
Kat veya kat’ı kelimesinin sözlükteki anlamı “kesmektir”. Kat’ı bir kâğıt veya deri üzerindeki yazıyı, motifi veya şekli oyup çıkartarak bir başka kâğıt ya da deriye yapıştırmak suretiyle gerçekleştirilen bir süsleme sanatıdır. Bu şekilde yapılmış esere kaatıa veya mukatta, sanatkârına ise kaatı’ ve kattaa’ (Oymacılar) denmiştir. Bir desenin oyulup çıkartılan kısım erkekoyma, geriye kalan içi oyulmuş kısım ise dişioyma olarak adlandırılır, bu erkek veya dişi şekiller ayrı ayrı bir satha yapıştırılarak muhtelif iki levha vücuda getirilebilir. Eskiden oymacılıkta, ‘Nevregen’ adı verilen ve cilt yapmakta kullanılan bir tür ucu eğri bıçak veya mukraz (makas) kullanılırdı. Günümüzde ise, küçük ucu kıvrık makas, kretuar ve bisturi kullanılmaktadır. Kâğıt oymacılığın İran kökenli bir sanat olduğu kabul görülmekteyse de, araştırmacılar, kâğıt ve deri oymacılığının ikibin yıl kadar önce bir halk sanatı olarak Çin’de doğduğunu ileri sürmektedir. Uygurlar tarafından yapılarak günümüze ulaşmış oyma deri kitap ciltleri, kâğıt ve deri oymacılığının İslâm dünyasına Orta Asya kanalıyla geçtiğini ortaya koymaktadır. XV. yüzyılın ikinci yarısında Timurlular ve Akkoyunlular döneminde ilk örneklerine rastlanan kâğıt oymacılığı, XVI. yüzyıl başlarından itibaren Safevîler’de ve Osmanlılar’da gelişme göstermiştir. XVI. yüzyıldan itibaren Osmanlı sarayı ve çevresinde özel bir ilgiye bağlı olarak gelişen kitap sanatları arasında kâğıt oyma sanatı Safevîler’dekinden daha büyük bir rağbet görerek varlığını XX. yüzyıl başlarına kadar korumuştur. 16. yüzyılın başlarından itibaren Osmanlıda yaygın bir şekilde kullanılan Türk kat'ı eserleri eşsiz bir gelişim sergilemiştir. En parlak dönemi olan Kânûni Sultan Süleyman zamanında neredeyse tezhip kadar yaygın bir şekilde süslemede kullanılır olmuştur. Dolayısıyla tezhip sanatının motif zenginliği ve zaman içindeki gelişimi kat’ı sanatına da yansımıştır. Bu dönemin diğer önemli kat’ı eserlerinden olan, İstanbul’da Türk ve İslâm Eserleri Müzesi’ndeki (TİEM-1926) envanter numaralı Divan-ı Ayni ve Topkapı Sarayı Müzesi Kütüphanesi’ndeki (Hazine, nr. 845) Ârifî’nin Gûy u Çevgân mesnevisi, oyma nesta‘lik harflerle çeşitli renk kâğıtlara yapıştırılarak oluşturulan mukatta yazı türünün şaheser örnekleridir. Ayrıca, dişi oyma kalıplarla yapılmış sayfa kenar süsleri ve deri üzerine oyma nakışlı ciltler de bu zamanın en güzel sanat eserleri arasında sayılabilir. 16. yüzyılda gördüğü rağbetle giderek gelişen kâğıt oymacılığı, XVII. ve XVIII. yüzyıllarda da ilişkide oldukları tezhip ve cilt gibi sanat dallarındaki gelişmelere paralel bir seyirle ilerlemesini sürdürmüştür. Kat’ı sanatı XVIII. yüzyılda özellikle çiçek motiflerinin zenginleştiği bir dönem olarak canlılığını sürdürmüştür. XVI. yüzyıl sonlarıyla XVII. yüzyıl başlarında Avrupa'da büyük bir ilgi görmeye başlayan kat’ı örnekleri, Oryantalizm akımı ile Doğuya giden batılı gezginlerin ilgisi sonucu tekniğinin de Avrupa'ya taşınması ile dünyaya mal olmuş bir sanat dalıdır. Bu sanatı benimseyen Avrupalılar, bir süre sonra silhouette (gölge) adını verdikleri kendi tarzlarını geliştirmişlerdir. Ciltçilik, hattatlık, ebru gibi klasikleşmiş sanatlarının gerilemesine paralel olarak Kat’ı sanatı da gerilemiş yok olmaya yüz tutmuştur. XIX. yüzyılda bu sahada hiçbir ciddi eserin ortaya konulamaması bu sanat dalının sonunu getirmiştir. Günümüzde ise, oldukça sabır, dikkat ve incelik isteyen bu sanatın az da olsa temsilcileri çalışmalarına büyük bir titizlikte devam etmektedirler.

Sıdk ve eman, Rabbimizin yüce vasıflarındandır. O Sadık’ul Va’d’il Emindir. Yani va’dini mutlaka yerine getirendir. İnsanı ve toplumu yücelten, etkileyici kılan önemli vasıflar vardır. Sıdk (doğruluk) ve eman da (güven, güvenlik) bu yüksek vasıflardandır. Asr-ı saadette Resul-i Ekrem (asm) efendimizi zirveye çıkaran en bariz sıfatları sıdk ve emandı. Efendimiz, kırk yaşına kadar içinde yaşadığı toplum tarafından “Muhammed-ül” Emin lakabını bihakkın taşıdı. Dost ve düşmanları O’nun sıdk ve emanına şahitlik ederlerdi. Allah Rasûlü (asm), ulvi hasletlerinden etkilenen ve O’na iman eden ashabıyla meydana getirdiği topluma da bu yüce ahlakı aşılamıştı. Arap yarımadasından başlayıp dünyanın diğer kıtalarına büyük bir hızla yayılan İslamiyet’in intişarında en büyük pay işte bu sıdk ve eman sıfatındandır. Çünkü doğruluk ve güven, İslam’ın özü esasıydı. Bu sıfatlar, temiz fıtratlı insanları etkileyip cezbediyordu. Sıdk ve eman, Rabbimizin yüce vasıflarındandır. O Sadık’ul Va’d’il Emindir. Yani va’ dini mutlaka yerine getirendir. “Şübhesiz ki biz sana, apaçık bir fetih açtık (ihsân ettik).”1 “O, onu (İslâm’ı), bütün dinlere üstün kılsın diye Rasûlünü hidâyet ve o hak olan dîn ile gönderendir. Şâhid olarak Allah yeter!”2 Rabbimizin Rasûlüne (asm) haber verdiği bütün müjdeler zamanla gerçekleşti. Hâlbuki o müjdelerin verildiği zamanlarda İslamiyet maddi güç bakımından zayıf, Müslümanlar da sayıca düşmanlarından daha az idi. O günün şartlarında müjdelenen hadiselerin zahiren gerçekleşmesi mümkün değildi. Ama hicretten otuz yıl sonra bu vaatler bir bir gerçekleşti. Daha önce devleti ve düzenli bir ordusu olmayan Müslümanlar, dünyanın o dönemde süper güçleri olan Bizans, İran ve Mısır’ı dize getirip dünyanın en güçlü ordusuna sahip oldular. Aynı zamanda dünyanın en kudretli devleti olmayı da başardılar. İşte bu hakikat, va’dinde asla hilaf olmayan Sadık’ul Va’d’il Emin olan Allah’ın dosdoğru ve güvenilir oluşuna sadık bir şahitti. Muaccel müjdelerin gerçekleşmesi müeccel beşaretlerin tahakkuk edeceğinin habercisi oldu. Dünya için va’dedilenlerin (bütün imkânsızlıklara rağmen) gerçekleşmesi ahirette için haber verilen nimetlerin muhakkak vuku’ bulacağının güçlü bir göstergesidir. Sıdk ve eman bütün peygamberlerin de ortak sıfatlarındandır. Bu vasıflar Resul-i Ekrem’in de (asm) nübüvvetinin en büyük delillerindendir. O’nun mucizelerinin bir türü de ihbar-ı bi’l gaybdır. Yani gaybdan verdiği haberlerdir. Eğer bu haberler doğru çıkmasaydı, asr-ı saadetten günümüze kadar Hz. Muhammed’e (asm) milyarlarca insan inanır mıydı? Bediüzzaman hazretleri bu hususta der ki: “Halbuki, o asr-ı sıdk ve hakîkatte ve o hakperest ve ciddî ve doğru adam olan Sahâbeler zerre mikdar yalanı görse, red ve tekzîb (yalanlama) ederler.”3 İşte bundandır ki İslamiyet on dört asırdır sürekli olarak dünya üzerinde yayılmaya devam ediyor. Hz. Üstad Peygamberimizin (asm) gayba dair verdiği haberler hakkında şu çarpıcı tespiti de yapar: “İşte nakl-i sahîh-i kat‘î ile ashâbına haber vermiş ki: “Siz umum düşmanlarınıza galebe edeceksiniz. Hem feth-i Mekke, hem feth-i Hayber, hem feth-i Şâm, hem feth-i Irâk, hem feth-i İrân, hem feth-i Beytü’l-Makdis’e muvaffak olacaksınız. Hem o zamanın en büyük devletleri olan İran ve Rum padişahlarının hazinelerini beyninizde (aranızda) taksîm edeceksiniz.” Haber vermiş. Hem “Tahmînim böyle veya zannederim” dememiş. Belki görür gibi kat‘î ihbâr etmiş, haber verdiği gibi çıkmış. Halbuki, haber verdiği vakit hicrete mecbûr olmuş. Sahâbeleri az. Medine etrafı ve bütün dünya düşmandı.”4 Sıdk ve eman, Allah (c.c) ve Resulünün bize ders verdiği iki mühim haslettir. Bizler Rasûlullah’ı (asm) her konuda rehber edinerek, O’na benzemeye çalışarak, ahlakıyla ahlaklanarak terakki edebiliriz. Bunlar inancımızın bize gösterdiği dosdoğru yoldur. Zaten iman, mü’min, eman, emanet, emniyet “e-m-n” kökünden türeyen ve birbiriyle son derece ilgili olup asla biri birsiz düşünülemeyen kelimelerdir. Bu kelimeler imandan kuvvet alır ve o kuvvete göre şekillenirler. Onun içindir ki bir insanın doğruluğu ve güvenirliği imanının göstergesidir. Bir toplumun inancının kuvvetine göre o toplumda emniyet ve asayiş berkemal olur. Çünkü iman, emn-ü eman verir insanlara. İslam’ın toplumun bütün tabakaları tarafından hakkıyla yaşandığı dönemlerde ahlaksızlık, hırsızlık, zulüm ve diğer suçların oranlarının, dinin hayatın merkezinden uzaklaştığı dönemlere kıyasla azlığı buna şahittir. Esnafın değerli eşyasını dükkânında bıraktığı ve kapısını dahi kilitlemeden emniyet içinde evine gittiği dönemlerden, kilitli kapılar ardında çelik kasaların içinde gizlenen para ve kıymetli eşyanın hırsızlar tarafından çalındığı dönemlere gelinmesindeki sebep iman zafiyetidir. İnsanların doğru İslamiyet’i öğren(e)memesi ve İslamiyet’e layık doğruluğu fiile, yani pratik hayata tatbik edememesidir. Yazımızı sevgili Üstadımızın İslam’ın en yüksek gür sada ile gelecek olan parlak günlerine bizleri ulaştıracak şifresiyle bitirelim: “Eğer biz ahlâk-ı İslâmiyenin ve hakāik-i îmâniyenin kemâlâtını ef‘âlimizle izhâr etsek, sâir dinlerin tâbi‘leri, elbette cemâatlerle İslâmiyet’e girecekler. Belki küre-i arzın bazı kıt‘aları ve devletleri de İslâmiyet’e dehâlet edecekler.”5 Kaynaklar: 1- Fetih, 12- Fetih, 283- Zülfikar, 246. Altınbaşak Neşriyat.4- Zülfikar, 238. Altınbaşak Neşriyat.5- Mektubat 2, Hutbe-i Şamiye, 169. Altınbaşak Neşriyat.

Yemen bize coğrafî olarak uzak ama kalbî olarak yakın bir yerdir. Yüreklerimizi yakıp türkülerimize dahi konu oldu. Türkiye’den Yemen’e vardığımız vakit sıcak bir karşılama bize hiç yabancılık çektirmiyor bu topraklarda. Arapların cömertliği ve ev sahipliği malumdur. Yemen’de bu oldukça zirve yapmış durumda. Yani Arap kültürünün ciddi bir şekilde devam ettirildiği yer burası. "Arap’ın aslı Yemen’den gelir" hadisi de bu durumu tasdik ediyor. Yemen ile Türkiye birbirini kaybeden iki kardeşe benziyor. Biri diğerinin hakkında gıyaben de olsa kötü konuşmaz. Aslında biz Türkiye olarak biraz daha vefasızız. En azından onlar burada neler olup bittiğini takip etmeye çalışıyorlar. Kardeşine kavuşamasa da onu merak ediyor. Yemen, diğer Arap ülkelerinden biraz daha farklı. Hatta şöyle bir detaya da dikkat çekmek gerek. Diğer Arap ülkeleri Osmanlı Devleti için isti’mar (sömürge) kelimesini kullanırken, Yemenliler ise “Hilafet” kelimesini tercih ediyorlar. Peki, nerden geliyor bu kardeşlik, muhabbet? Geçmişe doğru şöyle kısa bir seyahate çıkalım. Portekizliler Orta Asya’ya ve Doğu Asya’ya sömürge seferleri düzenledikleri vakit, Osmanlı Devleti, Haremeyn’in ve bölgede yaşayan Müslüman halkın zarar görmesinden çekinerek Yemen, Mısır seferi dönüşü -doğunun Fatihi Yavuz Sultan Selim tarafından- Osmanlı Devletine bağlanmıştır. O günden 1. Cihan Harbi’nin bitimine kadar geçen zaman içerisinde Yemen’de hilafet sancağı dalgalanmıştı. Milliyetçilik değil, ümmetçilik ön plandaydı. Geçen bu süre zarfında iki ülke halkı Müslümanca yaşayıp kardeşçe geçindiler. Ano Yemen’dir.. Gülü Çemendir.. Giden Gelmiyor Acep Nedendir? Osmanlı’nın bu topraklardan öyle ya da böyle Cihan Harbinden sonra resmen çekilmesinin ardından gözü yaşlı, kalbi dumanlı birçok insan bırakmış. Bu durumdan, bölgenin şu anki Türkiye’nin topraklarına uzak olmasının etkisi büyük. Orada kalan ve anavatana dönmeye çalışan insanların hikâyesini dinlerken insan bir an duygulanıyor. Geride kalan askerlerin, sivillerin kimisi Mısır’a kimisi de Suriye’ye kadar gelmiş olmasına rağmen, o bölgenin İngilizler ve Fransızlar tarafından işgal edilmesi hasebiyle -güvenlik probleminden dolayı- yeni çizilen Türkiye topraklarına geçememiş, Yemen’e geri dönmek zorunda kalmış. 2011’de Sayın Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ ün ziyaret ettiği Mahveyt ve Ma’rip köyleri geriye dönemeyen bu insanlardan oluşmaktadır. Cumhurbaşkanı bu köylere geldiği vakit “Köyünüze Hoş geldiniz Sayın Cumhurbaşkanımız” pankartıyla karşılandı. “El-Yemen El-Meymun” (Mutlu Yemen) bu şekilde söylenmiş Araplar arasında. Günümüzde ise mutlu mu tartışılır? Çünkü devlet başkanı bulunmayan ve güvenlik problemi olan bir ülke halinde... Halkın silahlanma gücü var, ancak bunun sonucu ikinci bir Suriye demek olduğundan böyle bir seçeneğe uzak duruyorlar. Yemen’de önümüzdeki günler içerisinde seçim ve tartışmalar başlayacak. Hal o ki, mutlu günlere bir süre daha var.

Bir gelenekten söz edebilmek için uzun zaman dilimine ihtiyaç bulunmaktadır. Bir davranışın tutumun bir defa gerçekleşmesi bir gelenek oluşması için yeterli değildir. Türk dış politikasında da bir gelenekten söz edebilmek için uzun yıllara yayılan bir tutum analizinden yola çıkmak gerekmektedir. Bu noktadan hareketle yola çıkıldığında gelenek bağlamında Türk dış politikasının sadece Türkiye dış politikası ile sınırlı olmadığını, bir adım öncesi Osmanlı, onun da bir adım öncesi Selçuklu, onun da bir adım öncesine belki Türklerin İslamiyet ile müşerref olmadıkları döneme kadar uzanmak gerekmektedir. Bütün bunları kapsayan bin yılı aşkın zaman diliminde Türk dış politikasının geleneksel çizgisini en kaba ve genel hatlarıyla, dünyaya yön verme arzusunun olduğunu söyleyebiliriz. İslamiyet ile müşerref olunduktan sonra, bu arzunun İslam politikasında dönüşümü söz konusu olmuştur. Adalet, hikmet, hamiyet ve gayret vb. unsurlar içeren bu arzu Nizam-ı Âlem olarak nitelendirilmiştir. Bu kuru bir yönetme ve hükmetme arzusu olmamış, ulaşılan coğrafyalara adalet, huzur, güvenlik tesis edilmesi amaçlanmış ve bu büyük ölçüde sağlanmıştır. Tuğrul Bey’in Bağdat’a girerek halifeliği Şii Büveyhoğulları tehdidinden kurtarması ile Alparslan’ın Anadolu kapılarına, Fatih’in İstanbul surlarına dayanması, Yavuz’un Mısır’a yola koyulması aynı arzunun tezahürleri olmuştur. Bu arzunun içerisinde sadece Müslümanların değil ilgili coğrafyanın tüm unsurlarının hak, hukuk ve huzurları gözetilmiştir. 1699’dan sonra başlayan Osmanlının hızlı gerileyişinin yolu Birinci Dünya Savaşı ile de kesişmiştir. Savaş sonrasında yeni bir Dünya kurulmuş, imparatorluklar çağı kapanmıştır. Yıkılan Osmanlı İmparatorluğunun topraklarının bir kısmı da el değiştirmiştir. Savaş bittiğinde Anadolu halkı kendi kurtuluş savaşını başlatmış ve Anadolu topraklarını ellerinde tutmaya muvaffak olabilmişlerdir. Anadolu’nun da içinde yer aldığı Osmanlı coğrafyası bu süreçte çok fazla sayıda evladını da toprağa vermiştir. Toprak kaybeden bir imparatorluğun mütebakisi olan genç Cumhuriyetin ilk yıllarında, iç ve dış dinamikler, ülke koşulları, dünya konjonktürü Türkiye’nin dış politik tutumlarında etkili olmuştur. Bu döneme ilişkin Türk dış politikası statükoculuk ve batıcılık olarak nitelendirilmiştir. Bu çerçevede Türkiye, uzun yıllar sahip olduğu başka coğrafyalardaki mazlumlarla ilgilenmeye, mümkünse hamilik etmeye matuf davranışlarına ara vermek durumunda kalmıştır. Savaştan yeni çıkmış yorgun bir milletin bir nefes alma, kendine gelme, dinlenme, maceradan kaçınma arayışı makul olarak kabul edilebilir. Zamanın ilerleyişine bağlı olarak Türkiye’den beklentilerin de değiştiğine ve artık Türkiye’nin de geleneksel kodlarına uygun misyon yüklenmesi gerektiğine ilişkin sinyaller de ortaya çıkmaya başlamıştır. Türkülere de konu olan Boraltan Köprüsü hadisesi bu anlamda trajik duraklardan birisidir. 1945 yılında Rus zulmünden kaçan 146 Azeri Boraltan köprüsünü geçerek Türkiye’ye sığınmış, bunun üzerine Rus Hükümeti Türkiye’den bunların kendilerine teslimini talep etmiştir. Türkiye kendisine sığınan bu bir grup Türkü iade etmiştir. İade edilen bu mazlumlar daha köprüyü geçer geçmez orada şehit edilmişlerdir. Türkiye 1945 yılında maalesef kendisine sığınan bir grup insanı muhafaza edememiştir. Takvimler ilerlerken “Bizim Kıbrıs diye bir davamız yoktur diyen”1 Dış İşleri Bakanlarına tanık olunsa da Türkiye Kıbrıs’ı muhafaza etmesi gerektiğini erken fark etmiştir. 1955 Londra Konferansında 28 sayfalık Türk tezi ortaya konulmuştur. Bu tezde Kıbrıs’ta Türklerin 400 yıldır var oldukları vurgulanmıştır.2 Neticede 1959’da yapılan Zürih anlaşması ile Türkiye Kıbrıs üzerinde bir garantörlük hakkı elde etmiştir. 1974’teki müdahale de bu anlaşma çerçevesinde söz konusu olabilmiştir. Türkiye’de politik akımın bir yönü ilgili coğrafyalara kayıtsız kalamayacağını fark etmiştir. Ancak bir diğer politik akım ise Türkiye’nin farklı bir güzergâhta yoluna devam etmesini açıkça söylemlerine yansıta gelmiştir. İki farklı politik arzunun eş zamanlı olarak dışa vurulduğunu, varlık bulduğunu söylemek mümkündür. Bu anlamda trajik olarak nitelendirebileceğimiz ikinci durak ise Irak Türkmenlerinin 1959 yılında yaşadıkları katliamdır. 1958’de Irak’ta bir darbe vuku bulmuştur. Menderes bu darbeye karşı müdahil olma niyeti taşımış olsa da bu fiilen mümkün olamamıştır. 14 Temmuz 1959’da 36 Türk vahşice bir katliamla karşı karşıya kalmışlardır. Bütün bu hadiseler olurken “Birkaç Yüz Türk için Irak’la dostluğumuzu bozamayız”3 diyen bakanları da tarih not etmiştir. Türkiye 36 Türk’ü muhafaza etmek bir yana bu talihsiz ifadelere tanık olmuştur. Aynı yıllarda Cezayir Fransa’ya bağımsızlık savaşı yürütmektedir. Cezayirli Müslümanlar bu mücadelede Türkiye’den yardım talebinde bulunmuşlardır. 1957 yılında Türkiye bir gemi dolusu silahı gizlice Cezayirlilere ulaştırmıştır. Ancak Türkiye’nin Cezayir politikası bir ikilem geçirmiştir. Türkiye uluslar arası diplomatik alanda Cezayir’in yanında yer alamamıştır.4 El altından mazlumlardan yana olmak istemiş, ancak bunu aşikâr edememiştir. O yıllarda Türkiye mazlumlara kayıtsız kalamamakta ancak uluslar arası alanda kararlı adımlar atma takatini de kendisinde bulamamaktadır. 1964 yılında Türkiye garantörlük haklarını kullanarak Kıbrıs’a müdahale etmeye niyetlenmiştir. Bunun üzerine 5 Haziran 1964 tarihinde Amerikan Başkanı Johnson İnönü’ye bir mektup göndermiştir. 13 Ocak 1966 tarihinde basına sızdırılarak yayınlanan ve bir ültimatom mahiyeti taşıyan bu mektupta; Türkiye’nin Amerika Birleşik Devletleri’ne danışmadan, bu şekilde bir kararı alamayacağı ve uygulayamayacağı açıkça belirtilmiştir.5 Bu mektubun Türkiye’de bir kırılma noktası oluşturması ve hayal kırıklığı yaşatması bir tarafa, Kıbrıs’a müdahale tehir edilmiştir. Tarihler 1969 yılını gösterdiğinde İslam Dünyası Mescid-i Aksa’nın kundaklanmak suretiyle yakılması hadisesi ile sarsılmıştır. İslam Zirve Konferansı’nın Fas’ın başkenti Rabat’ta toplanması için bir çağrıda bulunulmuş, bu toplantıya Türkiye’de davet edilmiştir. Cumhurbaşkanı Cevdet Sunay, konferans adında İslam ifadesinin geçmesini problem etmiş buna bağlı olarak konferansa Cumhurbaşkanı düzeyinde katılmayacağını ifade etmiştir.6 Hükümet Mescidi aksa yangınına tepki göstermiş olmakla birlikte konferansa Dışişleri Bakanı düzeyinde katılım göstermiş, toplantıda da yayınlanan bildiriyi BM kararları çerçevesinde desteklediğini deklare etmiştir.7 Türkiye’nin Bu toplantılara Başbakan düzeyinde katılması 1980 yılını, Cumhurbaşkanı düzeyinde katılması ise 1984’ü bulacaktır. 1989 yılı Anadolu coğrafyasının bir kere daha sığınak olarak görüldüğü yıldır. Bulgaristan’ın zulmünden kaçan Türklere, Türkiye kapılarını açmıştır. Krizin ilk yıllarında Özal “ne kadar varsa hepsi gelsin, hepsini alacağız” demiş olsa da gelenlerin sayısı üçyüz bin olduğunda sınır kapatılmıştır. Bu kapatmanın gerekçesi ise geleceklerin sayısının 1,5 milyona ulaşacağı endişesi olmuştur.8 O günün koşullarında Türkiye 300 bin kişiye kucak açabilmiştir. 1990’lı yılların ilk yarısı İslam Dünyasının hem Karabağ, hem Bosna Hersek, hem de Irak’ın Kuveyt’i işgal hadiselerinin yaşandığı yıllardır. Azerbaycan Türkiye’den istediği düzeyde bir destek görememiştir. Bayındırlık ve İskân Bakanı ve aynı zamanda Dış İşleri Bakan Vekili Onur Kumbaracıbaşı “Karabağ’ın gidip gitmemesi, Azeri Hükümetinin sorunudur ve biz onlara her türlü desteği vaat ettik, Bu konuda, Azerilerin talep ettikleri yardımları kesinlikle yerine getireceğiz. Bugüne kadar hiçbir yardım talebi yapılmamıştır ve biz, oradaki değerli soydaşlarımızın yardımına her zaman koşmaya hazırız”9 ifadelerini meclis kürsüsünde dile getirmiştir. Türkiye o dönemde Elçibey’in “3 helikopter istedim, hastaları ve yaralıları taşımak için; ama, ne yazık ki, Türkiye’den alamadım bunları. Her zaman, ‘bizden ne istersin?’ diyen Özal ve Demirel, veremediler bunları bize; daha ne isteyeyim Türkiye’den artık!”10 ifadeleri ile sitemine de muhatap olmuştur. Mazlumlar bir kere daha Türkiye’nin tarihsel misyonunu Türkiye’ye hatırlatmışlar ancak Türkiye beklenilen düzeyde bir karşılık verememiştir. Aynı yıllar aynı zamanda Türkiye’nin Bosna’yı bir dava olarak gördüğü ve bu davaya sahiplenmeye de çalıştığı yıllardır. Türkiye Bosna için bir şeyler yapmak istemiş, ancak elinden geldiği kadarıyla bir şeyler yapabilmiştir. Bu bağlamda İstanbul Taksim’de büyük bir Miting Cumhurbaşkanı Özal tarafından Organize edilmiştir. Özal, Bosna için İslam dünyasını harekete geçirmeye gayret etmiştir. Müslümanların ezildiğini, sahip çıkılması gerektiğini açıkça dile getirmiştir. Bosna’da İslam’ın nuru olduğuna, atalarımızın nal izinin bulunduğuna dikkat çekmiştir. Cumhurbaşkanı Özal’ın Türkiye’nin lider ve büyük ülke olma yolunun buradan geçtiğini de söylemiş olması11 geleneksel kodları açık ve net şekilde ortaya çıkarması açısından önemlidir. Türkiye artık mazlumlara hamilik yapma ve İslam dünyasını derleyip toparlama arzularını aşikar etme noktasında bir tereddüt yaşamadığı, noktaya gelmiştir. Serüvende takvimler 1996 yılını gösterdiğinde Erbakan İslam ülkelerini derleyip toparlamanın bir nüvesini teşkil etmesi için D-8 girişimini başlatmıştır. Kendisi basına verdiği bir beyanatta Avrupa ülkelerine İslam dünyasının temsilcisi sıfatı ile gideceğini ifade etmiştir. Ancak 28 Şubat süreci ile bu niyetler ve adımlar akim ve işlevsiz kalmıştır. Bir zamanlar Boraltan köprüsünde 146 Türkü iade eden, birkaç yüz Türk için Irak’la ilişkilerimizi bozamayız diyen, Uluslar arası platformlarda Cezayir’in yanında yeterince duramayan, İslam Zirve Konferansına katılmaktan imtina eden, Bulgaristan’dan gelen 300 bin soydaşımıza kucak açabilen ancak 1,5 milyon rakamı için tedirgin olan, Azerileri hayal kırıklığına uğratan, Bosna için bir şeyler yapma arzusuyla yanan, D-8 girişimi için heyecan duyan ancak akim kalmasına göz yuman Türkiye, takvimler 2017’leri gösterdiğinde 3 milyon Suriyeliye kucak açabilmektedir. Gelemeyen Suriyelilere de Suriye içerisinde insani yardımlarla ulaşmaya gayret etmektedir. Aynı Türkiye Filistin için inisiyatif almakta, Mavi Marmara’da ölen vatandaşları için ilişkilerini bozmaktan da kaçınmamaktadır. Tüm dünya mazlumlarını dert edindiğini açıkça deklare etmektedir. Bütün bu çarpıklığın küresel sistemin yapısından kaynaklandığını, çözümün Dünyanın beşten büyük olduğu temelinde yeni bir sistem ve yapı inşası ile mümkün olduğunu haykırmaktadır. Yukarıda köşe taşları olarak verilen bu örnekler aslında bir arayışın serüvenidir. Bu güne kadar yaşanan bu hadiseler adım adım Türkiye’yi bugünlere taşımış ve hazırlamıştır. Türkiye; bin yıllık mazlumları himaye etme geleneğini ihya etme ve dünyanın geleceğini bu ihya üzerine inşa etmenin eşiğindedir. Kaynaklar: 1- Dr. Bekiroğlu tarihe ışık tutuyor, http://haberkibris.com/bizim-kibris-davamiz-yok-diyen-fuat-kopruluyu-protesto-ettim-2012-04-16.html Erişim Tarihi 15.05.20172- Bayram KÜÇÜKOĞLU, Kıbrıs Sorununda Liderlik Olgusu, Yayınlanmamış Doktora Tezi, Ankara Üniversitesi Türk İnkılap Tarihi Enstitüsü, s.1543- Ayvaz GÖKDEMİR, Necdet KOÇAK, Türk Yurdu Dergisi Eylül 2007 Sayı 241, https://www.turkocaklari.org.tr/iz-birakanlar/necdet-kocak-3534, Erişim Tarihi 15.05.20174- 42 yıl sonra açıklanan tarihi gerçek: Türkiye Cezayir'e silah vermiş, http://www.hurriyet.com.tr/42-yil-sonra-aciklanan-tarihi-gercek-turkiye-cezayire-silah-vermis-39060208 ErişimTarihi 15.05.20175- Giray SAYNUR DERMAN, Vefa KURBAN, Kıbrıs Sorunu’nun Türk Dış Politikasına Etkisi, Çağdaş Türkiye Tarihi Araştırmaları Dergisi, XVI/33 (2016-Güz), s.4626- Türkiye Dış Politikası’nda İslam Unsuru, https://indigodergisi.com/2015/06/turk-dis-politikasinda-islam-unsuru-8-haziran/7- Mustafa BOSTANCI, Suudi Arabistan Devletinin Kuruluşu ve Türkiye Suudi Arabistan İlişkileri, (1926-1990), Yayınlanmamış Doktora Tezi, Gazi Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü,Tarih Anabilimdalı, s.2528- Mehmet AKYOL, Beni Çok Ararsınız, Akçağ Yayınları, s.1579- TBMM Tutanak Dergisi, Dönem 19, Cilt 4, Yasama 1, 44. Birleşim, 4.3.1992 Çarşamba, s.59310- TBMM Tutanak Dergisi, Dönem 19, Cilt 34, Yasama 1, 90. Birleşim,13.04.1993, Salı, ss.67-7811- Akyol, a.g.e. s.335

İslamiyet, kelâm-ı ezeli denilen Kur’an’dan geldiği için ebede ve sonsuzluğa gidecektir. Millet olarak nefis ve şeytanın gayet çirkin baskılarından kurtulmamız ancak İslamiyet’i yaşamak iledir. Zira gerçek olayları kaydeden tarih hakikate en doğru şahit olarak bize bunu gösteriyor. Hatta Rusları mağlup eden Japon Başkumandanı İslamiyet’in ne kadar hak ve doğru bir sistem olduğunu kabul ederek şöyle der: “Müslümanlar, İslamî emirlere ne kadar bağlı kalmış ve onlara göre hareket etmişlerse o kadar da medenileşmiş, maddi ve manevi terakki etmişlerdir.” Ve ehl-i imanın İslamî emirleri yaşamakta gösterdikleri zafiyet derecesinde de perişaniyet ve vahşet içinde gerilediklerini ve karmakarışıklık içinde belalara, mağlubiyetlere düştüklerini de yine tarih kaydetmiştir. Çünkü İslamiyet Cenab-ı Hak’ tan geldiği gibi sağlam olarak bozulmadan devam ettiği için, ona uyan muvaffak olur. Hem yine tarih gösteriyor ki; İslamiyet’in aksine diğer dinlerin mensupları taassup göstermeyip dinlerinden uzaklaştıkları nispette medenileşip terakki etmişlerdir. Ve dinlerine sadakat ve bağlılıkları nispetinde de gerilemiş, ihtilaflara, bölünmelere maruz kalmışlardır. Bu başarısızlığın sebebi ise o dinlerin içine hurafatın karıştırılması ve değiştirilmesidir. Şimdiye kadar zaman böyle geçmiştir. Benim ümmetim dalalet üzerine birleşmez Malum olduğu üzere bin dört yüz seneden beri yani Asr-ı Saadet’ten Osmanlı yıkılıncaya kadar hakkıyla İslamiyet’e sarılıp yaşayan, Müslümanların birliğini beraberliğini temin eden ve izzet-i İslamiyeyi muhafaza eden Ehl-i Sünnet Ve’l-Cemaat olmuştur. Hem: “Benim ümmetim dalalet üzerine birleşmez, Allah’ın (cc) kudreti cemaatle birliktedir, cemaatten ayrılanı cehenneme ayrılır” yani ihtilafa düşenler dünyada cehennem azabına benzer sıkıntılı bir hayatı yaşadıkları gibi, ahirette de o azaba maruz kalabilirler. -Hali hazırdaki Müslümanların maruz kaldıkları katliamlar buna şahittir.- Evet, bu hadis-i şerifin emir buyurduğu icma-yı ümmete mazhar olup ümmetin çoğunluğunu oluşturan ehl-i hak denilen Ehl-i Sünnet Ve’l-Cemaatten başka bir fırka olmamıştır. Ehl-i sünnet, bin dört yüz sene müddetince diğer İslamî fırkaları da ehl-i kıble kabul edip küfürle itham etmediği için onları da himayesi altına alarak her zaman izzet-i İslamiyeyi muhafaza etmiştir. Türkiye’de olmayan Maalesef Hilafetin kalkmasıyla bütün fitne kapıları açılmış olduğundan Haricilik’in devamı olan İbn Teymiyye ve İbni Kayyim El Cevzi’nin fikirleri; Vehhâbilik ve Selefilik adıyla âlem-i İslam’ın her tarafına yayılmıştır. Bu iki zatın yanlış düşüncelerinden etkilenerek ortaya çıkan El Kaide, DAEŞ, Taliban, Boko Haram, Eş-Şebab, En-Nusra ve Hizbunnur gibi birçok gruplar oluşmuş, aşırıya kaçan düşünceleriyle bütün Müslümanları hatta kendi aralarındaki ihtilaftan dolayı birbirlerini dahi bid’at ve küfürle itham ederek âlem-i İslam’daki katliamlara sebep olmuşlardır. Türkiye’nin şu anda diğer İslamî devletlerin durumuma düşmemesinin tek sebebi Ehl-i Sünnet itikadının kuvvetli olması ve yanlış olan bu Vehhâbilik ve Selefilik zihniyetinin içimizde yayılmamasıdır. Komünizm ve masonizm gibi ifsat komiteleriyle bu milleti ve devleti bitiremeyen düşmanlarımız, maalesef şimdi bir kısım enaniyetli ve müfrit hocaları veya sadece birkaç ayetin mealini ezberleyen ve doğru dürüst Kur’an’ı dahi okuyamayan cahilleri de aldatıp yanlarına almışlardır. İbn Teymiye ve İbn Kayyim El-Cevzi gibi zatların zararlı ve zehirli olan fikirleriyle âlem-i İslam’ı perişan ettikleri gibi, halkımızın arasına da ihtilaf sokmaya çalışıyorlar. Ve memleketimizi de o perişaniyete maruz bırakmak istiyorlar. Şia taassubu Maalesef düşmanlarımızın âlem-i İslam’ı karıştırmak için kullandıkları bir kaynak da Şia taassubudur. Bunlar da kendilerinden başkasını kabul etmiyorlar ve diğer Müslümanları kâfirlikle itham edecek kadar ileri gitmektedirler. Acaba âlem-i İslam’ın yaşadığı sıkıntının azabını çeken, o azap ile ciğerleri yanan, ümmetin kurtuluşu için çareler arayan, ümmete hizmet etmeyi farz-ı ayn olarak kabul eden ve aklı başında olan bir zât, hiçbir zaman ırkçılık, enaniyet, cehalet ve taassup üzerine bina edilen ve aşırılığa kaçan bunlar gibi yanlış fikirlerden bir kurtuluş ve medet bekleyebilir mi? Farz-ı muhal olarak beklemiş olsa bile, hiç şüphesiz ki beklediğini bulamayacaktır. Zira bu zihniyete göre ümmetin kurtuluşu için çare arayanlardan hiçbir grup bin dört yüz seneden beri bir netice elde edememiştir. Demek Haricilik’in devamı olan Selefilik ve İran milliyetçiliğine dayanan Şialık, çıkmaz bir sokak ve içinden çıkılmaz bir bataklıktır. Eğer ehl-i hak olan Ehl-i Sünnet Ve’l-Cemaatin cadde-i kübrası da kabul edilmezse o zaman ümmet-i Muhammedi’yi bugünden ta Asr-ı Saadete götürecek yeni bir caddeyi açmak icab eder. Bu ise katmerli bir muhaldir. Vesile de hak olmalıdır Maalesef bölmeye parçalamaya sebep olan bu tahribatçılar, çekinmeden tahribatlarını yapıyorlar. Hatta Diyanete mensup bir kısım hocalar ve İlahiyatın bir kısım öğretim görevlileri olmak üzere biz Ehl-i sünnet ve’l-cemaat mensupları, “kitap ve sünnet” diyerek doğru hedef gösteriyoruz; fakat bizi kitaba, sünnete götüren doğru vesile olan ‘kıyas-ı fukaha ve icma-yı ümmet’ten bahsetmiyoruz. Hâlbuki hedef kadar vesilenin de hak ve doğru olması lazımdır. Evet, doğru hedef olan Kur’an-ı Azimüşşan ve Hadis-i Şerifler maddi-manevi, dünyevi ve uhrevi bütün ilimlerin kaynağıdır. Fakat herkes kendi başına onları hakkıyla anlayıp istifade edemez. Zira ayet-i kerimenin “bilmiyorsanız bir bilene sorunuz” buyurduğu gibi, ancak onları ümmetin kabul ettiği âlimlerin kitaplarından istifade yoluyla anlamak mümkün olabilir. İtimat edilen âlimler ise, ümmetin yüzde doksanının kabul ettiği Selef-i Salih’in yolunda giden iki itikad imamı ile dört hak mezhebin âlimleridir. Ve bizi o hedefe götürecek doğru vesile olan bu âlimlerden çoğu zaman bahsedilmiyor. Veyahut bu Selef-i Salih’inin yolundan gidenlere çamur atılıyor. Evet, kitap ve sünneti İbn Teymiyye, İbn Kayyim el-Cevzi ve ne yaptığını bilmeyen Mustafa İslamoğlu vb. yanlış anlatanlar olduğu gibi; dört mezhebin imamları ve Kütüb-ü Sitte’nin hadis âlimleri gibi doğru anlatanlar da vardır. Bunların hangisinin doğru hangisinin yanlış olduğu halka anlatılmazsa, halk kendi başına doğruyu bulamadığı gibi, nasihat edenlerin de nasihatları havada kalır. Hatta ‘tahribat daha kolaydır’ sırrına binaen birçok insan, nefislerinin baskısı altında kalarak o tahribatçıların fikirlerini daha çok tercih edebilirler. Yanlışa yanlış demek de lazım Yanlış anlaşılmasın, bütün dış düşmanları bırakıp dâhilde bunlarla kavga edelim demek istemiyorum; ancak meydanı bunlara bırakıp ümmeti-i Muhammedi’yi sıkıntılara sokmayalım ve bu gibi zihniyetlere kapılmayalım. Bunca dökülen masun kanlarını durduralım. Ve bin dört yüz sene ümmetin birliğini, beraberliğini temin eden ve bizleri Asr-ı Saadet’e götüren Ehl-i sünnetin caddesini esas yaparak ümmetin kurtulmasını ve bu yanlış grupların dahi sıkıntılarını giderecek yolu tercih edelim. Bu izahlarımız körü körüne bir taassubun neticesi değildir. İslam âleminin bin dört yüz seneden beri yaşadığı bir hakikattir. Evet, geçmişinden ders almayan bir millet, geleceğini doğru olarak şekillendiremez.1 Kaynaklar: 1- Bu yazımız, Risale-i Nurlardan istifade edilerek yazılmıştır.

Üstad Bediüzzaman Hz.’nin yazmış olduğu Risale-i Nur külliyatında tebliğ usullerinin bir örneği olarak kavl-i leyyin ilmi ile tebliğ edilmesini buyurmuştur. Ayrıca bu düstur Risale-i Nur'un mesleğidir. Lemalar adlı eserinde Üstad: “Risale-i Nur'un mesleği, nezihâne ve nazikâne ve kavl-i leyyindir” der. Yani tebliğ ederken nezih (hoş), kibar ve yumuşak sözlerle tebliğ edilmesi gerektiğini söyler. Bu cihetle kavl-i leyyin, muhatabı incitmeden, tenkit etmeden İslamiyet'in aktarılmasıdır. Kavl-i Leyyin Nedir? Kavl-i leyyin, Arapça bir ibare olup, “yumuşak sözle anlatma. Kırıcı olmama, suçlamama, hakaret etmeme, bağırıp çağırmama, nazik ve kibar olma, gönül okşayıcı olma” demektir. Yani sert ve enaniyetli olmayan söz anlamındadır. Tanımdan da anlaşılacağı üzere; sert olmayan, muhatabı kırmayacak ve muhatabın sözü söyleyen kişiye karşı sert ve kırıcı tavır almamasını sağlayacak sözdür. Kavl-i leyyin’ in içeriğini biraz daha genişletecek olursak, bir ideal için başarılı olma yolunda kullanılan üslup, yol, yöntem olduğunu söylemek de mümkündür. İletişimde Kavl-i Leyyin’in Rolü Günlük hayatta birçok kişiyle iletişimde bulunuruz. İletişim, çevremizle konuşmamıza, anlaşmamıza ve bizi birtakım ortak idealler etrafında birleştirmeye vesile olur. Ancak muhtelif olaylara karşı iletişimi farklı yönlerde kullanırız. Mesela; anne ve babamızla farklı, arkadaşlarımızla farklı, öğretmenimizle, tanımadığımız biriyle konuşurken birbirinden farklı bir dil, farklı bir iletişim ve üslup kullanırız. Farklı kişilerle farklı şekillerde diyalog kurarız. Kuracağımız bu diyalogların tek bir ortak noktası vardır: O da; anlaşabilmektir. Kavl-i leyyin ile söylenen sözler muhatap alınan kalplere tesir eder. Çünkü içeriğinde yumuşak ve latif sözler barındırır. Kavl-i leyyin ile konuşmak ayrı bir ilim gerektirir. Bu ilme sahip olmak ve kullanmak ayrı bir meziyettir. Kavl-i leyyin dediğimiz kavram da işte burada ortaya çıkmaktadır. Çünkü çevremizde iletişimde bulunduğumuz herhangi bir kişiye karşı kullanacağımız üslup, o kişinin söylediğimiz sözlere karşı alacağı tavrı belirler. Sert ve kaba bir konuşma o kişiyi bizden uzaklaştıracağı gibi, kalbinin de bizden soğumasına sebep olacaktır. Bu durumun gerçekleşmemesi için, daha kibar ve daha yumuşak bir üslup tercih edilmelidir. Bu tavrımız iletişimimizi kolaylaştıracağı gibi, kalplerin de bizlere ısınmasına vesile olacaktır. Kavl-i leyyin ile söylenen sözler muhatap alınan kalplere tesir eder. Çünkü içeriğinde yumuşak ve latif sözler barındırır. Kavl-i leyyin ile konuşmak ayrı bir ilim gerektirir. Bu ilme sahip olmak ve kullanmak ayrı bir meziyettir. Misal, İslamiyet’i yayma sürecinde “kavl-i leyyin” kullanılmıştır. İnsanların İslamiyet’i kabul etmeleri için ilk önce onların kalpleri fethedilmeye çalışılmıştır. Hz. Peygamber (sav) kendisine kaba davranan insanlara dahi yumuşak ve güzel sözlerle mukabele etmiştir. Hatta peygamberimizin bu güzel üslubundan dolayı İslamiyet’i seçen kişiler olmuştur. Bu mevzu ile ilgili olarak Rabbimiz şöyle buyurmaktadır: “İşte Allah’tan bir rahmet iledir ki, sen onlara yumuşak davrandın. Hâlbuki kaba, katı kalpli olsaydın, elbette (onlar) etrafından dağılırlardı.”1 İslam âlimleri de kavl-i leyyini çok iyi kullanmışlardır. Talebelerine karşı İslam’ın uygulamalarını öğretmek için yumuşak bir dille ve latif bir üslupla hareket etmişlerdir. Bu davranış medreselerde, tekke ve dergâhlarda vazgeçilmez bir düstur olmuştur. Kur’an-ı Kerim’de Hz. Musa (as)’ın Kıssası Ve Kavl-i Leyyin Kur’an-ı Kerim’de geçen kavl-i leyyin ile ilgili bazı ayet-i kerimeler: “Kullarıma söyle: (İnsanlara karşı) en güzel sözü söylesinler. Çünkü şeytan aralarını bozar. Zira şeytan, insanın apaçık bir düşmanıdır.” (İsra, 53) Nahl Suresinin 125. ayetinde de kavl-i leyyin en latif suretiyle tarif edilmektedir: “(Ey Resulüm!) Rabbinin yoluna hikmetle ve güzel öğütle çağır! Ve onlarla en güzel şekilde mücadele et. Şüphesiz Rabbin kendi yolundan sapanları en iyi bilendir ve O, hidayete kavuşanları da en iyi bilendir.” Kur’an-ı Kerim’de kavl-i leyyin örneğinin en açık olarak geçtiği bölüm Hz. Musa (asm) ile Firavun kıssanın olduğu bölümdür. Burada ibret alınması gereken nokta, tebliğ makamında kavl-i leyyinin kullanılmasıdır. Nitekim Yüce Allah Musa peygambere Firavun’a tebliğ ederken yumuşak sözlerle tebliğ etmesini öğütlemiştir. Çünkü Firavun’un kibri çok yüksektir ve Allah’a şirk koşmaktadır: “Sen ve kardeşin, ayetlerimi götürün, Bana imana çağırmakta gevşeklik etmeyin. Firavuna gidin, çünkü o azdı. Ona yumuşak söz söyleyin, belki öğüt alır veya korkar. Dediler ki: ‘Ya Rabbenâ (Ey Rabbimiz), onun bize taşkınlık etmesinden yahut iyice azmasından korkuyoruz.’ ‘Korkmayın’ dedi, ‘Ben sizinle beraberim, işitir ve görürüm.’” (Taha Suresi, 43-46)” Görüldüğü üzere Yüce Allah ayet-i kerimelerde, peygamberlerin tebliğ ederken yumuşak ve latif sözlerle tebliğ etmesini, insanların da birbirleriyle yumuşak sözlerle konuşmasını emir buyurmuştur. Kur’an-ı Kerim’deki bu örneklerden hareketle Risale-i Nur’un tebliğ metodlarından olan kavl-i leyyin örnekleri üzerinde duracağız. Risale-i Nur’da Kavl-i Leyyin Üstad Bediüzzaman Hz.’nin yazmış olduğu Risale-i Nur külliyatında tebliğ usullerinin bir örneği olarak kavl-i leyyin ilmi ile tebliğ edilmesini buyurmuştur. Ayrıca bu düstur Risale-i Nur'un mesleğidir. Lemalar adlı eserinde Üstad: “Risale-i Nur'un mesleği, nezihâne ve nazikâne ve kavl-i leyyindir”2 der. Yani tebliğ ederken nezih (hoş), kibar ve yumuşak sözlerle tebliğ edilmesi gerektiğini söyler. Bu cihetle kavl-i leyyin, muhatabı incitmeden, tenkit etmeden İslamiyet'in aktarılmasıdır. Risale-i Nur külliyatında bu örneğin dışında, Üstadın kalpleri fetheden üslubu dikkat çekmektedir. Bu üslup kavl-i leyyinin güzel bir misalidir. Mesela Bediüzzaman Hazretleri bazı mektupların başında talebelerine seslenirken “Aziz Sıddık Kardeşlerim” diye hitap etmekte ve böylece talebelerini, kardeşi olarak muhatap aldığını göstermektedir. Diğer taraftan en çetrefil meseleleri bile çözerken muhatapları incitmeden fakat yeri geldiğinde hakkını vererek muhatap olmayı bilmiştir. Risale-i Nuru okuyan birisinin bu güzel sözlü olma güzelliğinden uzak kalması mümkün değildir. Bunu Risale-i Nurun has talebelerinde rahatlıkla görebiliriz. Netice Kavl-i leyyin yumuşak, kibar ve enaniyetli olmayan bir sözdür. Bu ilim, bir tebliğ metodudur. Bu metod çevremizle iletişimde kalpleri fethetmede çok önemli bir metottur. Yüce Allah yukarıda geçen ayet-i kerimelerde örneğini verdiğimiz gibi, peygamberlerinden bu üslup ile yaklaşmalarını ve insanların da kendi aralarında bu üslup ile konuşmalarını emretmiştir. Bu ilmi Bediüzzaman Hz. Risale-i Nur’un bir tebliğ metodu ve mesleği olarak görmüştür ve bu ilim ile talebeleriyle mukabelede bulunmuştur. Bizler bu hususta Üstad Bediüzzaman’ı örnek almalı ve kavl-i leyyin ilmini iyi bir şekilde öğrenmeli ve özellikle şu zamanki asırda muhatap alacağımız çevremize karşı bu üslup ile yaklaşmalıyız. Kaynaklar: 1- Al-i İmran, 3/1592- Lemalar

Biz rahat döşeklerimizde uyurken O, Allah yolunda, Resulullah izinde bütün işkence ve hapislere rağmen İslam’ı savunuyordu. Ne yazık ki hiç birimiz onun gibi olamadık.Hasan Basri ÇANTAY Özellikle Tanzimat döneminde edebiyatla başlayan ve bugün sporda, sanatta, siyasette, tarihte, felsefede, kültürde, ekonomide, dinde hâsılı her alanda dozunu artırarak devam ede gelen bir eleştiri yağmurunun altında hayat sürdürüyoruz. Umulurdu ki böyle bir yağmurdan hayatın her alanında arzu edilen ivme yakalanabilsin. Lakin her nedense bu sıçramayı bir türlü yakalayamadık. Bunun en önemli sebeplerinden birisi olan eleştiriye kendimizden başlamamız gerektiğini bir tarafa koyacak olursak, yapılan tenkitlerden ders çıkarmadığımızın diğer iki önemli sebebi daha var. Birincisi toplum olarak eleştiriden gereken dersleri alamadığımızdır. İkincisi ise eleştiri yapmayı tam olarak bilmiyor olmamız. Şahsen ben ikinci şıkkın daha ağır bastığı kanaatindeyim. Eleştiri nedir, nasıl yapılır, niçin yapılır ve neden yapılmalı sorularının cevaplarının üzerinde pek kafa yorduğumuzu söyleyemeyiz. Umumiyetle de bütün bu gerçekleri göz ardı ettiğimiz için eleştiriden maalesef istenilen neticeler elde edilememiştir. Eleştiride asıl hedef hiçbir farklı niyet beslemeden daha iyinin, daha güzelin peşine düşmek değil midir? Toplumda böyle bir hava var mı sizce? Çağımızın birçok yazarçizeri maalesef insanları yermekten, yenmekten haz duyan, üste çıkmayı marifet bilen egosantrik adamlarla dolu. Eleştirirken dikkat edeceğimiz hususların başında, eleştiriye maruz kalan insanların söyledikleri sözlerin ne zaman, ne maksatla, hangi ortamda, hangi şartlar altında ve ne için söylendiğinin tespit edilmesidir. Kin, garaz ve bir takım menfaat mülahazalarıyla eleştiri yapılmamalı, iyi niyet asla terk edilmemelidir. Maksat bağcıyı dövmek değil, üzümü yemek olmalıdır. Aksi halde yapılan her eleştiri hem eleştirene hem de eleştirilene zarar verebilir. Tenkit dairesinin dışına çıkmadan, kalpleri yaralamadan, insanları rencide etmeden, dini, vicdani ve insani ölçüler hesaba katılarak söylenen sözler elbette dikkate alınmalıdır. Haddi zatında iyileştirmeye, geliştirmeye açık bu tür bir eleştiriye devletin en tepesinden işportacısına kadar herkesin ihtiyacının olduğu bir gerçek. Böyle bir eleştiriye canlar kurban olmalı, alınganlık gösterilmemelidir. Zira peygamberler hariç hiçbir insan hatadan hali olmadığı gibi dokunulmaz da değildir. Bize yakışan her insanı kendi kıymet ölçüleri içerisinde değerlendirmek ve hiçbir Müslümana bir kutsiyet atfetmeden makul olarak yapılan eleştirilerden olabildiğince ders çıkarmaktır. Bir müminin eleştiri yapmasının ya da eleştiriye maruz kalması karşısındaki tavrının nasıl olması gerektiği ile ilgili genel bir şablon çizdikten sonra gelelim asıl mevzuumuza. *** Eskiden üstada karşı dinsizlerden gelen hakaretler (eleştiri söyleyemiyorum) günümüzde maalesef her nedense bazı Müslümanlardan gelmeye başladı. Özellikle bazı gazetelerin köşe başlarını tutan kalemşorların kaleminden zehir damlıyor adeta… Televizyonlarda boy gösteren sözüm ona profesör unvanlı bazı ilahiyatçılar, kuruldukları koltuklarında eleştirinin de ötesinde pervasızca, hiçbir manevi kaygı duymadan ne de rahat hakaret edebilmekteler. Diğer taraftan klavye başında âlimliğe soyunup da ağzından ateş saçanlara söyleyecek söz bulamıyorum? Topyekûn hepsine teferruatlı cevaplar verecek durumda değilim. Zira buna ne zamanım yeter, ne de hedef göstererek rencide etmek benim tarzım. Zaten üstadımızla ilgi yapılan tenkitlere / hakaretlere makul ölçülerde hem dergimizde hem de başka yayın organları tarafından yeterince cevap verildiği kanaatindeyim. Benim sadece bunlara âcizane tavsiyem Müslüman vasfını taşıyan insanların, dünya çapında şöhret bulmuş muazzez üstadımızı eleştirirken ipin ucunun nereye gideceğini, kimlere zarar vereceğini ve kimlerin ekmeğine yağ süreceklerini bir düşünmelerini isterim. Bu meselede iyi niyetle sırf Allah rızası için tenkit edenleri hariç tuttuktan sonra hedef göstermeden, has isim kullanmadan bazı kimselerin üstadı eleştirirken aşağıda maddeleştirdiğim birkaç hususa özellikle dikkat etmelerinin, hem kendilerinin hem de ümmetin faydasına olacağını düşünüyorum. İşte birkaç ikaz… 1- Eleştirileriniz rıza-i İlahi için olmalı Maddi bir menfaat, bir çıkar ilişkisi olmamalı, televizyonlarda reyting uğruna eleştiri yapılmamalı, insanları alt etmek, onları yenmek, üstünlük sağlamak ya da başka saiklarla bu işe girişilmemelidir. İslam âleminde şöhret bulmuş üstadı eleştirerek şöhrete kavuşmak isteyenleri gördükçe üzülüyorum ve diyorum ki: Lütfen boşa kürek sallamayınız. Zira geçmişte çok uğraşanlar oldu da bugün onların ne unvanları ne mevkileri ne şanları ne de şöhretleri kaldı. Hatta isimleri bile unutulup gitti. Oysa üstad bir asır önce nasıl hayırla yâd edilmişse şimdi de aynı şekilde hayırla yâd ediliyor ve hep edilecek. 2- Tenkitleriniz bilgi ve belgeye dayanmalıdır Üstadın hâşâ kendisini peygamber olarak gördüğünü, ırkçılık yaptığını, şirke ve küfre girdiğini ve buna benzer bir takım ağır suçlamalarınızın tutulacak hiçbir tarafı yok. Tarihçe-i hayatı ortadır. Hâşâ ne peygamberlik davası gütmüştür, ne ırkçılık yapmıştır, ne de şirke ve küfre bulaşmıştır. Farz-ı muhal bu söylenen iddiaların binde biri olmuş olsaydı, en başta etrafında ona tabi olan yüz binlerce insanın dağılıp gitmesi beklenmez miydi? Zira geçmişte kendisini peygamber olarak görenlerin, kendisine olduğundan farklı bir paye verenlerin ümmetin nazarında nasıl bir maskaraya dönüştüklerini, tarih sahnesinden nasıl da çekilip gittiklerini herhalde hepimiz biliyoruz. Üstadımız ne Türkçülük yapmıştır, ne de Kürtçülük… Irkçılık hastalığının yanından bile geçmemiştir. Tarihi kaynaklar, İstanbul’da Kürt Teali Cemiyetinin reisi Abdülkadir adındaki şahısın Bediüzzaman’ın doğudaki nüfuzundan faydalanmak için ona Kürdistan devleti kurma teklifi yaptığını, Bediüzzaman’ın ise hainlik kokan bu teklife: “Bin yıldan beri âlem-i İslam’ın bayraktarlığını yapan kahraman Türk milletine hizmet yerine, birkaç akılsız kavmiyetçinin peşinden gidemem.” 1 diye cevap verdiği notunu düşerler. “Said-i Kürdi” diye anılmış olmasını ırkçılıkla ilişkilendirmek de son derece hatadır. Henüz ırkçılık hastalığı Osmanlıyı tam olarak kuşatmadığı zamanlarda hayatın akışı içerisinde bu ifadeleri kullanmak gayet tabiiydi. Kişinin ırkıyla anılması ırkçılıktan dolayı değil, geldiği coğrafyayı belirtmek için kullanılırdı. “Muhyiddin Arabî, Selman-ı Farisi, Enis-i Türkî, İsmail Hakkı Bursevi, Ahmet Ziyaüddin Gümüşhanevi, Mevlana Celalettin-i Rumi” gibi isimler Osmanlı’da hep kullanılmıştı. Zira ne bu ismi kullananların ne de bu ismi ananların aklının ucundan ırkçılık yapmak geçmiyordu. Ne zaman ki tefrika içimize girmeye başladı, bakışlar bulandı, niyetler okundu, kullanılan lakaplar bir tarafa çekildi, farklılıklar ayrılık olarak addedildi. Zaten bu durumu hisseden Bediüzzaman Hazretleri, 1920’den sonra “Said-i Kürdi” yerine “Said-i Nursi” ismini kullanmıştır. Netice itibariyle değil üstadın, İslam’la müşerref olan hiçbir insanın ırkçı olması düşünülemez. Zira Müslümanlıkla ırkçılık, tıpkı ziya ve zulmet gibi ya da doğu-batı gibi birbirinden uzak kavramlardır. Kalp ikisini aynı anda cem edecek bir özellikte yaratılmamıştır. Birisinin yerleştiği kalbi diğeri kendiliğinden terk eder. Dolayısıyla bilgi ve belge noktasında Kur’an bu konuda titiz davranılmasını, işin iç yüzünü bilmeden hüküm veren Müslümanları defaatle uyarır: İşte bir misal, “Ey iman edenler! Eğer fâsığın biri size bir haber getirirse onu iyice araştırın. Aksi takdirde bilmeden bir topluluğa zarar verirsiniz de yaptığınıza pişman olursunuz.” (Hucurât, 6) 3- Eleştiren kişi eleştirdiği kişiye küfüv yani denk olmalıdır Bediüzzaman Hazretleri bir hafta boyunca günde birkaç saat çalışmak suretiyle “Cemu’l-Cevami” adlı kitabı ezberlemiştir. Adı geçen bu eser, İmamı Süyuti’nin içerisinde otuz binden fazla hadisi barındırdığı bir kitap. Molla Fethullah, talebesinin okuduğu kitabın üzerine aynen şu cümleyi yazmıştır: “Bir hafta içerisinde Cemu’l-Cevami kitabının tamamını ezberledi.” Hangi kitaptan sorular sorduysa hepsini cevaplar, hocası: “Pek âlâ, zekâda harikasınız, fakat hıfzınız nasıldır? Makamat-ı Harîriyeden birkaç satırını iki defa okumakla hıfzedebilir misiniz?” diyerek kitabı uzatır. Bediüzzaman, kitabın bir yaprağını bir defa okumakla hıfzeder. Bunun üzerine hocası: “Zekâ ile hıfzın ifrat derecede bir kimsede toplanması nadirdir”2 diyerek hayranlığını ifade eder. Umumiyetle bir insan ya çok zeki olur ya da ezberi kuvvetli olur. Tarihte ikisini cem eden insanlar oldukça nadirdir. Hele ki zihinler iğdiş edildiği bu zamanda, bu vasıfta biri varsa beri gelsin. Ömrünü ilme, irfana adayan, son derece takva yaşayan, dünyanın tozu toprağı üstüne bulaşmayan, hafızada ve zekâda yaşadığı çağda emsalsiz olan aziz üstadı, birkaç kitap yazan cehl-i mürekkeplerin, hiçbir fikir çilesi çekmeyenlerin, hatta daha da ötesi klavye başında hocalık yapanların eleştirmesi ne kadar doğru bir davranıştır. 4- Mümkünse eleştiride has isim kullanılmamalıdır Toplum olarak eleştiri oklarımızı direk muhatabımızın göğsüne saplayarak öldürmekten nedense zevk alır hale geldik. Fiilden ziyade şahısların hedef alınmasının bir fayda getirmediğine koca yıllar şahittir. Üstada ya da başka tarikat büyüklerine karşı hürmetsizlik yapılması, en başta onlara tabi olanları rencide eder ve toplumdaki cemaat gruplarının birbirlerine olan muhabbetlerinin adavete dönüşmesine sebebiyet verir. Aralarındaki dayanışmayı, ittifakı zedeler, husumeti körükler. “Allah’a ve Resûlüne itaat edin; birbirinizle çekişmeyin; sonra içinize korku düşer de rüzgârınız (kuvvetiniz) gider o halde sabredin! Şüphesiz ki Allah, sabredenlerle beraberdir.” (Enfal, 46) “Keskin sirke küpüne zarar verir” atasözünden hareketle sert ve ölçüsüz eleştiriler uzun vadede kişinin kendisini de yer bitirir. Kur’an, bize insani ilişkilerimizde mutedil bir dil kullanmamızı tavsiye eder. “İşte Allah’tan bir rahmet iledir ki, sen onlara yumuşak davrandın. Hâlbuki kaba, katı kalpli olsaydın, elbette (onlar) etrafından dağılırlardı…” (Ali İmran, 159) Bugün bazı köşe başlarını tutan yazarlar, sözüm ona din adamları, mütefekkirler hatta üstad diye ortalıkta dolaşanların konuşmalarına baktığınızda, eleştirmedikleri bir Allah dostu yok gibidir. İslam’ın göz bebeği olan ve bu millete mal olmuş ne kadar ehlisünnet âlimi varsa hepsini hedef tahtasına oturtmaktan asla çekinmemişlerdir. Sanırsınız ki bütün âlem yanlış yolda da bir tek kendileri doğru yolda. Ne yazık ki bu güruhun kendi günahlarının avukatı, başkalarının kusurlarını ortaya dökmede ise bir savcı kadar mahir olduklarını söyleyebilirim. Üstadın bazı tevile muhtaç sözlerinden yola çıkarak onu hâşâ şirkle, peygamberlik iddiasıyla, ajanlıkla ve daha bir sürü ipe sapa gelmez hezeyanlarla itham etmenin ne vicdanla, ne dinle, ne de insaniyetle ilgisi vardır. Eleştiri budalasına dönen bu insanlara günah olarak bunlar yeter artar bile... Aslında Bediüzzaman Hazretlerini bu tür adamlardan farklı kılan da budur. Üstadın eserlerini taharri ettiğinizde baştan sonra bütün mesaisini iman üzere hasrettiğini göreceksiniz. “Risale-i Nur'u anlamıyorlar yahut anlamak istemiyorlar. Beni skolâstik bataklığı içinde saplanmış bir medrese hocası zannediyorlar. Ben, bütün müspet ilimlerle, asr-ı hazır fen ve felsefesiyle meşgul oldum. Bu hususta en derin meseleleri hallettim. Hatta bu hususta da bazı eserler telif eyledim. Fakat ben öyle mantık oyunları bilmiyorum, felsefe düzenbazlıklarına da kulak vermem. Ben, cemiyetin iç hayatını, manevi varlığını, vicdan ve imanını terennüm ediyorum, yalnız Kur' ân'ın tesis ettiği tevhid ve iman esası üzerinde işliyorum ki; İslâm cemiyetinin ana direği budur. Bu sarsıldığı gün, cemiyet yoktur.” 3 Üstad kendisine yapılan bunca haksızlığa rağmen şahıslarla uğraşmaktan uzak durmuştur. Kur’ani ve peygamberi bir ahlak da bunu gerektirir. Bediüzzaman’ın kilitlendiği tek nokta, bu millet nasıl istikamet üzerinde yürür, nasıl imanını muhafaza edebilir, nasıl ebedü’l-âbâd yolunda selametle ilerleyebilir? Bütün derdi bu olan mübarek üstadı dertsizler nasıl anlayabilsin? 5- Eleştiriye en evvel insan kendisinden başlamalıdır Öz eleştiriye kendimizden başladığımız takdirde görülecek ki başkalarıyla uğraşmaya ne zamanımız olacaktır ne de vicdanımız buna müsaade edecektir. “Siz Kitabı okuyor olduğunuz hâlde, insanlara iyiliği emredip de kendinizi unutuyor musunuz? Hiç akıl erdirmez misiniz?” (Bakara, 44) Doğrusu üstad hayatının her safhasında ve eserlerinin satır aralarında başkalarının eleştirisine ihtiyaç bırakmayacak kadar kendi muhasebesini fazlasıyla yaptığını görüyoruz. Birkaç misal verelim: “Malûm olsun ki, bizi ziyaret eden, ya hayat-ı dünyeviye cihetinde gelir; o kapı kapalıdır. Veya hayat-ı uhreviye cihetinde gelir. O cihette iki kapı var: Ya şahsımı mübarek ve makam sahibi zannedip gelir. O kapı dahi kapalıdır. Çünkü ben kendimi beğenmiyorum; beni beğenenleri de beğenmiyorum. Cenâb-ı Hakka çok şükür, beni kendime beğendirmemiş.” 4 “Hiçbir müfsit ben müfsidim demez. Daima suret-i haktan görünür. Yahut batılı hak görür. Evet, kimse demez ayranım ekşidir. Fakat siz mihenge vurmadan almayınız. Zira çok silik söz ticarette geziyor. Hatta benim sözümü de ben söylediğim için hüsn-ü zan edip tamamını kabul etmeyiniz. Belki ben de müfsidim. Veya bilmediğim hâlde ifsat ediyorum. Öyleyse her söylenen sözün kalbe gitmesine yol vermeyiniz. İşte, size söylediğim sözler hayalin elinde kalsın, mihenge vurunuz. Eğer altın çıkıyorsa kalpte saklayınız. Bakır çıktıysa çok gıybeti üstüne ve bedduayı arkasına takınız, bana reddediniz, gönderiniz.” 5 Devamlı olarak kendi muhasebe ve murakabesini yapan üstadın kendisini putlaştırması, peygamber olarak kabul etmesi, ya da başka bir niyetinin olması nasıl mümkün olabilir? Ağızlarından hakaretten başka hiç bir şey sudur etmeyenlere sormak istiyorum: Kendisini bu kadar acımasız eleştiren bir başka birine hayatınızda hiç rastlandınız mı? Ya da şöyle sorayım: Eleştiri yapan zevatlar, üstadın kendisini eleştirdiğinin binde biri kadar kendinizi bir eleştiriye tabi tuttuğunuz oldu mu hiç? Lütfen zaman akıp gitmeden öncelikle kendinize bir “check-up” yaptırın derim. İşte o zaman farkına varamadığınız ne hastalıklarınızın ne yaralarınızın olduğunu göreceksiniz. Kendisi hasta olan biri başkasını nasıl tedavi edebilir? Sahi Müslümanlarla uğraştığınızın binde biri kadar din düşmanlarıyla mücadele ettiniz mi? Dalalet vadilerinde gezinen kaç genci çekip oradan aldınız mı? Heybenizde süfliyat yangınını söndürecek suyunuz var mı? Küfrün bataklığına gömülen Allah’tan, peygamberden bihaber yaşayan yığınlara insanlara sunacağınız bir reçete var mı acaba? Eğer yoksa bari bu konuda gayret gösterenleri engellemeye kalkışmayın. 6- Tevile muhtaç ifadeleri yorumlarken ihtiyatı elden bırakmayın Malum zevatların eleştiri getirdikleri noktalardan birisi de üstadın, “Risaleler bana yazdırıldı.” Ya da “Kalbime ihtar edildi” sözlerine takılıp kalmalarıdır. Haddi zatında üstadın tamamen mahviyet ve tevazu kokan bu ifadesini alıp işi kendisini peygamber olarak kabul ettirmesine kadar götürenler var. Oysa üstad, aşağıdaki paragrafta “yazdırıldı” sözünün ne mana ile söylendiğinin ipucunu vermektedir.6 “Benim gibi yarım ümmi bir adam… Risale-i Nur’a sahip değildir ve o eser, onun hüneri olamaz, onunla iftihar edemez. Belki doğrudan doğruya Kur’an’ın manevi mucizesi olarak rahmet-i İlahiye tarafından ihsan edilmiştir.” Eserini kendisine mal etmemesi hâşâ onu Kur’an gibi görmesi yahut da peygamber olarak görmesinden dolayı değildir. Kitaplarını bir ihsanın, bir ikramın ve kalbine gelen bir ilhamın neticesi olarak görmesindendir. Yalnız size de hak vermiyor değilim. “Benim başarım, benim kitabım, benim eserim, benim sözüm” diye ortalıkta dolaşan yirmi birinci asrın ene’si kavi olan hocaları üstadın bu inceliğini nereden anlayabilsin? Hadi bu inceliği anlayamadınız diyelim; neden bu sözlerden hareketle hâşâ üstadın kendisini peygamber olarak gördüğü yalanını atıyorsunuz. Hangi eserinde böyle bir iddiası var? Size üstadın Peygamberimizi anlattığı eserlerinden biri olan 19. Mektubu ya da 19. Sözü okumanızı tavsiye ediyorum. İnsaflı bir nazarla okuduğunuzda siz de göreceksiniz ki Peygamberimiz ancak bu kadar tatlı, bu kadar güzel, bu kadar veciz ve bu kadar samimi anlatılabilir. Bediüzzaman, Peygamberimiz için ısrarla, eserlerinde onlarca yerde “Hâtemü’l Enbiya” der; yani peygamberlerin en sonuncusu. İşte bir misal: “Birisi: Şu kitab-ı kebirin âyet-i kübrası olan Hâtemü’l-Enbiya Aleyhissalâtü Vesselâmdır. Birisi de Kur’an-ı Azîmüşşan’dır. Şimdi şu ikinci bürhan-ı nâtıkî olan Hâtemü’l-Enbiya Aleyhissalâtü Vesselâmı tanımalıyız, dinlemeliyiz.”7 Görüldüğü gibi bu kadar kısacık cümlede iki defa son peygamber diye söyleyen birisi nasıl oluyor da kendisini peygamber olarak telakki edebiliyor. Hâşâ yüz bin defa hâşâ… Bu iftirayı atmaktan şeytan bile utanır. Vahiy ile ilham arasında inceliği kavrayamayan insanlara ne söyleye bilirim ki… Rabbimiz arıya da ilham eder, bilim adamına da, sanatkâra da, şaire de, bestekâra da… Hatta sıradan insanlara bile… Bir işte yoğunlaşmış insanların kalbine bazen manalar, fikirler, feyizler gelebilir. Peygamberimiz demiştir: “Önceki ümmetler arasında, muhaddesun (kendilerine ilham olunanlar) vardı. Eğer benim ümmetim içinde de böyle biri varsa, o da Ömer'dir.” 8 Efendimiz döneminde Hazret-i Ömer’in ilhama mazhar olması gibi her devirde de ilhama mazhar olan insanlar olacaktır. Yalnız vahiy peygamberlere has bir özellik iken, ilham herkes için olabilir. Vahiy ile ilham arasındaki ince bir noktalardan birisi de vahyin bağlayıcı olmasıdır. Zira melek vasıtasıyla gelir. Parlaktır, nettir. İlham da akıl, hissiyat ve diğer letaifi duygular karıştığı için gölgeli, bulutlu olabilir. Herkesi bağlayan bir mecburiyet söz konusu değildir. Şimdi sormak isterim ve derim ki: Üstada yapılan zulümlerin, sıkıntıların, sürgünlerin binde birini yaşadığınız oldu mu? Bu milletin kurtuluşu için elinize silah alıp da düşmanla göğüs göğse savaştınız mı hiç? Kamplara, sürgünlere gönderildiniz mi? Yirmi bir defa zehirlenmekten vazgeçtim bir kez olsun hayatınıza kasteden oldu mu? Ülkenin içinde bulunduğu konjonktüre göre konuşan sizler Bediüzzaman’ın en sıkıntılı zamanlarda bile devrin en kudretli paşasına gözlerinin içine baka baka namazın hakikatini haykırdığından haberdar mısınız? Abdülhamid düşmanı diye gösterdiğiniz üstadın 31 Mart hadisesinde Abdülhamid taraftarlığı nedeniyle idamla yargılanmasına ne söyleyeceksiniz? Mahkeme Başkanı Hurşit Paşa, Bediüzzaman’a mahkeme salonunun penceresinden darağacında sallanan idamlıkları göstererek: “Sen de şeriat istemişsin öyle mi? İşte şeriatı isteyenler böyle asılırlar” dediğinde, “Şeriatın bir hakikatine bin ruhum olsa feda etmeye hazırım. Zira şeriat, sebebi saadet ve tam bir adalet ve fazilettir” diyen üstad kadar koca bir yüreğe sahip misiniz? Şeyh Sunusi makamını (Doğu Anadolu Genel Vaizliğini), milletvekilliğini, 300 lira maaş gibi daha bir sürü cazip teklifi elinin tersiyle ittikten sonra yapayalnız bir köşede fakirce bir hayat yaşayan kaç kişi tanıyorsunuz? Aç kaldığınız oldu mu hiç? Ya eskimiş, yırtık lastik bir ayakkabıyla günlerce dolaştığınız? Yüz yamalı bir hırka giydiğini yahut altı ayda sadece otuz altı ekmek tükettiğini söylesem buna da “yok artık” deyip gülersiniz belki. Sahi hiç parayla, mevki ile sınandığınız oldu mu? Dünyadan göçtüğünde geriye bir çift lastik ayakkabı, eski bir gömlek, birkaç bardak, tabak ve bir kırık gözlük bırakan kaç âlim tanıyorsunuz? Ya annenizden, babanızdan, dostlarınızdan uzakta kuş uçmaz, kervan geçmez yerlerde bir ömür tüketeniniz var mı? Allah derken zangır zangır titriyor musunuz, namazda içiniz ürperiyor mu hiç? Seccadeniz onun gibi gözyaşlarıyla ıslanıyor mu acaba? Hangi dünya zevkinden mahrumsunuz. Hangi güçten, hangi makamdan geri kaldınız? Yaşadığı dönemin üzerinden bir asır geçtiği halde ve her türlü menfi propagandaya rağmen Risale-i Nurlar neden hâlâ ülkemizde en fazla okunan kitaplar arasında? Neden 190 ülkede ve neden 50 dile çevrilmiş durumda? Bütün bu soruların bir izahını beklemek herkes gibi benim de hakkım değil mi? Sanırım hiç birinin cevabı yok sizde… “İnsaf!” diyorum sadece. Ecdadınızı temsil eden ve bütün ömrünü bu milletin imanının kurtulmasına hasreden, ahiret yurduna gitmiş bir insana iftira atmaktan hicap duymuyor musunuz? Ne diyeyim, iftiraya uğrayana mı yanayım, yoksa kendi zaaf çamurunda boğulan iftiracıya mı acıyayım? Varın siz hakem olun ya da en iyisi hükmü bütün zamanlara geçen Efendimiz (sav) söylesin. “Bir kimseye şer olarak bir Müslüman kardeşine hakaret etmesi kâfidir.” (Müslim) A hocalar, beyhude uğraşmayın. Milli ve yerli olan sevgili üstadı bu milletin bağrından söküp atmaya ne sizin ne de işbirlikçilerinizin gücü yetmeyecektir. Aksine Bediüzzaman her geçen gün daha da parlak bir surette Anadolu halkının ve tüm Müslümanların üzerinde eserleriyle hep yaşayacaktır. “Ey fahra meftun, şöhrete müptela, medhe düşkün, hodbinlikte bîhemta sersem nefsim! Eğer binler meyve veren incirin menşei olan küçücük bir çekirdeği ve yüz salkım ona takılan üzümün siyah kurucuk çubuğu; bütün o meyveleri, o salkımları kendi hünerleri olduğu ve onlardan istifade edenler o çubuğa, o çekirdeğe medh ve hürmet etmek lâzım olduğu, hak bir dava ise; senin dahi sana yüklenen nimetler için fahra, gurura belki bir hakkın var. Halbuki sen, daim zemme müstahaksın. Zira o çekirdek ve o çubuk gibi değilsin. Senin bir cüz’-i ihtiyarın bulunmakla, o nimetlerin kıymetlerini fahrin ile tenkis ediyorsun, gururunla tahrip ediyorsun ve küfranınla iptal ediyorsun ve temellükle gasp ediyorsun. Senin vazifen fahr değil, şükürdür. Sana lâyık olan şöhret değil, tevazudur, hacalettir. Senin hakkın medih değil istiğfardır, nedamettir. Senin kemalin hodbinlik değil, hüdabinliktedir.”9 Üstadın bu sözünden sonra umulur ki enaniyeti kavi olanlar bir nebze olsun erir, erir de tevazu sahibi olmak ne imiş ve nasılmış öğrenirler… Kaynaklar: 1- Necmettin Şahiner, 228-229; Mülakat, sh. 38.2- Bediüzzaman Said Nursi, Tarihçe-i Hayat3- Bediüzzaman Said Nursi,Tarihçe-i Hayat4- Bediüzzaman Said Nursi,Yirmi Altıncı Mektup5- Bediüzzaman Said Nursi, Münazarat, 6- Bediüzzman Said Nursi, Barla Lahikası7- Bediüzzaman Said Nursi, 19. Söz8- Buharî, Fezâilu's-Sahâbe, 6/37; Müslim, Fezâilu's-Sahâbe, 2/23.9- Bediüzzaman Said Nursi, 18. Söz

31 Mart Vakası, vaki olduğu günden bu yana tarihçi ve siyaset erbabının ilgisini en çok çeken tarihi olaylardandır. Üzerinden yüz yılı aşkın bir süre geçmesine rağmen hala sıcaklığını koruyan önemli köşe taşlarından biri olarak tarihteki yerini almış gözüküyor. Biz bu olayı, bir de Bedüzzaman’ın (ra) nazarından Divan-ı Harb-i Örfî’deki savunmasını merkeze alarak incelemeye çalışacağız. Özellikle bu uzun savunmanın mezkûr vakayı ortaya çıkaran sebepleri ve itiraza medar olan yedinci cinayet üzerinde duracağız. Bediüzzaman (ra) bu elim hadisenin sebepleri olarak şunları zikretmektedir. Hadisenin yüzde doksan nedeni, İttihat ve Terakki’nin baskısına ve tahakkümüne karşı çıkmaktır. Fırkaların vekilleri değiştirmek için ortaya koydukları münakaşalardır. İktidardan indirilmesine kesin karar verilmiş olan Sultan Abdülhamid Han’ı kurtarmak düşüncesidir. Askerin hislerine ve dini yaşantının aleyhine yapılan telkinata set çekmektir. Faili meçhul bir cinayete kurban giden ve büyütülen Hasan Fehmi Bey’in katilini meydana çıkarmaktır. Alaylı-mektepli çekişmesinde mağdur edilen alay zabitlerinin mağduriyetlerini gidermektir. Hürriyeti sefahet olarak anlayanlara tepki göstermek ve İslam ahlakıyla hürriyetin sınırlarının çizilmesini arzu etmektir. Aynı zamanda halkın İslami siyaseti yalnız kıssas ve el kesmek olarak anladığı ve bunun icrasını istemektir. Fakat zemin bataklık ve bu hadise de bir yerlerden planlanarak ortaya sürülmüş. Bu planlayıcılar planları uğruna askerin disiplinini bozmaktan çekinmemişler. Asıl sebeb ise; Partilerin körü körüne taraftarlıkları ve birbirine garazla yaklaşmaları, Gazetelerin hakikate hizmet yerine olayları abartmaları, yalanlar ve aşırılıklarla karışıklığa sebebiyet verecek propagandalarıdır. Gazetelerin tutumu, Fırkaların hizmet yerine kendi menfaati için yaptığı çalışmalar, İttihatçıların baskısı, İtaatin esas olduğu asker ocağında hürriyetin yanlış telakki ettirilmesi, Bazı dikkatsizlerin kendi yanlış yorumlarıyla askere, “şeriat elden gidiyor” şeklinde propaganda yapması, Müstebitler, dinde cahil mutaassıblar, dinde hassas fakat muhakeme-i akliyede noksan olanların o bataklık zeminde tohum ekmeye başlaması, Memleketin umum siyasetinin cahil kişilerin elinde kalması, İçerde ve dışarda devletle ilgili sorunları olanların parmak karıştırması, ortalığı anarşiliğe çevirmiştir. 13 Nisan 1909 isyan çıkar. 13 Nisan 1909 üstad Makriköy (Bakırköy)’e çekilir. (Divan-ı Örfi – 9. Cinayet) 15 Nisan 1909’da Volkan Gazetesindeki “Edipler edepli olmalı (15 Nisan 1909/2 Nisan 1325/24 Ra 1327)” yazısı ile olayları yatıştırmak için gazete lisanıyla müdahil olmaya başlar. İkdam, Mizan gibi gazetelerde isyancıları sükûnete davet eder. 16 Nisan 1909 sekiz taburun itaat altına alınmasına vesile olur. (Divan-ı Örfi – 10. Cinayet) 24 Nisan 1909 Hareket Ordusu’nun İstanbul’u kontrol altına alıp İttihad-ı Muhammedi Cemiyetinin üyelerini tutuklaması üzerine, hıfz-ı hayat için İzmit’e gider. 27 Nisan 1909 Sultan Abdülhamid tahttan indirilir. 01 Mart 1909 Üstad İzmit’de tutuklanarak İstanbul’a gönderilir. Yirmi gün kadar hapis kaldıkdan sonra Divan-ı Örfiye çıkartılır ve savunmasını yapar. 23/25 Mayıs 1909 Üstad beraat eder. Bediüzzaman (ra)’ın Divan-ı Örfî’de yapmış olduğu savunma eski Said döneminin özeti niteliğindedir. Eski Said dönemi İstanbul hayatını merak edenlerin istifade etmesi gereken şaheser bir savunmadır. Bu savunmada; “Ey Paşalar, Zabitler! Hapsimi iktiza eden cinayetlerin icmali: Medar-ı iftiharım olan mehasinim, şimdi günah sayılıyor. Artık nasıl itizar edeyim, mütehayyirim” ifadesiyle din, millet ve vatanın selameti için güzel bir niyetle ortaya koyduğu çalışmaların cinayet sayıldığını beyan eder. Savunmasını da “Benim iftihar ettiğim ama sizin cinayet gördüğünüz on bir buçuk cinayati benden dinleyiniz” manasında yapar. İşte bu maddelerden yedinci cinayet Bediüzzaman (ra)’ın, İttihad-ı Muhammedi cemiyetine bakışını İttihad-ı İslam fikrini hangi temeller üzerine oturttuğunu beyan eder. Eleştiriye sebep olan nokta ise, Cemaleddin-i Efgani ve Muhammed Abduh isimlerinin bu mahkeme savunmasında zikredilmiş olmasıdır. Divan-ı Örfi’deki savunma ve özelde yedinci cinayet bir bütün olarak nazara alındığında yapılan bu eleştirinin hakikati aramaktan uzak olduğu hakperest nazarlarca görüleceği kanaatindeyim. O yedinci cinayet ise sadeleştirilmiş haliyle budur; İşittim; İttihad-ı Muhammedî (asm) namıyla bir cemiyet teşekkül etmiş. Nihayet derecede korktum ki; bu ism-i mübarekin altında bazılarının bir yanlış hareketi vücûda gelsin... Lâkin tekrar korktum, dedim: Bu isim umumun hakkıdır, tahsis ve tahdid kabul etmez. Ben nasıl ki, dindar yedi cemiyete bir cihette mensubum. Zîrâ maksadlarını bir gördüm. Kezalik o ism-i mübareke intisab ettim. Lâkin tarif ettiğim vecihle ki; işte bu tarifi ceridelerde neşretmiş idim. Benim murad ettiğim ve dâhil olduğum İttihad-ı Muhammedî’nin (asm) tarifi budur ki: Sınırları, doğudan batıya, kuzeyden güneye uzanmış nurani bir halatla bağlanmış bir dairedir. Üyeleri, bütün Müslümanlardır. Birliğimizin sebebi, tevhid-i İlahidir. Yeminimiz, imandır İsim defterleri, levh-i mahvuzdur. Yayınları, bütün İslami kitaplardır. Günlük gazeteleri, i’la-yı kelimetullahı maksat yapan bütün gazetelerdir. Kulüp ve encümenleri, mescidler, medreseler, zaviyelerdir. Merkezi, Haremeyn-i Şerifeyndir. Başkanı, Fahr-i Âlem’dir (sav). Mesleği, aCihad-ı ekber, aAhlak-ı Peygamberî ile ahlaklanmak, aSünneti ihya, aBaşkalara muhabbet ve kavl-i leyn ile nasihattir. Nizamnamesi, sünnet-i nebeviye Kanunnamesi, Allah’ın emir ve yasakları Silahları, Kur’an ve sünnetten alınan kesin deliller. Zira medenilere galebe ikna iledir... Hedef, aİ’la-yı kelimetullah a%99’u ahlak, ibadet ve fazilet olan şeriat a%1’i ise siyasete mütealliktir. Onu da ulülemrimiz düşünsün. Maksadımız, o silsile-i nuraniyi (bütün Müslümanları) harekete geçirerek; aŞevkle, vicdani uyanışla, ilerleme yolunda kemalat merkezine sevk etmektir. aZira i’la-yı kelimetullahın bu zamanda en büyük sebebi, maddeten terakkidir. İşte; ben bu ittihadın efradındanım. Ve bu ittihadın tezahürüne teşebbüs edenlerdenim. Yoksa sebeb-i iftirak olan fırkalardan değilim. Elhasıl: Sultan Selim’e biat etmişim. Onun ittihad-ı İslâmdaki fikrini kabul ettim. Zira o Kürtleri ikaz etti. Onlar da ona biat ettiler. Şimdiki Kürtler, o zamandaki Kürtlerdir. Bu meselede seleflerim: Şeyh Cemaleddin-i Efganî, allâmelerden Mısır müftüsü merhum Muhammed Abduh, müfrit âlimlerden Ali Suavi, Hoca Tahsin Efendilerle Namık Kemâl Bey ve Sultan Selim’dir. “Kıta” İhtilaf u tefrika endişesi / Kûşe-i kabrimde hattâ bîkarar eyler beni. İttihadken savlet-i a’dayı def’e çaremiz / İttihad etmezse millet, dağdar eyler beni... Sultan Selim Ben zahiren buna teşebbüs ettim, iki maksad-ı azîm için... Birincisi: O ismi tahdid ve tahsisten halâs etmek... Ve umum müminîne şümulünü ilân etmek... Tâ ki tefrika düşmesin ve evham çıkmasın! İkincisi: Bu geçen musibet-i azîmeye / 31 Mart vakasına sebebiyet veren fırkaların iftirakını, tevhid ile önüne sed olmak idi. Vâ esefâ ki, zaman fırsat vermedi. Sel geldi, beni de yıktı. Hem derdim: Eğer bir yangın olsa, bir parçasını söndüreceğim. Fakat elbisem de yandı... Ve uhdesinden gelmediğim şöhret-i kâzibem de maalmemnuniye ref’ oldu. Ben ki, âdi bir adamım. Böyle meclis-i mebusan ve a’yan ve vükelanın en mühim vazifelerini düşündürecek bir emri, uhdeme aldım. Demek cinayet ettim... Yapılan bu savunmanın bütününü nazara vermeden sadece “Sultan Selim’e biat etmişim. Onun ittihad-ı İslâmdaki fikrini kabul ettim. Zira o Kürt’ leri ikaz etti. Onlar da ona biat ettiler. Şimdiki Kürtler, o zamandaki Kürtlerdir. Bu meselede seleflerim: Şeyh Cemaleddin-i Efganî, allâmelerden Mısır müftüsü merhum Muhammed Abdüh, müfrit âlimlerden Ali Suavi, Hoca Tahsin Efendilerle Namık Kemâl Bey ve Sultan Selim’dir.” paragrafından “Seleflerim: Şeyh Cemaleddin-i Efganî, allâmelerden Mısır müftüsü merhum Muhammed Abdüh” ifadesini cımbızlayıp; bak! Said Nursi bu sözüyle; Mason olan bu zatları rehber yapmıştır. İngiliz ajanı olan bu şahsiyetlerin etkisinde kalarak II. Abdülhamid Han’a karşı çıkmıştır. Batıdan etkilenen bu reformistlerin etkisinde kalmıştır. deniliyor. Bu sathî ve gerçeği yansıtmayan ifadelerle kamuoyunda “Said Nursi de Abdülhamid Han’ı tahttan indirenler arasındaydı” algısı maksatlı veya cahilane ortaya konuluyor. Hâlbuki bu konu dikkatle incelendiğinde, Bediüzzaman (ra)’ın yedinci cinayette ittihad-ı İslam vurgusu yaptığı görülür. Dolayısıyla meseleyi bu kavram üzerinden ele almak gerekiyor. Bediüzzaman “Sultan Selim’e biat etmişim. Onun ittihad-ı İslâmdaki fikrini kabul ettim. Zira o Kürtleri ikaz etti. Onlar da ona biat ettiler. Şimdiki Kürtler, o zamandaki Kürtlerdir” ifadesiyle, ittihad-ı İslam konusunda kime biat ettiğini açıkca vurguluyor. (Biat kelimesi; bağlılıgını ve güvenini bildirmek, birisinin başkanlığını kabul etmek anlamına gelmektedir.) 2“Bu meselede seleflerim: Şeyh Cemaleddin-i Efganî, allâmelerden Mısır müftüsü merhum Muhammed Abduh, müfrit âlimlerden Ali Suavi, Hoca Tahsin Efendilerle Namık Kemâl Bey ve Sultan Selim’dir.” sözüyle kendisinden önce ittihad-ı İslam düşüncesini dile getiren kişilerin isimlerini zikretmektedir. Zira selef, “eskide, önceki, evvelce bulunan, önceden gelen” manalarını ifade etmektedir. Paragraftaki “biat” kelimesini görmezden gelip “selef” kelimesine takılmak ve metnin maksadının dışında bir mana vermek ibretlik ve eseflik bir durumdur. Bediüzzaman (ra)’ın, eski ve yeni Said dönemi eserleri incelendiğinde bu iki şahsiyetten başka hiç bir yazısında söz etmediği rahatlıkla görülebilir. Eğer bu zatlar rehber ve üstad kabul edilmiş olsaydı, yazılan eserlerde çokca isimlerinin zikredilmiş olması gerekirdi. Hâlbuki Bediüzzaman, üstadım ve rehberim dediği Hz. Ali (kv), Abdülkadir Geylani (ra), İmam-ı Rabbani (ra), Mevlana Halid-i Bağdadi (ra) gibi zatlardan sıkça bahsetmektedir. Abdülhamid Han’ı indirenlerin kurduğu mahkemede, on birinci cinayette; “O vakitte -şimdi münkasım olmuş, şiddetlenmiş olan- istibdadlar, merhum Sultan-ı Mahlu’a isnad edildiği halde” ifadesiyle Abdülhamid Han’ı tahttan indirenleri istibdatla, baskı yapmakla suçlar. Aynı zamanda Abdülhamid döneminde, hükümetlerin uyguladığı baskıların sultana isnat edilmesini de eleştirir. Yine aynı paragrafta “Şefkatli Sultan” ifadesiyle Abdülhamid Han’a bakışını o dönemde ortaya koyar. Sünnet-i Seniye, tesettür, ictihat, sahabeler hakkında yazdığı risalelerle reformistlere karşı Ehl-i Sünnet cemaatini müdafaa eden, İngilizlerin İstanbul’u işgali sırasındaki mücadelesi ortada olan, İngilizleri insanlığın nefs-i emmaresi olarak gören bir zatın masonlukla veya reformistlikle anılması, akıldan uzak bir durum ve tutumdur. Aynı zamanda İslam hukukuna uygun meşrutiyet isteği ve talebiyle Abdülhamid Han’ın indirilmesini ayır/a/mamak ve bugün cumhuriyetin İslam medeniyetiyle daha ileri seviyeye ulaşacağını aynı ağızlardan duymak, bir akıl tutulması olsa gerektir. Rabbim hakkı hak bilip Hakk’a uymayı, batılı batıl bilip batıldan kaçmayı bizlere lutfetsin...

Bu asrın en büyük problemi İmanî çalışmaların zayıflaması ve eksikliğinden gelmektedir. Üstad Bediüzzaman Hazretleri, Allah’ın lütuf ve ihsanlarıyla ortaya öyle bir eser ve rol-model koymuştur ki, bugün çok güzelliklerin yaşanmasına vesile olmuştur ve olmaya devam etmektedir. Dünyanın pek çok ülkesinde Risale-i Nur eserlerinden istifade olduğunu görüyor ve biliyoruz. Sudan’a gençlik konulu bir çalışma için gittiğimde Hayrat Vakfı medreselerinde kalan Afrikalı kardeşlerimizle görüşme ve konuşma imkânımız da oldu. Risale-i Nura karşı olan aşk ve muhabbetlerini görünce onlardan etkilenmek kaçınılmazdı. Bizim memleketimizde, bizim lisanımızla ihsan edilmiş Risale-i Nur eserlerinin Afrika’da yaşayan Müslüman kardeşlerimiz tarafından da istifadeye medar olduğunu görmek, evet bizi sevindirdi. Fakat aynı zamanda daha çok çalışmamız gerektiğini bir de hakka’l-yakin görmeme vesile oldu. Risale-i Nurlar, iman ve Kur’an ekseninde ve Sünnet-i Seniyye çizgisinde buluşmamıza imkân verecek eşsiz eserlerdir. Bunları yazının devamındaki mülakatlarda da göreceksiniz. O gün orada şahid olduğum bu tablonun, dergimiz vasıtasıyla sizlere de ulaşmasını arzu ettim. İsmail ve Âdem kardeşlerimizin ilgilenmesi ve Ahmed Furkan kardeşimizin konuyu takip etmesiyle devamındaki kardeşlerimizin halisane cümleleri çıktı ortaya. Bu vesile ile Afrika’da ve dünyanın farklı ülkelerinde hem İmanî hizmetler yapan hem ülkemizi hakkıyla temsil eden kardeşlerimizi tebrik ediyor, sizlerin de dualarını istirham ediyoruz. Cenab-ı Hak cümlemize ve cümle hizmet eden bütün Müslüman kardeşlerimize hayırlı, istikametli hizmetler yapabilmeyi nasib eylesin diyor ve sözü kardeşlerimize bırakıyorum. Öncelikle bize kendinizi tanıtıp Risale-i Nur ile nasıl tanıştığınızı anlatır mısınız? Adım E’ş-Şeyh Babekir Halife Osman. Hayrat Vakfı’nda Risale-i Nur üzerine araştırmacı ve eğitmen olarak görev yapıyorum. Müceddid İmam Bediüzzaman Said Nursi’nin eseri olan Risale-i Nur ile iki muhterem kardeşim Sadık Abdullah ve Zekeriya Akbaş vesilesi ile tanıştım. Onlarla ilk olarak hasta bir kardeşimizi hastaneye ziyarete gittiğimizde görüştük. Daha sonra beni medreseye davet ettiler. Allah’a hamd olsun Risale-i Nur ve onun talebeleri ile tanışma nimetini bana bahşetti. O zamandan beri bu çok değerli hazine olan Risale-i Nur’a sahip oldum. Ve Risale-i Nur’a talebe oldum. Risale-i Nur’da neyi sevdiniz? En çok dikkatini çeken şey nedir? Risale-i Nur’un Kur’an’da da kullanılan hakikatleri misaller ile akla yaklaştırma üslubunu sevdim. Fakat dikkatimi çeken çok fazla şey olmasıyla beraber şunu söyleyebilirim ki İmam Nursi, peygamberlerin mucizelerini hiçbir yerde olmayan şekilde ele almıştır. Maddi ve manevi olarak bu çok fazla bir ilerleme ortaya koymuştur. Bu ümmete büyük bir katkı sağlayarak mucizelerin anlaşılmasında büyük bir tecdittir. Aynı şekilde dikkatimi çeken en önemli şeylerden biri de İmam Nursi ihtilaflara öyle bir ilaç veriyor ki hiçbir tarafı yaralamadan üzerine ittifak olan konuları ele alıyor. Bu üslup da İslam ümmetinin birliğine vesile olacak bir üsluptur. Ve insanların kalplerine Allah rızası için birbirlerini sevmeyi aşılıyor. Bediüzzaman ümmetin problemlerini teşhis etme ve o problemlere Kur’an eczanesinden etkili, faydalı bir ilaç veriyor. Ümmeti ihtilafa düşüren şahsi menfaati düşünmeyi ihlas ile tedavi ediyor. Toplumdaki problemleri İslam kardeşliğiyle, siyasi problemleri danışma-istişare meclisleri ve şer’i hürriyet fikri ile çözüyor. Risale-i Nur’da gördüğünüz özellik, fark nedir? Risale-i Nur’un özelliği çoktur ama ben birisini zikredeyim. Risale-i Nur delillere dayanan ilmî bir üslup kullanıyor. Kendine has ikna yöntemi ve yapıcı bir üslup kullanılması Risale-i Nur’un çok önemli özelliklerinden sadece birisi. Risale-i Nur hayatınızda neyi ortaya çıkardı? Risale-i Nur benim duyarlı, ümitvar ve sevgi besleyen kişiliğimi ortaya çıkardı. Eski hayatımdaki yapıcı olmayan üslubumdan beni kurtardı, elhamdülillah. Risale-i Nur hayatınızda neyi değiştirdi? Risale-i Nur’un hayatımdaki en büyük değişikliği, hayat rehberim olması. İmam Nursi’nin zikrettiği Sünnet-i Seniye’ye ittiba ile adetlerin ibadetlere dönmesi benim hayatımı nurlandırdı. Risale-i Nur’daki istifadelerinizi anlayabilir misiniz? Risale-i Nur’daki istifadem, imanın verdiği umut, duyarlılık ve tefekkür hayatı ile hayatlanmamdır. Öncelikle bize kendinizi tanıtıp Risale-i Nur hizmeti ile nasıl tanıştığınızı anlatır mısınız? İsmim Muhammed Emin Sisi, Senegalliyim. Sudan’a 2013 yılında geldim. İletişim Fakültesinde 4. Sınıf öğrencisiyim. 2014 yılının başlarında Hayrat Vakfı’nın düzenlediği, her yıl yapılan kamp çalışmaları vesilesiyle Risale-i Nur ile tanıştım. Kamp çalışmasından sonra medreseye gelip gitmeye başladım. Şu anda da yaklaşık iki senedir medresede kalıyorum. Risale-i Nur’da neyi sevdiniz? En çok dikkatini çeken şey nedir? Evet, Risale-i Nur’u her konusu, her meselesi kısacası her şeyi ile sevdim. Çünkü Risale-i Nur Kur’an’ın manevi bir tefsiri. Bu sebepten her şeyiyle sevdim. Fakat dikkatimi çeken en önemli şey şu diyebilirim ki tahkikî iman ile taklidî iman arasındaki fark, Besmele, Allah’ın Kuddüs ve Adl isimleri, ihlas ve bunlar gibi birçok mevzular dikkatimi celbetti. Bunlarla birlikte Haşir ve Gençlik Rehberi gibi eserler en çok dikkatimi çeken eserler olmuştu. Risale-i Nur’da gördüğünüz özellik, fark nedir? Risale-i Nur’da gördüğüm birçok özellik var. En önemlisi Kur’an’ın manevi bir tefsiri olması ve insanların imanını kurtarması. Risalelerin verdiği mesajlar güncel, açık ve tarafsızdır. Ve risalelerin insanları birliğe davet ediyor olması çok önemli bir özelliktir. Risale-i Nur hayatınızda neyi ortaya çıkardı? Risale-i Nur hayatımı tamamen değiştirdi. Bu medreseye girdiğimden beri kendimde çok fazla gelişimler gördüm. İmanî, cesedî ve ruhî olarak bende büyük bir değişiklik yaptı ve bunu sadece bir oturumda anlatmam mümkün görünmüyor. Risale-i Nur hayatınızda neyi değiştirdi? Risale-i Nur’un hayatımdaki değişikliği Risale-i Nur’u hayatında yaşamaktır. İnsanın üslubunu değiştiriyor. İnsanlar ile ilişki ya da ibadetlerde insanın davranışlarını değiştiriyor. Ve ister medresede olsun isterse dışarda, insanlara lütuf ve güzel ahlak ile davranmaya başlıyorsun. Öfke ya da sinirlenmek gibi kötü hasletler taşımamaya başlıyorsun. Bunların hepsini hissediyorum ve benim bütün davranışlarımı tamamen değiştirdiğini düşünüyorum. Risale-i Nur’daki istifadelerinizi anlayabilir misiniz? Geçmiş soruların cevaplarının bazıları bu sorulara da cevap olabilir. Risale-i Nur’dan gerçekten istifade ettim. Bir oturumda anlatamayacak kadar özellikle davranış bakımından çok istifade ettim. İmanî ve ruhî açıdan büyük istifade ettim. Çünkü Risale-i Nur insanın ruhunu doyuruyor. Mütalaa olarak ya da ders olarak medresede işlediğimiz her mevzudan istifade ettim. Öncelikle bize kendinizi tanıtıp Risale-i Nur hizmeti ile nasıl tanıştığınızı anlatır mısınız? İsmim İsa Evvel Musa, Nijerliyim. Uluslararası Afrika Üniversitesi İktisat Fakültesinde öğrenciyim. İktisat üzerine yüksek lisans yapmaktayım. Risale-i Nur hizmeti ile öncelikle Allah’ın lütfuyla, şu anda Nijer’de Hayrat Vakfı Temsilcisi olan Usema Hasan vesilesiyle tanıştım. 2010 yıllarında Sudan’a geldiğimiz zaman Usema Hasan medresede kalıyordu ve biz de onu ziyaret ediyorduk. Ve bu şekilde Risale-i Nur hizmeti ile tanışmaya başlamıştık. Bu hizmette en çok dikkatini çeken şey nedir? Bu hizmette dikkatimi çeken en önemli şey, hizmet edenlerin ihlaslarıdır. Hizmetin her alanında bulunan kişiler, gerçekten çok ihlaslı bu hizmette. İster ülke sorumlusu olsun, isterse medresenin bekçisi; gerçekten ihlaslı bir şekilde işlerini yapıyorlar. Risale-i Nur’un özelliği, farkı nedir? Benim gördüğüm en önemli özelliği, bu asra uygun olmasıdır. Bildiğiniz gibi asrımızda sorunlar, uç fikirler, dini anlamama ve şer’i ilimleri sadece ilim kabul eden ya da şer’i ilimleri geri kalmış kabul edenler var. Tam tersi olarak sadece dünyevi ilimleri kabul edip ahireti yok sayan uç görüşler var. Risale-i Nur’un en önemli özelliklerinden biri de bu ilimleri birleştirmektir. Dünyevi ilimleri şer’i ilimlere bağlamaktır. Ve bu şekilde dini doğru bir şekilde anlamayı sağlıyor. Bu sebepten dolayı da bu asra uygun bir eser olarak karşımıza çıkıyor. Risale-i Nur size ne kattı ya da hayatınızda neyi değiştirdi? Risale-i Nur’dan istifadem gerçekten çoktur. Özelliği olarak bu asra uygunluğunu bahsettiğim gibi okullarda, hayatın her yerinde öğrendiğimiz her şeyin bize Allah’ı tanıttırdığını idrak etmeme vesile oldu. Ve daha önceden öğrendiğimiz ve hala öğreniyor olduğumuz şeylerde “Bunun ile dine böyle hizmet ederim” düşüncesini veriyor. Ve dinimizi anlamamızı sağlıyor. Allah’a ibadet edip onu tanımamıza vesile oluyor. Risale-i Nur’un bana kattığı çok şeyden bazıları bunlardır diyebilirim. Deniyor ki Risale-i Nur sahili olmayan bir deniz gibidir. Gerçekten Risale-i Nur’u okuduğunuz zaman, zengin bir kültür ile muhatap olduğunuzu ve oradan kana kana içtiğinizi fark edersiniz. İçinde başka yerde olmayan genel bir kültür var. Geniş fikirli olup ve kültürel açıdan birçok şey öğrenirsiniz. Sulûk açısından Risale-i Nur beni çok etkiledi ve serinkanlı, ağırbaşlı olmamı sağladı. Eşyayı boş olarak görmekten, onda bir mana var olduğunu bilerek bakmaya nazarımı değiştirdi. Her şeyde Allah’a bir işaret olduğunu fark ettirdi. Teşekkürler… Öncelikle bize kendinizi tanıtıp Risale-i Nur ile nasıl tanıştığınızı anlatır mısınız? Adım Ammar İsmail. Sudanlıyım. Hartum Üniversitesi mezunuyum. Risale-i Nur’lar ile Hartum Üniversitesinde okuyan Hayrat Vakfı talebeleri vasıtasıyla üniversitenin yurdunda tanıştım. Haftada 4 kez okulun yurdunda Risale-i Nur dersleri oluyordu. Bu vasıta ile Risale-i Nur ile tanışmış oldum. Risale-i Nur’da neyi sevdiniz? En çok dikkatini çeken şey nedir? Risale-i Nur’da en çok sevdiğim ve benim de bu hizmette sebat etmeme vesile olan şey talebelerinin Risale-i Nur’un üslubunu davranışlarında tatbik etmesidir. Bu şekilde talebeler, Risale-i Nur’u hayatta yaşamak için örnek alınacak modeller oluyorlar. Risale-i Nur’da gördüğünüz özellik, fark nedir? Risale-i Nur’un özelliği bütün insanlığa umut olmasıdır. İnsana hakikatler ile bütün zorluklar karşısında direnmeyi sağlıyor. Gördüğüm en önemli özelliklerden biri de bu zamana uygun olması. Çünkü bu zamanda batı gözüyle ‘‘Gözle görünmeyen yoktur.’’ bakış açısı insanlarda var. Gaybî şeyler de terk edilmiş durumda. Risale-i Nur batının kabullenemediği iman davasıyla, bu fikirleri aklî, mantıkî ve Cenab-ı Hakk’ın isimlerinin tecellileri gibi delillerle ortadan kaldıran çok önemli bir eserdir. Ben Risale-i Nur’u Allah’ın bu zamanda insanlığa yollamış olduğu bir hediye olarak görüyorum. Çünkü bu zaman akılların göze indiği zamandır. Böyle bir zamanda Risale-i Nur gibi bir eser bulmak mümkün değildir. Risale-i Nur hayatınızda neyi ortaya çıkardı? Risale-i Nur benim hayatımı tamamen değiştirmeye vesile oldu. Varlığa bakışım çok fazla değişti. Her mahlûkun Allah’ın isimlerinin bir tecellisi olduğunu idrak ederek istifade eder oldum. Şahsi olarak da Risale-i Nur benim pozitif bir şahsiyet olmamı sağladı. Risale-i Nur pozitif bir bakış açısı veriyor ve bu şekilde Âlem-i İslam’a çok daha olumlu bir şekilde bakmaya başladım. Risale-i Nur’dan aldığım müstakbel ancak İslam’ın bakış açısı ile çok daha duyarlı birisi oldum. Risale-i Nur hayatınızda neyi değiştirdi? Bahsettiğimiz gibi kardeşlik duygusu, duyarlılık, sevgi. İhtilaflara takılmamaya başladım. İstikbalin İslam’ın olacağı görüşünü benimsemiş birisi oldum. Kendim için düşünürken ümmet için düşünür oldum. Risale-i Nur’daki istifadelerinizi anlayabilir misiniz? Hayatımın her alanında Risale-i Nur’dan çok fazla istifade ettim. Özellikle iman konusunda. Risale-i Nur’un hakikatleri bir çekirdek gibi iman ile yetiştiriyor. Risale-i Nur’dan ne zaman ders yapılsa veya mütalaa yapılsa, imanın o hakikatler ile arttığını fark edersiniz. Risale-i Nur’da bu iman hakikatleri davası için yazıldığı için bu da benim en büyük istifadem oldu. Öncelikle bize kendinizi tanıtıp Risale-i Nur ile nasıl tanıştığınızı anlatır mısınız? Adım Muhammed Müfir Muhammed Zübeyir, Sri Lankalıyım. Ben Risale-i Nur ile Yemen’de tanıştım. Çünkü uzun süre Yemen’de okumuştum. Ve orada her yıl kitap fuarı oluyordu. O fuarlardan birinde Risale-i Nur için özel bir mekân vardı. İhtiyacım olan kitapları satın almak için o fu-ara gittiğimde bana uygun fiyata bazı Risale-i Nur eserleri sunmuşlardı. Ben de onlardan bazılarını satın aldım ve okudum. Ve okuduğum bu kitapları çok beğendim ama bu fuardan sonra kalan kitapları alma imkânım olmadı. Yemendeki eğitimimi tamamlayıp Sri Lanka’ya döndüm. Belirli bir müddet öğretim üyesi olarak çalıştıktan sonra, doktora için Sudan’a geldim. Gelmeden önce Sudan’da okuyan ve Hayrat Vakfı medreselerinde kalan bazı Sri Lankalı öğrenciler ile irtibata geçtim. En önemlisi de Hüseyin hocadır. İsmail Kaya onun vasıtasıyla benim Sudan’ daki Risale-i Nur eğitimimi ve kalacak yerimi ayarladı. Sudan’a geldiğimde 4 ay kaldım. Burada asıl tanışmam oldu ve Risale-i Nurları daha dikkatli okumaya başladım. Risale-i Nur’da neyi sevdiniz? En çok dikkatini çeken şey nedir? İlgimi çeken şey İmam Nursi’ nin risalelerde kullandığı üslubudur. Risale-i Nur diğer kitaplar gibi değil. İmam Nursi öncelikle bize bir hakikat veriyor. Sonra onu güncel ve güzel bir misal ile misallendiriyor. Kıssalar ile müthiş bir üslup kullanıyor Bediüzzaman ve bu benim Risale-i Nur’da derinleşmemde ilgimi çok çekti. Risale-i Nur’da gördüğünüz özellik, fark nedir? Öncelikle ben Risale-i Nurları Arapça okudum ve üslubu çok güzel. Yani çok akıcı ve cezbedici bir üslubu var. Bu en önemli özelliklerinden biri olarak görüyorum. Kıssa ve misallerin çokluğu da en önemli özelliklerinden biridir. Aynı şekilde İmam Nursi’nin fenni ilimlerden örnekler vermesi Risale-i Nur’u ayrı kılan başka bir özelliği. Risale-i Nur hayatınızda neyi ortaya çıkardı? Bu Sudan’a ikinci gelişim. Ve sadece bir hafta önce geldim. Sekiz ay önce de ilk defa gelmiştim. İlk gelişimdeki 4 aylık sürede Hayrat Vakfı medresesinde kaldım. Ve bu süre zarfında çok fazla istifade ettim. Daha sonra Sri Lanka’ya döndüğüm zaman üniversite, cami ve bazı merkezlerde ders verirken Risale-i Nur’dan çok etkilenmiş bir şekilde derslerimi sunmaya başladım. Derslerimi hazırlarken de Risale-i Nur’dan çok fazla istifade ettim. Mesela üniversitede bana ders verildiği zaman Risale-i Nur’da derinliğim çok olmadığı için İsmail Kaya veya Rıdvan Abud’a danışıyordum. Onlar da bana nerede nasıl geçtiğini söylüyor, ben de oradan istifade ediyordum. Sri Lanka’ya dönerken yanıma kitap almayacaktım ancak İsmail Kaya kitapsız gitmek olmaz diyerek bana 3 tane Risale-i Nur külliyatından kitap verdi. Ve bunlardan çok etkilendim ve ilmi hayatımda bana çok yardımcı oldu. Risale-i Nur hayatınızda neyi değiştirdi? Risale-i Nur ruhî yönden beni çok etkiledi. Benim bu yöndeki himmetimi arttırdı. İsmail Kaya’ya dediğim gibi medresede kaldığım zamanlar medreseden dışarı çıkmak istemiyorum. Ne zaman dışarı çıksam medreseye dönmek istiyorum. Risale-i Nur hizmeti ile tanışmanız nasıl oldu bize bahsedebilir misiniz? Öncelikle sizlere teşekkür ediyorum. Adım Hasan Abdullah Muhammed İshak, Sudan’ın Sinnar vilayetindendim. Bahri Üniversitesi İnşaat Mühendisliği mezunuyum. Evli ve İsmail adında bir çocuk babasıyım. 29 yaşındayım. Risale-i Nur Hizmeti ile 2007-2008 yıllarında Üniversite’ye Geçiş Sınavına hazırlanırken tanıştım. O zamanlarda ders çalışmak için Uluslararası Afrika Üniversitesinin kütüphanesine geliyordum. Günlerden bir gün ikindi namazından sonra yine kütüphanede çalışırken Tayar isminde Türk bir kardeş ile karşılaştım. O zaman Tayar, Sudan’a yeni gelmiş ve Arapçası zayıftı ve ben de o zaman Türkçe bilmiyordum. Buna rağmen tanıştık, oturduk ve birbirimize telefon numaralarımızı verdik. Benden medreseyi ziyaret etmemi istedi. Onunla tanışmadan önce de bende bazı kötü fikirler vardı. Kafama giriyor, beni rahatsız ediyordu. Hatta o fikirleri ve problemleri düşünmekten uyuyamaz hale gelmiştim. Öyle sorulardı ki Allah’ın varlığı konusuna kadar derin ve olumsuz çağrışımlar yapan düşüncelerdi. Ve Uluslararası Afrika Üniversitesi’nde ders çalıştığım zamanlar namazları orda kılar ve namazdan sonra direk kütüphaneye gitmezdim. Orada halkalar vardı; onlara katılıp kafamdaki bazı soruların cevabını arardım. Ama bulamadım. Daha sonra Tayarla daha çok görüşmeye başladık. Beni tekrar davet etti medreseye ama ben üniversite sınavı yaklaştığı için reddettim. Sınavdan sonra ziyaret edeceğim sizi, dedim. Sınav olduktan sonra beni aradı ve “Görüşelim, gel programlarımıza katıl Sudanlı arkadaşlar var onlarla tanış” dedi. Ben de tamam dedim ve sınavlardan sonra Afrika Üniversitesi’ne giderek onunla buluştum ve medreseye gittik. Sonra benim abimi ziyarete gittik. Ve bana ilk olarak Gençlik Rehberi’ni hediye etti. Önceden bu kitabı anlamadan okuyordum. Daha sonra beni umumi salı derslerine davet etti. Derslere gitmeye başladım. Dersleri o vakitte Dr. Ahmed Fadlullah Uheymir yapıyordu ve kafamdaki kötü fikirler, problemler hallolmaya başladı. Ve sorularıma cevaplar bulmaya başladım. Ve hiçbir dersi kaçırmayarak ciddiyetle medreseye gidiyordum. Daha sonra 3 aylık medreseye üniversite icraatlarından ve o boşlukta çalıştığım için gidemedim. Üniversite başlayınca, üniversite öğrencilerine yönelik cumartesi dersleri başlattık. Bir zaman sonra benden medresede kalmam istendi. Ve Türk kardeşlere Arapça konusunda yardımcı olarak Risale-i Nur’dan istifade etmeye başladım. Gerçekten çok fazla istifade ettim. Ve şüphelerim halloldu ve rahat uyumaya başladım, elhamdülillah. Ve bu hizmetle ilk tanışmam bu şekildeydi. Şu anda da aynı yolda devam ediyoruz elhamdülillah. Hizmette ilginizi çeken şey nedir? Risale-i Nur hizmetindeki neyi sevdiniz? Hizmette olan kardeşlik ilgimi çok çekti. Mesela herhangi bir medresede ilk defa toplanıyoruz, ancak birbirimizi yıllardır tanıyormuş gibi bir kardeşlik var. Sadakate dayanan bir kardeşlik ve birbirinde fani olma yani tefani var. 2008’den 2013’e kadar medresede kaldım ve bu müddette 2 kişinin tartıştığını ya da kavga ettiğini görmedim. Bu gerçekten çok acayip bir şey! Aynı anne babadan olan kardeşlere baktığımızda, 3-5 gün geçmeden birbirlerine girerler, bir tartışma meydana gelir. Biz de yapıyorduk, buradan biliyorum. Ancak hizmette ve medreselerde böyle bir şey yok ve bu gerçekten şaşırtıcı bir şey. Aynı şekilde Türk kardeşleri ilk defa gördüğümde daha önceden tanışıyorlar ve aynı mıntıkadan Sudan’a gelmişler zannediyordum. Daha sonra fark ettim ki bilakis onlar burada yani Sudan’da tanışmışlar. Buna da çok şaşırmıştım. Bu da gösteriyor ki bu hizmette büyük bir sır var. Her alanda görebileceğimiz sırları var bu hizmetin. Hayatın her alanına hitap eden bir hizmet… Gençlere, hastalara vb. birçok alana… Türkçe öğrendiniz ve daha sonra Türkiye’ye gittiniz. Orada hizmet konusunda dikkatinizi çeken şeyler nelerdir? Sudan’da 6 aylık Türkçe kursu almamdan sonra Türkiye’ye gittim. Gittiğimiz zaman 10 kişilik bir gruptuk. Türkiye’de havaalanında bizi İsmail Kaya abimiz karşıladı. Sene 2013 idi. Burada gördüğümüz kardeşliğin kaynağını Türkiye’de bulduk. Bizim Sudan’da gördüğümüz meyvelerin kaynağı Türkiye’den çıktığını fark ettik. Otogarlardaki karşılamalar da bizi çok şaşırttı. 2’şer kişi olarak farklı illere ayrıldık ve bizim nasibimize de Mirza abimizin olduğu Elazığ düşmüştü. Otogara vardığımızda pencereden bakıp “Bizi kim karşılayacak?” diyorduk. Yanımdaki arkadaş daha inmeden yüzlerce kişi arasından “İşte bunlar!” diyerek bizi karşılamaya gelen kardeşleri işaret etti. Bu da hizmetteki rahmete delalet ettiğini düşünüyorum. Çünkü otogar gerçekten çok kalabalıktı ve yüzlerce kişi arasından sen bir iki kişiyi işaret edip nurlu talebeleri tanıyacaksın. İndik ve bizleri sanki çok zaman önce tanıyorlar gibi karşıladılar. Ve bizleri Harput Kalesi ve Fırat Nehri gibi tefekkürlük ve manzarası çok güzel olan yerleri gezdirdiler. Cenab-ı Hak her birinden razı olsun. Allah razı olsun. Çok teşekkür ederiz bizlere bu güzel hikâyenizi anlattığınız için.

Ramazan-ı Şerifin manevi ikliminde nefes aldık. Midelerimizin tatil etmesiyle birlikte, süfli hallerden uzaklaşmış ve bütün latifelerimizle manevi âleme adım atmış olduk. Rabbimize hamdolsun ki, Efendimiz (sav)’in “Receb ve Şaban’ı bize mübarek kıl ve bizi Ramazan’a ulaştır” duasına mazhar olduk. Ramazan-ı Şerifiniz mübarek olsun efendim. Ramazan ayı, oruç ayı olmakla birlikte aynı zamanda Kur’an ayıdır. Kur’an okumayı bilenlerimiz ya şahsi ya da mukabeleler ile okumaya gayret ediyorlar. Ne mutlu onlara! Ya bilmeyenlerimiz? Hayat henüz devam ediyorken ve hala nefes alıp veriyorken Ramazan ayını fırsat bilmek ve bu konudaki eksiğimizi kapatmak güzel olacaktır. *** Yıllar önce bir arkadaşla muhabbet ederken şöyle bir mevzu geçmişti. Ben demişti, Ramazan ayında bir program yapıyorum kendime. Mesela bu sene Ramazan ayında Kur’an-ı Kerimi mealiyle beraber hatmedeceğim. Hayat kısa ve zaman gerçekten çok hızlı geçiyor. Kimler için? Plan ve programsız yaşayanlar için elbette. O zaman bizler de bu Ramazan ayında bir plan yapabilir miyiz? Kur’an hatimlerimizle birlikte en az bir temel / kaynak eseri de bitirebilir miyiz? İrademiz sağlam olursa neden olmasın! Yapanlar da bizimle aynı zamanı yaşıyor. Aynı asırda ve şartlarda hayat sürüyor. Neyse diyeceğim şu ki, Ramazan ayı bir fırsattır. Manevi bir çarşıdır. Fırsatı kaçırmamak adına küçük de olsa bir program dâhilinde güzel çalışmalar yapılabilir. *** Bu ay da dergimizde farklı mevzulara değindik. Muhtelif konuları gündeminize taşıdık. Dikkat çeken konulardan birisi Sudan ziyaretimizde Afrika’nın ve dünyanın farklı yerlerinden kardeşlerimizle yaptığımız görüşme oldu. Onlarla geçirdiğimiz 1 saat kadar zaman diliminde Risale-i Nur adına bambaşka bir atmosfere gittim. Kardeşlerimizin istifadelerini ve Risale-i Nurlara bakış açılarını görmek hakikaten güzeldi. Bu güzelliği sizlerle paylaşmak istedik. Onların gönlünden ve kalbinden gelen yazılarını sizlerle paylaşıyoruz. Kâinatta en büyük hakikat imandır, diyen Bediüzzaman Hazretlerinin eserlerinden istifade etmiş insanların değerlendirmelerini dergimizde bulabilirsiniz. *** Yaz aylarına da girdiğimiz şu günlerde ve devam eden aylarda da Rabbim bizi tembellikten, gevşeklikten, gafletten muhafaza eylesin. Rızası dairesinde gayret edebilmeyi nasip eylesin. Amin.

“Lâ ilâhe illâllâh diyen kimseye ateş haramdır” İtbân b. Mâlik (ra) bir gün Peygamber Efendimiz (asm)'a gelip; “Yâ Resûlallah (asm)! Ben kabilemin mensuplarına namaz kıldırıyorum fakat gözlerim görmez olduğu için yağmur yağdığında aramızdaki vadiyi su basması sebebiyle mescidlerine gidip namaz kıldıramıyorum. Yâ Resûlallah (asm)! Gönlüm ister ki bana gelip evimde namaz kıldırsan da senin namaz kıldırdığın yeri namazgâh edinsem.” dedi. Bunun üzerine Peygamber Efendimiz (asm), “İnşallah, bunu yapacağım.” buyurdular. Ertesi gün Hz. Ebû Bekir (ra) ile birlikte İtbân'ın yanına gelen Peygamber Efendimiz (asm) eve girdi, daha oturmadan İtbân'a evinin neresini namazgâh yapmak istediğini sordu ve gösterilen yerde iki rekât namaz kıldırdı. Ardından bir şeyler yemek için beklerlerken Peygamber Efendimiz (asm)'ın geldiğini duyan pek çok kimse İtbân'ın evinde toplandı. İçlerinden biri; “Mâlik b. Duhşûn nerede?” diye sordu. Orada hazır bulunanlardan biri; “O bir münafıktır! Allah ve Resûlü'nü sevmez.” dedi. Bunun üzerine Peygamber Efendimiz (asm) o kimseye; “Böyle deme! Görmüyor musun ki o; 'Lâ ilâhe illâllâh' diyor ve bununla Allah'ın rızasını istiyor.” buyurdular. O kişi de; “Allah ve Resûlü en iyi bilendir.” dedi. Bunun üzerine Resûlullah (asm); “Şüphesiz ki Yüce Allah, kendi rızasını umarak 'Lâ ilâhe illâllâh' diyen kimseyi ateşe haram etmiştir.” buyurdular. Osmanlı Ramazan Gelenekleri Osmanlı Devletinde Ramazan ayına mahsus birçok gelenek vardı. Bunların başında, sarayda ve konaklarda verilen iftarlar gelmektedir. Konaklarda verilen iftarlarda kapı açık tutulurdu ve isteyen herkes içeri girip sofranın başına oturabilirdi. İftar yapanlara çıkışta, ev sahibi tarafından diş kirası verilirdi. Ramazan aylarında Padişah’ın huzurunda yapılan tefsir derslerine Huzur Dersleri denirdi ki; önemli Ramazan geleneklerinden biriydi. Yine meydanlarda kurulan Ramazan sofraları ve sebillerden şerbet dağıtılması Ramazan ayının paylaşmayı öne çıkaran ruhunu yaşamak için yapılan uygulamalar arasındaydı. Divan Edebiyatı şâirlerinden Azmîzâde Mustafa Haletî Efendi 1570 senesinde İstanbul’da dünyaya gelmiştir. Sultan III. Murad’ın hocası âlim ve şair Azmî Efendi’nin oğludur. Medrese öğrenimini tamamladıktan sonra Hoca Sâ’deddin Efendi’den mülâzım oldu ve 1591 yılında müderrisliğe başladı. İstanbul’un bazı medreselerinde çalıştı ve derece derece yükselerek 1597’de Sahn, 1600’de Süleymaniye müderrisi oldu. Daha sonra kadılığa geçerek 1602’de Şam, 1604’de Kahire kadılığına tayin edildi. Bursa ve İstanbul kadılıklarında bulunduktan sonra, Rumeli ve Anadolu Kazaskerlikleri vazifelerine getirildi. Şiire çok genç yaşta başlamış olan Azmîzâde Hâletî kısa sürede üne kavuşmuştur. Azmîzâde, edebiyatımızda şiirlerinden çok rubâîleriyle tanınmıştır. Türk şiirinde Azmîzâde’nin büyüklüğü hem kendi devrinde hem de daha sonraki yüzyıllarda genel bir kabul görmüştür. Azmîzâde, rubâîlerinin değerleri yanında sayıları bakımından da aşılamamış bir şair olup rubâîlerinin toplamı 900-1000 civarındadır. Divanındaki rubâîleri ayrıca Rubâiyyât-ı Hâletî adıyla bir araya getirilmiştir. Azmîzâde, kaynakların bildirdiğine göre dürüst, âdil, iyiliksever, hoşsohbet ve çok cömert bir insandı. Kâtib Çelebi, Osmanlı tarihinde Kınalızâde Ali Efendi ile Azmîzâde kadar çok okuyan, araştıran bir âlim daha olmadığını belirtir. Azmîzâde Mustafa Haletî Efendi, 1629’da emekliye ayrıldı ve 30 Mart 1631’de vefat etti. İstanbul Sofular’da oturduğu evin karşısına yaptırdığı mektebin bahçesine defnedildi. 1 Haziran 1850 Kâmûs-ı Türkî’nin müellifi Şemseddîn Sâmî doğdu Osmanlı Devletinin Yanya vilâyetinin Ergiri sancağına bağlı Pırmeti kazasının Fraşiri köyünde doğdu. Arnavutça literatürde daha çok Sâmi Fraşiri olarak tanınmıştır. Babası Hâlid Bey ile büyük babası Durmuş Bey, Berat’tan Fraşiri’ye gelip yerleşmiş timar beyleri neslinden, annesi Emine Hanım ise Fâtih Sultan Mehmed ve Sultan 2. Bayezid devri ileri gelenlerinden İmrahor İlyas Bey’in soyundandır. İlköğrenimine başladığı Fraşiri’de Kalkandelenli Mahmud Efendi’den Arapça ve Farsça dersleri aldı. Lisede, Latince, Rumca, İtalyanca ve Fransızca öğrendi. 1872’de İstanbul’a giden Şemseddin Sâmi, Naim Fraşiri ile birlikte Matbuat Kalemi’nde çalışmaya başladı. Bu arada Hadîka gazetesinde yazılar yazdı, Fransızca’dan çeşitli tercümeler yaptı. Aynı yıl Türk edebiyatının ilk telif romanı kabul edilen Taaşşuk-ı Talat ve Fitnat’ı yayımladı. 1880’de Sultan 2. Abdülhamid’in iradesiyle saraya alınarak Mâbeyn-i Hümâyun’da kurulan Teftîş-i Askerî Komisyonu kâtipliğiyle görevlendirildi. Hayatının sonuna kadar sürdürdüğü bu görevinde rahat bir çalışma ortamı içinde sözlüklerini ve diğer önemli eserlerini hazırladı. 18 Haziran 1904’te vefat etti. 8 Haziran 1857 İngilizler Delhi’yi kuşattı İngiliz kumandanı J. Lawrens 8 Haziran 1857’de Delhi önlerine gelip şehri dört taraftan muhasara altına aldı. 14 Eylül 1857’de W.S.R. Hodson’un kumandasındaki İngiliz kuvvetleri şehre girdiler. Çarpışmalar 19 Eylül’e kadar devam etti. 20 Eylül’de Hümâyun’un türbesine sığınan Son Babür hükümdarı II. Bahadır Şah, İngilizler’in aile efradı ve saray erkânına bir zarar vermeyeceklerine dair vaadlerine aldanarak teslim oldu (21 Eylül 1857). Fakat İngilizler sözlerinde durmayarak II. Bahadır Şah’ın oğullarını ve saray erkânını kurşuna dizdiler. Bahadır Şah isyana sebep olmaktan yargılandı, Aralık 1858’de suçu sabit görülerek müebbet hapse mahkûm ve tahtından uzaklaştırılarak Burma’nın Rangun şehrine sürgün edildi. 6 Kasım 1862’de orada vefat etti. Bahadır Şah, İngilizlere karşı yapılan 1857 ayaklanmasındaki liderliği dolayısıyla Hindistan’daki hürriyet mücadelesinin bir sembolü ve hindularla Müslümanlar arasında sağlanan birliğin alemdarı olarak kabul edilmektedir. 25 Haziran 1861 Sultân Abdülaziz tahta çıktı 8 Şubat 1830 tarihinde dünyaya gelmiştir. Sultan 2. Mahmud ve Pertevniyal Sultan'ın oğlu, Sultan Abdülmecid'in kardeşidir. Sultan Abdülmecid’in vefatı üzerine 25 Haziran 1861 günü tahta çıkmıştır. Güreş, cirit, av ve bilek güreşi sporlarına meraklı olan Padişahın tahtta kaldığı sürece en çok üzerinde çalıştığı konu Osmanlı Donanması'nın modernizasyonu idi. Hükümdarlığı süresince sık sık ülke içi ve ülke dışı temaslarda bulunmuş, geziler düzenlemiştir. Yavuz Sultan Selim'den sonra Mısır'ı ziyaret eden ilk ve tek Osmanlı padişahıdır. Eyaletlerin yanı sıra Batı Avrupa'da ziyaretler yapan ilk ve tek padişahtır. 1867 yılında Paris'te açılan büyük bir sanat sergisine III. Napolyon'un daveti üzerine katıldı. Sergiden sonra imparator ile temaslarda bulunmuş; İngiltere, Belçika, Almanya, Avusturya-Macaristan gezilerinden sonra da geri dönmüştür. Seyahatlerinde İngiltere kraliçesi Victoria, Belçika kralı II. Leopold, Prusya kralı I. Wilhelm, Avusturya-Macaristan imparatoru François-Josef ve Romanya prensi I. Karol ile görüşmüştür. 30 Mayıs 1876 darbesi ile tahttan indirildi. Gözaltında bulundurulduğu Feriye Sarayı'nda 4 Haziran 1876 tarihinde bilekleri kesilerek şehid edilmiştir.

Ayinedir şu âlem her şey hak ile kaim Mirat-ı Muhammed'den Allah görünür daim. Evet… Bir başka “değer”, “kıymet”, “mücevher”: O’nun (asm) gibi bakıp görebilmek her şeye, her şeyi. Benlerce’den kurulu biz oluvermiş havuzun kalbinde O olmalı. Tecessüm eden katrelerce O sinmeli her katreye. Ve kâinat tabir edilen “kün” emri ile “oluverenlerin” her birinin üstündeki isimlerin ve sıfatların ve fiillerin mühürlerinin nakşına -Hakk’ın tecellisine- yüzümüzü çeviren, miraca çıkaran mirat’imiz bilmeli O’nu (sav). Bu yüzden; O’nun gibi bakabilmek, O’nunla görebilmek çok ehemmiyetlidir. Özellikle nazarların dağıldığı böyle bir zamanda bakışları O’nda odaklayabilmek çok “baha biçilmez”dir. *** Gönül hun oldu şevkinden boyandım Ya Resulallah Nasıl bilmem bu nirana dayandım Ya Resulallah. O Rabbimizi bize tarif edebilen yegâne rehberimiz. O, hayatımızı haddi vasatta tutmak ve istikamette yürüyebilmek için, hayat çizgimizdeki dayanağımızdır. O, yaratılışımızın suret güzelliği yanında siretteki ahlakî cemalini de ihtar eden aynamızdır. O’nun “ümmeti” nidası ile teşrif buyurduğu hayat mukaddimesinden itibaren, yürüyüşü değişti zaman ve mekânın. Devrilmesi gerekenler devrildi, kuruması gereken kurudu, sönmesi gereken söndü. Ve ilk kıvılcımları düştü yüreklere, müjde tabiriyle nübüvvetin. Sıdkın, adaletin, hilmin, ilimin, cesaretin boylu boyunca güzel ahlak ve güzellik adına ne varsa her şeyin, tekâmüle yürüyüşü gönüllere serpilişi başladı; nebevi bir cemreyle. Ve saltanatı kuruldu gayrî nazarlara hükmederek; tevhid renginde bire doğru su yürüdü gönüllerde ve iz’anlarda. O gitti bakışı kaldı yüreklerimizde. Bilâlin sadasında en medeni şehri gözyaşlarıyla yıkayan o bakıştı. Her tevhid ardında şefaat duasına durduran en az beş vakit o bakıştı. Uzakları yakın eyleyen, tecelligâh-ı İlahiyi yıkayan o bakıştı. O bakış, hüküm sürdükçe gönüllerde yürek mahzun değil. Zaman, zaman-ı saadet; mekân tecelligâh-ı İlahi… *** Akışta demetlenmiş, büyük, küçük, kâinat; Şu çıkan buluta bak, bu inen suya inat! Gönlündeki O nazarla her neye baksan ayna… Ağaç ayna - elma ayna, buğday ayna – ekmek ayna, dağ ayna - bağ ayna, yer ayna – hava ayna, ay ayna – dünya ayna, kadın ayna – erkek ayna, yar ayna – yâr ayna, söz ayna – sükut ayna, selam ayna – kelam ayna, var ayna – yok ayna, ilim ayna – cehil ayna, saat ayna - gün ayna – hafta ayna – yıl ayna – asır ayna / ân ayna, ecdad ayna –torun ayna, ayna ayna – sima ayna… Uzar gider aynalar, aynalar adedince… Bekâ, aynada tecelli eden Hakkın hakikatini görebilmekte! İsim isim, sıfat sıfat, fiil fiil… Kayyum tecellisi… Peygamberimiz (asm) ayna olduğunda, yani bir kalb evi onun nuruyla dolduğunda kalb evinin kâinatı seyreden pencereleri şems-i ezeli olan Rabbimize açılır. Eğer kalb, O’nun rengine boyanmışsa, O’nun ile cilalanmışsa, O’nun gibi nazar etmişse, O’nun gibi başlamışsa, O’nun gibi bakmakta ise, O’na teslim olmuşsa, ama kalb… Gayri ne yaparsa hem nasıl oynarsa ve olursa… Geç de sen de geç… Yalnızca “O”. Çünkü o kalbde “Allah’ım; Sen Haksın, vaadin Hak, sözün Hak, kıyametin kopması Hak” nidası var. Tecellisi var. İsim isim, sıfat sıfat… Ân’larca: halet halet… Ümit ve korku arası boyu… Sadakte imzasıyla… İbkâ ile ebede giden menziller adedince… Yalnızca dilde terennüm: “Aynaların değişmesi ...... güzelleştirir.” *** Kendine baksan ayna… Sen bir yana nefis bir yana… Gönül bir yana yâr bir yana… “Kişi kişinin…..” sırrıyla mümin bir yana… Sıbgatullah: esas, bağ, tecelli… Havuz, biz, rahmet… *** Unutmadan! Kalem ayna, yazı ayna… Kul ayna…: Halk içre bir ayineyim herkes bakar bir ân görür / Her ne görür kendin görür ger yahşi ger yaman görür “Ey kalbleri dilediği gibi evirip çeviren Rabbim! Kalbimi dinin üzerinde sabit kıl!” Amin.

Ey iman edenler! Allah’a karşı gelmekten sakınmanız için Oruç, sizden öncekilere farz kılındığı gibi,size de farz kılındı. (Bakara Suresi 183) Oruç, sayılı günlerdedir. Sizden kim hasta, ya da yolculukta olursa, tutamadığı günler sayısınca başka günlerde tutar. Oruca gücü yetmeyenler ise bir yoksul doyumu fidye verir. Bununla birlikte, gönülden kim bir iyilik yaparsa (mesela fidyeyi fazla verirse) o kendisi için daha hayırlıdır. Eğer bilirseniz oruç tutmanız sizin için daha hayırlıdır. (Bakara Suresi 184) Ramazan ayı, insanlara yol gösterici, doğrunun ve doğruyu eğriden ayırmanın açık delilleri olarak Kur'an'ın indirildiği aydır. Öyle ise sizden Ramazan ayını idrak edenler onda oruç tutsun. Kim o anda hasta veya yolcu olursa (tutamadığı günler sayısınca) başka günlerde kaza etsin. Allah sizin için kolaylık ister, zorluk istemez. Bütün bunlar, sayıyı tamamlamanız ve size doğru yolu göstermesine karşılık, Allah'ı tazim etmeniz, şükretmeniz içindir. (Bakara Suresi 185) İslam beş esas üzerine bina edilmiştir: Allah’tan başka ilah olmadığına ve Muhammed’in (sav) O’nun kulu ve elçisi olduguna şehadet etmek, namaz kılmak, oruç tutmak, Kabe’ye haccetmek, Ramazan orucu tutmak. (Tirmizi, İman 3, (2612)) Oruçlu bir kimse yalanı ve yalanla iş yapmayı terk etmezse onun yemesini içmesini terk etmesine Allah’ın hiçbir ihtiyacı yoktur. (Buhari, Savm, 8.) Oruçlu için iki sevinç vardır: Biri,orucu açtığı zamanki sevincidir; diğeri de Rabbine kavuştuğu zamanki sevincidir. (Buhari, Savm, 2)

Risalenin İsmi : İhlas Risalesi Telif Tarihi ve Yeri : 1934/Isparta Dili : Türkçe Konusu : Müslümanların birlik olamamasının ve dalalet erbabının ise ittifak kurmalarının sebep ve çareleri Risalenin Müellife Göre Değeri: l Tecrübe l Naklî deliller kullanma l Muhalif fikrin batıl sonuçlarını gösterme l Psikolojik delilleri kullanma l Temsil l Hakikati ortaya koyma Beşincisi: Hakikat ehlinin ihtilafı zayıf olduklarından değildir. Dalalet erbabının ittifakı ise kuvvetli olduklarından değildir. Ehl-i hidayetin kâmil imandan gelen dayanak noktası ve bundan kaynaklanan kuvvetleri onları ittifaksızlığa sürüklemektedir. Çünkü Müslümanlar, Allah’a imandan gelen tevekkül ve teslim anlayışı ile ihtiyaçlarını gidermek için başkalarından yardım istemezler. İsteseler de fedakârlık göstererek yardım edeceklerle ittifak etmezler. İttifaktaki kuvveti düşünmezler. Dalalet erbabı ise inançsızlıklarından dolayı dayanak noktası bulamadıkları için kendilerini zayıf ve aciz bilirler. Kendilerini ittifak etmeye mecbur görürler. Bu hastalığın merhemi şudur; çekişmemek, takva ve iyilikte yardımlaşmayı emreden ilahi emirleri rehber etmek, ihtilafın İslam dinine vereceği zararları düşünmek, şahsiyetini unutarak hak ehlinin kafilesine katılmaktır. Altıncısı: Hak ehlinin ihtilafı namertliklerinden ve gayretsizliklerinden değildir. Dünya erbabının ittifakları ise mertliklerinden ve gayretli olmalarından kaynaklanmamaktadır. Hak ehli ahirete ait faydaları düşündüğünden mertliğini birçok sahada gösterir ve vaktini birçok işte sarf eder. Bir işte odaklanmadığından meslektaşıyla tam ittifak edemez. Gaflet erbabı yalnız dünyayı düşünür. Her şeyi ile dünyaya sarılır. Bu konuda kendisine yardım eli uzatanlara tam yapışır. Hak ehline galip gelir. İhtilaf hastalığının merhemi ise şudur: Birbirinin kusurunu görmemektir. Düşmanın hücumu zamanında dâhili münakaşaları terk etmektir. Hak ehli zillet ve geri kalmaktan kurtulmak düşüncesi en öncelikli vazife bilmektir. İslamiyet’in emrettiği kardeşliği, sevgiyi ve yardımlaşmayı tesis ederek birlik olmaktır. Yedincisi: Hak ehlinin ihtilafı kıskançlıktan ve dünyaya olan hırslarından değildir. Dalalet erbabının ise ittifakı yüksek ahlaktan ve babayiğitlikten değildir. Hak ehli müsabakayı koruyamadıkları ve ehliyetsiz kişilerin araya girmesinden dolayı ihtilaf etmektedirler. Gaflet erbabı ise menfaatlerini kaçırmamak ve reislerini küstürmemek için ittifak ederler. Hak ehlinin mağlubiyetinin sebebi ihlası kaçırmaları ve Allah’ın rızasını esas gaye edinmediklerinden dolayıdır. Çünkü dini hizmetlerde rekabet, gıpta, haset ve kıskançlık olmaz. Kıskançlık gösteren ise ya riyakâr ya da sadık bir cahildir. Bu hastalığın çaresi ise şudur: Nefsini itham etmek, nefsine değil meslektaşına taraftar olmak, hakkın hatırını üstün tutmaktır.

İnsan, doğru konuşması halinde kendisine veya bu konuşmasının faydadan çok zarar vereceğini düşündüğünde artık konuşma sırasını ve yerini verir suskunluğa yani sükûta, eğer çıksa zararlı. İnsan konuştuğunda ya doğru konuşmalı yahut susmalıdır. Asla yalana müsaade yoktur. Yalana yer hiç yoktur, çendân pek çok olsa da fâideli. Her sözün doğru olsun, her hükmün hak olmalı. Lâkin senin hakkın olamaz her doğruyu her yerde söz etmek. Bir dane doğru söz yani sıdk, yakar mahveder milyonlarca yalanı. Bir tane gerçek yani bir dâne-i hakîkat, yıkar bitirir hayalî bir sarayı yani kasr-ı hayâliyi. İslamiyet ve akla göre Sıdk her yerde, her zaman ve her şeyde büyük bir esastır. O, parlak bir cevher yani cevher-i ziyâlıdır. Evet, İslâmiyet’in esası, doğruluktur. İmanın özelliği, doğruluktur. İnsanı, maddi-manevi bütün kemalâta ulaştıran doğruluktur. Güzel ahlakın hayatı, doğruluktur. İlerlemenin ve gelişmenin zembereği, doğruluktur. İslam dünyasının nizamı, doğruluktur. İnsanlığın cevherini ortaya çıkararak insanları gerçek insanlık mertebesine ulaştıran, doğruluktur. Sahabeleri, peygamberlerden sonra insanların en üstün konumuna getiren, doğruluktur. Muhammed-i Hâşimî aleyhissalâtü vesselâmı tüm insanların en üstün makamına taşıyan, doğruluktur. İnsan, doğru konuşması halinde kendisine veya bu konuşmasının faydadan çok zarar vereceğini düşündüğünde artık konuşma sırasını ve yerini verir suskunluğa yani sükûta, eğer çıksa zararlı. İnsan konuştuğunda ya doğru konuşmalı yahut susmalıdır. Asla yalana müsaade yoktur. Yalana yer hiç yoktur, çendân pek çok olsa da fâideli. Her sözün doğru olsun, her hükmün hak olmalı. Lâkin senin hakkın olamaz her doğruyu her yerde söz etmek. Bunu iyi bilmeli خُذْ مَا صَفَا دَعْ مَا كَدَرَ İnsan bir şeyin iyisini, temizini ve doğrusunu almalı. İnsanı maksadına götürmeyen ve keder veren yalana başvurmalıdır. İnsan doğruya müşteri olmalı ve yalandan kaçmalıdır. İşte insan kendine bunu düstur etmelidir. Her şeyi güzel gör, hem güzel bak, ta güzel düşünmeli. Güzel bil, hem güzel düşün, ta leziz hayatı bulmalı. Evet, güzel görmek, güzel bakmak için imanın güzelliğinden istifade etmeli insan. Zira iman, Allah namına, Allaha tarafından, ilahi hikmet yönünden, her şeyi yaratan fail tarafından bakmayı öğretir. Yüreğindeki iman sayesinde güzel düşünür. Güzel düşünen hayatından lezzet alır. Allah’tan gaflet ederek etrafına bakan insan, birçok güzellikleri göremez. Gördüğü olumsuzlukların hikmetini bilemez. Hayatı da keder içinde devam eder. Hayat içinde hayattır hüsn-ü zanda emeli. Evet, her şeyde güzel tarafı görmek, musibetleri dahi hayra yormak, olaylara teslim olmayarak her daim ümit sahibi olmak hayatın hayatıdır. Gerçek hayatın ta kendisidir. Olumsuzlukları görüp şevkini kırmak, ümidini yitirmek, çalışma azmini kaybetmek hayatın gecesidir. sû’-i zanla yeistir saadet muharribi, hem de hayatın katili. Saadeti yıkıp mahveden, onun yerine keder, acı, gözyaşı döktüren iki illettir. Birincisi: Her şeyi kötüye yormaktır. Her şeyin kötü tarafını görmektir. Yalnız olumsuz yönlerine bakmaktır. Kötü düşünmektir. İkincisi: Ümidini yitirmektir. İleriye baktığında umutsuzluğa düşmektir. Bu iki illet, hayatın katilidir. Mutluluğun düşmanıdır. Evet, insan Allah’tan gaflet ederse, imanın prensipleriyle etrafına bakmazsa, olayları başıboş ve tesadüf eseri zannederse her şeyi kötüye yorar. Umudunu kaybeder. Her yolu çıkmaz sokak görür.
Eğer İslâmiyet bir saray şekline girecek olsa bir menzili mektebe, bir hücresi medrese, bir köşesi zaviye ve büyük salonu da hepsinin beraberce toplandığı ve birinin noksanının diğeri tarafından tamamlandığı küllî bir istişare meclisi hükmüne geçecektir. Ayna, kendince güneşi temsil ettiği gibi, şu Medresetü’z-Zehrâ da o İslâmiyet İlahî sarayını temsil edecektir. Birincisi: Dağınık olan ürünleri, hizmetleri, hayırları ve sadakaları belli bir sistem ve disiplin altına alarak büyük semereler elde etmeye imkân tanıyan vakıflar, hakkıyla intizam altına girseler şu havuza (Medresetü’z-Zehrâ’ya) medreseleri birleştirmek yoluyla mühim bir çeşmeyi akıtacaktır. İkincisi: Zekâttır. Medresetü’z-Zehrâ, bir zamandan sonra İslâmiyet’e ve insaniyete yapacağı hizmetle, şüphesiz ki bir kısım zekâtları hak ederek kendine alacaktır. Hatta zekâtların zekâtını da alsa yine kâfi gelecektir. Üçüncüsü: Şu medrese ortaya koyup neşredeceği meyveleriyle, umuma yayacağı ziyasıyla, İslâmiyet’e edeceği hizmetlerle, akıllar için en yüce mektep olduğu gibi; kalbler için en mükemmel bir medrese, vicdanlar nazarında en mukaddes bir zaviyeyi temsil edecektir. Dolayısıyla hem medrese, hem mekteb, hem de tekke hükmüne geçecektir. Böyle olduğundan da İslâmiyet’in millî yardımları olan adaklar ve sadakalar kısmen ona yönelecektir. Dördüncüsü: Medrese -yukarıda da geçtiği üzere- Dârü’l-Muallimîn (öğretmen okulu) ile birleştiğinden, artacak olan Dârü’l-Muallimîn gelirleri -eğer mümkün ise- geçici bir süreliğine borç olarak Medrese’ye verilse, bir zaman sonra Medrese bu yardıma ihtiyaç göstermeyecek ve o borçlarını geri ödeyecektir. èMedresetü’z-Zehrâ’nın meyveleri beş maddede özetlenebilir. Bunlar: Birinci meyve: Medreselerin birleştirilmesi ve ıslah edilmesidir. İkinci meyve: İslâmiyet’i, onu paslandıran hikâyelerden, israiliyâttan (Yahudi kitaplarında nakledilen hurafe türünden hikâyeler ve menkıbeler) ve taassuptan (aşırı, körükörüne ve cahilce bağlanıp inanmaktan) kurtarmaktır. Cehaletten ve muhakeme yapmamaktan kaynaklanan taassup, İslâmiyet’in malı değildir. İslâmiyet hakikatinde salâbet-i diniye (din kuvvetidir) vardır. O da metanet (sağlamlık), sebat (kararlılık) ve iltizam-ı hak (hakka tarafgirlik) anlamlarını içine alır. Taassubun en dehşetlisi, bazı Avrupa taklitçilerinde ve dinsizlerde bulunur ki İslâm aleyhinde görünen sathî ve yüzeysel şüphelerinde inatla ısrar gösterirler. Taassup, İslâm’a delil ve ispat ile bağlanan âlimlerin vasfı değildir. Üçüncü meyve: Özellikle de doğudaki aşiretlere, meşrutiyetin güzelliklerini neşretmek için bir kapı açmaktır. Zira meşrutiyet, aşiretler tarafından beğenilmezse istifade edilmez. Bu ise daha büyük bir zarardır. Hasta, şifalı tiryakı zehirle karışık zannetse elbette kullanmaz. Dördüncü meyve: Medrese talebelerinin nefret etmeyeceği, saf bir memba hükmünde, fen bilimlerini medreselere sokmak için bir yol açmaktır. Çünkü fen bilimlerinin İslâm’a zıt olduğuna dair son derece yanlış bir anlayış ve uğursuz bir vehim var. Bu tarz eğitim ile bu engeller de kalkacaktır inşallah. Beşinci meyve: İslâmî ilimlerin öğretildiği medrese, fen bilimlerinin öğretildiği mektep ve tasavvuf eğitiminin verildiği tekke ehlinin birbirleriyle barışmalarıdır. Medresetü’z-Zehrâ projesiyle aynı çatı altında toplanan medrese, mektep ve tekke, birbirlerine meyledecekler ve fikir alışverişinde bulunacaklardır. Bu durum da en azından maksatta onları birleştirecektir. Maalesef onların fikir ayrılıkları, ittihadı bozduğu gibi; meşrep farklılıklarından kaynaklanan sıkıntılar da maddî ilerlemeyi durdurmaktadır. Zira her birisi, kendi mesleğine taassupla bağlı ve diğerinin gittiği yola yüzeysel bir nazarla baktığından dolayı ya ifrat veya tefrite düşmüşlerdir. Bunun neticesinde de biri diğerini dalâletle (haktan sapmakla), öteki de berikini cehaletle suçlamaktadır. Özetle; eğer İslâmiyet bir saray şekline girecek olsa bir menzili mektebe, bir hücresi medrese, bir köşesi zaviye ve büyük salonu da hepsinin beraberce toplandığı ve birinin noksanının diğeri tarafından tamamlandığı küllî bir istişare meclisi hükmüne geçecektir. Ayna, kendince güneşi temsil ettiği gibi, şu Medresetü’z-Zehrâ da o İslâmiyet İlahî sarayını temsil edecektir.