127. Sayı: "Afrika'dan Bakınca Risale-i Nur"Bu Sayıyı Satın Al
Konu resmiKâğıt ve Deri Kesme Sanatı: KAT’I
Kültür ve Medeniyet

Kat veya kat’ı kelimesinin sözlükteki anlamı “kesmektir”. Kat’ı bir kâğıt veya deri üzerindeki yazıyı, motifi veya şekli oyup çıkartarak bir başka kâğıt ya da deriye yapıştırmak suretiyle gerçekleştirilen bir süsleme sanatıdır. Bu şekilde yapılmış esere kaatıa veya mukatta, sanatkârına ise kaatı’ ve kattaa’ (Oymacılar)  denmiştir. Bir desenin oyulup çıkartılan kısım erkekoyma, geriye kalan içi oyulmuş kısım ise dişioyma olarak adlandırılır, bu erkek veya dişi şekiller ayrı ayrı bir satha yapıştırılarak muhtelif iki levha vücuda getirilebilir. Eskiden oymacılıkta, ‘Nevregen’ adı verilen ve cilt yapmakta kullanılan bir tür ucu eğri bıçak veya mukraz (makas) kullanılırdı. Günümüzde ise, küçük ucu kıvrık makas, kretuar ve bisturi kullanılmaktadır. Kâğıt oymacılığın İran kökenli bir sanat olduğu kabul görülmekteyse de, araştırmacılar, kâğıt ve deri oymacılığının ikibin yıl kadar önce bir halk sanatı olarak Çin’de doğduğunu ileri sürmektedir. Uygurlar tarafından yapılarak günümüze ulaşmış oyma deri kitap ciltleri, kâğıt ve deri oymacılığının İslâm dünyasına Orta Asya kanalıyla geçtiğini ortaya koymaktadır. XV. yüzyılın ikinci yarısında Timurlular ve Akkoyunlular döneminde ilk örneklerine rastlanan kâğıt oymacılığı, XVI. yüzyıl başlarından itibaren Safevîler’de ve Osmanlılar’da ge­lişme göstermiştir. XVI. yüzyıl­dan itibaren Osmanlı sarayı ve çevresinde özel bir ilgiye bağlı olarak gelişen kitap sanatları ara­sında kâğıt oyma sanatı Sa­fevîler’dekinden daha büyük bir rağbet görerek varlığını XX. yüzyıl başlarına kadar korumuştur. 16. yüzyılın başlarından itibaren Osmanlıda yaygın bir şekilde kullanılan Türk kat'ı eserleri eşsiz bir gelişim sergilemiştir. En parlak dönemi olan Kânûni Sultan Süleyman zamanında neredeyse tezhip kadar yaygın bir şekilde süslemede kullanılır olmuştur. Dolayısıyla tezhip sanatının mo­­tif zenginliği ve zaman içinde­ki gelişimi kat’ı sanatına da yan­sımıştır. Bu dönemin diğer önemli kat’ı eserlerinden olan, İstanbul’da Türk ve İslâm Eserleri Müzesi’ndeki (TİEM-1926) envanter numaralı Divan-ı Ayni ve Topkapı Sarayı Müzesi Kütüphanesi’ndeki (Hazine, nr. 845) Ârifî’nin Gûy u Çevgân mesnevisi, oyma nesta‘lik harflerle çeşitli renk kâğıtlara yapıştırılarak oluşturulan mukatta yazı türünün şaheser örnekleridir. Ayrıca, dişi oyma kalıplarla yapılmış sayfa kenar süsleri ve deri üzerine oyma nakışlı ciltler de bu zamanın en güzel sanat eserleri arasında sayılabilir. 16. yüzyılda gördüğü rağbetle giderek gelişen kâğıt oymacılığı, XVII. ve XVIII. yüzyıllarda da ilişkide oldukları tezhip ve cilt gibi sanat dallarındaki gelişmelere paralel bir seyirle ilerlemesini sürdürmüştür. Kat’ı sanatı XVIII. yüzyılda özellikle çiçek motiflerinin zenginleştiği bir dönem olarak canlılığını sürdürmüştür. XVI. yüzyıl sonlarıyla XVII. yüzyıl başlarında Avrupa'da büyük bir ilgi görmeye başlayan kat’ı örnekleri, Oryantalizm akımı ile Doğuya giden batılı gezginlerin ilgisi sonucu tekniğinin de Avrupa'ya taşınması ile dünyaya mal olmuş bir sanat dalıdır. Bu sanatı benimseyen Avrupalılar, bir süre sonra silhouette (gölge) adını verdikleri kendi tarzlarını geliştirmişlerdir. Ciltçilik, hattatlık, ebru gibi klasikleşmiş sanatlarının gerilemesine paralel olarak Kat’ı sanatı da gerilemiş yok olmaya yüz tutmuştur. XIX. yüzyılda bu sahada hiçbir ciddi eserin ortaya konulamaması bu sanat dalının sonunu getirmiştir. Günümüzde ise, oldukça sabır, dikkat ve incelik isteyen bu sanatın az da olsa temsilcileri çalışmalarına büyük bir titizlikte devam etmektedirler.  

Mustafa YILMAZ 01 Haziran
Konu resmiNurdan Ölçüler
İnsan

Sıdk ve eman, Rabbimizin yüce vasıflarındandır. O Sadık’ul Va’d’il Emindir. Yani va’dini mutlaka yerine getirendir.  İnsanı ve toplumu yücelten, etkileyici kılan önemli vasıflar vardır. Sıdk (doğruluk) ve eman da (güven, güvenlik) bu yüksek vasıflardandır. Asr-ı saadette Resul-i Ekrem (asm) efendimizi zirveye çıkaran en bariz sıfatları sıdk ve emandı. Efendimiz, kırk yaşına kadar içinde yaşadığı toplum tarafından “Muhammed-ül” Emin lakabını bihakkın taşıdı. Dost ve düşmanları O’nun sıdk ve emanına şahitlik ederlerdi. Allah Rasûlü (asm), ulvi hasletlerinden etkilenen ve O’na iman eden ashabıyla meydana getirdiği topluma da bu yüce ahlakı aşılamıştı. Arap yarımadasından başlayıp dünyanın diğer kıtalarına büyük bir hızla yayılan İslamiyet’in intişarında en büyük pay işte bu sıdk ve eman sıfatındandır. Çünkü doğruluk ve güven, İslam’ın özü esasıydı. Bu sıfatlar, temiz fıtratlı insanları etkileyip cezbediyordu.  Sıdk ve eman, Rabbimizin yüce vasıf­ların­dandır. O Sadık’ul Va’d’il Emindir. Yani va’ dini mutlaka yerine getirendir. “Şübhesiz ki biz sana, apaçık bir fetih açtık (ihsân ettik).”1 “O, onu (İslâm’ı), bütün dinlere üs­tün kılsın diye Rasûlünü hidâyet ve o hak olan dîn ile gön­derendir. Şâhid ola­rak Allah yeter!”2 Rabbimizin Rasûlüne (asm) haber verdiği bütün müjdeler zamanla gerçekleşti. Hâlbuki o müjdelerin verildiği za­manlarda İslamiyet maddi güç bakımından zayıf, Müslümanlar da sayıca düşmanlarından daha az idi. O günün şartlarında müjdelenen hadiselerin zahiren gerçekleşmesi mümkün değildi. Ama hicretten otuz yıl sonra bu vaatler bir bir gerçekleşti. Daha önce devleti ve düzenli bir ordusu olmayan Müslümanlar, dünyanın o dönemde süper güçleri olan Bizans, İran ve Mısır’ı dize getirip dünyanın en güçlü ordusuna sahip oldular. Aynı za­manda dünyanın en kudretli devleti olmayı da başardılar. İşte bu hakikat, va’dinde asla hilaf olmayan Sadık’ul Va’d’il Emin olan Allah’ın dosdoğru ve güvenilir oluşuna sadık bir şahitti. Muaccel müjdelerin gerçekleşme­si müeccel beşaretlerin tahakkuk edeceğinin habercisi oldu. Dünya için va’dedilenlerin (bütün imkânsızlıklara rağmen) gerçekleş­me­si ahirette için haber verilen nimetlerin mu­hakkak vuku’ bulacağının güçlü bir gös­tergesidir. Sıdk ve eman bütün peygamberlerin de ortak sıfatlarındandır. Bu vasıflar Resul-i Ekrem’in de (asm) nübüvvetinin en büyük delillerindendir. O’nun mucizelerinin bir türü de ihbar-ı bi’l gaybdır. Yani gaybdan verdiği haberlerdir. Eğer bu haberler doğru çıkmasaydı, asr-ı saadetten günümüze kadar Hz. Muhammed’e (asm) milyarlarca insan inanır mıydı? Bediüzzaman hazretleri bu hususta der ki: “Halbuki, o asr-ı sıdk ve hakîkatte ve o hakperest ve ciddî ve doğru adam olan Sahâbeler zerre mikdar yalanı görse, red ve tekzîb (yalanlama) ederler.”3 İşte bundandır ki İslamiyet on dört asırdır sürekli olarak dünya üzerinde yayılmaya devam ediyor. Hz. Üstad Peygamberimizin (asm) gayba dair verdiği haberler hakkında şu çarpıcı tespiti de yapar: “İşte nakl-i sahîh-i kat‘î ile ashâbına haber vermiş ki: “Siz umum düşman­la­rı­nıza galebe edeceksiniz. Hem feth-i Mekke, hem feth-i Hayber, hem feth-i Şâm, hem feth-i Irâk, hem feth-i İrân, hem feth-i Beytü’l-Makdis’e muvaffak olacaksınız. Hem o zamanın en büyük devletleri olan İran ve Rum padişahlarının hazinelerini beyninizde (aranızda) taksîm ede­ceksiniz.” Haber vermiş. Hem “Tahmînim böyle veya zannederim” dememiş. Belki görür gibi kat‘î ihbâr etmiş, haber verdiği gibi çıkmış. Halbuki, haber verdiği vakit hicrete mecbûr olmuş. Sahâbeleri az. Medine etrafı ve bütün dünya düşmandı.”4 Sıdk ve eman, Allah (c.c) ve Resulünün bize ders verdiği iki mühim haslettir. Bizler Rasûlullah’ı (asm) her konuda rehber edinerek, O’na benzemeye çalışarak, ahlakıyla ahlaklanarak terakki edebiliriz. Bunlar inancımızın bize gösterdiği dosdoğru yoldur. Zaten iman, mü’min, eman, emanet, emniyet “e-m-n” kökünden türeyen ve birbiriyle son derece ilgili olup asla biri birsiz düşünülemeyen kelimelerdir. Bu kelimeler imandan kuvvet alır ve o kuvvete göre şekillenirler. Onun içindir ki bir insanın doğruluğu ve güvenirliği imanının göstergesidir. Bir toplumun inancının kuvvetine göre o toplumda emniyet ve asayiş berkemal olur. Çünkü iman, emn-ü eman verir insanlara. İslam’ın toplumun bütün tabakaları tarafından hakkıyla yaşandığı dönemlerde ahlak­sızlık, hırsızlık, zulüm ve diğer suçların oranlarının, dinin hayatın merkezinden uzak­laştığı dönemlere kıyasla azlığı buna şahit­tir. Esnafın değerli eşyasını dükkânında bıraktığı ve kapısını dahi kilitlemeden emniyet içinde evine gittiği dönemlerden, kilitli kapılar ardında çelik kasaların içinde gizlenen para ve kıymetli eşyanın hırsızlar tarafından çalındığı dönemlere gelinmesindeki sebep iman zafiyetidir. İnsanların doğru İslamiyet’i öğren(e)memesi ve İslamiyet’e layık doğruluğu fiile, yani pratik hayata tatbik edememesidir. Yazımızı sevgili Üstadımızın İslam’ın en yüksek gür sada ile gelecek olan parlak günlerine bizleri ulaştıracak şifresiyle bitirelim: “Eğer biz ahlâk-ı İslâmiyenin ve hakāik-i îmâniyenin kemâ­lâtını ef‘âlimizle izhâr etsek, sâir dinlerin tâbi‘leri, elbette cemâatlerle İslâmiyet’e girecekler. Belki küre-i arzın bazı kıt‘aları ve devletleri de İslâmiyet’e dehâlet edecekler.”5 Kaynaklar: 1- Fetih, 12- Fetih, 283- Zülfikar, 246.  Altınbaşak Neşriyat.4- Zülfikar, 238.  Altınbaşak Neşriyat.5- Mektubat 2, Hutbe-i Şamiye, 169.  Altınbaşak Neşriyat.

Zafer ZENGİN 01 Haziran
Konu resmiAyrı Düşen İki Gardaş
İnsan

Yemen bize coğrafî olarak uzak ama kalbî olarak yakın bir yerdir. Yüreklerimizi yakıp türkülerimize dahi konu oldu. Türkiye’den Yemen’e vardığımız vakit sıcak bir karşılama bize hiç yabancılık çektirmiyor bu topraklarda. Arapların cömertliği ve ev sahipliği malumdur. Yemen’de bu oldukça zirve yapmış durumda. Yani Arap kültürünün ciddi bir şekilde devam ettirildiği yer burası. "Arap’ın aslı Yemen’den gelir" hadisi de bu durumu tasdik ediyor. Yemen ile Türkiye birbirini kay­beden iki kardeşe benziyor. Biri diğerinin hakkında gıyaben de olsa kötü konuşmaz. Aslında biz Türkiye olarak biraz daha vefasızız. En azından onlar bu­rada neler olup bittiğini takip etmeye çalışıyorlar. Kardeşi­ne ka­vuşamasa da onu merak ediyor. Yemen, diğer Arap ülkelerin­den biraz daha farklı. Hatta şöyle bir detaya da dikkat çek­mek gerek. Diğer Arap ül­ke­leri Osmanlı Devleti için is­ti’mar (sömürge) kelimesini kul­la­nır­ken, Yemenliler ise “Hi­la­fet” kelimesini tercih ediyor­lar. Peki, nerden geliyor bu kar­deş­lik, muhabbet? Geçmişe doğru şöyle kısa bir seyahate çıkalım. Portekizliler Orta Asya’ya ve Doğu Asya’ya sömürge seferleri düzenledik­leri vakit, Osmanlı Devleti, Ha­remeyn’in ve bölgede yaşa­yan Müslüman halkın zarar görmesinden çekinerek Yemen, Mısır seferi dönüşü -doğunun Fatihi Yavuz Sultan Selim ta­rafından- Osmanlı Devletine bağlanmıştır. O günden 1. Ci­han Harbi’nin bitimine ka­­dar geçen zaman içerisinde Ye­men’de hilafet sancağı dalga­lan­mıştı. Milliyetçilik değil, üm­metçilik ön plandaydı. Ge­çen bu süre zarfında iki ülke halkı Müslümanca yaşayıp kar­deşçe geçindiler. Ano Yemen’dir.. Gülü Çemen­dir.. Giden Gelmiyor Acep Nedendir? Osmanlı’nın bu topraklardan öyle ya da böyle Cihan Har­binden sonra resmen çekil­me­sinin ardından gözü yaşlı, kal­bi dumanlı birçok insan bırak­­mış. Bu durumdan, bölgenin şu anki Türkiye’nin toprakları­na uzak olmasının etkisi büyük. Orada kalan ve anavatana dön­meye çalışan insanların hikâ­yesini dinlerken insan bir an duy­gulanıyor. Geride kalan as­­ker­lerin, sivillerin kimisi Mı­sır’a ki­misi de Suriye’ye ka­dar gel­miş olmasına rağmen, o böl­genin İngilizler ve Fran­sız­lar tarafından işgal edil­me­si hasebiyle -güvenlik prob­­le­min­­den dolayı- yeni çizi­­len Tür­­kiye topraklarına geçe­me­miş, Yemen’e geri dönmek zo­run­da kalmış. 2011’de Sa­­yın Cum­hurbaşkanı Abdullah Gül’ ün ziyaret ettiği Mahveyt ve Ma’rip köyleri geriye dö­ne­­meyen bu insanlardan oluş­maktadır. Cumhurbaşkanı bu köy­­lere geldiği vakit “Kö­­­yü­­nüze Hoş geldiniz Sa­yın Cum­hurbaşkanımız” pankar­tıyla kar­­­­şı­­­lan­dı. “El-Yemen El-Meymun” (Mut­lu Yemen) bu şekilde söylenmiş Araplar arasında. Günümüzde ise mutlu mu tartışılır? Çünkü devlet başkanı bulunmayan ve güvenlik problemi olan bir ülke halinde... Halkın si­lahlanma gücü var, ancak bu­nun sonucu ikinci bir Suriye demek olduğundan böyle bir seçeneğe uzak duruyorlar. Ye­men’de önümüzdeki günler içe­risinde seçim ve tartışmalar baş­layacak. Hal o ki, mutlu gün­lere bir süre daha var.

Ahmet Yasir FETEN 01 Haziran
Konu resmiTürk Dış Politikasında Geleneğin İhyası Geleceğin İnşası
Kültür ve Medeniyet

Bir gelenekten söz edebilmek için uzun zaman dilimine ihtiyaç bulunmaktadır. Bir davranışın tutumun bir defa gerçekleşmesi bir gelenek oluşması için yeterli değildir. Türk dış politikasında da bir gelenekten söz edebilmek için uzun yıllara yayılan bir tutum analizinden yola çıkmak gerekmektedir. Bu noktadan hareketle yola çıkıldığında gelenek bağlamında Türk dış politikasının sadece Türkiye dış politikası ile sınırlı olmadığını, bir adım öncesi Osmanlı, onun da bir adım öncesi Selçuklu, onun da bir adım öncesine belki Türklerin İslamiyet ile müşerref olmadıkları döneme kadar uzanmak gerekmektedir. Bütün bunları kapsayan bin yı­lı aşkın zaman diliminde Türk dış po­litikasının gelenek­sel çiz­gi­si­ni en ka­ba ve genel hat­­la­rıy­la, dün­yaya yön ver­me ar­zu­sunun olduğunu söyleye­bi­­li­­riz. İslamiyet ile müşerref olun­­duk­tan sonra, bu arzu­nun İslam politikasında dönüşümü söz konusu olmuştur. Adalet, hik­­met, hamiyet ve gayret vb. un­­surlar içeren bu arzu Nizam-ı Âlem olarak nitelendirilmiştir. Bu kuru bir yönetme ve hük­metme arzusu olmamış, ula­şı­lan coğrafyalara adalet, hu­zur, güvenlik tesis edilmesi amaç­lanmış ve bu büyük ölçüde sağ­lanmıştır. Tuğrul Bey’in Bağdat’a gire­­rek halifeliği Şii Büveyhoğulları teh­­­di­dinden kurtarması ile Al­parslan’ın Anadolu kapıları­na, Fatih’in İstanbul surlarına da­­yanması, Yavuz’un Mısır’a yo­la koyulması aynı arzunun teza­hürleri olmuştur. Bu ar­zu­nun içerisinde sadece Müs­lü­manların değil ilgili coğrafyanın tüm unsurlarının hak, hukuk ve huzurları gözetilmiştir. 1699’dan sonra başlayan Os­man­­lı­nın hızlı gerileyişinin yo­­­­­lu Bi­rin­ci Dünya Savaşı ile de ke­siş­miştir. Savaş son­ra­­sında yeni bir Dünya ku­rul­muş, imparatorluklar çağı ka­pan­mış­tır. Yıkılan Os­man­lı İm­­­­­pa­­­­ra­­­­tor­lu­ğunun top­rak­ları­­nın bir kısmı da el değiş­tir­miş­tir. Sa­vaş bittiğinde Ana­dolu hal­­kı kendi kurtuluş sa­va­­şını baş­lat­mış ve Anadolu top­rak­larını el­lerinde tutmaya mu­vaf­fak ola­bil­miş­ler­dir. Ana­do­lu’nun da içinde yer aldığı Os­man­lı coğrafyası bu sü­reçte çok faz­la sayıda evladını da toprağa ver­miş­tir. Toprak kaybeden bir impa­ra­­­tor­luğun mütebakisi olan genç Cum­huriyetin ilk yıl­larında, iç ve dış dinamikler, ül­­ke ko­şulları, dünya kon­jonk­­­tü­rü Türkiye’nin dış po­li­tik tutumlarında etkili ol­muş­tur. Bu döneme iliş­kin Türk dış politikası statü­ko­cu­luk ve ba­tıcılık olarak nitelen­diril­miş­tir. Bu çerçevede Türkiye, uzun yıl­­lar sahip olduğu başka coğ­raf­­ya­lardaki mazlumlarla ilgi­len­meye, mümkünse hamilik etmeye matuf davranışlarına ara vermek durumunda kal­mış­­­tır. Savaştan yeni çıkmış yor­­gun bir milletin bir nefes al­ma, kendine gelme, dinlenme, ma­ce­ra­dan kaçınma arayışı ma­kul olarak kabul edilebilir. Zamanın ilerleyişine bağlı ola­rak Türkiye’den beklenti­lerin de değiştiğine ve artık Türkiye’nin de geleneksel kodlarına uygun misyon yüklenmesi gerektiği­ne ilişkin sinyaller de ortaya çık­maya başlamıştır. Türkülere de konu olan Boraltan Köprüsü hadisesi bu anlamda trajik du­raklardan birisidir. 1945 yı­lında Rus zulmünden kaçan 146 Azeri Boraltan köprüsünü geçerek Türkiye’ye sığınmış, bu­nun üzerine Rus Hükümeti Türkiye’den bunların kendileri­ne teslimini talep etmiştir. Türkiye kendisine sığınan bu bir grup Türkü iade etmiştir. İade edilen bu mazlumlar da­ha köprüyü geçer geçmez ora­da şehit edilmişlerdir. Tür­ki­ye 1945 yılında maalesef ken­di­si­ne sığınan bir grup insanı mu­hafaza edememiştir. Takvimler ilerlerken “Bizim Kıb­­­rıs diye bir davamız yoktur di­­yen”1 Dış İşleri Bakanlarına ta­­nık olunsa da Türkiye Kıb­rıs’ı muhafaza etmesi gerek­ti­ği­ni erken fark etmiştir. 1955 Londra Konferansında 28 say­­­fa­lık Türk tezi ortaya ko­nul­­muştur. Bu tezde Kıb­rıs’ta Türklerin 400 yıldır var oldukları vurgulanmıştır.2 Ne­­ti­­ce­­de 1959’da yapılan Zü­rih an­laş­ma­sı ile Türkiye Kıb­rıs üzerinde bir garantörlük hak­kı elde etmiştir. 1974’teki müda­hale de bu anlaşma çerçevesin­de söz konusu olabilmiştir. Türkiye’de politik akımın bir yö­nü ilgili coğrafyalara kayıtsız kalamayacağını fark etmiştir. Ancak bir diğer politik akım ise Türkiye’nin farklı bir gü­zergâhta yoluna devam etme­si­ni açıkça söylemlerine yansı­ta gelmiştir. İki farklı politik arzunun eş zamanlı olarak dışa vurulduğunu, varlık bulduğu­nu söylemek mümkündür. Bu anlamda trajik olarak nitelen­direbileceğimiz ikinci durak ise Irak Türkmenlerinin 1959 yılında yaşadıkları katliamdır. 1958’de Irak’ta bir darbe vuku bulmuştur. Menderes bu dar­be­ye karşı müdahil olma niye­ti taşımış olsa da bu fiilen müm­kün olamamıştır. 14 Tem­muz 1959’da 36 Türk vah­şi­ce bir katliamla karşı karşı­ya kal­mış­lardır. Bütün bu hadise­ler olur­ken “Birkaç Yüz Türk için Irak’la dostluğumuzu boza­ma­yız”3 diyen bakanları da tarih not etmiştir. Türkiye 36 Türk’ü muhafaza etmek bir yana bu talihsiz ifadelere tanık olmuştur. Aynı yıllarda Cezayir Fran­sa’ya bağımsızlık savaşı yü­rüt­­mek­tedir. Cezayirli Müslü­man­­lar bu mücadelede Türki­ye’den yar­dım talebinde bulun­muşlardır. 1957 yılında Türkiye bir ge­mi dolusu silahı gizlice Ceza­yirlilere ulaştırmıştır. An­cak Tür­kiye’nin Cezayir politi­kası bir ikilem geçirmiştir. Tür­ki­ye uluslar arası diplomatik alan­da Cezayir’in yanında yer ala­ma­mıştır.4 El altından maz­lumlardan yana olmak istemiş, ancak bunu aşikâr edememiş­tir. O yıllarda Türkiye mazlum­lara kayıtsız kalamamakta an­cak uluslar arası alanda kararlı adımlar atma takatini de ken­disinde bulamamaktadır. 1964 yılında Türkiye garan­törlük haklarını kullanarak Kıb­rıs’a müdahale etmeye ni­yet­len­miştir. Bunun üzerine 5 Haziran 1964 tarihinde Ame­rikan Başkanı Johnson İnö­nü’ye bir mektup göndermiş­tir. 13 Ocak 1966 tarihinde basına sızdırılarak yayınlanan ve bir ültimatom mahiyeti ta­şıyan bu mektupta; Türki­ye’nin Amerika Birleşik Dev­let­leri’ne danışmadan, bu şe­kilde bir kararı alamayacağı ve uygulayamayacağı açıkça be­lir­til­miştir.5 Bu mektubun Tür­kiye’de bir kırılma noktası oluş­turması ve hayal kırıklığı yaşatması bir tarafa, Kıbrıs’a müdahale tehir edilmiştir. Tarihler 1969 yılını gösterdi­ğinde İslam Dünyası Mes­cid-i Aksa’nın kundaklanmak suretiyle yakılması hadisesi ile sarsılmıştır. İslam Zirve Kon­feransı’nın Fas’ın başkenti Ra­bat’ta toplanması için bir çağ­rıda bulunulmuş, bu toplantıya Türkiye’de davet edilmiştir. Cum­hurbaşkanı Cevdet Sunay, konferans adında İslam ifadesi­nin geçmesini problem etmiş buna bağlı olarak konferansa Cumhurbaşkanı düzeyinde ka­tıl­mayacağını ifade etmiştir.6 Hükümet Mescidi aksa yan­gınına tepki göstermiş ol­mak­­­la birlikte konferansa Dış­­iş­­leri Bakanı düzeyinde ka­­tılım göstermiş, toplantıda da ya­yınlanan bildiriyi BM ka­rar­ları çerçevesinde destekle­diğini deklare etmiştir.7 Türkiye’nin Bu toplantılara Başbakan düze­yinde katılması 1980 yılını, Cum­hurbaşkanı düzeyinde ka­tıl­ması ise 1984’ü bulacaktır. 1989 yılı Anadolu coğrafyası­nın bir kere daha sığınak ola­rak görüldüğü yıldır. Bulga­ris­tan’ın zulmünden kaçan Türk­lere, Türkiye kapılarını aç­mış­tır. Krizin ilk yıllarında Özal “ne kadar varsa hepsi gel­sin, hepsini alacağız” demiş ol­sa da gelenlerin sayısı üç­yüz bin olduğunda sınır kapa­tıl­mış­tır. Bu kapatmanın ge­rek­çesi ise geleceklerin sayısı­nın 1,5 milyona ulaşacağı en­dişe­si olmuştur.8 O günün koşul­larında Türkiye 300 bin kişiye kucak açabilmiştir. 1990’lı yılların ilk yarısı İslam Dünyasının hem Karabağ, hem Bosna Hersek, hem de Irak’ın Kuveyt’i işgal hadiselerinin ya­şandığı yıllardır. Azerbaycan Türkiye’den istediği düzeyde bir destek görememiştir. Ba­yındırlık ve İskân Bakanı ve aynı zamanda Dış İşleri Ba­kan Vekili Onur Kumbaracıbaşı “Karabağ’ın gidip gitmemesi, Azeri Hükümetinin sorunu­dur ve biz onlara her türlü des­te­ği vaat ettik, Bu konuda, Azeri­lerin talep ettikleri yardımları kesinlikle yerine getireceğiz. Bugüne kadar hiçbir yardım talebi yapılmamıştır ve biz, oradaki değerli soydaşlarımızın yardımına her zaman koşmaya hazırız”9  ifadelerini meclis kür­süsünde dile getirmiştir. Tür­kiye o dönemde Elçibey’in “3 helikopter istedim, hastaları ve yaralıları taşımak için; ama, ne yazık ki, Türkiye’den alamadım bunları. Her zaman, ‘bizden ne istersin?’ diyen Özal ve Demirel, veremediler bunları bize; daha ne isteyeyim Türkiye’den ar­tık!”10 ifadeleri ile sitemine de muhatap olmuştur. Mazlum­lar bir kere daha Türkiye’nin tarihsel misyonunu Türkiye’ye hatırlatmışlar ancak Türkiye beklenilen düzeyde bir karşılık verememiştir. Aynı yıllar aynı zamanda Tür­­­ki­­ye’nin Bos­na’yı bir da­va ola­­rak gör­dü­­ğü ve bu dava­ya sahip­len­me­ye de çalıştığı yıllardır. Tür­kiye Bosna için bir şeyler yap­mak istemiş, ancak elinden gel­diği kadarıyla bir şeyler ya­pa­bilmiştir. Bu bağlamda İs­tan­­bul Taksim’de büyük bir Miting Cumhurbaşkanı Özal tarafından Organize edilmiştir. Özal, Bosna için İslam dün­yasını harekete geçirmeye gay­ret etmiştir. Müslümanların ezil­diğini, sahip çıkılması ge­rek­tiğini açıkça dile getirmiş­tir. Bosna’da İslam’ın nuru ol­duğuna, atalarımızın nal izinin bulunduğuna dikkat çekmiş­tir. Cumhurbaşkanı Özal’ın Tür­kiye’nin lider ve büyük ül­ke olma yolunun buradan geç­ti­ğini de söylemiş olması11 ge­le­­neksel kodları açık ve net şe­kilde ortaya çıkarması açı­sın­dan önemlidir. Türkiye artık mazlumlara hamilik yapma ve İslam dünyasını derleyip to­parlama arzularını aşikar et­me noktasında bir tereddüt ya­şa­madığı, noktaya gelmiştir. Serüvende takvimler 1996 yı­lı­nı gösterdiğinde Erbakan İs­lam ülkelerini derleyip topar­la­manın bir nüvesini teşkil et­me­si için D-8 girişimini baş­­­lat­mıştır. Kendisi basına ver­­diği bir beyanatta Avrupa ül­­ke­lerine İslam dünyasının tem­silcisi sıfatı ile gideceğini ifade etmiştir. Ancak 28  Şubat süreci ile bu niyetler ve adımlar akim ve işlevsiz kalmıştır. Bir zamanlar Boraltan köprü­sünde 146 Türkü iade eden, birkaç yüz Türk için Irak’la ilişkilerimizi bozamayız diyen, Uluslar arası platformlarda Ce­­za­yir’in yanında yeterince du­ra­mayan, İslam Zirve Konfe­ran­sına katılmaktan imtina eden, Bulgaristan’dan gelen 300 bin soydaşımıza kucak aça­bilen ancak 1,5 milyon rakamı için tedirgin olan, Aze­rileri hayal kırıklığına uğra­tan, Bosna için bir şeyler yap­ma arzusuyla yanan, D-8 gi­rişimi için heyecan duyan an­cak akim kalmasına göz yu­man Türkiye, takvimler 2017’leri gösterdiğinde 3 mil­yon Suriyeliye kucak aça­bil­­mek­­te­dir. Gelemeyen Suriye­li­lere de Suriye içerisinde in­sa­­ni yar­dım­larla ulaşmaya gay­­ret et­mektedir. Aynı Tür­ki­­ye Filistin için inisiyatif al­makta, Mavi Marmara’da ölen vatandaşları için ilişki­le­ri­­ni bozmaktan da kaçınma­maktadır. Tüm dünya maz­lum­larını dert edindiğini açık­­ça deklare etmektedir. Bü­­tün bu çarpıklığın kü­re­­sel sis­temin ya­pısından kaynaklan­dı­ğı­nı, çö­zü­mün Dün­ya­nın beş­­ten bü­yük olduğu te­melinde ye­ni bir sistem ve yapı in­şa­sı ile müm­kün olduğunu hay­kır­­mak­­tadır. Yukarıda köşe taşları olarak verilen bu örnekler aslında bir arayışın serüvenidir. Bu güne kadar yaşanan bu hadiseler adım adım Türkiye’yi bugünlere taşı­mış ve hazırlamıştır. Türkiye; bin yıllık mazlumları himaye etme geleneğini ihya etme ve dünyanın geleceğini bu ihya üzerine inşa etmenin eşiğindedir.  Kaynaklar: 1- Dr. Bekiroğlu tarihe ışık tutuyor, http://haberkibris.com/bizim-kibris-davamiz-yok-diyen-fuat-kopruluyu-protesto-ettim-2012-04-16.html Erişim Tarihi 15.05.20172- Bayram KÜÇÜKOĞLU, Kıbrıs Sorununda Liderlik Olgusu, Yayınlanmamış Doktora Tezi, Ankara Üniversitesi Türk İnkılap Tarihi Enstitüsü, s.1543- Ayvaz GÖKDEMİR, Necdet KOÇAK, Türk Yurdu Dergisi Eylül 2007 Sayı 241, https://www.turkocaklari.org.tr/iz-birakanlar/necdet-kocak-3534, Erişim Tarihi 15.05.20174- 42 yıl sonra açıklanan tarihi gerçek: Türkiye Cezayir'e silah vermiş, http://www.hurriyet.com.tr/42-yil-sonra-aciklanan-tarihi-gercek-turkiye-cezayire-silah-vermis-39060208 ErişimTarihi 15.05.20175- Giray SAYNUR DERMAN, Vefa KURBAN, Kıbrıs Sorunu’nun Türk Dış Politikasına Etkisi, Çağdaş Türkiye Tarihi Araştırmaları Dergisi, XVI/33 (2016-Güz), s.4626- Türkiye Dış Politikası’nda İslam Un­suru, https://indigodergisi.com/2015/06/turk-dis-politikasinda-islam-unsuru-8-haziran/7- Mustafa BOSTANCI, Suudi Ara­bis­tan Devletinin Kuruluşu ve Türkiye Suudi Arabistan İlişkileri, (1926-1990), Yayınlanmamış Doktora Tezi, Gazi Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü,Tarih Anabilimdalı, s.2528- Mehmet AKYOL, Beni Çok Ararsınız, Akçağ Yayınları, s.1579- TBMM Tutanak Dergisi, Dönem 19, Cilt 4, Yasama 1, 44. Birleşim, 4.3.1992 Çarşamba,  s.59310- TBMM Tutanak Dergisi, Dönem 19, Cilt 34, Yasama 1, 90. Birleşim,13.04.1993, Salı,  ss.67-7811- Akyol, a.g.e. s.335

Ahmet Hüsrev ÇELİK 01 Haziran
Konu resmiBozuk Vasıtayla Hedefe Varılmaz
İnsan

İslamiyet, kelâm-ı ezeli denilen Kur’an’dan geldiği için ebede ve sonsuzluğa gidecektir. Millet olarak nefis ve şeytanın gayet çirkin baskılarından kurtulmamız ancak İslamiyet’i yaşamak iledir. Zira gerçek olayları kaydeden tarih hakikate en doğru şahit olarak bize bunu gösteriyor. Hatta Rusları mağlup eden Japon Başkumandanı İslamiyet’in ne kadar hak ve doğru bir sistem olduğunu kabul ederek şöyle der: “Müslümanlar, İslamî emirlere ne kadar bağlı kalmış ve onlara göre hareket etmişlerse o kadar da medenileşmiş, maddi ve manevi terakki etmişlerdir.”  Ve ehl-i imanın İslamî emirleri yaşamakta gösterdikleri zafiyet derecesinde de perişaniyet ve vahşet içinde gerilediklerini ve karmakarışıklık içinde bela­lara, mağlubiyetlere düştüklerini de yine tarih kaydetmiştir.  Çün­kü İslamiyet Cenab-ı Hak’ tan gel­diği gibi sağlam olarak bo­zul­madan devam ettiği için, ona uyan muvaffak olur. Hem yine tarih gösteriyor ki; İs­la­mi­yet’in aksine diğer din­lerin men­sup­ları taassup gösterme­yip din­­lerinden uzaklaştıkları nis­­pet­­te medenileşip terakki et­­miş­lerdir. Ve dinlerine sa­da­kat ve bağ­lı­lık­ları nis­petinde de geri­le­miş, ihtilaf­lara, bö­lün­­melere maruz kal­mış­­lar­dır. Bu ba­şarısızlığın se­be­bi ise o din­lerin içine hu­ra­fatın ka­rış­tı­rıl­ması ve değiş­tiril­mesidir. Şim­diye kadar zaman böyle geç­miştir. Benim ümmetim dalalet üze­rine birleşmez Malum olduğu üzere bin dört yüz seneden beri yani Asr-ı Saadet’ten Osmanlı yıkılıncaya kadar hakkıyla İslamiyet’e sa­rılıp yaşayan, Müslümanların birliğini beraberliğini temin eden ve izzet-i İslamiyeyi mu­hafaza eden Ehl-i Sünnet Ve’l-Cemaat olmuştur. Hem: “Be­nim ümmetim dalalet üzerine birleşmez, Allah’ın (cc) kudreti cemaatle birliktedir, cemaatten ayrılanı cehenneme ayrılır” ya­ni ihtilafa düşenler dünya­da cehennem azabına benzer sı­kıntılı bir hayatı yaşadıkları gi­bi, ahirette de o azaba ma­ruz kalabilirler. -Hali hazırdaki Müs­lü­manların maruz kal­dık­ları katliamlar buna şahittir.- Evet, bu hadis-i şerifin emir buyurduğu icma-yı ümmete mazhar olup ümmetin çoğun­luğunu oluşturan ehl-i hak de­nilen Ehl-i Sünnet Ve’l-Ce­maatten başka bir fırka ol­ma­mıştır. Ehl-i sünnet, bin dört yüz sene müddetince di­ğer İslamî fırkaları da ehl-i kıb­le kabul edip küfürle itham et­mediği için onları da himayesi altına alarak her zaman izzet-i İslamiyeyi muhafaza etmiştir. Türkiye’de olmayan Maalesef Hilafetin kalk­ma­sıy­la bütün fitne kapı­ları açıl­mış oldu­ğundan Ha­ri­ci­lik’in de­vamı olan İbn Teymiy­ye ve İbni Kayyim El Cevzi’nin fikirleri; Vehhâbilik ve Sele­­fi­lik adıyla âlem-i İslam’ın her tarafına yayılmıştır.  Bu iki za­­tın yanlış düşüncelerinden et­ki­­le­­nerek ortaya çıkan El Kai­­de, DAEŞ, Taliban, Boko Ha­­ram, Eş-Şebab, En-Nusra ve Hiz­bun­nur gibi birçok grup­­­lar oluşmuş, aşırıya ka­çan dü­­şün­ce­leriyle bütün Müs­lü­manları hatta kendi ara­ların­da­ki ihtilaftan dolayı birbir­le­ri­ni dahi bid’at ve küfürle it­ham ederek âlem-i İslam’da­ki katliamlara sebep olmuşlar­dır. Türkiye’nin şu anda diğer İs­lamî devletlerin durumu­­ma düşmemesinin tek sebebi Ehl-i Sünnet itikadının kuv­vetli olması ve yanlış olan bu Vehhâbilik ve Selefilik zih­niyetinin içimizde yayıl­ma­­masıdır. Komünizm ve masonizm gi­­bi ifsat komiteleriyle bu mil­leti ve devleti bitiremeyen düş­man­­­la­rı­­mız, maalesef şimdi bir kı­sım enaniyetli ve müfrit ho­ca­ları veya sadece birkaç ayetin mealini ezberleyen ve doğ­­ru dürüst Kur’an’ı dahi oku­ya­mayan cahilleri de alda­tıp yanlarına almışlardır. İbn Teymiye ve İbn Kayyim El-Cev­zi gibi zatların zararlı ve zehirli olan fikirleriyle âlem-i İslam’ı perişan ettikleri gi­bi, hal­kımızın arasına da ih­ti­laf sokmaya çalışıyorlar.  Ve mem­leketimizi de o perişaniyete ma­ruz bırakmak is­ti­yorlar. Şia taassubu Maalesef düşmanlarımızın âlem-i İs­­lam’ı karıştırmak için kul­­lan­­­dık­ları bir kaynak da Şia taas­­subudur. Bunlar da ken­di­lerinden başkasını kabul et­miyorlar ve diğer Müslü­man­ları kâfirlikle itham edecek ka­dar ileri gitmektedirler. Aca­ba âlem-i İslam’ın yaşadığı sı­kın­tının azabını çeken, o azap ile ciğerleri yanan, ümmetin kur­tuluşu için çareler arayan, ümmete hizmet etmeyi farz-ı ayn olarak kabul eden ve aklı başında olan bir zât, hiçbir za­man ırkçılık, enaniyet, cehalet ve taassup üzerine bina edilen ve aşırılığa kaçan bunlar gibi yanlış fikirlerden bir kurtuluş ve medet bekleyebilir mi? Farz-ı muhal olarak beklemiş olsa bile, hiç şüphesiz ki bek­lediğini bulamayacaktır. Zira bu zihniyete göre ümmetin kurtuluşu için çare arayanlar­dan hiçbir grup bin dört yüz seneden beri bir netice elde edememiştir. Demek Harici­lik’in devamı olan Selefilik ve İran milliyetçiliğine daya­nan Şialık, çıkmaz bir sokak ve içinden çıkılmaz bir batak­lık­tır. Eğer ehl-i hak olan Ehl-i Sünnet Ve’l-Cemaatin cad­de-i kübrası da kabul edil­mezse o zaman ümmet-i Muham­me­di’yi bugünden ta Asr-ı Saade­te götürecek yeni bir caddeyi açmak icab eder. Bu ise kat­merli bir muhaldir. Vesile de hak olmalıdır Maalesef bölmeye parçalamaya sebep olan bu tahribatçılar, çe­kin­meden tahribatlarını yapı­yorlar. Hatta Diyanete mensup bir kısım hocalar ve İlahiyatın bir kısım öğretim görevlileri olmak üzere biz Ehl-i sünnet ve’l-cemaat mensupları, “kitap ve sünnet” diyerek doğru hedef gösteriyoruz; fakat bizi kitaba, sünnete götüren doğru vesile olan ‘kıyas-ı fukaha ve icma-yı ümmet’ten bahsetmiyoruz. Hâl­buki hedef kadar vesilenin de hak ve doğru olması lazımdır. Evet, doğru hedef olan Kur’an-ı Azimüşşan ve Hadis-i Şerifler maddi-manevi, dünyevi ve uh­revi bütün ilimlerin kaynağı­dır. Fakat herkes kendi başına onları hakkıyla anlayıp istifade edemez. Zira ayet-i kerimenin “bilmiyorsanız bir bilene soru­nuz” buyurduğu gibi, ancak on­­ları ümmetin kabul ettiği âlim­­lerin kitaplarından istifade yo­luyla anlamak mümkün ola­bi­lir. İtimat edilen âlimler ise, üm­metin yüzde doksanının kabul ettiği Selef-i Salih’in yolunda giden iki itikad imamı ile dört hak mezhebin âlimleridir. Ve bizi o hedefe götürecek doğru vesile olan bu âlimlerden çoğu zaman bahsedilmiyor. Veyahut bu Selef-i Salih’inin yolundan gidenlere çamur atılıyor. Evet, kitap ve sünneti İbn Tey­miyye, İbn Kayyim el-Cevzi ve ne yaptığını bilmeyen Mus­tafa İslamoğlu vb. yanlış an­la­tan­lar olduğu gibi; dört mez­he­bin imamları ve Kütüb-ü Sit­­te’nin hadis âlimleri gibi doğ­ru anlatanlar da vardır. Bun­­­ların han­gisinin doğru han­­­gi­­sinin yan­lış olduğu halka an­la­tıl­­maz­sa, halk kendi başına doğ­ru­yu bulamadığı gibi, nasi­hat edenlerin de nasihatları ha­vada kalır. Hatta ‘tahribat daha kolaydır’ sırrına binaen birçok insan, nefislerinin baskısı altın­da kalarak o tahribatçıların fi­kir­lerini daha çok tercih ede­bilirler. Yanlışa yanlış demek de lazım Yanlış anlaşılmasın, bütün dış düşmanları bırakıp dâhilde bun­­­lar­la kavga edelim demek is­­te­­­mi­yo­rum; ancak meydanı bun­­­lara bırakıp ümmeti-i Mu­ham­­me­di’yi sıkıntılara sok­ma­ya­lım ve bu gibi zihniyet­lere kapıl­ma­yalım. Bunca dö­­kü­­­len masun kanlarını dur­du­­ra­lım. Ve bin dört yüz sene üm­metin birliğini, bera­ber­li­ği­ni temin eden ve biz­leri Asr-ı Saadet’e götüren Ehl-i sünnetin caddesini esas yaparak ümmetin kurtulması­nı ve bu yanlış grupların dahi sıkıntılarını giderecek yolu ter­cih edelim. Bu izahlarımız körü körüne bir taassubun neticesi değildir. İslam âleminin bin dört yüz seneden beri yaşadığı bir haki­kattir. Evet, geçmişinden ders almayan bir millet, geleceğini doğru olarak şekillendiremez.1 Kaynaklar: 1- Bu yazımız, Risale-i Nurlardan istifade edilerek yazılmıştır.

Zakir ÇETİN 01 Haziran
Konu resmiKavl-i Leyyin ve Risale-i Nur    ’da Kavl-i Leyyin Metodu
Risale-i Nur

Üstad Bediüzzaman Hz.’nin yazmış olduğu Risale-i Nur külliyatında tebliğ usullerinin bir örneği olarak kavl-i leyyin ilmi ile tebliğ edilmesini buyurmuştur. Ayrıca bu düstur Risale-i Nur'un mesleğidir. Lemalar adlı eserinde Üstad: “Risale-i Nur'un mesleği, nezihâne ve nazikâne ve kavl-i leyyindir”  der.  Yani tebliğ ederken nezih (hoş), kibar ve yumuşak sözlerle tebliğ edilmesi gerektiğini söyler. Bu cihetle kavl-i leyyin, muhatabı incitmeden, tenkit etmeden İslamiyet'in aktarılmasıdır.    Kavl-i Leyyin Nedir? Kavl-i leyyin,  Arapça bir ibare olup, “yumuşak sözle anlatma. Kırıcı olmama, suçlamama, ha­karet etmeme, bağırıp çağır­ma­ma, nazik ve kibar olma, gönül okşayıcı olma” demektir. Yani sert ve enaniyetli olmayan söz anlamındadır. Tanımdan da an­­la­şılacağı üzere; sert olmayan, mu­hatabı kırmayacak ve mu­hatabın sözü söyleyen kişi­ye karşı sert ve kırıcı tavır alma­masını sağlayacak sözdür. Kavl-i leyyin’ in içeriğini biraz daha genişletecek olursak, bir ideal için başarılı olma yo­lunda kullanılan üslup, yol, yön­tem olduğunu söylemek de müm­kündür. İletişimde Kavl-i Leyyin’in Rolü Günlük hayatta birçok kişiyle iletişimde bulunuruz. İletişim, çev­remizle konuşmamıza, an­laş­­­ma­mıza ve bizi birtakım or­­tak idealler etrafında birleş­tir­­­meye vesile olur. Ancak muh­­te­lif olaylara karşı iletişimi fark­lı yönlerde kullanırız. Me­se­la; anne ve babamızla fark­lı, arkadaşlarımızla fark­lı, öğret­me­nimizle, tanıma­dı­ğı­mız bi­riyle konuşurken bir­birin­den fark­­lı bir dil, farklı bir iletişim ve üs­­lup kullanırız. Farklı kişilerle fark­lı şekillerde diyalog kurarız. Ku­ra­ca­ğımız bu diyalogların tek bir ortak noktası vardır: O da; anlaşabilmektir. Kavl-i leyyin ile söylenen söz­­ler muhatap alınan kalp­lere tesir eder. Çünkü içeri­ğinde yumuşak ve latif sözler barındırır. Kavl-i leyyin ile konuşmak ayrı bir ilim gerek­tirir. Bu ilme sahip olmak ve kullanmak ayrı bir meziyettir.  Kavl-i leyyin dediğimiz kav­ram da işte burada orta­ya çık­maktadır. Çünkü çevremiz­de iletişimde bulunduğumuz her­hangi bir kişiye karşı kullana­cağımız üs­lup, o kişinin söyle­diğimiz söz­lere karşı alacağı tavrı belirler. Sert ve kaba bir ko­nuşma o kişiyi bizden uzak­laştıracağı gi­­bi, kalbinin de biz­den so­ğu­­ma­­sı­na sebep olacak­tır. Bu du­ru­mun gerçekleşme­me­si için, da­ha kibar ve daha yumu­şak bir üslup tercih edil­melidir. Bu tavrımız iletişi­mi­­mizi ko­lay­­laş­tı­racağı gibi, kalp­­lerin de biz­lere ısınmasına ve­si­le ola­cak­tır. Kavl-i leyyin ile söylenen söz­­ler muhatap alınan kalp­lere tesir eder. Çünkü içeri­ğinde yumuşak ve latif sözler barındırır. Kavl-i leyyin ile konuşmak ayrı bir ilim gerek­tirir. Bu ilme sahip olmak ve kullanmak ayrı bir meziyettir. Misal, İslamiyet’i yayma sü­re­cinde “kavl-i leyyin” kullanıl­mıştır. İnsanların İslamiyet’i kabul etmeleri için ilk önce onların kalpleri fethedilmeye çalışılmıştır. Hz. Peygamber (sav) kendisine kaba davranan insanlara dahi yumuşak ve gü­zel sözlerle mukabele etmiştir. Hatta peygamberimizin bu gü­zel üslubundan dolayı İsla­mi­yet’i seçen kişiler olmuştur. Bu mevzu ile ilgili olarak Rab­bi­miz şöyle buyurmaktadır: “İş­te Allah’tan bir rahmet ile­dir ki, sen onlara yumuşak dav­ran­dın. Hâlbuki kaba, katı kalp­li olsaydın, elbette (onlar) etrafından dağılırlardı.”1 İslam âlimleri de kavl-i leyyi­ni çok iyi kullanmışlardır. Ta­le­belerine karşı İslam’ın uygu­la­ma­larını öğretmek için yu­mu­şak bir dille ve latif bir üs­lupla hareket etmişlerdir.  Bu dav­ranış medreselerde, tekke ve der­gâhlarda vazgeçilmez bir düstur olmuştur. Kur’an-ı Kerim’de Hz. Musa (as)’ın Kıssası Ve Kavl-i Leyyin Kur’an-ı Kerim’de geçen kavl-i leyyin ile ilgili bazı ayet-i keri­meler: “Kullarıma söyle: (İnsanlara kar­­şı) en gü­zel sözü söylesinler. Çün­­kü şey­tan aralarını bozar. Zi­ra şey­tan, insanın apaçık bir düş­manıdır.” (İsra, 53) Nahl Suresinin 125. ayetinde de kavl-i leyyin en latif sure­tiyle tarif edilmektedir: “(Ey Resulüm!) Rabbinin yoluna hik­metle ve güzel öğütle çağır! Ve onlarla en güzel şekilde mücadele et. Şüphesiz Rabbin kendi yolundan sapanları en iyi bilendir ve O, hidayete ka­vuşanları da en iyi bilendir.” Kur’an-ı Kerim’de kavl-i ley­yin örneğinin en açık olarak geçtiği bölüm Hz. Musa (asm) ile Firavun kıssanın ol­duğu bölümdür. Burada ibret alınması gereken nokta, teb­liğ makamında kavl-i leyyinin kul­la­nıl­masıdır. Nitekim Yü­ce Al­lah Musa peygambere Fira­vun’a tebliğ ederken yumuşak sözler­le tebliğ etmesini öğütlemiştir. Çünkü Firavun’un kibri çok yüksektir ve Allah’a şirk koş­maktadır: “Sen ve kardeşin, ayet­lerimi götürün, Bana ima­na çağırmakta gevşeklik etme­yin. Firavuna gidin, çünkü o azdı. Ona yumuşak söz söy­leyin, belki öğüt alır veya kor­kar. Dediler ki: ‘Ya Rabbenâ (Ey Rabbimiz), onun bize taş­kınlık etmesinden yahut iyi­ce azmasından korkuyoruz.’ ‘Kork­mayın’ dedi, ‘Ben sizinle bera­berim, işitir ve görürüm.’” (Taha Suresi, 43-46)” Görüldüğü üzere Yüce Allah ayet-i kerimelerde, peygamber­lerin tebliğ ederken yumuşak ve latif sözlerle tebliğ etmesini, insanların da birbirleriyle yu­mu­­şak sözlerle konuşmasını emir buyurmuştur. Kur’an-ı Ke­­­rim’deki bu örneklerden ha­re­ketle Risale-i Nur’un teb­liğ me­tod­larından olan kavl-i ley­yin ör­nekleri üzerinde dura­cağız. Risale-i Nur’da Kavl-i Leyyin Üstad Bediüzzaman Hz.’nin yazmış olduğu Risale-i Nur külliyatında tebliğ usullerinin bir örneği olarak kavl-i leyyin ilmi ile tebliğ edilmesini bu­yurmuştur. Ayrıca bu düstur Risale-i Nur'un mesleğidir. Le­­malar adlı eserinde Üstad: “Ri­­sa­le-i Nur'un mesleği, nezi­hâ­ne ve nazikâne ve kavl-i ley­yin­dir”2 der. Yani tebliğ eder­­­­ken nezih (hoş), kibar ve yu­­mu­şak sözlerle tebliğ edil­mesi gerektiğini söyler. Bu ci­het­le kavl-i leyyin, muhatabı incitmeden, tenkit etmeden İs­lamiyet'in aktarılmasıdır. Risale-i Nur külliyatında bu örneğin dışında, Üstadın kalp­leri fetheden üslubu dikkat çek­mektedir. Bu üslup kavl-i leyyinin güzel bir misalidir.  Me­sela Bediüzzaman Hazretleri bazı mektupların başında ta­le­be­lerine seslenirken “Aziz Sıd­dık Kardeşlerim” diye hitap et­mekte ve böylece talebelerini, kardeşi olarak muhatap aldığını göstermektedir. Diğer taraftan en çetrefil me­­se­leleri bile çözerken muhatap­la­rı incitmeden fakat yeri geldi­ğinde hakkını vererek muhatap olmayı bilmiştir. Risale-i Nuru okuyan birisinin bu güzel söz­lü olma güzelliğinden uzak kal­ması mümkün değildir. Bu­nu Risale-i Nurun has talebe­lerinde rahatlıkla görebiliriz. Netice Kavl-i leyyin yumuşak, kibar ve enaniyetli olmayan bir söz­dür. Bu ilim, bir tebliğ me­to­dudur. Bu metod çevre­miz­le iletişimde kalpleri fet­het­mede çok önemli bir metot­tur. Yüce Allah yukarıda ge­çen ayet-i kerimelerde örne­ğini verdiğimiz gibi, peygamber­lerin­­den bu üslup ile yaklaş­ma­larını ve insanların da ken­di ara­larında bu üslup ile konuş­malarını emretmiştir. Bu ilmi Bediüzzaman Hz. Ri­sale-i Nur’un bir tebliğ metodu ve mesleği olarak görmüştür ve bu ilim ile talebeleriyle mu­kabelede bulunmuştur. Bizler bu hususta Üstad Bediüzza­man’ı örnek almalı ve kavl-i ley­yin ilmini iyi bir şekilde öğrenmeli ve özellikle şu za­man­ki asırda muhatap alaca­ğımız çevremize karşı bu üslup ile yaklaşmalıyız. Kaynaklar: 1- Al-i İmran, 3/1592- Lemalar

Ogün PEÇENEK 01 Haziran
Konu resmiBediüzzaman Hazretlerine Hakaret Etmeyi Meslek Edinenlere Birkaç Tavsiyedir
Risale-i Nur

Biz rahat döşeklerimizde uyurken O, Allah yolunda, Resulullah izinde bütün işkence ve hapislere rağmen İslam’ı savunuyordu. Ne yazık ki hiç birimiz onun gibi olamadık.Hasan Basri ÇANTAY Özellikle Tanzimat döneminde edebiyatla başlayan ve bugün sporda, sanatta, siyasette, ta­rih­­te, felsefede, kültürde, eko­no­mide, dinde hâsılı her alan­­da dozunu artırarak de­vam ede gelen bir eleştiri yağ­mu­­ru­nun altında ha­yat sür­dü­rü­yoruz. Umulurdu ki böy­le bir yağmurdan hayatın her ala­nında arzu edilen ivme ya­ka­lanabilsin. Lakin her ne­den­se bu sıçramayı bir türlü ya­ka­la­yamadık. Bunun en önem­­li sebeplerinden birisi olan eleş­ti­riye kendimizden baş­­la­­ma­mız gerektiğini bir tarafa koyacak olur­sak, ya­pı­lan tenkitlerden ders çı­kar­­ma­dığımızın diğer iki önemli sebebi daha var. Bi­rin­cisi toplum olarak eleş­ti­ri­den gereken dersleri alamadı­ğımızdır. İkincisi ise eleştiri yap­mayı tam olarak bilmiyor ol­mamız. Şahsen ben ikinci şık­kın daha ağır bastığı kanaa­tin­deyim. Eleştiri nedir, na­sıl ya­pılır, niçin yapılır ve ne­den ya­pılmalı sorularının cevap­la­rı­nın üzerinde pek kafa yor­du­ğumuzu söyleyemeyiz. Umu­mi­yetle de bütün bu gerçekleri göz ardı ettiğimiz için eleştiriden maa­lesef istenilen neticeler elde edilememiştir. Eleştiride asıl hedef hiçbir farklı niyet beslemeden daha iyinin, daha güzelin peşine düşmek değil midir? Toplumda böyle bir hava var mı sizce? Çağımızın birçok yazarçizeri maalesef insanları yermekten, yenmekten haz duyan, üste çık­mayı marifet bilen egosantrik adamlarla dolu. Eleştirirken dik­kat edeceğimiz hususların ba­şında, eleştiriye maruz kalan insanların söyledikleri sözlerin ne zaman, ne maksatla, hangi ortamda, hangi şartlar altında ve ne için söylendiğinin tespit edilmesidir. Kin, garaz ve bir takım menfaat mülahazala­rıyla eleştiri yapılmamalı, iyi ni­­yet asla terk edilmemelidir. Mak­­­sat bağcıyı dövmek değil, üzü­mü yemek olmalıdır. Aksi halde yapılan her eleştiri hem eleştirene hem de eleştirilene zarar verebilir. Tenkit dairesinin dışına çıkma­dan, kalpleri yaralamadan, in­san­ları ren­cide etmeden, di­ni, vic­­­da­­ni ve insani ölçüler he­­­­­­­­sa­­­­­­­ba ka­­­tı­­la­rak söylenen söz­­­­­­­­ler el­­bet­te dikkate alın­ma­­­­lı­­­­­­dır. Had­­­di zatında iyileş­tir­­me­­­­­ye, ge­­­liş­tir­­meye açık bu tür bir eleş­ti­ri­ye dev­letin en te­pe­sinden iş­por­tacısına ka­dar her­kesin ih­­ti­­­ya­cının ol­du­ğu bir ger­çek. Böy­­le bir eleş­ti­ri­ye can­­lar kur­ban olmalı, alın­­gan­­lık gös­te­ril­me­melidir. Zi­­ra pey­gam­­berler ha­riç hiç­bir in­san ha­ta­dan hali ol­­ma­dı­ğı gi­bi do­­ku­nulmaz da de­­ğil­­dir. Bi­ze ya­kı­şan her in­sanı ken­di kıymet ölçü­le­ri içe­ri­­sinde değerlendirmek ve hiç­bir Müslümana bir kut­si­yet at­fetmeden makul olarak ya­­pı­lan eleştirilerden olabildi­ğin­­ce ders çıkarmaktır. Bir mü­mi­nin eleştiri yapmasının ya da eleş­tiriye maruz kalması kar­şı­sın­daki tavrının nasıl olması ge­rek­tiği ile ilgili genel bir şab­lon çizdikten sonra gelelim asıl mevzuumuza. *** Eskiden üstada karşı dinsizler­den gelen hakaretler (eleşti­ri söy­­­­­­­­­le­­­­­­ye­­mi­yorum) günümüz­de maa­le­sef her nedense bazı Müs­lümanlardan gelmeye baş­la­dı. Özellikle bazı gaze­telerin köşe başlarını tutan kalemşorların ka­­­leminden zehir damlıyor ade­­­ta… Televizyonlarda boy gös­­­te­ren sözüm ona profesör un­vanlı bazı ilahiyatçılar, kuruldukları koltuklarında eleştirinin de öte­­­sinde per­vasızca, hiçbir ma­ne­vi kay­gı duymadan ne de ra­hat hakaret edebilmekteler. Di­­ğer ta­raftan klavye başında âlim­liğe soyunup da ağzından ateş saçanlara söyleyecek söz bulamıyorum? Topyekûn hep­sine teferruatlı cevaplar vere­cek durumda değilim. Zira buna ne zamanım yeter, ne de hedef göstererek rencide etmek benim tarzım. Zaten üstadımızla ilgi yapılan tenkitlere / hakaretlere ma­­­­kul ölçülerde hem dergimiz­de hem de başka yayın or­gan­­la­rı tarafından yeterince ce­vap ve­rildiği kanaatindeyim. Be­nim sa­de­ce bunlara âcizane tav­­­si­yem Müslüman vasfını ta­­­şı­­yan insanların, dünya ça­pında şöh­ret bulmuş muazzez üs­­ta­dı­mı­zı eleştirirken ipin ucu­nun ne­reye gideceğini, kimlere zarar ve­receğini ve kimlerin ek­meği­ne yağ süreceklerini bir dü­şün­me­lerini isterim. Bu me­selede iyi niyetle sırf Allah rızası için tenkit eden­leri hariç tuttuktan sonra hedef göstermeden, has isim kullanmadan bazı kimse­lerin üstadı eleştirirken aşağıda maddeleştirdiğim birkaç husu­sa özellikle dikkat etmelerinin, hem kendilerinin hem de üm­metin faydasına olacağını düşü­nüyorum. İşte birkaç ikaz… 1- Eleştirileriniz rıza-i İlahi için olmalı Maddi bir menfaat, bir çı­kar ilişkisi olmamalı, televiz­yonlarda reyting uğruna eleş­tiri yapılmamalı, insanları alt etmek, onları yenmek, üstün­lük sağlamak ya da başka saik­larla bu işe girişilmemelidir. İslam âleminde şöhret bulmuş üstadı eleştirerek şöhrete ka­vuş­mak isteyenleri gördükçe üzü­lüyorum ve diyorum ki: Lütfen boşa kürek sallamayınız. Zira geçmişte çok uğraşanlar oldu da bugün onların ne unvanları ne mevkileri ne şanları ne de şöhretleri kaldı. Hatta isimleri bile unutulup gitti. Oysa üstad bir asır önce nasıl hayırla yâd edilmişse şimdi de aynı şekilde hayırla yâd ediliyor ve hep edi­lecek. 2- Tenkitleriniz bilgi ve belgeye dayanmalıdır Üstadın hâşâ kendisini pey­gam­ber olarak gördüğünü, ırk­çı­lık yaptığını, şirke ve küfre girdiğini ve buna benzer bir ta­kım ağır suçlamalarınızın tu­tu­­lacak hiçbir tarafı yok. Ta­rihçe-i hayatı ortadır. Hâşâ ne peygamberlik davası gütmüş­tür, ne ırkçılık yapmıştır, ne de şirke ve küfre bulaşmıştır. Farz-ı muhal bu söylenen id­diaların binde biri olmuş ol­saydı, en başta etrafında ona tabi olan yüz binlerce insanın dağılıp gitmesi beklenmez miy­­di? Zira geçmişte kendisini pey­gamber olarak görenlerin, ken­disine olduğundan farklı bir pa­­ye verenlerin üm­me­tin nazarında nasıl bir mas­ka­­ra­ya dönüştüklerini, tarih sah­­ne­sinden nasıl da çekilip git­tik­lerini herhalde hepimiz biliyoruz. Üstadımız ne Türk­çü­lük yapmıştır, ne de Kürt­çülük… Irkçılık hastalığının ya­nından bile geçmemiştir. Ta­­rihi kaynaklar, İstanbul’da Kürt Teali Cemiyetinin reisi Ab­dül­kadir adındaki şahısın Bediüzzaman’ın doğudaki nüfu­zundan faydalanmak için ona Kürdistan devleti kurma teklifi yaptığını, Bediüzzaman’ın ise hainlik kokan bu teklife: “Bin yıldan beri âlem-i İslam’ın bay­raktarlığını yapan kahra­man Türk milletine hizmet yeri­ne, birkaç akılsız kavmiyetçinin pe­şinden gidemem.”   1 diye cevap verdiği notunu düşerler. “Said-i Kürdi” diye anılmış olmasını ırkçılıkla ilişkilendirmek de son derece hatadır. Henüz ırkçılık hastalığı Osmanlıyı tam ola­rak kuşatmadığı zamanlarda ha­yatın akışı içerisinde bu ifa­deleri kullanmak gayet ta­biiydi. Kişinin ırkıyla anıl­ması ırkçılıktan dolayı değil, geldi­ği coğrafyayı belirtmek için kullanılırdı. “Muhyiddin Ara­bî, Selman-ı Farisi, Enis-i Tür­kî, İsmail Hakkı Bursevi, Ah­met Ziyaüddin Gümüşhanevi, Mev­lana Celalettin-i Rumi” gibi isimler Osmanlı’da hep kul­la­nıl­mıştı. Zira ne bu is­mi kullananların ne de bu ismi ananların aklının ucun­dan ırkçılık yapmak geçmi­yordu. Ne zaman ki tefrika içimize girmeye başladı, bakış­lar bulandı, niyetler okun­du, kullanılan lakaplar bir ta­rafa çekildi, farklılıklar ay­rı­­lık olarak addedildi. Za­ten bu durumu hisseden Be­di­­üz­zaman Hazretleri, 1920’den sonra “Said-i Kürdi” yerine “Said-i Nursi” ismini kullan­mıştır. Netice itibariyle de­ğil üstadın, İslam’la müşerref olan hiçbir insanın ırkçı ol­ması düşünülemez. Zira Müs­lü­manlıkla ırkçılık, tıpkı ziya ve zulmet gibi ya da doğu-batı gibi birbirinden uzak kav­ram­lardır. Kalp ikisini aynı anda cem edecek bir özel­lik­te yara­tılmamıştır. Birisi­nin yer­­leştiği kalbi diğeri ken­di­li­ğin­den terk eder. Do­layısıyla bilgi ve belge noktasında Kur’an bu konuda titiz davranılmasını, işin iç yü­zünü bilmeden hüküm veren Müslümanları defaatle uyarır: İşte bir misal, “Ey iman eden­ler! Eğer fâsığın biri si­ze bir haber getirirse onu iyi­ce araş­tırın. Aksi takdirde bil­me­den bir topluluğa zarar ve­rirsiniz de yaptığınıza piş­man olursunuz.” (Hucurât, 6) 3- Eleştiren kişi eleştirdiği kişiye küfüv yani denk olmalıdır Bediüzzaman Hazretleri bir hafta boyunca günde bir­kaç saat çalışmak suretiyle “Ce­mu’l-Cevami” adlı kitabı ez­ber­lemiştir. Adı geçen bu eser, İmamı Süyuti’nin içerisinde otuz binden fazla hadisi ba­rındırdığı bir kitap. Molla Fet­hullah, talebesinin okuduğu ki­tabın üzerine aynen şu cümleyi yazmıştır: “Bir hafta içerisinde Cemu’l-Cevami kitabının tama­mını ezberledi.” Hangi kitaptan sorular sorduysa hepsini cevap­lar, hocası: “Pek âlâ, zekâda harikasınız, fa­kat hıfzınız nasıldır? Maka­mat-ı Harîriyeden birkaç satırını iki defa okumakla hıfzedebilir mi­siniz?” diyerek kitabı uzatır. Bediüzzaman, kitabın bir yap­rağını bir defa okumakla hıf­zeder. Bunun üzerine hocası: “Zekâ ile hıfzın ifrat derecede bir kimsede toplanması nadirdir”2 diyerek hayranlığını ifade eder. Umumiyetle bir insan ya çok zeki olur ya da ezberi kuvvetli olur. Tarihte ikisini cem eden insanlar oldukça nadirdir. Hele ki zihinler iğdiş edildiği bu zamanda, bu vasıfta biri varsa beri gelsin. Ömrünü ilme, ir­fana adayan, son derece takva yaşayan, dünyanın tozu toprağı üstüne bulaşmayan, hafızada ve zekâda yaşadığı çağda emsal­siz olan aziz üstadı, birkaç ki­tap yazan cehl-i mürekkeplerin, hiç­bir fikir çilesi çekmeyenlerin, hat­ta daha da ötesi klavye ba­şında hocalık yapanların eleş­tirmesi ne kadar doğru bir dav­ranıştır. 4- Mümkünse eleştiride has isim kullanılmamalıdır Toplum olarak eleştiri okları­mızı direk muhatabımızın göğ­­süne saplayarak öldürmek­ten nedense zevk alır hale gel­dik. Fiilden ziyade şahısların he­def alınmasının bir fayda ge­tir­mediğine koca yıllar şa­hit­­tir. Üstada ya da başka ta­ri­kat büyüklerine karşı hür­met­sizlik yapılması, en başta on­lara tabi olanları rencide eder ve toplumdaki cemaat grup­­larının birbirlerine olan mu­­hab­bet­lerinin adavete dö­nüş­­mesine sebebiyet verir. Ara­­ların­daki dayanışmayı, it­ti­­fa­kı ze­deler, husumeti körük­ler. “Allah’a ve Resûlüne itaat edin; birbirinizle çekişmeyin; sonra içinize kor­ku düşer de rüzgârınız (kuvve­ti­niz) gider o halde sabredin! Şüphesiz ki Allah, sabredenlerle beraberdir.” (Enfal, 46) “Keskin sirke küpüne zarar ve­rir” atasözünden hareketle sert ve öl­­­­çüsüz eleştiriler uzun va­­­­de­­­­de ki­­şi­nin kendisini de yer bi­­­ti­­­rir. Kur’an, bize in­sa­ni iliş­­­ki­­lerimizde mutedil bir dil kul­lanmamızı tavsiye eder. “İşte Al­lah’tan bir rahmet ile­­dir ki, sen onlara yu­muşak dav­­ran­dın. Hâlbuki ka­ba, katı kalp­li ol­say­dın, elbette (onlar) et­ra­fından dağılırlardı…” (Ali İmran, 159) Bugün bazı köşe başlarını tu­tan yazarlar, sözüm ona din adam­ları, mütefekkirler hat­ta üstad diye ortalıkta do­la­şan­ların ko­­nuş­­malarına baktı­ğı­nız­da, eleş­­tir­­me­dik­leri bir Allah dos­tu yok gi­bi­dir. İslam’ın göz be­beği olan ve bu millete mal ol­muş ne kadar ehlisünnet âli­mi varsa hepsini hedef tah­ta­sına oturtmaktan as­la çekinmemişlerdir. Sanırsınız ki bütün âlem yanlış yolda da bir tek kendileri doğru yolda. Ne yazık ki bu güruhun kendi günahlarının avukatı, baş­kaları­nın kusurlarını ortaya dökmede ise bir savcı kadar mahir ol­duk­larını söyleyebilirim. Üstadın ba­zı tevile muhtaç sözlerinden yola çıkarak onu hâşâ şirkle, peygamberlik iddiasıyla, ajan­lık­la ve daha bir sürü ipe sapa gelmez hezeyanlarla itham et­menin ne vicdanla, ne dinle, ne de insaniyetle ilgisi vardır. Eleştiri budalasına dönen bu insanlara günah olarak bunlar yeter artar bile... Aslında Bediüzzaman Hazret­lerini bu tür adamlardan fark­lı kılan da budur. Üstadın eser­lerini taharri ettiğinizde baş­tan sonra bütün mesaisini iman üzere hasrettiğini göre­cek­siniz. “Risale-i Nur'u anla­mıyorlar yahut anlamak istemi­yorlar. Beni skolâstik bataklığı içinde saplanmış bir medrese ho­cası zannediyorlar. Ben, bü­tün müspet ilimlerle, asr-ı ha­zır fen ve felsefesiyle meşgul oldum. Bu hususta en derin meseleleri hal­lettim. Hatta bu hu­susta da bazı eserler te­lif ey­ledim. Fa­kat ben öyle mantık oyunları bil­miyorum, felsefe dü­zen­baz­lık­larına da kulak vermem. Ben, cemiyetin iç hayatını, manevi varlığını, vicdan ve imanını te­ren­nüm ediyorum, yalnız Kur' ân'ın tesis ettiği tevhid ve iman esası üzerinde işliyorum ki; İslâm cemiyetinin ana direği bu­dur. Bu sarsıldığı gün, cemiyet yoktur.”   3 Üstad kendisine ya­pılan bunca haksızlığa rağ­men şahıslarla uğraşmaktan uzak durmuştur. Kur’ani ve pey­gam­­beri bir ahlak da bunu ge­rektirir. Bediüzzaman’ın ki­lit­­­lendiği tek nokta, bu millet nasıl istikamet üzerinde yürür, nasıl imanını muhafaza edebilir, nasıl ebedü’l-âbâd yolunda se­lametle ilerleyebilir? Bütün der­­di bu olan mübarek üstadı dert­­sizler nasıl anlayabilsin? 5- Eleştiriye en evvel insan kendisinden başlamalıdır Öz eleştiriye kendimizden baş­ladığımız takdirde görülecek ki başkalarıyla uğraşmaya ne za­ma­nımız olacaktır ne de vicdanımız buna müsaade ede­cektir. “Siz Kitabı okuyor oldu­ğunuz hâlde, insanlara iyiliği emredip de kendinizi unutuyor musunuz? Hiç akıl erdirmez misiniz?” (Bakara, 44) Doğrusu üstad hayatının her saf­hasında ve eserlerinin satır ara­larında başkalarının eleştirisine ihtiyaç bırakmayacak kadar ken­di muhasebesini fazlasıyla yap­tığını görüyoruz. Birkaç misal verelim: “Malûm olsun ki, bizi ziyaret eden, ya hayat-ı dünyeviye cihetinde gelir; o kapı kapalıdır. Veya hayat-ı uhreviye cihetinde gelir. O cihette iki ka­pı var: Ya şahsımı mübarek ve makam sahibi zannedip gelir. O kapı dahi kapalıdır. Çünkü ben kendimi beğenmiyorum; beni beğenenleri de beğenmiyorum. Cenâb-ı Hakka çok şükür, beni kendime beğendirmemiş.” 4 “Hiçbir müfsit ben müfsidim de­mez. Daima suret-i haktan gö­rünür. Yahut batılı hak görür. Evet, kimse demez ayranım ek­şidir. Fakat siz mihenge vur­ma­dan almayınız. Zira çok si­lik söz ticarette geziyor. Hatta benim sözümü de ben söylediğim için hüsn-ü zan edip tamamını kabul etmeyiniz. Belki ben de müfsidim. Veya bilmediğim hâl­de ifsat ediyorum. Öyleyse her söylenen sözün kalbe gitmesine yol vermeyiniz. İşte, size söy­le­diğim sözler hayalin elinde kal­sın, mihenge vurunuz. Eğer altın çıkıyorsa kalpte saklayınız. Bakır çıktıysa çok gıybeti üstü­ne ve bedduayı arkasına takınız, bana reddediniz, gönderiniz.” 5 Devamlı olarak kendi muhase­be ve murakabesini yapan üs­ta­dın kendisini putlaştırması, pey­gamber olarak kabul etmesi, ya da başka bir niyetinin ol­ması nasıl mümkün olabilir? Ağızlarından hakaretten başka hiç bir şey sudur etmeyenlere sormak istiyorum: Kendisini bu kadar acımasız eleştiren bir baş­ka birine hayatınızda hiç rast­landınız mı? Ya da şöy­le sorayım: Eleştiri yapan ze­vatlar, üstadın kendisini eleş­tirdiğinin binde biri kadar ken­­dinizi bir eleştiriye tabi tut­tu­ğunuz oldu mu hiç? Lüt­fen za­man akıp gitmeden ön­ce­likle kendinize bir “check-up” yaptırın derim. İşte o za­man farkına varamadığı­­nız ne hastalıklarınızın ne ya­ra­la­rınızın olduğunu göre­cek­siniz. Kendisi hasta olan biri başkasını nasıl tedavi ede­bilir? Sahi Müslümanlarla uğ­­raş­­tı­ğı­nızın binde biri kadar din düşmanlarıyla mü­ca­de­le ettiniz mi? Dalalet vadi­­le­rin­de gezinen kaç genci çe­kip oradan aldınız mı? Hey­be­niz­­de süfliyat yangınını sön­­dü­­­re­cek suyunuz var mı? Küf­­­rün bataklığına gömü­len Al­lah’tan, peygamberden bi­ha­­ber yaşayan yığınlara in­san­­lara sunacağınız bir reçete var mı acaba? Eğer yoksa bari bu ko­nuda gayret gösteren­le­ri en­­­gel­­lemeye kalkışmayın. 6- Tevile muhtaç ifadeleri yorumlarken ihtiyatı elden bırakmayın Malum zevatların eleştiri ge­tir­dikleri noktalardan birisi de üstadın, “Risaleler bana yaz­dırıldı.” Ya da “Kalbime ih­tar edildi” sözlerine takılıp kal­ma­larıdır. Haddi zatında üs­­ta­dın tamamen mahviyet ve te­vazu kokan bu ifadesini alıp işi kendisini peygamber ola­­rak kabul ettirmesine ka­dar gö­türenler var. Oysa üs­tad, aşa­­ğı­daki paragrafta “yaz­dı­rıl­dı” sözünün ne mana ile söy­len­­diğinin ipucunu ver­mek­te­dir.6 “Benim gibi yarım üm­mi bir adam… Risale-i Nur’a sahip değildir ve o eser, onun hüneri olamaz, onunla ifti­har edemez. Belki doğrudan doğ­ruya Kur’an’ın manevi mu­ci­zesi olarak rahmet-i İlahiye tara­fın­dan ihsan edilmiştir.” Eserini kendisine mal etmeme­si hâşâ onu Kur’an gibi görme­si yahut da peygamber olarak görmesinden dolayı değildir. Kitaplarını bir ihsanın, bir ikra­mın ve kalbine gelen bir ilhamın neticesi olarak görme­sin­dendir. Yalnız size de hak vermiyor değilim. “Benim ba­şarım, benim kitabım, benim eserim, benim sözüm” diye or­talıkta dolaşan yirmi birinci asrın ene’si kavi olan hocaları üstadın bu inceliğini nereden anlayabilsin? Hadi bu inceliği anlayamadınız diyelim; neden bu sözlerden hareketle hâşâ üs­tadın kendisini peygamber olarak gördüğü yalanını atı­yor­sunuz. Hangi eserinde böy­­le bir iddiası var? Size üs­ta­dın Peygamberimizi anlat­tı­ğı eser­lerinden biri olan 19. Mek­tu­bu ya da 19. Sözü okumanızı tavsiye ediyo­rum. İnsaflı bir nazarla okuduğunuzda siz de göreceksiniz ki Peygamberi­miz ancak bu kadar tatlı, bu kadar güzel, bu kadar veciz ve bu kadar samimi anlatılabilir. Be­di­üzzaman, Peygamberimiz için ıs­­rar­la, eserlerinde onlarca yer­­­de “Hâ­­temü’l Enbiya” der; ya­ni pey­gamberlerin en so­nun­­­­­cu­su. İşte bir misal: “Biri­si: Şu kitab-ı kebirin âyet-i küb­­­ra­sı olan Hâtemü’l-En­bi­­ya Aley­­hissalâtü Vesselâm­dır. Bi­risi de Kur’an-ı Azîmüş­şan’dır. Şim­di şu ikinci bürhan-ı nâ­tıkî olan Hâtemü’l-Enbiya Aley­his­­­salâtü Vesselâmı tanımalı­yız, dinlemeliyiz.”7 Görüldüğü gi­bi bu kadar kısacık cümlede iki defa son peygamber diye söy­leyen birisi nasıl oluyor da kendisini peygamber olarak te­­lakki edebiliyor. Hâşâ yüz bin defa hâşâ… Bu iftirayı at­maktan şeytan bile utanır. Vahiy ile ilham arasında inceli­ği kavrayamayan insanlara ne söyleye bilirim ki… Rabbimiz arıya da ilham eder, bilim ada­mına da, sanatkâra da, şaire de, bestekâra da… Hatta sıra­dan in­sanlara bile… Bir işte yo­ğun­laşmış insanların kalbine ba­zen manalar, fikirler, feyizler ge­lebilir. Peygamberimiz demiş­tir: “Önceki ümmetler arasında, mu­haddesun (kendilerine ilham olu­­nanlar) vardı. Eğer benim üm­­metim içinde de böyle biri varsa, o da Ömer'dir.”  8 Efendimiz döneminde Hazret-i Ömer’in ilhama mazhar olma­sı gibi her devirde de ilhama mazhar olan insanlar olacak­tır. Yalnız vahiy peygamberlere has bir özellik iken, ilham her­­kes için olabilir. Vahiy ile il­ham arasındaki ince bir nok­­ta­lardan birisi de vahyin bağ­layıcı olmasıdır. Zira melek va­sıtasıyla gelir. Parlaktır, nettir. İl­ham da akıl, hissiyat ve diğer letaifi duygular karıştığı için göl­geli, bulutlu olabilir. Herke­si bağlayan bir mecburiyet söz konusu değildir. Şimdi sormak isterim ve derim ki: Üstada yapılan zulümlerin, sı­kıntıların, sürgünlerin binde birini yaşadığınız oldu mu? Bu milletin kurtuluşu için eli­nize silah alıp da düşmanla gö­ğüs göğse savaştınız mı hiç? Kamp­lara, sürgünlere gön­de­ril­diniz mi? Yirmi bir defa ze­hir­lenmekten vazgeçtim bir kez olsun hayatınıza kasteden oldu mu? Ülkenin içinde bu­lunduğu konjonktüre göre ko­nuşan sizler Bediüzzaman’ın en sıkıntılı zamanlarda bile dev­rin en kudretli paşasına göz­lerinin içine baka baka na­­mazın hakikatini haykır­dı­ğın­dan haberdar mısınız? Ab­dül­ha­mid düşmanı diye gös­ter­­di­ğiniz üstadın 31 Mart ha­disesinde Abdülhamid taraf­­­tar­­lığı nedeniyle idam­la yargılan­masına ne söyleyecek­siniz? Mahkeme Başkanı Hurşit Pa­şa, Be­di­üzzaman’a mahkeme sa­lonu­nun penceresinden dar­ağa­cında sallanan idamlıkları göstererek: “Sen de şeriat is­te­mişsin öyle mi? İşte şeriatı iste­yenler böyle asılırlar” dediğinde, “Şeriatın bir hakikatine bin ru­hum olsa feda etmeye hazırım. Zira şeriat, sebebi saadet ve tam bir adalet ve fazilettir” diyen üstad kadar koca bir yüreğe sahip misiniz? Şeyh Su­nusi ma­­ka­mını (Doğu Ana­dolu Ge­­nel Vaizliğini), milletvekil­li­­ğini, 300 lira maaş gibi da­ha bir sürü cazip teklifi eli­­nin ter­siyle ittikten sonra ya­pa­yal­nız bir köşede fakirce bir ha­yat yaşayan kaç kişi tanı­yor­­sunuz? Aç kaldığınız oldu mu hiç? Ya eskimiş, yırtık las­tik bir ayakkabıyla günlerce dolaştığınız? Yüz yamalı bir hırka giydiğini yahut altı ay­da sadece otuz altı ekmek tü­kettiğini söylesem buna da “yok artık” deyip gülersiniz bel­ki. Sahi hiç parayla, mevki ile sınandığınız oldu mu? Dün­yadan göçtüğünde geriye bir çift lastik ayakkabı, eski bir gömlek, birkaç bardak, tabak ve bir kırık gözlük bırakan kaç âlim tanıyorsunuz? Ya an­nenizden, babanızdan, dost­ları­nızdan uzakta kuş uç­maz, ker­van geçmez yerlerde bir ömür tüketeniniz var mı? Allah der­ken zangır zangır titriyor musu­nuz, namazda içiniz ürperiyor mu hiç? Seccadeniz onun gibi gözyaşlarıyla ıslanıyor mu aca­ba? Hangi dünya zevkinden mahrumsunuz. Hangi güçten, hangi makamdan geri kaldı­nız? Yaşadığı dönemin üzerinden bir asır geçtiği halde ve her türlü menfi propagandaya rağ­men Risale-i Nurlar neden hâ­lâ ülkemizde en fazla okunan kitaplar arasında? Neden 190 ül­kede ve neden 50 dile çev­ril­miş durumda? Bütün bu so­ruların bir izahını beklemek herkes gibi benim de hakkım değil mi? Sanırım hiç birinin cevabı yok sizde… “İnsaf!” diyorum sadece. Ecda­dınızı temsil eden ve bütün ömrünü bu milletin imanının kurtulmasına hasreden, ahiret yurduna gitmiş bir insana ifti­ra atmaktan hicap duymuyor mu­­sunuz? Ne diyeyim, iftiraya uğ­rayana mı yanayım, yoksa kendi zaaf çamurunda boğulan iftiracıya mı acıyayım? Varın siz hakem olun ya da en iyisi hükmü bütün zamanlara ge­çen Efendimiz (sav) söylesin. “Bir kimseye şer olarak bir Müs­lüman kardeşine hakaret etmesi kâfidir.” (Müslim) A hocalar, beyhude uğraşma­yın. Milli ve yerli olan sev­gi­li üstadı bu milletin bağ­rın­dan söküp atmaya ne si­zin ne de işbirlikçilerinizin gü­cü yetmeyecektir. Aksine Be­di­üz­­­za­man her geçen gün daha da parlak bir surette Ana­dolu hal­kının ve tüm Müslü­man­ların üzerinde eserleriyle hep yaşa­yacaktır. “Ey fahra meftun, şöhrete müp­­tela, medhe düşkün, hod­bin­likte bîhemta sersem nefsim! Eğer binler meyve veren incirin menşei olan küçücük bir çe­kirdeği ve yüz salkım ona ta­kılan üzümün siyah kurucuk çubuğu; bütün o meyveleri, o salkımları kendi hünerleri ol­duğu ve onlardan istifade eden­ler o çubuğa, o çekirdeğe medh ve hürmet etmek lâzım olduğu, hak bir dava ise; senin dahi sana yüklenen nimetler için fahra, gurura belki bir hakkın var. Halbuki sen, daim zemme müstahaksın. Zira o çekirdek ve o çubuk gibi değilsin. Senin bir cüz’-i ihtiyarın bulunmakla, o nimetlerin kıymetlerini fahrin ile tenkis ediyorsun, gururunla tahrip ediyorsun ve küfranınla iptal ediyorsun ve temellükle gasp ediyorsun. Senin vazifen fahr değil, şükürdür. Sana lâyık olan şöhret değil, tevazudur, hacalettir. Senin hakkın me­dih değil istiğfardır, nedamettir. Se­nin kemalin hodbinlik değil, hüdabinliktedir.”9 Üstadın bu sözünden sonra umu­lur ki enaniyeti kavi olan­lar bir nebze olsun erir, erir de tevazu sahibi olmak ne imiş ve nasılmış öğrenirler… Kaynaklar: 1- Necmettin Şahiner, 228-229; Mülakat, sh. 38.2- Bediüzzaman Said Nursi, Tarihçe-i Hayat3- Bediüzzaman Said Nursi,Tarihçe-i Hayat4- Bediüzzaman Said Nursi,Yirmi Altıncı Mektup5- Bediüzzaman Said Nursi, Münazarat, 6- Bediüzzman Said Nursi, Barla Lahikası7- Bediüzzaman Said Nursi, 19. Söz8- Buharî, Fezâilu's-Sahâbe, 6/37; Müslim, Fezâilu's-Sahâbe, 2/23.9- Bediüzzaman Said Nursi, 18. Söz

Necati İLMEN 01 Haziran
Konu resmi31 Mart Vakası ve Yedinci Cinayet
Tarih

31 Mart Vakası, vaki olduğu günden bu yana tarihçi ve siyaset erbabının ilgisini en çok çeken tarihi olaylardandır. Üzerinden yüz yılı aşkın bir süre geçmesine rağmen hala sıcaklığını koruyan önemli köşe taşlarından biri olarak tarihteki yerini almış gözüküyor. Biz bu olayı, bir de Bedüzzaman’ın (ra) nazarından Divan-ı Harb-i Örfî’deki savunmasını merkeze alarak incelemeye çalışacağız. Özellikle bu uzun savunmanın mezkûr vakayı ortaya çıkaran sebepleri ve itiraza medar olan yedinci cinayet üzerinde duracağız.  Bediüzzaman (ra) bu elim ha­disenin sebepleri olarak şun­ları zikretmektedir. Hadisenin yüzde doksan ne­de­ni, İttihat ve Terakki’nin bas­kı­sına ve tahakkümüne kar­şı çıkmaktır. Fırkaların vekilleri değiş­tir­mek için ortaya koydukları mü­nakaşalardır. İktidardan indirilmesine ke­sin karar verilmiş olan Sultan Ab­dül­hamid Han’ı kurtarmak dü­şün­cesidir. Askerin hislerine ve dini ya­şantının aleyhine yapılan telki­nata set çekmektir. Faili meçhul bir cinayete kur­ban giden ve büyütülen Ha­san Fehmi Bey’in katilini mey­dana çıkarmaktır. Alaylı-mektepli çekiş­mesinde mağ­dur edilen alay zabit­leri­nin mağ­duriyetlerini gider­mektir. Hürriyeti sefahet olarak an­­la­yanlara tepki göstermek ve İs­­lam ah­lakıyla hürriyetin sınır­larının çizilmesini arzu et­mek­tir. Aynı zamanda halkın İslami siyaseti yalnız kıssas ve el kesmek olarak anladığı ve bu­nun icrası­nı istemektir. Fakat ze­min bataklık ve bu ha­dise de bir yerlerden plan­­la­­narak or­taya sürülmüş. Bu plan­­layı­cılar planları uğruna as­­kerin disiplinini bozmaktan çe­­kin­­­me­­mişler. Asıl sebeb ise; Partilerin körü körüne ta­raf­tarlıkları ve birbirine garazla yaklaşmaları, Gazetelerin hakikate hizmet yerine olayları abartmaları, ya­lanlar ve aşırılıklarla karı­şık­lı­ğa sebebiyet verecek propagan­da­larıdır. Gazetelerin tutumu, Fırkaların hizmet yerine ken­di menfaati için yaptığı çalış­malar, İttihatçıların baskısı, İtaatin esas olduğu asker oca­ğında hürriyetin yanlış telakki ettirilmesi, Bazı dikkatsizlerin kendi yan­lış yorumlarıyla askere, “şeri­at elden gidiyor” şeklinde pro­pa­ganda yapması, Müstebitler, dinde cahil mu­taassıblar, dinde hassas fakat muhakeme-i akliyede noksan olanların o bataklık zeminde tohum ekmeye başlaması, Memleketin umum siyaseti­nin cahil kişilerin elinde kal­ması, İçerde ve dışarda devletle ilgi­li sorunları olanların parmak karıştırması, ortalığı anarşiliğe çevirmiştir. 13 Nisan 1909 isyan çıkar. 13 Nisan 1909 üstad Makri­köy (Bakırköy)’e çekilir. (Di­van-ı Örfi – 9. Cinayet) 15 Nisan 1909’da Volkan Ga­zetesindeki “Edipler edepli olmalı (15 Nisan 1909/2 Nisan 1325/24 Ra 1327)” yazısı ile olayları yatıştırmak için gazete lisanıyla müdahil olmaya başlar. İkdam, Mizan gibi gazetelerde isyancıları sükûnete davet eder. 16 Nisan 1909 sekiz taburun itaat altına alınmasına vesile olur. (Divan-ı Örfi – 10. Cina­yet) 24 Nisan 1909 Hareket Or­dusu’nun İstanbul’u kont­rol altına alıp İttihad-ı Muham­me­di Cemiyetinin üyelerini tu­tuklaması üzerine, hıfz-ı hayat için İzmit’e gider.     27 Nisan 1909 Sultan Ab­dülhamid tahttan indirilir. 01 Mart 1909 Üstad İz­mit’de tu­tuklanarak İstanbul’a gön­de­ri­lir. Yirmi gün kadar hapis kal­dıkdan sonra Divan-ı Örfiye çıkartılır ve savunmasını yapar. 23/25 Mayıs 1909 Üstad be­raat eder. Bediüzzaman (ra)’ın Divan-ı Ör­fî’de yapmış olduğu sa­vun­ma eski Said döneminin öze­ti ni­teliğindedir. Eski Said dö­ne­mi İstanbul hayatını merak edenlerin istifade etmesi ge­re­ken şaheser bir savunmadır. Bu savunmada; “Ey Paşalar, Zabitler! Hapsimi iktiza eden cinayetlerin icmali: Medar-ı iftiharım olan mehasinim, şim­­di günah sayılıyor. Ar­tık na­sıl itizar edeyim, müte­hay­yirim” ifadesiyle din, millet ve vatanın selameti için güzel bir niyetle ortaya koyduğu çalışmaların cinayet sayıldığını beyan eder. Savunmasını da “Benim iftihar ettiğim ama sizin cinayet gördüğünüz on bir buçuk cinayati benden din­leyiniz” manasında yapar. İşte bu maddelerden yedinci ci­nayet Bediüzzaman (ra)’ın, İttihad-ı Muhammedi cemi­yetine bakışını İttihad-ı İslam fikrini hangi temeller üzerine oturttuğunu beyan eder. Eleştiriye sebep olan nokta ise, Cemaleddin-i Efgani ve Mu­hammed Abduh isimlerinin bu mahkeme savunmasında zik­­­re­­dil­miş olmasıdır. Divan-ı Ör­­fi’deki savunma ve özelde ye­din­ci cinayet bir bütün ola­rak na­zara alındığında ya­pı­lan bu eleş­tirinin hakikati ara­mak­­­tan uzak olduğu hak­pe­rest na­zarlarca görüleceği ka­naa­tin­deyim. O yedinci cinayet ise sadeleştirilmiş haliyle budur;  İşittim; İttihad-ı Muhammedî (asm) namıyla bir cemiyet te­şekkül etmiş. Nihayet de­re­ce­de korktum ki; bu ism-i mü­barekin altında bazılarının bir yanlış hareketi vücûda gel­sin... Lâkin tekrar korktum, de­dim: Bu isim umumun hakkı­dır, tah­sis ve tahdid kabul et­mez. Ben nasıl ki, dindar ye­di ce­miyete bir cihette mensu­bum. Zîrâ maksadlarını bir gör­­düm. Kezalik o ism-i mü­bareke in­­ti­sab ettim. Lâkin tarif etti­ğim vecihle ki; işte bu tarifi ceri­delerde neşretmiş idim. Be­nim murad ettiğim ve dâhil ol­du­ğum İttihad-ı Mu­ham­me­dî’nin (asm) tarifi bu­dur ki: Sınırları, doğudan batıya, ku­zeyden güneye uzanmış nu­rani bir halatla bağlanmış bir dairedir. Üyeleri, bütün Müslüman­lar­­dır. Birliğimizin sebebi, tevhid-i İla­hidir. Yeminimiz, imandır İsim defterleri, levh-i mah­vuz­dur. Yayınları, bütün İslami kitaplardır. Günlük gazeteleri, i’la-yı ke­limetullahı maksat yapan bütün gazetelerdir. Kulüp ve encümenleri, mes­cid­ler, medreseler, zaviyelerdir. Merkezi, Haremeyn-i Şeri­feyndir. Başkanı, Fahr-i Âlem’dir (sav). Mesleği, aCihad-ı ekber, aAhlak-ı Peygamberî ile ahlak­lanmak, aSünneti ihya, aBaşkalara muhabbet ve kavl-i leyn ile nasihattir. Nizamnamesi, sünnet-i ne­be­viye Kanunnamesi, Allah’ın emir ve yasakları Silahları, Kur’an ve sün­net­ten alınan kesin deliller. Zira medenilere galebe ikna iledir... Hedef, aİ’la-yı kelimetullah a%99’u ahlak, ibadet ve fazilet olan şeriat a%1’i ise siyasete mütealliktir. Onu da ulülemrimiz düşünsün. Maksadımız, o silsile-i nura­niyi (bütün Müslümanları) ha­rekete geçirerek; aŞevkle, vicdani uyanışla, iler­le­me yolunda kemalat mer­ke­zine sevk etmektir. aZira i’la-yı kelimetullahın bu za­manda en büyük sebebi, mad­­deten terakkidir. İşte; ben bu ittihadın efradın­danım. Ve bu ittihadın teza­hü­rüne teşebbüs edenlerdenim. Yok­­­­sa sebeb-i iftirak olan fır­ka­lar­­dan değilim. Elhasıl: Sultan Selim’e biat etmişim. Onun ittihad-ı İslâmdaki fik­­rini kabul ettim. Zira o Kürt­leri ikaz etti. Onlar da ona biat ettiler. Şimdiki Kürtler, o za­man­daki Kürtlerdir. Bu meselede seleflerim: Şeyh Cemaleddin-i Efganî, allâme­ler­den Mısır müftüsü merhum Mu­­hammed Abduh, müfrit âlim­­­lerden Ali Suavi, Hoca Tah­­sin Efendilerle Namık Ke­mâl Bey ve Sultan Selim’dir. “Kıta” İhtilaf u tefrika endişesi / Kû­şe-i kabrimde hattâ bîkarar ey­ler beni. İttihadken savlet-i a’dayı def’e çaremiz / İttihad etmezse millet, dağdar eyler beni... Sultan Selim Ben zahiren buna teşebbüs et­tim, iki maksad-ı azîm için... Birincisi: O ismi tahdid ve tah­sisten halâs etmek... Ve umum müminîne şümulünü ilân et­mek... Tâ ki tefrika düşmesin ve evham çıkmasın! İkincisi: Bu geçen musibet-i azîmeye / 31 Mart vakasına se­­be­­bi­yet veren fırkaların ifti­ra­­kını, tevhid ile önüne sed ol­­mak idi. Vâ esefâ ki, zaman fır­­sat vermedi. Sel geldi, beni de yıktı. Hem derdim: Eğer bir yan­gın olsa, bir parçasını söndü­re­­­­­ce­ğim. Fakat elbisem de yan­­­­dı... Ve uhdesinden gel­me­­­­di­ğim şöh­ret-i kâzibem de maal­­­mem­nu­ni­ye ref’ ol­du. Ben ki, âdi bir ada­mım. Böy­le mec­lis-i me­bu­san ve a’yan ve vü­ke­lanın en mü­him vazi­fe­­­lerini dü­şün­dü­recek bir emri, uh­­­de­­me al­dım. Demek cinayet ettim... Yapılan bu savunmanın bütü­nünü nazara vermeden sadece “Sultan Selim’e biat etmişim. Onun ittihad-ı İslâmdaki fik­­rini kabul ettim. Zira o Kürt’ leri ikaz etti. Onlar da ona biat ettiler. Şimdiki Kürt­ler, o zamandaki Kürtlerdir. Bu meselede seleflerim: Şeyh Cemaleddin-i Efganî, allâ­me­lerden Mısır müftüsü mer­hum Muhammed Abdüh, müf­­­­rit âlimlerden Ali Suavi, Ho­ca Tahsin Efendilerle Na­mık Kemâl Bey ve Sultan Se­­lim’dir.” paragrafından “Se­lef­­lerim: Şeyh Cemaleddin-i Ef­­­ga­nî, allâmelerden Mısır müf­tü­sü merhum Muhammed Ab­­­­düh” ifadesini cımbızlayıp; bak! Said Nursi bu sözüyle; Mason olan bu zatları rehber yapmıştır. İngiliz ajanı olan bu şah­si­yet­lerin etkisinde kalarak II. Ab­dülhamid Han’a karşı çık­mış­tır. Batıdan etkilenen bu refor­mistlerin etkisinde kalmıştır. deniliyor. Bu sathî ve gerçeği yansıt­ma­­­­­­yan ifadelerle kamuoyunda “Said Nursi de Abdülhamid Han’ı taht­­tan indirenler ara­sın­day­dı” algısı maksatlı veya ca­hi­la­ne or­­­ta­ya konuluyor. Hâl­­­buki bu ko­­nu dikkatle in­ce­­len­­di­ğinde, Be­di­­üz­zaman (ra)’ın yedinci ci­­nayette itti­had-ı İslam vurgu­su yaptığı gö­­rü­lür. Dolayısıyla me­­seleyi bu kav­ram üzerinden ele almak ge­re­kiyor. Bediüzzaman “Sultan Se­lim’e biat etmişim. Onun itti­had-ı İslâmdaki fikrini kabul ettim. Zira o Kürtleri ikaz et­ti. Onlar da ona biat etti­ler. Şimdiki Kürtler, o zamanda­ki Kürtlerdir” ifadesiyle, itti­had-ı İslam konusunda kime biat ettiğini açıkca vurguluyor. (Biat kelimesi; bağlılıgını ve gü­venini bildirmek, birisinin baş­kanlığını kabul etmek anla­mına gelmektedir.) 2“Bu meselede seleflerim: Şeyh Cemaleddin-i Efganî, al­lâmelerden Mısır müftüsü mer­hum Muhammed Ab­duh, müfrit âlimlerden Ali Suavi, Hoca Tahsin Efendi­lerle Namık Kemâl Bey ve Sultan Selim’dir.” sözüyle ken­disinden önce ittihad-ı İslam düşüncesini dile getiren kişi­lerin isimlerini zikretmekte­dir. Zira selef, “eskide, önceki, ev­velce bulunan, önceden gelen” manalarını ifade etmektedir. Paragraftaki “biat” kelimesini görmezden gelip “selef” keli­me­sine takılmak ve metnin mak­sadının dışında bir mana ver­mek ibretlik ve eseflik bir durumdur. Bediüzzaman (ra)’ın, eski ve ye­ni Said dönemi eser­leri incelendiğinde bu iki şah­siyet­ten başka hiç bir yazısında söz etmediği rahatlıkla görülebilir. Eğer bu zatlar rehber ve üstad kabul edilmiş olsaydı, yazılan eserlerde çokca isimlerinin zik­redilmiş olması gerekirdi. Hâl­buki Bediüzzaman, üstadım ve rehberim dediği Hz. Ali (kv), Abdülkadir Geylani (ra), İmam-ı Rabbani (ra), Mevlana Halid-i Bağdadi (ra) gibi zat­lardan sıkça bahsetmektedir. Abdülhamid Han’ı indiren­lerin kurduğu mahkemede, on birinci cinayette; “O va­kit­­te -şim­­di münkasım ol­muş, şid­­det­­­len­­miş olan- is­tib­­dad­lar, mer­­hum Sultan-ı Mah­lu’a is­­nad edildiği halde” ifa­­de­­siyle Abdülhamid Han’ı taht­­tan indirenleri istibdatla, bas­­kı yapmakla suçlar. Aynı za­­­manda Abdülhamid dö­ne­min­de, hükümetlerin uygula­dığı baskıların sultana isnat edil­­­­me­sini de eleştirir. Yine ay­nı pa­ragrafta “Şefkatli Sul­tan” ifa­­desiyle Abdülhamid Han’a ba­­kı­­şı­nı o dönemde ortaya ko­yar. Sünnet-i Seniye, tesettür, ic­tihat, sahabeler hakkında yaz­dığı risalelerle reformistlere kar­­­­­şı Ehl-i Sünnet cemaatini mü­­­­da­faa eden, İngilizlerin İs­tan­­bul’u işgali sırasındaki mü­ca­­de­lesi or­tada olan, İngilizleri in­san­­lı­ğın nefs-i emmaresi ola­rak gören bir zatın masonluk­la veya reformist­likle anılması, akıl­dan uzak bir durum ve tutumdur. Aynı zamanda İslam hu­ku­kuna uygun meşrutiyet iste­ği ve talebiyle Abdülhamid Han’ın indirilmesini ayır/a/ma­mak ve bugün cumhuriyetin İslam medeniyetiyle daha ile­ri seviyeye ulaşacağını aynı ağız­lardan duymak, bir akıl tu­tul­ması olsa gerektir. Rabbim hakkı hak bilip Hakk’a uymayı, batılı batıl bilip batıl­dan kaçmayı bizlere lutfet­sin...

Ali SEMERCİ 01 Haziran
Konu resmiAfrika'dan Bakınca Risale-i Nur
Risale-i Nur

Bu asrın en büyük problemi İmanî çalışmaların zayıflaması ve eksikliğinden gelmektedir. Üstad Bediüzzaman Hazretleri, Allah’ın lütuf ve ihsanlarıyla ortaya öyle bir eser ve rol-model koymuştur ki, bugün çok güzelliklerin yaşanmasına vesile olmuştur ve olmaya devam etmektedir. Dünyanın pek çok ülkesinde Risale-i Nur eserlerinden isti­fa­de olduğunu görüyor ve bi­­li­­yo­ruz. Sudan’a gençlik ko­­­nu­­­lu bir çalışma için git­ti­­ğim­­de Hayrat Vakfı med­re­se­lerinde kalan Af­rikalı kar­deşlerimizle görüşme ve ko­nuş­ma imkânımız da ol­du. Ri­sale-i Nura karşı olan aşk ve muhabbetlerini gö­rünce on­lardan etkilenmek kaçınıl­maz­dı. Bizim memleketimizde, bi­zim lisanımızla ihsan edilmiş Risale-i Nur eserlerinin Afri­ka’da yaşayan Müslüman kardeş­lerimiz tarafından da istifadeye medar olduğunu görmek, evet bizi sevindirdi. Fakat aynı za­manda daha çok çalışmamız ge­rektiğini bir de hakka’l-yakin görmeme vesile oldu. Risale-i Nurlar, iman ve Kur’an ekseninde ve Sünnet-i Seniyye çizgisinde buluşmamıza im­kân verecek eşsiz eserlerdir. Bun­ları yazının devamındaki müla­kat­larda da göreceksiniz. O gün orada şahid olduğum bu tablonun, dergimiz vasıtasıyla sizlere de ulaşmasını arzu ettim. İsmail ve Âdem kardeşlerimizin ilgilenmesi ve Ahmed Furkan kardeşimizin konuyu takip et­me­siyle devamındaki kardeş­leri­mizin halisane cümleleri çıktı ortaya. Bu vesile ile Afrika’da ve dün­yanın farklı ülkelerinde hem İmanî hizmetler yapan hem ül­kemizi hakkıyla temsil eden kar­deşlerimizi tebrik ediyor, sizlerin de dualarını istirham ediyoruz. Cenab-ı Hak cümlemize ve cüm­­­le hizmet eden bütün Müs­­lü­­­man kardeşlerimize ha­yır­lı, is­ti­kametli hizmetler ya­pa­­bil­me­­yi nasib eylesin di­yor ve sö­zü kar­deş­lerimize bırakı­yorum. Öncelikle bize kendinizi ta­nıtıp Risale-i Nur ile nasıl ta­nıştığınızı anlatır mısınız? Adım E’ş-Şeyh Babekir Halife Osman. Hayrat Vakfı’nda Risa­le-i Nur üzerine araştırmacı ve eğitmen olarak görev yapı­yo­rum. Müceddid İmam Bedi­üzzaman Said Nursi’nin eseri olan Risale-i Nur ile iki muh­terem kardeşim Sadık Abdullah ve Zekeriya Akbaş vesilesi ile tanıştım. Onlarla ilk olarak has­ta bir kardeşimizi hastaneye ziyarete gittiğimizde görüştük. Daha sonra beni medreseye da­vet ettiler. Allah’a hamd olsun Risale-i Nur ve onun talebeleri ile tanışma nimetini bana bah­şetti. O zamandan beri bu çok değerli hazine olan Risale-i Nur’a sahip oldum. Ve Risale-i Nur’a talebe oldum. Risale-i Nur’da neyi sev­di­niz? En çok dikkatini çe­ken şey nedir? Risale-i Nur’un Kur’an’da da kullanılan hakikatleri misaller ile akla yaklaştırma üslubunu sevdim. Fakat dikkatimi çeken çok fazla şey olmasıyla bera­ber şunu söyleyebilirim ki İmam Nursi, peygamberlerin mucize­lerini hiçbir yerde olmayan şe­kilde ele almıştır. Maddi ve ma­nevi olarak bu çok fazla bir iler­leme ortaya koymuştur. Bu üm­mete büyük bir katkı sağlaya­rak mucizelerin anlaşılmasında büyük bir tecdittir. Aynı şe­kil­de dikkatimi çeken en önemli şeylerden biri de İmam Nursi ihtilaflara öyle bir ilaç veriyor ki hiçbir tarafı yarala­madan üzerine ittifak olan ko­­nuları ele alıyor. Bu üslup da İs­lam ümmetinin birliğine ve­­si­le ola­cak bir üsluptur. Ve in­­san­ların kalplerine Allah rı­za­­sı için birbirlerini sevmeyi aşı­lı­­yor. Bediüzzaman üm­me­tin problemlerini teşhis et­me ve o problemlere Kur’an ec­za­nesinden etkili, faydalı bir ilaç veriyor. Ümmeti ih­ti­­la­fa dü­şüren şahsi men­faati dü­şün­meyi ihlas ile te­davi ediyor. Top­lumdaki prob­lem­leri İslam kardeşliğiyle, siyasi problemleri danışma-istişare meclisleri ve şer’i hürriyet fikri ile çözüyor. Risale-i Nur’da gördüğünüz özellik, fark nedir? Risale-i Nur’un özelliği çoktur ama ben birisini zikredeyim. Risale-i Nur delillere dayanan ilmî bir üslup kullanıyor. Kendine has ikna yöntemi ve ya­pı­cı bir üslup kullanılması Ri­sa­le-i Nur’un çok önemli özel­liklerinden sadece birisi. Risale-i Nur hayatınızda neyi ortaya çıkardı? Risale-i Nur benim duyarlı, ümit­var ve sevgi besleyen kişi­li­­ğimi ortaya çıkardı. Eski ha­yatımdaki yapıcı olmayan üs­lu­bum­dan beni kurtardı, el­ham­dülillah. Risale-i Nur hayatınızda neyi değiştirdi? Risale-i Nur’un hayatımdaki en büyük değişikliği, hayat reh­berim olması. İmam Nursi’nin zikrettiği Sünnet-i Seniye’ye it­tiba ile adetlerin ibadetlere dön­mesi benim hayatımı nur­landırdı. Risale-i Nur’daki istifade­le­­ri­­nizi anlayabilir misi­niz? Risale-i Nur’daki istifadem, imanın verdiği umut, duyar­lılık ve tefekkür hayatı ile ha­yat­­lan­mamdır. Öncelikle bize kendinizi tanıtıp Risale-i Nur hiz­meti ile nasıl tanıştığınızı anlatır mısınız? İsmim Muhammed Emin Si­si, Senegalliyim. Sudan’a 2013 yı­lında geldim. İletişim Fakül­te­sinde 4. Sınıf öğrencisiyim. 2014 yı­lının başlarında Hay­rat Vak­fı’nın düzenlediği, her yıl yapı­lan kamp çalışmaları vesilesiyle Ri­sa­le-i Nur ile ta­nıştım. Kamp çalışmasından sonra medreseye gelip gitme­ye başladım. Şu anda da yak­laşık iki senedir medresede kalı­yo­rum. Risale-i Nur’da neyi sevdi­niz? En çok dikkatini çe­ken şey nedir? Evet, Risale-i Nur’u her konu­su, her meselesi kısacası her şeyi ile sevdim. Çünkü Risale-i Nur Kur’an’ın manevi bir tef­siri. Bu sebepten her şeyiyle sevdim. Fa­kat dikkatimi çeken en önem­li şey şu diyebilirim ki tahkikî iman ile taklidî iman arasındaki fark, Besmele, Allah’ın Kuddüs ve Adl isimleri, ihlas ve bunlar gibi birçok mev­zular dikkatimi celbetti. Bun­larla birlikte Haşir ve Genç­lik Rehberi gibi eserler en çok dikkatimi çeken eserler ol­muştu. Risale-i Nur’da gördüğü­nüz özellik, fark nedir? Risale-i Nur’da gördüğüm bir­çok özellik var. En önemlisi Kur’an’ın manevi bir tefsiri ol­­ma­sı ve insanların imanını kur­tarması. Risalelerin verdi­ği mesajlar güncel, açık ve taraf­sızdır. Ve risalelerin insanları bir­­liğe davet ediyor olması çok önemli bir özelliktir. Risale-i Nur hayatınızda neyi ortaya çıkardı? Risale-i Nur hayatımı tama­men değiştirdi. Bu medreseye gir­diğimden beri kendimde çok fazla gelişimler gördüm. İma­nî, cesedî ve ruhî olarak ben­de büyük bir değişiklik yap­tı ve bunu sadece bir otu­rum­da anlatmam mümkün gö­rün­müyor. Risale-i Nur hayatınızda neyi değiştirdi? Risale-i Nur’un hayatımdaki de­ğişikliği Risale-i Nur’u ha­ya­tında yaşamaktır. İnsanın üs­lubunu değiştiriyor. İnsanlar ile ilişki ya da ibadetlerde insanın davranışlarını değiştiriyor. Ve ister medresede olsun isterse dı­şarda, insanlara lütuf ve gü­zel ahlak ile davranmaya başlı­yorsun. Öfke ya da sinirlenmek gibi kötü hasletler taşımamaya başlıyorsun. Bunların hepsini hissediyorum ve benim bütün davranışlarımı tamamen değiş­tirdiğini düşünüyorum. Risale-i Nur’daki istifade­le­ri­nizi anlayabilir misiniz? Geçmiş soruların cevaplarının bazıları bu sorulara da cevap olabilir. Risale-i Nur’dan ger­çek­ten istifa­de ettim. Bir otu­rumda anlata­ma­yacak kadar özel­likle davranış bakımından çok istifade ettim. İmanî ve ruhî açıdan büyük istifade ettim. Çünkü Risale-i Nur insanın ruhunu doyuru­yor. Mütalaa ola­­rak ya da ders olarak med­re­se­de işlediğimiz her mevzudan istifade ettim. Öncelikle bize kendinizi ta­nıtıp Risale-i Nur hizme­ti ile nasıl tanıştığınızı an­latır mısınız? İsmim İsa Evvel Musa, Nijer­liyim. Uluslararası Afrika Üni­versitesi İktisat Fakültesinde öğ­­­renciyim. İktisat üzerine yük­­­­sek li­sans yapmaktayım. Ri­­sa­­­le-i Nur hizmeti ile önce­lik­le Al­lah’ın lütfuyla, şu an­da Ni­jer’de Hayrat Vakfı Tem­sil­cisi olan Usema Hasan ve­silesiyle tanıştım. 2010 yıl­larında Su­dan’a geldiğimiz za­man Usema Hasan medresede ka­lıyordu ve biz de onu ziyaret ediyorduk. Ve bu şekilde Ri­sale-i Nur hizmeti ile tanışma­ya başlamıştık. Bu hizmette en çok dikkatini çeken şey nedir? Bu hizmette dikkatimi çeken en önemli şey, hizmet edenlerin ihlaslarıdır. Hizmetin her ala­nında bulunan kişiler, ger­çek­ten çok ihlaslı bu hizmette. İster ülke sorumlusu olsun, is­terse medresenin bekçisi; ger­çekten ihlaslı bir şekilde işlerini yapıyorlar. Risale-i Nur’un özelliği, farkı nedir? Benim gördüğüm en önemli özelliği, bu asra uygun ol­ma­sıdır. Bildiğiniz gibi asrımızda sorunlar, uç fikirler, dini an­lamama ve şer’i ilimleri sadece ilim kabul eden ya da şer’i ilimleri geri kalmış kabul eden­ler var. Tam tersi olarak sa­dece dünyevi ilimleri kabul edip ahireti yok sayan uç gö­rüşler var. Risale-i Nur’un en önemli özelliklerinden biri de bu ilimleri birleştirmektir. Dün­yevi ilimleri şer’i ilimlere bağ­la­maktır. Ve bu şekilde dini doğru bir şekilde anlamayı sağ­lıyor. Bu sebepten dolayı da bu asra uygun bir eser olarak karşımıza çıkıyor. Risale-i Nur size ne kattı ya da hayatınızda neyi değiştirdi? Risale-i Nur’dan istifadem ger­çekten çoktur. Özelliği olarak bu asra uygunluğunu bahsetti­ğim gibi okullarda, hayatın her yerinde öğrendiğimiz her şeyin bize Allah’ı tanıttırdığını idrak etmeme vesile oldu. Ve daha önceden öğrendiğimiz ve hala öğreniyor olduğumuz şeylerde “Bunun ile dine böyle hizmet ederim” düşüncesini veriyor. Ve dinimizi anlamamızı sağlı­yor. Allah’a ibadet edip onu tanımamıza vesile oluyor. Ri­sale-i Nur’un bana kattığı çok şeyden bazıları bunlardır di­yebilirim. Deniyor ki Risa­le-i Nur sahili olmayan bir de­niz gibidir. Gerçekten Risale-i Nur’u okuduğunuz zaman, zen­­­gin bir kültür ile muhatap ol­­­du­­ğu­­nuzu ve oradan kana kana içtiğinizi fark edersiniz. İçinde başka yerde olmayan genel bir kültür var. Geniş fikirli olup ve kültürel açıdan birçok şey öğrenirsiniz. Sulûk açısından Risale-i Nur beni çok etkiledi ve serinkanlı, ağırbaş­lı olmamı sağladı. Eşyayı boş olarak görmekten, onda bir mana var olduğunu bilerek bak­maya nazarımı değiştirdi. Her şeyde Allah’a bir işaret ol­duğunu fark ettirdi. Teşekkürler… Öncelikle bize kendinizi tanıtıp Risale-i Nur ile nasıl tanıştığınızı anlatır mısınız? Adım Ammar İsmail. Sudanlı­yım. Hartum Üniversitesi me­zunuyum. Risale-i Nur’lar ile Hartum Üniversitesinde oku­yan Hayrat Vakfı talebeleri va­sı­tasıyla üniversitenin yurdunda tanıştım. Haftada 4 kez okulun yurdunda Risale-i Nur dersleri oluyordu. Bu vasıta ile Risale-i Nur ile tanışmış oldum. Risale-i Nur’da neyi sev­diniz? En çok dikkatini çeken şey nedir? Risale-i Nur’da en çok sevdiğim ve benim de bu hizmette se­bat etmeme vesile olan şey ta­le­belerinin Risale-i Nur’un üs­lu­bunu davranışlarında tatbik etmesidir. Bu şekilde talebeler, Risale-i Nur’u hayatta yaşamak için örnek alınacak modeller oluyorlar. Risale-i Nur’da gördüğü­nüz özellik, fark nedir? Risale-i Nur’un özelliği bütün insanlığa umut olmasıdır. İn­sana hakikatler ile bütün zor­luklar karşısında direnmeyi sağ­lıyor. Gördüğüm en önemli özel­liklerden biri de bu zama­na uygun olması. Çünkü bu zamanda batı gözüyle ‘‘Gözle görünmeyen yoktur.’’ bakış açı­sı insanlarda var. Gaybî şeyler de terk edilmiş durumda. Risale-i Nur batının kabullenemediği iman davasıyla, bu fikirleri ak­lî, mantıkî ve Cenab-ı Hakk’ın isimlerinin tecellileri gibi de­lil­lerle ortadan kaldıran çok önem­li bir eserdir. Ben Risale-i Nur’u Allah’ın bu zamanda in­sanlığa yollamış olduğu bir he­diye olarak görüyorum. Çün­kü bu zaman akılların gö­ze indiği zamandır. Böyle bir za­manda Risale-i Nur gibi bir eser bul­mak mümkün değildir. Risale-i Nur hayatınızda neyi ortaya çıkardı? Risale-i Nur benim hayatımı tamamen değiştirmeye vesile oldu. Varlığa bakışım çok faz­la değişti. Her mahlûkun Al­lah’ın isimlerinin bir tecellisi olduğunu idrak ederek istifade eder oldum. Şahsi olarak da Risale-i Nur benim pozitif bir şahsiyet olmamı sağladı. Ri­sa­le-i Nur pozitif bir bakış açısı veriyor ve bu şekilde Âlem-i İslam’a çok daha olumlu bir şekilde bakmaya başladım. Ri­sa­le-i Nur’dan aldığım müs­takbel ancak İslam’ın bakış açı­sı ile çok daha duyarlı birisi ol­dum. Risale-i Nur hayatınızda neyi değiştirdi? Bahsettiğimiz gibi kardeşlik duy­­gusu, duyarlılık, sevgi. İh­ti­laf­lara takılmamaya başla­dım. İstikbalin İslam’ın ola­ca­ğı gö­rüşünü benimsemiş bi­ri­si ol­dum. Kendim için düşü­nür­ken ümmet için düşünür oldum. Risale-i Nur’daki istifade­lerinizi anlayabilir misiniz? Hayatımın her alanında Ri­sa­le-i Nur’dan çok fazla isti­fade ettim. Özellikle iman ko­nu­sunda. Risale-i Nur’un ha­ki­kat­leri bir çekirdek gibi iman ile ye­tiştiriyor. Risale-i Nur’dan ne zaman ders yapılsa veya mü­talaa yapılsa, imanın o ha­ki­­katler ile arttığını fark eder­si­niz. Risale-i Nur’da bu iman ha­kikatleri davası için yazıldığı için bu da benim en büyük istifadem oldu. Öncelikle bize kendinizi tanıtıp Risale-i Nur ile nasıl tanıştığınızı anlatır mısınız? Adım Muhammed Müfir Mu­ham­med Zübeyir, Sri Lan­ka­­lıyım. Ben Risale-i Nur ile Ye­men’de tanıştım. Çün­kü uzun süre Yemen’de okumuştum. Ve orada her yıl kitap fuarı olu­yordu. O fuarlardan birin­de Ri­sa­le-i Nur için özel bir me­kân vardı. İhtiyacım olan ki­­tap­­ları satın almak için o fu­-a­ra gittiğimde bana uygun fi­ya­­ta bazı Risale-i Nur eser­leri sunmuşlardı. Ben de onlar­dan bazılarını satın aldım ve oku­dum. Ve okuduğum bu ki­tap­ları çok beğendim ama bu fu­ar­dan sonra kalan kitapları al­­ma imkânım olmadı. Yemende­ki eği­timimi tamam­layıp Sri Lan­ka’ya döndüm. Belirli bir müd­det öğretim üyesi olarak ça­lış­tıktan sonra, doktora için Su­dan’a geldim. Gelmeden önce Sudan’da oku­yan ve Hayrat Vakfı med­re­selerinde kalan ba­zı Sri Lanka­lı öğrenciler ile ir­ti­bata geç­tim. En önemlisi de Hüseyin hocadır. İsmail Ka­ya onun va­sıtasıyla benim Su­dan’ da­ki Risale-i Nur eğitimimi ve ka­­lacak yerimi ayarladı. Su­dan’a geldiğimde 4 ay kaldım. Bu­­ra­da asıl tanışmam oldu ve Ri­sa­le-i Nurları daha dikkatli oku­maya başladım. Risale-i Nur’da neyi sevdiniz? En çok dikkatini çeken şey nedir? İlgimi çeken şey İmam Nursi’ nin risalelerde kullandığı üslu­budur. Risale-i Nur diğer ki­tap­lar gibi değil. İmam Nur­si öncelikle bize bir haki­kat ve­riyor. Sonra onu gün­cel ve gü­zel bir misal ile misal­len­di­riyor. Kıssalar ile müthiş bir üs­lup kullanıyor Bediüzzaman ve bu benim Risale-i Nur’da derin­leşmemde ilgimi çok çekti. Risale-i Nur’da gördüğü­nüz özellik, fark nedir? Öncelikle ben Risale-i Nurları Arapça okudum ve üslubu çok gü­zel. Yani çok akıcı ve cez­be­dici bir üslubu var. Bu en önem­li özelliklerinden biri ola­rak görüyorum. Kıssa ve misal­lerin çokluğu da en önemli özelliklerinden biridir. Aynı şe­kilde İmam Nursi’nin fenni ilim­lerden örnekler vermesi Ri­sa­le-i Nur’u ayrı kılan başka bir özelliği. Risale-i Nur hayatınızda neyi ortaya çıkardı? Bu Sudan’a ikinci gelişim. Ve sadece bir hafta önce geldim. Sekiz ay önce de ilk defa gel­miştim. İlk gelişimdeki 4 ay­lık sürede Hayrat Vakfı medre­se­sinde kaldım. Ve bu süre za­rfında çok fazla istifade et­tim. Daha sonra Sri Lanka’ya dön­düğüm zaman üniversite, ca­mi ve bazı merkezlerde ders ve­rirken Risale-i Nur’dan çok etkilenmiş bir şekilde dersleri­mi sunmaya başladım. Ders­leri­mi hazırlarken de Risale-i Nur’dan çok fazla istifade et­tim. Mesela üniversitede ba­na ders verildiği zaman Risa­le-i Nur’da derinliğim çok ol­ma­dığı için İsmail Kaya veya Rıdvan Abud’a danışıyordum. Onlar da bana nerede nasıl geçtiğini söylüyor, ben de ora­dan istifade ediyordum. Sri Lanka’ya dönerken yanıma kitap almayacaktım ancak İs­mail Kaya kitapsız gitmek ol­maz diyerek bana 3 tane Ri­sale-i Nur külliyatından ki­tap verdi. Ve bunlardan çok etkilendim ve ilmi hayatımda bana çok yardımcı oldu. Risale-i Nur hayatınızda neyi değiştirdi? Risale-i Nur ruhî yönden be­ni çok etkiledi. Benim bu yön­deki himmeti­mi arttırdı. İs­mail Kaya’ya dedi­ğim gibi med­resede kaldığım zamanlar medreseden dışarı çık­mak iste­miyorum. Ne za­man dışarı çık­sam medreseye dön­mek isti­yorum. Risale-i Nur hizmeti ile tanışmanız nasıl oldu bize bahsedebilir misiniz? Öncelikle sizlere teşekkür edi­yorum. Adım Hasan Abdullah Muhammed İshak, Sudan’ın Sinnar vilaye­tindendim. Bahri Üniversitesi İnşaat Mühen­dis­li­ği mezunu­yum. Evli ve İs­mail adında bir çocuk ba­ba­sıyım. 29 yaşın­da­yım. Ri­sa­le-i Nur Hizmeti ile 2007-2008 yıllarında Üni­­ver­site’ye Geçiş Sınavına ha­zır­la­nırken tanış­tım. O za­man­­lar­da ders çalış­mak için Ulus­lararası Afrika Üniversi­tesi­nin kütüphanesine geliyordum. Gün­­ler­den bir gün ikindi na­ma­zın­dan sonra yine kütüp­ha­nede çalışırken Tayar isminde Türk bir kardeş ile karşılaştım. O zaman Tayar, Sudan’a ye­ni gelmiş ve Arapçası zayıftı ve ben de o zaman Türkçe bil­miyordum. Buna rağmen ta­nış­tık, oturduk ve birbirimize telefon numaralarımızı verdik. Benden medreseyi ziyaret et­memi istedi. Onunla tanışma­dan önce de bende bazı kötü fikirler vardı. Kafama giriyor, be­ni rahatsız ediyordu. Hatta o fi­kir­leri ve problemleri dü­şün­­mek­­ten uyuyamaz ha­le gel­­­miş­tim. Öyle soru­lardı ki Allah’ın var­lı­ğı ko­nu­su­na kadar derin ve olum­­suz çağ­rışımlar yapan dü­şün­­ce­ler­di. Ve Uluslararası Af­rika Üni­ver­si­tesi’nde ders ça­­lış­tı­ğım zamanlar namazları or­­da kı­lar ve namazdan sonra di­rek kü­tüp­haneye gitmezdim. Ora­da hal­kalar vardı; onlara ka­tı­lıp ka­famdaki bazı soru­ların cevabını arardım. Ama bu­la­madım. Daha sonra Tayarla daha çok görüşmeye başladık. Beni tek­rar davet etti medreseye ama ben üniversite sınavı yaklaştığı için reddettim. Sınavdan son­ra ziyaret edeceğim sizi, de­dim. Sınav olduktan sonra be­­ni aradı ve “Görüşelim, gel prog­­ramlarımıza katıl Sudanlı ar­ka­daşlar var onlarla tanış” dedi. Ben de tamam dedim ve sınavlardan sonra Afrika Üni­versitesi’ne giderek onunla bu­­luştum ve medreseye gittik. Son­ra benim abimi ziyarete git­tik. Ve bana ilk olarak Genç­lik Rehberi’ni hediye etti. Ön­ceden bu kitabı anlamadan oku­yordum. Daha sonra be­ni umumi salı derslerine da­vet et­ti. Derslere gitmeye başla­dım. Dersleri o vakitte Dr. Ah­­med Fadlullah Uheymir ya­­pı­­yor­du ve kafamdaki kötü fi­kir­ler, prob­lemler hallolmaya baş­la­dı. Ve sorularıma cevaplar bul­maya başladım. Ve hiçbir der­si kaçırmayarak ciddiyetle med­re­seye gidiyordum. Daha sonra 3 aylık medreseye üniversite icraatlarından ve o boşlukta çalıştığım için gide­me­dim. Üniversite başlayınca, üniversite öğrencilerine yöne­lik cumartesi dersleri başlat­tık. Bir zaman sonra benden med­resede kalmam istendi. Ve Türk kardeşlere Arapça konu­sunda yardımcı olarak Risale-i Nur’dan istifade etmeye başla­dım. Gerçekten çok fazla isti­fade ettim. Ve şüphelerim hal­loldu ve rahat uyumaya baş­ladım, elhamdülillah. Ve bu hiz­­metle ilk tanışmam bu şekil­deydi. Şu anda da aynı yolda devam ediyoruz elhamdülillah. Hizmette ilginizi çeken şey nedir? Risale-i Nur hiz­me­tindeki neyi sevdiniz? Hizmette olan kardeşlik ilgi­mi çok çekti. Mesela herhangi bir medresede ilk defa top­lanıyoruz, ancak birbirimizi yıl­­lardır tanıyormuş gibi bir kar­­deşlik var. Sadakate dayanan bir kardeşlik ve birbirinde fani olma yani tefani var. 2008’den 2013’e kadar med­resede kaldım ve bu müddet­te 2 kişinin tartıştığını ya da kav­ga ettiğini görmedim. Bu ger­çekten çok acayip bir şey! Ay­nı anne babadan olan kardeş­lere baktığımızda, 3-5 gün geç­me­den birbirlerine girerler, bir tar­tışma meydana gelir. Biz de ya­pıyorduk, buradan bili­yo­rum. Ancak hizmette ve med­re­selerde böyle bir şey yok ve bu gerçekten şaşırtıcı bir şey. Aynı şekilde Türk kardeşleri ilk defa gördüğümde daha ön­­ce­den tanışıyorlar ve aynı mın­­tı­kadan Sudan’a gelmişler zannediyordum. Daha sonra fark ettim ki bilakis onlar bu­rada yani Sudan’da tanışmışlar. Buna da çok şaşırmıştım. Bu da gösteriyor ki bu hizmette büyük bir sır var. Her alanda görebileceğimiz sırları var bu hiz­metin. Hayatın her ala­nı­na hitap eden bir hizmet… Genç­lere, hastalara vb. birçok alana… Türkçe öğrendiniz ve daha sonra Türkiye’ye gittiniz. Orada hizmet konusunda dikkatinizi çeken şeyler nelerdir? Sudan’da 6 aylık Türkçe kursu almamdan sonra Türkiye’ye git­­tim. Gittiğimiz zaman 10 ki­­şilik bir gruptuk. Türkiye’de havaalanında bizi İs­­mail Kaya abimiz karşıladı. Se­­ne 2013 idi. Burada gördü­ğü­­müz kardeşliğin kaynağını Tür­­kiye’de bulduk. Bizim Su­dan’da gördüğümüz meyvelerin kay­nağı Türkiye’den çıktığını fark ettik. Otogarlardaki karşılamalar da bi­­zi çok şaşırttı. 2’şer kişi ola­­rak fark­lı illere ayrıldık ve bizim nasibimize de Mir­za abi­­mizin olduğu Elazığ düş­müştü. Otogara vardığı­mız­da pencere­den bakıp “Bizi kim karşılaya­cak?” diyorduk. Ya­nım­­­daki ar­ka­daş daha inmeden yüz­­lerce kişi arasından “İş­te bunlar!” di­­ye­rek bizi karşı­la­ma­ya gelen kardeşleri işaret et­ti. Bu da hiz­metteki rahmete de­lalet ettiğini düşünüyorum. Çün­kü otogar gerçekten çok ka­la­balıktı ve yüzlerce kişi ara­sın­dan sen bir iki kişiyi işa­ret edip nur­lu talebeleri tanıya­cak­sın. İndik ve bizleri sanki çok zaman önce tanıyorlar gibi karşıladı­lar. Ve bizleri Harput Kalesi ve Fırat Nehri gibi tefekkürlük ve manzarası çok güzel olan yer­leri gezdirdiler. Cenab-ı Hak her birinden razı olsun. Allah razı olsun. Çok teşekkür ederiz bizlere bu güzel hikâ­yenizi anlattığınız için.

Metin UÇAR 01 Haziran
Konu resmiManevi Bir Çarşıdır Ramazan
İbadet

Ramazan-ı Şerifin manevi ikliminde nefes aldık. Midelerimizin tatil etmesiyle birlikte, süfli hallerden uzaklaşmış ve bütün latifelerimizle manevi âleme adım atmış olduk. Rabbimize hamdolsun ki, Efendimiz (sav)’in “Receb ve Şaban’ı bize mübarek kıl ve bizi Ramazan’a ulaştır” duasına mazhar olduk. Ramazan-ı Şerifiniz mübarek olsun efendim. Ramazan ayı, oruç ayı olmakla birlikte aynı zamanda Kur’an ayıdır. Kur’an okumayı bilenlerimiz ya şahsi ya da mukabeleler ile okumaya gayret ediyorlar. Ne mutlu onlara! Ya bilmeyenlerimiz? Hayat henüz devam ediyorken ve hala nefes alıp veriyorken Ramazan ayını fırsat bilmek ve bu konudaki eksiğimizi kapatmak güzel olacaktır. *** Yıllar önce bir arkadaşla muhabbet ederken şöyle bir mevzu geçmişti. Ben demişti, Ramazan ayında bir program yapıyorum kendime. Mesela bu sene Ramazan ayında Kur’an-ı Kerimi mealiyle beraber hatmedeceğim. Hayat kısa ve zaman gerçekten çok hızlı geçiyor. Kimler için? Plan ve programsız yaşayanlar için elbette. O zaman bizler de bu Ramazan ayında bir plan yapabilir miyiz? Kur’an hatimlerimizle birlikte en az bir temel / kaynak eseri de bitirebilir miyiz? İrademiz sağlam olursa neden olmasın! Yapanlar da bizimle aynı zamanı yaşıyor. Aynı asırda ve şartlarda hayat sürüyor. Neyse diyeceğim şu ki, Ramazan ayı bir fırsattır. Manevi bir çarşıdır. Fırsatı kaçırmamak adına küçük de olsa bir program dâhilinde güzel çalışmalar yapılabilir. *** Bu ay da dergimizde farklı mevzulara değindik. Muhtelif konuları gündeminize taşıdık. Dikkat çeken konulardan birisi Sudan ziyaretimizde Afrika’nın ve dünyanın farklı yerlerinden kardeşlerimizle yaptığımız görüşme oldu. Onlarla geçirdiğimiz 1 saat kadar zaman diliminde Risale-i Nur adına bambaşka bir atmosfere gittim. Kardeşlerimizin istifadelerini ve Risale-i Nurlara bakış açılarını görmek hakikaten güzeldi. Bu güzelliği sizlerle paylaşmak istedik. Onların gönlünden ve kalbinden gelen yazılarını sizlerle paylaşıyoruz. Kâinatta en büyük hakikat imandır, diyen Bediüzzaman Hazretlerinin eserlerinden istifade etmiş insanların değerlendirmelerini dergimizde bulabilirsiniz. *** Yaz aylarına da girdiğimiz şu günlerde ve devam eden aylarda da Rabbim bizi tembellikten, gevşeklikten, gafletten muhafaza eylesin. Rızası dairesinde gayret edebilmeyi nasip eylesin. Amin.  

Metin UÇAR 01 Haziran
Konu resmiTarihten Sayfalar
Tarih

“Lâ ilâhe illâllâh diyen kimseye ateş haramdır” İtbân b. Mâlik (ra) bir gün Peygamber Efendimiz (asm)'a gelip; “Yâ Resûlallah (asm)! Ben kabilemin mensuplarına namaz kıldırıyorum fakat gözlerim görmez olduğu için yağmur yağdığında aramızdaki vadiyi su basması sebebiyle mescidlerine gidip namaz kıldıramıyorum. Yâ Resûlallah (asm)! Gönlüm ister ki bana gelip evimde namaz kıldırsan da senin namaz kıldırdığın yeri namazgâh edinsem.” dedi. Bunun üzerine Peygamber Efendimiz (asm), “İnşallah, bunu yapacağım.” buyurdular. Ertesi gün Hz. Ebû Bekir (ra) ile birlikte İtbân'ın yanına gelen Peygamber Efendimiz (asm) eve girdi, daha oturmadan İtbân'a evinin neresini namazgâh yapmak istediğini sordu ve gösterilen yerde iki rekât namaz kıldırdı. Ardından bir şeyler yemek için beklerlerken Peygamber Efendimiz (asm)'ın geldiğini duyan pek çok kimse İtbân'ın evinde toplandı. İçlerinden biri; “Mâlik b. Duhşûn nerede?” diye sordu. Orada hazır bulunanlardan biri; “O bir münafıktır! Allah ve Resûlü'nü sevmez.” dedi. Bunun üzerine Peygamber Efendimiz (asm) o kimseye; “Böyle deme! Görmüyor musun ki o; 'Lâ ilâhe illâllâh' diyor ve bununla Allah'ın rızasını istiyor.” buyurdular. O kişi de; “Allah ve Resûlü en iyi bilendir.” dedi. Bunun üzerine Resûlullah (asm); “Şüphesiz ki Yüce Allah, kendi rızasını umarak 'Lâ ilâhe illâllâh' diyen kimseyi ateşe haram etmiştir.” buyurdular. Osmanlı Ramazan Gelenekleri Osmanlı Devletinde Ramazan ayına mahsus birçok gelenek vardı. Bunların başında, sarayda ve konaklarda verilen iftarlar gelmektedir. Konaklarda verilen iftarlarda kapı açık tutulurdu ve isteyen herkes içeri girip sofranın başına oturabilirdi. İftar yapanlara çıkışta, ev sahibi tarafından diş kirası verilirdi. Ramazan aylarında Padişah’ın huzurunda yapılan tefsir derslerine Huzur Dersleri denirdi ki; önemli Ramazan geleneklerinden biriydi. Yine meydanlarda kurulan Ramazan sofraları ve sebillerden şerbet dağıtılması Ramazan ayının paylaşmayı öne çıkaran ruhunu yaşamak için yapılan uygulamalar arasındaydı. Divan Edebiyatı şâirlerinden Azmîzâde Mustafa Haletî Efendi 1570 senesinde İstanbul’da dünyaya gelmiştir. Sultan III. Murad’ın hocası âlim ve şair Azmî Efendi’nin oğludur. Medrese öğrenimini tamamladıktan sonra Hoca Sâ’deddin Efendi’den mülâzım oldu ve 1591 yılında müderrisliğe başladı. İstanbul’un bazı medreselerinde çalıştı ve derece derece yükselerek 1597’de Sahn, 1600’de Süleymaniye müderrisi oldu. Daha sonra kadılığa geçerek 1602’de Şam, 1604’de Kahire kadılığına tayin edildi. Bursa ve İstanbul kadılıklarında bulunduktan sonra, Rumeli ve Anadolu Kazaskerlikleri vazifelerine getirildi. Şiire çok genç yaşta başlamış olan Azmîzâde Hâletî kısa sürede üne kavuşmuştur. Azmîzâde, edebiyatımızda şiirlerinden çok rubâîleriyle tanınmıştır. Türk şiirinde Azmîzâde’nin büyüklüğü hem kendi devrinde hem de daha sonraki yüzyıllarda genel bir kabul görmüştür. Azmîzâde, rubâîlerinin değerleri yanında sayıları bakımından da aşılamamış bir şair olup rubâîlerinin toplamı 900-1000 civarındadır. Divanındaki rubâîleri ayrıca Rubâiyyât-ı Hâletî adıyla bir araya getirilmiştir. Azmîzâde, kaynakların bildirdiğine göre dürüst, âdil, iyiliksever, hoşsohbet ve çok cömert bir insandı. Kâtib Çelebi, Osmanlı tarihinde Kınalızâde Ali Efendi ile Azmîzâde kadar çok okuyan, araştıran bir âlim daha olmadığını belirtir. Azmîzâde Mustafa Haletî Efendi, 1629’da emekliye ayrıldı ve 30 Mart 1631’de vefat etti. İstanbul Sofular’da oturduğu evin karşısına yaptırdığı mektebin bahçesine defnedildi. 1 Haziran 1850 Kâmûs-ı Türkî’nin müellifi Şemseddîn Sâmî doğdu Osmanlı Devletinin Yanya vilâyetinin Ergiri sancağına bağlı Pırmeti kazasının Fraşiri köyünde doğdu. Arnavutça literatürde daha çok Sâmi Fraşiri olarak tanınmıştır. Babası Hâlid Bey ile büyük babası Durmuş Bey, Berat’tan Fraşiri’ye gelip yerleşmiş timar beyleri neslinden, annesi Emine Hanım ise Fâtih Sultan Mehmed ve Sultan 2. Bayezid devri ileri gelenlerinden İmrahor İlyas Bey’in soyundandır. İlköğrenimine başladığı Fraşiri’de Kalkandelenli Mahmud Efendi’den Arapça ve Farsça dersleri aldı. Lisede, Latince, Rumca, İtalyanca ve Fransızca öğrendi. 1872’de İstanbul’a giden Şemseddin Sâmi, Naim Fraşiri ile birlikte Matbuat Kalemi’nde çalışmaya başladı. Bu arada Hadîka gazetesinde yazılar yazdı, Fransızca’dan çeşitli tercümeler yaptı. Aynı yıl Türk edebiyatının ilk telif romanı kabul edilen Taaşşuk-ı Talat ve Fitnat’ı yayımladı. 1880’de Sultan 2. Abdülhamid’in iradesiyle saraya alınarak Mâbeyn-i Hümâyun’da kurulan Teftîş-i Askerî Komisyonu kâtipliğiyle görevlendirildi. Hayatının sonuna kadar sürdürdüğü bu görevinde rahat bir çalışma ortamı içinde sözlüklerini ve diğer önemli eserlerini hazırladı. 18 Haziran 1904’te vefat etti. 8 Haziran 1857 İngilizler Delhi’yi kuşattı İngiliz kumandanı J. Lawrens 8 Haziran 1857’de Delhi önlerine gelip şehri dört taraftan muhasara altına aldı. 14 Eylül 1857’de W.S.R. Hodson’un kumandasındaki İngiliz kuvvetleri şehre girdiler. Çarpışmalar 19 Eylül’e kadar devam etti. 20 Eylül’de Hümâyun’un türbesine sığınan Son Babür hükümdarı II. Bahadır Şah, İngilizler’in aile efradı ve saray erkânına bir zarar vermeyeceklerine dair vaadlerine aldanarak teslim oldu (21 Eylül 1857). Fakat İngilizler sözlerinde durmayarak II. Bahadır Şah’ın oğullarını ve saray erkânını kurşuna dizdiler. Bahadır Şah isyana sebep olmaktan yargılandı, Aralık 1858’de suçu sabit görülerek müebbet hapse mahkûm ve tahtından uzaklaştırılarak Burma’nın Rangun şehrine sürgün edildi. 6 Kasım 1862’de orada vefat etti. Bahadır Şah, İngilizlere karşı yapılan 1857 ayaklanmasındaki liderliği dolayısıyla Hindistan’daki hürriyet mücadelesinin bir sembolü ve hindularla Müslümanlar arasında sağlanan birliğin alemdarı olarak kabul edilmektedir. 25 Haziran 1861 Sultân Abdülaziz tahta çıktı 8 Şubat 1830 tarihinde dünyaya gelmiştir. Sultan 2. Mahmud ve Pertevniyal Sultan'ın oğlu, Sultan Abdülmecid'in kardeşidir. Sultan Abdülmecid’in vefatı üzerine 25 Haziran 1861 günü tahta çıkmıştır. Güreş, cirit, av ve bilek güreşi sporlarına meraklı olan Padişahın tahtta kaldığı sürece en çok üzerinde çalıştığı konu Osmanlı Donanması'nın modernizasyonu idi. Hükümdarlığı süresince sık sık ülke içi ve ülke dışı temaslarda bulunmuş, geziler düzenlemiştir. Yavuz Sultan Selim'den sonra Mısır'ı ziyaret eden ilk ve tek Osmanlı padişahıdır. Eyaletlerin yanı sıra Batı Avrupa'da ziyaretler yapan ilk ve tek padişahtır. 1867 yılında Paris'te açılan büyük bir sanat sergisine III. Napolyon'un daveti üzerine katıldı. Sergiden sonra imparator ile temaslarda bulunmuş; İngiltere, Belçika, Almanya, Avusturya-Macaristan gezilerinden sonra da geri dönmüştür. Seyahatlerinde İngiltere kraliçesi Victoria, Belçika kralı II. Leopold, Prusya kralı I. Wilhelm, Avusturya-Macaristan imparatoru François-Josef ve Romanya prensi I. Karol ile görüşmüştür. 30 Mayıs 1876 darbesi ile tahttan indirildi. Gözaltında bulundurulduğu Feriye Sarayı'nda 4 Haziran 1876 tarihinde bilekleri kesilerek şehid edilmiştir.

Ahmed Said GÜNDÜZ 01 Haziran
Konu resmiO Nur'un (asm) Nuruyla Bakışlar "Değer" Kazanır
İtikad

Ayinedir şu âlem her şey hak ile kaim Mirat-ı Muhammed'den Allah görünür daim. Evet… Bir başka “değer”, “kıymet”, “mü­­cev­her”: O’nun (asm) gibi bakıp gö­rebilmek her şeye, her şeyi. Benlerce’den kurulu biz olu­ver­miş havuzun kalbinde O ol­ma­lı. Tecessüm eden katre­ler­­ce O sinmeli her katreye. Ve kâi­nat tabir edilen “kün” emri ile “oluverenlerin” her birinin üs­tündeki isimlerin ve sıfat­ların ve fiillerin mühürlerinin nak­­şına -Hakk’ın tecellisine- yü­zü­müzü çeviren, miraca çı­karan mirat’imiz bilmeli O’nu (sav). Bu yüzden; O’nun gibi baka­bilmek, O’nunla görebilmek çok ehemmiyetlidir. Özellik­le na­zarların dağıldığı böyle bir za­manda bakışları O’nda odak­la­yabilmek çok “baha bi­çilmez”dir. *** Gönül hun oldu şevkinden bo­yandım Ya Resulallah Nasıl bilmem bu nirana da­yandım Ya Resulallah.  O Rabbimizi bize tarif ede­bilen yegâne rehberimiz. O, ha­y­atımızı haddi vasatta tut­­mak ve istikamette yü­rü­ye­­bil­mek için, hayat çizgi­miz­deki dayanağımızdır. O, yara­tı­lışı­mızın suret güzel­liği yanında siretteki ahlakî cemalini de ihtar eden aynamızdır. O’nun “ümmeti” nidası ile teş­rif buyurduğu hayat mu­kad­­di­mesinden itibaren, yürü­yü­şü değişti zaman ve mekânın. Dev­rilmesi gerekenler devrildi, ku­ruması gereken kurudu, sön­­­me­si gereken söndü. Ve ilk kı­­vıl­cım­ları düştü yüreklere, müj­de tabiriyle nübüvvetin. Sıdkın, adaletin, hilmin, ilimin, cesaretin boylu boyunca gü­zel ahlak ve güzellik adına ne varsa her şeyin, tekâmüle yü­rüyüşü gönüllere serpilişi başladı; nebevi bir cemreyle. Ve saltanatı kuruldu gayrî na­zarlara hükmederek; tevhid ren­ginde bire doğru su yürüdü gönüllerde ve iz’anlarda. O gitti bakışı kaldı yürek­leri­mizde. Bilâlin sadasında en me­deni şehri gözyaşlarıyla yıka­yan o bakıştı. Her tevhid ar­dın­da şefaat duasına durduran en az beş vakit o bakıştı. Uzakları ya­kın eyleyen, tecelligâh-ı İlahiyi yıkayan o bakıştı. O bakış, hüküm sürdükçe gö­nüllerde yürek mahzun değil. Zaman, zaman-ı saadet; mekân tecelligâh-ı İlahi… *** Akışta demetlenmiş, büyük, kü­çük, kâinat; Şu çıkan buluta bak, bu inen su­ya inat! Gönlündeki O nazarla her ne­ye baksan ayna… Ağaç ayna - elma ayna, buğday ayna – ekmek ayna, dağ ayna - bağ ayna, yer ayna – hava ayna, ay ayna – dünya ayna, kadın ayna – erkek ayna, yar ayna – yâr ayna, söz ayna – sükut ayna, selam ayna – kelam ayna, var ayna – yok ayna, ilim ayna – cehil ayna, saat ayna - gün ayna – hafta ayna – yıl ayna – asır ayna / ân ayna, ecdad ayna –torun ayna, ayna ayna – sima ayna… Uzar gider aynalar, aynalar ade­dince… Bekâ, aynada tecelli eden Hak­kın hakikatini görebil­mek­te! İsim isim, sıfat sıfat, fiil fiil… Kayyum tecellisi… Peygamberimiz (asm) ayna ol­­du­ğunda, yani bir kalb evi onun nu­ruyla dolduğunda kalb evi­nin kâinatı seyreden pen­ce­re­leri şems-i ezeli olan Rab­bimize açılır. Eğer kalb, O’nun rengine bo­yan­mışsa, O’nun ile cilalan­mışsa, O’nun gibi nazar et­mişse, O’nun gibi başlamışsa, O’nun gibi bakmakta ise, O’na teslim olmuşsa, ama kalb… Gayri ne yaparsa hem nasıl oynarsa ve olursa… Geç de sen de geç… Yalnızca “O”. Çünkü o kalbde “Allah’ım; Sen Haksın, vaadin Hak, sözün Hak, kıyametin kopması Hak” nidası var. Tecellisi var. İsim isim, sıfat sıfat… Ân’larca: halet halet… Ümit ve korku arası boyu… Sadakte imzasıyla… İb­kâ ile ebede giden menziller adedince… Yalnızca dilde terennüm: “Ayna­ların değişmesi ...... gü­zel­leş­tirir.” *** Kendine baksan ayna… Sen bir yana nefis bir yana… Gönül bir yana yâr bir yana… “Kişi kişinin…..” sırrıyla mümin bir yana… Sıbgatullah: esas, bağ, tecelli… Havuz, biz, rahmet… *** Unutmadan! Kalem ayna, yazı ayna… Kul ayna…: Halk içre bir ayineyim herkes bakar bir ân görür / Her ne gö­rür kendin görür ger yahşi ger yaman görür “Ey kalbleri dilediği gibi evirip çeviren Rabbim! Kalbimi dinin üzerinde sabit kıl!” Amin.

İbrahim SARITAŞ 01 Haziran
Konu resmiRamazan-ı Şerife Dair
İbadet

Ey iman edenler! Allah’a karşı gelmekten sakınmanız için Oruç, sizden öncekilere farz kılındığı gibi,size de farz kılındı. (Bakara Suresi 183) Oruç, sayılı günlerdedir. Sizden kim hasta, ya da yolculukta olursa, tutamadığı günler sayısınca başka günlerde tutar. Oruca gücü yetmeyenler ise bir yoksul doyumu fidye verir. Bununla birlikte, gönülden kim bir iyilik yaparsa (mesela fidyeyi fazla verirse) o kendisi için daha hayırlıdır. Eğer bilirseniz oruç tutmanız sizin için daha hayırlıdır. (Bakara Suresi 184) Ramazan ayı, insanlara yol gösterici, doğrunun ve doğruyu eğriden ayırmanın açık delilleri olarak Kur'an'ın indirildiği aydır. Öyle ise sizden Ramazan ayını idrak edenler onda oruç tutsun. Kim o anda hasta veya yolcu olursa (tutamadığı günler sayısınca) başka günlerde kaza etsin. Allah sizin için kolaylık ister, zorluk istemez. Bütün bunlar, sayıyı tamamlamanız ve size doğru yolu göstermesine karşılık, Allah'ı tazim etmeniz, şükretmeniz içindir. (Bakara Suresi 185) İslam beş esas üzerine bina edilmiştir: Allah’tan başka ilah olmadığına ve Muhammed’in (sav) O’nun kulu ve elçisi olduguna şehadet etmek, namaz kılmak, oruç tutmak, Kabe’ye haccetmek, Ramazan orucu tutmak.  (Tirmizi, İman 3, (2612)) Oruçlu bir kimse yalanı ve yalanla iş yapmayı terk etmezse onun yemesini içmesini terk etmesine Allah’ın hiçbir ihtiyacı yoktur. (Buhari, Savm, 8.) Oruçlu için iki sevinç vardır: Biri,orucu açtığı zamanki sevincidir; diğeri de Rabbine kavuştuğu zamanki sevincidir. (Buhari, Savm, 2)

İrfan MEKTEBİ 01 Haziran
Konu resmiYirminci Lema (2)
Risale-i Nur

Risalenin İsmi            : İhlas Risalesi Telif Tarihi ve Yeri      : 1934/Isparta Dili                              : Türkçe Konusu : Müslümanların birlik olamamasının ve dalalet erbabının ise ittifak kurmalarının sebep ve çareleri Risalenin Müellife Göre Değeri: l Tecrübe l Naklî deliller kullanma l Muhalif fikrin batıl sonuçlarını gösterme l Psikolojik delilleri kullanma l Temsil l Hakikati ortaya koyma Beşincisi: Hakikat ehlinin ihtilafı zayıf ol­duklarından değildir. Dalalet erbabının itti­fakı ise kuvvetli olduklarından değildir. Ehl-i hidayetin kâmil imandan gelen dayanak nok­tası ve bundan kaynaklanan kuvvetleri on­ları ittifaksızlığa sürüklemektedir. Çün­kü Müslümanlar, Allah’a imandan gelen te­vek­kül ve teslim anlayışı ile ihtiyaçlarını gidermek için başkalarından yardım iste­mez­­ler. İsteseler de fedakârlık göstererek yar­dım edeceklerle ittifak etmezler. İttifaktaki kuv­veti düşünmezler. Dalalet erbabı ise inançsızlıklarından do­layı dayanak noktası bulamadıkları için ken­di­lerini zayıf ve aciz bilirler. Kendilerini it­tifak etmeye mecbur görürler. Bu hastalığın merhemi şudur; çekişmemek, takva ve iyilikte yardımlaşmayı emreden ilahi emirleri rehber etmek,  ihtilafın İslam dini­ne vereceği zararları düşünmek, şahsiyetini unutarak hak ehlinin kafilesine katılmaktır. Altıncısı: Hak ehlinin ihtilafı namert­lik­lerin­den ve gayretsizliklerinden değildir. Dünya erbabının ittifakları ise mertliklerinden ve gay­retli olmalarından kaynaklanmamaktadır. Hak ehli ahirete ait faydaları düşündüğünden mertliğini birçok sahada gösterir ve vak­tini birçok işte sarf eder. Bir işte odak­lan­ma­dığından meslektaşıyla tam ittifak edemez. Gaflet erbabı yalnız dünyayı düşünür. Her şeyi ile dünyaya sarılır. Bu konuda kendisine yardım eli uzatanlara tam yapışır. Hak ehline galip gelir. İhtilaf hastalığının merhemi ise şudur: Bir­birinin kusurunu görmemektir. Düşmanın hücumu zamanında dâhili münakaşaları terk etmektir. Hak ehli zillet ve geri kalmaktan kurtulmak düşüncesi en öncelikli vazife bil­mektir. İslamiyet’in emrettiği kardeşliği, sev­gi­yi ve yardımlaşmayı tesis ederek birlik ol­maktır. Yedincisi: Hak ehlinin ihtilafı kıskançlıktan ve dünyaya olan hırslarından değildir. Dalalet erbabının ise ittifakı yüksek ahlaktan ve ba­bayiğitlikten değildir. Hak ehli müsabakayı koruyamadıkları ve ehliyetsiz kişilerin araya girmesinden dolayı ihtilaf etmektedirler. Gaflet erbabı ise menfaatlerini kaçırmamak ve reislerini küstürmemek için ittifak ederler. Hak ehlinin mağlubiyetinin sebebi ihlası ka­çır­maları ve Allah’ın rızasını esas gaye edin­me­diklerinden dolayıdır. Çünkü dini hiz­met­lerde rekabet, gıpta, haset ve kıskançlık olmaz. Kıskançlık gösteren ise ya riyakâr ya da sadık bir cahildir. Bu hastalığın çaresi ise şudur: Nefsini itham etmek, nefsine değil meslek­taşına taraftar olmak, hakkın hatırını üstün tutmaktır.

Muhammed AYDIN 01 Haziran
Konu resmi"Yalan, Bir Lafz-ı Kâfirdir"
Risale-i Nur

İnsan, doğru konuşması halinde kendisine veya bu konuşmasının faydadan çok zarar vereceğini düşündüğünde artık konuşma sırasını ve yerini verir suskunluğa yani sükûta, eğer çıksa zararlı. İnsan konuştuğunda ya doğru konuşmalı yahut susmalıdır. Asla yalana müsaade yoktur. Yalana yer hiç yoktur, çendân pek çok olsa da fâideli. Her sözün doğru olsun, her hükmün hak olmalı. Lâkin senin hakkın olamaz her doğruyu her yerde söz etmek. Bir dane doğru söz yani sıdk, yakar mahveder milyonlarca yalanı. Bir tane gerçek yani bir dâne-i hakîkat, yıkar bitirir hayalî bir sarayı yani kasr-ı hayâliyi. İslamiyet ve akla göre Sıdk her yerde, her zaman ve her şeyde büyük bir esastır. O, parlak bir cevher yani cevher-i ziyâlıdır. Evet, İslâmiyet’in esası, doğruluktur. İmanın özelliği, doğruluktur. İnsanı, maddi-manevi bütün kemalâta ulaş­tıran doğruluktur. Güzel ahlakın hayatı, doğ­ruluktur. İlerlemenin ve gelişmenin zem­bereği, doğruluktur. İslam dünyasının ni­zamı, doğruluktur. İnsanlığın cevherini ortaya çıkararak insanları gerçek insanlık mertebesine ulaştıran, doğruluktur. Sahabe­leri, peygamberlerden sonra insanların en üstün konumuna getiren, doğruluktur. Mu­hammed-i Hâşimî aleyhissalâtü vesselâmı tüm insanların en üstün makamına taşıyan, doğruluktur. İnsan, doğru konuşması halinde kendisine veya bu konuşmasının faydadan çok zarar vereceğini düşündüğünde artık konuşma sırasını ve yerini verir suskunluğa yani sükûta, eğer çıksa zararlı. İnsan konuştuğunda ya doğru konuşmalı yahut susmalıdır. Asla yalana müsaade yoktur. Yalana yer hiç yoktur, çendân pek çok olsa da fâideli. Her sözün doğru olsun, her hükmün hak olmalı. Lâkin senin hakkın olamaz her doğruyu her yerde söz etmek. Bunu iyi bilmeli  خُذْ مَا صَفَا دَعْ مَا كَدَرَ İnsan bir şeyin iyisini, temizini ve doğrusunu almalı. İnsanı maksadına götürmeyen ve keder veren yalana başvurmalıdır. İnsan doğruya müşteri olmalı ve yalandan kaçmalıdır. İşte insan kendine bunu düstur etmelidir. Her şeyi güzel gör, hem güzel bak, ta güzel düşünmeli. Güzel bil, hem güzel düşün, ta leziz hayatı bulmalı. Evet, güzel görmek, güzel bakmak için imanın güzelliğinden istifade etmeli insan. Zira iman, Allah namına, Allaha tarafından, ilahi hikmet yönünden, her şeyi yaratan fail tarafından bakmayı öğretir. Yüreğindeki iman sayesinde güzel düşünür. Güzel düşünen hayatından lezzet alır. Allah’tan gaflet ederek etrafına bakan insan, birçok güzellikleri göremez. Gördüğü olumsuzlukların hikmetini bilemez. Hayatı da keder içinde devam eder. Hayat içinde hayattır hüsn-ü zanda emeli. Evet, her şeyde güzel tarafı görmek, mu­si­betleri dahi hayra yormak, olaylara tes­lim olmayarak her daim ümit sahibi ol­mak hayatın hayatıdır. Gerçek hayatın ta kendisidir. Olumsuzlukları görüp şevkini kırmak, ümidini yitirmek, çalışma azmini kaybetmek hayatın gecesidir. sû’-i zanla yeistir saadet muharribi, hem de hayatın katili. Saadeti yıkıp mahveden, onun yerine keder, acı, gözyaşı döktüren iki illettir. Birincisi: Her şeyi kötüye yormaktır. Her şeyin kötü tarafını görmektir. Yalnız olumsuz yönleri­ne bak­maktır. Kötü düşünmektir.  İkincisi: Ümi­dini yitirmektir. İleriye baktığında umut­suzluğa düşmektir. Bu iki illet, hayatın katilidir. Mutluluğun düşmanıdır. Evet, insan Allah’tan gaflet eder­se, imanın prensipleriyle etrafına bak­mazsa, olayları başıboş ve tesadüf eseri zannederse her şeyi kötüye yorar. Umudunu kaybeder. Her yolu çıkmaz sokak görür. 

Muhlis KÖRPE 01 Haziran
Konu resmiTürklerin ve Kürtlerin Saadetleri Ortaktır (2)
Risale-i Nur

Eğer İslâmiyet bir saray şekline girecek olsa bir menzili mektebe, bir hücresi medrese, bir köşesi zaviye ve büyük salonu da hepsinin beraberce toplandığı ve birinin noksanının diğeri tarafından tamamlandığı küllî bir istişare meclisi hükmüne geçecektir. Ayna, kendince güneşi temsil ettiği gibi, şu Medresetü’z-Zehrâ da o İslâmiyet İlahî sarayını temsil edecektir.  Birincisi: Dağınık olan ürünleri, hizmetleri, hayırları ve sadakaları belli bir sistem ve disiplin altına alarak büyük semereler elde etmeye imkân tanıyan vakıflar, hakkıyla in­tizam altına girseler şu havuza (Medresetü’z-Zehrâ’ya) medreseleri birleştirmek yoluyla mühim bir çeşmeyi akıtacaktır. İkincisi: Zekâttır. Medresetü’z-Zehrâ, bir za­mandan sonra İslâmiyet’e ve insaniyete ya­pacağı hizmetle, şüphesiz ki bir kısım zekâtları hak ederek kendine alacaktır. Hatta zekâtların zekâtını da alsa yine kâfi gelecektir. Üçüncüsü: Şu medrese ortaya koyup neş­redeceği meyveleriyle, umuma yayacağı zi­yasıyla, İslâmiyet’e edeceği hizmetlerle, akıl­lar için en yüce mektep olduğu gibi; kalbler için en mükemmel bir medrese, vicdanlar nazarında en mukaddes bir zaviyeyi temsil edecektir. Dolayısıyla hem medrese, hem mekteb, hem de tekke hükmüne ge­çecektir. Böyle olduğundan da İslâmiyet’in millî yar­dımları olan adaklar ve sadakalar kısmen ona yönelecektir. Dördüncüsü: Medrese -yukarıda da geçtiği üzere- Dârü’l-Muallimîn (öğretmen okulu) ile birleştiğinden, artacak olan Dârü’l-Mual­limîn gelirleri -eğer mümkün ise- geçici bir süreliğine borç olarak Medrese’ye verilse, bir zaman sonra Medrese bu yardıma ihtiyaç göstermeyecek ve o borçlarını geri ödeyecektir. èMedresetü’z-Zehrâ’nın meyveleri beş mad­dede özetlenebilir. Bunlar: Birinci meyve: Medreselerin birleştirilmesi ve ıslah edilmesidir. İkinci meyve: İslâmiyet’i, onu paslandıran hikâyelerden, israiliyâttan (Yahudi kitap­larında nakledilen hurafe türünden hikâ­yeler ve menkıbeler) ve taassuptan (aşırı, körü­kö­rüne ve cahilce bağlanıp inanmaktan) kur­tarmaktır. Cehaletten ve muhakeme yapmamaktan kay­naklanan taassup, İslâmiyet’in malı değildir. İslâmiyet hakikatinde salâbet-i diniye (din kuvvetidir) vardır. O da metanet (sağlamlık), sebat (kararlılık) ve iltizam-ı hak (hakka ta­rafgirlik) anlamlarını içine alır. Taassubun en dehşetlisi, bazı Avrupa tak­litçilerinde ve dinsizlerde bulunur ki İs­lâm aleyhinde görünen sathî ve yüzeysel şüp­he­lerinde inatla ısrar gösterirler. Taassup, İs­lâm’a delil ve ispat ile bağlanan âlimlerin vasfı değildir. Üçüncü meyve: Özellikle de doğudaki aşi­retlere, meşrutiyetin güzelliklerini neşret­mek için bir kapı açmaktır. Zira meşrutiyet, aşiretler tarafından beğenilmezse istifade edilmez. Bu ise daha büyük bir zarardır. Hasta, şifalı tiryakı zehirle karışık zannetse elbette kullanmaz. Dördüncü meyve: Medrese talebelerinin nefret etmeyeceği, saf bir memba hükmünde, fen bilimlerini medreselere sokmak için bir yol açmaktır. Çünkü fen bilimlerinin İslâm’a zıt olduğuna dair son derece yanlış bir anlayış ve uğursuz bir vehim var. Bu tarz eğitim ile bu engeller de kalkacaktır inşallah. Beşinci meyve: İslâmî ilimlerin öğretildiği medrese, fen bilimlerinin öğretildiği mektep ve tasavvuf eğitiminin verildiği tekke ehlinin birbirleriyle barışmalarıdır. Medresetü’z-Zehrâ projesiyle aynı çatı al­tında toplanan medrese, mektep ve tek­ke, birbirlerine meyledecekler ve fikir alış­ve­rişinde bulunacaklardır. Bu durum da en azından maksatta onları birleştirecektir. Maa­lesef onların fikir ayrılıkları, ittihadı boz­­duğu gibi; meşrep farklılıklarından kay­naklanan sıkıntılar da maddî ilerlemeyi dur­durmaktadır. Zira her birisi, kendi mesleği­ne taassupla bağlı ve diğerinin gittiği yola yü­zeysel bir nazarla baktığından dolayı ya ifrat veya tefrite düşmüşlerdir. Bunun neticesinde de biri diğerini dalâletle (haktan sapmakla), öteki de berikini cehaletle suçlamaktadır. Özetle; eğer İslâmiyet bir saray şekline gi­re­cek olsa bir menzili mektebe, bir hücresi medrese, bir köşesi zaviye ve büyük salonu da hepsinin beraberce toplandığı ve birinin noksanının diğeri tarafından tamamlandığı küllî bir istişare meclisi hükmüne geçecektir. Ayna, kendince güneşi temsil ettiği gibi, şu Medresetü’z-Zehrâ da o İslâmiyet İlahî sa­ra­yını temsil edecektir.

Mustafa TOPÖZ 01 Haziran