işa­ret eden bir özelliğe sahip ol­ma­sıdır. Bu cihetle eşref-i mah­lû­kât olan insan, bütün mah­lû­katın ibadetlerini, bu iba­det­­lerin tamamını kapsayan na­maz­la Cenab-ı Hakk’a takdim et­mektedir. Bütün mahlûkâtın ibadetlerini Cenâb-ı Hakk’a takdim etme­mize vesile olan namaz, bizi Al­lah’a en çok yaklaştıran iba­dettir. Namaz içinde ise, sec­de hali Allah’a en yakın olduğu­muz andır. “Kulun Allah’a en yakın olduğu an, onun secde hâlidir.” hadis-i şerifiyle de sa­bit olan bu hakikat, secde et­ti­ği­mizde başımızı yere, dola­yı­sıyla bir manada toprağa, koy­mamızla alakadardır. Topra­ğın hususiyetleri, manevî dünya­mız­la olan alakası ve temsil et­ti­ği hakikatler incelendiğinde me­sele daha iyi anlaşılmaktadır. Kışın ölen veya ölü gibi uy­ku­ya geçen mevcudatın, bahar aylarında Cenâb-ı Hakk’ın iz­­niyle ye­niden can­lan­ması, na­­zar­­la­rımızı topra­ğa çek­me­mi­ze ve­sile olmakta­dır. Kı­şın üzer­lerine yağan kar ile ke­fen­lerini giyen mev­cu­dat, bahar ayların­da karların erime­siyle tekrar can­­lanmak­tadır. Bu umumi can­­lan­ma hâdi­sesi öldükten son­­ra dirilmenin ve haşrin isbatı ol­mak­tadır. Mevcudatın bahar ay­larında tekrar canlanması ile ilgili olarak, müsebbibü’l-es­­bâb olan Cenâb-ı Hakk’ın ya­rat­­tı­ğı sebebler arasında her­hal­­de birinci sırada toprak gel­­mektedir. Bitkiler, Allah’ın iz­­niyle topraktan beslen­mekte ve hay­vanlar da ya top­rak­ta ya­şa­­mak­ta, ya da toprak­ta ye­ti­şen­ler­­den yiyerek beslen­mek­­te­dir­ler. Hal böyle olunca, dün­yanın kal­­bi toprak olmak­tadır. Dünyayı farklı ve yaşanabilir kılan üstündeki toprak tabakası­dır. Toprak tabakası dünyanın büyüklüğüne nisbeten ince bir tabaka olmakla birlikte, işlev olarak en mühim kısmıdır. Ay­rı­ca toprak, tevazuu simgeler. Mev­lânâ Hazretlerinin “Te­va­zu­­da toprak gibi ol” na­siha­ti de bu hususta mühim bir düs­tu­ru hatırlatmaktadır. Çün­kü top­rak, hayatın can damarı ol­du­ğu ve eşref-i mahlûkat olan insan topraktan yaratıldığı hal­­de, ayaklar altında müte­va­zı bir vaziyettedir. Bu müte­va­zı cihetiyle de, en yük­sek se­mavattan yani gök katların­dan Cenâb-ı Hakk’a daha yakındır. Cenâb-ı Hakk’a ulaştıracak yol, topraktan geçer. Bütün mahlûkâtın beslendiği, insanların yaşadığı ve Hayy ve Kayyûm isimlerinin tecellile­ri­nin açıkça göründüğü bir yer­dir, toprak. Nasıl ki, rahmet su ile gelir. Öyle de hayat ve hayatlandırma, toprak ile ger­çek­leşir. Toprakta biten rengâ­renk çiçekler, güneşin beyaz ışığının içindeki yedi rengin ortaya çıkmasını sağlar. Ancak havada ve suda, güneşin bu ye­di rengi görünmez. Havada gü­neşin ışığı, suda ise güneşin görüntüsü görünür. Toprağın bu özellikleri, niçin Allah’a en yakın olduğumuz ha­lin, alnımızı toprağın üstüne koy­duğumuz namazdaki sec­de hali olduğunu bize göster­­mek­­tedir. Alnımızı yere ko­yup, bütün mahviyetimizle (alçak­gö­nül­lülük) Cenâb-ı Hakk’ın kar­şısında gereksiz ve temel­siz kib­ri­mizden kurtulabiliriz. Çün­kü secde, her şeyimizle bir­likte Allah’a teslim olmaktır. Bi­ze ait olduğunu zannettiğimiz ne varsa, hakiki sahibinin Ce­nab-ı Hakk olduğunu ikrar et­mektir. Bize emanet edilen ve aslında bize ait olmayan maddî ve ma­nevî bütün varlığımızla Al­lah’a sığınırız secde vasıta­sıyla. Secde ile mâsivâdan soyuna­rak, yalnız Rabbimizle baş başa kalırız. Mi­rac’ın bir numunesi olan na­mazda bizi Allah’a en çok yak­laştıran özelliği ile İslâm’ın en önemli nişanlarından biri­dir sec­de. Ve Müslümanlar ola­rak sa­dece Allah’a secde ede­ce­ği­miz için, secdenin ruh dün­ya­mız­da­ki yeri ve bizde bıraktığı tesir çok farklıdır. Namazın dışında, kimi zaman secde ayetlerini okuduğumuz ya da dinlediğimiz için secde ederiz. Kimi zaman da şükür için secdeye kapanır; hamdimizi Rabbimize, bu O’na en yakın ol­duğumuz hal ile bildiririz. Ki­mi zaman ise, günahlarımı­zın mahcubiyetinden gözyaşları ile sec­deye kapanırız. Bazen de dua­­­la­rı­mızı secde ile tamam­la­rız. İşte topraktan yaratılmış canlı­lar olan biz insanlar, yine top­rağa alnımızı koyarak Ce­nab-ı Hakk’a yaklaşırız. Top­rak­ta bi­ten sebzelerden ve mey­ve­ler­den yiyerek hayatımızı de­vam etti­ririz. Topraktan çıkan su­larla su­suz­luğumuzu gideririz. Ahirete gideceğimiz zaman ise toprağa geri döner ve kıyameti bekleriz. O zaman bu kadar ün­­siyet ettiğimiz topraktan ve vak­­ti geldiğinde kabre girip yat­maktan korkmamalıyız. Kaynaklar: 1- Mesnevî-i Nûriye, Sayfa 229-230

Arif Emre GÜNDÜZ 01 Ekim
Konu resmiVazifemiz Hizmettir
Risale-i Nur

Hz. Ebu Bekir’in (ra) en önemli sıfatlarından biri olan; cihat zamanında meydanda koşturmak, ganimet dağıtılırken sessizce kaybolmaktır. Adetullaha ve sünnet-i seniyyeye riayet ederek kulluk vazifemizi ihlasla ve istikametle yapmak, mesulü bulunduğumuz insanları hayra ve hakka güzelce davet etmektir. “Bir kavmin efendisi, o kav­me hizmet edendir”1 sırrınca efendi olmanın şartı hizmet et­mektir. Vazife ve hizmet ke­limeleri benzer manalarda kul­la­nılmakla beraber, aralarında bazı nüanslar bulunur. Vazife, bir makam tarafından verilen mesuliyet ve memuriyeti; hiz­met ise, bu vazifeyi ifa nokta­sında çekilen meşakkat ve zah­meti ifade eder. Mesela risalet bir vazife ise, ubudiyet ve tebliğ risalet vazifesinin hizmeti olur. Bundan dolayı hizmetin ehem­miyeti vazifenin kıymetine, va­zi­fenin ehemmiyeti ise vazifeyi veren makamın büyüklüğüne bakar. Dolayısıyla büyük bir makamdan verilen kıymet­li bir vazifenin hizmeti ehemmi­yet­lidir, ücreti büyüktür. Aynı hiz­meti, belki daha fazla bir hiz­meti, vazifesiz biri yapsa o ücreti kazanamaz. Vazife verilmesinde en önemli nokta vazife verilen kişinin is­tidat ve liyakatidir. İstidadı ol­mayan birine önemli bir vazife verildiğinde, büyüklenme içi­ne girer. Büyüklenmek ise, insan­lar arasındaki uyumu bozarak fesada sebep olur. Bunun için herkesi istidadı nisbetinde vazi­felendirmek ve terfi’ ettirmek lazımdır. *** Bununla beraber bazen en kü­çük bir asker bir hizmete me­selâ düşman ordusuna ha­fi­ye­liğe gider, kumandan gi­de­mez veyahut küçük bir ta­lebenin yaptığı işi büyük bir âlim yapamaz. Çünkü büyük adamın her şeyde büyük ol­ması gerekmez. Herkes kendi kabiliyetleri noktasında ve ken­­di sanatında büyüktür. Bu nok­tada Bediüzzaman Hazret­leri şöyle der: “Hükûmetin intiza­mında, her memura istidadı nisbetinde, vazife derecesin­de, hizmet miktarınca ücret vermek lâzımdır.”2 Vazifelendirmede diğer önemli vasıf ise liyakattir. Sadece va­zi­feye ve ondan gelecek ma­kam ve menfaate talip olup hiz­met­ten uzak durmak, yerinde bir efendilik ve liderlik değildir. Tam aksine hizmete talip ol­mak, ücret ve mükâfat isteme­mek büyük bir kemaldir. Bu vasıf­lar itibariyle vazifeye layık olun­mak vardır. Efendi sadece emir veren, kontrol eden, kenara çekilip işi takip eden değil­dir. Bilakis hizmeti yüklenen, son­ra bu hizmeti hakkıyla yap­mak ve genişletmek için kendi­ne omuzdaş bularak o hizmeti paylaşandır. Efendi ve liderin ön çekmediği, başlatmadığı bir hizmetin yürüme ve inkişaf et­me ihtimali çok azdır. Bu noktada vazife alan ve hiz­meti yapan kişinin sahip olması gereken en önemli vasıflar ise, intisab (bağlılık) ve itaattir. Kişi itaat ve intisabının ölçüsünde vazifeye liyakat kazanır. Hiz­me­tinin hakkını vererek, ko­lay­lık ve lütuflara mazhar ola­bilir. Karşılaştığı zahmet ve me­­şakkatlere, vazife veren za­ta inti­sabından gelen manevi güç­le dayanabilir. İntisabdan ge­len muazzam kuvveti Bediüz­za­­man Hazretleri şu temsillerle an­la­tır. “Memuriyet ve intisabdan ileri gelen bir kuvvetle ve ko­lay­lıkla, karınca, Firavunun sa­­rayını başına yıkar, baş aşağı atar. Sinek, Nemrut’u gebertip ce­­henneme atar. Bir mikrop, en ceb­bar bir zalimi kabre sokar.”3 *** Burada intisabın derecesi ise ih­las ve sadakat yani samimiyet ve doğrulukla alakalıdır. İhlas ve samimiyeti ne derece ziyade ise, muvaffakiyeti o derece zi­ya­de olur. Vazife ve hizmetin kıymetini an­­lamada ve hakkını vermede di­­ğer önemli nokta ise, vazife şuu­ru ve farkındalıktır. Çün­kü her vazife sahibi, bir vakit sonra külfet ve meşakkatlerle yorularak ve gaflet basarak va­zifenin ehemmiyetini unut­ma­­ya, Cenâb-ı Hakk’ın hiz­met içi­ne koyduğu lezzeti his­set­­me­meye başlar. Eksik, nok­san ve sıkıntılı noktalarla meş­gul olarak menfi bir nazarla va­zi­­feden soğumaya doğru gi­de­­­bilir. Bundan dolayı aşk ve şevk­le hizmet etmek için daima vazi­fenin ehemmiyetini zi­hin­­lerde taze tutmak ve seve­rek hizmet etmek gerekir. Bu hu­susta Bediüzzaman Haz­ret­­leri talebelerini şöyle teş­vik ediyor: “Ey kardeşlerim! Dik­kat ediniz: Vazifeniz kud­si­ye­dir, hizmeti­niz ulvîdir. Her bir saatiniz, bir gün iba­det hük­­­müne geçebile­cek bir kıy­met­tedir. Biliniz ki, elinizden kaç­masın!”4 *** Efendimiz (asm), “Hepiniz ço­bansınız ve hepiniz sürünüz­den mesulsünüz”5 hadisiyle de li­derliğin insanlara hizmet et­­me makamı olduğunu ifade et­­miş­tir. Sürünün idaresinde ço­ban, öne geçerek sürü içinde ken­disini dinleyen ve lider vas­fa sahip olan birini peşinden ça­ğırır. Sürü de kendilerinden li­der birinin hareketlenmesiyle ko­laylıkla harekete geçer. Ama sü­rünün arkasına geçerek sopa kul­lanarak, icbar ederek sürüyü ha­rekete geçirmek, hem zor ve zah­metli hem de muvaffakiyeti azdır. Bunun için lider bir hizmet ya­­pacaksa önce kendisi bir adım atacak, bununla beraber ya­nı­na da söz dinleyen -müm­künse lider vasıflı- birini ala­rak hiz­metine başlayacaktır. Arka­sın­dan diğerleri de zahmetsiz bir şe­kilde hem de gönüllü olarak ka­tılırlar, dahası sahiplenirler. Bu umumi bir kaidedir. Sü­rek­li yaptığımız işlerde de ge­çer­lidir. Mesela bir yerde otu­ran bir grubu namaza kal­dır­mak istiyoruz. On kere söy­lesek dü­şük bir ihtimaldir ki kal­kıp cemaat oluşsun. Ama eğer bir kez davet edip sonra sö­zü­müzü dinleyen birini kal­dı­rarak namaza başlasak her­kes hareketlenir. Adeta fiili bir mü­dahele var gibi harekete ge­çe­rek namaza kalkarlar. Bununla beraber insan fıtra­ten hizmet eden ve çalışan liderini sever. Severse sözünü dinler ve onun yolundan gi­der. Sevmek ve sevilmek sö­zün te­sir etmesinde, fiiliyata dö­nüş­mesinde çok önemlidir. Efendi­miz (asm) risalet vazifesini in­sanlara tebliğ ederken, önce gü­zel ahlakıyla insanların kalp­­le­rini kazanmıştır. Bunun ne­ti­­ce­sinde Ebu Süfyan’ın ifa­de­siyle, ne Rum kayserinin ne İran kisrasının ulaşamadığı bir hür­met ve itaat görmüştür. Bunun için Bediüzzaman Haz­retleri “Vazifemiz hizmettir”6, “Bu zamanda her şeyin fevkinde, hiz­­me­ti imaniye bir kudsi va­zi­­fe­dir”7 der. Yani vazifeye te­ret­­tüb eden ücret, makam ve men­­faat­leri hiç nazara almadan, hiz­metin bizzat kendisini vazife bilmektir. Hz. Ebu Bekir’in (ra) en önem­li sıfatlarından biri olan; cihat zamanında mey­dan­­da koş­tur­mak, gani­met dağı­tı­lır­ken ses­siz­ce kaybol­maktır. Ade­tullaha ve sünnet-i se­niy­ye­ye riayet ede­rek kul­luk vazifemizi ihlasla ve is­ti­ka­metle yapmak, mesulü bu­lun­­duğumuz insanları hayra ve hakka güzelce davet etmektir. Kaynaklar: 1- Kenzü’l-Ummal, c. 6, Hn: 17517, 175182-  Muhakemat s. 1003-  Mektubat 1 s. 1054-  Mektubat 2 s. 415-  Sahih-i Buhari, Kitabu’l-Ahkâm, Bab 16-  Kastamonu Lahikası s. 1057-  Kastamonu Lahikası s. 110

Muhammed BOSTAN 01 Ekim
Konu resmiŞevk
Risale-i Nur

Allah’ın yasaklarını çiğnemek ve haramlara bulaşmak Müslümanın ruhunu tahrip ediyor, kalbini zedeliyor, şevkini kırıyor. O halde tüm kuvvetimizle haramlara açılan kapılardan Allah’a sığınmalıyız.  Şübhesiz ki “Rabbimiz Allah’tır” deyip, sonra (ihlâs ile) dosdoğru olanların üzerine (ölüm ânında, kabirde ve haşir meydanında): “Korkmayın, üzülmeyin ve va‘d olunup durduğunuz Cennetle sevinin!” diye melekler iner.1 Allah’ın sevdiklerini sevin! Allah’ı tüm kalbinizle sevin! Allah’ın kelamından ve zikrin­den usanmayın! Allah’ın kelamından kalbinize kasvet gelmesin!2 Bu dünya memleketine ve mi­sa­firhanesine gelen her bir mi­sa­fir gözünü açıp baktıkça akıl­­lara durgunluk veren hum­malı bir faaliyet, kalbe sürur ve sevinç ve­­ren muhteşem bir ha­­re­ket­li­­lik, ruha huzur ve ne­şe ve­ren muaz­­zam bir faa­li­yet göre­cek­tir. Top­rağın al­tın­­daki varlık­lar­­­dan tutun, üs­tün­­deki bitki ve ağaç­lara ka­dar, de­niz­lerden tu­tun gök kub­­bede akıp gi­den güneşe ve aya kadar her bir varlık aşk ve şevk­le dur­mak­sı­zın, bıkmadan usan­ma­dan, tam bir intizamla, gayet ke­­mal­de bir itaatle vazi­felerini ye­rine ge­tir­mektedir. Elbette varlıkların bu şevk ve cezbeyle çalışmaları bir Ka­dir-i Zülcelalin haşmet ve rubu­biy­yetini göstermekle beraber, biz­lere de güçlü ve etkili bir şevk dersi vermektedir. İmana ve Kur’an’a hizmet eden her bir âdem ehl-i şevk ol­­malıdır. Risale-i Nur’un en temel düs­tur­larından biri­si şevk-i mut­laktır. En zor za­man­­larda, en sıkıntılı anlarda Ri­sa­le-i Nur’un verdiği feyiz ve be­re­­ketle ve coşkun iman ders­leriyle bu ümmet dinsizlik bela­­sını bertaraf etmiştir. Nef­sani arzuları tahrik edilip iman­sızlaş­tı­rılmak istenen gençler, Risa­le-i Nur’un verdiği manevi zevk ve şevkle imanlarını kur­tar­mışlardır. Evet, dünyevî bütün lezzet­lerin fevkinde büyük bir zevk Risale-i Nurlar’da mevcuttur. Bütün hislerimize ve duygu­larımıza yetecek azîm bir şevk Nurlar’da vardır. O halde bütün mevcudi­yeti­mizle Risale-i Nur hakikat­le­riyle meşgul olmalıyız. Hakikate ve marifetullaha eriş­mek için kalp dağınıklığına se­bep olan malayani ve heye­can veren daireleri bir tarafa bıra­­kıp vaktimizi, merakımızı, zevki­mi­­zi, şevkimizi lüzumlu ve kıy­­metli işlerde sarf etmeliyiz. Zi­ra Sevgili Peygamberimiz (sav), “Kişinin kendisine fay­da­­lı ol­mayan ve kendisini il­gi­­­len­­dir­meyen şeyleri terk et­mesi Müs­lümanlığının gü­zel­liğin­dendir” buyuruyor. Çün­­­kü ma­­layani ve geniş dai­re­­­le­re dik­kat eden ve onlarla meş­­­gul olan bir kimse, kısa bir dai­­re içinde vazifedar olduğu ehem­­mi­yetli hizmetlerinden geri ka­lır ve şevki kırılır. Bugün, sosyal medya ve inter­net gibi bir kısım teknolojik va­sı­talar beşeriyetin faidesi için kul­lanılması gerekirken, maal­e­sef insanların kısm-ı ekserisi he­­ve­sata, lüzumsuz, malayani şey­lere kullanmaktadır. Bu da in­sanları tembelliğe sevkedip ça­lışma şevkini kırmaktadır. O halde asıl vazifemizi unut­ma­malı heyecan verici daire­lerde ömrümüzü telef etme­meliyiz. Şevki kıran ve çalışma azmi­ni söndüren en temel unsur haramlardır. Allah Resülü (sav) bir hadis-i şeriflerinde “Bi­­na­­larda haramdan sakının zi­ra haram binaları harap eder” bu­yu­ruyor. Evet, insanın vücu­du da bir bina gibidir. Her han­gi bir uzuvla işlenen haram o vü­cudun harabına sebep ola­bilir. Allah-u Teâlâ’nın emir ve yasaklarına riayette insanı tem­belliğe sevk edebilir. Nasıl ki bir zaman Cenab-ı Hak İsrailoğullarına komutan olarak Talut’u seçmişti. Talut askerleriyle birlikte cihada gi­derken önlerine bir nehir çık­tı. Askerlerine “Allah sizi bir ne­hirle imtihan edecek. Eliyle bir avuç alan müstesnâ, kim ondan kana kana içerse ben­den değildir” dedi. Fakat iç­le­rinden pek azı müstesna, on­dan içtiler. Ve nehri geçince “Bu­gün Câlût ve ordularına kar­şı bizim takatimiz yoktur” dediler. İçtikleri su mideleri­ni doldurdu, fakat cihat ru­hunu kaybettiler. O an ki ih­tiyaçlarını gördüler ancak mü­cadele azmini yitirdiler. Çok az bir menfaat kazanıp azim bir kârı ellerinden kaçırdılar. Yere yığılıp öylece kaldılar. Demek ki Allah’ın yasakları­­nı çiğnemek ve haramlara bu­laşmak Müslümanın ruhu­­nu tahrip ediyor, kalbini ze­de­liyor, şevkini kırıyor. O halde tüm kuvvetimizle haramlara açılan kapılardan Allah’a sığın­malıyız. Risale-i Nurlara hizmet eder­ken elde edilen muvaffakıyetin ve şevkin bir ikram-ı ilahi ve ina­yet-i Rabbani ve dahi Kur’an’ın bir kerameti olduğunu unut­mayalım. Zira Risale-i Nur da­­­va­­sında Abdulkadir Geylani Haz­­­retlerinin himmet ve dua­ları var­dır. Hz. Ali’nin (kv) ta­sar­­ruf­ları ve takdirleri vardır. Her safhasında Rabbimizin ina­­ye­ti, ihsanı ve ikramı vardır. O halde Üstadlarımızın büyük gayret ve fedakârlıklarla bizlere miras bıraktıkları bu Nurlar’a hep birlikte sımsıkı sarılalım. Aşk ve şevkimizi diri tutalım. Muhtaç gönüllere bu hakikat­leri ulaştıralım. Bütün mevcudiyetimizle ‘Bis­mil­lah’ deyip her daim yeni­den başlayalım. Kaynaklar: 1- (Fussilet/30 )2- Ahmed Badla, “Rasulullah’ın (sav) Hutbeleri” Türkçe-Arapça, Siyer Yayınları, 2016  

Ahmed Hüsrev ACAR 01 Ekim
Konu resmiKalemlerin Eşliğinde Yazılan Manevi Cihanda "Değer"
İtikad

“Ne zaman kılıç sesleri yüksel­se, savaş hızlansa Resûlüllahı (asm) arar­dı gözlerimiz” diye ifade bu­yur­maktadır, Allah’ın Ars­lanı Hz. Ali Kerremallahü Vec­he. Biliriz. Tasavvur ederiz. Hissetmeye çalışırız. Birazcık da olsa yaklaşırız, ağır ak­sak tahayyüllerle cesaretin kay­­nağına. Cesaretin ta kendisine. Peygamber Efendimizin (asm) “İn­san­ların en cesuruydu” vasfına. Lakin; Onlar (ra) gibi arar mı gözle­ri­miz bu zamandan, mesafeleri ortadan kaldırarak. Yeri geldiğinde sığınır mı ardına O’nun (asm). Bizim de yüreklerimiz sahabe en­­ginliğiyle çarpıverir mi cihad meydanlarında. Düşündük mü hiç? * Düşünelim… Bir yanda kılıçların, diğer yan­da kalemlerin gölgesindeki ci­hadı… Bir yanda maddisi diğer yanda manevisi cihadın… Kılıç şakırtıları yok, manevi li­bas­ta; fakat an olur ki ona eş­değer vaziyetlerde yüreklerin çar­­­pıntısı duyulur derin fre­kans­tan… Cihad meydanı manada… Vuruşma manada… Kılıçlar manada… Sesler manada… Kalb çarpıntıları manada… Hepsi ama hepsi manada. ** Değişmeyen bir şey var: Ku­mandan-ı A‘zam (asm) Sığınılacak dağdır O (asm) Gözlerin aradığıdır her hen­-  ga­m­da O (asm) Yüreklerce safları birbirine bağ­la­yan ve safların ardınca dizil­diği imamdır O (asm). *** Zamanların meydanları ve ik­limleri başka başka olur. La­kin değişmez olan bir şey var­dır. O da: O’nu (asm) aramak, O’nu (asm) unut­­mamak. Ashabın cenk mey­­­­da­nında aradığı ve göz­­le­di­­ği gibi… 14 tane asrın her birinde ol­duğu gibi şu ahir asrın cihad meydanında da aynı şuura, aynı bakışa, aynı arayışa muhtacız. Hayat gemisinin her dalga kar­şısında dalgalanmasında, çal­kan­masında pusulamız ola­cak, yolumuzu tenvir edecek Sün­­net-i Seniyye nurlarına her za­mankinden daha çok ihtiya­cı­mız var. Manevi cihadın en yüksek se­viyeden çarpışmalarında O’nu (asm) arayan baş ve kalb göz­leri­miz, O’nun (asm) Sünnetine tu­tun­makla yüreklenecektir. O’nun (asm) Sünnet-i Seniy­ye­­siyle aramızda bulunduğu şuu­­­ru cihad meydanlarını za­fer mey­­dan­larına çevirecektir biiz­nillah. **** Kalem yüreğe yön gösterir. Fikirler akar, hisler siner be­yaz sahifelerin numaralarca akışı boyunca. Sesler gelir, kalem ile kâğıdın kucaklaşması anında; ardında manevi cengin birbirine karı­şan bir dolu sesleri kalır, akıl ve kalb meydanında. Alttan alta çizgilerin siperinde bir irşadi ilerleyiş başlar ve de­vam eder üç taraftan çev­ril­miş çenber içerisinde. Görülen ve tefekkür edilen “akışta demet­lenmiş bir manevi kâinat”tır. Cihad aynı yöne, Rehber aynı… Kulaklar “men temesseke bi sün­­­­neti…” sadasında. ***** Elbette kalemlerin eşliğinde ya­zılan manevi cihada değer. Yüce Allah şahs-ı manevinin sarf ettiği mürekkebleri mahşer gü­­­nü şehidlerin kanıyla müva­ze­­­ne etsin, o kıymette yapsın İn­şallah. Amin…

İbrahim SARITAŞ 01 Ekim
Konu resmiİmam Mâturidî'yi Yeniden Keşfetme Zamanı
Eğitim

Aydınlanma ile birlikte Batı düşüncesi, Kilise’nin baskıcı ve tek tipçi tahakkümünden kurtulmanın coşkusunu yaşadı. Bu coşku onu, din dışındaki bütün bilgi kaynaklarına müfritâne bir şekilde yönelmeye itti. Kısaca, “bilginin kaynağı, dinden uzak olsun da nasıl olursa olsun” dedi Batı. Bugün içine düştüğümüz bu tek gözlü, maddeci seküler bakışın geçmişinde aklî değil, böyle bir duygusal alt yapı vardır gerçekte. Antik Yunan’ın Tanrılarla dolu mitolojik baskısının ardından, Skolastik dönemde de, Kilise aforozu ile endülüjansı arasında sıkışıp kalan akıllar başka ne yapabilirdi ki? İnsan aklını teslis inancı ve ki­lise tahakkümü arasında esir eden Ortaçağ paradigması, 1600’lerden itibaren ciddi bir dö­nü­şüme uğradı. -Şu da bir ger­çek­tir ki, toptan bir Ortaçağ karalaması, modernizmin abar­tı­lı ve adaletsiz bir söylemidir. Batı’nın bize anlattığı gibi ger­çekte tamamen karanlık bir Or­taçağ Avrupası yoktur- Ça­ğın ru­hu artık değişmiş ve Ba­tı­lı burjuva için yeni bir öz­gür alan oluşmuştu. Üs­te­­lik bu özgür alan, yeni keş­fe­di­len ticaret yollarının sun­duğu ticari imkânlarla da ala­ka­lıydı.  Gellner’in sanayi top­lum­ları için söyledikleri, o dö­ne­min ticaret toplumlarına da uyarlanabilir. Ticaretin yeni keş­fedilen imkânlarla geliş­ti­ği bu dönemin toplumu, ha­re­ketli olduğu oranda özgür­lük­çüydü de. Düşünce, hangi şart­lar nedeniyle olursa olsun, eski­ye göre daha özgür bir ortam­da, kendisini daha coş­kun bir şekilde var edip inşa edebildi. Böylece aydınlanma aklı, bilginin imkânını vahyin dışındaki başka kaynaklarda aramaya başladı. Batı’nın Seküler Deneyciliği ve Akılcılığı Özetle Batı, deneycilik ve akıl­cılık (aydınlanma akılcılığı) ola­­rak iki başlığa indirgenebi­le­­cek bilgi kuramları arasında ge­­lip gitmeye başladı. Örneğin; Loc­ke zihni bir “tabula rasa” yani boş bir levha olarak gö­rü­yor ve insanın doğuştan hiç­bir bilgiyi getirmediğine ina­nı­yordu. İnsanın bilgisinin kaynağı duyulardı. Daha son­ra­ları katı bir sensatiolisme ya­ni duyumculuğa evrilecek bu anlayış, aklı adeta yok hük­mün­de kabul etmeye başladı. Ras­yo­nalizmin öncülerinden olan Al­­man filozof Leibniz ise, in­­san zih­ninin bizatihi ken­di­si­nin doğuştan gelişine vur­gu ya­pı­yordu. Ona göre aklî doğ­ru­lar deneysel/tecrübî doğru­lar­­dan daha üstündü. Sonuçta de­ney doğrularının imkânına da akıl karar veriyordu. İşte Aydınlanma ile birlikte Ba­tı düşüncesi bu iki bilgi kayna­ğına, akılcılık ve duyumculuğa itibar etmeye başladı. Kant ise, geliştirdiği eleştirel/tenkîdî yön­temle bu iki bilgi kaynağı­nı uz­laş­tırmaya çalışırken; ruh, Ya­­ratıcı gibi metafizik/mâ ba’ det tabi’a kavramları, ne ak­lın ne de deneyin asla ulaşa­ma­ya­­cağı müteal (aşkın/transen­den­­tal) kavramlar olarak be­tim­­­liyor/tasvir ediyor ve bu kav­ramları bilgi alanının dışı­na çı­ka­rıyordu. Böylece aydınlan­ma düşüncesi, tamamen onun oluş­masına etki eden duygusal ve kültürel sâiklerle “vahyi” bilgi kaynağı olmaktan çıkarmıştı. Bu sâiklerin başında Kilise ör­nekliğinde tecessüm etmiş di­ni bilginin “kötü” olduğu şart­lan­ması bulunuyordu. İmam Mâturidî ise, henüz 9. yüzyılın sonlarında Batı’nın bu­gün içine düştüğü epistemolo­jik/bilgi nazariyesine dair kri­zi aşmayı başarmıştı. Mâturi­dî’ nin Kitabu’t-Tevhîd’i İslam dün­­yasının genelinde kabul gö­­ren bir “bilgi nazariyesi” ile baş­­lıyordu. Bilginin kaynağı ko­nusunda zıt kutuplara savru­lan aydınlanma aklının aksine, Mâturidî’nin kuramında teces­süm eden Müslüman aklı için bilginin kaynakları olduk­ça açık­tı. Ona göre bilgi­nin kay­nak­ları üçtü ve bu epistemo­loji (bilgi felsefesi) nazariyesi henüz Batı’nın ulaşamadığı bir bü­tün­cül bakışı haber veriyordu. İmam Maturidî’de Bilginin Kaynakları İmam Mâturidî’ye göre bilgi­nin birinci kaynağı “a’yan” ya­ni du­yulardı. Deneyim yo­luyla al­gıladığımız bütün o var­­­lık­lar gerçekten vardı. Yani “eşyanın hakikatleri sabit­ti.” Var­lığın yok­­­lu­­ğunu iddia et­mek im­kân­­­sız­dı. Demek ki, Locke’nin bil­­gi­nin kaynağı olarak “de­ney”i vurgulamasından 800 yıl kadar önce İslam dünyası ve bil­hassa da ehl-i sünnet dü­şün­­­cesi, duyuların bilginin kay­­na­ğı olduğu konusunda ke­sin bir bilgi kuramına sahipti. İmam, bilgi edinme yollarının en üstünü olarak algıyı görür ancak duyuların zayıflığı, al­gı­lanacak şeylerin uzaklığı, ha­cim­siz olması veya çok küçük bir hacme sahip olması gibi se­­beplerle algıda yanılmanın müm­­­kün olduğunu vurgular. İmam’a göre bilginin ikinci kay­nağı “haberler”dir. İmam, in­­sanın kendi doğup geliş­me­­si­nin bile haberler yo­luyla kendisine iletildiğini vurgula­yarak, haberlerin bilgi kaynağı oluşunu inkâr etmemizin ken­di varlığımızı inkâr etmek ola­cağını vurgular. Örneğin, nüfus cüzdanındaki bilgiler, bizimle ilgili bugüne ulaşan haberler­dir. Bu haberlerin dışında ak­ra­balarımızın da bizimle ilgi­li anlattıkları vardır ki, bu ha­ber­leri de inkâr etmeyiz. Yine insanın yaşaması ya da bilimi, teknolojiyi geliştirmesi için ge­rekli bilgi de insana haberler yoluyla ulaştırılmaktadır. Ders­te okuduğumuz kitaplar, gazete ve dergiler buna örnektir. Bilhassa tarih bilimi, geçmiş­ten bugüne iletilen haberler­den oluşur. Mâturidî bu konuyla ilgili verdiği pek çok misalden yola çıkarak, vahyin ve sahih hadisin de bilgi kaynağı oldu­ğunu kesin bir dille vurgular. Ancak o mütevatir haberin bi­­le hadis âlimleri tarafından iyi­­ce incelendikten sonra bil­gi kay­na­ğı olarak kabul edil­me­sin­den yanadır. O müç­te­­hit­lerin icmasını da bu kategoride güvenilir bilgi kaynağı olarak değerlendirir. İmam bu dü­şün­cesiyle, Aydınlanma düşün­ce­si­nin bugün içine düştüğü ve postmodernizm, yapıbozum gi­­bi kavramlarla adlandırdığı gü­­­ven bu­na­lımının reçetesini de ve­­rir. İnsanlık vahyin yani Kur’ân’ın haberlerine güven­me­­li­­dir. Yoksa insan için tu­tu­na­­cak bir dal, basılacak sa­bit bir zemin kalmayacaktır. İn­san­lığın bugünkü bunalımın se­be­bi de işte bu zeminsizlik prob­­lemidir. İmam Mâturidî için üçüncü bir bilgi kaynağı akıl yani “istidlal” yöntemidir. Ona göre Allah Kur’ân-ı Kerim’de akıl yürütme yön­tem­lerini kullanmış ve biz­lere öğ­ret­miştir. Aydınlanma dü­­şün­­cesinin “ratio”ya yani ak­la vur­gu yapmasından yaklaşık bin yıl önce, Kur’ân insanı ak­letmeye teşvik etmiştir. İmam, çeşitli ayetlerden örneklerle Kur’ân’ın “akla” verdiği önemi açık­lar. Hatta o, “akıl yürütmeyi in­kâr eden kimsenin elinde onu red­detmek için akıl yürütmek­ten başka kanıt yoktur” diyerek, 800 yıl öncesinden Descar­tes’e “cogito ergo sum/düşünüyo­rum öyleyse varım” yolunu da göstermiştir. İtikâdî Eser Yazma Geleneği Bu okuduğunuz yazının başlı­ca kaynak eseri olan Kitabu’t-Tev­hîd (İmam Mâturidî), İmam-ı Azam’ın Fıkhu’l-Ekber’i, İmam Eş’arî’nin El İbâne An Usuli’d-Diyane’si gibi genel iti­ba­riyle itikada dair konulara deği­nen bir eser olması yönüyle de gü­nü­müze bir örneklik teş­kil edi­yor. İnançsızlığın bu sekü­ler dönemler kadar yaygın ol­ma­dığı o “iman çağlarında” bi­le bu kadar itikâdî eser orta­ya ko­nul­duğuna göre, her mahal­lede yüzlerce ateistin yaşadığı, inançsızlığın medya ve eğitim yoluyla zihinlerimize oluk oluk aktığı bu seküler dönemlerde ya­zılacak itikâdî eserlere ne denli muhtaç olduğumuz anla­şı­la­caktır. Bu noktadan bakıldığında, çağın bu manevi boşluğunu ve se­kü­ler kesifliğini keşfeden Be­di­üz­­zaman’ın tamamen itika­dî ko­nulara yönelmesi tesadüf ol­masa gerek. İnancın bu den­li saldırıya uğradığı böyle -ult­ra seküler- bir dönemde, inan­cımızı savunan eserler yazıl­ma­mış olsaydı şaşırmamız gere­ke­cekti aslında. Çünkü Kitabu’t-Tevhîd örneğinde gördüğümüz gibi İslam’ın ilk çağlarından bu yana ehl-i Sünnet omurganın ilk ve öncelikli vurgusu, Fık­hu’l-Ekber’e, yani İslam’ın iman esas­larına vurgu yapan “en bü­yük fıkha” yöneliktir. Çünkü İs­lam binasının temeli imandır/tevhîddir ve orada herhangi bir çatlak olması durumunda, bu­gü­nün dünyasında sıkça olduğu gibi, bütün İslam binası zarar görecektir. Hulasatü’l-Beyan İmam Mâturidî’nin ve genel­de de İslam âleminin bilgi ku­­ra­­mı, modern epistemolo­jik an­­­­la­­­yıştan 800-900 yıl ön­ce (hat­­­ta çok daha önce) oluş­tu­­­rul­­duğu­na göre, o na­za­ri­ye­yi modern bağlamın para­dig­­­ma­sıyla anlam­landırmaya ça­­lış­­­mak anakronik (geçmişi bu­­­­gün­­den yola çıkarak değer­len­­­di­rici) bir çaba olacaktır. Yap­­­mamız gereken, zihnimizi mo­dern bağlamın bu seküler zin­danından çıkarıp, Kur’an kay­­nak­lığında oluşan kendi me­­de­niyet bağlamımıza/siyak-siba­kımıza yeniden dâhil ol­mak­tır. İslâmî düşüncenin bilgi kay­nakları arasında görüldüğü üze­re “vahiy ve hadis” önemli bir yer tutmaktadır ve biz bugün bu kaynakları modernizm adı­na yok saymamalıyız. Dahası aydınlanma felsefesinin doğu­şundan en az bin yıl önce kabul ettiğimiz, vahiyle aydınlanmış deneyin ve aklın rehberliğini, -modern bağlama dâhil olma­dan- kendi medeniyet siyak sibakımızda yeniden ihya ve inşa etmeliyiz. Bunu neredeyse bin yıl boyunca başardık, şim­di de başarabiliriz. Yeter ki ken­dimizi Batı merkezci an­la­yış­larla değil, kendi ilim ve me­de­niyet dünyamızda doğ­muş kay­naklar yoluyla tanımlayalım. İmam Mâturidî’nin Kitabu’t-Tev­hîd’i bu kaynaklardan sade­ce birisi ama en önemlilerin­den birisi… Modern çağ sayesinde yabancılaştığımız gerçek dün­ya­mızın şifreleri orada… Bizim dünyamızın, bizim medeniyet evimizin şifreleri o gibi eser­lerde… O halde hâlâ ne duruyoruz? Ar­tık eve dönmemizin vakti gel­medi mi? Kaynaklar: Arslan, Ahmet; Felsefeye Giriş, 2016, Ankara.Gellner, Ernest; Uluslar ve Ulusçuluk, 1992, İstanbul.Maturîdî, Ebu Mansur Muhammed b. Muhammed b. Mahmud, Kitâbü’t-Tevhîd, (Çev. Bekir Topaloğlu), 2016, Ankara.

Oğuz DÜZGÜN 01 Ekim
Konu resmiCemaatler ve Tarikatler Hakkında Genelleme Yapmak Doğru Değildir
Risale-i Nur

İslam’ın hayat şeklini yani, Kur’an ve Sünneti muhafaza edip diğer nesillere aktaran cemaat ve tarikatları eleştirmek veya kötülemek, İslam kültür ve medeniyetine bir saldırıdır. Yeni gelecek nesillerin bağını İslam’dan koparmaya çalışmaktır.   Dünya üzerinde özellikle Ba­tı toplumlarında, dünyanın çe­şit­­­li yer­lerindeki El-Kaide gi­bi, DAİŞ gibi olumsuz örnek­ler öne sürülerek, İslam ve Müs­lü­­­­man­lar hakkında kötü pro­pa­­­gan­da yapılmaktadır. Hat­ta bu propaganda o kadar ile­ri git­miştir ki, İslam eşittir te­rö­rizim’, Müslüman eşittir ‘te­rö­rist’ algısı oluşturulmaya çalı­şıl­maktadır. Bu ve benzeri propagandala­rın bir yansıması ve ülkemiz­de­­ki karşılığı olarak toptancı bir ba­kış ve kötü örnekler üze­rin­­den bir genelleme ile ce­maat ve ta­ri­kat­lar hakkında da olum­suz ko­nuşmalar ve dav­­­­­ra­­nış­lara şahit olmaktayız. Mem­­le­ke­ti­mizde cemaat ve ta­ri­­kat­lara karşı olumsuz fikirle­rin yaygınlaşmasının sebebi bu tarz pro­pagandalar olduğu gi­bi, önem­li bir sebebi de el­bette 15 Temmuz hadisesidir.  Bu olay­dan sonra bilerek veya bil­me­­ye­rek, tarihi derinliği olan ve mem­leketin manevi ima­rı­nı ger­­çekleştiren ehl-i sün­net ce­maat­ler ve tarikatlar kötü­len­mek­te ve insanlara “cemaat ve ta­rikatlardan uzak durun” me­sajı verilmektedir. Bin senedir bu memleket için çalışan, gayret eden, canı­nı, malını her şeyini feda etmek­ten çekinmeyen bu manevi ya­pı­lar hakkında şunu söyle­mek isteriz: Nasıl ki, bir şehir veya bir coğ­rafya veya bir ülkenin için­den çıkan birkaç kötü insan yü­zün­den o şehir veya o coğrafya ve­ya o ülke kötülenemez. Aynen bunun gibi, bir Müslümanın veya bir gurubun yaptığı hata bütün Müslümanlara mal edile­meyeceği gibi, İslam dinine de mal edilemez. Bundan dolayı bütün Müslümanlar ve İslam kötülenemez. Yine bir kısım insanların veya bir grubun yaptığı hata­lar yüzün­den bütün İslami cemaat­ler ve tarikatlar kötülenemez. Bütün cemaatler ve tarikatlar hatalı ve­ya kötü demek, tamamen yan­lış bir toptancılık olup in­saf­sız, belki de kötü niyetli bir yak­laşımdır. Çünkü İslami bir kaidedir ki “Bir günahkâr başkasının güna­hını yüklenmez”.* İs­lam’da her­kesin hakkı haktır. Küçü­ğü­ne büyüğüne bakılmaz. Babası yü­­zünden çocuğu veya çocuğu yü­­zünden babası veya akrabası so­rumlu tutulamaz. Bir gemi­de­ki on kişiden dokuzu masum, bi­ri cani olsa, o gemi batırılmaz. Bir grubun hatasından dolayı bütün cemaatleri eleştirmek ve potansiyel suçlu olarak kabul etmek yanlıştır. Bunu yapanlar ister iyi niyetli, ister kötü niyetli olsun, netice itibariyle, insanları İslam’dan so­ğut­mak ve uzaklaştırmak de­mek olduğu için çok büyük za­rar­ları ve tehlikesi olduğu mu­hak­kaktır. İslam’ın hayat şeklini yani, Kur’ an ve Sünneti muhafaza edip diğer nesillere aktaran cemaat ve tarikatları eleştirmek veya kö­tülemek, İslam kültür ve me­de­niyetine bir saldırıdır. Ye­ni ge­lecek nesillerin bağı­nı İslam’dan koparmaya çalışmaktır. Cemaat ve tarikatların hepsine toptancı bir anlayışla bakarak uzak durmak, onlardaki birçok hakikati ve güzelliği görememek olduğu gibi; çok daha önemli olan kötülükleri terk etmek,  imanını kuvvetlendirmek, iyi insan­larla birlikte olmak, ahi­re­ti­ne yatırım yapmak gibi fay­dalardan ve değerlerden uzak kalmak demektir. Ehl-i insafı, dikkate ve insafa davet ediyorum… *  Zümer Suresi, 7

Mustafa KAYA 01 Ekim
Konu resmiCemaat ve Tarikatlerin Topluma Faydaları
Risale-i Nur

Günümüz toplumuna baktığımızda, varlığının amacından, hayatının gayesinden habersiz yaşayan, tek derdi dünya olan dünyevî şeylerden başka bir şey düşünmeyen ve konuşmayan, sayısız insan görüyoruz. Müslüman bir toplumda yaşadığımız halde, insanların İslamiyet’i yaşamakta zorlanmasının, İslam’dan bu derece uzak olmasının sebebi, İslam’dan uzak bir hayat anlayışının toplumda hâkim olmasından kaynaklanmaktadır. Kişi bulunduğu ortamdan is­ter istemez etkilenmektedir. Bu hususta, Peygamberimiz (sav) şöy­le buyurmuştur: “İyi arka­daşın hali, misk kokularını sa­tan insanın haline benzer. Sen onun yanına gittiğin zaman sana güzel kokularından ik­ram eder, ikram etmese de, onun yanında dura dura o gü­zel ko­ku­lar senin üzerine si­ner. Kötü arkadaşın hali, deri ta­bak­layan insanın haline ben­­zer. Onun yanına gittiğin za­­man, körüğünden sıçrayan kı­vıl­­cım­lar senin üzerini yakar. Yakmasa bile, onun yanında dura dura o pis kokular senin üzerine siner.” Peygamberimiz bu ifadele­riyle, insanın içinde bulun­du­ğu çev­re­den ister istemez etkilen­diği­ni ortaya koymaktadır. Toplu­mu oluşturan insanların kısm-ı ekserisi Allah Resülü’nun (sav) ah­la­kıyla ahlaklanmaktan ve sün­net-i seniyesini yaşamak­tan uzak olduğundan, bu insan­lar­la sürekli zaman geçirmek, ay­nı ortamı sürekli olarak paylaş­mak; İslami bir çevre edinmek ve İslamiyet’i hakkıyla yaşamak isteyen Müslüman fertler için, elbette zor bir durumdur. Bu durum, özellikle yaşadı­ğı­mız fitne asrında, halisane İs­la­miyet’i yaşamak isteyen Müslü­manların birlik ve beraberliğini zaruri kılmaktadır. Efendimiz Aleyhisselatü Vesse­lam şöyle buyurmuştur: “İki kişi bir kişiden hayırlıdır, 3 kişi 2 kişiden hayırlıdır, 4 kişi 3 kişiden hayırlıdır. Size cemaati tavsiye ederim, cemaat olunuz. Muhakkak ki Allah, ümmetimi ancak hidayet üzere cem’ eder.” (İmam Suyutî, Dürrül Mensur, c. 2, s. 290) Cenab-ı Hak Al-i İmran Sure­si’nin 104. ayetinde, “O hâlde içinizden, hayra davet eden ve iyiliği emredip kötülükten men eden bir topluluk bulunsun! Ve işte kurtuluşa erenler, ancak onlardır” buyurmaktadır. Ayet-i kerime ve hadis-i şerif­lerde bahsedilen cemaat (toplu­luk) ulemanın ittifakıyla ehl-i sünnet ve’l-cemaati teşkil eden günümüze kadar varlıklarını ko­rumuş ve halisane devam eden tarikat ve cemaatleridir. Hak olan ve hak yolda gi­den cemaat ve tarikatların top­lu­ma olan faydalarını mad­de­ler halinde şöyle özetle­ye­biliriz. Ebedi saadetin vesikası olan iman hakikatlerini anlamayı ve yaşamayı kolaylaştıran bir va­sıta olması hasebi ile ahirete fay­dası vardır. Toplu olarak hücum eden küfür ve ahlaksızlığın karşısında ferdi şahısların dehası ne ka­dar harika da olsa, bireylerin küfür seline karşı iman, şevk ve ümitlerini muhafaza etmesi çok güçleşir. Toplu halde ge­len bu menfi akımlara karşı kişi manevi bir topluluğun ya­­ni bir tarikat veya cemaatin için­de bulunmakla, ancak ken­di­ni muhafaza edebilir. Üs­tad Bediüzzaman Hazretleri, birlik­teki kuvveti şöyle anlatır: “Dört kere dört ayrı ayrı olsa, on altı kıymeti var. Eğer sırr-ı uhuvvet ve ittihad-ı maksat ve ittifak-ı vazife ile tevafuk edip bir çizgi üstünde omuz omuza verseler, o vakit dört bin dört yüz kırk dört kuvvetinde ve kıymetinde olduğu gibi, hakikî sırr-ı ihlâs ile, on altı fedakâr kardeşlerin kıy­met ve kuvvet-i mâneviyesi dört binden geçtiğine, pek çok vukuat-ı tarihiye şehadet edi­yor.” Fertler, ahir zamanda mane­viyatı imha etmeye çalışan yüz­lerce günaha karşı kişi bir dil­le mukabele edemez. Bu yüz­den insan bir cemaatin veya tari­katın şahs-ı manevisine dâ­hil olarak samimi ve sadık dayanış­ma sırrıyla hususen birbirle­ri­nin umumen bütün ehl-i ima­nın arkasında yaptıkları hayır dualarıyla bin taraftan hücum eden günahlara karşı bin dille mukabele ederler. İnsanın manevi cihaz ve duy­gularını işletip kâmil bir insan olma yoluna sevk ettiği için, hem dünya noktasından hem de ahiret noktasından fay­dalıdır. Gösteriş, bencillik ve yap­ma­cık haller gibi manevi hasta­lıkları iyileştirmek ve bunun ye­rine ihlas ve güzel ahlaka sevk etmektir. İslam’ın hayat tarzının ya­ni Kur’an ve sünnetin toplu olarak yaşanmasıyla birbirine aktarılması neticesinde muha­fa­zasına vesiledir. İmanı kuvvetlendiği gibi in­sanlara faydalı olmak şuuru verir. Takvayı artıracağı için hi­le, rüşvet aldatma gibi yan­lış şey­lerden uzak durmaya vesi­ledir. Yalnızlık vahşetinden kurtarır. İyi insanlarla dostluk kur­du­ğu için iyi bir çevre edin­me­ye vesile olur. Kötülükleri terk etmeye ve­si­le­dir. Allah’tan korkmayı ve ahire­ti düşündürdüğü için emniye­ti bozacak hadiselerden kavga ve kargaşalardan uzak kalmaya se­bep olur. Bütün bunlardan yola çıkarak şunu dememiz mümkündür: İn­sanın tek başına İslam’ı yaşa/ya/mayan bir toplum içerisinde İs­la­m’ı yaşaması oldukça güçtür. Eğer gerçekten bir fert İslam’ı yaşamak istiyorsa, ya toplum bütün kurum ve kuruluşları ve halkı ile İslami hassasiyetler­­­le çerçevelenmelidir, ya da İsla­mi hassasiyete sahip bir çevre edinmelidir.

Selami YAKUT 01 Ekim
Konu resmiTarikat ve Tarikattan Maksat Nedir?
Risale-i Nur

Lügatte, “gidilecek yol, izlenecek usul, hal ve gidiş” anlamındaki tarikat, ıstılah olarak “Allah’a ulaşmak isteyenlere mahsus âdet, hal ve davranış” demektir.1 Diğer bir ifadeyle; Allah’a ulaşmak maksadıyla tutulan yol; bir mürşide bağlanıp belli şartlara uyarak ahlâkını güzelleştirmeyi, kötülüklerden arınmayı, tevhidin hakikatine varmayı ve Allah’a ulaşmayı amaç edinen tasavvuf yoludur.2  Tarikat ifadesi, İslam geleneği içe­risinde ortaya çıkan tasav­vuf akımının çeşitli ekoller ha­linde kurumsallaşması üzerine, bu ekollerin her biri için kul­lanılan bir kavram haline gel­miştir. Bununla beraber ta­sav­vufu da tarikatla aynı ma­na­­da kullananlar olmuştur. Günü­müz­­de de tarikat ve tasavvuf ge­nel­likle aynı anlamda kulla­nılır. Tasavvuf; Allah’ın hoşnutluğu­nu kazanmak ve Peygamberi­mizin (sav) ahlakıyla ahlak­lan­mak için insanın nefsini ma­ne­­vi kirlerden temizleyerek, ru­hu­nu tekâmül ettirme, olgunlaştır­ma yoludur. İnsanın, Allah’ın birli­ğinin zevkini bütün benliğinde hissederek kendi iç âleminin derinliklerine ve dış âlemin sır­larına ermek için takip ettiği düşünce ve amel sistemidir.3 Tarikatlar gelişi güzel meydana gelmiş gruplar değillerdir. İs­lam dininin esasatını muhafa­za etmek ve bu doğrultuda ya­­şamak için ortaya çıkmış ve İs­lam’ın ilk dönemindeki saha­belerin yaşantısını örnek alma­ya çalışmış gruplardır. Cenab-ı Hakk’a vasıl olacak ta­rîkler pek çoktur. Bütün hak tarîkler Kur’an’dan alınmıştır. Fakat tarikatların bazısı, ba­zı­sın­­dan daha kısa, daha sela­met­li, daha umumiyetli oluyor.4 Tarikatları: Zühd ve ibadet yolunu se­çe­­rek namaz ve oruç gibi te­mel vecibeleri fazlasıyla yeri­ne getir­meyi kendine şiar edinen­ler; Tasfiye ve mücahede yolunu seçerek, İslam’ı yaşamakla bera­ber, “nefis terbiyesi”ni (insanın kendisini kötü ve yanlışlardan koruması) kendine düstur edi­nen tarikatlar; Aşk ve muhabbet yolunu se­çe­­rek İslami yaşayış yanında “Aşk”ı (Allah aşkı, sevgi, hoş­görü) kendine rehber edinen ta­ri­katlar; olarak sıralamak müm­­kündür.5 Bu yolda iki metod kullanılır. Seyr-i enfüsi ve seyri afaki. Seyr-i enfüsi: Kalbine bakar. Nefisten başlar. Benliği deler geçer. Hakikati bulur. Sonra dış âleme bakar. Her şeyi nurani görür. Nefsinde gördüğü haki­katleri dış âlemde de görür. Bu­nun en önemli esası enaniyeti kırmak, hevayı terk etmek ve nefsi öldürmektir. İkinci yol­da ise önce dış âleme bakar. İla­hi isimlerin ve sıfatların tecelli­leri­ni görür. Sonra nefsine döner bakar. Küçük ölçekte o nurla­rı kalbinde de görür. Aradığı mak­sada kavuşur.6 Tasavvufî düşüncenin gayesi, Kur’an-ı Kerîm ve Peygamber Efendimizin (sav) sünnetleri ışı­­ğı altında kalbi merkeze ala­rak, Allah’ı tanımak ve iman ha­­ki­kat­lerini kalbe köklüce yer­leştirmektir. Şirin, nuranî, neşeli, ruhanî ve kalbi bir kudsi hakikat olan tasavvuf; marifet ve iman ha­kikatlerinin keşfedilmesi için miracın gölgesinde kalp aya­ğıyla ruhani bir seyirdir. Zevk ve hal ile Kur’an’ın ve imanın hakikatlerini müşahede et­mek­tir. İlahi zikir ve tefekkür bu seyrin anahtarıdır. İslamiyet’te kemale ermenin bir sırrı, ilahi nurlara nail olmanın bir sebebi, manevi ilerlemenin bir made­ni, feyiz almanın bir menbaıdır. Bu seyr ü sülûk-u kalbînin ve hareket-i ruhaniyenin anahtar­ları ve vesileleri, zikr-i İlahî ve tefekkürdür. Bu zikir ve fikrin güzellikleri saymakla bitmez. Tasavvufun en mühim esası ihlastır. İhlası kazanmayan o yolda gezemez. En keskin kuv­veti ise muhabbettir. Çün­kü muhabbet sevgilisinde bahane­ler aramaz. Kusurlarını görmek istemez.7 Bu cihetle Cenab-ı Hakk’ın emirlerini yaşamak için bütün benliğini ve muhab­be­ti­ni ibadete ve zikre ve rızayı ila­hi­ye ye yönlendirmeğe ça­lı­şır. Yani tasavvuf; kötü huy­lara karşı devamlı uyanık ve teyakkuzda olmaktır. Beşerî sı­fat­lardan sıyrılıp melekî sıfat­lar ve ilâhî ahlâkla muttasıf ol­­ma hâ­lidir İslâm’ı ve imanı, kul­­lu­ğun gerektirdiği şekilde ah­lâ­­kı, özü ve rûhu ile yaşama tar­zı­dır. Bediüzzaman Hazretleri, “Tari­katın gaye-i maksadı, marifet ve inkişaf-ı hakaik-i imaniye (imani hakikatlerin inkişaf et­mesi) olarak, Mi'rac-ı Ahmedî (sav)’nin gölgesinde ve sayesi altında kalb ayağıyla bir seyr ü sülûk-u ruhanî neticesinde, zev­kî, halî ve bir derece şuhudî hakaik-i imaniye ve Kur’âniyeye mazhariyet; tarikat, tasavvuf na­mıyla ulvî bir sırr-ı insanî ve bir kemal-i beşerîdir.”8 der. İmam Rabbani Hazretleri de; “Bütün tariklerin nokta-i mün­tehası, hakaik-i imaniyenin vu­zuh ve inkişafıdır.”9 der. Yine İmam Rabbani Nakşiben­di tarikatını kısaca şöyle tavsif eder: Tarik-i Nakşî’de iki ka­nad ile sülûk edilir. Yani: Ha­kaik-i imaniyeye sağlam bir surette itikad etmek ve feraiz-i diniyeyi imtisal etmekle olur. Bu iki cenahta kusur varsa, o yolda gidilmez. Öyle ise tarik-i Nakşî’nin üç perdesi var: Birisi ve en birincisi ve en bü­yüğü: Doğrudan doğruya haka­ik-i imaniyeye hizmettir ki, İmam-ı Rabbanî de (ra) âhir zamanında ona sülûk etmiştir. İkincisi: Feraiz-i diniyeye ve Sünnet-i Seniyeye tarîkat per­desi altında hizmettir. Üçüncüsü: Tasavvuf yoluyla em­raz-ı kalbiyenin izalesine ça­lış­mak, kalb ayağıyla sülûk etmektir. Birincisi farz, ikincisi vâcib, bu üçüncüsü ise sünnet hükmündedir.10 Sonuç olarak, tasavvuf ve ta­rikat, hakikat aracı olmak­tan çıkmamalıdır. Gaye olmama­lı­dır. Temel esas hükmüne geç­seler; o vakit şeriatın hükümleri, emirleri ve Sünnet-i Seniyeye tabi olmak, sadece görünüşte kalır; kalb öteki tarafa yönelir. Yani: Namazdan ziyade zikir halkasını düşünür; farzlardan ziyade, evradına bağlanır; bü­yük günahlardan kaçmaktan ziyade, tarikat adabının muha­le­fetinden kaçar. Hâlbuki şe­riatın hükümleri ve emirleri olan farzların bir tanesine, ta­rikat evradı karşılık gelemez; ye­rini dolduramaz. Tarikatın ada­bı ve tasavvufun evradı, o farz­ların içindeki hakikî zevke medar-ı teselli olmalı, menşe olmamalı. Yani: dergâhı, câmi­deki namazın zevkine ve tadil-i erkânına vesile olmalı; yoksa câmideki namazı çabuk resmî kılıp, hakikî zevkini ve kemali­ni dergâhta bulmayı düşünen, hakikatten uzaklaşır.11 Kaynaklar: 1- TDV İslam ansiklopedisi cilt: 40 sayfa, 95.2- Kubbealtı 3- Kubbealtı 4- Bediüzzaman Said Nursi, sözler, s, 82.5- Osmanlı Devleti'nin Tarikat, Tekye ve Zaviyelere Karşı Takip Ettiği Siya­set; ÖZDEMİR R. Bu makalenin kı­sa bir özeti Fırat Üniversitesi tara­fın­dan Elazığ'da 29-30 Nisan 1993 ta­rih­leri arasında tertiplenen “Hoca Ahmet Yesevi Sempozyumu” ile Erci­yes Üniversitesi'nce 26-29 Mayıs 1993 tarihleri ara­sında Kayseri'de tertip­lenen “Mil­letlerarası Hoca Ahmet Yesevi Sem­pozyumu”na tebliğ olarak sunulmuştur.6- Bediüzzaman Said Nursi, Mektubat-2, s, 332.7-  Bediüzzaman Said Nursi, Mektubat-2, s, 336.8-  Bediüzzaman Said Nursi, Mektubat-2, s, 329.9-  Bediüzzaman Said Nursi, Mektubat-1, s, 15.10-  Bediüzzaman Said Nursi, Mektubat-1, s, 15-16.11-  Bediüzzaman Said Nursi, Mektubat-2, s, 338-339.

Hüsnü ÇELİK 01 Ekim
Konu resmiRisale-i Nurdaki Hakikat Mesleği Ne Mana İfade Ediyor? Tarikat ve Tasavvuftan Ne Farkı Var?
Risale-i Nur

“Rahman (olan Allah)’ın yarattığında hiçbir düzensizlik göremezsin! Haydi, gözü(nü) çevir (de bir bak), hiçbir çatlak görecek misin? Sonra gözü(nü) tekrar tekrar çevir (ve yine bak); o göz (aradığı kusuru bulamadan) zelil ve bitkin bir hâlde sana dönecektir!” (Mülk, 3-4) “(Onlar) gökler ile yerin yaratılışı hakkında (derin derin) düşünürler.  (Ve şöyle derler:) 'Rabbimiz! (Sen) bunları boş yere yaratmadın; sen (bundan) münezzehsin, artık bizi ateşin azabından muhafaza eyle!” (Al-i İmran, 192)  Yüce Allah, bu ayetlerde oldu­ğu gibi Kuran’ı Kerim deki bir­çok ayette “Gece ve gündüzün deveranına, semavat ve arzın ya­ratılışına, rüzgârlara ve nice mahlûkata dikkat çekip “Hiç düşünmez misiniz? Hiç akıl etmez misiniz? ” diyerek bizleri düşünmeye sevk edip akla atıf­lar yapmıştır. Onu tanımadan, bilmeden iba­det etmek, Kur’an’ın bizlere gös­termiş olduğu tefekkür mes­­­­le­­ğin­den uzaktır ve bizlere asıl ne­­­ti­ceyi kazandıramayacağı için âlim­­lerce çok da makbul sa­yıl­­­ma­­­mıştır. Bu sebeple ayet ve ha­­dis­­te hep şuurlu hareket et­me, far­kında olma, bilme ve ta­nı­ma­ya vurgu yapılmıştır. Çün­kü insan bir şeyi tanırsa onu daha iyi bilir. Daha iyi bilirse, hakkıyla o şeyin gerektirdiği şey­­­leri yapmaya çalışır. Evet, biz Al­lah’ı ne kadar isim ve sı­fat­la­rıyla bilirsek, o kadar onu iyi ta­nırız ve tanıdıkça, ona kar­şı mu­habbetimiz ve haş­ye­ti­miz artar. Tarikatta asıl olan, teslimi­yet­tir. Tarikata intisap eden şahıs şeyhine son derece teslimiyet ve bağlılık göstermek zorundadır. Hatta tarikatta “Mürid, şeyhin elinde gassalın elindeki ölü gibi olmalıdır” sözü yaygındır. (Keza geçmişteki tasavvuf bü­yüklerinin sözleri de itirazsız kabul edilir. Yanlış telakki edi­len şeyde bile, yanlışlık söyle­yende değil, anlayanda kabul edilir.) Tasavvuf mesleğinde ise, ne­fis terbiyesi önemli bir yer tutar. Az yemek, az uyumak, az konuşmak ve nefsini ayak­lar altına almak ve cismani ha­yattan bir derece sıyrılmakla, maneviyatta yükselmeyi he­def­lemişlerdir. Seyr-i sülûkta yol almak ve riyazet önemli düs­tur­larındadır. Rabıta yap­mak, çile çekmek mühim ha­ki­kat­lerindendir. Hâlbuki sa­ha­­belerde bu usuller pek gö­rün­­­me­miştir. İfade ettiğimiz bu yöntemlerden ziyade kendi­lerine Kur’an ve Sünneti esas yapmışlardır ve hayatlarını on­lara göre düzenlemişlerdir. Tarikatta kurbiyet-i İlahiye­nin  tezahürü vardır. Yani ku­lun Allah’a ibadetlerle yaklaş­ması ve bunun için çabala­ması var­dır. Hâlbuki sahabe mes­le­ğinde akrebiyet-i ilahiye hâ­kim­dir. Yani Allah’ın kulunu hususi ihsanıyla kendine celb etmesi. Bu, velayet-i kübra de­diğimiz sahabe mesleğidir. İşte Risale-i Nur da bu yoldan yani sahabe mesleğinden gidi­yor. Bizlere kâinat kitabını oku­yarak, ikna ve ispat metoduyla iman hakikatlerini kolay ve ra­hat anlaşılır bir surette tak­dim eder. Tasavvuf yoluna gir­­­me­den, fakat buradan hâ­sıl ola­­cak neticeleri daha ra­­hat şe­­kil­de vererek ve bu za­ma­nın ihtiyaçlarına uygun ola­rak, seyr-i sülûk ile değil, ilim üze­rinde durarak daha ko­lay, da­ha sağlam bir şekilde in­san­ları ha­kikate ulaştırmayı he­def­ler. Risale-i Nur tarikat değildir. Fakat tarikat insanları “zahir­den hakikate ulaştırdığı” gibi, Ri­sale-i Nur da aynı vazifeyi, faa­liyeti yapmaktadır. Zahirden Hakikate Geçmek Nedir? Zahir, Bu gördüğümüz şeha­det âlemi, sebepler âlemi, mad­de âlemidir. Yaşadığımız bu şe­ha­­­det âleminde eşyanın ken­di ken­­dine var olduğu, her şeyin se­bep­lerle meydana geldi­ğini gö­rü­rüz. Hâlbuki bu, görü­nüş­­te böyledir. Hakikatte ise bü­tün eşyayı, varlıkları icad eden ve onları varlıkta, ayakta tu­tan Allah’ın kudretidir. Keza bü­tün meydana gelen hadiseler yine onun kudretiyle, isim ve sıfatlarıyladır. Sebeplerin ar­ka­sındaki müessir, hakiki güç Al­lah’ın kudretidir.  Zahirden hakikate geçmek; Bu şehadet âleminin (madde âle­minin) ötesindeki eşyanın ve ha­diselerin künhüne, sırrına va­kıf olabilmek, onların haki­ka­tine erebilmektir. Diğer ifa­deyle kâinatta Allah’ın tecel­li eden isim ve sıfatlarını, kud­re­tini, hikmetini yakînî* olarak müşahede edebilmektir. Tasavvuf, ibadetler üzerinde yo­ğunlaşarak yüz yıllar boyunca insanları bu sırra mazhar et­meye çalışmış ve sayısız evliya yetiştirmiştir. Risale-i Nur ise tasavvuf faaliyeti yapmadan, bu zamanın ihtiyaçlarına uygun olarak, nafile ibadetleri de göz ardı etmeden, ilim üzerinde du­rarak insanları hakikate ulaştır­maktadır. Üstad şöyle der: “İ’lem Eyyühel-Aziz! Tevfik-i İla­hî (Allah’ın yardımı) refiki (yar­dımcısı) olan adam, tarîkat ber­zahına girmeden zahirden ha­kikate geçebilir. Evet, Kur’ an’dan, hakikat-ı tarîkatı -ta­rî­kat­sız- feyiz suretiyle gör­düm ve bir parça aldım. Ve keza mak­sud-u bizzât (asıl mak­sat ve gaye) olan ilimlere alet ilim­lerini okumaksızın îsal edici (ulaş­­tırıcı) bir yol buldum. Se­rîü’s-seyr olan (hızlı hareket eden) bu zamanın evlâdına, kı­sa ve selâmet bir tariki (yolu) ih­san etmek, rahmet-i hâ­ki­me­nin şânındandır.” Tarik / Tarikat Üstadında ifade ettiği üzere bizi hakikat mesleğine götü­ren iki yol vardır. Birisi tarikat berzahından geçerek, manevi mer­tebeler aşarak hakikate ulaş­mak. Bu ise iman kalelerinin tarumar olduğu bu zamanda çok zorlaşmıştır. Diğeri ise; hiç tarikat berzahına girmeden, sa­ha­be ve tabiine has olan, hakaik-i Kur'aniyeden te­reş­şuh eden nurlar ve burhanlar ile hakikate gitmek. İşte Risale-i Nur bu zamanda bu hakikat mes­leğinin öncülüğünü yap­mak­­tadır. Tarikatlar insanı Allah’a ulaş­tı­ran yollardır. Risale-i Nur muh­­t­e­va olarak tarikat değildir, fa­­kat ta­ri­kat gibi o da insanları Al­lah’a ulaş­tıran bir tariktir, yol­dur. Risale-i Nur bir tarikat değildir, fakat tarikattan beklenen ve is­te­nen gayeleri, neticeleri ta­le­besine kazandırır. Üstelik Ri­­sa­le-i Nur yalnızca nur tale­beleri için yazılmış bir eser ol­mayıp, bütün ehl-i imana hitap eder. * Bir şeyi şüphesiz olarak tam ve doğru şekilde bilme. Kesin ve sağlam bilgi

Abdullah KOCA 01 Ekim
Konu resmiRisâle-i Nur ve Tasavvuf
Risale-i Nur

Üstad Bedîüzzaman, meşrep tassubu yaparak ehl-i tarikati, tarikati bırakarak kendine tabi olmaya çağırmamış, tam tersine tarikati övmüş, fakat ehl-i tarikatin Risâle-i Nûr’a da sahip çıkmasını istemiştir. Onların hem tarikat faaliyetini hem de iman hizmetini yapmasını istemiştir. Risalelerde tasavvuf ele alınır­ken genel olarak şu beş madde üzerinde durulur: Ehl-i keşif ve ehl-i keramet olan evliyanın vahdaniyete, ri­sa­lete ve haşre delil olmaları.1 Tasavvufa hücum edenlere karşı tasavvufun müdafaa edil­mesi. Tasavvufla ilgili bazı ko­nu­ların izah ve ispa­tının yapıl­ması.2 Vahdetü’l-Vücudla ilgili ko­nuların tahlili. Risâle-i Nûr mesleğinin ta­savvuf mesleğinden farklı oluşu ve bu farkların izahı.3 Tasavvufun tarifi Tasavvufun değişik tarifleri ya­pıl­mıştır. Risale-i Kuşeyri’de ta­sav­vuf büyüklerinden naklen el­liye yakın tarif aktarılır. Bü­tün tariflerden yola çıkarak kı­saca “Tasavvuf; nefis terbiyesi ya­­parak, insanı Allah’a ulaştıran bir meslektir” demek uygundur. Üstad Bediüzzaman “Tarîkat ne­­dir?” sorusunu şöyle cevap­lan­­dırır: “Tarikatın gaye-i mak­sa­dı, ma­rifetin ve iman haki­kat­leri­­nin inkişafıyla, Mi’rac-ı Ahmedî’ nin (sav) gölgesinde ve sayesi altında kalb ayağıyla bir seyr ü sülûk-ı ruhanî neticesinde, zevkî, halî ve bir derece şuhudî iman ve Kur’ân hakikatlerine mazhariyet; “tarikat”, “tasavvuf” namıyla ulvî bir sırr-ı insanî ve bir kemâl-i beşerîdir.” Tarihi seyir İslâm’ın ilk yüzyıllarında fı­kıh, tef­sir, hadis ilmi oluşur­ken, ta­sav­vuf da oluşmaya, şe­kil­­len­­me­ye başladı. Başlan­gıç­ta Ha­­san Bas­ri, İbrahim Ethem gi­bi zat­larla bir zühd ve takva ha­re­ke­ti olarak ortaya çıkan ta­sav­vuf, zamanla kendine has ıstı­la­hi kav­ramlarıyla İslam’ın de­ru­ni, zen­gin bir dünya gö­rüşü halini aldı. Bilhassa İmam Gaza­li, Ab­dül­kadir Geylani ve Muh­yid­din Ara­bî ile tasavvuf İs­lâm âle­min­de büyük bir şöh­rete erişti. İslâm tarihinde yüzyıllar boyun­ca medreseler, zahiri ilimlerin; tekkeler ise, batınî ilimlerin tah­sil edildiği mekânlar oldu. Zaman zaman tekke-medrese arasında çatışmalar yaşandıysa da, çoğunlukla bu iki müessese birbiriyle uyum içinde yaşadı. Tasavvuf Aleyhtarlığı ve Risâle-i Nûr Tasavvufa yönelik en büyük ten­kit bilindiği gibi İbn-i Teymi­ye’den geldi. Günümüzde de İbn-i Teymiye fikirleri etra­fında oluşmuş Vehhabilik, (Veh­habi­lik­ten etkilenmiş grup ve şa­hıslar) İbn-i Teymiye’nin ta­sav­vuf aleyhtarlığını devam ettir­mektedir. Risâle-i Nûr’un bazı yerlerinde “Zaman, tarikat zamanı değil­dir.” ifadesinden dolayı Üsta­dın da tasavvufa, tarikata düş­­man olduğu zannedilir. Zan­ne­dilenin aksine Üstad, ta­ri­ka­ta düşman değildir ve ehl-i sünnet dairesindeki ehl-i tari­kata cid­di taraftardır. Üstad “Tel­vi­hat-ı Tis’a” adlı risalesinde ta­ri­­ka­ta hücum edenlere karşı ta­ri­ka­tı müdafaa eder. Orada tari­ka­tın kıymet ve ehemmiyeti hak­kın­da şöyle der: “Velâyet, bir hüccet-i risalettir; tarikat, bir burhan-ı şeriattır. Çün­kü risaletin tebliğ ettiği iman hakikatlerini, velâyet bir nevi şuhud-u kalbî ve zevk-i ruhanî ile aynelyakin derece­sinde görür, tasdik eder. Onun tasdiki, risaletin hakkaniyetine kat’î bir hüccettir. Şeriatın ders verdiği hükümlerin haki­kat­lerini, tarikat zevkiyle, keş­fiy­le ve ondan istifadesiyle ve is­ti­fazasıyla o ahkâm-ı şeriatın hak olduğuna ve haktan geldi­ği­ne bir burhan-ı bâhirdir. Evet, nasıl ki velâyet ve tarikat, risalet ve şeriatın hücceti ve delilidir; öyle de, İslâmiyet’in bir sırr-ı kemâli ve medar-ı envârı ve insaniyetin, İslâmiyet sırrıyla bir maden-i terakkiyâtı ve bir menba-ı tefeyyüzâtıdır.” (…) “Daire-i takvadan hariç, belki daire-i İslâmiyet’ten hariç bir suret almış bazı meşreplerin ve tarikat namını haksız ola­rak kendine takanların ha­ta­larıyla, günahlarıyla tari­kat mahkûm olmaz. Tarikatın di­­­nî ve uhrevî ve ruhanî çok mü­­him ve ulvî neticelerinden sarf-ı nazar, yalnız âlem-i İs­lâm içindeki kudsî bir rabıta olan uhuvvetin inkişafına ve in­bi­sa­tına en birinci, tesirli ve hararetli vasıta tarikatlar ol­du­ğu gibi, âlem-i küfrün ve si­yaset-i Hristiyaniyenin, nur-u İslâmiyet’i söndürmek için müt­hiş hücumlarına karşı dahi, üç mü­him ve sarsılmaz kale-i İs­lâ­miyeden bir kalesidir. Mer­kez-i hilâfet olan İstanbul’u beş yüz elli sene bütün âlem-i Hris­tiyaniyenin karşısında mu­ha­fa­za ettiren, İstanbul’da beş yüz yerde fışkıran envâr-ı tevhid ve o merkez-i İslâmiyedeki ehl-i imanın mühim bir nokta-i is­tinadı, o büyük camilerin ar­ka­­larındaki tekkelerde “Allah, Allah” diyenlerin kuvvet-i ima­niyeleri ve marifet-i İlâhiyeden gelen bir muhabbet-i ruhaniye ile cûş u huruşlarıdır. İşte, ey akılsız hamiyetfuruşlar ve sahtekâr milliyetperverler! Tarikatin, hayat-ı içtimaiye­niz­de bu hasenesini çürütecek han­gi seyyiatlardır, söyleyiniz.”4 “Zaman, Tarikat Zamanı Değildir” Üstadın “Zaman, tarikat zama­nı değildir” sözüne gelince; onun bu sözden maksadı, “Tari­kat batıldır veya tarikatın miadı doldu, bundan sonra tarikatla gidilmez” demek değildir. An­cak bu söz “Günahların yay­gın­laştığı, bid’atların arttığı, küf­rün hücum ettiği şu zaman­da, yalnızca nefis terbiyesi yap­­mak­la, Allah’a ulaşmaya çalışmak­­la, Müslümanların problemleri­ni çözemeyiz, halledemeyiz” de­mek­tir. Şöyle ki: İslâm tarihinde küfür ve bid’ atla mücadele, medresenin (ke­lâm âlimlerinin) bir özelliği ola­rak görülür. Tekke, ehl-i kü­für ve bid’atla değil, imanı olan kimselerle ilgilenmiş, on­ların nefsini terbiye etmeye ça­lışmıştır. Bu yüzden tekke münazara, delil, ispat usulüyle değil, telkin usulüyle hareket etmiştir. Âlimlerin kitaplarıyla, mutasavvıfların kitablarına ba­kıl­dığı zaman bu daha net gö­rülür. Bu yönüyle medrese ve tekke adeta bir vazife paylaşımı yapmış gibi görünmektedirler. İmam Gazali kelâmcılarla mu­ta­­savvıfları, hac yolculuğuna çık­mış kervanla, onların mu­ha­fızlarına benzetir. Hacca gi­den kafile mutasavvıflar, mu­ha­­fızlar ise kelâmcılardır. Za­man zaman küfür ve bid’ atla mü­cadele eden ehl-i ta­ri­kat ol­muştur, fakat bunlar azın­lık­ta kalmıştır. (İşgalcilere kar­şı Lib­­ya’da Senusilerin, Kafkas­lar­da İmam Şamil’in direniş faa­li­yet­leri farklı bir olaydır.) Tarikatte asıl olan, teslimiyettir. Tarikata intisap eden şahıs şey­hine son derece teslimiyet ve bağlılık göstermek zorundadır. Hatta tarikatta “Mürid, şeyhin elinde gassalın elindeki ölü gi­bi olmalıdır” sözü yaygındır. (Keza geçmişdeki tasavvuf bü­yük­lerinin sözleri de itirazsız ka­bul edilir. Yanlış telakki edi­len şeyde bile, yanlışlık söyleyende değil, anlayanda kabul edilir.) Hâlbuki günümüzdeki Batı fel­sefesi ve medeniyetinin yaygın­laşmasıyla insanların teslimi­ye­ti kırılmıştır. Ehl-i tarikatın ha­ri­cindeki insanların ekseriyeti bu teslimiyeti göstermiyorlar. Ki­mi­leri inancını kaybetmiş veya vesveselere düşmüştür. Kimi di­­­nin bir kısmını kabul ediyor, bir kısmını “Aklım almıyor!” di­­­ye inkâr ediyor. Pek çokları bi­­dat­­lare girmiş, mezhepleri ta­­ri­katları inkâr edenler olmuş­tur, kimileri de bu teslimiyetin kı­rıl­ması yüzünden fısk ve fu­­cura düşmüştür. Böyle bir ortamda, teslimiyetle bu prob­lemleri halletmek im­kân­sız ha­­­le gelmiştir. Bu prob­lem­leri hal­­letmek delil ve ispat­la, in­san­­ları ikna ve tatmin etmek­le müm­kündür. Risâle-i Nûr delil ve ispatla Al­lah’ı inkâr eden mün­kir­ler­den, bidate düşmüş insan­la­ra varıncaya kadar in­saflı pek çok kimseyi ikna ede­rek doğ­ru yola getirmiştir. Üs­tad 5. Mek­­­­tup risalesinde Ehl-i tari­katın, tarikat faaliyeti yap­mak­­la beraber, imana hiz­met ko­­­­­nusuna da ağırlık ver­mesi ge­rek­­tiğini söyler. Bu mek­tup için şöyle der: “Şeriatın bir hizmetkârı ve bir vesilesi olan tarîkata mensub ba­zı zâtların, tarîkata fazla ehem­­­­­miyet verip ona kanaat ede­­­­­rek, hakaik-i imaniyenin neş­­­­rinde tembellik ve lâkayd­lık gös­­­ter­­­dikleri münasebetiyle ya­zıl­­mış. Ve velâyetin üç kısmını be­yan edip, en mühim tarîkat olan velâyet-i kübra, (sırr-ı ve­rasetle sünnet-i seniyeye ittibâ ve neşr-i hakaik-i imaniyede ihtimam) olduğunu ispat eder. Ve tarîkatların en mühim ga­yesi ve faidesi ve müntehası olan inkişaf-ı hakaik-i imaniye, Ri­sâle-i Nûr ile dahi olabildiğini ve Risâle-i Nûr’un eczaları o vazifeyi, tarîkat gibi, fakat daha kısa bir zamanda gördüğünü gösteriyor.”5 *** Üstad Bedîüzzaman, meşrep taas­subu yaparak ehl-i tarikati, tarikati bırakarak kendine tabi olmaya çağırmamış, tam tersi­ne tarikati övmüş, fakat ehl-i tarikatin Risâle-i Nûr’a da sa­hip çıkmasını istemiştir. Onların hem tarikat faaliyetini hem de iman hizmetini yapmasını iste­miştir. Bu konuda bazı ifadeleri şöyledir: “Nurlar, mektebleri tam nur­lan­dır­mağa başladı. Mektep şa­kird­lerini medrese talebelerin­den zi­yade Nurlara sahib ve naşir ve şa­kird eyledi. İnşâallah medrese ehli yavaş yavaş hakikî malları ve medrese mahsulü olan Nur­lara sahib çıkacaklar. Şimdi de çok müftülerden ve çok âlimlerden Nurlara kar­şı çok iştiyak görülüyor ve isti­yorlar. Şimdi en mühim tek­ke­ler ehli, ehl-i tarikattir. Bütün kuvvetleriyle Nur Risâlelerini nur­landırmaları ve sahib çık­ma­­ları lâzım ve elzemdir.”6 “Şim­­­­di­ye kadar ben yalnız iman ha­­ki­­­ka­tini düşünüp ‘Tarikat za­ma­nı değil, bid’alar mani olu­yor’ dedim. Fakat şimdi sünnet-i Peygam­berî dairesinde bütün on iki büyük tarikatin hülâsası olan ve tariklerin en büyük dairesi bulunan Risâle-i Nûr dairesi içine, her tarikat ehli kendi ta­rikati dairesi gibi görüp gir­mek lâzım ve elzem olduğunu bu zaman gösterdi. Hem ehl-i tarikatin en günahkârı dahi çabuk dinsizliğe giremiyor, kal­bi mağlub olamıyor. Onun için onlar tam sarsılmaz, haki­kî Nur­­cu olabilirler. Yalnız müm­kün olduğu kadar bidatlere ve tak­­va­yı kıran büyük günahlara gir­me­mek gerektir.”7 “Daireye girmeden evvel bul­du­ğu şeyhini daireye girdikten son­­ra da her ferd, o şeyhini ve o mür­şidini dairede muhafaza ede­­bi­lir. Fakat şeyhi olmayanlar dai­­re­ye girdikten sonra ancak dai­­re içinde mürşid arayabilir.”8 1  . Bkz. Şua'lar, s. 111, 120 (Ayete'l-Kübra, 10. Ve 16. Mertebe), Mektubat, s. 316 (8. Pencere), Haşir Risalesi, 8. Hakikat. 2  . 29. Mektup’un, 9. Risalesi olan “Telvihat-ı Tis’a” bütünüyle tasavvuf ve tarikata tahsis edilmiştir. Bu risale için Üstad “Ehl-i tarîk olana ve olmayana bir iksir-i a’zam ve çok faydalı bir tiryaktır.” der. 9 telvih olan bu risalenin kısa bir fihristi şöyledir: Birinci Telvih: Tarikatın tarifi ve tarikatın insan kalbini işlettirip, inkişaf ettirdiğini beyan eder. İkinci Telvih: Kalbin işlemesi, zikir ve tefekkürle olduğunu ve zikrin dünyevi faydalarını beyan eder. Üçüncü Telvih: Velâyet, hüccet-i risalet ve tarîkat, bir bürhan-ı şeriat olduğunu ve tarikata hücum edenlerin yanlışlığı anlatılır. Dördüncü Telvih: Tarikatte afaki ve enfüsi iki seyr olduğu, bazen bu seyri tamamlayamayanların hatalara düştükleri, hatta bazen sapıttıkları anlatılır. Beşinci Telvih: Vahdetü’l-Vücud mesleğinin yanlış olduğu izah edilir. Altıncı Telvih: Velâyet yolları içinde en güzeli ve en müstakimi, sünnet-i seniyeye ittibâ olduğunu ve velâyetin esaslarının en mühimmi, ihlas ve en keskin kuvveti, muhabbet olduğunu beyan ederek; bu dünya dârü’l-hizmet olduğundan ve dâr-ı ücret ve mükâfat olmadığından, tarîkatın lezaizini ve ezvak ve keramatını kasden taleb etmemek lâzım geldiğini beyan eder. Yedinci Telvih: Tarîkat ve hakikat, şeriatın hâdimlerinden olduğunu; tarîkat ve hakikatin en yüksek mertebeleri, şeriatın cüz’leri bulunduğunu; tarîkat ve hakikat, vesilelikten çıkmamak ve daima şeriata tebaiyette kalmak lüzumunu beyan edip, “Sünnet-i seniye ve ahkâm-ı şeriat haricinde evliyâ bulunabilir mi?” suâline merak-aver bir cevab verir. Sekizinci Telvih: Tarîkatın sekiz varta-i mühimmesini beyan eder. Dokuzuncu Telvih: Tarîkatın pek çok semeratından gayet şirin ve güzel dokuz adedini beyan eder. 3 . Risâle-i Nûr mesleği ile tarikatın mukayesesi için bkz. Mektubat, c. 1, s. 202. (28. Mektub, 3. Mesele) 4 . Mektubat, c. 2, s. 295. (Telvihat-ı Tis’a, Üçüncü Telvih). 5 .   Mektubat, s. 144. (Fihrist Risalesinden) 6 .   Haşiye: İşte mühim bir nümunesi: Seydişehirli Hacı Abdullah’ın bütün mensubları hem Kastamonu’da hem Isparta’da hem Eskişehir’de Risâle-i Nûr dairesini kendi tarikat daireleri telakki etmişler ki, onlardan Nurlara rastlayanlar, takdirkârane sahib çıkıyorlar. Onlara bin bârekâllah! 7 .   Emirdağ Lâhikası. 8 .   Lem’alar, Altınbaşak Neşriyat, s. 300.

İdris TÜZÜN 01 Ekim
Konu resmiSamimiyet testinden mi geçiyoruz?
İnsan

Bu ay kapağa Risale-i Nur, tarikat ve ce­maat­leri taşıdık. Çünkü yaşadığımız 15 Temmuz süreci, millet olarak bize hem çok şey öğretti, hem büyük mesuliyetler yükledi. Hem de her­kesin imtihanını -hem kendi bünyesinde hem de topluma karşı- fark etmesini ve yaşamasını sağladı. Bu cümleden şunu kastediyorum; din ve ce­maat kisvesi altında FETÖ’nün devlete ve millete kastetmesi, -zamanla mukayyet olsa da- nazarları bir kez daha ehl-i sünnet tarikat ve cemaatlere çevirdi. Bu hadise, aslında her zaman devam eden imtihan süreci ve bir cihette samimiyet testini gündeme getirdi. Evet, menfur FETÖ hadisesi, cemaat kisvesi altında hareket ettiğinden bütün cemaat ve tarikatları da töhmet altında bırakmıştır. Hâl­buki Bediüzzaman Hazretlerinin aşağı­da­ki ifadelerinden de anlaşılacağı üzere, bir ki­şi veya topluluk yüzünden diğerleri itham edi­le­mez. Her iyi şeyin içinde de çirkin şeyler de olabilir. Bu, umumunu kötü yapmaz. “Ehl-i Sünnet ve Cemaatin bir kısım zahirî uleması ve Ehl-i Sünnet ve Cemaate mensup bir kısım ehl-i siyaset gafil insanlar, ehl-i tarikatın içinde gördükleri bazı sû-i istimalatı ve bir kısım hatîâtı bahane ederek, o hazine-i uzmayı kapatmak, belki tahrip etmek ve bir nevi âb-ı hayatı dağıtan o kevser membaını kurutmak için çalışıyorlar. Halbuki eşyada kusursuz ve her ciheti hayırlı şeyler, meşrepler, meslekler az bulunur. Ala­küllihal bazı kusurlar ve sû-i istimalat olacak. Çünkü ehil olmayanlar bir işe girseler, el­bette sûiistimal ederler. Fakat Cenâb-ı Hak, ahirette muhasebe-i a’mal düsturuyla, ada­let-i Rabbâniyesini, hasenat ve seyyiâtın muva­ze­nesiyle gösteriyor. Yani, hasenat racih ve ağır gelse mükâfatlandırır, kabul eder; seyyiat racih gelse cezalandırır, reddeder. Hasenat ve seyyiâtın muvazenesi kemiyete bakmaz, keyfiyete bakar.” Binaenaleyh, yaşananlara cemaat ve tarikat­lar tarafından bakıldığında, öyle ya da böyle herkes samimiyet testinden geçiyor. Kader hâkimdir. Olanda hayır vardır. Samimi ola­nın, Allah’tan başka korkusu yoktur. En zor zamanda da en kolay zamanda da bu böyledir. Her ne olursa olsun, her daim Allah için, olması gerektiği şekilde hareket etmek esastır. FETÖ hadisesini bahane ederek sair müspet tarikat ve cemaatlere muhalif tavır takınanlar tarafından bakıldığında anlaşılması gereken ise, cemaatler ve tarikatlar bin senedir bu va­tana hizmet etmişlerdir. Fatih’i fatih yapan Akşemseddinler olduğu gibi, her samimi Müs­lüman da Allah için vatanına ve milletine hiz­met etmekten gayrı bir derdi yoktur ve olmamalıdır. Tarikat ve cemaatlere bakanlar, hadisenin bu tarafını da görmeli ve yukarıdaki ölçülerle bakabilmelidir. Vesselam…

Metin UÇAR 01 Ekim
Konu resmiTarihten Sayfalar
Tarih

Saruhan Saruhan, Sultan 2. İzzettin Keykavus tarafından 1249 tarihinde yapılmış bir Selçuklu eseridir. Toplam 2000 m2 alan üzerine oturan bu kervansaray, klasik Sultan hanları plan-formunda olup, yazlık ve kışlık kısımlardan oluşur. Giriş eyvanı üzerinde mescidi, geniş bir avlusu, girişin solunda çeşmeli bir revak, avlu çevresinde, beşik tonozlarla örtülü 6 odası, 5 sıra ayak üzerine oturan revakları, kapalı kışlık bölümü ve panoramik terası bulunur. Saruhan Kervansarayı, Avanos’a 6 km, Ürgüp’e 7 km uzaklıkta ve Kayseri ana yolu (İpek Yolu) üzerinde bulunmaktadır. Uzaktan bakılınca bir kale gibi görünen, içlerine girildiği zaman kervan kafilelerinin her türlü ihtiyaçlarını karşılayacak bir teşkilata sahip olan kervansaraylar, Selçuklu sultanları ve yüksek devlet görevlileri tarafından büyük ticaret yolları üzerinde her menzil için, yani 30-40 kilometrelik mesafede bir yaptırılmışlardır. Ateşbaz Velî Mevlânâ Celâleddîn Rûmî Hazretlerinin talebelerinden Yusuf bin İzzeddîn, bir gün yemek pişireceği esnada dergâhta hiç odun kalmadığını gördü. Yemek vakti de yaklaşmış olup, odun tedarik etmek çok zaman alacaktı. Mahcup bir hâlde Mevlânâ hazretlerinin huzuruna vardı ve; “Efendim mutfakta hiç odun kalmamış ne yapayım?” diye sordu. Mevlânâ'nın latife yollu; “Kazanın altına ayaklarını sokarak kazanı kaynat!” demesi üzerine, Yusuf Efendi derhâl mutfağa girdi ve söyleneni aynen yaptı. Ayak parmaklarından çıkan ateşle aşı pişirdi. Ancak Mevlânâ hazretleri bunu duyunca kerametin açıklanmasını uygun bulmayarak; “Hay Ateşbaz hay!” dedi. Böylece Yusuf bin İzzeddîn bu olaydan sonra ateşle oynayan manasına gelen “Ateşbaz” ünvanlıyla anılmaya başladı. Önceki asırdan gelenmübarek cübbe Bedîüzzaman Hazretlerinin Kastamonu’da kaldığı yıllarda, asrın vazifeli imamı ve müceddidi olduğunu gösteren çok acîb ve latîf bir hadise gerçekleşti. Önceki asrın müceddidi olan Mevlânâ Hâlid-i Bağdadî Hazretlerinin hediye olarak gönderdiği cübbe ve sarığı, Bedîüzzaman Hazretlerine harika bir şekilde ulaştırıldı. Üstâd Hazretleri bu konuda: “Risâle-i Nûr şakirdlerinden ve ahiret hemşirelerimizden Asiye namında bir hanım eliyle o mübarek emaneti aldım.” demiştir. Üstâd Hazretlerinin ifade ettiği Asiye Hanım, Kastamonu Hapishanesinin müdürünün eşiydi. Asiye Hanım, aslen Afyonlu olup, dedesi Küçük Âşık lakabıyla bilinen Mehmed Efendi, Mevlânâ Hâlid Hazretlerinin talebelerindendi. İşte bu silsile ile gelen cübbe, Mevlânâ Halid Hazretleri tarafından manen Üstâdımıza giydirilmiş oldu. 4 Ekim 1892 Aşiret Mekteb-İ Hümâyûnu Eğitim-Öğretime Başladı Osmanlı Devleti’nde aşiretlere mensup çocukların eğitimi için Sultan 2. Abdülhamid tarafından 1892’de İstanbul’da kurulmuş olan mekteptir. Aşiret Mektebi, Maarif Nezâreti’ne bağlı halka açık bir eğitim kurumu olmayıp önceleri devlet dâhilindeki Arap aşiretlerine mensup çocukların, daha sonra da diğer aşiretlerin çocuklarının kabul edilmeye başlandığı, saraya bağlı özel bir eğitim müessesesi idi. Bu mektebin kuruluş gayesi, Osmanlı Devleti sınırları içinde bulunan Arap ve diğer aşiret reislerinin çocuklarını İstanbul’da sarayın nezareti ve himayesi altında bulunan bir okulda toplayarak onlara Türkçe öğretmek, eğitim ve öğretimlerini sağlamak, aynı zamanda hilâfete, saltanata, Devlet-i Aliyye’ye ve Bâb-ı Ali’ye sadakatlerini arttırmak, bölgelerine döndüklerinde devlet için faydalı hizmetlerde bulunmalarını sağlamaktı. 8 Ekim 1891Arapkirli Hüseyin Avni Efendi, Altın Liyakat Madalyası ile Taltif Edildi Hüseyin Avni Efendi, Arapkir’in Hezenek mahallesinde doğdu (Ocak 1864). Babası, Arapkir ulemâsından Molla Hasan olarak tanınan Kara Mehmed oğlu Hasan Fehmi Efendi’dir. İlk tahsiline çok küçük yaşta babasından Kur’ân-ı Kerîm, ilm-i hal, ahlâk ve Arapça okuyarak başlayan Hüseyin Avni, Arapkir merkezindeki ibtidâî ve rüşdiyeyi bitirdi. Daha sonra Arapkir Ispanakçızâde Medresesi’ne devam ederek müderris Mustafa Fevzi Efendi’den icâzet aldı (Temmuz 1886). Aynı yıl İstanbul’a gitti ve Beyazıt dersiâmlarından Bayburtlu Hüseyin Hüsnü Efendi ile Şeyhülislâm Bodrumlu Ömer Lutfi Efendi’nin derslerine devam ederek her ikisinden de icâzet aldı (4 Mart 1887). Şeyhülislâm Üryânîzâde Ahmed Esad Efendi zamanında açılan ruûs imtihanında başarı göstermesi üzerine kendisine dersiâm unvanı verildi ve Beyazıt Camii’nde ders okutmaya başladı (1 Mayıs 1888). Tatil günleri de dâhil olmak üzere aralıksız on üç yıl sürdürdüğü bu ders halkasına katılanlar arasından seksen beş talebeye icâzet verdi ve bu başarısından dolayı padişah tarafından altın liyakat madalyası ile taltif edildi. 17 Ağustos 1918’de Dârü’l-hikmeti’l-İslâmiyye âzalığına, bir süre sonra reis vekilliğine (26 Eylül 1919) ve iki ay sonra da bu müessesenin reisliğine tayin edilen Arapkirli Hüseyin Avni, bu teşkilâtın 14 Kasım 1922’de lağvedilmesi üzerine Süleymaniye Medresesi’ne ilm-i kelâm müderrisi oldu. Tevhîd-i Tedrisât Kanunu ile medreseler lağvedilince Dârülfünun İlâhiyat Fakültesi hadis tarihi müderrisliğine getirildi ve bu fakültenin kapatılmasına kadar burada görev yaptı. 11 Mayıs 1954’te vefat etti ve Edirnekapı Şehitliği’ne defnedildi. 24 Ekim 1924 Prof. Dr. Fuat Sezgin Doğdu Prof. Dr. Fuat Sezgin 24 Ekim 1924 tarihinde Bitlis’te doğdu. Erzurum´da ortaokulu ve liseyi bitirdi. İstanbul Üniversitesi Şarkiyat Araştırmaları Enstitüsü´ne kaydoldu. Alman ordusunun 1943 yılında Bulgaristan´a kadar ilerlemesinden dolayı Türkiye´de üniversite öğretimi askıya alındığında Fuat Sezgin Cerîr et-Taberî’nin tefsirini, Türkçe meali içeren kitaplarla karşılaştırmaya karar verdi ve zor bir dille yazılan tefsiri anlayabilmek için altı ay boyunca her gün 17 saat Arapça çalıştı. Altı ayın sonunda Taberî tefsirinin Arapçasını gazete okur gibi okuyordu. 1960 yılında Türkiye’deki askerî darbenin iktidara getirdiği hükümet tarafından hazırlanan ve 147 akademisyenin üniversitelerden men edildiği listede kendi adının da bulunması üzerine Sezgin, Türkiye dışında çalışmalarını sürdürmek zorunda kaldı. Çaresiz anavatandan ayrılarak Frankfurt üniversitesinde araştırma ve öğretim faaliyetlerine devam etti. 1965 yılında Câbir bin Hayyân konusunda ikinci doktora tezini Frankfurt Üniversitesi Institut für Geschichte der Naturwissenschaften´da yazdı ve bir yıl sonra profesör unvanını kazandı. İnsanlık tarihinin başlangıcından bugüne kadar sahasında yazılan en kapsamlı eser olan Arap-İslam Bilim Tarihi’nin (Geschichte des Arabischen Schrifttums) ilk cildini, 1967 yılında yayınladı. 17 ciltten oluşan eserin bugünlerde 18. cildini yazmaktadır. Gülhane Parkında yer alan İslam Bilim ve Teknoloji Tarihi Müzesinin kuruluşunda büyük payı vardır.

Ahmed Said GÜNDÜZ 01 Ekim
Konu resmiDin ve Hayat
İnsan

Din ile hayatı birbirinden ayırmanın yani kābil-i tefrik etmenin mümkün olduğunu zannedenler her türlü felâkete sebebdirler 2. Abdülhamid dönemindeki siyasî muhalefet hareketleri ve bu hareketlere katılan kişi ve gruplardan ibaret olan şu Jön Türkün büyük bir hatası vardı. Onlar bilmedi, bilemedi o bizdeki din, hayatın esasıdır. Evet, bu milletin tarihine, hayatına, kültürüne ve ahvaline bakılırsa görülecektir ki bu millet İslamiyet ile ruhunu terakki ettirdi. Vicdanını kemale erdirdi. Akıl ve fikrine uzak ufukları gösterdi. Hayatını tanzim etti. İttihad ve ittifakını sağladı. Jön Türkler millet ve İslâmiyet’i birbirinden ayrı ayrı zannettiler. Hâlbuki şu millet İslamiyet ile kaynaşıp yekvücut oldu. Millet ile İslamiyet bir oldu. Bundan dolayı millet ile İslamiyet’i birbirinden ayırmak imkânsız hale geldi. Ayırmaya çalışıldığı takdirde millet mahvolurdu. Çünkü milletin tarihe geçen bütün övünç kaynağı olan şeyler İslamiyet hesabına geçti. Herkes bu milleti İslamiyet ile bir gördü ve bir andı. Hiç bir zaman bu millet İslamiyet’ten ayrı görülmedi. Öyle ki örf ve âdetimiz İslamiyet’e göre şe­killendi. Konuşmalarımız dinî bir elbise giy­di. Alış-veriş terazimiz İslamiyet oldu. Jön Türkler Avrupa medeniyetinin insanlık dünyasındaki hükmünü sürekli, müstemir sandı. Batı medeniyetinin her yeri ve her­kesi idaresi altına alacak, dünyanın her ye­ri­ne yayılacak yani müstevlî zannetti öyle veh­meyledi. Hâlbuki insanlık dünyasında bir çığır açmak isteyen her şeyden önce insanın tabiatına/yaratılışına ve kâinattaki ilahî nizama uygun hareket etmelidir. Aksi halde yaptıkları hayırlı iş ve terakkiye yönelik şeyler de olsa başarılı olamaz. Hatta bütün yaptıkları şer hesabına geçer. Yani insan bir çığır açmak istediğinde kâinattaki ilahî nizama, yaratılış kanunlarına uygun hareket etmek zorundadır. İşte insanları ifsad eden batı medeniyeti ilahî nizama ve insan tabiatına uygun bir medeniyet değildi. Bundan dolayı uzun bir zaman hâkim olarak devam etmezdi ve edemezdi. Er geç değersizleşecekti. Öyle de oldu. Hal böyle iken Jön Türkler insanların ha­yat saadetini Saadet-i hayatını batı mede­ni­yetinin içinde görüyordu.  Avrupa mede­ni­­yeti sayesinde milletin mesud ve bahtiyar ola­cağını sanıyorlardı. Bütün insanî değerler bu medeniyetle millette karar kılacak zan­ne­diyorlardı.  Hâlbuki şimdi zaman gös­ter­di, hem Avrupa medeniyetinin siste­mi bozuktu, hem de insanlara ve onların dünya-ahiret saadetine zarar veriyordu yani muzırdı. Çün­kü batı medeniyetinin kökleri çürüktü. Ondan sağlıklı meyve beklemek ise yanlıştı. İşte çürük kökü olan Avrupa medeniyetinin yirminci yüzyıldaki meyvesine bakalım. Geçtiğimiz yüzyıl gözyaşların, katliamların, sürgünlerin, dünya savaşlarının yüzyılıydı. Yirminci yüzyıl, insanlığın en karanlık bir çağıydı. Bu yüzyılda öldürülen insanların sayısının 183 milyon olduğu dünya tarihçileri tarafından ileri sürülmektedir. Tehcir edi­lenlerin, mazlum, mağdur olanların, hayatları bölünenlerin ise sayısını yalnız yüce Allah (cc) bilmektedir. İşte Avrupa medeniyetinin insanlık dünyasına armağanı! Şu ana kadar edindiğimiz kati tecrübe ile yani tecrübe-i kat‘iye ile Avrupa medeniyeti bize bunu gösterdi: Din her iki cihan ha­yatının hayatıdır. Dünya-ahiret hayatının hem nûru, hem esasıdır. Dinimizi yaşayarak ve ya­şatmaya çalışarak canlandırmakla ya­ni ih­yâ-yı dîn ile olur; şu milletin dirilişi ih­­yâsı. İslâm milleti Avrupa medeniyeti ile de­ğil kendi tarihinin bıraktığı mirasa sahip çık­makla yeniden dirileceğini, dini hayattan so­yut­lamamaları gerektiği düşüncesini bunu anladı. İslamiyet, başka dinin aksine olarak ona sarıldıkça Müslümanları yüceltir. Gelecek çağlara taşır. İslamiyet insanlığı düşünce ve yaşam açısından sürekli ilerletir. Geriletmez. Zira hem düşüncenin hem de hayatın temel taşlarını tayin etmiştir. Kuralları ilahidir. Be­şer tarafından tanzim edilmemiştir ki za­manın geçmesi ve şartların değişmesi ile es­kisin. Bundan dolayı biz Müslümanlar dinimize sımsıkı sarıldığımız ölçüde yani te­messük derecesi nisbeten İslam milletinin te­rakkîsi, medeniyeti gerçekleşir. İslamiyet’i yaşama konusundaki ihmâlimiz ölçüsünde nisbetinde idi milletin maddi-manevi gerile­mesi yani tedennîsi. Müslümanca düşün­me ve yaşama konusundaki ihmaller Müslü­man toplumlarında dahilî karışıklıklara, çekiş­me­lere, fitnelere ve bir çok vahşetlere sebep olur. Bu gerçek tarihî bir hakîkattir. Maalesef on­dan o hakikatten Müslümanlar gaflet etmiş Müslümanlar tarafından unutulmuş bu haki­kat yani edilmiş tenâsî. Diğer dinlere bakıldığında bunun tam tersi görülür. Yani diğer din mensupları dinlerine sarıldıkça, dinde mutaassıp davrandıkça vah­şileşir, medeniyette geri kalır. Dinlerinden uzak­laştıkça da medenî toplumlara dönüşür. Çünkü onların toplum hayatına yönelik ku­ralları din adamları tarafından belirlenir. Yani beşerîdir. İlahî değildir. Beşerî olan ise eskir. Tazeliğini koruyamaz. Her çağa, her kıtaya her mevsime her insana merhem olamaz. Hem insanın koyduğu kanunların bir ömrü vardır. Bu ömür de kısadır. Bu kanunlar ge­leceği göremez. Herkesi aynı adalet ve mer­hametle kucaklayamaz. Tarafsızlığını her za­man koruyamaz. İşte bu nedenlerden do­layı değişen zaman ve şartlar gereği bu ka­nunlara taassupla sarılmak insanı geriletir iler­letmez. Vahşileştirir medenî kılmaz. Fit­nelere düşü­rür huzur vermez.

Muhlis KÖRPE 01 Ekim