
Maalesef din düşmanları, İslamiyet’in son kalesi olan Osmanlı’nın yıkılmasını fırsat bilip bütün tahribatçı ve ifsat komitelerini kullanarak eşi benzeri görülmemiş bir zulüm ve yıkım ile dünya çapında sistematik bir şekilde İslamiyet’in üzerine gitmişlerdir. Bilindiği gibi bu dehşetli düşmana karşı İslamiyet’i doğru olarak öğrenip yaşayan Ehl-i Sünnet Ve’l-cemaate mensup olanlar, ihlas ve samimiyet silahıyla, hak ve hakkaniyet gücüyle, bu dehşetli düşmana karşı manevi cihat kılıcıyla mukabele etmişlerdir. Ve bugün devletimizin bu güzel hale gelmesine vesile olmuşlardır. Hak tarikat ve cemaatlerin yaptığı bu hizmetler milletimize, neslimize ve devletimize Cenab-ı Hakk’ın ihsan ettiği büyük bir nimettir. Yapılan bu hizmetlere karşı teşekkür etmek üzerimize farz olan bir borçtur. Hem nimet şükür görürse ziyadeleşir. Fakat Hilafetin kalkmasından sonra bir kısım insanlar din kisvesi altında münafıklıkla ve laneti hak eden yalancılıkla insanları dinden ve istikamet üzere giden cemaatlerden nefret ettirip uzaklaştırmaya çalışmışlardır. Ve cemaat namıyla bir kısım insanları hatta bir kısım devlet idarecilerini de aldatma yoluyla arkalarına alıp tahribat yapmışlardır. Hatta bu güruh; Kur’an-ı Azimüşşan’ı, İslam dinini, Hz. Muhammed’i (asm) ve Kuran’ın bir tefsiri olan Risale-i Nurları ve bütün mukaddesatı, felsefenin bozuk bir esası olan “hedefe varmak için her yol mubahtır” kaidesine dayandırarak, kendilerine alet etmişlerdir. Bizlere düşen vazife, bu gibi tahribatçıları engellemek; hak ve hakikat üzere hasbi olarak yürüyen âlimlere ve cemaatlere ise engel olmak değil, bilakis onlara yardımcı olmaktır. Ve o hizmet edenlere teşekkür etmektir. “Eğer nimete şükür edilmezse şüphesiz ki azabım çok şiddetlidir” ayet-i kerimesinin tehdidinden kaçınmaktır. En üzücü durum da şudur ki; bir kısım bürokratların ve idarecilerin, bir kısım hainlerin cemaat perdesi altında yaptığı tahribatları bahane ederek büyük bir hazine hükmündeki müspet cemaatlerin hizmetlerini de şüpheli görüp ab-ı kevser suyunu dağıtan o kaynakları kurutmaya veya engellemeye çalışmalarıdır. Hâlbuki toplum içinde kusursuz ve her cihetiyle hayırlı olanlar az bulunur. Dünya imtihan dünyası olduğundan ister istemez samimi olarak hizmet eden cemaatlerin içinde cemaat ismini kullanarak su-i istimalde bulunanlar olacaktır. Zira ümmetin başında mercii olarak Hilafet bulunmadığından, bu kadar önemli hizmet yapanların arasına münafıkların ve din düşmanlarının girmemesi imkânsız denilecek kadar zordur. Fakat nasıl ki; Cenab-ı Hak ahirette insanların yaptıklarını tartar, iyiliklerin veya fenalıkların ağırlığı noktasında hükmeder; öyle de idarenin vazifesi bu cemaatlerin yaptıklarını takip etmek suretiyle İslamiyet’e uygun olarak memleket ve millete hizmet eden cemaatlere destek olmaktır. Ve su-i istimal edenlerden ıslahı mümkün olanları ıslah etmek, olmayanları da cezalandırmaktır. Bu sayede idarecilerdeki adalet ve merhamet tecelli ettiği gibi, musibeti celbeden zulümden de kurtulmuş oluruz. Müspet olan cemaatlerin faydalı ve yararlı olduklarına dair delil ise, Hilafetin kaldırılmasından sonra bütün halkı Marksist ve Komünist yapmaya çalışanlara karşı, bu memlekette dini himaye edecek bir hükümet de bulunmadığı halde ve zamanlarda, müspet olan cemaatlerin dini himaye etmeleri ve birçok insanımızın imanlarının kurtulmasına vesile olmalarıdır. Bir gerçeği de söylemeden geçemeyeceğiz. Şüphesiz ki müs- bet cemaatler aleyhinde yapılan bu tezvirat ve yalanı uyduranlar şu gelecek altı sınıftan biridir. 15 Temmuz menfur darbe girişimini işleyenlerdir. Çünkü onlar “bu hükümet şimdi bizi bitiriyor, yarın da İslami cemaatleri bitirecektir” şeklinde o menfur girişimden önce böyle propaganda yapmışlardı. Şimdi de bu yalanın doğru çıkması için idarenin ve bürokrasinin içinde gizlenip, hükümeti ayakta tutan cemaatlerin aleyhinde konuşarak hükümetle cemaatleri karşı karşıya getirmeye çalışıyorlar. Marksist ve komünist bir zihniyete sahip olanlardır. Onlar bu milletin manevi değerlerini ve mukaddesatını zındıka hesabına tahrip etmek için her vesileyi kullanıyorlar. ‘Bu darbeyi “cemaat” yaptı’ diyerek de çalışmalarına engel olan İslami cemaatleri ve Ehl-i Sünnet âlimlerini çürütmek için her türlü yalanı uydurarak müsbet cemaatleri ve dolayısıyla hükümeti bitirmeye çalışıyorlar. Masonik bir zihniyete sahip olanlardır. Bunlar da insan için hayvanî ve nefsanî bir özgürlük vesilesi olan sefih Avrupa medeniyetine göre yaşamaya gayret edip İslami ahlâkı bozmak ve çoğunluk olan halkı, azınlık olan bir kısım zalimlere ve kuvvetlilere hizmetkâr ve esir hâline getirmek istiyorlar. Onlar ‘bu darbeyi cemaat yaptı’ bahanesiyle İslami ahlâkı, fikir ve ruha ait olan hürriyeti ve özgürlüğü korumaya çalışan ve onların bu tahribatına engel olan İslami cemaatlerin aleyhinde konuşup onları bitirmeye çalışıyorlar. En tehlikelisi de Haricîliğin devamı olan İbn Teymiye, İbn Kayyim El Cevzi’nin eserlerinden etkilenen ve Ehl-i Sünnet dışında, sapık fırkalardan kabul edilen ve ümmetin kabul ettiği hak mezhepleri reddeden bozuk zihniyetli insanlardır. Maalesef, Hilafetin kalkmasıyla -başta İngilizler olmak üzere- düşmanlarımız; Müslümanları bölüp parçalamak için bu yanlış düşüncelerden etkilenen Ehl-i Sünnete ve İslami cemaatlere düşmanlık eden bazı hoca görünümlü insanları kullanıp, ümmetin birliğinin ve beraberliğinin vesilesi olan İslam ulemasının, selef-i salihinin ve müspet cemaatlerin aleyhinde konuşturuyorlar. Anlamadan ve işin farkına varmadan şuursuz olarak şuurlu düşmanın oyununa gelen cahillerdir. Algı operasyonlarına aldanan bu kişiler ayrım yapmadan İslami cemaatleri hedef haline getirip aleyhinde konuşmakla kaş yapayım derken göz çıkarıyorlar. Bir kısım enaniyetli veya cemaat taassubu taşıyan insanlardır. Bu gibi insanlar darbeyi bahane ederek kendi cemaatlerinden olmayan grupları ve enaniyetlerini tatmin etmek için bir kısım din âlimleri ve müsbet cemaatleri eleştirmekle, milletin ihtilafına sebep oluyor ve sosyal medyada hükümeti ve İslamiyet’i parçalayan birer canlı bomba hükmüne geçiyorlar. Biz de deriz ki: Başta idarecilerimiz olmak üzere, ey ehl-i iman, iman ferasetinizle bu tahribatçı adamlara uymayınız. Ve Ehl-i Sünnet Ve’l-cemaat itikadını kendinize sığınak yapınız ve iyi biliniz ki, biz Müslümanların ve bu milletin kurtuluşu ancak ittifakla mümkün olabilir. Bu hususta da en ziyade dikkat etmesi lazım gelen başta hükümetimiz ve onu temsil eden idarecilerimizdir. Sayın Cumhurbaşkanımızın: “Biz gücümüzü karanlık yapılardan değil, milletimizden alıyoruz!” sö- züyle kastettiği millet kavramının içerisine müsbet cemaatler de dâhildir. Evet, bizi ayakta tutan tefrika değil, milletimizin birlik ve beraberliğidir. Eğer düşmanlarımızın yaptıkları gibi, samimi ve hak olan cemaatleri bu milletin dışında tutup onlara başka bir nazarla bakarsak, bu bakış milletin birlik ve beraberliğine karşı bir ihanet olmaz mı? Hem soruyorum: “Osmanlı’ nın son döneminden müspet hükümetlerimize kadar olan süreçte, dâhildeki fasıklar ve münafıklar ve hariçteki bütün kâfirler; ittifak ile bu milleti dininden, geçmişinden, tarihinden, kültüründen koparmaya çalışırken bütün ölümlere, zulümlere ve her türlü sıkıntılara katlanarak onlara karşı mücadele eden samimi olan cemaatler yani sizler ve bizler değil miydi?”

Cenâb-ı Hak insanları muhtelif olarak yaratmış. Bu farklılardan dolayı, insanların hepsini bir meslek ve bir kalıp içine sokmak mümkün değildir. Her insan kendi kabiliyet ve kuvvetine göre hareket eder. Bu yüzden esasta aynı kalmak şartıyla, farklı meslek ve meşreplerin olması ve devam etmesi, makul ve fıtri bir haldir, bunu değiştirmek mümkün değildir. Allah Resulü (sav) ve Sahabe-i Güzin Efendilerimiz hayatta iken tarikatlar elbette yoktu. Zamanla İslamiyet yeryüzünde genişlemiş, hemen hemen her milletten birçok insan İslam ile şereflenmiştir. Elbette bu genişlemenin külfeti, zahmeti ve rahmeti birlikte meydana gelmiştir. Peygamber Efendimiz (sav) hayatta iken ve hicretten hemen sonraki asırlarda insanların müşkülüne müdahale ve çözümler ilk elden hallediliyordu. Sonraki yıllarda bu durum yavaş yavaş zorlaşmaya başladı. Müslümanların sayısı çoğaldıkça onların kültürel ve sosyal yönden de ihtiyaçlarına mukabele etmek gerekiyordu. Bu durum Müslümanları toplu halde bir araya gelip ibadet ederken tarzlarını sistemleştirmeye sebep oldu. Yalnız burada şunu ifade etmek gerekir: Ehlisünnet çizgisinde bulunan hiçbir tarikat şeyhi/lideri/önderi, “Ben bir tarikat kurayım ve insanlar bana uysunlar” diyerek yola çıkmamıştır. Tasavvuf ve tarikatlar insanlığın ıslahına ve kendi içinde bulunan bireylerinin manevi olgunlaşmasına hizmet ettiği gibi, insanların hayatına İslamiyet’in nurunu nakşetmiştir. Mesela esnafa, alışveriş yaparken; işçiye, iş yerinde çalışırken; tüccara, ticaretini yaparken hak ve hukuku, dosdoğru olmayı telkin etmiştir. Aile bireylerine, nasıl muamele etmesi gerektiğini, cemiyetteki bireylere de aldatmayan, aldanmayan, her zaman nerede olursa olsun Allah’a hesap vereceğini bildiren ve bu düşünceyi diri tutmaya çalışan müesseseler halinde olmuşlardır. Hem bu mekteplerde yetişen talebeler, yeri geldiğinde cihada gitmişler ve vatana musallat olan düşmana karşı cansiperane savaşmış, ya şehit ya da gazi olmuşlardır. Tasavvuf ve tarikatlerin dönemine kısaca işaret edecek olursak; tasavvuf dönemi: “Sufi” ve “tasavvuf” kavramlarının kullanılmaya ve ilk sufi adlarının duyulmaya başlandığı hicri ikinci asrın sonundan, tarikatların ortaya çıktığı devre kadar olan üç, üç buçuk asırlık dönemdir. Tasavvuf bu dönemde müessese haline gelmiş ve Cüneyd Bağdadî, Bayezid Bestamî gibi büyük sufi ve mutasavvıflar bu dönemde yetişmiştir. İlk defa “sufi” adıyla meşhur olan kişi Ebu Haşim Sufi’dir. Hicri 150 tarihine kadar az rastlanan sufi tabirine, bu tarihten itibaren biraz daha sık rastlanılmaya başlanmıştır.1 Bu hususta İmam Gazali Hazretleri, tasavvuf tarihimizde bir dönüm noktasıdır. Onun geliştirip sistematize ettiği ehlisünnet tasavvufu, daha sonra müessese bazında faaliyet göstermeye başlamıştır.2 Tarikat dönemi: Tasavvuf müesseselerinin temsilcisi diyebileceğimiz tarikatların ortaya çıkışı ve sosyal hayatın bir parçası haline gelişi 6. asırdan başlayarak, günümüze kadar devam eden dönemdir.3 Hicri 6 ve 7.; miladi 12. asır, tarikatların teşekkül ve tekevvün (meydana geliş) dönemidir. Bugünkü anlamıyla tekkesi, zaviyesi, şeyh ve mürit münasebetleriyle ilk tarikatlar bu yüzyılda kurulmuştur. Bağdat’ ta Abdülkadir Geylani Hazretleri, Basra’da Ahmet Rufai Hazretleri, Türkistan bölgesinde Ahmed Yesevî Hazretleri, bu dönemde yetişen ilk tarikat kurucularıdır.4 Toplum İçin Yapılan Hizmetleri Kâdiri tarikatının kurucusu olan ve bütün evliyanın büyüğü kabul edilen Abdulkadir Geylani Hazretleri (d. hicri 470, m.1077) kendi döneminde sürekli müritlerine irşâdda bulunmuş ve bu irşâd ile asayişin muhafazasına hizmet etmiştir. Günümüzde de halen birçok yerde hizmet vermektedirler. Bu irşadlarından bir örnek verecek olursak sohbetlerinden birinde şunları tavsiye buyurmuştur, “Kur’an’ı dinleyin ve onunla amel edin. Onu Cenâb-ı Hak kendisine ulaşınız diye indirmiştir. Kur’an’ın iki yönü vardır: O’nun elinde olan tarafı, bizim elimizde olan tarafı. Eğer onunla amel ederseniz kalpleriniz Cenâb-ı Hakk’a yükselir ve daha dünyada iken, ahiretten önce kalpleriniz O’nun kurbiyet (yakınlık) evine girer. Eğer O’na vasıl olmak istiyorsan dünyaya ve halka karşı zâhid ol. Nefsine, evine, malına, isteklerine, arzularına, halkın övgüsünden ve yüceltmesinden hoşlanmaya, sana teveccüh göstermelerine karşı zâhid ol.”5 Tasavvuf ve tarikatların topluma sağladığı faydalardan bahsederken velilerin büyüğü olan Somuncu Baba Hazretlerinden bahsetmemek olmaz! Somuncu Baba Anadolu’nun manevi mimarlarındandır. Hacı Bayram-ı Veli Hazretleri başta olmak üzere birçok talebe yetiştirerek Osmanlı Devleti’nin manevi anlamda büyümesinde ve gelişmesinde büyük katkısı olmuş bir Allah dostudur. Şeyh Hamid-i Veli yani Somuncu Baba Hazretleri (d.1331, v.1412) Anadolu’da çok büyük hizmetlerin temelini oluşturmuştur. Talebesi olan Hacı Bayram-ı Velî Hazretleri, malum olduğu üzere İstanbul’un manevi fatihi Akşemseddin Hazretlerinin de hocasıdır. Talebesinin talebesi olan Akşemseddin Hazretleri de yetiştirdiği talebeleriyle birlikte İstanbul’un fethinde bizzat yer almış, Fatih Sultan Muhammed Han’ın bir çağı açıp yeni bir çağı başlatmasında hemen yanı başında önemli manevi bir destekçi olmuştur. Diğer manevi kahramanlarımızdan biri de Hoca Ahmet Yesevî Hazretleridir. Hoca Ahmet Yesevî Hazretleri, Anadolu’nun İslamlaşmasında çok büyük emekler vermiştir. Rivayete göre, Ahmed Yesevî Hazretlerinin on iki bini kendi yaşadığı muhitte, doksan dokuz bini de uzak ülkelerde bulunan müridleri ve geleneğe uygun olarak, hayatta iken tayin ettiği pek çok halifesi bulunmaktaydı. İlk halifesi Arslan Baba’nın oğlu Mansur Atâ idi. (Kabri Elazığ’ın Harput ilçesinde bulunmaktadır.) Mansûr Atâ gibi Anadolu’ya hizmet aşkıyla gelen, bu uğurda zaman ve mekânın rahatlığına bakmadan sırf Allah için çalışan binlerce Allah dostu zatlar olmuştur. Ahmet Yesevî Hazretleri ve onun talebeleri Selçuklu Döneminde Moğollara karşı ve Osmanlı Döneminde, Osmanlının ehli dalalete karşı yaptığı bütün mücadeleye maddi manevi destek sağlamıştır. Görüldüğü gibi bütün Ehl-i Sünnet tarikatlarının asıl amacı, sadece Allah rızası için insanlara hizmet etmektir. Ehl-i Sünnet tarikatları, bulundukları her yerde sadece Allah için insanlara fark gözetmeden hizmet ederken, gerektiğinde de vatan için canlarını ortaya koymuşlardır. Günümüzde olduğu gibi geçmişte de Müslümanların arasına nifak sokmak isteyenler buralara sızarak fitneye sebep olmuştur. Hazret-i Ali (ra) Efendimizin soyundan ve dolayısıyla Peygamber Efendimize (sav) dayanan hiçbir tarikattan değil insanlara, bütün mevcudata bile zerre miktar zarar gelmemiştir. En son yaşadığımız 15 Temmuzdaki hain darbe girişimi de kendisini cemaat olarak lanse eden bir yapı tarafından gerçekleştirilmek istenmiş ise de, Allah’ın inayeti ve Ehl-i Sünnet olan tarikatlar ve cemaatler vesilesi ile bu kalkışma elhamdülillah akim kalmıştır. 250 şehit ve 2196 gazimizin çoğu ya bir tarikat mensubu ya da başka bir cemaate giden vatan, millet sevdalısıydılar. Bu uğurda hiç çekinmeden canlarını feda ettiler. Allah hepsinden, yaptıkları bu fedakârlık için razı olsun. Diğer taraftan, fertler hata edebilir lakin bir kişinin hatasını bulunduğu topluma veya guruba mâl etmek de o topluma bir haksızlıktır. Yüzyıllardır tarikatlar ve cemaatler hep var olmuştur ve inşallah kıyamete kadar da bu hâl üzere devam edecektir. Bu manevi güneşi yükselten ve bu manevi güneşin hem devamlı yükselmesine hem de her yere nakşolmasına çalışan -başta büyüklerimizden ve onlara hizmet edenlerden- Allah ebeden razı olsun. Âmin Kaynaklar: 1- Mustafa Kara, Din, Hayat, Sanat Açısında Tekkeler ve Zaviyeler, Dergâh Yay. İstanbul, 1990, s. 31-322- Hasan Kâmil Yılmaz, Tasavvuf ve Tarikatlar, İstanbul, 2004, s. 1293- Mustafa Aşkar, Tasavvuf Tarihi Literatürü, T.C. Kültür Bakanlığı Yay., Ankara 2001, s. 154- Hasan Yılmaz, age. s. 1305- Cilâü’l-Hâtır Fi’l-Bâtın Ve’z-zâhir. Otuz beşinci sohbetinden alıntıdır.

“Dünya iyilikle değişir” sloganıyla çıktık yola. Kara kıtanın, kara insanlarının beyaz gönülleriyle buluşmak, mahzun gönüllere bir nebze neşe serpmekti gayemiz. Allah’a yaklaştıran kurban bizi -Anadolu insanının tabiriyle- dünyanın öbür ucundaki insanlara da yaklaştırıyordu. Valizlerimiz gülümsemeyi unutmuş çocuklara bayram şekerleri ve balonlarla; gönlümüz iyiliklerle dolu olarak bayram öncesi yola revan olduk. Bayramda kucaklaştık, sarıldık birbirimize kırk yıllık dost gibi. Meğer ne güzelmiş karşılıksız sevmek, ne lezzetliymiş dostluk ve kardeşlik... Gökyüzünde uçanlar balonlar mı yoksa sevinçten ayağı yerden kesilen çocuklar mıydı? Çekingen bir çocuk yaklaşıyor ekibimize. Belli ki sonradan gelmiş. Bayram harçlığı dağıtan kardeşimizden işaretle bir şey talep ediyor. Bayramda bir çocuk ne ister, “Paradır elbet” diyor ekipteki kardeşimiz. Elini cebine atıyor bozuk para yok. “Olsun” diyor “buna da bütün para vereyim.” Ama çocuk parayı almıyor, başka bir şeyi işaret ediyor: Balon… Siyah yüzlerde beyaz gülümsemeler, mahzun ama mutlu; ürkek ama umutlu… Güney Afrika’nın Portervill adlı bir köyüne düşüyor yolumuz. Hristiyan bir köy burası. 9 ay önce Müslüman olan papazları, 60 ailenin daha İslamiyet’le şereflenmesine vesile olmuş. Müslüman-Hristiyan demeden kurban etlerinden birer poşet tutuşturuyoruz ellerine. Bir ara delikanlının biri sokuluyor yanımıza. Bizim geleceğimizi önceden haber almış ve 45 km. uzaklıktan gelmiş. Yavaş ve çekingen bir halde Müslüman olmak istediğini söylüyor. 25 metrekare bir camileri var ama onların nazarında Süleymaniye ve Selimiye’den farksız. Genci hemen camiye alıyoruz. Ben kelime-i şehadeti söylüyorum, o kelime kelime tekrar ediyor. “Müslümanlar birbirlerini çok seviyor ve sayıyorlar, çok da temiz giyiniyorlar, onun için Müslüman oldum” diyor. “Bir tebessüm sadakadır, sizler birbirinizi sevmedikçe hakiki mümin olamazsınız, hakiki mümin olmadan cennete giremezsiniz, Temizlik imandandır.” Hadis-i şeriflerini Peygamber Efendimizin (asm) fem-i mübareklerinden bir kez daha duymuş gibi oluyoruz. Morgan olan adını Muhammed olarak değiştiriyoruz. Değişen sadece isim değil; insan değişiyor. Yüzlerine nur inmiş Müslüman olanların. İnsanlar değiştikçe dünya değişecek, zira dünya iyilikle değişir, sevgiyle güzelleşir. *** Şimdi de başka bir köydeyiz. 80 yaşlarında varlıklı bir amca (Murat) bizi yemeğe davet ediyor. Murat Amcanın dedelerinden biri Türk. 1860’larda İstanbul’dan Güney Afrika’ya irşat için gelmiş olan Ebubekir Efendinin neslinden geliyor. Bizi görünce çok seviniyor Murat Amca. Koyu bir sohbetimiz oluyor. Türkiye’den getirdiğimiz hediyelerden takdim ediyoruz kendisine. Mutluluğu gözlerinden okunuyor. Birlikte yemek yiyoruz. Fakat ayrılık zamanı geliyor. Zira yolumuz uzun, vazifemiz çok. Müsaade istiyoruz. Her zaman kapısının açık olduğunu ifade ediyor. Asya insanının misafirperverliğini sonuna kadar gösteriyor. Olacak ya ertesi gün yolumuz o köye tekrar düşüyor. Murat Amcayla tekrar karşılaşıyoruz. Kulağımıza bir şeyler fısıldıyor: “Şu çiçekleri görüyorsunuz ya, onlara dün siz gittikten sonra su verdim. Ve şöyle dua ettim: “Ya Rabbi, bu çiçekler masum, günahları yok. Onlara su veriyorum. Bu çiçekler hürmetine sana dua ediyorum ki Türkiye’den gelenleri evimde misafir etmeyi bir daha bana nasip eyle. Murat Amcanın safiyane, samimane ve livechillah yaptığı bu dua kabul olmuş olacak ki, ertesi gün görevimiz icabı tekrar o köye, üstelik Murat Amcanın evine gitmek zorunda kalıyoruz. “Gönül ne çay ister ne çayhane, gönül sohbet ister çay bahane” dediği gibi gönül erlerinin, sebepler bahane olmuş, meğer Murat Amcanın duası bizi oraya çekmiş. “Murat amca duaya devam ederse memleketimize de gidemeyiz” diye latife yapıyoruz kendi aramızda. Bayramı ailemizle geçiremedik diye üzülmek aklımıza bile gelmiyor. Üzülmeyi, hüznü unuttuk adeta. Bayram içinde bayram yaşıyoruz. Zira nice mahzun gönüllerin bayram yaptığını görünce bir bayram, binler bayram oluyor. Sevinç gözyaşlarımız artık ferman dinlemiyor… Bu güzelliklerin yaşanmasına vesile olan Türkiye’mizin hatta dünyanın medar-ı iftiharı Hayrat Yardım Derneğine, bayram sevinci yaşayan binlerce mahzun gönüllere tercüman olarak binlerce teşekkür ediyoruz. Gökyüzünden selamlar…

İslâm yazısının aslı, Ârâmi asıllı Nabatî hatta dayanmaktadır. Kûfî yazı, tarihi süreç içinde Nabatî yazısından geliştirilmiştir. İslâm’ın ilk yıllarında kullanılmakta olan sert köşeli yazı daha sonra Kûfe şehrinde işlenerek, geliştirildiği ve işlendiği şehre nisbetle Kûfî adını almıştır. Kûfî yazı Kur’ân yazmaları, mezar, menzil, ticarî ilişkilerde, mektuplarda, günlük işlerde de sıklıkla kullanılmıştır. Dînî ve içtimâî hayatın yanı sıra sanat hayatımızın her safhasında çok geniş bir kullanım alanı bulmuştur. Başta mimari eserlerin kitâbe, kubbe ve kuşak yazılarında taş ve sıva üzerine, ayrıca iç ve dış mimaride dekoratif unsur olarak çini, mozaik, alçı ve tuğlalarla çok zengin Kûfî yazı çeşitleriyle kompozisyonlar oluşturulmuştur. Mihrap, minber, kapı ve pencere kanatlarında ahşap üzerine tezyinî motiflerle beraber güzel Kûfî yazılar da büyük bir sanat zevkiyle işlenmiştir. Leğen, sini, şamdan, alem, tabak, kılıç, kalkan gibi madeni alet ve eşyalarla çini ve seramik kaplar, sanat değeri olan hediyelik eşyalar üzerinde Kûfî yazı tezyini bir unsur olarak yer almıştır. En parlak devrini X. ve XIII. yüzyıllar arasında yaşamıştır. Büyük Selçuklu ile Anadolu Selçukluları döneminde sıklıkla kullanılmış, fakat Osmanlı Kûfî yazıya fazla iltifat etmemiştir. Osmanlı dönemi yapılarından, Bursa Ulucamii, Bursa Yeşil Cami Taç kapısında, İstanbul Fatih Camii avlu penceresinde, Çinili Köşk eyvanında, II. Bayezid Camii minare alt kısımlarında, Çoban Mustafa Paşa Camii’nde, Yıldız Camii kubbe ve kuşak yazısında, İstanbul Büyük Postane kitâbesi, Arkeoloji Müzesi ve Darphane-i Âmire binası üstünde, Kağıthane Sadâbât Camii mihrabında Kûfî yazı kullanılmıştır. Yazıldığı yere ve yapısına göre çeşitlenmiştir. Kûfi yazı çeşitli kollara ayrılmaktadır. A- Yapılarına göre Kûfî yazı 1- Basit kûfî: İslâm’ın ilk yıllarında şark ve garbda yayılan Kûfî hattıdır. En güzel örnekleri Kubbe-i Sahra ve Tolonoğlu Camii kitâbesidir. Bu çeşit Kûfi’de her hangi bir süsleme mevcut değildir. 2- Yapraklı kûfî: Ağaç yaprakları gibi süslemelerin bulunduğu çeşittir. 3- Zemini süslü kûfî: Zemininde kıvrık dallı motiflerin bulunduğu Kûfî’dir. Bu çeşit kûfinin en güzel örnekleri İran’da Gazne’de ve Kâhire Sultan Hasan Medresesi’nde bulunmaktadır. 4- Örgülü kûfî: Bazı harflerinin örülmesinden dolayı bu ismi almıştır. Bu çeşit Kûfî’nin en erken örnekleri h. V. asra uzanmaktadır. En eski örneği İran Râdekân Kalesi’nde (h. 411) Tunus Kayrevan Camii mescidinde (h. 431), en bilinen ve meşhur örnek ise İran Pir Alemdar kabrindedir. 5- Geometrik kûfî: Diğer Kûfî çeşitlerinden dik ve keskin çizgileriyle ayrılır. Ortaya çıkışı hususu pek fazla aydınlatılamamıştır. İran ve Irak mescidlerinde çok fazla yaygındır. B- Yazıldıkları bölgelere göre de kûfî yazı üç kısma ayrılmaktadır. 1- Meşrik Kûfîsi, 2- Mağrip Kûfîsi 3- Kayrevan Kûfîsi Makıli Yazı: Hiçbir parçasında yuvarlaklık olmayan, düz, dik ve köşeli bir yazı biçimidir, Ma’kılî yazıyı, Kûfî yazı çeşidinden ayıran özellik, tamamen düz, köşeli ve geometrik motifler, kalemle yazılarak değil de, çoğunlukla aletler yardımıyla çizilerek meydene getirilmesidir. Makili yazıda sertlik ve kat`ilik vardır.

Ülfet, insanın zihin dünyasını istila ederse sahibini dalalete düşürür. Günümüzde ‘bilim adamı’ unvanını taşıyan bir kısım hakikat körü olan insan tiplerini ortaya çıkarır. Bu insanlar Ebu Cehil misali hakka hakikate karşı körleşir, sapkın ideolojileri adına, benlik ve gururları için ilmi gerçekleri çarpıtır, insanlıktan istifa edip, uzman oldukları bilim dalına ihanet ederek halkı yanlış inançlara sev kederler. Bilimsel keşiflerin son derece hızlandığı bu dönemde en bilgisiz insanların dahi kabul edemeyecekleri iddiaları bilim adamı kisvesi altındaki bazı etiketli dinsizlerden çokça duymaktayız. Bediüzzaman Hazretleri, ehl-i gaflet ve dalaletin ülfet sebebiyle ilmi hakikatleri nasıl sıradanlaştırıp basit, âdi şeyler seviyesine düşürdüğünü şu misalle açıklıyor: “Dalâletten gelen hadsiz bir cehalet ve zındıkadan neş’et eden çirkin bir temerrüd (inad) sebebiyle bilmiyorlar ki, esbâb yalnız birer bahanedirler, birer perdedirler. Dağ gibi bir çam ağacının cihâzâtını dokumak ve yetiştirmek için bir köy kadar yüz fabrika ve tezgâh yerine, küçücük çekirdeğini gösterir: “İşte bu ağaç bundan çıkmış” diye Sâni‘inin (sanatkârının) o çamdaki gösterdiği bin mu‘cizâtı inkâr eder misillü, bazı zâhirî sebebleri irâe (gösterir) eder. Hâlik’ın ihtiyar (irade) ve hikmet ile işlenen pek büyük bir fiil-i rubûbiyetini hiçe indirir. Bazen gayet derin ve bilinmez ve çok ehemmiyetli, bin cihette de hikmeti olan bir hakikate fennî bir nâm takar. Güya o nâm ile mahiyeti anlaşıldı, âdileşti. Hikmetsiz, manasız kaldı. İşte gel, belâhet ve hamâkatin (ahmaklığın) nihayetsiz derecelerine bak ki, yüz sahife ile tarif edilse ve hikmetleri beyan edilse, ancak tamamıyla bilinecek, derin ve geniş bir hakikat-i mechûleye bir nâm takar, malum bir şey gibi: “Bu, budur” der.”1 Ülfet hakkında Risale-i Nur külliyatında bu ve benzeri pek çok ifade bulabiliriz. Şimdi bize ayrılan bölümün hacmi nispetinde bir kısım ölçülere dikkat çekmeye çalışacağız. Ölçü: Âdetullah kanunları ve yeknesaklık ülfeti netice verir. Tefekkür ise gaflet ve ülfeti parçalar, dağıtır. Ülfet zahir hakikatleri gizler, insanı kör eder. Güneşin doğup batması, gece gündüzün deveranı, mevsimlerin değişmesi, yağmurun yağdırılması, atmosferdeki düzen, ekolojik denge, mikro ve makro âlemdeki baş döndürücü kanunlar sabit ve nadiren değiştikleri için yeknesaktırlar. Tekdüze bir yapının içindeki insan bu hale zamanla alışır. Alışmışlık onu kendi dışındaki âlemdeki harika icraatlardaki hikmeti, rahmeti, ilmi, iradeyi, sonsuz kudreti, muhteşem idareyi ve ulûhiyetin haşmetini, azametini görmesine engel olur. Sanki sıradan, tesadüfi, gelişigüzel, manasız, karmaşık hadiseler yumağı olarak görmeye başlar insan bütün bu olanları. Hâlbuki bunların her birisi başlı başına bir mucizedir. Her birisinin arkasında sonsuz ilim, kudret, hikmet, rahmet, inayet, adalet, rububiyet hakikatleri gizlidir. Ama kör olası gafil gözü, görmez olur gerçek özü. Mesela güneşin her gün doğuşu kanuna bağlı olduğundan insan ülfetle ondaki rahmet ve nimet yönünü unutur. Dünya meşgaleleri de bunu gör(e)meyecek hale getirir. Güneş tutulması ise her gün olmadığı için o hadiseye güneşin doğuşundan daha fazla ehemmiyet verir. Bu büyük hadiseyi görmek/görüntülemek için günler öncesinden hazırlık yapar. Aslında harikulade bir nizamın sonucunda meydana gelen günlük mucizeleri ıskalar, göremez. İnsanın iç âleminde de ülfet körlüğü bu bakış açısının sonucu olarak açığa çıkar. Sözgelimi bedeninde her an cereyan eden mucizevari hadiseleri ancak bir arıza çıkınca hatırlar insan. Her biri şükrü gerektiren bu harika nimetleri ülfet unutturur. Sinir sistemi, dolaşım sistemi, sindirim sistemi, kas sistemi, boşaltım sistemi, solunum sistemi gibi mucizeleri bilimsel isimler takarak sıradanlaştırmak ne kadar büyük bir nankörlüktür. “Tefekkür gafleti izale (giderir) eder.” hakikatince dikkatli ve kuvvetli bir tefekkürle ancak bu ülfet hastalığından kurtulabiliriz. Bu zamanın manevi bir mürşidi olan Risale-i Nur bu hususta önemli bir yer tutmaktadır. Tefekkür, Risale-i Nur’un mesleği olması hasebiyle ekseriyet itibariyle imanî hakikatleri ders veren risalelerin mütefekkirane mütalaasının ülfet perdesini yırttığına umum nur talebeleri şahittir. Üstadın, Onuncu Söz risalesi için söyledikleri de bu düşüncemizi desteklemektedir. İmanî hakikatler gıda hükmünde olduğu için her vakit tekrarına ihtiyaç vardır. Risale-i Nurlar da sürekli mütalaa edilirse biiznillah ülfet ve gaflet bulutları dağılır, idrakler açılır, hakikatin tesiri ziyadeleşir, insan sahip olduğu nimetlere nankörlük etmekten kurtulur. Şirkten şükre dönüş yapar. Ölçü: Günümüzde bilim adamı kisvesine bürünen, ideolojik sapkınlıkları olan insanlara dikkat etmek gerekir. Onların yönlendirmelerini dikkate almamalıyız. Bilim dünyasını etkisi altına alan pozitivist bakış açısı, sosyalist, materyalist, kapitalist akımların da etkisi ile gerçeği ideolojilerine feda eden insanları türetti. Sapkın ideolojilerin esiri olan bu uzmanlar(!) hakikati parça parça edip bilim ahlakına sığmayacak derecede yanlış yönlendirmelerle insanları küfre dalalete sevk etmişlerdir. Kâinat çapındaki âdetullah kanunlarına, hakikatlere bilimsel isimler takıp o kanunların ve hakikatlerin arkasındaki ilahi irade ve kudreti gizlemeye çalışmışlardır. Hâlbuki fiil failsiz, sanat sanatkarsız, isim müsemmasız olamaz. Bir iğne bile ustasız ol(a)mazken kâinat üzerinde cereyan eden hadisatın sahipsiz olması asla kabul edilemez. Mesela insan olsun hayvan olsun bütün validelerin yavrularına karşı olan şefkat ve merhametleri onları bu duygularla donatan şefkatli ve merhametli bir zatı yani Allah’ı gösterirken bir kısım bilim adamı denilen dinsiz insanlar bu hakikate “içgüdü” ismini takmakla sıradanlaştırmışlardır. Hâlbuki aynı insanlar muhteşem bir mimari eseri kabul edip mimarı inkâr etmezler. Robotu kabul edip arkasındaki mühendisliği inkâr etmezler. Buna rağmen Allah’ın varlığının delillerini sapkın ideolojileri adına karartmaya çalışırlar. Ülkemizde çoğu zaman körü körüne olan batı hayranlığının dikkat edilmezse insanlarımızı dalalete sürüklemesi tehlikesini göz ardı etmemeliyiz. Batılı bilim adamlarının inanç konusundaki fikirleri bir Müslümanın referansı olamaz. Bu tarz bilimsel teoriler akıl, mantık ve dini hakikatler süzgecinden geçtikten sonra kabule layıksa dikkate alınmalıdır. Kaynaklar: 1- Sözler, 44,45. Altınbaşak Neşriyat.

“İ’lem eyyühe’l-azîz! Kur’ân-ı mu’cizü’l-beyânın büyük bir ölçüde tekrâr ettiği ihyâ-yı arz ile, toprak unsuruna nazar-ı dikkati celb ettiğinden, kalbime şöyle bir feyz damlamıştır ki, arz âlemin kalbi olduğu gibi, toprak unsuru da arzın kalbidir. Ve tevâzu’ ve mahviyet gibi maksûda îsâl eden yolların en yakını da topraktır. Belki toprak, en yüksek olan semâvâttan hâlık-ı semâvâta daha yakın bir yoldur. Zira kâinatta tecellî-i rubûbiyet ve faâliyet-i kudrete ve makarr-ı hilâfete ve Hayy-ı Kayyûm isimlerinin cilvelerine en uygun topraktır. Nasıl ki, arş-ı rahmet su üzerindedir. Arş-ı hayat ve ihya da toprak üstündedir. Toprak tecelliyât ve cilvelere en yüksek bir ayinedir. Evet, kesif bir şeyin ayinesi ne kadar latif olursa, o nisbette esmânın cilvelerini cilâlı gösterir. Meselâ hava âyinesinde, yalnız şemsin zayıf bir ziyâsı görünür. Su ayinesinde de şems ziyasıyla görünürse de, elvân-ı seb’ası görünmez. Fakat toprak âyinesi, çiçeklerinin renkleriyle şemsin ziyasındaki yedi rengini de gösterir. ‘Kulun Allah’a en yakın olduğu an, onun secde hâlidir.’ olan hadîs-i şerîfi, bu sırra işareten şehadet eder. Öyle ise, arkadaş, topraktan toprağa inkılâb etmekten ve kabirden kabre girip yatmaktan tevahhuş etme.”1 Bir Müslüman için namaz, bütün ibadetler içinde farklı bir yere sahiptir. Çünkü insanın ahiretini kurtaracak en önemli ibadettir. Günde beş defa yerine getirilmesi ve önceden belirlenmiş özel vakitlerde kılınması bu hususiyetinin göstergeleri arasındadır. İnsan, gün içinde dünyevî meşgalelerle meşgul olurken, çoğu zaman dinî bir faaliyet yapamamaktadır. Ona ahireti hatırlatacak bir şey ile de muhatab olmazsa, gaflet kaçınılmazdır. Hususen ahir zamanın getirdiği günah rüzgârları, insanın gaflete düşmesini kolaylaştırmaktadır. İşte gün içinde tam maneviyattan uzaklaşıldığı anda, öğle namazı vakti gelir, bizi manen silkeler kendimize getirir. Ardından tekrar dünyaya dalarız, bu sefer ikindi namazı vakti gelir. Bizi tekrar sarsar ve gafletten uzaklaştırır. Gün boyunca bütün namazlar, yüzümüzü ahirete çevirmemizi sağlar. Çoğu kez günaha girmemize engel olurlar. Zaten iki namaz arası işlenen küçük günahların affedileceğine dair müjde de bizi umutlandırır. Günahlardan kaçınma konusunda şevk verir. Namazın günahlardan uzak tutarak, insanı gafletten korumasının yanı sıra, bir diğer özelliği de bütün ibadetlerin her çeşidini içerip, bütün mahlûkatın her tür ibadetine işaret eden bir özelliğe sahip olmasıdır. Bu cihetle eşref-i mahlûkât olan insan, bütün mahlûkatın ibadetlerini, bu ibadetlerin tamamını kapsayan namazla Cenab-ı Hakk’a takdim etmektedir. Bütün mahlûkâtın ibadetlerini Cenâb-ı Hakk’a takdim etmemize vesile olan namaz, bizi Allah’a en çok yaklaştıran ibadettir. Namaz içinde ise, secde hali Allah’a en yakın olduğumuz andır. “Kulun Allah’a en yakın olduğu an, onun secde hâlidir.” hadis-i şerifiyle de sabit olan bu hakikat, secde ettiğimizde başımızı yere, dolayısıyla bir manada toprağa, koymamızla alakadardır. Toprağın hususiyetleri, manevî dünyamızla olan alakası ve temsil ettiği hakikatler incelendiğinde mesele daha iyi anlaşılmaktadır. Kışın ölen veya ölü gibi uykuya geçen mevcudatın, bahar aylarında Cenâb-ı Hakk’ın izniyle yeniden canlanması, nazarlarımızı toprağa çekmemize vesile olmaktadır. Kışın üzerlerine yağan kar ile kefenlerini giyen mevcudat, bahar aylarında karların erimesiyle tekrar canlanmaktadır. Bu umumi canlanma hâdisesi öldükten sonra dirilmenin ve haşrin isbatı olmaktadır. Mevcudatın bahar aylarında tekrar canlanması ile ilgili olarak, müsebbibü’l-esbâb olan Cenâb-ı Hakk’ın yarattığı sebebler arasında herhalde birinci sırada toprak gelmektedir. Bitkiler, Allah’ın izniyle topraktan beslenmekte ve hayvanlar da ya toprakta yaşamakta, ya da toprakta yetişenlerden yiyerek beslenmektedirler. Hal böyle olunca, dünyanın kalbi toprak olmaktadır. Dünyayı farklı ve yaşanabilir kılan üstündeki toprak tabakasıdır. Toprak tabakası dünyanın büyüklüğüne nisbeten ince bir tabaka olmakla birlikte, işlev olarak en mühim kısmıdır. Ayrıca toprak, tevazuu simgeler. Mevlânâ Hazretlerinin “Tevazuda toprak gibi ol” nasihati de bu hususta mühim bir düsturu hatırlatmaktadır. Çünkü toprak, hayatın can damarı olduğu ve eşref-i mahlûkat olan insan topraktan yaratıldığı halde, ayaklar altında mütevazı bir vaziyettedir. Bu mütevazı cihetiyle de, en yüksek semavattan yani gök katlarından Cenâb-ı Hakk’a daha yakındır. Cenâb-ı Hakk’a ulaştıracak yol, topraktan geçer. Bütün mahlûkâtın beslendiği, insanların yaşadığı ve Hayy ve Kayyûm isimlerinin tecellilerinin açıkça göründüğü bir yerdir, toprak. Nasıl ki, rahmet su ile gelir. Öyle de hayat ve hayatlandırma, toprak ile gerçekleşir. Toprakta biten rengârenk çiçekler, güneşin beyaz ışığının içindeki yedi rengin ortaya çıkmasını sağlar. Ancak havada ve suda, güneşin bu yedi rengi görünmez. Havada güneşin ışığı, suda ise güneşin görüntüsü görünür. Toprağın bu özellikleri, niçin Allah’a en yakın olduğumuz halin, alnımızı toprağın üstüne koyduğumuz namazdaki secde hali olduğunu bize göstermektedir. Alnımızı yere koyup, bütün mahviyetimizle (alçakgönüllülük) Cenâb-ı Hakk’ın karşısında gereksiz ve temelsiz kibrimizden kurtulabiliriz. Çünkü secde, her şeyimizle birlikte Allah’a teslim olmaktır. Bize ait olduğunu zannettiğimiz ne varsa, hakiki sahibinin Cenab-ı Hakk olduğunu ikrar etmektir. Bize emanet edilen ve aslında bize ait olmayan maddî ve manevî bütün varlığımızla Allah’a sığınırız secde vasıtasıyla. Secde ile mâsivâdan soyunarak, yalnız Rabbimizle baş başa kalırız. Mirac’ın bir numunesi olan namazda bizi Allah’a en çok yaklaştıran özelliği ile İslâm’ın en önemli nişanlarından biridir secde. Ve Müslümanlar olarak sadece Allah’a secde edeceğimiz için, secdenin ruh dünyamızdaki yeri ve bizde bıraktığı tesir çok farklıdır. Namazın dışında, kimi zaman secde ayetlerini okuduğumuz ya da dinlediğimiz için secde ederiz. Kimi zaman da şükür için secdeye kapanır; hamdimizi Rabbimize, bu O’na en yakın olduğumuz hal ile bildiririz. Kimi zaman ise, günahlarımızın mahcubiyetinden gözyaşları ile secdeye kapanırız. Bazen de dualarımızı secde ile tamamlarız. İşte topraktan yaratılmış canlılar olan biz insanlar, yine toprağa alnımızı koyarak Cenab-ı Hakk’a yaklaşırız. Toprakta biten sebzelerden ve meyvelerden yiyerek hayatımızı devam ettiririz. Topraktan çıkan sularla susuzluğumuzu gideririz. Ahirete gideceğimiz zaman ise toprağa geri döner ve kıyameti bekleriz. O zaman bu kadar ünsiyet ettiğimiz topraktan ve vakti geldiğinde kabre girip yatmaktan korkmamalıyız. Kaynaklar: 1- Mesnevî-i Nûriye, Sayfa 229-230

Hz. Ebu Bekir’in (ra) en önemli sıfatlarından biri olan; cihat zamanında meydanda koşturmak, ganimet dağıtılırken sessizce kaybolmaktır. Adetullaha ve sünnet-i seniyyeye riayet ederek kulluk vazifemizi ihlasla ve istikametle yapmak, mesulü bulunduğumuz insanları hayra ve hakka güzelce davet etmektir. “Bir kavmin efendisi, o kavme hizmet edendir”1 sırrınca efendi olmanın şartı hizmet etmektir. Vazife ve hizmet kelimeleri benzer manalarda kullanılmakla beraber, aralarında bazı nüanslar bulunur. Vazife, bir makam tarafından verilen mesuliyet ve memuriyeti; hizmet ise, bu vazifeyi ifa noktasında çekilen meşakkat ve zahmeti ifade eder. Mesela risalet bir vazife ise, ubudiyet ve tebliğ risalet vazifesinin hizmeti olur. Bundan dolayı hizmetin ehemmiyeti vazifenin kıymetine, vazifenin ehemmiyeti ise vazifeyi veren makamın büyüklüğüne bakar. Dolayısıyla büyük bir makamdan verilen kıymetli bir vazifenin hizmeti ehemmiyetlidir, ücreti büyüktür. Aynı hizmeti, belki daha fazla bir hizmeti, vazifesiz biri yapsa o ücreti kazanamaz. Vazife verilmesinde en önemli nokta vazife verilen kişinin istidat ve liyakatidir. İstidadı olmayan birine önemli bir vazife verildiğinde, büyüklenme içine girer. Büyüklenmek ise, insanlar arasındaki uyumu bozarak fesada sebep olur. Bunun için herkesi istidadı nisbetinde vazifelendirmek ve terfi’ ettirmek lazımdır. *** Bununla beraber bazen en küçük bir asker bir hizmete meselâ düşman ordusuna hafiyeliğe gider, kumandan gidemez veyahut küçük bir talebenin yaptığı işi büyük bir âlim yapamaz. Çünkü büyük adamın her şeyde büyük olması gerekmez. Herkes kendi kabiliyetleri noktasında ve kendi sanatında büyüktür. Bu noktada Bediüzzaman Hazretleri şöyle der: “Hükûmetin intizamında, her memura istidadı nisbetinde, vazife derecesinde, hizmet miktarınca ücret vermek lâzımdır.”2 Vazifelendirmede diğer önemli vasıf ise liyakattir. Sadece vazifeye ve ondan gelecek makam ve menfaate talip olup hizmetten uzak durmak, yerinde bir efendilik ve liderlik değildir. Tam aksine hizmete talip olmak, ücret ve mükâfat istememek büyük bir kemaldir. Bu vasıflar itibariyle vazifeye layık olunmak vardır. Efendi sadece emir veren, kontrol eden, kenara çekilip işi takip eden değildir. Bilakis hizmeti yüklenen, sonra bu hizmeti hakkıyla yapmak ve genişletmek için kendine omuzdaş bularak o hizmeti paylaşandır. Efendi ve liderin ön çekmediği, başlatmadığı bir hizmetin yürüme ve inkişaf etme ihtimali çok azdır. Bu noktada vazife alan ve hizmeti yapan kişinin sahip olması gereken en önemli vasıflar ise, intisab (bağlılık) ve itaattir. Kişi itaat ve intisabının ölçüsünde vazifeye liyakat kazanır. Hizmetinin hakkını vererek, kolaylık ve lütuflara mazhar olabilir. Karşılaştığı zahmet ve meşakkatlere, vazife veren zata intisabından gelen manevi güçle dayanabilir. İntisabdan gelen muazzam kuvveti Bediüzzaman Hazretleri şu temsillerle anlatır. “Memuriyet ve intisabdan ileri gelen bir kuvvetle ve kolaylıkla, karınca, Firavunun sarayını başına yıkar, baş aşağı atar. Sinek, Nemrut’u gebertip cehenneme atar. Bir mikrop, en cebbar bir zalimi kabre sokar.”3 *** Burada intisabın derecesi ise ihlas ve sadakat yani samimiyet ve doğrulukla alakalıdır. İhlas ve samimiyeti ne derece ziyade ise, muvaffakiyeti o derece ziyade olur. Vazife ve hizmetin kıymetini anlamada ve hakkını vermede diğer önemli nokta ise, vazife şuuru ve farkındalıktır. Çünkü her vazife sahibi, bir vakit sonra külfet ve meşakkatlerle yorularak ve gaflet basarak vazifenin ehemmiyetini unutmaya, Cenâb-ı Hakk’ın hizmet içine koyduğu lezzeti hissetmemeye başlar. Eksik, noksan ve sıkıntılı noktalarla meşgul olarak menfi bir nazarla vazifeden soğumaya doğru gidebilir. Bundan dolayı aşk ve şevkle hizmet etmek için daima vazifenin ehemmiyetini zihinlerde taze tutmak ve severek hizmet etmek gerekir. Bu hususta Bediüzzaman Hazretleri talebelerini şöyle teşvik ediyor: “Ey kardeşlerim! Dikkat ediniz: Vazifeniz kudsiyedir, hizmetiniz ulvîdir. Her bir saatiniz, bir gün ibadet hükmüne geçebilecek bir kıymettedir. Biliniz ki, elinizden kaçmasın!”4 *** Efendimiz (asm), “Hepiniz çobansınız ve hepiniz sürünüzden mesulsünüz”5 hadisiyle de liderliğin insanlara hizmet etme makamı olduğunu ifade etmiştir. Sürünün idaresinde çoban, öne geçerek sürü içinde kendisini dinleyen ve lider vasfa sahip olan birini peşinden çağırır. Sürü de kendilerinden lider birinin hareketlenmesiyle kolaylıkla harekete geçer. Ama sürünün arkasına geçerek sopa kullanarak, icbar ederek sürüyü harekete geçirmek, hem zor ve zahmetli hem de muvaffakiyeti azdır. Bunun için lider bir hizmet yapacaksa önce kendisi bir adım atacak, bununla beraber yanına da söz dinleyen -mümkünse lider vasıflı- birini alarak hizmetine başlayacaktır. Arkasından diğerleri de zahmetsiz bir şekilde hem de gönüllü olarak katılırlar, dahası sahiplenirler. Bu umumi bir kaidedir. Sürekli yaptığımız işlerde de geçerlidir. Mesela bir yerde oturan bir grubu namaza kaldırmak istiyoruz. On kere söylesek düşük bir ihtimaldir ki kalkıp cemaat oluşsun. Ama eğer bir kez davet edip sonra sözümüzü dinleyen birini kaldırarak namaza başlasak herkes hareketlenir. Adeta fiili bir müdahele var gibi harekete geçerek namaza kalkarlar. Bununla beraber insan fıtraten hizmet eden ve çalışan liderini sever. Severse sözünü dinler ve onun yolundan gider. Sevmek ve sevilmek sözün tesir etmesinde, fiiliyata dönüşmesinde çok önemlidir. Efendimiz (asm) risalet vazifesini insanlara tebliğ ederken, önce güzel ahlakıyla insanların kalplerini kazanmıştır. Bunun neticesinde Ebu Süfyan’ın ifadesiyle, ne Rum kayserinin ne İran kisrasının ulaşamadığı bir hürmet ve itaat görmüştür. Bunun için Bediüzzaman Hazretleri “Vazifemiz hizmettir”6, “Bu zamanda her şeyin fevkinde, hizmeti imaniye bir kudsi vazifedir”7 der. Yani vazifeye terettüb eden ücret, makam ve menfaatleri hiç nazara almadan, hizmetin bizzat kendisini vazife bilmektir. Hz. Ebu Bekir’in (ra) en önemli sıfatlarından biri olan; cihat zamanında meydanda koşturmak, ganimet dağıtılırken sessizce kaybolmaktır. Adetullaha ve sünnet-i seniyyeye riayet ederek kulluk vazifemizi ihlasla ve istikametle yapmak, mesulü bulunduğumuz insanları hayra ve hakka güzelce davet etmektir. Kaynaklar: 1- Kenzü’l-Ummal, c. 6, Hn: 17517, 175182- Muhakemat s. 1003- Mektubat 1 s. 1054- Mektubat 2 s. 415- Sahih-i Buhari, Kitabu’l-Ahkâm, Bab 16- Kastamonu Lahikası s. 1057- Kastamonu Lahikası s. 110

Allah’ın yasaklarını çiğnemek ve haramlara bulaşmak Müslümanın ruhunu tahrip ediyor, kalbini zedeliyor, şevkini kırıyor. O halde tüm kuvvetimizle haramlara açılan kapılardan Allah’a sığınmalıyız. Şübhesiz ki “Rabbimiz Allah’tır” deyip, sonra (ihlâs ile) dosdoğru olanların üzerine (ölüm ânında, kabirde ve haşir meydanında): “Korkmayın, üzülmeyin ve va‘d olunup durduğunuz Cennetle sevinin!” diye melekler iner.1 Allah’ın sevdiklerini sevin! Allah’ı tüm kalbinizle sevin! Allah’ın kelamından ve zikrinden usanmayın! Allah’ın kelamından kalbinize kasvet gelmesin!2 Bu dünya memleketine ve misafirhanesine gelen her bir misafir gözünü açıp baktıkça akıllara durgunluk veren hummalı bir faaliyet, kalbe sürur ve sevinç veren muhteşem bir hareketlilik, ruha huzur ve neşe veren muazzam bir faaliyet görecektir. Toprağın altındaki varlıklardan tutun, üstündeki bitki ve ağaçlara kadar, denizlerden tutun gök kubbede akıp giden güneşe ve aya kadar her bir varlık aşk ve şevkle durmaksızın, bıkmadan usanmadan, tam bir intizamla, gayet kemalde bir itaatle vazifelerini yerine getirmektedir. Elbette varlıkların bu şevk ve cezbeyle çalışmaları bir Kadir-i Zülcelalin haşmet ve rububiyyetini göstermekle beraber, bizlere de güçlü ve etkili bir şevk dersi vermektedir. İmana ve Kur’an’a hizmet eden her bir âdem ehl-i şevk olmalıdır. Risale-i Nur’un en temel düsturlarından birisi şevk-i mutlaktır. En zor zamanlarda, en sıkıntılı anlarda Risale-i Nur’un verdiği feyiz ve bereketle ve coşkun iman dersleriyle bu ümmet dinsizlik belasını bertaraf etmiştir. Nefsani arzuları tahrik edilip imansızlaştırılmak istenen gençler, Risale-i Nur’un verdiği manevi zevk ve şevkle imanlarını kurtarmışlardır. Evet, dünyevî bütün lezzetlerin fevkinde büyük bir zevk Risale-i Nurlar’da mevcuttur. Bütün hislerimize ve duygularımıza yetecek azîm bir şevk Nurlar’da vardır. O halde bütün mevcudiyetimizle Risale-i Nur hakikatleriyle meşgul olmalıyız. Hakikate ve marifetullaha erişmek için kalp dağınıklığına sebep olan malayani ve heyecan veren daireleri bir tarafa bırakıp vaktimizi, merakımızı, zevkimizi, şevkimizi lüzumlu ve kıymetli işlerde sarf etmeliyiz. Zira Sevgili Peygamberimiz (sav), “Kişinin kendisine faydalı olmayan ve kendisini ilgilendirmeyen şeyleri terk etmesi Müslümanlığının güzelliğindendir” buyuruyor. Çünkü malayani ve geniş dairelere dikkat eden ve onlarla meşgul olan bir kimse, kısa bir daire içinde vazifedar olduğu ehemmiyetli hizmetlerinden geri kalır ve şevki kırılır. Bugün, sosyal medya ve internet gibi bir kısım teknolojik vasıtalar beşeriyetin faidesi için kullanılması gerekirken, maalesef insanların kısm-ı ekserisi hevesata, lüzumsuz, malayani şeylere kullanmaktadır. Bu da insanları tembelliğe sevkedip çalışma şevkini kırmaktadır. O halde asıl vazifemizi unutmamalı heyecan verici dairelerde ömrümüzü telef etmemeliyiz. Şevki kıran ve çalışma azmini söndüren en temel unsur haramlardır. Allah Resülü (sav) bir hadis-i şeriflerinde “Binalarda haramdan sakının zira haram binaları harap eder” buyuruyor. Evet, insanın vücudu da bir bina gibidir. Her hangi bir uzuvla işlenen haram o vücudun harabına sebep olabilir. Allah-u Teâlâ’nın emir ve yasaklarına riayette insanı tembelliğe sevk edebilir. Nasıl ki bir zaman Cenab-ı Hak İsrailoğullarına komutan olarak Talut’u seçmişti. Talut askerleriyle birlikte cihada giderken önlerine bir nehir çıktı. Askerlerine “Allah sizi bir nehirle imtihan edecek. Eliyle bir avuç alan müstesnâ, kim ondan kana kana içerse benden değildir” dedi. Fakat içlerinden pek azı müstesna, ondan içtiler. Ve nehri geçince “Bugün Câlût ve ordularına karşı bizim takatimiz yoktur” dediler. İçtikleri su midelerini doldurdu, fakat cihat ruhunu kaybettiler. O an ki ihtiyaçlarını gördüler ancak mücadele azmini yitirdiler. Çok az bir menfaat kazanıp azim bir kârı ellerinden kaçırdılar. Yere yığılıp öylece kaldılar. Demek ki Allah’ın yasaklarını çiğnemek ve haramlara bulaşmak Müslümanın ruhunu tahrip ediyor, kalbini zedeliyor, şevkini kırıyor. O halde tüm kuvvetimizle haramlara açılan kapılardan Allah’a sığınmalıyız. Risale-i Nurlara hizmet ederken elde edilen muvaffakıyetin ve şevkin bir ikram-ı ilahi ve inayet-i Rabbani ve dahi Kur’an’ın bir kerameti olduğunu unutmayalım. Zira Risale-i Nur davasında Abdulkadir Geylani Hazretlerinin himmet ve duaları vardır. Hz. Ali’nin (kv) tasarrufları ve takdirleri vardır. Her safhasında Rabbimizin inayeti, ihsanı ve ikramı vardır. O halde Üstadlarımızın büyük gayret ve fedakârlıklarla bizlere miras bıraktıkları bu Nurlar’a hep birlikte sımsıkı sarılalım. Aşk ve şevkimizi diri tutalım. Muhtaç gönüllere bu hakikatleri ulaştıralım. Bütün mevcudiyetimizle ‘Bismillah’ deyip her daim yeniden başlayalım. Kaynaklar: 1- (Fussilet/30 )2- Ahmed Badla, “Rasulullah’ın (sav) Hutbeleri” Türkçe-Arapça, Siyer Yayınları, 2016

“Ne zaman kılıç sesleri yükselse, savaş hızlansa Resûlüllahı (asm) arardı gözlerimiz” diye ifade buyurmaktadır, Allah’ın Arslanı Hz. Ali Kerremallahü Veche. Biliriz. Tasavvur ederiz. Hissetmeye çalışırız. Birazcık da olsa yaklaşırız, ağır aksak tahayyüllerle cesaretin kaynağına. Cesaretin ta kendisine. Peygamber Efendimizin (asm) “İnsanların en cesuruydu” vasfına. Lakin; Onlar (ra) gibi arar mı gözlerimiz bu zamandan, mesafeleri ortadan kaldırarak. Yeri geldiğinde sığınır mı ardına O’nun (asm). Bizim de yüreklerimiz sahabe enginliğiyle çarpıverir mi cihad meydanlarında. Düşündük mü hiç? * Düşünelim… Bir yanda kılıçların, diğer yanda kalemlerin gölgesindeki cihadı… Bir yanda maddisi diğer yanda manevisi cihadın… Kılıç şakırtıları yok, manevi libasta; fakat an olur ki ona eşdeğer vaziyetlerde yüreklerin çarpıntısı duyulur derin frekanstan… Cihad meydanı manada… Vuruşma manada… Kılıçlar manada… Sesler manada… Kalb çarpıntıları manada… Hepsi ama hepsi manada. ** Değişmeyen bir şey var: Kumandan-ı A‘zam (asm) Sığınılacak dağdır O (asm) Gözlerin aradığıdır her hen- gamda O (asm) Yüreklerce safları birbirine bağlayan ve safların ardınca dizildiği imamdır O (asm). *** Zamanların meydanları ve iklimleri başka başka olur. Lakin değişmez olan bir şey vardır. O da: O’nu (asm) aramak, O’nu (asm) unutmamak. Ashabın cenk meydanında aradığı ve gözlediği gibi… 14 tane asrın her birinde olduğu gibi şu ahir asrın cihad meydanında da aynı şuura, aynı bakışa, aynı arayışa muhtacız. Hayat gemisinin her dalga karşısında dalgalanmasında, çalkanmasında pusulamız olacak, yolumuzu tenvir edecek Sünnet-i Seniyye nurlarına her zamankinden daha çok ihtiyacımız var. Manevi cihadın en yüksek seviyeden çarpışmalarında O’nu (asm) arayan baş ve kalb gözlerimiz, O’nun (asm) Sünnetine tutunmakla yüreklenecektir. O’nun (asm) Sünnet-i Seniyyesiyle aramızda bulunduğu şuuru cihad meydanlarını zafer meydanlarına çevirecektir biiznillah. **** Kalem yüreğe yön gösterir. Fikirler akar, hisler siner beyaz sahifelerin numaralarca akışı boyunca. Sesler gelir, kalem ile kâğıdın kucaklaşması anında; ardında manevi cengin birbirine karışan bir dolu sesleri kalır, akıl ve kalb meydanında. Alttan alta çizgilerin siperinde bir irşadi ilerleyiş başlar ve devam eder üç taraftan çevrilmiş çenber içerisinde. Görülen ve tefekkür edilen “akışta demetlenmiş bir manevi kâinat”tır. Cihad aynı yöne, Rehber aynı… Kulaklar “men temesseke bi sünneti…” sadasında. ***** Elbette kalemlerin eşliğinde yazılan manevi cihada değer. Yüce Allah şahs-ı manevinin sarf ettiği mürekkebleri mahşer günü şehidlerin kanıyla müvazene etsin, o kıymette yapsın İnşallah. Amin…

Aydınlanma ile birlikte Batı düşüncesi, Kilise’nin baskıcı ve tek tipçi tahakkümünden kurtulmanın coşkusunu yaşadı. Bu coşku onu, din dışındaki bütün bilgi kaynaklarına müfritâne bir şekilde yönelmeye itti. Kısaca, “bilginin kaynağı, dinden uzak olsun da nasıl olursa olsun” dedi Batı. Bugün içine düştüğümüz bu tek gözlü, maddeci seküler bakışın geçmişinde aklî değil, böyle bir duygusal alt yapı vardır gerçekte. Antik Yunan’ın Tanrılarla dolu mitolojik baskısının ardından, Skolastik dönemde de, Kilise aforozu ile endülüjansı arasında sıkışıp kalan akıllar başka ne yapabilirdi ki? İnsan aklını teslis inancı ve kilise tahakkümü arasında esir eden Ortaçağ paradigması, 1600’lerden itibaren ciddi bir dönüşüme uğradı. -Şu da bir gerçektir ki, toptan bir Ortaçağ karalaması, modernizmin abartılı ve adaletsiz bir söylemidir. Batı’nın bize anlattığı gibi gerçekte tamamen karanlık bir Ortaçağ Avrupası yoktur- Çağın ruhu artık değişmiş ve Batılı burjuva için yeni bir özgür alan oluşmuştu. Üstelik bu özgür alan, yeni keşfedilen ticaret yollarının sunduğu ticari imkânlarla da alakalıydı. Gellner’in sanayi toplumları için söyledikleri, o dönemin ticaret toplumlarına da uyarlanabilir. Ticaretin yeni keşfedilen imkânlarla geliştiği bu dönemin toplumu, hareketli olduğu oranda özgürlükçüydü de. Düşünce, hangi şartlar nedeniyle olursa olsun, eskiye göre daha özgür bir ortamda, kendisini daha coşkun bir şekilde var edip inşa edebildi. Böylece aydınlanma aklı, bilginin imkânını vahyin dışındaki başka kaynaklarda aramaya başladı. Batı’nın Seküler Deneyciliği ve Akılcılığı Özetle Batı, deneycilik ve akılcılık (aydınlanma akılcılığı) olarak iki başlığa indirgenebilecek bilgi kuramları arasında gelip gitmeye başladı. Örneğin; Locke zihni bir “tabula rasa” yani boş bir levha olarak görüyor ve insanın doğuştan hiçbir bilgiyi getirmediğine inanıyordu. İnsanın bilgisinin kaynağı duyulardı. Daha sonraları katı bir sensatiolisme yani duyumculuğa evrilecek bu anlayış, aklı adeta yok hükmünde kabul etmeye başladı. Rasyonalizmin öncülerinden olan Alman filozof Leibniz ise, insan zihninin bizatihi kendisinin doğuştan gelişine vurgu yapıyordu. Ona göre aklî doğrular deneysel/tecrübî doğrulardan daha üstündü. Sonuçta deney doğrularının imkânına da akıl karar veriyordu. İşte Aydınlanma ile birlikte Batı düşüncesi bu iki bilgi kaynağına, akılcılık ve duyumculuğa itibar etmeye başladı. Kant ise, geliştirdiği eleştirel/tenkîdî yöntemle bu iki bilgi kaynağını uzlaştırmaya çalışırken; ruh, Yaratıcı gibi metafizik/mâ ba’ det tabi’a kavramları, ne aklın ne de deneyin asla ulaşamayacağı müteal (aşkın/transendental) kavramlar olarak betimliyor/tasvir ediyor ve bu kavramları bilgi alanının dışına çıkarıyordu. Böylece aydınlanma düşüncesi, tamamen onun oluşmasına etki eden duygusal ve kültürel sâiklerle “vahyi” bilgi kaynağı olmaktan çıkarmıştı. Bu sâiklerin başında Kilise örnekliğinde tecessüm etmiş dini bilginin “kötü” olduğu şartlanması bulunuyordu. İmam Mâturidî ise, henüz 9. yüzyılın sonlarında Batı’nın bugün içine düştüğü epistemolojik/bilgi nazariyesine dair krizi aşmayı başarmıştı. Mâturidî’ nin Kitabu’t-Tevhîd’i İslam dünyasının genelinde kabul gören bir “bilgi nazariyesi” ile başlıyordu. Bilginin kaynağı konusunda zıt kutuplara savrulan aydınlanma aklının aksine, Mâturidî’nin kuramında tecessüm eden Müslüman aklı için bilginin kaynakları oldukça açıktı. Ona göre bilginin kaynakları üçtü ve bu epistemoloji (bilgi felsefesi) nazariyesi henüz Batı’nın ulaşamadığı bir bütüncül bakışı haber veriyordu. İmam Maturidî’de Bilginin Kaynakları İmam Mâturidî’ye göre bilginin birinci kaynağı “a’yan” yani duyulardı. Deneyim yoluyla algıladığımız bütün o varlıklar gerçekten vardı. Yani “eşyanın hakikatleri sabitti.” Varlığın yokluğunu iddia etmek imkânsızdı. Demek ki, Locke’nin bilginin kaynağı olarak “deney”i vurgulamasından 800 yıl kadar önce İslam dünyası ve bilhassa da ehl-i sünnet düşüncesi, duyuların bilginin kaynağı olduğu konusunda kesin bir bilgi kuramına sahipti. İmam, bilgi edinme yollarının en üstünü olarak algıyı görür ancak duyuların zayıflığı, algılanacak şeylerin uzaklığı, hacimsiz olması veya çok küçük bir hacme sahip olması gibi sebeplerle algıda yanılmanın mümkün olduğunu vurgular. İmam’a göre bilginin ikinci kaynağı “haberler”dir. İmam, insanın kendi doğup gelişmesinin bile haberler yoluyla kendisine iletildiğini vurgulayarak, haberlerin bilgi kaynağı oluşunu inkâr etmemizin kendi varlığımızı inkâr etmek olacağını vurgular. Örneğin, nüfus cüzdanındaki bilgiler, bizimle ilgili bugüne ulaşan haberlerdir. Bu haberlerin dışında akrabalarımızın da bizimle ilgili anlattıkları vardır ki, bu haberleri de inkâr etmeyiz. Yine insanın yaşaması ya da bilimi, teknolojiyi geliştirmesi için gerekli bilgi de insana haberler yoluyla ulaştırılmaktadır. Derste okuduğumuz kitaplar, gazete ve dergiler buna örnektir. Bilhassa tarih bilimi, geçmişten bugüne iletilen haberlerden oluşur. Mâturidî bu konuyla ilgili verdiği pek çok misalden yola çıkarak, vahyin ve sahih hadisin de bilgi kaynağı olduğunu kesin bir dille vurgular. Ancak o mütevatir haberin bile hadis âlimleri tarafından iyice incelendikten sonra bilgi kaynağı olarak kabul edilmesinden yanadır. O müçtehitlerin icmasını da bu kategoride güvenilir bilgi kaynağı olarak değerlendirir. İmam bu düşüncesiyle, Aydınlanma düşüncesinin bugün içine düştüğü ve postmodernizm, yapıbozum gibi kavramlarla adlandırdığı güven bunalımının reçetesini de verir. İnsanlık vahyin yani Kur’ân’ın haberlerine güvenmelidir. Yoksa insan için tutunacak bir dal, basılacak sabit bir zemin kalmayacaktır. İnsanlığın bugünkü bunalımın sebebi de işte bu zeminsizlik problemidir. İmam Mâturidî için üçüncü bir bilgi kaynağı akıl yani “istidlal” yöntemidir. Ona göre Allah Kur’ân-ı Kerim’de akıl yürütme yöntemlerini kullanmış ve bizlere öğretmiştir. Aydınlanma düşüncesinin “ratio”ya yani akla vurgu yapmasından yaklaşık bin yıl önce, Kur’ân insanı akletmeye teşvik etmiştir. İmam, çeşitli ayetlerden örneklerle Kur’ân’ın “akla” verdiği önemi açıklar. Hatta o, “akıl yürütmeyi inkâr eden kimsenin elinde onu reddetmek için akıl yürütmekten başka kanıt yoktur” diyerek, 800 yıl öncesinden Descartes’e “cogito ergo sum/düşünüyorum öyleyse varım” yolunu da göstermiştir. İtikâdî Eser Yazma Geleneği Bu okuduğunuz yazının başlıca kaynak eseri olan Kitabu’t-Tevhîd (İmam Mâturidî), İmam-ı Azam’ın Fıkhu’l-Ekber’i, İmam Eş’arî’nin El İbâne An Usuli’d-Diyane’si gibi genel itibariyle itikada dair konulara değinen bir eser olması yönüyle de günümüze bir örneklik teşkil ediyor. İnançsızlığın bu seküler dönemler kadar yaygın olmadığı o “iman çağlarında” bile bu kadar itikâdî eser ortaya konulduğuna göre, her mahallede yüzlerce ateistin yaşadığı, inançsızlığın medya ve eğitim yoluyla zihinlerimize oluk oluk aktığı bu seküler dönemlerde yazılacak itikâdî eserlere ne denli muhtaç olduğumuz anlaşılacaktır. Bu noktadan bakıldığında, çağın bu manevi boşluğunu ve seküler kesifliğini keşfeden Bediüzzaman’ın tamamen itikadî konulara yönelmesi tesadüf olmasa gerek. İnancın bu denli saldırıya uğradığı böyle -ultra seküler- bir dönemde, inancımızı savunan eserler yazılmamış olsaydı şaşırmamız gerekecekti aslında. Çünkü Kitabu’t-Tevhîd örneğinde gördüğümüz gibi İslam’ın ilk çağlarından bu yana ehl-i Sünnet omurganın ilk ve öncelikli vurgusu, Fıkhu’l-Ekber’e, yani İslam’ın iman esaslarına vurgu yapan “en büyük fıkha” yöneliktir. Çünkü İslam binasının temeli imandır/tevhîddir ve orada herhangi bir çatlak olması durumunda, bugünün dünyasında sıkça olduğu gibi, bütün İslam binası zarar görecektir. Hulasatü’l-Beyan İmam Mâturidî’nin ve genelde de İslam âleminin bilgi kuramı, modern epistemolojik anlayıştan 800-900 yıl önce (hatta çok daha önce) oluşturulduğuna göre, o nazariyeyi modern bağlamın paradigmasıyla anlamlandırmaya çalışmak anakronik (geçmişi bugünden yola çıkarak değerlendirici) bir çaba olacaktır. Yapmamız gereken, zihnimizi modern bağlamın bu seküler zindanından çıkarıp, Kur’an kaynaklığında oluşan kendi medeniyet bağlamımıza/siyak-sibakımıza yeniden dâhil olmaktır. İslâmî düşüncenin bilgi kaynakları arasında görüldüğü üzere “vahiy ve hadis” önemli bir yer tutmaktadır ve biz bugün bu kaynakları modernizm adına yok saymamalıyız. Dahası aydınlanma felsefesinin doğuşundan en az bin yıl önce kabul ettiğimiz, vahiyle aydınlanmış deneyin ve aklın rehberliğini, -modern bağlama dâhil olmadan- kendi medeniyet siyak sibakımızda yeniden ihya ve inşa etmeliyiz. Bunu neredeyse bin yıl boyunca başardık, şimdi de başarabiliriz. Yeter ki kendimizi Batı merkezci anlayışlarla değil, kendi ilim ve medeniyet dünyamızda doğmuş kaynaklar yoluyla tanımlayalım. İmam Mâturidî’nin Kitabu’t-Tevhîd’i bu kaynaklardan sadece birisi ama en önemlilerinden birisi… Modern çağ sayesinde yabancılaştığımız gerçek dünyamızın şifreleri orada… Bizim dünyamızın, bizim medeniyet evimizin şifreleri o gibi eserlerde… O halde hâlâ ne duruyoruz? Artık eve dönmemizin vakti gelmedi mi? Kaynaklar: Arslan, Ahmet; Felsefeye Giriş, 2016, Ankara.Gellner, Ernest; Uluslar ve Ulusçuluk, 1992, İstanbul.Maturîdî, Ebu Mansur Muhammed b. Muhammed b. Mahmud, Kitâbü’t-Tevhîd, (Çev. Bekir Topaloğlu), 2016, Ankara.

İslam’ın hayat şeklini yani, Kur’an ve Sünneti muhafaza edip diğer nesillere aktaran cemaat ve tarikatları eleştirmek veya kötülemek, İslam kültür ve medeniyetine bir saldırıdır. Yeni gelecek nesillerin bağını İslam’dan koparmaya çalışmaktır. Dünya üzerinde özellikle Batı toplumlarında, dünyanın çeşitli yerlerindeki El-Kaide gibi, DAİŞ gibi olumsuz örnekler öne sürülerek, İslam ve Müslümanlar hakkında kötü propaganda yapılmaktadır. Hatta bu propaganda o kadar ileri gitmiştir ki, İslam eşittir terörizim’, Müslüman eşittir ‘terörist’ algısı oluşturulmaya çalışılmaktadır. Bu ve benzeri propagandaların bir yansıması ve ülkemizdeki karşılığı olarak toptancı bir bakış ve kötü örnekler üzerinden bir genelleme ile cemaat ve tarikatlar hakkında da olumsuz konuşmalar ve davranışlara şahit olmaktayız. Memleketimizde cemaat ve tarikatlara karşı olumsuz fikirlerin yaygınlaşmasının sebebi bu tarz propagandalar olduğu gibi, önemli bir sebebi de elbette 15 Temmuz hadisesidir. Bu olaydan sonra bilerek veya bilmeyerek, tarihi derinliği olan ve memleketin manevi imarını gerçekleştiren ehl-i sünnet cemaatler ve tarikatlar kötülenmekte ve insanlara “cemaat ve tarikatlardan uzak durun” mesajı verilmektedir. Bin senedir bu memleket için çalışan, gayret eden, canını, malını her şeyini feda etmekten çekinmeyen bu manevi yapılar hakkında şunu söylemek isteriz: Nasıl ki, bir şehir veya bir coğrafya veya bir ülkenin içinden çıkan birkaç kötü insan yüzünden o şehir veya o coğrafya veya o ülke kötülenemez. Aynen bunun gibi, bir Müslümanın veya bir gurubun yaptığı hata bütün Müslümanlara mal edilemeyeceği gibi, İslam dinine de mal edilemez. Bundan dolayı bütün Müslümanlar ve İslam kötülenemez. Yine bir kısım insanların veya bir grubun yaptığı hatalar yüzünden bütün İslami cemaatler ve tarikatlar kötülenemez. Bütün cemaatler ve tarikatlar hatalı veya kötü demek, tamamen yanlış bir toptancılık olup insafsız, belki de kötü niyetli bir yaklaşımdır. Çünkü İslami bir kaidedir ki “Bir günahkâr başkasının günahını yüklenmez”.* İslam’da herkesin hakkı haktır. Küçüğüne büyüğüne bakılmaz. Babası yüzünden çocuğu veya çocuğu yüzünden babası veya akrabası sorumlu tutulamaz. Bir gemideki on kişiden dokuzu masum, biri cani olsa, o gemi batırılmaz. Bir grubun hatasından dolayı bütün cemaatleri eleştirmek ve potansiyel suçlu olarak kabul etmek yanlıştır. Bunu yapanlar ister iyi niyetli, ister kötü niyetli olsun, netice itibariyle, insanları İslam’dan soğutmak ve uzaklaştırmak demek olduğu için çok büyük zararları ve tehlikesi olduğu muhakkaktır. İslam’ın hayat şeklini yani, Kur’ an ve Sünneti muhafaza edip diğer nesillere aktaran cemaat ve tarikatları eleştirmek veya kötülemek, İslam kültür ve medeniyetine bir saldırıdır. Yeni gelecek nesillerin bağını İslam’dan koparmaya çalışmaktır. Cemaat ve tarikatların hepsine toptancı bir anlayışla bakarak uzak durmak, onlardaki birçok hakikati ve güzelliği görememek olduğu gibi; çok daha önemli olan kötülükleri terk etmek, imanını kuvvetlendirmek, iyi insanlarla birlikte olmak, ahiretine yatırım yapmak gibi faydalardan ve değerlerden uzak kalmak demektir. Ehl-i insafı, dikkate ve insafa davet ediyorum… * Zümer Suresi, 7

Günümüz toplumuna baktığımızda, varlığının amacından, hayatının gayesinden habersiz yaşayan, tek derdi dünya olan dünyevî şeylerden başka bir şey düşünmeyen ve konuşmayan, sayısız insan görüyoruz. Müslüman bir toplumda yaşadığımız halde, insanların İslamiyet’i yaşamakta zorlanmasının, İslam’dan bu derece uzak olmasının sebebi, İslam’dan uzak bir hayat anlayışının toplumda hâkim olmasından kaynaklanmaktadır. Kişi bulunduğu ortamdan ister istemez etkilenmektedir. Bu hususta, Peygamberimiz (sav) şöyle buyurmuştur: “İyi arkadaşın hali, misk kokularını satan insanın haline benzer. Sen onun yanına gittiğin zaman sana güzel kokularından ikram eder, ikram etmese de, onun yanında dura dura o güzel kokular senin üzerine siner. Kötü arkadaşın hali, deri tabaklayan insanın haline benzer. Onun yanına gittiğin zaman, körüğünden sıçrayan kıvılcımlar senin üzerini yakar. Yakmasa bile, onun yanında dura dura o pis kokular senin üzerine siner.” Peygamberimiz bu ifadeleriyle, insanın içinde bulunduğu çevreden ister istemez etkilendiğini ortaya koymaktadır. Toplumu oluşturan insanların kısm-ı ekserisi Allah Resülü’nun (sav) ahlakıyla ahlaklanmaktan ve sünnet-i seniyesini yaşamaktan uzak olduğundan, bu insanlarla sürekli zaman geçirmek, aynı ortamı sürekli olarak paylaşmak; İslami bir çevre edinmek ve İslamiyet’i hakkıyla yaşamak isteyen Müslüman fertler için, elbette zor bir durumdur. Bu durum, özellikle yaşadığımız fitne asrında, halisane İslamiyet’i yaşamak isteyen Müslümanların birlik ve beraberliğini zaruri kılmaktadır. Efendimiz Aleyhisselatü Vesselam şöyle buyurmuştur: “İki kişi bir kişiden hayırlıdır, 3 kişi 2 kişiden hayırlıdır, 4 kişi 3 kişiden hayırlıdır. Size cemaati tavsiye ederim, cemaat olunuz. Muhakkak ki Allah, ümmetimi ancak hidayet üzere cem’ eder.” (İmam Suyutî, Dürrül Mensur, c. 2, s. 290) Cenab-ı Hak Al-i İmran Suresi’nin 104. ayetinde, “O hâlde içinizden, hayra davet eden ve iyiliği emredip kötülükten men eden bir topluluk bulunsun! Ve işte kurtuluşa erenler, ancak onlardır” buyurmaktadır. Ayet-i kerime ve hadis-i şeriflerde bahsedilen cemaat (topluluk) ulemanın ittifakıyla ehl-i sünnet ve’l-cemaati teşkil eden günümüze kadar varlıklarını korumuş ve halisane devam eden tarikat ve cemaatleridir. Hak olan ve hak yolda giden cemaat ve tarikatların topluma olan faydalarını maddeler halinde şöyle özetleyebiliriz. Ebedi saadetin vesikası olan iman hakikatlerini anlamayı ve yaşamayı kolaylaştıran bir vasıta olması hasebi ile ahirete faydası vardır. Toplu olarak hücum eden küfür ve ahlaksızlığın karşısında ferdi şahısların dehası ne kadar harika da olsa, bireylerin küfür seline karşı iman, şevk ve ümitlerini muhafaza etmesi çok güçleşir. Toplu halde gelen bu menfi akımlara karşı kişi manevi bir topluluğun yani bir tarikat veya cemaatin içinde bulunmakla, ancak kendini muhafaza edebilir. Üstad Bediüzzaman Hazretleri, birlikteki kuvveti şöyle anlatır: “Dört kere dört ayrı ayrı olsa, on altı kıymeti var. Eğer sırr-ı uhuvvet ve ittihad-ı maksat ve ittifak-ı vazife ile tevafuk edip bir çizgi üstünde omuz omuza verseler, o vakit dört bin dört yüz kırk dört kuvvetinde ve kıymetinde olduğu gibi, hakikî sırr-ı ihlâs ile, on altı fedakâr kardeşlerin kıymet ve kuvvet-i mâneviyesi dört binden geçtiğine, pek çok vukuat-ı tarihiye şehadet ediyor.” Fertler, ahir zamanda maneviyatı imha etmeye çalışan yüzlerce günaha karşı kişi bir dille mukabele edemez. Bu yüzden insan bir cemaatin veya tarikatın şahs-ı manevisine dâhil olarak samimi ve sadık dayanışma sırrıyla hususen birbirlerinin umumen bütün ehl-i imanın arkasında yaptıkları hayır dualarıyla bin taraftan hücum eden günahlara karşı bin dille mukabele ederler. İnsanın manevi cihaz ve duygularını işletip kâmil bir insan olma yoluna sevk ettiği için, hem dünya noktasından hem de ahiret noktasından faydalıdır. Gösteriş, bencillik ve yapmacık haller gibi manevi hastalıkları iyileştirmek ve bunun yerine ihlas ve güzel ahlaka sevk etmektir. İslam’ın hayat tarzının yani Kur’an ve sünnetin toplu olarak yaşanmasıyla birbirine aktarılması neticesinde muhafazasına vesiledir. İmanı kuvvetlendiği gibi insanlara faydalı olmak şuuru verir. Takvayı artıracağı için hile, rüşvet aldatma gibi yanlış şeylerden uzak durmaya vesiledir. Yalnızlık vahşetinden kurtarır. İyi insanlarla dostluk kurduğu için iyi bir çevre edinmeye vesile olur. Kötülükleri terk etmeye vesiledir. Allah’tan korkmayı ve ahireti düşündürdüğü için emniyeti bozacak hadiselerden kavga ve kargaşalardan uzak kalmaya sebep olur. Bütün bunlardan yola çıkarak şunu dememiz mümkündür: İnsanın tek başına İslam’ı yaşa/ya/mayan bir toplum içerisinde İslam’ı yaşaması oldukça güçtür. Eğer gerçekten bir fert İslam’ı yaşamak istiyorsa, ya toplum bütün kurum ve kuruluşları ve halkı ile İslami hassasiyetlerle çerçevelenmelidir, ya da İslami hassasiyete sahip bir çevre edinmelidir.

Lügatte, “gidilecek yol, izlenecek usul, hal ve gidiş” anlamındaki tarikat, ıstılah olarak “Allah’a ulaşmak isteyenlere mahsus âdet, hal ve davranış” demektir.1 Diğer bir ifadeyle; Allah’a ulaşmak maksadıyla tutulan yol; bir mürşide bağlanıp belli şartlara uyarak ahlâkını güzelleştirmeyi, kötülüklerden arınmayı, tevhidin hakikatine varmayı ve Allah’a ulaşmayı amaç edinen tasavvuf yoludur.2 Tarikat ifadesi, İslam geleneği içerisinde ortaya çıkan tasavvuf akımının çeşitli ekoller halinde kurumsallaşması üzerine, bu ekollerin her biri için kullanılan bir kavram haline gelmiştir. Bununla beraber tasavvufu da tarikatla aynı manada kullananlar olmuştur. Günümüzde de tarikat ve tasavvuf genellikle aynı anlamda kullanılır. Tasavvuf; Allah’ın hoşnutluğunu kazanmak ve Peygamberimizin (sav) ahlakıyla ahlaklanmak için insanın nefsini manevi kirlerden temizleyerek, ruhunu tekâmül ettirme, olgunlaştırma yoludur. İnsanın, Allah’ın birliğinin zevkini bütün benliğinde hissederek kendi iç âleminin derinliklerine ve dış âlemin sırlarına ermek için takip ettiği düşünce ve amel sistemidir.3 Tarikatlar gelişi güzel meydana gelmiş gruplar değillerdir. İslam dininin esasatını muhafaza etmek ve bu doğrultuda yaşamak için ortaya çıkmış ve İslam’ın ilk dönemindeki sahabelerin yaşantısını örnek almaya çalışmış gruplardır. Cenab-ı Hakk’a vasıl olacak tarîkler pek çoktur. Bütün hak tarîkler Kur’an’dan alınmıştır. Fakat tarikatların bazısı, bazısından daha kısa, daha selametli, daha umumiyetli oluyor.4 Tarikatları: Zühd ve ibadet yolunu seçerek namaz ve oruç gibi temel vecibeleri fazlasıyla yerine getirmeyi kendine şiar edinenler; Tasfiye ve mücahede yolunu seçerek, İslam’ı yaşamakla beraber, “nefis terbiyesi”ni (insanın kendisini kötü ve yanlışlardan koruması) kendine düstur edinen tarikatlar; Aşk ve muhabbet yolunu seçerek İslami yaşayış yanında “Aşk”ı (Allah aşkı, sevgi, hoşgörü) kendine rehber edinen tarikatlar; olarak sıralamak mümkündür.5 Bu yolda iki metod kullanılır. Seyr-i enfüsi ve seyri afaki. Seyr-i enfüsi: Kalbine bakar. Nefisten başlar. Benliği deler geçer. Hakikati bulur. Sonra dış âleme bakar. Her şeyi nurani görür. Nefsinde gördüğü hakikatleri dış âlemde de görür. Bunun en önemli esası enaniyeti kırmak, hevayı terk etmek ve nefsi öldürmektir. İkinci yolda ise önce dış âleme bakar. İlahi isimlerin ve sıfatların tecellilerini görür. Sonra nefsine döner bakar. Küçük ölçekte o nurları kalbinde de görür. Aradığı maksada kavuşur.6 Tasavvufî düşüncenin gayesi, Kur’an-ı Kerîm ve Peygamber Efendimizin (sav) sünnetleri ışığı altında kalbi merkeze alarak, Allah’ı tanımak ve iman hakikatlerini kalbe köklüce yerleştirmektir. Şirin, nuranî, neşeli, ruhanî ve kalbi bir kudsi hakikat olan tasavvuf; marifet ve iman hakikatlerinin keşfedilmesi için miracın gölgesinde kalp ayağıyla ruhani bir seyirdir. Zevk ve hal ile Kur’an’ın ve imanın hakikatlerini müşahede etmektir. İlahi zikir ve tefekkür bu seyrin anahtarıdır. İslamiyet’te kemale ermenin bir sırrı, ilahi nurlara nail olmanın bir sebebi, manevi ilerlemenin bir madeni, feyiz almanın bir menbaıdır. Bu seyr ü sülûk-u kalbînin ve hareket-i ruhaniyenin anahtarları ve vesileleri, zikr-i İlahî ve tefekkürdür. Bu zikir ve fikrin güzellikleri saymakla bitmez. Tasavvufun en mühim esası ihlastır. İhlası kazanmayan o yolda gezemez. En keskin kuvveti ise muhabbettir. Çünkü muhabbet sevgilisinde bahaneler aramaz. Kusurlarını görmek istemez.7 Bu cihetle Cenab-ı Hakk’ın emirlerini yaşamak için bütün benliğini ve muhabbetini ibadete ve zikre ve rızayı ilahiye ye yönlendirmeğe çalışır. Yani tasavvuf; kötü huylara karşı devamlı uyanık ve teyakkuzda olmaktır. Beşerî sıfatlardan sıyrılıp melekî sıfatlar ve ilâhî ahlâkla muttasıf olma hâlidir İslâm’ı ve imanı, kulluğun gerektirdiği şekilde ahlâkı, özü ve rûhu ile yaşama tarzıdır. Bediüzzaman Hazretleri, “Tarikatın gaye-i maksadı, marifet ve inkişaf-ı hakaik-i imaniye (imani hakikatlerin inkişaf etmesi) olarak, Mi'rac-ı Ahmedî (sav)’nin gölgesinde ve sayesi altında kalb ayağıyla bir seyr ü sülûk-u ruhanî neticesinde, zevkî, halî ve bir derece şuhudî hakaik-i imaniye ve Kur’âniyeye mazhariyet; tarikat, tasavvuf namıyla ulvî bir sırr-ı insanî ve bir kemal-i beşerîdir.”8 der. İmam Rabbani Hazretleri de; “Bütün tariklerin nokta-i müntehası, hakaik-i imaniyenin vuzuh ve inkişafıdır.”9 der. Yine İmam Rabbani Nakşibendi tarikatını kısaca şöyle tavsif eder: Tarik-i Nakşî’de iki kanad ile sülûk edilir. Yani: Hakaik-i imaniyeye sağlam bir surette itikad etmek ve feraiz-i diniyeyi imtisal etmekle olur. Bu iki cenahta kusur varsa, o yolda gidilmez. Öyle ise tarik-i Nakşî’nin üç perdesi var: Birisi ve en birincisi ve en büyüğü: Doğrudan doğruya hakaik-i imaniyeye hizmettir ki, İmam-ı Rabbanî de (ra) âhir zamanında ona sülûk etmiştir. İkincisi: Feraiz-i diniyeye ve Sünnet-i Seniyeye tarîkat perdesi altında hizmettir. Üçüncüsü: Tasavvuf yoluyla emraz-ı kalbiyenin izalesine çalışmak, kalb ayağıyla sülûk etmektir. Birincisi farz, ikincisi vâcib, bu üçüncüsü ise sünnet hükmündedir.10 Sonuç olarak, tasavvuf ve tarikat, hakikat aracı olmaktan çıkmamalıdır. Gaye olmamalıdır. Temel esas hükmüne geçseler; o vakit şeriatın hükümleri, emirleri ve Sünnet-i Seniyeye tabi olmak, sadece görünüşte kalır; kalb öteki tarafa yönelir. Yani: Namazdan ziyade zikir halkasını düşünür; farzlardan ziyade, evradına bağlanır; büyük günahlardan kaçmaktan ziyade, tarikat adabının muhalefetinden kaçar. Hâlbuki şeriatın hükümleri ve emirleri olan farzların bir tanesine, tarikat evradı karşılık gelemez; yerini dolduramaz. Tarikatın adabı ve tasavvufun evradı, o farzların içindeki hakikî zevke medar-ı teselli olmalı, menşe olmamalı. Yani: dergâhı, câmideki namazın zevkine ve tadil-i erkânına vesile olmalı; yoksa câmideki namazı çabuk resmî kılıp, hakikî zevkini ve kemalini dergâhta bulmayı düşünen, hakikatten uzaklaşır.11 Kaynaklar: 1- TDV İslam ansiklopedisi cilt: 40 sayfa, 95.2- Kubbealtı 3- Kubbealtı 4- Bediüzzaman Said Nursi, sözler, s, 82.5- Osmanlı Devleti'nin Tarikat, Tekye ve Zaviyelere Karşı Takip Ettiği Siyaset; ÖZDEMİR R. Bu makalenin kısa bir özeti Fırat Üniversitesi tarafından Elazığ'da 29-30 Nisan 1993 tarihleri arasında tertiplenen “Hoca Ahmet Yesevi Sempozyumu” ile Erciyes Üniversitesi'nce 26-29 Mayıs 1993 tarihleri arasında Kayseri'de tertiplenen “Milletlerarası Hoca Ahmet Yesevi Sempozyumu”na tebliğ olarak sunulmuştur.6- Bediüzzaman Said Nursi, Mektubat-2, s, 332.7- Bediüzzaman Said Nursi, Mektubat-2, s, 336.8- Bediüzzaman Said Nursi, Mektubat-2, s, 329.9- Bediüzzaman Said Nursi, Mektubat-1, s, 15.10- Bediüzzaman Said Nursi, Mektubat-1, s, 15-16.11- Bediüzzaman Said Nursi, Mektubat-2, s, 338-339.

“Rahman (olan Allah)’ın yarattığında hiçbir düzensizlik göremezsin! Haydi, gözü(nü) çevir (de bir bak), hiçbir çatlak görecek misin? Sonra gözü(nü) tekrar tekrar çevir (ve yine bak); o göz (aradığı kusuru bulamadan) zelil ve bitkin bir hâlde sana dönecektir!” (Mülk, 3-4) “(Onlar) gökler ile yerin yaratılışı hakkında (derin derin) düşünürler. (Ve şöyle derler:) 'Rabbimiz! (Sen) bunları boş yere yaratmadın; sen (bundan) münezzehsin, artık bizi ateşin azabından muhafaza eyle!” (Al-i İmran, 192) Yüce Allah, bu ayetlerde olduğu gibi Kuran’ı Kerim deki birçok ayette “Gece ve gündüzün deveranına, semavat ve arzın yaratılışına, rüzgârlara ve nice mahlûkata dikkat çekip “Hiç düşünmez misiniz? Hiç akıl etmez misiniz? ” diyerek bizleri düşünmeye sevk edip akla atıflar yapmıştır. Onu tanımadan, bilmeden ibadet etmek, Kur’an’ın bizlere göstermiş olduğu tefekkür mesleğinden uzaktır ve bizlere asıl neticeyi kazandıramayacağı için âlimlerce çok da makbul sayılmamıştır. Bu sebeple ayet ve hadiste hep şuurlu hareket etme, farkında olma, bilme ve tanımaya vurgu yapılmıştır. Çünkü insan bir şeyi tanırsa onu daha iyi bilir. Daha iyi bilirse, hakkıyla o şeyin gerektirdiği şeyleri yapmaya çalışır. Evet, biz Allah’ı ne kadar isim ve sıfatlarıyla bilirsek, o kadar onu iyi tanırız ve tanıdıkça, ona karşı muhabbetimiz ve haşyetimiz artar. Tarikatta asıl olan, teslimiyettir. Tarikata intisap eden şahıs şeyhine son derece teslimiyet ve bağlılık göstermek zorundadır. Hatta tarikatta “Mürid, şeyhin elinde gassalın elindeki ölü gibi olmalıdır” sözü yaygındır. (Keza geçmişteki tasavvuf büyüklerinin sözleri de itirazsız kabul edilir. Yanlış telakki edilen şeyde bile, yanlışlık söyleyende değil, anlayanda kabul edilir.) Tasavvuf mesleğinde ise, nefis terbiyesi önemli bir yer tutar. Az yemek, az uyumak, az konuşmak ve nefsini ayaklar altına almak ve cismani hayattan bir derece sıyrılmakla, maneviyatta yükselmeyi hedeflemişlerdir. Seyr-i sülûkta yol almak ve riyazet önemli düsturlarındadır. Rabıta yapmak, çile çekmek mühim hakikatlerindendir. Hâlbuki sahabelerde bu usuller pek görünmemiştir. İfade ettiğimiz bu yöntemlerden ziyade kendilerine Kur’an ve Sünneti esas yapmışlardır ve hayatlarını onlara göre düzenlemişlerdir. Tarikatta kurbiyet-i İlahiyenin tezahürü vardır. Yani kulun Allah’a ibadetlerle yaklaşması ve bunun için çabalaması vardır. Hâlbuki sahabe mesleğinde akrebiyet-i ilahiye hâkimdir. Yani Allah’ın kulunu hususi ihsanıyla kendine celb etmesi. Bu, velayet-i kübra dediğimiz sahabe mesleğidir. İşte Risale-i Nur da bu yoldan yani sahabe mesleğinden gidiyor. Bizlere kâinat kitabını okuyarak, ikna ve ispat metoduyla iman hakikatlerini kolay ve rahat anlaşılır bir surette takdim eder. Tasavvuf yoluna girmeden, fakat buradan hâsıl olacak neticeleri daha rahat şekilde vererek ve bu zamanın ihtiyaçlarına uygun olarak, seyr-i sülûk ile değil, ilim üzerinde durarak daha kolay, daha sağlam bir şekilde insanları hakikate ulaştırmayı hedefler. Risale-i Nur tarikat değildir. Fakat tarikat insanları “zahirden hakikate ulaştırdığı” gibi, Risale-i Nur da aynı vazifeyi, faaliyeti yapmaktadır. Zahirden Hakikate Geçmek Nedir? Zahir, Bu gördüğümüz şehadet âlemi, sebepler âlemi, madde âlemidir. Yaşadığımız bu şehadet âleminde eşyanın kendi kendine var olduğu, her şeyin sebeplerle meydana geldiğini görürüz. Hâlbuki bu, görünüşte böyledir. Hakikatte ise bütün eşyayı, varlıkları icad eden ve onları varlıkta, ayakta tutan Allah’ın kudretidir. Keza bütün meydana gelen hadiseler yine onun kudretiyle, isim ve sıfatlarıyladır. Sebeplerin arkasındaki müessir, hakiki güç Allah’ın kudretidir. Zahirden hakikate geçmek; Bu şehadet âleminin (madde âleminin) ötesindeki eşyanın ve hadiselerin künhüne, sırrına vakıf olabilmek, onların hakikatine erebilmektir. Diğer ifadeyle kâinatta Allah’ın tecelli eden isim ve sıfatlarını, kudretini, hikmetini yakînî* olarak müşahede edebilmektir. Tasavvuf, ibadetler üzerinde yoğunlaşarak yüz yıllar boyunca insanları bu sırra mazhar etmeye çalışmış ve sayısız evliya yetiştirmiştir. Risale-i Nur ise tasavvuf faaliyeti yapmadan, bu zamanın ihtiyaçlarına uygun olarak, nafile ibadetleri de göz ardı etmeden, ilim üzerinde durarak insanları hakikate ulaştırmaktadır. Üstad şöyle der: “İ’lem Eyyühel-Aziz! Tevfik-i İlahî (Allah’ın yardımı) refiki (yardımcısı) olan adam, tarîkat berzahına girmeden zahirden hakikate geçebilir. Evet, Kur’ an’dan, hakikat-ı tarîkatı -tarîkatsız- feyiz suretiyle gördüm ve bir parça aldım. Ve keza maksud-u bizzât (asıl maksat ve gaye) olan ilimlere alet ilimlerini okumaksızın îsal edici (ulaştırıcı) bir yol buldum. Serîü’s-seyr olan (hızlı hareket eden) bu zamanın evlâdına, kısa ve selâmet bir tariki (yolu) ihsan etmek, rahmet-i hâkimenin şânındandır.” Tarik / Tarikat Üstadında ifade ettiği üzere bizi hakikat mesleğine götüren iki yol vardır. Birisi tarikat berzahından geçerek, manevi mertebeler aşarak hakikate ulaşmak. Bu ise iman kalelerinin tarumar olduğu bu zamanda çok zorlaşmıştır. Diğeri ise; hiç tarikat berzahına girmeden, sahabe ve tabiine has olan, hakaik-i Kur'aniyeden tereşşuh eden nurlar ve burhanlar ile hakikate gitmek. İşte Risale-i Nur bu zamanda bu hakikat mesleğinin öncülüğünü yapmaktadır. Tarikatlar insanı Allah’a ulaştıran yollardır. Risale-i Nur muhteva olarak tarikat değildir, fakat tarikat gibi o da insanları Allah’a ulaştıran bir tariktir, yoldur. Risale-i Nur bir tarikat değildir, fakat tarikattan beklenen ve istenen gayeleri, neticeleri talebesine kazandırır. Üstelik Risale-i Nur yalnızca nur talebeleri için yazılmış bir eser olmayıp, bütün ehl-i imana hitap eder. * Bir şeyi şüphesiz olarak tam ve doğru şekilde bilme. Kesin ve sağlam bilgi

Üstad Bedîüzzaman, meşrep tassubu yaparak ehl-i tarikati, tarikati bırakarak kendine tabi olmaya çağırmamış, tam tersine tarikati övmüş, fakat ehl-i tarikatin Risâle-i Nûr’a da sahip çıkmasını istemiştir. Onların hem tarikat faaliyetini hem de iman hizmetini yapmasını istemiştir. Risalelerde tasavvuf ele alınırken genel olarak şu beş madde üzerinde durulur: Ehl-i keşif ve ehl-i keramet olan evliyanın vahdaniyete, risalete ve haşre delil olmaları.1 Tasavvufa hücum edenlere karşı tasavvufun müdafaa edilmesi. Tasavvufla ilgili bazı konuların izah ve ispatının yapılması.2 Vahdetü’l-Vücudla ilgili konuların tahlili. Risâle-i Nûr mesleğinin tasavvuf mesleğinden farklı oluşu ve bu farkların izahı.3 Tasavvufun tarifi Tasavvufun değişik tarifleri yapılmıştır. Risale-i Kuşeyri’de tasavvuf büyüklerinden naklen elliye yakın tarif aktarılır. Bütün tariflerden yola çıkarak kısaca “Tasavvuf; nefis terbiyesi yaparak, insanı Allah’a ulaştıran bir meslektir” demek uygundur. Üstad Bediüzzaman “Tarîkat nedir?” sorusunu şöyle cevaplandırır: “Tarikatın gaye-i maksadı, marifetin ve iman hakikatlerinin inkişafıyla, Mi’rac-ı Ahmedî’ nin (sav) gölgesinde ve sayesi altında kalb ayağıyla bir seyr ü sülûk-ı ruhanî neticesinde, zevkî, halî ve bir derece şuhudî iman ve Kur’ân hakikatlerine mazhariyet; “tarikat”, “tasavvuf” namıyla ulvî bir sırr-ı insanî ve bir kemâl-i beşerîdir.” Tarihi seyir İslâm’ın ilk yüzyıllarında fıkıh, tefsir, hadis ilmi oluşurken, tasavvuf da oluşmaya, şekillenmeye başladı. Başlangıçta Hasan Basri, İbrahim Ethem gibi zatlarla bir zühd ve takva hareketi olarak ortaya çıkan tasavvuf, zamanla kendine has ıstılahi kavramlarıyla İslam’ın deruni, zengin bir dünya görüşü halini aldı. Bilhassa İmam Gazali, Abdülkadir Geylani ve Muhyiddin Arabî ile tasavvuf İslâm âleminde büyük bir şöhrete erişti. İslâm tarihinde yüzyıllar boyunca medreseler, zahiri ilimlerin; tekkeler ise, batınî ilimlerin tahsil edildiği mekânlar oldu. Zaman zaman tekke-medrese arasında çatışmalar yaşandıysa da, çoğunlukla bu iki müessese birbiriyle uyum içinde yaşadı. Tasavvuf Aleyhtarlığı ve Risâle-i Nûr Tasavvufa yönelik en büyük tenkit bilindiği gibi İbn-i Teymiye’den geldi. Günümüzde de İbn-i Teymiye fikirleri etrafında oluşmuş Vehhabilik, (Vehhabilikten etkilenmiş grup ve şahıslar) İbn-i Teymiye’nin tasavvuf aleyhtarlığını devam ettirmektedir. Risâle-i Nûr’un bazı yerlerinde “Zaman, tarikat zamanı değildir.” ifadesinden dolayı Üstadın da tasavvufa, tarikata düşman olduğu zannedilir. Zannedilenin aksine Üstad, tarikata düşman değildir ve ehl-i sünnet dairesindeki ehl-i tarikata ciddi taraftardır. Üstad “Telvihat-ı Tis’a” adlı risalesinde tarikata hücum edenlere karşı tarikatı müdafaa eder. Orada tarikatın kıymet ve ehemmiyeti hakkında şöyle der: “Velâyet, bir hüccet-i risalettir; tarikat, bir burhan-ı şeriattır. Çünkü risaletin tebliğ ettiği iman hakikatlerini, velâyet bir nevi şuhud-u kalbî ve zevk-i ruhanî ile aynelyakin derecesinde görür, tasdik eder. Onun tasdiki, risaletin hakkaniyetine kat’î bir hüccettir. Şeriatın ders verdiği hükümlerin hakikatlerini, tarikat zevkiyle, keşfiyle ve ondan istifadesiyle ve istifazasıyla o ahkâm-ı şeriatın hak olduğuna ve haktan geldiğine bir burhan-ı bâhirdir. Evet, nasıl ki velâyet ve tarikat, risalet ve şeriatın hücceti ve delilidir; öyle de, İslâmiyet’in bir sırr-ı kemâli ve medar-ı envârı ve insaniyetin, İslâmiyet sırrıyla bir maden-i terakkiyâtı ve bir menba-ı tefeyyüzâtıdır.” (…) “Daire-i takvadan hariç, belki daire-i İslâmiyet’ten hariç bir suret almış bazı meşreplerin ve tarikat namını haksız olarak kendine takanların hatalarıyla, günahlarıyla tarikat mahkûm olmaz. Tarikatın dinî ve uhrevî ve ruhanî çok mühim ve ulvî neticelerinden sarf-ı nazar, yalnız âlem-i İslâm içindeki kudsî bir rabıta olan uhuvvetin inkişafına ve inbisatına en birinci, tesirli ve hararetli vasıta tarikatlar olduğu gibi, âlem-i küfrün ve siyaset-i Hristiyaniyenin, nur-u İslâmiyet’i söndürmek için müthiş hücumlarına karşı dahi, üç mühim ve sarsılmaz kale-i İslâmiyeden bir kalesidir. Merkez-i hilâfet olan İstanbul’u beş yüz elli sene bütün âlem-i Hristiyaniyenin karşısında muhafaza ettiren, İstanbul’da beş yüz yerde fışkıran envâr-ı tevhid ve o merkez-i İslâmiyedeki ehl-i imanın mühim bir nokta-i istinadı, o büyük camilerin arkalarındaki tekkelerde “Allah, Allah” diyenlerin kuvvet-i imaniyeleri ve marifet-i İlâhiyeden gelen bir muhabbet-i ruhaniye ile cûş u huruşlarıdır. İşte, ey akılsız hamiyetfuruşlar ve sahtekâr milliyetperverler! Tarikatin, hayat-ı içtimaiyenizde bu hasenesini çürütecek hangi seyyiatlardır, söyleyiniz.”4 “Zaman, Tarikat Zamanı Değildir” Üstadın “Zaman, tarikat zamanı değildir” sözüne gelince; onun bu sözden maksadı, “Tarikat batıldır veya tarikatın miadı doldu, bundan sonra tarikatla gidilmez” demek değildir. Ancak bu söz “Günahların yaygınlaştığı, bid’atların arttığı, küfrün hücum ettiği şu zamanda, yalnızca nefis terbiyesi yapmakla, Allah’a ulaşmaya çalışmakla, Müslümanların problemlerini çözemeyiz, halledemeyiz” demektir. Şöyle ki: İslâm tarihinde küfür ve bid’ atla mücadele, medresenin (kelâm âlimlerinin) bir özelliği olarak görülür. Tekke, ehl-i küfür ve bid’atla değil, imanı olan kimselerle ilgilenmiş, onların nefsini terbiye etmeye çalışmıştır. Bu yüzden tekke münazara, delil, ispat usulüyle değil, telkin usulüyle hareket etmiştir. Âlimlerin kitaplarıyla, mutasavvıfların kitablarına bakıldığı zaman bu daha net görülür. Bu yönüyle medrese ve tekke adeta bir vazife paylaşımı yapmış gibi görünmektedirler. İmam Gazali kelâmcılarla mutasavvıfları, hac yolculuğuna çıkmış kervanla, onların muhafızlarına benzetir. Hacca giden kafile mutasavvıflar, muhafızlar ise kelâmcılardır. Zaman zaman küfür ve bid’ atla mücadele eden ehl-i tarikat olmuştur, fakat bunlar azınlıkta kalmıştır. (İşgalcilere karşı Libya’da Senusilerin, Kafkaslarda İmam Şamil’in direniş faaliyetleri farklı bir olaydır.) Tarikatte asıl olan, teslimiyettir. Tarikata intisap eden şahıs şeyhine son derece teslimiyet ve bağlılık göstermek zorundadır. Hatta tarikatta “Mürid, şeyhin elinde gassalın elindeki ölü gibi olmalıdır” sözü yaygındır. (Keza geçmişdeki tasavvuf büyüklerinin sözleri de itirazsız kabul edilir. Yanlış telakki edilen şeyde bile, yanlışlık söyleyende değil, anlayanda kabul edilir.) Hâlbuki günümüzdeki Batı felsefesi ve medeniyetinin yaygınlaşmasıyla insanların teslimiyeti kırılmıştır. Ehl-i tarikatın haricindeki insanların ekseriyeti bu teslimiyeti göstermiyorlar. Kimileri inancını kaybetmiş veya vesveselere düşmüştür. Kimi dinin bir kısmını kabul ediyor, bir kısmını “Aklım almıyor!” diye inkâr ediyor. Pek çokları bidatlare girmiş, mezhepleri tarikatları inkâr edenler olmuştur, kimileri de bu teslimiyetin kırılması yüzünden fısk ve fucura düşmüştür. Böyle bir ortamda, teslimiyetle bu problemleri halletmek imkânsız hale gelmiştir. Bu problemleri halletmek delil ve ispatla, insanları ikna ve tatmin etmekle mümkündür. Risâle-i Nûr delil ve ispatla Allah’ı inkâr eden münkirlerden, bidate düşmüş insanlara varıncaya kadar insaflı pek çok kimseyi ikna ederek doğru yola getirmiştir. Üstad 5. Mektup risalesinde Ehl-i tarikatın, tarikat faaliyeti yapmakla beraber, imana hizmet konusuna da ağırlık vermesi gerektiğini söyler. Bu mektup için şöyle der: “Şeriatın bir hizmetkârı ve bir vesilesi olan tarîkata mensub bazı zâtların, tarîkata fazla ehemmiyet verip ona kanaat ederek, hakaik-i imaniyenin neşrinde tembellik ve lâkaydlık gösterdikleri münasebetiyle yazılmış. Ve velâyetin üç kısmını beyan edip, en mühim tarîkat olan velâyet-i kübra, (sırr-ı verasetle sünnet-i seniyeye ittibâ ve neşr-i hakaik-i imaniyede ihtimam) olduğunu ispat eder. Ve tarîkatların en mühim gayesi ve faidesi ve müntehası olan inkişaf-ı hakaik-i imaniye, Risâle-i Nûr ile dahi olabildiğini ve Risâle-i Nûr’un eczaları o vazifeyi, tarîkat gibi, fakat daha kısa bir zamanda gördüğünü gösteriyor.”5 *** Üstad Bedîüzzaman, meşrep taassubu yaparak ehl-i tarikati, tarikati bırakarak kendine tabi olmaya çağırmamış, tam tersine tarikati övmüş, fakat ehl-i tarikatin Risâle-i Nûr’a da sahip çıkmasını istemiştir. Onların hem tarikat faaliyetini hem de iman hizmetini yapmasını istemiştir. Bu konuda bazı ifadeleri şöyledir: “Nurlar, mektebleri tam nurlandırmağa başladı. Mektep şakirdlerini medrese talebelerinden ziyade Nurlara sahib ve naşir ve şakird eyledi. İnşâallah medrese ehli yavaş yavaş hakikî malları ve medrese mahsulü olan Nurlara sahib çıkacaklar. Şimdi de çok müftülerden ve çok âlimlerden Nurlara karşı çok iştiyak görülüyor ve istiyorlar. Şimdi en mühim tekkeler ehli, ehl-i tarikattir. Bütün kuvvetleriyle Nur Risâlelerini nurlandırmaları ve sahib çıkmaları lâzım ve elzemdir.”6 “Şimdiye kadar ben yalnız iman hakikatini düşünüp ‘Tarikat zamanı değil, bid’alar mani oluyor’ dedim. Fakat şimdi sünnet-i Peygamberî dairesinde bütün on iki büyük tarikatin hülâsası olan ve tariklerin en büyük dairesi bulunan Risâle-i Nûr dairesi içine, her tarikat ehli kendi tarikati dairesi gibi görüp girmek lâzım ve elzem olduğunu bu zaman gösterdi. Hem ehl-i tarikatin en günahkârı dahi çabuk dinsizliğe giremiyor, kalbi mağlub olamıyor. Onun için onlar tam sarsılmaz, hakikî Nurcu olabilirler. Yalnız mümkün olduğu kadar bidatlere ve takvayı kıran büyük günahlara girmemek gerektir.”7 “Daireye girmeden evvel bulduğu şeyhini daireye girdikten sonra da her ferd, o şeyhini ve o mürşidini dairede muhafaza edebilir. Fakat şeyhi olmayanlar daireye girdikten sonra ancak daire içinde mürşid arayabilir.”8 1 . Bkz. Şua'lar, s. 111, 120 (Ayete'l-Kübra, 10. Ve 16. Mertebe), Mektubat, s. 316 (8. Pencere), Haşir Risalesi, 8. Hakikat. 2 . 29. Mektup’un, 9. Risalesi olan “Telvihat-ı Tis’a” bütünüyle tasavvuf ve tarikata tahsis edilmiştir. Bu risale için Üstad “Ehl-i tarîk olana ve olmayana bir iksir-i a’zam ve çok faydalı bir tiryaktır.” der. 9 telvih olan bu risalenin kısa bir fihristi şöyledir: Birinci Telvih: Tarikatın tarifi ve tarikatın insan kalbini işlettirip, inkişaf ettirdiğini beyan eder. İkinci Telvih: Kalbin işlemesi, zikir ve tefekkürle olduğunu ve zikrin dünyevi faydalarını beyan eder. Üçüncü Telvih: Velâyet, hüccet-i risalet ve tarîkat, bir bürhan-ı şeriat olduğunu ve tarikata hücum edenlerin yanlışlığı anlatılır. Dördüncü Telvih: Tarikatte afaki ve enfüsi iki seyr olduğu, bazen bu seyri tamamlayamayanların hatalara düştükleri, hatta bazen sapıttıkları anlatılır. Beşinci Telvih: Vahdetü’l-Vücud mesleğinin yanlış olduğu izah edilir. Altıncı Telvih: Velâyet yolları içinde en güzeli ve en müstakimi, sünnet-i seniyeye ittibâ olduğunu ve velâyetin esaslarının en mühimmi, ihlas ve en keskin kuvveti, muhabbet olduğunu beyan ederek; bu dünya dârü’l-hizmet olduğundan ve dâr-ı ücret ve mükâfat olmadığından, tarîkatın lezaizini ve ezvak ve keramatını kasden taleb etmemek lâzım geldiğini beyan eder. Yedinci Telvih: Tarîkat ve hakikat, şeriatın hâdimlerinden olduğunu; tarîkat ve hakikatin en yüksek mertebeleri, şeriatın cüz’leri bulunduğunu; tarîkat ve hakikat, vesilelikten çıkmamak ve daima şeriata tebaiyette kalmak lüzumunu beyan edip, “Sünnet-i seniye ve ahkâm-ı şeriat haricinde evliyâ bulunabilir mi?” suâline merak-aver bir cevab verir. Sekizinci Telvih: Tarîkatın sekiz varta-i mühimmesini beyan eder. Dokuzuncu Telvih: Tarîkatın pek çok semeratından gayet şirin ve güzel dokuz adedini beyan eder. 3 . Risâle-i Nûr mesleği ile tarikatın mukayesesi için bkz. Mektubat, c. 1, s. 202. (28. Mektub, 3. Mesele) 4 . Mektubat, c. 2, s. 295. (Telvihat-ı Tis’a, Üçüncü Telvih). 5 . Mektubat, s. 144. (Fihrist Risalesinden) 6 . Haşiye: İşte mühim bir nümunesi: Seydişehirli Hacı Abdullah’ın bütün mensubları hem Kastamonu’da hem Isparta’da hem Eskişehir’de Risâle-i Nûr dairesini kendi tarikat daireleri telakki etmişler ki, onlardan Nurlara rastlayanlar, takdirkârane sahib çıkıyorlar. Onlara bin bârekâllah! 7 . Emirdağ Lâhikası. 8 . Lem’alar, Altınbaşak Neşriyat, s. 300.

Bu ay kapağa Risale-i Nur, tarikat ve cemaatleri taşıdık. Çünkü yaşadığımız 15 Temmuz süreci, millet olarak bize hem çok şey öğretti, hem büyük mesuliyetler yükledi. Hem de herkesin imtihanını -hem kendi bünyesinde hem de topluma karşı- fark etmesini ve yaşamasını sağladı. Bu cümleden şunu kastediyorum; din ve cemaat kisvesi altında FETÖ’nün devlete ve millete kastetmesi, -zamanla mukayyet olsa da- nazarları bir kez daha ehl-i sünnet tarikat ve cemaatlere çevirdi. Bu hadise, aslında her zaman devam eden imtihan süreci ve bir cihette samimiyet testini gündeme getirdi. Evet, menfur FETÖ hadisesi, cemaat kisvesi altında hareket ettiğinden bütün cemaat ve tarikatları da töhmet altında bırakmıştır. Hâlbuki Bediüzzaman Hazretlerinin aşağıdaki ifadelerinden de anlaşılacağı üzere, bir kişi veya topluluk yüzünden diğerleri itham edilemez. Her iyi şeyin içinde de çirkin şeyler de olabilir. Bu, umumunu kötü yapmaz. “Ehl-i Sünnet ve Cemaatin bir kısım zahirî uleması ve Ehl-i Sünnet ve Cemaate mensup bir kısım ehl-i siyaset gafil insanlar, ehl-i tarikatın içinde gördükleri bazı sû-i istimalatı ve bir kısım hatîâtı bahane ederek, o hazine-i uzmayı kapatmak, belki tahrip etmek ve bir nevi âb-ı hayatı dağıtan o kevser membaını kurutmak için çalışıyorlar. Halbuki eşyada kusursuz ve her ciheti hayırlı şeyler, meşrepler, meslekler az bulunur. Alaküllihal bazı kusurlar ve sû-i istimalat olacak. Çünkü ehil olmayanlar bir işe girseler, elbette sûiistimal ederler. Fakat Cenâb-ı Hak, ahirette muhasebe-i a’mal düsturuyla, adalet-i Rabbâniyesini, hasenat ve seyyiâtın muvazenesiyle gösteriyor. Yani, hasenat racih ve ağır gelse mükâfatlandırır, kabul eder; seyyiat racih gelse cezalandırır, reddeder. Hasenat ve seyyiâtın muvazenesi kemiyete bakmaz, keyfiyete bakar.” Binaenaleyh, yaşananlara cemaat ve tarikatlar tarafından bakıldığında, öyle ya da böyle herkes samimiyet testinden geçiyor. Kader hâkimdir. Olanda hayır vardır. Samimi olanın, Allah’tan başka korkusu yoktur. En zor zamanda da en kolay zamanda da bu böyledir. Her ne olursa olsun, her daim Allah için, olması gerektiği şekilde hareket etmek esastır. FETÖ hadisesini bahane ederek sair müspet tarikat ve cemaatlere muhalif tavır takınanlar tarafından bakıldığında anlaşılması gereken ise, cemaatler ve tarikatlar bin senedir bu vatana hizmet etmişlerdir. Fatih’i fatih yapan Akşemseddinler olduğu gibi, her samimi Müslüman da Allah için vatanına ve milletine hizmet etmekten gayrı bir derdi yoktur ve olmamalıdır. Tarikat ve cemaatlere bakanlar, hadisenin bu tarafını da görmeli ve yukarıdaki ölçülerle bakabilmelidir. Vesselam…

Saruhan Saruhan, Sultan 2. İzzettin Keykavus tarafından 1249 tarihinde yapılmış bir Selçuklu eseridir. Toplam 2000 m2 alan üzerine oturan bu kervansaray, klasik Sultan hanları plan-formunda olup, yazlık ve kışlık kısımlardan oluşur. Giriş eyvanı üzerinde mescidi, geniş bir avlusu, girişin solunda çeşmeli bir revak, avlu çevresinde, beşik tonozlarla örtülü 6 odası, 5 sıra ayak üzerine oturan revakları, kapalı kışlık bölümü ve panoramik terası bulunur. Saruhan Kervansarayı, Avanos’a 6 km, Ürgüp’e 7 km uzaklıkta ve Kayseri ana yolu (İpek Yolu) üzerinde bulunmaktadır. Uzaktan bakılınca bir kale gibi görünen, içlerine girildiği zaman kervan kafilelerinin her türlü ihtiyaçlarını karşılayacak bir teşkilata sahip olan kervansaraylar, Selçuklu sultanları ve yüksek devlet görevlileri tarafından büyük ticaret yolları üzerinde her menzil için, yani 30-40 kilometrelik mesafede bir yaptırılmışlardır. Ateşbaz Velî Mevlânâ Celâleddîn Rûmî Hazretlerinin talebelerinden Yusuf bin İzzeddîn, bir gün yemek pişireceği esnada dergâhta hiç odun kalmadığını gördü. Yemek vakti de yaklaşmış olup, odun tedarik etmek çok zaman alacaktı. Mahcup bir hâlde Mevlânâ hazretlerinin huzuruna vardı ve; “Efendim mutfakta hiç odun kalmamış ne yapayım?” diye sordu. Mevlânâ'nın latife yollu; “Kazanın altına ayaklarını sokarak kazanı kaynat!” demesi üzerine, Yusuf Efendi derhâl mutfağa girdi ve söyleneni aynen yaptı. Ayak parmaklarından çıkan ateşle aşı pişirdi. Ancak Mevlânâ hazretleri bunu duyunca kerametin açıklanmasını uygun bulmayarak; “Hay Ateşbaz hay!” dedi. Böylece Yusuf bin İzzeddîn bu olaydan sonra ateşle oynayan manasına gelen “Ateşbaz” ünvanlıyla anılmaya başladı. Önceki asırdan gelenmübarek cübbe Bedîüzzaman Hazretlerinin Kastamonu’da kaldığı yıllarda, asrın vazifeli imamı ve müceddidi olduğunu gösteren çok acîb ve latîf bir hadise gerçekleşti. Önceki asrın müceddidi olan Mevlânâ Hâlid-i Bağdadî Hazretlerinin hediye olarak gönderdiği cübbe ve sarığı, Bedîüzzaman Hazretlerine harika bir şekilde ulaştırıldı. Üstâd Hazretleri bu konuda: “Risâle-i Nûr şakirdlerinden ve ahiret hemşirelerimizden Asiye namında bir hanım eliyle o mübarek emaneti aldım.” demiştir. Üstâd Hazretlerinin ifade ettiği Asiye Hanım, Kastamonu Hapishanesinin müdürünün eşiydi. Asiye Hanım, aslen Afyonlu olup, dedesi Küçük Âşık lakabıyla bilinen Mehmed Efendi, Mevlânâ Hâlid Hazretlerinin talebelerindendi. İşte bu silsile ile gelen cübbe, Mevlânâ Halid Hazretleri tarafından manen Üstâdımıza giydirilmiş oldu. 4 Ekim 1892 Aşiret Mekteb-İ Hümâyûnu Eğitim-Öğretime Başladı Osmanlı Devleti’nde aşiretlere mensup çocukların eğitimi için Sultan 2. Abdülhamid tarafından 1892’de İstanbul’da kurulmuş olan mekteptir. Aşiret Mektebi, Maarif Nezâreti’ne bağlı halka açık bir eğitim kurumu olmayıp önceleri devlet dâhilindeki Arap aşiretlerine mensup çocukların, daha sonra da diğer aşiretlerin çocuklarının kabul edilmeye başlandığı, saraya bağlı özel bir eğitim müessesesi idi. Bu mektebin kuruluş gayesi, Osmanlı Devleti sınırları içinde bulunan Arap ve diğer aşiret reislerinin çocuklarını İstanbul’da sarayın nezareti ve himayesi altında bulunan bir okulda toplayarak onlara Türkçe öğretmek, eğitim ve öğretimlerini sağlamak, aynı zamanda hilâfete, saltanata, Devlet-i Aliyye’ye ve Bâb-ı Ali’ye sadakatlerini arttırmak, bölgelerine döndüklerinde devlet için faydalı hizmetlerde bulunmalarını sağlamaktı. 8 Ekim 1891Arapkirli Hüseyin Avni Efendi, Altın Liyakat Madalyası ile Taltif Edildi Hüseyin Avni Efendi, Arapkir’in Hezenek mahallesinde doğdu (Ocak 1864). Babası, Arapkir ulemâsından Molla Hasan olarak tanınan Kara Mehmed oğlu Hasan Fehmi Efendi’dir. İlk tahsiline çok küçük yaşta babasından Kur’ân-ı Kerîm, ilm-i hal, ahlâk ve Arapça okuyarak başlayan Hüseyin Avni, Arapkir merkezindeki ibtidâî ve rüşdiyeyi bitirdi. Daha sonra Arapkir Ispanakçızâde Medresesi’ne devam ederek müderris Mustafa Fevzi Efendi’den icâzet aldı (Temmuz 1886). Aynı yıl İstanbul’a gitti ve Beyazıt dersiâmlarından Bayburtlu Hüseyin Hüsnü Efendi ile Şeyhülislâm Bodrumlu Ömer Lutfi Efendi’nin derslerine devam ederek her ikisinden de icâzet aldı (4 Mart 1887). Şeyhülislâm Üryânîzâde Ahmed Esad Efendi zamanında açılan ruûs imtihanında başarı göstermesi üzerine kendisine dersiâm unvanı verildi ve Beyazıt Camii’nde ders okutmaya başladı (1 Mayıs 1888). Tatil günleri de dâhil olmak üzere aralıksız on üç yıl sürdürdüğü bu ders halkasına katılanlar arasından seksen beş talebeye icâzet verdi ve bu başarısından dolayı padişah tarafından altın liyakat madalyası ile taltif edildi. 17 Ağustos 1918’de Dârü’l-hikmeti’l-İslâmiyye âzalığına, bir süre sonra reis vekilliğine (26 Eylül 1919) ve iki ay sonra da bu müessesenin reisliğine tayin edilen Arapkirli Hüseyin Avni, bu teşkilâtın 14 Kasım 1922’de lağvedilmesi üzerine Süleymaniye Medresesi’ne ilm-i kelâm müderrisi oldu. Tevhîd-i Tedrisât Kanunu ile medreseler lağvedilince Dârülfünun İlâhiyat Fakültesi hadis tarihi müderrisliğine getirildi ve bu fakültenin kapatılmasına kadar burada görev yaptı. 11 Mayıs 1954’te vefat etti ve Edirnekapı Şehitliği’ne defnedildi. 24 Ekim 1924 Prof. Dr. Fuat Sezgin Doğdu Prof. Dr. Fuat Sezgin 24 Ekim 1924 tarihinde Bitlis’te doğdu. Erzurum´da ortaokulu ve liseyi bitirdi. İstanbul Üniversitesi Şarkiyat Araştırmaları Enstitüsü´ne kaydoldu. Alman ordusunun 1943 yılında Bulgaristan´a kadar ilerlemesinden dolayı Türkiye´de üniversite öğretimi askıya alındığında Fuat Sezgin Cerîr et-Taberî’nin tefsirini, Türkçe meali içeren kitaplarla karşılaştırmaya karar verdi ve zor bir dille yazılan tefsiri anlayabilmek için altı ay boyunca her gün 17 saat Arapça çalıştı. Altı ayın sonunda Taberî tefsirinin Arapçasını gazete okur gibi okuyordu. 1960 yılında Türkiye’deki askerî darbenin iktidara getirdiği hükümet tarafından hazırlanan ve 147 akademisyenin üniversitelerden men edildiği listede kendi adının da bulunması üzerine Sezgin, Türkiye dışında çalışmalarını sürdürmek zorunda kaldı. Çaresiz anavatandan ayrılarak Frankfurt üniversitesinde araştırma ve öğretim faaliyetlerine devam etti. 1965 yılında Câbir bin Hayyân konusunda ikinci doktora tezini Frankfurt Üniversitesi Institut für Geschichte der Naturwissenschaften´da yazdı ve bir yıl sonra profesör unvanını kazandı. İnsanlık tarihinin başlangıcından bugüne kadar sahasında yazılan en kapsamlı eser olan Arap-İslam Bilim Tarihi’nin (Geschichte des Arabischen Schrifttums) ilk cildini, 1967 yılında yayınladı. 17 ciltten oluşan eserin bugünlerde 18. cildini yazmaktadır. Gülhane Parkında yer alan İslam Bilim ve Teknoloji Tarihi Müzesinin kuruluşunda büyük payı vardır.

Din ile hayatı birbirinden ayırmanın yani kābil-i tefrik etmenin mümkün olduğunu zannedenler her türlü felâkete sebebdirler 2. Abdülhamid dönemindeki siyasî muhalefet hareketleri ve bu hareketlere katılan kişi ve gruplardan ibaret olan şu Jön Türkün büyük bir hatası vardı. Onlar bilmedi, bilemedi o bizdeki din, hayatın esasıdır. Evet, bu milletin tarihine, hayatına, kültürüne ve ahvaline bakılırsa görülecektir ki bu millet İslamiyet ile ruhunu terakki ettirdi. Vicdanını kemale erdirdi. Akıl ve fikrine uzak ufukları gösterdi. Hayatını tanzim etti. İttihad ve ittifakını sağladı. Jön Türkler millet ve İslâmiyet’i birbirinden ayrı ayrı zannettiler. Hâlbuki şu millet İslamiyet ile kaynaşıp yekvücut oldu. Millet ile İslamiyet bir oldu. Bundan dolayı millet ile İslamiyet’i birbirinden ayırmak imkânsız hale geldi. Ayırmaya çalışıldığı takdirde millet mahvolurdu. Çünkü milletin tarihe geçen bütün övünç kaynağı olan şeyler İslamiyet hesabına geçti. Herkes bu milleti İslamiyet ile bir gördü ve bir andı. Hiç bir zaman bu millet İslamiyet’ten ayrı görülmedi. Öyle ki örf ve âdetimiz İslamiyet’e göre şekillendi. Konuşmalarımız dinî bir elbise giydi. Alış-veriş terazimiz İslamiyet oldu. Jön Türkler Avrupa medeniyetinin insanlık dünyasındaki hükmünü sürekli, müstemir sandı. Batı medeniyetinin her yeri ve herkesi idaresi altına alacak, dünyanın her yerine yayılacak yani müstevlî zannetti öyle vehmeyledi. Hâlbuki insanlık dünyasında bir çığır açmak isteyen her şeyden önce insanın tabiatına/yaratılışına ve kâinattaki ilahî nizama uygun hareket etmelidir. Aksi halde yaptıkları hayırlı iş ve terakkiye yönelik şeyler de olsa başarılı olamaz. Hatta bütün yaptıkları şer hesabına geçer. Yani insan bir çığır açmak istediğinde kâinattaki ilahî nizama, yaratılış kanunlarına uygun hareket etmek zorundadır. İşte insanları ifsad eden batı medeniyeti ilahî nizama ve insan tabiatına uygun bir medeniyet değildi. Bundan dolayı uzun bir zaman hâkim olarak devam etmezdi ve edemezdi. Er geç değersizleşecekti. Öyle de oldu. Hal böyle iken Jön Türkler insanların hayat saadetini Saadet-i hayatını batı medeniyetinin içinde görüyordu. Avrupa medeniyeti sayesinde milletin mesud ve bahtiyar olacağını sanıyorlardı. Bütün insanî değerler bu medeniyetle millette karar kılacak zannediyorlardı. Hâlbuki şimdi zaman gösterdi, hem Avrupa medeniyetinin sistemi bozuktu, hem de insanlara ve onların dünya-ahiret saadetine zarar veriyordu yani muzırdı. Çünkü batı medeniyetinin kökleri çürüktü. Ondan sağlıklı meyve beklemek ise yanlıştı. İşte çürük kökü olan Avrupa medeniyetinin yirminci yüzyıldaki meyvesine bakalım. Geçtiğimiz yüzyıl gözyaşların, katliamların, sürgünlerin, dünya savaşlarının yüzyılıydı. Yirminci yüzyıl, insanlığın en karanlık bir çağıydı. Bu yüzyılda öldürülen insanların sayısının 183 milyon olduğu dünya tarihçileri tarafından ileri sürülmektedir. Tehcir edilenlerin, mazlum, mağdur olanların, hayatları bölünenlerin ise sayısını yalnız yüce Allah (cc) bilmektedir. İşte Avrupa medeniyetinin insanlık dünyasına armağanı! Şu ana kadar edindiğimiz kati tecrübe ile yani tecrübe-i kat‘iye ile Avrupa medeniyeti bize bunu gösterdi: Din her iki cihan hayatının hayatıdır. Dünya-ahiret hayatının hem nûru, hem esasıdır. Dinimizi yaşayarak ve yaşatmaya çalışarak canlandırmakla yani ihyâ-yı dîn ile olur; şu milletin dirilişi ihyâsı. İslâm milleti Avrupa medeniyeti ile değil kendi tarihinin bıraktığı mirasa sahip çıkmakla yeniden dirileceğini, dini hayattan soyutlamamaları gerektiği düşüncesini bunu anladı. İslamiyet, başka dinin aksine olarak ona sarıldıkça Müslümanları yüceltir. Gelecek çağlara taşır. İslamiyet insanlığı düşünce ve yaşam açısından sürekli ilerletir. Geriletmez. Zira hem düşüncenin hem de hayatın temel taşlarını tayin etmiştir. Kuralları ilahidir. Beşer tarafından tanzim edilmemiştir ki zamanın geçmesi ve şartların değişmesi ile eskisin. Bundan dolayı biz Müslümanlar dinimize sımsıkı sarıldığımız ölçüde yani temessük derecesi nisbeten İslam milletinin terakkîsi, medeniyeti gerçekleşir. İslamiyet’i yaşama konusundaki ihmâlimiz ölçüsünde nisbetinde idi milletin maddi-manevi gerilemesi yani tedennîsi. Müslümanca düşünme ve yaşama konusundaki ihmaller Müslüman toplumlarında dahilî karışıklıklara, çekişmelere, fitnelere ve bir çok vahşetlere sebep olur. Bu gerçek tarihî bir hakîkattir. Maalesef ondan o hakikatten Müslümanlar gaflet etmiş Müslümanlar tarafından unutulmuş bu hakikat yani edilmiş tenâsî. Diğer dinlere bakıldığında bunun tam tersi görülür. Yani diğer din mensupları dinlerine sarıldıkça, dinde mutaassıp davrandıkça vahşileşir, medeniyette geri kalır. Dinlerinden uzaklaştıkça da medenî toplumlara dönüşür. Çünkü onların toplum hayatına yönelik kuralları din adamları tarafından belirlenir. Yani beşerîdir. İlahî değildir. Beşerî olan ise eskir. Tazeliğini koruyamaz. Her çağa, her kıtaya her mevsime her insana merhem olamaz. Hem insanın koyduğu kanunların bir ömrü vardır. Bu ömür de kısadır. Bu kanunlar geleceği göremez. Herkesi aynı adalet ve merhametle kucaklayamaz. Tarafsızlığını her zaman koruyamaz. İşte bu nedenlerden dolayı değişen zaman ve şartlar gereği bu kanunlara taassupla sarılmak insanı geriletir ilerletmez. Vahşileştirir medenî kılmaz. Fitnelere düşürür huzur vermez.