126. Sayı: GÜNÜMÜZDE VEHHÂBİLİK HAREKETİ VE İSLAM ÂLEMİNE VERDİĞİ ZARARLARBu Sayıyı Satın Al
Konu resmiBoğaziçi Yalıları
Kültür ve Medeniyet

Osmanlı döneminde yalılara, “Suyu yalayan haneler” de denilmiştir.  Tarihî yalılar genellikle “Harem” ve “Selâmlık” olmak üzere iki ayrı binadan oluşurdu. Misafirler selâmlıkta ağırlanırdı. Yapılarda müştemilât, bendegân dairesi, ahır ve arabalıklar, kayıkhâne, kiler, mehtâbiye bulunurdu.  Osmanlı döneminde, İstanbul Boğazı’nın iki yakasının kıyılarına inşa edilen yalılar, Boğaziçi mimarisinin en seçkin ör­neklerinden olmuş ve yıllar bo­yunca İstanbul Boğazı ile özdeşleşmiştir. Yüzyıllar boyunca İstanbul Boğazı’nın iki yakasında yapılan, boğazın muhteşem güzelliğine güzellik katan, göz alıcı renk ve güzellikteki yalıların yaklaşık 360 tanesi günümüze ulaşabilmiş­tir. Yalıların en büyük özelliği lebiderya, yani denize sıfır mekânlar olmalarıdır. Zaman içerisinde kimi yalılar, gerek konut sahiplerince mekân kazanmak için önleri toprak doldurularak, gerekse kıyı şeridine yol yapmak için belediye tarafından geri plana alınarak denizden kısmen uzaklaşmış olmakla birlikte büyük çoğunluğu hâlen eski hallerini korumaktadırlar. Osmanlı döneminde yalılara, “Suyu yalayan haneler” de denilmiştir.  Tarihî yalılar genellikle “Harem” ve “Selâmlık” olmak üze­re iki ayrı binadan oluşurdu. Misafirler selâmlıkta ağırla­­nır­dı. Yapılarda müştemilât, ben­degân dairesi, ahır ve arabalıklar, kayıkhâne, kiler, mehtâbiye bulunurdu. Osmanlı döneminde, Boğaziçi’ndeki semtler paylaşılmış; Şeh­zâde, Sultan ve hânedan men­supları istedikleri yerde yalı veya köşk yaptırabildikleri halde daha çok Beşiktaş, Ortaköy ve Kuruçeşme sahillerinde, sadrazamlar, vezirler ve dîvan üyeleri Bebek’te, ilmiye sınıfı Rumelihisarı’nda, Hristiyanlar ve Yahudiler Arnavutköy ve Kuzguncuk’ta, zengin Rumlar, Avrupalı diplomatlar ve Ermeniler Yeniköy, Tarabya ve Büyükdere'de, din adamları, yazarlar, şâirler ve ilim adamları Beylerbeyi'nde ikâmet etmeyi tercih etmişlerdir. Osmanlı yalılarının mimarî özel­­likleri sahiplerinin sosyal sı­­­nı­fına göre değişiklik gösterir­di. Müslüman yalıları arasında boşluklar bulunurken, gay­ri­­müs­lim yalıları ise genelde bi­­tişik nizamda inşa edilirdi. Bal­kon ögesi bulunmayan yalılar­da bunun yerine geniş cumbalar kullanılmış ve yalıların tümünde kayıkhâne denen bir küçük iskele ile yalıların simgesi olan çiçek bahçeleri bulunurdu. Os­manlı döneminde yalılarda ya­­şıyan aileler denize uzanan cum­­balardan balık tutar, deniz ta­­ra­fındaki odanın halısının altın­daki ahşap kapak kaldırınca denize girilir, sandallarla geçen satıcılardan sepetler sarkıtılarak alışveriş yapılır, kayıkla yalının kapısına kadar gelinirdi. Müslümanların yalıları en fazla üç kat, gayrimüslimlerinki ise en fazla iki kat olabilirdi. Renkleri bile bir nizamla belirlenmiştir. Kırmızı, aşı rengindeki yalılar, devlet erkânı ya da saraya mensup zevâtın yalıları idi. Açık mavi, açık pembe, açık yeşil, beyaz gibi açık tonlu renkler Müslümanların gri, kahverengi ve duman rengi gibi koyu renkli yalılar ise gayrimüslimlere aitti. Bu kurallara uymayanın yalısına el konulur ve kendisi de sürgüne gönderilirdi. Sürgüne gönderilen şahsın yalısının kepenkleri kapatılır ve yalı sahibinin cezası bitene kadar da açılmazdı. Böylelikle kimin cezalı olduğu da hemen anlaşılırdı. Bu renk geleneği son yıllarda değişmiş, Boğaziçi yalılarının rengârenk boyandığı görülmüştür. Bazı yalılarda “Maşaallah”, “Yâ Emin”, “Yâ Hâfiz” yazılı levhalar olur, Allah tarafından korunan anlamına gelen Hâfiz ismi yalıların alınlıklarındaki madalyonlara yazılarak büyüden, yangından, nazardan korunma amaçlanırdı. Said Halim Paşa Yalısı'nda ve Mısır Konsolosluğu olarak kullanılan Emine Vâlide Paşa Yalısı’nda bu yazılar mevcuttur.   Anadolu Yakası Önemli Yalıları Abdülgaffar Bey Yalısı (Vaniköy), Amcazâde Hüseyin Paşa Yalısı (Anadolu Hisarı), Bahriyeli Sedat Bey Yalısı (Vaniköy), Edip Efendi Yalısı (Vaniköy), Halil Edhem Paşa Yalısı (Kanlıca), Hekimbaşı Yalısı (Kandilli), Kıbrıslı Yalısı (Kandilli), Komodor Remzi Bey Yalısı (Anadoluhisarı), Kont Ostrorog Yalısı (Kandilli), Mahmud Nedim Paşa Yalısı (Vaniköy), Recâizâde Yalısı ve Kadın Efendi Yalısı (Vaniköy), Rıza Bey Yalısı (Çengelköy), Sadullah Pa­şa Yalısı (Çengelköy), Zarif Mus­tafa Paşa Yalısı (Anadoluhi­sarı) Avrupa Yakası Önemli Yalıları Ahmet Afif Paşa Yalısı (Yeniköy), Ali Vafi Köşkü (Kuruçeşme), Azaryan Yalısı (Büyükde­re), Emine Vâlide Paşa Yalısı (Ku­­ruçeşme), Fâik ve Bekir Bey Ya­­lısı (Yeniköy), Gazi Osman Pa­­şa Ortaokulu (Ortaköy), Huber Yalısı (Tarabya), Nâile Sultan Konağı (Kuruçeşme), Sait Ha­­­­lim Paşa Yalısı (Yeniköy), Şeh­­­­zâ­de Burhanettin Efendi Ya­­lı­­sı (Yeniköy), Tophane Mü­şî­ri Ze­ki Paşa Yalısı (Arnavutköy).

Mustafa YILMAZ 01 Mayıs
Konu resmiKanaat Tükenmez Bir Hazinedir
İtikad

Kanaat kısmetine razı olmak, açgözlü olmayıp hırs göstermemek, helal ile yetinip haramı istememek manalarında kullanılır. Zıt anlamları doyumsuzluk, açgözlülük, hırslı olmaktır. Kanaat genelde iktisat kelimesiyle birlikte kullanılır. İktisat ise; her şeyde orta yolu tutmak, lüzumundan az veya fazla sarfiyattan kaçınmak demektir. Yaşadığımız dönem insanlı­ğın belki de kanaate en zi­ya­de muhtaç olduğu bir za­mandır. Çünkü hiçbir asırda insanların ihtiyacı bu kadar çok ve çeşitli olmamıştı. Do­yumsuzluğun zirve yaptığı, hır­sın şiddetlendiği bu asrın in­sanı, kanaatteki hazineye çok muhtaçtır. Teknolojideki hızlı gelişme insanların ihtiyaçları­nı hızla artırmaktadır. Eskime yerine moda ve merak duygu­su ile sürekli yeni çıkan şeyler takip edilmektedir. Sahip ol­du­ğu şey ihtiyacını karşılasa da, yeni modeller büyük bir aç gözlülükle alınmaya çalışıl­maktadır. Bu tatminsizlik, in­sa­nı sürekli yeni arayışlara ve israfa sevk eder. İsraf netice­sinde iktisadın bereketini ve kanaatten gelen memnuniyeti kaybeden insan, huzursuzluğa ve strese girer. İsraf ile yapılan harcamanın neticesinde oluşan açığı karşılamak için de daha fazla hırsla dolar. Hırsın da üç neticesi vardır; 1- Kanaatsizlik 2- Mahrumiyet ve hasaret 3- İhlası kırar İşte bu durumda bulunan in­san hiçbir zaman memnuni­yet ve tatmin duygusunu ya­ka­la­yamıyor. Tam tersine olarak hırs ile dolarak, elindekinin lez­zetini alamadan kaybediyor. Huzursuzluk ve mahrumiyet içinde kalıyor. Bu noktada ya­­pılması gereken, mananın kuv­vetlendirilmesi, maddenin ikinci plana alınması, ruhun cesede mahkûm değil hâkim olmasıdır. Yani gönlün zengin­leş­tirilmesi ve kanaat duygu­su­nun geliştirilmesidir. Bunu bi­raz daha açacak bir kıssayı pay­laşalım. İbrahim bin Edhem; kendisi­ne bir kese altın vermek isteyen zengin adama: Ben fakirlerden bir şey al­mam, deyince, o zengin zat: Ben fakir değilim, demiş. Bu­­nun üzerine İbrahim bin Ed­hem Hazretleri: Bu sahip olduğun servetten da­­ha fazlasına sahip olmak ister mi­­sin, diye sormuş. Adam: Evet, cevabını verince, Şeyh: Bu halin fakirlik değil de ne­dir? İstemek ihtiyaçtan, ihti­yaç da fakirlikten gelir. Bana verdiğin şeye, sen daha fazla muhtaçsın, demiş. Yine Mevlana Celaleddin Haz­ret­leri; “Kanaat sahibi olan zen­gindir” buyurur. Kanaati ol­ma­yan daima fakirdir. Maddi im­kânlar, sahip olunan para in­sanları zengin yapmaz. İnsana saadet ve huzur vermez. Gerçek zenginlik, gönül zenginliği an­la­mına gelen kanaat sahibi ol­maktır. İktisat neticesinde kanaati ka­zanan bir insan hayatından lez­­zet alır. Her şeye rıza gözüy­le bakar. Rabbinin kendisine tak­­­sim ettiği nimetlerden do­la­yı Rabbinden razı olur ve Rab­bine şükreden bir kul olur. Hem çalıştığının karşılığına ra­zı olduğu için, daha fazla ça­lışmaya şevk kazanır. Hırs­lı insan gibi, çalıştığının karşı­lığından fazlasına göz dikip gay­ri meşru yollara düşmez. “İn­san için ancak çalıştığının kar­şılığı vardır” sırrıyla daha faz­la çalışır ve neticede elde etti­ğinden memnuniyet duyar. Çalıştığı meşgalesinden lezzet alır. Hayatını iktisat ve kanaatle geçiren Bediüzzaman Hazret­leri­nin şöyle bir cümlesi var: “Gerçi param azdır. Fa­kat ik­tisadım var. Kanaate alış­mı­şım. Ben sizden daha zengi­nim.”1 İzzet dolu bu cümle insanın eviyle, arabasıyla, kredi kartıyla değil; ruhuyla, manasıyla insan olduğunu haykıran harika bir cümledir.  Efendimiz (sav bir Hadis-i Şe­rif’te buyurduğu gibi, “Ka­naat eden izzet bulur, tama’ ve hırs gösteren zillete düşer.’2 Bun­dan dolayı Yahudi milleti sa­hip oldukları maddi imkânlara rağmen hırsları sebebiyle daima zilletle anılmışlardır. Özetleyecek olursak; İsraf hır­sı, hırs ise kanaatsizliği netice verir. İsrafın zıddı olan iktisat ise, kanaati netice verir. Kanaatin de 4 neticesi vardır; Çalışmaya şevk verir Şükür kapısını açar İzzet kazandırır İhlası kazandırır Gelelim belki de en önemli mesele olan ihlas meselesine. Yukarıda bahsi geçtiği gibi israfın neticesi olan hırs ihlası kırdığı gibi, iktisadın neticesi olan kanaat ihlası kazandırır. İhlas, samimi olmak Allah rızası için hareket etmek manalarına gelir. Evet, maneviyatta yani kulluk yolunda dahi hırs insanı sıkın­tıya sokar ve sefahate sevk eder. Çünkü hırs meşru ve doğru bir his olmadığı için, yapılan ibadet Allah rızası için değil de başka maksatlar için yapılmış demektir. Yani niyet bozulmuştur. Bu mak­­sat, çoğunlukla insanların övgü­le­ri­ni ve beğenilerini kazanmak, onları razı etmek şeklinde­dir. Böyle bir insan ibadetlerin­de samimi ihlası yakalayamaz. Hem de bu maksadının aksiyle in­­­san­­ların övgüsü yerine tah­kir­­le karşılık bulur. Bir Hadis-i Şerif’te Efendimiz (sav) şöyle buyurmuştur: “Dün­yaya rağbet gösterme ki, Allah seni sevsin; insanların ellerinde bulunana (nimet ve imkânlar) rağbet etme ki, onlar (da) seni sevsin.”3 İşte kanaatin tükenmez bir ha­­zine olması sırrı burada sak­­lı­­dır. Gönül zenginliği sır­rına ula­şan bir insan, gön­lüne tecelli eden Esma-i Hüs­na’nın hazinesi­ne ulaşır. Yani kesret (çokluk) âle­minde da­ğı­nık olarak bulunan ama eli yetişmediği ihtiyaçlarını same­diyet aynası olan kalbinin iç yüzüne yönelerek tatmin ede­bilir. Hiçbir şeye muhtaç olmayan ve her şeyin kendi­si­ne muhtaç olduğu Samed olan Rabbine yönelir. Kalp da­hi her şeyi arzu ettiği için, her şey elinde bulunan bir Rab­be yö­nelmekle emellerine ulaşa­bi­lir. Zaten kalpler ancak Allah’ı zikretmekle tatmin ola­bilir. Bü­tün Esma’nın hazi­ne­sine ula­şarak ganiyy-i mutlak olan yani sonsuz zenginlik sa­hibi olan Zata dayanır. Her arzusunu on­dan ister, her ihti­yacını ondan karşılar. Böylece ruhi bir lezzete, samimi bir ubudiyete ve rıza makamına ulaşır. Ahmet Hüsrev Altınbaşak Haz­ret­leri’nin sürekli kullandığı “Ben Halıkımdan ebediyyen ra­zı ol­muşum” cümlesi, kanaatin zir­vesindeki bir imanın ifadesi olan harika bir cümledir. Bize dü­şen vazife, gerek lütuf ve ih­san, gerek musibet ve imtihan, Rab­bimizden bize her ne gelir­se razı olmaktır. Pişmanlıklar ve keşke’ler yerine, halen iman sa­hibi olduğumuzdan, namaz kıl­dığımızdan ve benzeri çok ni­metlerden dolayı şükran ve mem­nuniyet içinde bulun­mak­­­tır. Zaten bu hal bize da­ha fazla ibadet yapmak için şevk ve gayret verecek ve iba­det­lerimizden daha fazla feyiz al­mamızı sağlayacaktır. Bizi ka­­naatin tükenmez hazinesine ulaş­­­tıracak hayatımızı lezzet ala­rak ge­çirmemizi sağlaya­cak­tır. Kaynaklar: 1- 19. Lema İktisat Risalesi (Lemalar)2- Et-terğib ve’t-terhib, Keşf’ul-hafa, Kenz’ul ummal3- İbn Mâce, Zühd 1

Muhammed BOSTAN 01 Mayıs
Konu resmiEzan Bu Topraklarda Susmaz
İtikad

Geçen ay Ürdün’den karadan Filistin’e geçtiğim vakit sınır­dan Eski Kudüs'ün Zehra ka­pı­sına götüren arabaya bin­di­ğimde aklımda “Acaba ezan yasağı uygulanıyor mu?” so­rusu vardı. Arabadan in­di­ğim vakit ezan seslerini du­yunca rahatladım; ancak içim­de hala konuyla ilgili bir te­dirginlik vardı. Yaklaşık 10 ki­şiye sor­dum bu durumu. An­cak al­dığım cevaplar çok gü­zeldi. “Ezan bu topraklarda sus­maz bi-iznillah.” Böylesine bir durum karşısın­da Elhamdülillah demekten kendimi alamadım. Ancak ezan yasağı için sunulan tasarı Meclis’ten (Knesset’ten)    3 oylama sonucunda geçerse ge­ce 23 ile sabah 07 arasında ya­sak gelebilir. Ve geçtiğimiz haf­ta İsrail Meclisi ilk oylamada ezan yasağına dair onay verdi. Geriye kaldı 2 oylama.  Allah hayreylesin…

Ahmet Yasir FETEN 01 Mayıs
Konu resmiTürklerin ve Kürtlerin Saadetleri Ortaktır
Risale-i Nur

Bediüzzaman Hazretleri, Kürt aşiretlerin so­­rularına cevaplar verdiği Münazarât Risa­lesi’ nde, kendisi de doğunun bir evlâdı olarak, Kürt­lere mealen şöyle seslenmektedir: “Biz Kürtler, başkalarına benzemeyiz. Yakînen (kesin olarak) biliyoruz ki, içtimaî hayatımız (sosyal hayatımız) Türklerin hayat ve saadetinden neş'et eder (ortaya çıkar).” Yani Kürtler ile Türkler etle tırnak gibi birbiriyle karışmış ve kaynaşmıştır. Türklerin maddeten kalkınması, kuvvetlenmesi ve saadeti nispetinde, Kürtler de rahata ve saadete kavuşacaklardır. Bir lâkabı da ‘Said-i Kürdî’ olan Bediüzzaman Hazretleri, 31 Mart hadisesinde ayaklanan Kürt hamalları yatıştırmak için yaptığı ko­nuşmasında da aynı hakikati şöyle dile ge­tirmişti: “Ey hamallar! Altı yüz seneden beri bayrak-ı tevhidi umum âleme karşı ilân eden şanlı Türk pederlerimize kuvvet ve cesaretimizi peşkeş ve hediye edelim. Ona bedel, onların akıl ve marifetinden istifade edeceğiz. Mâhâsıl (özetle), Türkler bizim aklımız, biz de onların kuvveti; mecmuumuz (birlik olduğumuzda) bir iyi insan oluruz.” Fen İlimleri İle Din İlimlerini Birleştirmek “Vicdanın ziyası, ulûm-u diniyedir. Ak­lın nuru, fünun-u medeniyedir. İkisinin im­­ti­zacıyla (kaynaşmasıyla) hakikat te­cel­­li eder. O iki cenah ile (kanat ile) talebenin himmeti (gayreti) pervaz eder (uçar). İftirak ettikleri (birbirlerinden ay­rıldıkları) vakit; birincisinde taassup (kö­rü körüne bağlılık), ikincisinde hile, şüphe tevellüd eder (ortaya çıkar).” Bediüzzaman Hazretleri, gaye-i hayali olan Medresetü’z-Zehrâ’da fen bilimleri ile din ilimlerinin birlikte mezcedilerek öğretilmesi gerektiğini savunmaktadır. Bu tarz bir eği­tim ve öğretimin, iki hikmeti olduğunu be­lirtmektedir. Birincisi; dört yanlış kıyaslama* sonucunda ortaya çıkan safsatanın (boş, asılsız ve te­mel­siz sözlerin), zihnin muhakemesine zul­met­mesini engellemek. Çünkü bu yanlış kı­yas­ların sonucunda ortaya çıkan safsata, zihnin doğru çalışmasını ve doğru sonuçlara var­ma­sını engellemektedir. İkincisi; filozofluk taslayanların, tahkiksiz ço­cukça taklit edenler üzerindeki aldat­ma­la­rını ortadan kaldırmak. Medresetü’z-Zehrâ Projesi Bediüzzaman Hazretleri’nin hayatı boyunca daima peşinden koştuğu bir hakikat olan, do­ğunun problemlerinin çözümü ola­rak gör­düğü ve gaye-i hayalî olan proje; Med­re­se­tü’z-Zehrâ projesidir. Münazarât Risalesi’nde bu projesi hakkında detaylı bilgiler vermektedir. Bu bilgileri mad­deler halinde şöyle sıralayabiliriz: Mısır’ın başkenti Kahire’de milâdî 975 senesinde kurulan ve hem fen bilimlerini hem de İslâmî ilimleri ders veren meşhur El-Ezher’in kız kardeşi hükmünde olacak olan bu medresenin ismi; ‘Medresetü’z-Zehrâ’dır. Bu medrese, üniversiteyi de içine alan pek âlî (yüce) bir medresedir. Medresetü’z-Zehrâ’nın merkezi Bitlis ol­makla beraber, Van’da ve Diyarbakır’da iki şubesi daha olmalıdır. Bu medresenin tesisi için 8 şart vardır. Birinci şart: Bu dârü’l-fünûnun ismi ‘med­rese’ olmalıdır. Çünkü medrese ismi alışılmış, çekici, şevk verici, ilim öğrenmeye rağbet uyandıran ve büyük bir hakikati ihtiva eden bir isimdir. İkinci şart: Bu medresede fen bilimleri ile din ilimlerini birbirine katarak öğretmek. Üçüncü şart: Arapçayı vacip, Türkçeyi lâzım, Kürtçeyi de caiz kılmak. Dördüncü şart: Bu medresede müderrislik yapacak âlimler, hem fen bilimlerine hem de din ilimlerine sahip, Kürtlerin de Türklerin de itimat ettiği Kürt âlimlerinden veya alış­tırmak için mahallî dil olan Kürtçeye aşina olan âlimlerden olmalıdır. Beşinci şart: Kürtlerin kabiliyetleriyle istişare etmek. Yani onların âdeta çocuk fıtratlı ve basit fikirli olduklarını nazara almak. Çünkü çok elbiseler vardır ki bir bedene uyduğu halde başka bedenlere uymaz ve çirkin ge­lir. Çocukların eğitimi, ya zorlayarak veya heveslerini okşayarak olur. Altıncı şart: İş bölümü ve vazife paylaşımı kaidesini tamamen uygulamak gerekir ki şubelerden birbirine giriş ve çıkışlar olsun ve böylece her bir şubeden uzmanlaşmış kişiler çıkabilsin. Yedinci şart: Bir mahreç (çıkış yeri) bulmak ve eğitime devam edenlerin feyiz almalarını ve yükselmelerini temin etmek; hem de me­zunlarını diğer resmî yüksekokullarla eşit tut­mak ve imtihanlarını, onların imtihan­ları gi­bi netice alıcı kılmak, neticesiz bırakma­maktır. Sekizinci şart: Dârü’l-Muallimîn’i (Osman­lı’da rüşdiye denilen ortaokullara erkek öğ­retmen yetiştiren öğretmen okulunu) geçici süreliğine bu Medresetü’z-Zehrâ dairesinde merkez kılmak ve iki eğitim merkezini bir­bi­riyle kaynaştırmak. Böylece, intizam ve fe­yiz ondan buna geçsin ve fazilet ve diya­net, bundan ona geçsin. Bu karşılıklı alış­veriş ile her biri diğerine bir kanat vererek zülce­naheyn (iki kanatlı) olsun. è Medresetü’z-Zehrâ’nın ayakta kalabilmesi ve masraflarını karşılayabilmesi için geliri hamiyet ve gayrettir. Nasıl ki çekirdekte, ağacın ruh programı sak­lıdır. Zamanı geldiğinde, o çekirdekten bir ağaç ortaya çıkar ve meyveler verir. Aynen öyle de şu medrese, eğer hamiyet ve gayretle yeşillense, fıtratı gereği, dört cihetle maddî ihtiyaçlarını kendi temin etmeye başlayacak ve başka insanların yardımına muhtaç olma­yacaktır. Bu dört cihet şunlardır: Devam Edecek * Birinci yanlış kıyas: Avrupa’nın maddiyattaki üstünlüğünü görüp, maneviyatta da Avrupa’yı üstün zannetmek ve manevi meselelerde Av­rupa’nın sözünü delil kabul etmek. Hâlbuki her şeyi maddede arayanların akılları gözlerine inmiştir. Göz ise maneviyatta kördür. İkinci yanlış kıyas: Fen bilimlerinde malumatı olmayan İslâm âlimlerinin sözünü, din ilim­lerinde de kabul etmemek. Üçüncü yanlış kıyas: Fen bilimlerindeki uz­manlığı ile gururlanıp, kendi nefsine dinî me­selelerde de itimat etmek. Dördüncü yanlış kıyas: Öncekileri sonrakilere, geçmiş zamanı şimdiki zamana kıyas edip, haksız itirazlarda bulunmak. Birincisi: Dağınık olan ürünleri, hizmetleri, hayırları ve sadakaları belli bir sistem ve disiplin altına alarak büyük semereler elde etmeye imkân tanıyan vakıflar, hakkıyla in­tizam altına girseler şu havuza (Medresetü’z-Zehrâ’ya) medreseleri birleştirmek yoluyla mühim bir çeşmeyi akıtacaktır. İkincisi: Zekâttır. Medresetü’z-Zehrâ, bir zamandan sonra İslâmiyet’e ve insaniyete yapacağı hizmetle, şüphesiz ki bir kısım zekâtları hak ederek kendine alacaktır. Hatta zekâtların zekâtını da alsa yine kâfi gelecektir. Üçüncüsü: Şu medrese ortaya koyup neşredeceği meyveleriyle, umuma yayacağı ziyasıyla, İslâmiyet’e edeceği hizmetlerle, akıllar için en yüce mektep olduğu gibi; kalbler için en mükemmel bir medrese, vicdanlar nazarında en mukaddes bir zaviyeyi temsil edecektir. Dolayısıyla hem medrese, hem mekteb, hem de tekke hükmüne geçecektir. Böyle olduğundan da İslâmiyet’in millî yardımları olan adaklar ve sadakalar kısmen ona yönelecektir. Dördüncüsü: Medrese -yukarıda da geçtiği üzere- Dârü’l-Muallimîn (öğretmen okulu) ile birleştiğinden, artacak olan Dârü’l-Muallimîn gelirleri -eğer mümkün ise- geçici bir süreliğine borç olarak Medrese’ye verilse, bir zaman sonra Medrese bu yardıma ihtiyaç göstermeyecek ve o borçlarını geri ödeyecektir. è Medresetü’z-Zehrâ’nın meyveleri beş maddede özetlenebilir. Bunlar: Birinci meyve: Medreselerin birleştirilmesi ve ıslah edilmesidir. İkinci meyve: İslâmiyet’i, onu paslandıran hikâyelerden, israiliyâttan (Yahudi kitaplarında nakledilen hurafe türünden hikâyeler ve menkıbeler) ve taassuptan (aşırı, körükörüne ve cahilce bağlanıp inanmaktan) kurtarmaktır. Cehaletten ve muhakeme yapmamaktan kaynaklanan taassup, İslâmiyet’in malı değildir. İslâmiyet hakikatinde salâbet-i diniye (din kuvvetidir) vardır. O da metanet (sağlamlık), sebat (kararlılık) ve iltizam-ı hak (hakka tarafgirlik) anlamlarını içine alır. Taassubun en dehşetlisi, bazı Avrupa taklitçilerinde ve dinsizlerde bulunur ki İslâm aleyhinde görünen sathî ve yüzeysel şüphelerinde inatla ısrar gösterirler. Taassup, İslâm’a delil ve ispat ile bağlanan âlimlerin vasfı değildir. Üçüncü meyve: Özellikle de doğudaki aşiretlere, meşrutiyetin güzelliklerini neşretmek için bir kapı açmaktır. Zira meşrutiyet, aşiretler tarafından beğenilmezse istifade edilmez. Bu ise daha büyük bir zarardır. Hasta, şifalı tiryakı zehirle karışık zannetse elbette kullanmaz. Dördüncü meyve: Medrese talebelerinin nefret etmeyeceği, saf bir memba hükmünde, fen bilimlerini medreselere sokmak için bir yol açmaktır. Çünkü fen bilimlerinin İslâm’a zıt olduğuna dair son derece yanlış bir anlayış ve uğursuz bir vehim var. Bu tarz eğitim ile bu engeller de kalkacaktır inşallah. Beşinci meyve: İslâmî ilimlerin öğretildiği medrese, fen bilimlerinin öğretildiği mektep ve tasavvuf eğitiminin verildiği tekke ehlinin birbirleriyle barışmalarıdır. Medresetü’z-Zehrâ projesiyle aynı çatı altında toplanan medrese, mektep ve tekke, birbirlerine meyledecekler ve fikir alışverişinde bulunacaklardır. Bu durum da en azından maksatta onları birleştirecektir. Maalesef onların fikir ayrılıkları, ittihadı bozduğu gibi; meşrep farklılıklarından kaynaklanan sıkıntılar da maddî ilerlemeyi durdurmaktadır. Zira her birisi, kendi mesleğine taassupla bağlı ve diğerinin gittiği yola yüzeysel bir nazarla baktığından dolayı ya ifrat veya tefrite düşmüşlerdir. Bunun neticesinde de biri diğerini dalâletle (haktan sapmakla), öteki de berikini cehaletle suçlamaktadır. Özetle; eğer İslâmiyet bir saray şekline girecek olsa bir menzili mektebe, bir hücresi medrese, bir köşesi zaviye ve büyük salonu da hepsinin beraberce toplandığı ve birinin noksanının diğeri tarafından tamamlandığı küllî bir istişare meclisi hükmüne geçecektir. Ayna, kendince güneşi temsil ettiği gibi, şu Medresetü’z-Zehrâ da o İslâmiyet İlahî sarayını temsil edecektir.

Mustafa TOPÖZ 01 Mayıs
Konu resmiNurdan Ölçüler
Risale-i Nur

Üstadın dediği gibi: “Aynen öyle de, ma‘nevî bir elektrik olan Resâilü’n-Nûr dahi gayet yüksek ve derin bir ilim olduğu halde, külfet-i tahsîle (tahsil zahmetine) ve derse çalışmaya ve başka üstâdlardan taallüm edilmeye (hocalardan ders alınmaya) ve müderrisinin ağzından iktibâs olmaya (müderrislerden ders alınarak elde edilmeye) muhtaç olmadan, herkes derecesine göre o ulûm-u âliyeyi (dinin yüksek ilimlerini) , meşakkat ateşine lüzûm kalmadan anlayabilir. Kendi kendine istifâde eder. Muhakkik (araştırmacı) bir âlim olur.” 3 Mart 1924 tarihinde kabul edilen Tevhid-i Tedrisat Kanunu ile Osmanlı dönemine ait bütün eğitim kurumları kapatıldı. Kanun çıktığında, ülke genelinde 479 medrese ve 18.000 medrese talebesi vardı. Tevhid-i Tedrisat Kanunu bahane edilerek “Türkiye’de sadece Müslüman vatandaşların olmadığı, Müslüman olmayan Türk vatandaşlarının da dini ihtiyaçları ve vicdan özgürlüğü olduğu” düşünülerek; ilkokul programından Kur’an dersleri, ortaokul ve lise programından da din, Arapça ve Farsça dersleri çıkarıldı. Başlangıçta isteğe bağlı bir ders haline getirilmiş olan din dersi; ortaokullarda 1930’da, öğretmen okullarında 1931’de, şehir ilkokullarında 1933’de, köy ilkokullarında 1939’da tamamen müfredattan çıkarıldı. Tüm bu gelişmeler sonucu 1939-1948 yılları arasında din derslerinin hiç yer almadığı bir örgün eğitim dönemi yaşandı. İşte tam da bu dönemde Risale-i Nur hizmeti adeta milletin imdadına yetişiyordu. Milletin imanı tehlikedeydi. Çağdaşlık bahanesiyle neredeyse dinsiz bir nesil yetiştirilmeye çalışılıyordu. Hazret-i Üstad bu durumu şöyle özetliyordu: “Bana, ‘Sen şuna buna niçin sataştın?’ diyorlar. Farkında değilim. Karşımda müthiş bir yangın var. Alevleri göklere yükseliyor. İçinde evlâdım yanıyor, imanım tutuşmuş yanıyor. O yangını söndürmeye, imanımı kurtarmaya koşuyorum. Yolda biri beni kösteklemek istemiş de ayağım ona çarpmış; ne ehemmiyeti var? O müthiş yangın karşısında bu küçük hâdise bir kıymet ifade eder mi? Dar düşünceler, dar görüşler!”1 Devlet, Tevhid-i Tedrisat Kanunu ile eğitimi tamamen eline aldı. Eğitim tekelleştirildi. Bunun sonucu olarak halk dinini öğrenemez ve öğretemez oldu. Tabii ki bu uygulamanın amacı tek tip insan yetiştirmekti. Medreselerin, tekke ve zaviyelerin kapatılmasıyla ülkede “Allah Allah” diyen bütün kurumların kapısı kapatılmıştı. Risale-i Nur bu dönemde ortaya çıkıp her evi bir medreseye, bir mektebe dönüştürüyordu. Üstadın dediği gibi: “Aynen öyle de, ma‘nevî bir elektrik olan Resâilü’n-Nûr da­hi ga­yet yüksek ve derin bir ilim olduğu hal­de, külfet-i tahsîle (tahsil zahmetine) ve der­­­se çalışmaya ve başka üstâdlardan taallüm edilmeye (hocalardan ders alınmaya) ve mü­­derrisinin ağzından iktibâs olmaya (mü­der­rislerden ders alınarak elde edilme­ye) muhtaç olmadan, herkes derecesi­ne gö­re o ulûm-u âliyeyi (dinin yüksek ilimle­ri­ni), meşakkat ateşine lüzûm kalma­dan an­layabilir. Kendi kendine istifâde eder. Muhakkik (araştırmacı) bir âlim olur.”2   Artık herkes kendi kendine iman hakikatlerini öğrenip bir din âlimi olabilecekti. Evde, işte, havada, karada, dağda, bağda bu iman hakikatleri her yerde hususi olarak talim edilip ettirilebilirdi. Bu suretle her yer bir medrese bir mektep olabilirdi. Risale-i Nur talebeleri işte bunu başardı. Bulundukları her yerde iman dersleri yaptılar. Her türlü yasağa rağmen iman hakikatlerini memleketin her köşesine ulaştırdılar. Bu sebeple sürgüne yollandılar. Hapse atıldılar. Yılmadılar. Oraları da bir Medrese-i Yusufiye yaptılar. Bu medreseleri kapatmaya kimsenin gücü yetmiyordu. Çünkü iman varsa imkân da vardı. Ayrıca Risale-i Nurun eğitim modeli, Osmanlı döneminin eğitim modelinden farklı idi. Bediüzzaman Hazretleri, Osmanlı medreselerinden eğitim almıştı. Doğuda ve batıdaki Osmanlı medrese ve mekteplerini çok iyi bilen bir âlim olması hasebiyle, bu eğitim kurumlarının eksik yönlerini çok iyi tespit etmişti. O şöyle diyordu: “Vicdanın ziyâsı ulûm-u dîniyedir. Aklın nûru fünûn-u medeniyedir. İkisinin imtizâcıyla (birlikteliğiyle) hakîkat tecellî eder. O iki cenâh ile talebenin himmeti pervâz (gayreti yükselir) eder. İftirâk (ayrıldıkları) ettikleri vakit, birincisinde taassub (körü körüne bağlılık), ikincisinde hile şübhe tevellüd (doğar) eder.”3 Osmanlı medreselerinde dini ilimler verilirken matematik, fizik, kimya, coğrafya, astronomi, tarih, edebiyat gibi ilimler okutulmuyordu. Bunun neticesinde medreseden mezun olan insanlarda bunun eksikliği hemen göze çarpıyordu. Mekteplerde ise din eğitimi verilmiyordu. Müspet fenler verilirken de pozitivist bir yaklaşım sergileniyordu. Sanki kâinattaki bütün olaylar sebeplerin sonucunda meydana geliyor, Allah ile bir ilgisi yok gibi anlatılıyordu. Bu da halkı inancında şüpheye düşürmekten başka bir işe yaramıyordu. Sevgili Üstadımız yazdığı risalelerde imanî hakikatleri bilimsel gerçeklerle ispat ederek kuvvetli ve sarsılmaz bir imanı inşa ediyordu. Bu sistemde yetişen insanın aklı, kalbi, ruhu ve latifeleri iman hakikatlerinden tam manasıyla gıdalarını alıyor, delillerle donanmış sağlam bir itikada sahip oluyordu. Üstadın açtığı bu yolda herkes gidebiliyordu. Aklı başında olan, yediden yetmiş yediye her sınıf insan, bu metotla imanını sarsılmaz bir hale getirebiliyordu. Cumhuriyet döneminde eşi benzeri görülmemiş bir hizmet ortaya koyan Risale-i Nur talebeleri, bugün milyonlarla insanın imanını tehlikeden kurtarıp istikamet dairesinde hayatlarını sürdürmelerinde rehberlik etmişlerdir. Bir senede sıradan bir insanı iman noktasında hakikatli bir âlim haline getirmek hem de her türlü baskı altındayken bunu başarmak bu zamanın insanlarına ilahi bir lütuf değil de nedir? Kaynaklar: 1- Tarihçe-i Hayat,Isparta Hayatı, 228. 2- Sikke-i Tasdik-i Gaybî, 63. Altınbaşak Neşriyat.3- Mektubat 2, 152. Altınbaşak Neşriyat.

Zafer ZENGİN 01 Mayıs
Konu resmiOsmanlı Devrinde Kudüs ve Altın Madenleri
Tarih

Sultan 2. Abdülhamid, Kudüs ve El-Bab'daki alyın madenlerini şahsî mülküne alarak yabancı istilasından korumaya çalışmıştı. Kudüs’de Osmanlı eserleri Yavuz Sultan Selim’in 29 Ara­lık 1516 günü Osmanlı or­du­­­su­­nun ba­şında Kudüs’e gir­­me­siyle bir­likte Kudüs’te 4 asır­lık Os­manlı Devri başla­mış olu­yordu. Osmanlı Dev­leti, İslâm dünyasının üçün­cü mukaddes şehri olan Ku­düs’e, şanına yakışır şekilde hu­susî bir önem atfetmiştir. Bu öneme binaen Kanunî Sul­tan Süleyman dev­rinden baş­layarak, ciddî imar faaliyet­lerinde bulunulmuştur. Bu sü­reçte Kubbetü’s-sah­ra res­­­to­­re edil­di. Üç km uzun­lu­­­ğun­da on iki metre yüksek­li­­ğin­de sur inşa edildi. Hâlen mev­cu­­di­yetini devam ettiren bu su­run 34 kulesi ve 7 kapısı var­dır. Ayrıca Kudüs’ün su yol­ları tamir ettirilmiş ve beşi sur içinde olmak üzere altı çeş­me yaptırılmıştır. Hürrem Ha­seki Sultan, Kudüs’e câmi, med­­rese, han, ribât ve ima­ret­­haneden teşekkül eden bir kül­liye yaptırmıştır. Bu kül­li­ye­den günümüze imarethane ulaş­mış olup, hâlâ hizmet ver­mektedir. 2014 senesinde Ana­dolu Ajansına konuşan ima­ret­hanenin müdürü Abdullah Acec şunları söylemekteydi: “Burayı Allah rahmet eylesin, me­­kânı cennet olsun, Kanunî Sul­­tan Süleyman’ın eşi Hürrem Sul­­tan yaptırmış. Burası önce­leri vakıf olduğu için kendisine ait vakıf binalarının gelirleri ile ya­şıyordu. İsrail, savaştan sonra bunlara el koyunca gelirimiz azal­dı, uzunca zaman zekât ve yar­dımlarla yürüdük. Şimdi ise Ka­tar devletinin “Kızılay’ı” bi­zim harcamalarımızı karşılı­yor. Burada 5 kişi çalışıyoruz ve her gün 5 yüz kişilik, 113 aileye ye­tecek yemek çıkarıyoruz. Gün­lük 2 bin dolar harcamamız olu­­­­yor. Ramazan’da ise iki kat ye­­mek yapıyor ve daha fazla ki­şi­­ye dağıtıyoruz. Haftanın 5 gü­nü, Cuma ve Cumartesi ha­riç hiz­met vermekteyiz.” Hürrem Haseki Sultan, külliye­si­nin masraflarının karşılanma­sı için kurduğu vakfa hususan Re­mle’de çok sayıda arazi de ba­ğışlamıştı. Onun vefatından son­ra Kanunî Sultan Süley­man, vakfa bağışlanan arazi ve köy­­lerin sayısını arttırmıştır. Hür­­­rem Haseki Sultan, bu ima­ret­ha­nesi günümüze ulaşan kül­li­ye­nin hâricinde Kudüs’e bir de hamam inşa ettirmiştir. An­cak bu hamam günümüzde Er­me­ni kilisesinin malıdır. Ka­nu­ni devrinden sonra da Os­manlı Dev­­leti tarafından Kudüs’de bir­çok eser inşa edildi. Bunların sa­yısının sadece sur içinde 60’ı geçtiği bilinmektedir. Sultan 4. Murad, Kudüs’ün güvenliği için El-Halil yolu üzerinde bir kale inşa ettirdi. Sultan Abdülmecid ve Sultan Abdülaziz, Kudüs’de çok ciddî restorasyon çalışmaları yaptırdılar. Kudüs’de barışın hâkim olduğu dört asır Kudüs, yüzyıllarca Osmanlı ida­­­­re­si al­tın­da barış içinde ya­şa­mış­­tır. 1798 senesinde Napol­yon’un Mısır’ı işgal girişimi­nin ardından, Fransız kuvvetleri iş­­gali sağlamlaştırmak adına Os­manlı kuvvetlerinin bulun­du­ğu Akka’yı kuşatmaya alır­lar. Ancak Cezzâr Ahmed Pa­­şa komutasındaki Osmanlı or­du­­­­su, Fran­sız­lara galip gelir ve Fran­­­sa çe­kil­mek zorunda ka­lır. Bu püs­kür­tü­len işgal girişi­mi­nin haricinde 1. Dünya Sa­va­­şı­na kadar dört yüz yıl bo­yun­ca, Kudüs barış ve huzur beldesi olmuştur. Kudüs’ün de­­­mog­ra­fik yapısı korunmuş ve nü­fus yapısını bozacak Yahudi göç­le­rine izin verilmemiştir. Kudüs’ün nüfus yapısı ve Yahudi göçü Memlûklüler ve Osmanlılar de­­­­­vir­­lerinde Kudüs’ün nüfu­su­­nun 10 bin civarında, bi­raz al­­tın­da veya biraz üstünde sa­bit­­len­di­ğini görüyoruz. An­cak bu durum 1850 senesinden iti­ba­ren Kudüs’e Yahudi gö­çüy­­le bir­likte değişmeye baş­la­mıştır. 1870’de Kudüs’ün nü­­fu­­su 20 bi­ne ulaşmıştır. 1900’e ge­­lin­di­ğinde ise 40 bini geç­­miş­­­tir. Önceleri Müslü­man nü­fus ço­ğun­lukta iken, 1900 se­ne­sinde nüfusun yarıya yakı­nı­nı Ya­hu­diler oluşturmak­tay­dı. Ya­hudi nü­­fusunun artışı, da­yat­ma bir göç durumunun ne­ti­cesiydi. Kudüs ve El-Bâb’daki altın madenleri Bu resmî olmayan ancak fii­lî ola­rak dayatılan göç duru­mu, hayra alamet değil­di. 1850’li yıllardan itibaren fii­li­ya­ta ge­çi­ril­miş bir po­li­ti­ka­nın te­za­hürüydü. Sultan 2. Ab­dül­­ha­mid’in ileri görüşlü­lü­­ğü bu­ra­da da devreye girmiştir. Ya­hu­dilerin, Kudüs merkezli ve Fı­rat ile Nil Nehirleri arasında kur­mayı düşündükleri Yahudi Devletini engellemek için her türlü tedbiri almıştır. Bunların arasında, bu coğrafyadaki altın madenlerini kendi şahsî mül­kü yapmak suretiyle yaban­cı is­tilasından korumak da var­dı. 15 Aralık 1907 tarihli Mec­lis-i Vükelâ evrakında bu konu ile ilgili şu ifadelere yer verilmekteydi: “Suriye ve Beyrut vilâyetleriyle Kudüs-i Şerîf sancağı dâhilinde humr (altın) ma’deninin ta­har­rî ve işletilmesi imtiyazı mukad­demâ bâ-irâde-i seniyye-i ce­nâb-ı Pâdişâhî hazîne-i hâs­sa-i şâhâneye i’tâ edilmiş oldu­ğu hâlde bilâhere Lazkiye sanca­ğında Bâb nâhiyesinde zuhûr eden bir humr ma’denini işlet­mek üzere bazı teşebbüsâtda bulunulduğu ve İzmir’de petrol gazı ile ispirtonun muhâfazası için mağazalar inşâsı imtiyâzı ber-mantûk-ı emr u fermân-ı hümâyûn-ı mülûkâne hazîne-i müşârun-ileyhâya ihsân buyu­ru­larak fermân-ı âlî dahî istih­sal edilmiş bulunduğu” Söz konusu vesikada da be­lir­til­diği üzere, Suriye ve Bey­rut Vi­lâ­yet­lerindeki altın ma­den­leri Hazîne-i Hâssa’ya dev­re­di­le­­rek, mülkiyeti Sul­tan 2. Ab­dül­­ha­mid’in olmuştur. Su­­ri­ye vi­­lâ­­yetine bağ­lı olan Ku­düs’­deki altın madeni de buna dâhil­dir. Yine Suriye Vi­lâ­yetine bağlı Bâb nahi­ye­sinde keşfedilen al­­tın made­ninin de Hazîne-i Hâs­sa’ya ait olacağı belirtilmiştir ki; biz bu nahiyeyi günümüzde El-Bâb ilçesi olarak biliyoruz. Fı­­rat Kalkanı harekâtıyla gün­de­me gelen El-Bâb, bu Mec­lis-i Vükelâ evrakından da an­laşılabileceği üzere Osmanlı Dev­­leti açısından önemliydi. El-Bâb’­­daki altın madeni de tıpkı Ku­düs’deki altın ma­deni gibi Ha­zîne-i Hâssa’ya devredilmişti. Sultan 2. Abdülhamid, başta Ku­düs olmak üzere kritik yer­leri, altın ve petrol ma­den­le­ri­ni Hazine-i Hassa’ya dev­ret­meye, bu yerlerle ilgili en kö­tü senaryoyu dikkate alarak ka­rar vermişti. Bu şehirler ve bel­de­ler Osmanlı Devletinin elin­de kaldığı müddetçe, bu­gün­kü manada birer devlet şir­ke­ti gibi işletilecek ve gelirleri ta­ma­men devlete ait olacaktı. Eli­miz­den çıkarsa da mülkiyeti Os­manlı Padişahına ait olaca­ğı için, kârı yine Osmanlı Dev­le­tine ait olacaktı. Ancak Sul­tan 2. Abdülhamid’in uzun va­deli bu akılcı planları tahttan in­di­ril­mesinin üzerinden daha bir­kaç ay geçmeden, yeni gelen yö­netim tarafından tamamen ip­tal edilecekti. Hareket Ordu­su ve güdümündeki yeni hü­kü­­metin ilk işlerinden birisi bu ma­denleri yabancı şirketlere ihale usulüyle vermek olacaktı. Sul­tan 2. Ab­dülhamid’e ait olan Kudüs’te­ki ve El-Bâb’daki altın madenleri bugün ne du­rumdadır acaba?

Arif Emre GÜNDÜZ 01 Mayıs
Konu resmiYirminci Lema
Risale-i Nur

Birinci Nokta: Neden gaflet, nifak, dalalet ve dünya erbabı rekabetsiz ittifak ederken diyanet, ilim, hak ve tarikat erbabı ihtilaf ediyorlar? Cevap: Pek çok sebebinden yedi tanesi şunlardır: Birincisi: Ehl-i hakkın ihtilafı hakikatsiz olduklarından değildir. Gaflet erbabının ittifakı da hakikat sahibi insanlar olmaktan değildir. Fakat gaflet erbabının; Vazifeleri belirli Görev dağılımı yapılmış Göreve uygun ücret Toplumdaki itibar Şan ve şeref belirlendiği için rekabet ve münakaşayı gerektirecek sebepler bulun­ma­dığından meslekleri ne kadar kötü de olsa ittifak edebilirler. Din, ilim ve tarikat erbabının ise Herkesle ilgili vazife Dünyadaki ücretleri belirsiz Toplumdaki itibar, makam, teveccüh belir­lenmediğinden ve maddi-manevi her bir ücrete çokları talip olduğundan aralarında ihtilaf çıkmaktadır. Bu hastalığın çaresi, merhemi ve ilacı hak­ka olan aşkın, kendine olan sevgiden önce tutulmasıdır. Hakkın hatırını her hatırdan üstün görmektir. Yapılan hizmete yalnız Al­lah’tan karşılık beklemektir. Kendi vazifesinin yalnız tebliğ hidayetin ise Allah’tan olduğu­nu bilmektir. Bu sayede ihlas kazanılır. Aksi halde kaçırılır. İkincisi: Dalalet erbabının ittifak etmesinin bir sebebi zillettir. Hak ehlinin ihtilafı ise izzetten kaynaklanmaktadır. Gaflet ve dalalet erbabı hak ve hakikate da­yanmadıklarından zayıf ve zelildirler. Bundan dolayı kuvvete ihtiyaç duyarlar. Başkasının uzattığı yardım elini de samimi tutarlar. Din, ilim ve tarikat erbabı ise hak ve hakika­te dayandıkları için yalnız Allah’ın yardı­mı­na itimad eder. Bundan dolayı izzetleri bulunmaktadır. Zayıflık hissettiğinde insan­lara değil rabbine sığınır. Meşrep farklılığı­nın etkisi ile de başkasına olan ihtiyacını hissetmez. İttifak etmeye lüzum görmez. Bazen de kendini haklı diğer meşrepleri haksız görür. İhtilaf eder. Bu hastalığın çaresi dokuz emirdir: Kendi mesleğinin muhabbetiyle ha­re­ket etmeli İslam dairesinde bulunan meşreplerle or­tak noktaları düşünmek “Yalnız benim mesleğim haktır” yerine “be­nim mesleğim haktır” demek İlahi yardımın gelmesi ve izzetin bir se­bebinin ittifak olduğunu bilmek Şahs-ı manevi ile hücum eden gaflet er­ba­bına karşı ferdlerin mağlup olacağını bilmek Hakkı yüceltmek için nefsini Enaniyetini İzzetini terk etmek Rekabetin ihlası kaçırdığını bilmek Üçüncüsü: Ehl-i hakkın ihtilafı gayretsiz­likten ve aşağılıktan değildir. Dalalet erba­bı­nın ittifakı ise yüksek gayretlerinden dola­yı değildir. Hak ehli olanlar ihtilaf ederler. Çünkü Yüksek gayretlerini suiistimal Sevap hırsı yani daha fazla kişiye ulaşmak Manevi hizmetlerine olan kanaatsizlikten dolayı ittifak etmez. Bu hastalığın tedavisi ise Allah’ın rızasının ih­las ile kazanılacağını bilmektir. İhlas gereği ise Müslümanların kimden ve nereden olursa olsun istifadelerine taraftar olmaktır. “yalnız be­ni dinlesinler” sözü nefsin ve şeytanın hilesidir. Dördüncüsü: Dindarların ihtilafı geleceği düşünmemekten veya dar görüşlü olduk­larından değildir. Dalalet erbabının itti­fak­ları ise ileri görüşlülükten veya geleceği dü­şündüklerinden değildir. Hakikat ehli akıl ve kalbin sesini dinlemekle beraber ih­las ve istikametlerini koruyamadıkları için ayrılığa düşmektedir. Çünkü ehli hak ahire­te ait kemalata akıl ve kalbin prensipleri ile yöneldikleri halde enaniyetlerinden sıy­rıla­madıkları, ifrat ve tefrite kaçmalarından do­layı ittifak nimetini kaçırmaktadırlar. Dalalet erbabı ise nefsin etkisiyle hissiyatı dinler. Hissiyat ise; Akıbeti görmez Hazır lezzeti tercih ettiğinden dolayı ittifak eder. Bu hastalığın tedavisi şudur: hak yolunda gidenlere arkadaş olmak, hak ehli olan in­sanların kendinden daha iyi olma ihtimalini düşünmek, ihlası kazanmak, önderliğin so­rumluluklarını düşünmektir. Devam Edecek

Muhammed AYDIN 01 Mayıs
Konu resmiYeni Bir Çağ Başladı
Kültür ve Medeniyet

Tarihin akışı içerisinde kimi “an”larda, kimi zaman dilimlerinde gerçekleşen hadiseler tarihin akışını değiştirmektedir. Bu anlarda, bu zaman dilimlerinde hayatta olanlar da tarihe şahitlik etmektedirler. Bir rutini olmayan bu anların söz konusu ediliyor, gündem oluşturuyor olmaları ve tarihe farklı bir notla kaydedilmeleri onların külli neticeleriyle ilişkilidir. Hadiselerin bizatihi kendi çapını, zamanını, çağını, muhataplarını, coğrafyalarını aşan, sonraki yıllara ve küresel ölçeğe ulaşan mahiyetlerinin varlığı külli neticeyi mevzubahis etmektedir. Tarihin akışı içerisinde yaşa­nan bu hadiselerden bir kısmı çok değişkenin bir araya gel­mesi, kaderin hükmünü icra etmesine bağlı olarak insanların cüzi iradelerinin çok müdahil olamadığı bir düzlemde geliş­mektedir. Kimi zaman hadi­seler; şahısları, devletleri, tüm tarafları ve aktörleri içine alıp sürüklemekte hatta bir kıs­mı­­nı yutmaktadır. İmparatorluk­lar çağı yıkılıp ulus devletleri ortaya çıkaran bir süreçte ne bir kısım bireylerin ne de im­pa­ratorlukların bu rüzgâra kar­­­şı durabilme imkânı ol­muş­­­tur. Keza Birinci Dünya Sa­­­va­­şına var olarak giren bir im­paratorluk, savaştan aynı varlık ile çıkamamıştır. Nite­kim bununla birlikte savaşın so­nunda yeni bir dünya ku­rul­muş ve Türkiye yine yeniden ta­rihin akışı içerisinde yerini ve konumunu almıştır. Kimi gelişmeler ise yine kade­rin hükmü çerçevesinde olmak­la bir­­­likte şahısların tercih­le­ri, mü­­ca­­­deleleri ve iradeleri doğ­rul­­tusunda tezahür etmiştir. İm­­­­­pa­­­ra­­­tor­luğunu kaybeden bir mil­­letin yeni bir devletle, ba­­­­­ğım­sız ola­rak yolculuğuna de­­vam et­me arzusu, kurtuluş sa­va­şı sü­re­cini başlatmıştır. İn­san­lar hayatlarını ve mallarını orta­ya ko­yarak topraklarını ve devlet­lerini kazanma arzu ve irade­sini göstermiş; buna bağlı olarak Allah’ın izni ile muvaf­fak olmuşlardır. Gerek Birinci Dünya Savaşı ve gerekse İkinci Dünya Sa­va­şından sonra oluşan kü­re­sel yapı, bunun yanı sıra impa­ratorluk mütebakisi olsa da ağır savaşlar geçirmiş bir milletin yaşadığı sarsıntılar, Türkiye’nin uzun yıllar boyunca iç ve dış politikalarını, küresel adım­ları­nı, buna bağlı olarak da kü­­­resel yapının kendisine olan mu­­ha­taplığını doğrudan etki­lemiştir. Eylül 2016 sayısında “Millet Ka­­zandı: Yeni Bir Çağ Baş­lı­­yor” başlıklı yazımızda da de­ğin­diğimiz üzere, küresel yapı ile Türkiye’deki darbeler, muh­tı­ralar arasında doğrudan bir iliş­ki söz konusu olmuştur. Bu ilişki; Türkiye’nin bugün gö­­nül coğrafyası olarak nitelendir­di­­ği coğrafyalarla geçmişte in­şa ettiği kodlar üzerinden bir iliş­ki kurmasını, bölgesel ve kü­­resel bir güç olmasına ma­ni olmuştur. Darbeler sonu­cun­da yapılan Anayasalar ile devletin iç politikası, yapı­lan­ması kadar dış politikası ve kü­resel konumu da dizayn edil­­miş, güncellenmiştir. 1961 ve 1982 Anayasalarının yapım sürecinde milletin inisiyati­fi­nin yansıtılamamış olması bir tarafa, bu Anayasalar eko­no­­­mik ve siyasi krizler üret­miş­­tir. Yakın tarihimizin ne­re­­­deyse hemen hemen bü­yük bir kısmını bu krizler oluştur­maktadır. Örneğin 1973 yılın­dan sonra 6 yıl içerisinde 7 hükümet kurulmuştur. Bu iç istikrarsızlıklar ülkenin dış po­li­ti­kasında elini zayıflatmış, içe­rideki problemlerine odak­lan­­mak­tan mahalli ve küre­sel in­şa im­kân ve irfanı yakalaya­mamıştır. Burada, Türkiye’nin ve bu mil­­le­­tin mahalli ve küresel bir inşa imkân, ihtimal ve ir­fa­nı var mıdır ki bunun te­min edi­le­me­miş olmasını önem­li bir problem olarak değerlen­di­re­lim sorgulaması söz konu­su ola­cak­tır. Ya da bunun te­min edi­­le­memiş olması bu ka­dar önem­li midir? Bu milletin tarih boyunca ci­han hâkimiyeti mefkûresi ola­rak nitelendirilen zihni ve fikri bir arka plana sahip olduğu, bu mefkûrenin ihtiva ettiği po­tan­­siyeli hayata geçirebilecek, ger­çeğe aktarabilecek, jeopo­li­tik bir coğrafya ve insan kay­nağına sa­­hip olduğunu, bu 3 unsurun bir araya gelmesi ile bunun ha­­kiki olarak nasıl sonuçlarla tezahür ettiğini Selçuklu ve Os­manlı dönemleri tarihi bize gös­termektedir. Bugün gönül coğrafyamız ola­rak nitelendirdiğimiz coğrafya­larla ilişki, iletişim ve işbirliği­mizin yeterli düzeyde olmama­­sı, ül­ke­mizin potansiyeli­nin ek­­­­­sik kullanılmasına sebep ol­­­muş­­­­tur. Bu hal ülkemizin siya­si ve iktisadi konumuna doğ­­­­ru­­dan etkide bulunmuş ve bulun­mak­­tadır. İşin diğer bir boyutu ise, gönül coğrafyamız olarak ni­­te­­­len­dirdiğimiz coğraf­ya­lar­­­da yer alan diğer ülkelerin, halk­­­ların önemli bir kısmının me­­sela Bosna’da geçmişte yaşa­­nan veya Filistin’de yaşana ge­len veya Suriye’de bugün ya­şa­nan problemler, Türkiye’­nin po­tan­­si­­yelinin küresel sis­te­me yan­­sı­tıl­ma ölçüsü veya yansı­tı­la­­ma­ma hususu ile doğrudan iliş­kilidir. Tarihin akışı içerisinde geç­miş­­te Selçuklu ve Osmanlı’ya ta­ri­­hin yüklediği bu himaye va­zi­fesi, Sel­çukludan sonra Osmanlı­nın restore ettiği bu mefkûre, im­pa­ra­tor­luklar çağının kapanmış olmasına bağlı olarak bugün ye­nilenmeye muhtaç hale gel­miştir. Artık yeni bir dünya in­şa etmek, coğrafyalara hükmet­mek ile değil, içte birliği sağ­lamak, dışta ise bölgesel ve kü­resel bir aktör olmak ile müm­kündür. Türkiye son on yıl­dır bu arzu ve iddiasını söylem­leri­ne yansıtmakta, açık ve net olarak dile getirmekteydi. Mi­salen Cumhurbaşkanı Re­cep Tayyip ERDOĞAN tara­fın­dan 24.12.2016’da dile ge­tirilen “Türkiye Küresel Bir Güçtür” ifadesinin hakiki bir potansiyelinin, bir karşılığının olduğu, cümlenin muhatabı olan diğer küresel güçler nez­din­de bir değerlendirilmeye tu­tulduğu, 16 Nisan süre­cinde bu küresel güçlerin tepki­lerinden tutumlarından anlaşılmıştır. Bu cümleyi Türkiye’nin dışın­da İslam dünyasından başka bir ülkenin söylemiş olması du­rumunda aynı etkiyi oluşturur mu? Veya aynı şekilde karşılık bulur mu? Veya bu potansiyele sahipler mi? üzerinden herke­sin yapabileceği basit bir kıyasla­ma bize rahatlıkla kılavuzluk edecektir. Türkiye’nin geçmişte sahip ol­duğu, bugün potansiyel olarak bulundurduğu küresel yapıya dokunacak imkân ve irfanının, değişmiş olan çağın şartlarına uygun düzenlemelerle yeni­den tedavüle sokulması, yeniden ih­­ya ve inşa edilmesi, yeniden dirilmesi ve yükselmesi için, mil­letin şahsi ve toplumsal ha­fızasında var olanın tezahür et­mesi için, içte istikrarın sağ­lanması bunun da milletin ira­desine ve önceliğine tabi tutul­ması ile mümkündü. 16 Nisan’da yapılan referan­­­dum ile millet, 1961 ve 1982’ den farklı olarak bir ve­sayetin eliy­le kendisine da­yatılmamış bir Anayasa deği­­şik­liğine “Evet” demiştir. Bu Ana­yasa de­ği­şik­liği istikrarı sağ­la­ya­cak me­ka­nizmaları ihti­va etmek­tedir. Bu değişikliğe kü­­­re­­­sel sis­temde te­sir düzey­leri olan bir takım Av­rupa ül­ke­leri ta­rafından açık­ça tavır ko­nul­­ması ve taraf olun­ması, iç po­litika ve dış poli­tika arasın­da­ki güçlü ilişkiyi bir ke­re daha göstermiştir. Dönemlerin, dünyanın, ülke­nin şartları gereği, geçiri­len sar­­­­sın­­tıyı atlatma, maddeten ve ma­­nen tamir olma, mefkûresini ba­kı­ma alma, bir nefes alma, bir kendine gelme, bir der­le­nip toparlanma dönemi ar­tık ta­mam­lan­mış­tır. Türkiye zih­ni, fikri, ananevi, dini kodlarla mez­­­cet­tiği bir mefkûreyi pra­ti­ğe dönüştürme, içeride is­tik­rarı sağlama ve dışarıda böl­ge­sel ve küresel bir aktör olma ka­rarını vermiştir. 15 Temmuz’da milletin zaferin­den sonra “Millet kazandı: Ye­ni bir çağ başlıyor” demiştik. Sadece Türkiye coğrafyası için değil, gönül coğrafyası ola­rak nitelendirdiğimiz tüm coğraf­yalar için; artık yeni bir çağ başlıyor değil, Yeni Bir çağ BAŞLADI.

Ahmet Hüsrev ÇELİK 01 Mayıs
Konu resmiGünümüzde Vehhâbilik Hareketi ve İslam Âlemine Verdiği Zararlar
İnsan

Vehhâbi hareketinin en önemli ilkesi “Tevhid” olmasına rağ­men neticede İslam birliğini parçalamaktan başka bir şeye hizmet etmemiştir. Siyasi ola­rak Haricilerin ve fikri ola­rak İbn Teymiye’nin öncülü­ğünde İslam bünyesine giren, büyüklere karşı gelme mikro­bu, uygun ortamı bulunca ya­yılmış, dini bahane eden ve kafasına buyruk hareket eden anarşi hastalığının müsebbibi olmuş ve maalesef son za­manlarda İslam’ın terörle bağ­daş­tırılma­sına sebebiyet vermiştir.  GİRİŞ İslam tarihinde - ilk siyasi hare­ket olan - haricilikten sonra en etkili ikinci din kaynaklı siya­si hareket şüphesiz Vehhâbilik ol­muştur. Kendilerini muvah­hi­dun veya ehli tevhid ola­rak isimlendirmeleri, hem iman­­­da hem de amelde ger­çek tevhidin sadece kendi­leri ta­ra­fından temsil edildi­ği­ne inan­malarından dolayı­dır. Ay­rı­ca Vehhâbilik ismi­nin günü­müzde bütün şekil­leriyle Selefi akımlara atfen kul­lanıl­maktadır. Herhangi bir mezhep veya dü­şünce sisteminin doğru olarak anlaşılması ve tanımlanabilme­si, mensuplarının sosyal ve kül­tü­rel seviyelerinin tespitine bağ­lıdır. Hiçbir dini-siyasi hareket, tek bir sebebin sonucunda oluş­­mamış ve birdenbire orta­ya çıkmamıştır. Bu nevi sosyal va­kalar, bir dizi hadisenin aka­binde ve pek çok sebebin et­ki­siyle uzun bir süreçte oluşu­mu­nu tamamlarlar. Bu ha­re­ket ve etkileri son dö­nemde çeşitli problem­lere se­be­biyet ver­diği gibi aydınlan­ma ile bir­likte oryantalistlerin de kış­kırt­­masıyla Osmanlı’nın ve İt­ti­­hadı İslam’ın dağılmasında önem­li bir rol üstlenmiştir. Bu çalış­manın amacı, hareketin ta­­­rihi ve sosyolojik arka pla­nı­nı nazara alarak hareketi an­la­­maya çalışmak, son dönem Os­­manlı ulemasının meseleye yak­laşımını ve tenkitlerini zik­ret­­mekle birlikte İslam âlemi­ne verdiği zararları tespit ede­bilmektir. GÜNÜMÜZDE VEHHÂBİLİK Günümüzde Selefilik - Vehhâ­bi­­lik iki alt başlık altın­da ince­lenmektedir: Suudi Sele­filik ve Cihadî Selefilik. Suudi Selefi­­lik (Vehhâbilik), 1744 yılında İbn Abdülvehhab ile İbn Suud’un ittifakından günümüze kadar devam eden koldur. Cihadî Selefilik ise ihvan teşkilatının kaldırılmasıyla 1930’lu yıllar­dan sonra Vehhâbilik mili­ter yapısını kaybedince 20. yüz­yı­lın son çeyreğinde ciha­dı savunan Vehhâbi âlim­ler ta­ra­fından ortaya çıkarılmış­tır. Son dönemlerde Suudi Ara­­bis­tan yönetimi ve Veh­hâ­bilik arasında önemli ger­gin­lik­ler yaşanmaktadır. “Ciha­dî Se­lefi­lik”, Suudi hüküme­tini eleş­ti­rerek cihadı ön pla­na çıkarır­ken, “Suudi Selefi­lik” hüküme­te bağlılığını sürdürmektedir. Türkiye’de kendilerini İslam Da­vetçisi ya da Selefi olarak ta­nıtan Selefi-Vehhâbi davet­çi­ler genellikle gerçek isimleri­nin dışında müstear isim kul­lanmaktadırlar. Bu davetçiler Tür­kiye vatandaşı olmalarına rağ­men kullandıkları bu müs­tear isimler genellikle Ebu Enes, Ebu Zerka, Ebu Muaz gibi Arapça tabirler içermektedir. Veh­hâbilerin, mezhepleri ve ta­sav­vufu bid’at olarak görme­­le­ri, Türkiye’de de mezheplerin, tasavvufî cemaat ve tarikat­ların çok olması ve insan­ların birçoğunun buralara mensup ya da yakın olması, Vehhâbiliğin ülkemizde taraf­tar edinmesini güçleştir­miştir. Son zamanlarda teknolojik ge­lişmeler insanları sanal ortama sürüklemiş ve insanlar arasında sanal bir sosyalleşme meydana gelmiştir. Sanal âlemdeki sos­yalleşme, insanlar arasında “dini bireysel olarak yaşama” eğilimini ön plana çıkarmış ve dini altyapısı eksik olan birçok kişi dinî bilgilerini ce­maat ve tarikatlar vasıtasıyla değil internetten öğrenerek elde etmeye başlamışlardır. Bu durumu iyi kullanan Veh­hâbiler, davetçilerin ve kur­muş oldukları yayınevi, dernek, Kur’an kursu ve medreselerin in­ternet siteleri aracılığıyla taraftar edinmede belirli bir iv­me kazanmışlardır. Ayrıca Tür­­kiye’de yoğun bir tercüme faali­yeti içinde bulunan Veh­­hâ­biler, klasik Selefi-Veh­hâbi eserlerinin yanı sıra günü­müz Selefi-Vehhâbi âlim ve da­vet­çilerin eserlerini de ter­cüme etmektedirler. İbn Abdül­veh­­hab’ın isminin Türkiye’de kö­­tü bir etkiye sahip olması, Tür­­kiye’deki Vehhâbileri onun eser­­­­lerini tercüme ederken bir­­­­takım uygulamalara sevk et­miş­­tir. Muhammed b. Abdül­vehhab’ın eserlerinin bir kıs­mında, tercüme edilirken ya­zar adında “Muhammed b. Ab­dülvehhab” yerine, “Muham­med et-Temîmî” is­mi ter­cih edilmiştir. Son zamanlarda mez­­­hep mensupları Selef-i Sa­­­lihin olarak tesmiye edi­len ilk üç neslin (sahabe, ta­bi­un, tebe-i tabiun) dini ta­sav­­vurlarına ve yaşam bi­çim­­­­lerine dönme iddiaları se­be­biyle “selefiye” adını tercih etmeye başlamışlardır. Bunun sebebi geçmişte yaptıkları yağmacılık, Müslüman kanı dökme, İslami birikim ve kültürü yok etmeye çalışma gibi akıllara ziyan zulümlerle ümmetin vicdanını derinden yaralamaları neticesi olarak “Vehhâbi” kelimesinin menfi hisleri çağrıştırmış olmasıdır.  Ehl-i Sünnet istik­bal­de bu fitneden kurtu­lacak mı? Bu hususta Bediüzzaman Haz­­retleri; “Hem Vehhâbilik az bir fırkadır. Koca Âlem-i İslâm’ın havz-ı kebîri içinde ya erir, ya itidâle gelir. Çünki menba’ı hâ­riçte değil ki, Alem-i İslâm’ı bu­landırsın. Menba’ı hâriçte ol­­saydı, çok düşündürecekti.” di­­­ye­­rek istikbale dair ümidli ol­­du­ğunu beyan eder. İtidale gel­mediği takdirde, âdetullah ka­nunlarını nazara vererek "اَلظَّالِـمُ سَيْفُ اللهِ يَنْتَقِمُ بِهِ،ثُـمَّ يَنْتَقِمُ مِنْهُ"1 kaidesi muktezasınca eninde sonunda Vehhâbilerin mutla­ka cezalarını bulacaklarını söy­ler. Barla Lahikasında, Yemen İmamı olan Zeydîler seyyidi hakkındaki suale verdiği ce­vapta bu cezanın nereden ge­­leceğini söylemiş gibidir: “Meş­hur “İmam-ı Zeyd” sâdât-ı azî­­meden ve eimme-i Âl-i Beyt’­tendir. Ve müfrit Şîaları red­deden ve  "اِذْهَبُوا أَنْتُمْ رَوَافِضُ"   deyip Hazret-i Ebu Bekir ve Hazret-i Ömer’den teberriyi ka­­­bul et­meyen ve o iki halife-i zî­­­şa­nı hür­met edip kabul eden bir zâttır. Onun etba’ları, Şîa­ların en mu’tedili ve en sün­nîsidir. Bunlar hem ehl-i insaf ve hem çabuk hakkı kabul eder bir taifedir. İnşâallah Veh­hâbilerin tahribatını ta­mire sebeb oldukları gibi, Ehl-i Sünnet ve Cemaat’ten Zey­dîlerin inhirafları dahi is­ti­kamet kesbedip, Ehl-i Sün­net’e iltihak edip imtizac ede­­cekler. Bu âhirzaman çok çal­kalanıyor, bu fitne-i âhir­­za­man acib şeyler doğu­ra­cağını ihsas ediyor.” HAREKETE YÖNELTİLEN  TENKİDLER Bid’at Hareketi Olduğu İslam âlimleri bid’ati esas iti­bariyle “Hz. Peygamber’den son­ra ortaya çıkan ve dinle ilgili olup ilave veya eksiltme özelliği taşı­yan her şey” diye tarif etmişler­dir. İslam tarihi boyunca hem inanç, ibadet ve hukukla ilgili temel hükümlerinde, hem de ana ahlak kurallarında bü­yük bir çoğunlukla İslam dini­nin ana sınırlarının dışına çı­kıl­­ma­mış ve İslam’ın “ana rengi”nin değiştirilmemiş oldu­ğu­nu söy­le­mek mümkündür. İslam’a bağlılık iddiasında oldukları hal­de fikri sapıklıkları sebe­biyle dinin sınırları dışında kaldıkları kabul edilen grup­ların tarih boyunca sadece yüzde bir civarında kalması da bu hususu desteklemektedir. Böyle aykırı davrananlar İslam cemaatinden ayrılmışlardır. Ahmed Cevdet Paşa, “İşbu M. b. Abdülvehhab şeyh-i Necdi dedikleri melundur ki ibda’ et­tiği mu’tekadatı batılaya ibtida edenlere…” diyerek hareketin bid’at olduğunu söylemiştir. Ayrıca “Ulemayı Hanabileden M. b. Abdülvehhab nam kims­e hududu şer’i tecavüz ile da­lal ve bid’at yoluna saparak başı­na biriktirmekte olduğu bir ta­kım eşkıya ile Harameyn-i Muh­te­remeyn üzerine hücum ede­ce­­ği­ni” ifade etmiştir. Bediüz­za­man da; “Haremeyn-i Şerî­feyn’e Vehhâbîlerin tasallutuna dair­­dir” başlığından sonra “Hem öyle bir fitneden sakının ki, (gel­diği zaman) içinizden sâdece zul­me­­denlere dokunmaz (umûmî olur)! (Enfal 25)” ayeti ile Veh­hâbilik risalesine başlaması bu fitneye işarettir. Camilere kubbe ve minare ya­pılmasını ve içlerinin süslen­me­­sini de bid’at saymışlardır. Farz namazları ferdi olarak eda etmek bidattir. Dolayısıyla ce­maatle namaz zorunludur. Hz. Peygamberin doğumunu ve di­ğer kandil gecelerini kutlamak, Kur’an’ı makam ve nağme ile okumak, Kur’an ve hadislerde bulunmayan dua ve zikirleri tekrarlamak, mevlid okutmak, selaten tüncina gibi çeşitli tes­­bihatları yapmak, delail-i hay­­rat gibi kitapları okumak, tes­bih kullanmak yine bid’at kap­sa­mında değerlendirilerek me­n­­edilmiştir. Tütün ve kah­ve haram sayılır. Ve kullanan­lar had cezasıyla cezalandırı­lır. İbn Abdülvehhab’ın yasakladı­ğı uy­­gu­­la­ma­lar­dan biri de ezan­lardan sonra minarelerden ve Cuma günü minberlerden ceh­­ren Hz. Peygambere Sala­tü Se­lam getirilmesidir. İbn Ab­dül­vehhab’ın bu yasağa uy­mayanları çok şiddetli olarak ce­zalandırdığı ve hatta ezan­dan sonra Hz. Peygambere sa­lat okuyan salih, güzel sesli, kör bir müezzini katlettiği kay­dedilmektedir. Onlara göre tasavvuf ve ta­ri­­katler sonradan ortaya çık­ma­ları sebebiyle zaten bidat mü­­es­seselerdir. Yine İbn Tey­miye ve Vehhâbilere göre ke­lâm ve felsefe metotlarıyla dinî ko­nu­ların ele alınması da bid’at özel­liği taşıyan bir yöntemdir. Ona göre kelamcıların tevhi­di, tevhid-i ilmidir ki insan bu kadarla mümin olamaz, bu sebeple, İmam Eş’ari, İmam Maturidi ve hatta İmam Tahavi gibi Müslümanların %90’ının kabul edip arkasından gittiği itikad imamlarının tevhid an­layışını yetersiz bularak, “ha­ki­ki tevhid bu değildir” diye­rek doğrudan onları itham ve do­laylı olarak Müslümanların iman­larının eksik olduğunu id­­dia etmiştir. Hâlbuki Kelam il­mi, Asr-ı saadet’ten sonra iç ve dış amillerle İslam dünyasında ortaya çıkan itikadi meseleleri nasların ışığında çözmek ama­cıyla teşekkül eden ve Müs­lü­­­manların itikadını bozul­ma­­­lar­dan kurtarmaya hizmet eden bir ilimdir. Bundan do­layı mez­kur şahısların kelam­cıları bid’at ehli arasında gös­ter­meleri ol­dukça yanlış bir tu­tumdur. Ehl-i sünnet ke­lam­cıları ise bu hususta Ebu Hanife’ye nisbet edilen “ehl-i kıblenin tekfir edilemeye­ce­ği” şeklindeki hoş­gö­rülü tav­rı be­nimsemişlerdir. Sünni ke­­lam akımları Müslü­man­lar­ın en az % 90’ı ta­ra­fın­dan ka­bul gör­müştür. Şu hal­de kelam­cıların büyük ek­se­ri­yeti ehl-i kıble­den olan Müslümanların, küfre nis­bet edilmemesi kanaatini taşı­mak­­tadır. Azınlığa mensup bu­lun­manın psikolojik bir so­nucu olarak hemen her bid’at fırkası kendi dışında kalanları maalesef küfürle itham etmiştir. Ehl-i bid’atın tekfir edilmesi konusunda ise cumhur zaru­rat-ı diniyeden herhangi biri­ni inkâr edenlerin, tekfir edil­mesi gerektiği hususunda bir­leş­miş­­tir. Zarurat-ı diniyeyi ka­­bul etmekle birlikte, bun­lar­ın her­­hangi birini orta­dan kal­dır­ma sonucunu doğurma­yan yo­rumları benimseyenleri ise tekfir etmemişler, onları sade­ce İslam’ın dosdoğru yolun­dan sapmış gruplar (fırak-ı dalle) olarak görmüşlerdir. Sünnet ehli olan kelamcı­lar “ehl-i bid’at” tabiriyle, Resûlullah ile ashab cemaatinin akaid ala­­nın­da takip ettiği yolun (Ehl-i Sünnet) dışında kalan Mu’te­zile, Şia, Hariciler, Kade­riye, Ceb­riyye gibi mezhep sa­hip­lerini kastederler. Netice itibariyle Vehhâbiler -bid’at olan bu anlayışlarından naşi- işlerine gelmeyen hemen her şeyi bid’at yaftasıyla red­detmişlerdir. Kılıcı çok istimal edenin kılıçtan zarar görmesi gibi bunlar da bid’at ithamını çok kullanarak yaygınlaştırmış ve ironik bir şekilde kendileri de ehli bid’at olmuşlardır. Bu­radaki ironi bid’ati orta­dan kal­­dır­mak maksadıyla ha­re­kete ge­­çip işin dozunu tuttu­ra­ma­ya­rak ifrat derecesine ula­şıp biz­zat ken­dilerinin ehli bid’ at olma­larında yatmaktadır. Beşinci Mezheb Meselesi Vehhâbilik üzerine yapılan her çalışmada “Vehhâbi” nite­le­­me­­­­­si­­­nin hareketin men­sup­­la­rı ta­­­ra­­fın­dan ka­bul gör­me­­di­­ği ifa­­­de edi­lir. Ayrıca Veh­hâ­bi­ler 5. Mez­hep olma­dık­ları­nı ve Han­beli mez­he­bi­ne bağlı­lıklarını özel­likle vur­gu­lama ih­tiyacını his­setmek­tedir­ler. İzmirli İsmail Hakkı Yeni İl­mi Kelam’ında; İbn Abdül­veh­hab’ın, “İbni Teymiye ile İbn Kayyım el-Cevziyenin eser­le­ri­ne ittiba’ eylemiş ise de ğu­lûv ve ifrat ederek kendisine mensub olan mezhebi ihdas eylediğini” ve fıkhi olarak ta “Hanbeliye mezhebinin de ğu­lûvvü” olduğunu ifade etmek­tedir. Taklidi reddeden İbn Ab­dül­veh­hab, şeriatın Kur’an ve Sünnet kaynaklı İlahî yapı­sına vurgu yaparak onu kul yapısı gördüğü fıkıhtan ayırır. Fıkıh mezheplerine bağlı olan ictihadı ve bunun taklidini onay­­­la­maz. Bu durumda akla şu so­ru gel­mektedir: Ehli Sün­netin ka­bul ettiği dört mezhe­bi reddeden Vehhâbilik 5. ye­ni bir mezheb midir? Yoksa mezhebsizlik midir? Bu meselede iki zıd durum vardır. Birincisi; İbn Teymiye’ye uyarak selef söylemiyle (ki bu söylem kendilerinin ortaya at­tığı aslı olmayan bir iddiadan ibarettir) dinin aslına yani ilk döneme dönüp, bütün mez­hep­lere karşı bayrak açma­la­rıdır. İkincisi; Yeni bir bidat mezhep olduklarını gizlemek amacıyla kendilerinin Hanbe­li mezhebine tabi olduklarını söylemeleridir. Bu konuda ta­mamen duruma göre pozisyon alarak ikiyüzlü bir tavır ta­kın­mışlardır. Bediüzzaman da; “Hem Vehhâbiler kendilerini Ah­med İbn Hanbel mez­he­bin­de saydıkları için, onun bir de­rece zâhirî ve mutaassıbâne mezhebinden din nâmına is­tifâde edip, bir kısım evliyânın türbe­lerini tahrîb ediyorlar. Ve kendilerini haklı zannediyorlar. Hâlbuki bir dirhem hakları var­sa, bazen on dirhem ilâ­ve ediyorlar.” bu samimi ol­ma­­yan tavra işaret etmiştir. Oy­sa 1805’te Medine’yi ele ge­çi­ren Suud b. Abdülaziz’in Medi­ne­li­lere gönderdiği mek­tup­taki tes­lim şartlarından “Hz. Pey­gam­berin (sav) nübüvvetini ka­bul et­mek, türbeleri yıkmak, eski inanışlardan ayrılarak Vehhâbi itikadına inanmak, Muhammed b. Abdülvehhab’ı müceddid-i din ve mezhep olarak tanımak” vardı. Muhammed Baha’ya göre ilk döneme dönüş iddialarının ama­cı mezheplere olan bağ­lı­lığın önüne geçmektir. Bu ne­denle herhangi bir fıkıh usul­leri olmayıp bütün mez­hep­lerden kendilerine göre doğ­ru buldukları şeyleri al­mak; gerisini ilga etmek is­te­­meleridir. Günümüz ila­hi­­yat akademi dünyasının bu çer­­çevede fikir beyan etme­leri düşündürücüdür. Zira bu du­rum yani herkese ictihad kapısını açmak sistem­siz, sınır­sız ve sorumsuz davra­nışlara yol açmaktadır. Konuya bir nebze olsun açık­lık kazandırabilmek amacıyla Veh­­hâ­biliğin fıkhi durumunu ve İbn Abdülvehhab’ın bazı fet­­va­larını ele alacağız. Bu me­se­lede Türkiye’de İlahiyat aka­­de­miyasında cesurca kaleme alı­­­nan “Vehhâbi Hareketinin Orta­ya Çı­kışı ve Fıkıh Düşüncesinin Olu­şumu “ adlı doktora tezinin ilgili kısımlarını istifadeye me­dar olması niyetiyle burada zik­redeceğiz: İbni Abdülvehhab’ın ilmi şahsi­yeti, eserlerinin içeriği ve yazım yöntemi açısından hareketin niteliksiz bir kişi tarafından başlatılan niteliksiz bir olu­şum olduğunu iddia edenler, özellikle İbn Teymiye, İbn Kay­yım el-Cevziye ve Ebu’l-Fe­rec İbn Kudame’nin eser­lerin­­den yaptığı ihtisarları de­lil ola­­rak göstermektedirler. Veh­hâ­bili­ğin il­mi niteliğini eleş­ti­renlerin te­­­­mel da­yanak nok­­ta­­ların­dan bi­ri de ha­re­ketin mün­te­sip­­le­ri­­nin sis­tem­li bir lite­ratüre sa­­hip ol­ma­ma­larıdır. Vehha­bi­lerin sık­lıkla Hanbelilik vur­gu­su yap­ma­la­rı­nın başka bir bo­­yu­tu bu­lun­maktadır ki o da 5. Mez­hep eleştirilerini ber­ta­raf etmek ve ehl-i sünnet tara­fından kabul edilmiş bir ze­minde hareket kolaylığı sağla­maktır. Eserlerine baktığımızda usûli ve ilmi tartışmalar yapmaktan ziyade ayet ve hadislerden di­rek olarak pratik cevap ver­di­ği görülür ve ayrıca Fıkıh Usu­lü ile ilgili herhangi bir eseri de yoktur. Bu da Vehhâbilik zihniyetinin ne kadar sistemsiz ve asılsız olduğunu göstermesi açısından manidardır. Başka bir çelişki de İbn Abdülveh­hab, Re­sûlullah’tan başkasının her emrine uymanın ve yasağından ka­çınmanın zorunlu olmadığı­nı söy­lediği halde müntesipleri­ne İmam’ın bütün emirlerine mutlak uymayı şart koşmuş olmasıdır. Fıkıh sahasına ge­lince naslarda bulunmadığı hal­de “kıyas” yoluyla emir ve ya­sak­lamalar getirilmesine karşı çıkmıştır. Allah adına bu­nun yapılması caiz değildir. Zi­ra Al­­lah’ın hakkında sükût et­ti­ği her şey affedilmiştir. Say­gı­dan dolayı el öpmek, şirk kastı olmasa bile hastanın iyi­leş­mesi için kurban kesmek, ka­bir­lerin yanında namaz kıl­­­mak, dua etmek, şirke gö­tür­me ihtimalinden dolayı ya­­sak­lan­mıştır. Günümüz Suudi düşü­nürleri İbn Abdülveh­hab’ın müc­­tehid olarak görülmediğini, onun fakih, hareketin de fıkıh ha­re­keti olmadığını, hareketin bir dini yenileşme hareketi ol­duğunu söylemektedirler. İbni Abdülvehhab’ın Fetva­larından Misaller İbni Abdülvehhab, Fetava ve Mesail’inde; “Tevhidin Allah’ın dini olduğunu insanlara anlat­tığımız şekliyle öğrendikten son­ra taşlara, ağaçlara vb. şeylere itikadını ikrar eden kimse kü­fürle itham edilir ve onunla savaşılır… Tevhidi bilip doğru­luğunu teslim etmekle birlikte tevhide düşmanlığı açık olan ve şirke tabi olanlara karşı savaşmayan, savaşta onları terk edemeyen tevhid ehline malıyla ve canıyla karşı savaşan kişi de kâfirdir” demektedir. İbni Abdülvehhab, yine Fetava ve Mesail’inde; “Cahil oldukları ve onları uyaran olmadığı için Abdülkadir’in (Geylani), Ahmed Bedevi’nin mezarı üstündeki pu­­ta (kabri kastederek) ibadet eden­­ler”den bahsetmektedir. İbni Abdülvehhab, hiçbir di­ni disiplini ve kişiyi otorite ola­rak kabul etmemiş ve “Ben sizleri bir kelamcının, bir mu­tasavvıfın, bir fakihin veya İbn Kayyım, Zehebi, İbn Kesir gi­bi büyük imamların yoluna ça­ğır­­mı­yorum” demek suretiyle sa­dece kendini dinin mutlak otoritesi olarak görmüştür. Bu­radaki esas çelişki kendisi­nin de adı geçen zatlar gibi bir be­şer olduğunu unutmasında ve manayı muhalifiyle kendi­­si­­ni Kur’an ve Sünneti doğru yo­rum­layan tek kişi olarak lan­­­se et­mesindedir. Fetvala­rın­dan ha­­­­­­re­­­­ket­­le psi­ko­lojik açıdan şöy­­­­le bir tes­pit yapmamız müm­­­­kün­­­­­dür: Bu durum Ne­cid çöl­­lerin­de nisyana mah­kûm olan ihtiraslı bir ruhun ken­­di­ni gös­terebilmek için her tür­lü is­yana sarılması ola­rak özet­le­ne­bilir. Konuyla il­gili olarak İmam Ga­zali, yö­ne­timde ve toplumda görü­len bo­zuk­luk­ları ulemaya, ule­ma­nın bozulmasını da ser­vet ve makam tutkusuna bağ­la­mak­tadır. Köksüz Bir Hareket Olduğu İddiası Vehhâbiliğin diğer dini ihya, ıs­lah, tecdid hareketleriyle olan iliş­­kisini iyi bir şekilde anla­ya­bilmek için öncelikle bu ha­reketin geçmişle olan irtibat cihetlerini göz önüne almak gerekir. Zira bu hareket itikadi, siyasi, ictimai ve iktisadi olarak geçmişteki tecrübelerle ve di­ğer ihya hareketleriyle belli baş­lı noktalarda benzerlik arz et­mektedir. Aslında İbn Abdülvehhab’ın fi­­kirleri İslam dünyasında ye­ni değildi. Zaten o da, 13. As­rın sonlarında yaşayan İbn Tey­­mi­ye’nin fikirlerine da­yan­­­dı­ğı­nı iti­raf ediyordu. Fran­­sız dev­ri­miy­le başlayan mil­­li­­yet­çilik ti­pin­den farklı olan Vehhâbilik, kökleri ge­ri­lere giden ve eski Arap milli­yet­çiliğinin (un­suri­yet, asa­biyet, kavmiyet gibi) iz­­le­ri­ni taşıyan bir teşebbüs ola­­­rak ta değerlendirilmiştir. Ku­­ru­­­lan bu irtibatlara rağmen Veh­­hâ­biliğin “esasen köksüz bir ha­reket” olduğunu iddia edenler de vardır. Hâlbuki bir ağaç bodur da olsa -eğer kökleri varsa- meyve verir. Ama köksüz bir ağaç asla meyve veremez. İşte bu misalde olduğu gibi Vehhâbi şeceresinin şeker görünümünde acı meyveler vermesi, köklerinin olduğunu ispat eder.2 Meseleyi daha detaylı olarak ele alan Bediüzzaman, telif ettiği Vehhâbilik risalesinde; Vehhâbî meselesinin kökünün derin olduğunu, an’anesinin zaman-ı sahâbeden başlayarak geldiği­ni farklı vecheleriyle gayet muk­ni’ bir şekilde izah etmektedir. Bunlar: Siyaseten; Hz. Ali hi­lafetinde Vehhâbilerin ecdadı olan Haricilerin Nehrevan’da kılıçtan geçirilmesinin -Şia gi­bi ama aksi istikamette- onları Ehl-i sünnetten ayırdığı, Psi­­ko­lojik perspektifle; Hz. Ebu­­be­kir döneminde -yalancı pey­gam­berlerin zuhuruyla- özellikle Necid bölgesinde irtidata yüz tutanların Halid bin Velid’in kılıcıyla imha edilmesinin on­larda intikam hislerini derin­leştirdiği, İtikaden; İbn Tey­­­­mi­ye ve İbn Kayyım’ı imam kabul etmeleriyle evli­ya­ya saldırma­ları, Fıkhi açıdan; kendilerini Hanbeli mezhebinde göstererek Naslara zahiri mana vermeleri, Sosyolojik saiklerle; dünya ta­rihinde toplumsal sınıf çatış­ma­ları ikliminde zuhur ettik­leri, Beşeri cihetle; menfi mil­liyetçilikten beslendiği, Ka­der-i ilahi zaviyesinden; ka­bir ziyaretlerindeki yanlış mua­me­lelerin bu tepkiyi doğurma­sı, Tevhid-i İlahi noktasında; in­sanların zahiri sebepleri haki­ki telakki etmelerinin ve bu “enaniyet asrı”nda insanların aşırı takdis edilmesinin kadere fetva verdirerek Vehhâbileri İs­lam âlemine musallat ettiği şeklinde özetlenebilir. Tedkik edilen onlarca kitap, tez ve makalelerin neticesinde Veh­hâbilik meselesini en iyi tah­lil edenin şümullü olarak ve orijinal bakış açılarıyla Bediüzzaman Said Nursi ol­duğunu kabul etmeliyiz. Bu harekete zımnen destek ve­ren bazı sathi nazarlar bu ha­reketin geçmiş tecrübelerden ba­ğımsız bir şekilde ortaya çık­mış yeni ve köksüz bir ha­re­ket olduğu görüşünü ile­ri sü­re­rek oryantalistlerin ek­­me­­ği­ne şuursuzca yağ sürmektedirler. Vehhâbi Hareketinin Protestanlıktan Etkilendiği İddiası Batılı mihraklar Vehhâbiliği -Roma kilisesinin otoritesini red­deden Protestanlık kavramı gibi- İslam âleminde de ihya hareketlerini barındıran ortak bir kavram haline dönüştür­mek için çaba sarf etmektedir­ler. Bu meseleyi daha iyi tahlil edebilmek için öncelikle Pro­testanlık hakkında bir nebze bilgi vermemiz icab eder. Protestanlık, 16. yüzyılda Mar­tin Luther öncülüğündeki re­­form hareketiyle başlayıp, Hı­ris­ti­yan­lığın dini ve ahlaki bir yo­ru­munu ve buna bağlı ola­rak ortaya çıkan kiliseler ve ce­maatler topluluğunu ifade eder. Protestan oluşumu için ge­çerli olan bazı dini ve ahlaki unsurları şu şekilde sıralamak mümkündür: 1. Otoriter dü­ze­ne ve hiyerarşik kilise ya­pısına başkaldırı 2. Kutsal ruh ile gelenek, resmi öğreti ile Roma Katolik kilisesi otoritesi arasındaki bağın reddi; 3. Aktif müdahalede bulunan Tanrı fik­ri; 4. Putperestliği reddeden radikal monoteizm (tek Tanrı) fikri; 6. Kitab-ı Mukaddes’in imani hakikatin tek kaynağı olarak kabulü; 8. Bütün güç oluşumlarına yönelik eleştirel tavır (kilise dahil olmak üzere mevcut bütün oluşum ve mües­seselerin sorgulanması); 9. Yerel cemaatlerin daha da bağımsız kılınmasını öngören eğilim; 10. Bireysel vicdanın ve bireysel özgürlüğün yüceltilmesi. Yukarıdaki maddeleri inceledi­ği­mizde Protestanlık ile Veh­­hâ­­bi­lik arasında cid­di ben­zerlikler dikkat çekmektedir. Bunları; Düzene başkaldırı (İs­lam halifesine isyan), dini ge­lenekleri red (mezhepleri kabul etmeme), Tek Tanrı inancı ile putperestliğin reddi (tevhidi ulu­­­hi­yet ile kabir ziyaretinin şirk ka­bul edilmesi), Kitab-ı Mu­­kad­­­des’in tek kaynak olması (sa­de­ce Kur’anı ve nassın zahirini ön plana çıkarmaları), her tür otoriteye yönelik eleştirel tavır (İslam âlimlerini ve evliyayı ten­­kid etmeleri) şeklinde sıra­la­yabiliriz. Fakat bunlarla bir­lik­te; Yerel cemaatlere ser­best­lik tanınması ile ferdi hür­ri­yete önem verilmesi gibi hu­suslarda Vehhâbiliğin tam tersi istikamette yaklaşımlarıyla fark­lı­lık­lar görülmektedir. Şehbenderzade Filibeli Ah­med Hilmi (1865-1914), Tarih-i İs­lam isimli eserinde Protes­tan­lık ve Vehhâbilik arasında bir bağ olduğu iddiasını “Vehhâbi mez­he­biy­le Protestanlık ara­­sında hiçbir münasebet yok­tur. Va­kıa bazı hususlarda varsa da sathi ve sunidir” di­yerek red­detmektedir. Ona gö­re böy­le bir bağ söz konusu de­ğil­dir ve hat­ta Avrupalılar her iki ha­re­ket arasında bir ilişki olmadıkları­nı bildikleri halde, siyasi ga­ye­lerle bunun tam tersini id­dia etmektedirler. Ay­rıca ko­nuyla ilgili olarak Ye­şilzâde Meh­med Sâlih Efen­di (1872-1954) “Veh­hâ­bi Mez­he­bi ve Pro­­tes­­tan­lığın Eş­kâ­liyle Mukayesesi” isimli bir eser telif etmiştir. Bu iddia ve karşı görüşleriyle ilgili olarak mezkûr eser gibi yapılan çalışmaların, Osmanlı münevverlerinde bile ciddi bir kafa karışıklığına sebebiyet ver­diği anlaşılmaktadır. Esasen mev­­zuyu çözülmesi zor bir problem haline getiren hu­sus da şudur: İddiaya gö­re Pro­testanlık bir nevi illi­yet bağı ile Vehhâbiliğe ve bir ölçüde İslami ihya ha­re­ket­lerine tesir etmiştir. Kar­şı gö­rüş, arada böyle bir sebep-so­nuç ilişkisinin ol­ma­­dığı yö­nündedir. Fakat iki ha­re­ket arasındaki ciddi ben­zer­lik­lerin olması da meselenin tah­lil edilmesini bir hayli müşkilleştirmiştir. İşte içinden çıkamadığımız bu müşkil meselenin halli için Bediüzzaman’a kulak verelim: “Şu Vehhâbî mes’elesinin âlem-i insaniyet i’tibâriyle dahi “Üç Esası” vardır. Birincisi: Ehl-i dün­­yânın ve maddî târihin na­zarıyla, nev’-i beşerin ha­yat-ı ictimâiyesi noktasında ba­kılsa, görülüyor ki, hayat-ı icti­mâ­iye-i siyâsiye i’tibâriyle beşer birkaç devri geçirmiş. Bi­rinci devri, vahşet ve bede­vîlik devri. İkinci devri, mem­lûkiyet devri. Üçüncü devri, esîr devri. Dördüncüsü, ecîr devri. Beşincisi, mâlikiyet ve serbestiyet devridir. Vahşet dev­ri dinlerle, hükûmetlerle teb­dîl edilmiş, nîm-medeniyet (yarı medenilik) devri açılmış. Fakat nev’-i beşerin zekileri ve kavîleri, insanların bir kıs­mını abd ve memlûk (köle) ittihâz edip hayvan derecesine indirmişler. Sonra bu mem­lûk­ler dahi bir intibaha (uyanışa) düşüp gayrete gelerek, o devri esîr devrine çevirmişler. Yani memlûkiyetten kurtulup, fakat  اَلْحُكْمُ لِلْغَالِبِ (hüküm galib olanındır) olan zalim düsturuyla, yine insan­ların kavîleri zaîflerine esîr muâ­melesi yapmışlar. Sonra ih­ti­lâl-i kebîr (Fransız İhtilali) gibi çok inkılâblarla, o devir de ecîr devrine inkılâb etmiş. Yani zenginler olan havâs taba­kası, avâmı ve fukarâyı ücret mu­kabilinde hizmetkâr itti­hâz etmesi, yani sermaye sâhib­leri ehl-i sa’y ve ameli (işçi ve emekçiler) küçük bir ücrete mukabil istihdâm etmeleridir. Bu devirde sû’-i isti’mâlât o de­receye vardı ki, bir sermayedâr kendi yerinde oturup, bankalar vâsıtasıyla bir günde bir milyon kazandığı halde, bir bîçâre amele sabahtan akşama kadar tah­tel­arz (yer altında) madenlerde çalışıp, kut-u lâyemût (ölmeyecek) dere­cesinde on kuruşluk bir ücret kazanıyor. Şu hâl, müdhiş bir kin, bir iğbirâr verdi ki, avâm tabakası havâssa i’lân-ı isyân etti. Şu asrın ta’bîriyle sosyalistlik, bolşeviklik sûre­tin­de, evvel Rusya’yı zîr-u ze­ber (alt-üst) edip, geçen harb-i umumiden (1. Dünya savaşı) istifâde ederek her yerde kök saldılar. Şu bolşevizmin perdesi altındaki Kıyâm-ı avâm, ha­vâssa karşı bir kin ve bir tezyif fikrini verdiğinden, bü­yüklere ve havâssa âit me­dâr-ı şeref her şeyi kırmak için bir cesaret vermiş.” Hatta konuyla ilgili olarak baş­ka bir yerde “Beşer esirliği par­çaladığı gibi, ecirliği de par­çalayacaktır” başlığıyla; “Bir rüyada demiştim: “Devletler, milletlerin hafif muharebesi, tabakat-ı beşerin şedîd olan har­bine terk-i mevki edi­yor.” Zî­râ beşer edvârda esir­lik is­te­medi, kanıyla parçaladı. Şimdi ecir olmuştur, onun yü­künü çeker. Onu da par­çalıyor. Beşerin başı ihtiyâr, ed­vâr-ı hamsesi var. Vahşet ve be­deviyet, memlûkiyet, esâret şimdi dahi ecirdir, başlamıştır geçiyor.” Burada Üstad Bedi­üzzaman, şimdiki zalim ve vahşi uluslararası sermaye odaklarının (multinational companies) çıkacağını söy­lü­yor. Nitekim aynen söyledi­ği gibi dünyayı ekonomik olarak yöneten belli güç odakları çıkmıştır ve hatta yakınlarda onlardan biri ce­hennemin dibini boyladı. Bu iki metni daha iyi değer­lendirebilmek için bazı izahlar yapmakta fayda mülahaza edi­yoruz. Bediüzzaman burada ön­celikli olarak tarih boyunca insanlığın veya toplumların ge­­çir­diği değişim ve dönüşüm ev­re­leri üzerinden meseleye yak­­la­­şı­yor. Bunu yaparken de zaten “maddi tarihin na­za­rıyla” kaydını getirdiğini gö­rü­yoruz. Burada ki “maddi ta­rih” tabiri batılı kaynaklarda “historical materializm” olarak geçmektedir ki bu kavramı “ta­rihi maddecilik” veya “tarihsel materyalizm” diye çevirebiliriz. Bu “tarihi maddecilik” yakla­şımını ilk olarak Lewis H. Mor­gan “bütün toplumların aynı aşamadan geçtiğini” ileri sürerek ortaya atmıştır. Daha sonra bu yaklaşım ekonomik cihetlerle desteklenerek “dev­rim teorisi”ni netice vermiştir. Bu teoriye göre, tarihsel süreçte yaşanan bu diyalektik çelişki (kar­şıtlıkların çatışması) ve bu­nun sonucunda oluşan top­lum­sal dönüşüm (yani devrim), siyasal olarak tesadüfü bir durum olmaktan ziyade, ta­rihi bir zorunluluğun dışa vurmasıdır. Onlara göre “Ça­tışma olmadan ilerleme ol­maz” ve “Uygarlığın bugüne değin izlediği yasa budur.” Toplum­ların gelişim evrelerinde de “sı­nıf çatışması” değişimi tetik­leyen temel bir etken olarak yer almaktadır. Bu anlayış insanlığın ilk döne­mini İlkel (bedevi) toplumla başlatır. İnsanlar doğaya ba­ğım­lı olarak yaşamışlardır. Bu toplumda özel mülkiyet ve top­lumsal sınıf tabakası yoktur (yani daha teşekkül etmemiştir). Köleci (memlûkiyet) toplum Batı dışı uygarlıkların yaşadığı ve işçilerin devlete bağımlı ola­rak yaşadığı toplum modeli­dir. Özel mülkiyetten sonra or­ta­ya çıkan ilk toplumlar, An­tik (esir)3 toplumlardır. Bu top­lumlar efendiler ve köleler olmak üzere iki sınıftan oluş­maktadır. Feodal (esir ile ecir arası) toplum ortaçağ Av­ru­pa’sındaki kölelik biçimi olup bu da esir ile ecir arası bir geçiş devrine tekabül etmektedir. Ar­tık efendilerin yerini toprak sa­hipleri, kölelerin yerini ise top­rak sahiplerine bağlı ve on­ların topraklarında çalış­mak zorunda olan (esir ile ecir arasındaki) köylüler almıştır. Bunlar köle gibi alınıp satılamaz, toprağın sahibine bağlı çalışan ve bu çalışma sayesinde kalacak yer ve yiyecek sahibi olmuş kişiler­dir. Feodal toplum sonrasına denk dü­şen Ka­pitalist (ecir) top­lum üre­tim araçlarına sa­hip bur­juvazi (sermaye sa­hi­bi patronlar) ve ücretli işçi sını­fın­dan (emek gücünü ücret kar­şılığı satmak zorunda kalan­lardan) oluşmaktadır. Kapi­ta­list toplumda yer alan bu iki te­mel sınıf arasındaki çatış­manın sonucunda “sınıfsız bir toplum”un (yani sosya­lizmin) oluşacağı iddia edil­miştir. Bu tarihsel maddeci top­lum analizi, aslında ekono­mik temelde yapılmıştır. Za­manla bazı yorumcular, bu ana­lizin tarihsel olarak toplum­ların oluşum ve değişim süreç­lerinin anlaşılmasında da kulla­nılabileceğini savunmak­tadırlar. Bu teoriyi yaratılma ve fıtrata dair âdetullah kanunları çerçe­ve­sinde nazara alırsak gayet makul olduğunu anlarız. Zira toplumu oluşturan bireylerdir. O zaman bir insanın gelişim evrelerini nazara aldığımızda biyolojik olarak 5 ayrı evreden bahsedilmektedir. Bunlar; 1) Bebeklik (0-3 yaş), 2) Çocukluk (3-12 yaş), 3) Ergenlik (12-21 yaş), 4) Yetişkinlik (21-65 yaş) 5)Yaşlılık (65 yaş ve üzeri) olarak kabul edilmektedir. Cenab-ı Hakk’ın yaratmasındaki fıtrat kanunlarından hareketle bir insanın ferdi gelişim evreleri ile insan nev’inin (toplumun) gelişim evreleri arasında bir çeşit mümaselet (benzerlik) ol­du­ğunu tespit edebiliriz. Bu bakış açısı, benzer kevni hadi­seleri yorumlamakta farklı bir tefekkür penceresi açacaktır. Bu teknik bilgilerden sonra Be­diüzzaman’ın yukarıda­ki izah­larını yeniden yorumladı­ğı­mız­da şu anlaşılacaktır: Dünya tarihinde toplumların değişimi ictimai bir kanuna tabidir. Bu ictimai sünnetullah kanununa binaen beşerin avam tabakası, havassa karşı kıyam ve isyan dö­nemine girdiğinden, dünyanın birçok bölgesinde birbirine ben­zer şekilde avamdan havassa (ya­ni kültürüne göre; fakirden zen­gine, işçiden patrona, bedeviden medeniye, anarşist halklardan devlete, cahilden âlime, kalbi in­ti­baha gelmeyen zahidden ev­­li­­ya­ya kadar) hürmetsizce kı­yam ve isyan hareketleri baş­la­dı. Bu izahı farklı ve ori­ji­nal yapan en mühim hu­sus; bu kıyam hareketleri ara­sında bir etkilenme, illi­yet veya sebep-sonuç iliş­ki­si olmadan, dünyanın gir­­diği isyan ikliminin tesi­riyle Vehhâbilerin de İslam âle­mindeki otoritelere başkal­dırmış olmalarıdır. Yani hem halifeye, hem Osmanlı dev­letine, hem kültür ve me­de­niyete, hem İslam âlimlerine, hem halkın manevi mürşid­leri olan evliyalara yani kı­sa­cası Müslümanların nez­dinde büyük kabul edilen ve kendisine hürmet edilen her şeye karşı gelerek Ehl-i Sünnet’in başına bir büyük fitne (imtihan) oldular. Za­ten Vehhâbilik Risalesinin ba­şına “Hem öyle bir fitneden sakının ki, (geldiği zaman) içinizden sâdece zulmedenlere dokunmaz (umûmî olur)! (Enfal 25)” ayetinin alınması bu fitneye işarettir. Bu mükemmel ve orijinal izah­tan sonra “Bediüzzaman Said Nursi’nin Vehhâbilik üze­ri­ne yürütülen fikirleri derinleş­ti­re­cek herhangi bir açılım ge­tir­mediğini” iddia ederek ha­kikatleri göstermemeye çalışan, sathi nazarlı veya tarafgir ila­hi­yatçılara ne demek lazım? Rabbim böylelerine insaf ve iz’an versin. Âmin. Bu konuyu özetlersek; 18. Yüz­yılda meydana gelen devletler düzeyindeki çözülmelerin et­ki­si bir bütün olarak dikka­te alın­dığında, Vehhâbi hareketi­nin de diğer hareketlere benzer bir sürecin sonunda başlamış ol­du­ğu anlaşılmaktadır. Batılı mih­rak­ların İslami ihya hareket­lerini Protestanlığa bağlama ça­basının altında yatan nedeni izah etmenin lüzumu bile yok. Zaten tarihi verilere göre; Pro­testanlık 19. yüzyıla kadar Ku­­zey­batı Avrupa ve Kuzey Ame­ri­ka bölgeleriyle sınırlı kal­­­mış ve bu süre zarfında İs­lam’la kayda değer bir temas geliş­tir­memiştir. Özellikle 20. yüz­yılın ortalarından itibaren ge­nelde Hıristiyanlığın güney yarım kü­reye yayılması ile bir­likte Pro­testanlığın İslam’la mü­na­sebeti çok daha sonra art­mıştır. Ameli İmandan Bir Cüz Kabul Etmeleri Vehhâbilere göre iman ile amel bir bütündür. Ameli iman­dan bir cüz sayıp, ameli tev­hi­di yerine getirmeyenlere kâ­­fir diyerek bu gibilerin mal­la­rını ve canlarını helal say­mak Haricilerin esasıdır. İbn Abdülvehhab’a Harici denilme­sinin sebeplerinden biri de işte bu fasid akidedir. Ameli tevhid meselesinin dayana­ğı esasen İbn Teymiye olmak­la birlikte, O Müslümanların can­­larını ve mallarını helal say­mamıştır. Cevdet Paşa: “… Vehhâbiler amel imandan cüzdür deyip mesela bir vakit namazı ve bir sene zekâtı tekâsülen (tembellikle) terk eden kimesne (kimse) kâfir olarak demi (kanı) heder ve malı helaldir diye itikâd ederler.” Ayrıca Ehli Sünnet’­ten olan Müslümanlara kâfir ve müşrik nazarıyla bakarak kanlarını ve mallarını helal ad­detmelerinin asıl sebebini “Yağ­ma­kâranı urbanın meş­rebine dahi bu akaidi batıla tamam-ı mülayim ve muvafık gelmekle mezheb-i mezkür ceziret’ül arap’ta kemal-i sür’­atle münteşir olmuştur.” ifa­de­leriyle beyan etmiştir. Kur’an-ı Kerim’de “iman eden­ler ve salih amel işleyenler” diye sıkça tekrarlanan ayetler, imanla amel arasında sıkı bir ilişkinin mevcudiyetini gös­ter­mektedir. Bununla birlikte bu ilişkinin atıf edatıyla kurulması ve gramer açısından atıf ter­kibinde yer alan iki tarafın, birbirinden ayrı şeyler olması kuralı çerçevesinde, amel ol­mak­sızın da imanın teşekkül etmesi mümkündür. Bu husus­ta İmam Gazali: “İman edip salih amel işleyenler…” (Kehf 107) ayetiyle amelin, imandan sonra geldiğini ve imanın aynısı olmadığını söyler. Aksi halde “iman edip” dedikten sonra “salih amel işleyenler” tabiri­ni kullanmak fazla olurdu. Ayrıca “Kişi ikrar ettiği ha­ki­kati inkâr etmedikçe küfre girmez.” (Taberani) hadisini de bu meseleye delil olarak geti­rir. Ehl-i Sünnet âlimlerin fi­kirlerini, ameli gereksiz bulan ve sadece tasdikten ibaret sayan bir iman anlayışı olarak gör­mek te isabetli olmaz. Aslında bu anlayış, amel eksikliğinden dolayı kişinin mümin vasfını kaybedeceğini ileri süren Harici ve Mu’tezili görüşe karşı, -kalbi tasdikten ibaret- bir imanın varlığı devam ettiği sürece fer­din mümin kaldığını ka­bul eden, kucaklayıcı bir tavır, in­saflı ve mu’tedil bir hüküm olarak değerlendirmek gerekir. Tekfirci Bir Hareket Olduk­ları ve Şirkin Kapsamını  Çok Geniş Tutmaları Vehhâbi itikâdının temel esa­sı­nı tevhid teşkil eder. İbn Abdülvehhab tevhid inancını “tevhid-i ulûhiyet” ve “tevhid-i rubûbiyet” esasları üzerine bi­na eder ve bunlara “tevhid-i (zat) esma ve sıfat” olmak üzere üçün­cü bir tevhid anlayışını da ilave eder. Hâlbuki bu tevhid anlayışı İslam âleminde yeni bir fikir veya orijinal bir tespit değildir. İslam tarihinde bu “ikili tev­hid anlayışı”nı ilk defa İbn Teymiye ortaya atmıştır. Tak­lidi reddettiklerini iddia ede­­­rek ortaya atılan Vehhâ­bi­ler ironik bir şekilde bir tak­lid hareketi olmaktan öte­­ye gidememişlerdir. Zira İbn Teymiye’nin görüşlerinin Veh­hâbi Hareketine temel ve da­ya­nak teşkil ettiği açık­tır. İbn Teymiye tevhidi, “rubû­biyet” ve “uluhiyet” olmak üze­re ilk defa ikiye ayırmıştır. Kısaca, Rububiyet Tevhidi­ni; Allah’ı fiillerinde birlemek, ya­­ni kâinattaki her şeyin ya­ra­­tı­cısının sadece Allah ol­du­ğu­na ve fiil cihetiyle ortağı ol­madığına inanmak, Uluhiyet Tevhidini de; ibadetin sadece Allah’a mahsus kılınması ve ibadete müteallik hususlarda O’na ortak koşulmaması şek­linde ifade edebiliriz. Onlara göre; müşrikler aslında bu Ulu­hiyet Tevhidi’ni inkâr et­mişlerdir. Yani müşrikler de kâinatı Allah’ın yarattığına ina­nıyorlardı. Bununla birlikte iba­detleri sadece Allah’a has kıl­mayarak, yani putlara da ibadet etmek suretiyle ulu­hi­yet tevhidini yerine ge­tir­­me­dik­leri için İslam’a gir­me­ye­rek Müslüman sayılmamış­lar­dır. Yine onlara göre; se­lef-i salihinden sonraki Müslü­man­lar da zamanla tevhidi müşrikler gibi sadece rububiyetten ibaret zannetmişler ve uluhiyet tevhi­dine aykırı hareket ederek ha­kiki tevhidden çıkmışlar ve hatta şirke girmişlerdir. Kabir başında dua etmek, namaz kıl­mak, kabre bir takım eşyalar bırakmayı da şirk davranışı ola­rak kabul etmektedirler. Bir mürşide bağlanmak da insanı şirke götürür. Eyüp Sabri Paşa, Vehhâbilerin kendilerinden önceki İslam bü­yüklerine karşı tavırlarıyla ile ilgili olarak “Beş yüz seneden beri vefat eden mü’minin ve mü’minatın şirk üzere vefat etmiş olduklarını” iddia et­tik­lerini söyler. Buna benzer bir rivayeti de Zeyni Dahlan nakletmektedir; Bir defasında bir adam İbn Abdülvehhab’a sordu: “Bu din sana muttasıl olarak mı yoksa munfasıl olarak mı geldi?” Adama; “Benim şeyh­lerim ve onların şeyhleri dahi 600 seneye kadar hepsi müşriktir.” dedi. Hatta İbn Abdülvehhab daha da ileriye giderek cahiliye dönemi şir­kiyle kendi dönemindeki şir­ki mukayese eder ve cahiliye dönemi şirkinin daha hafif olduğunu iddia eder. Buraya kadar İbn Abdülveh­hab, İbn Teymiye ile aynı fikirde­dir. Fakat O, bu şirk meselesi­ni daha ileri bir noktaya taşı­mış, kendilerine tabi olmayan Müs­­lümanları şirkle itham ede­rek, canlarının ve mal­larının muvahhidlere (Vehhâ­bilere) helal olduğunu iddia etmiştir. Bu konuyla ilgili ola­rak Mekke Müftüsü Ahmed b. Zeyni Dahlan’ın (ö. 1886) kaleme aldığı “dürerü’s-seniyye fi reddi ale’l-vehhabiye” adlı eser­­de yaz­dığına göre; İbn Ab­dül­veh­hab’ın kardeşi Şeyh Sü­leyman ilim ehli birisiydi ve onun yaptığı ve emrettiği her bid’at fikrine şiddetle karşı çıkıyor ve ona tabii olmu­yor­du. Bir gün Süleyman kar­deşine sordu: -İslam’ın erkânı kaçtır? - O da “Beştir.” dedi. - Süleyman; “Sen bunlara al­tın­cıyı da ekliyorsun. 6. şart olarak “Sana tabi olmayanlar Müslüman değildir.” diyerek kendince bunu da İslam’ın erkânından sayıyorsun.” dedi. Sonra Süleyman kardeşinin ken­disinin öldürülmesini em­ret­mesinden korktuğu için Me­dine’ye göç etti. Orada bu fi­kirleri red sadedinde bir risale telif ederek kendisine gönderdi. Tevhid akidesi, İslam tarihi bo­yunca bu şekilde ele alınmış değildir. Ehli Sünnet Âlimleri, Allah’ın sıfatları vardır ve sı­fatların bulunması hakiki tev­hide münafi değildir, diyerek tevhidin “Allah’ın birliğine imandan ibaret” olduğu esa­sında birleşmişler. Esasen İs­lam’ın tevhid akidesinin ehem­miyet ve kıymeti; Hıris­ti­yan­ların üç uknum, Mecusilerin iki mebde ve Yahudilerin ken­dilerine has bir ilah kabul et­meleri karşısında anlamlı ol­du­ğuna göre, tevhidin hakiki manasının kelime-i şehadet ve Allah’ın birliğine imandan iba­ret olan vahdaniyet akidesi ol­duğunda ittifak vardır. Bu iza­ha göre tevhidi, ikiye ayırarak izah etmeye kalkmak cumhura muhalefettir. İslam âlimlerinin cumhuru bu yanlış tevhid inancını red sadedinde; Tevhidi, ru­bûbiyet ve ulûhiyet şeklinde ayırmanın Kur’an ve Sünnet­te olmadığını ifade ederler. Çünkü “La ilahe illallah”taki “ilah” kelimesi hem ulûhiyet hem de rubûbiyet manalarını içerir. Diğer taraftan “Rab” ke­limesi de aynı şekilde “ilah” ma­nasına da gelmektedir. Eğer bu iki kelime arasında itikâdi manada bir ayırımı zaruri olsaydı, Hz. Peygamber bu­nu Müslümanlara mutlaka açıklardı. Nitekim Hayber’de yeni Müslüman olan bir ço­ban Hz. Peygambere; “Bu Müs­­lümanlığın hakkı ne­dir?” dediği zaman, Hz. Peygam­ber; “Şu kılıcı alıp harp et­mek­tir.” cevabını vermiş ve bu çoban hiçbir ibadeti ye­ri­ne getirmediği halde harpte vefat edince ashabın en kıy­met­lilerinden şehid olan Mah­mud İbn Mesleme ile bir­lik­te defnedilerek şehid bir Müs­lüman muamelesi gör­müş­­tür. Yani uluhiyet tevhidi an­­la­­yışı eğer doğru olsaydı, Hz. Pey­gamberin bu çobana öncelikle Allah’a ibadet etmesi gerektiği­ni şart koşması gerekirdi. Ama bunu talep etmemesi, İbn Tey­miye ve takipçisi İbn Ab­dül­veh­hab’ın ikili tevhid görüşleri­nin Hz. Peygamber zamanında ol­mayan ve uygulanmayan bir bid’at olduğunu ispat eder. İzmirli tekfir meselesi ile ilgili olarak; “İbn Teymiye ile İbn Kayyımın memnu’ addettikleri bir şeyi İbn Abdülvehhab küf­rü mucib ef’al addetmiş, mu­haliflerini de şiddetle redde­derek asr-ı saadetten sonra zu­hura gelen bid’atleri ref’ et­mek da’iyesine düşmüştür.” Cev­det Paşa da şer’an yasak ve mekruh olan birçok şeyi açık şirk olarak kabul ettiklerini ve buna istinaden “…bütün İslam olanlara kâfir ve müşrik nazarıyla bakarak bunca Müs­liminin demleri (kanlarını) he­der ve malları kendilerine helal olmak itikadında…” olduk­la­rı­nı söyler. Vehhâbi ulemasından Uley­yan’ın şam valisi Genç Yusuf Pa­­şa’ya yazdığı mektupta müte­ferrik fikirlerini sıraladıktan sonra “eslem teslem” (müs­lü­man ol ve selamete er) de­mektedir. Bu mektuba yazı­lan cevapta Vehhâbilerin sa­vun­duk­ları bütün fikirler ehl-i sün­nete göre ayet ve hadis­ler­le çürütüldükten sonra iti­kad­larının bid’at olup ceha­letlerinden kaynaklandığı ve şayet iddia ettikleri gibi, dini bir gayret ve hedefleri varsa bunu İslam düşmanlarına kar­şı gelerek göstermeleri ve mu­ha­taplarının Müslümanlar ol­ma­ması gerektiği beyan edil­mektedir. Suud b. Abdülaziz’in Medine halkına verdiği hitabeden bir kısmı “Ey Medine halkı, … Ec­dadınız tamamen şirk üzere vefat ettiler. Şayet içinizden biri muhalefet gösterir ve itiraz eder ise cümlenizin malları, eşya ve hayatı askerim için mubahtır… Hz. Peygamberin mezarı karşı­sında önceleri olduğu gibi durup ta’zim için salat-ü selam getirmek mezhebimizce gayrı meşru ve yasaktır. Geçenler durmadan ge­çip gitmeli ve durma sırasında Hz. Peygambere sadece selam ver­melidir.” Kendilerinden olmayanları müş­­­rik ka­bul ettiklerine dair ya­­şan­­mış bir vakada; Mısır Va­li­­si Meh­med Ali Paşa’nın hu­zu­runa gelen bir bedevi M. Ali Paşa’nın sakalını öptükten son­ra, birdenbire bağırarak, ger­çek Müslümanların (yani Veh­hâbilerin) dinini tamamen terk edip müşriklerin yani M. Ali Paşa’nın dinini kabul etti­ğini ifade etmiştir. Vehhâbi imamlarının mektup­larında; Sadece kendilerine ta­­bi olanların İslam olacağı ya­­zıl­­maktaydı. Fakat İslam’ın hâ­kim olduğu şehirlerde bu iddialar bir mana ifade et­miyordu. Hatta şehir uleması bu teklif ve düşünceleri komik buluyordu. Çünkü onlar zaten Vehhâbilerin iddia ettikleri ve uyulmasını istedikleri İslam’ın emirleri doğrultusunda yaşa­dık­larına inanmaktaydılar ve do­layısıyla bu fikirlerin muha­tabı değillerdi. İmam-ı Azam Ebu Hanife hazretleri, Fıkhu’l-Ebsat isimli eserinde günah işleyen bir Müslümanı tekfir edenleri red­deder ve buna bazı ayetleri delil getirir: “Zünnûn’u da (Yûnus’u da an)! Hani (kavmine) kızan biri olarak, (bizden izinsiz) git­mişti de kendisini (bu yüzden) aslâ sıkıştırmayacağımızı san­mış­tı; derken (balığın karnında) karanlıklar içinde (kalıp): “Sen­den başka ilâh yoktur; seni tenzîh ederim! Gerçekten ben zalimlerden oldum!” diye ni­dâ etmişti.” (Enbiya 87) aye­tinden sonra “Hz. Yunus’un (günah işlediği için) zalim olduğunu, buna rağmen Mü’­min ol­du­­ğunu ve münafık ol­madığını söyler. Aynı bö­lümde, “Böylece Allah, senin günâhından geç­miş ve gelecek olanı, senin için bağış­lasın.” (Fetih 2) ayetinde; “Allah Teâlâ, Hz. Muhammed(sav) için “günahını bağışlar” bu­yur­muştur, “küfrünü ba­ğış­lar” dememiştir.” diye­rek gü­­nah işleyenlerin kâfir ol­ma­­dığını ve tekfir edileme­ye­ceğini ispat etmiştir. Bu tevhid anlayışı itikâdi olarak Kur’an’a tamamen aykırıdır. Selefi Salihin devrinde de bu şekilde bir anlayış ve uygulama görülmemiştir. Ancak kendi­lerini Selefi Salihin’e nisbet ederek, ne fikirde ve ne de yaşayışta kesinlikle selef gi­bi dav­ran­madıkları halde ken­di­lerine -sözde- Selefiye ismini takanların samimiyetten ve ih­lastan ne kadar uzak oldukları aşikârdır. Nasların Sadece Zahiri Manalarını Almaları Taberi’nin tedkikine göre, Ah­med bin Hanbel’in hadisçi yö­nünün fakihlik yönüne nis­betle ağır basması sebebiyle bu mezhep mensupları, muteber gördükleri naslar üzerinde fazla akıl yürütmemeyi ve nasları olduğu gibi kabul etmeyi şiar edinmişlerdir. Zira Vehhâbi imam­larının mek­tupları ince­len­­­di­ğinde genellik­le bütün Müs­­lü­­man­ların ka­bul ettikleri Ayet ve Ha­dislerin belli bir tertip içinde su­nul­masından ibaret ol­duğu gö­rülür. “Vehhâbîler ve Hâricîler ise, nusûs-u şerîata ve sarîh-i âyâta ve zevâhir-i ehâdîse is­tinâd ederek, hâlis tevhîde mü­nâfî ve sanemperestliği îmâ ede­cek her şeyi reddetmekliği kaide tutmuşlar. Fakat… men­fî garazlar, onları haktan çe­vi­rip dalâlete saptırmış ki, if­rât derecesinde tahrîbât ya­pıyorlar… hangi fırka olursa olsun, böyle bir hakîkati mesle­ğinde görüp, onunla aldanıp, sonra dalâlete saplanır.” Ehl-i Sünnet ve’l- Cemaat’dan, ister sair İslâm fırkalarından ol­sun kendilerine muhalif olan­ları nassların zahirine ham­le­derek küfür ile itham etmişler. Evet, İbn Teymiyye ve İbn Kayyım da İbn Abdülvehhab’ın tekfir saydığı fiilleri şirk çe­şi­din­den saymışlarsa da on­ların şirkten maksatları (şirk-i sa­ğir) demek olup yok­sa “Al­lah kendisine şirk koşulmasını asla bağışlamaz; bundan baş­kasını, dilediği kimse için bağışlar” (Nisa, 4/48;116) âyet-i kerimesinde zikredilen “şirk-i ekber” değildir. Çün­kü Cenab-ı Hakk’ın bağışla­ma­ya­cağı şirkin en büyüğü İslâm dininden çıkmak de­mektir ki putlar yahud ateş, su gibi şeylere ibadet ile mah­luklardan birine hususi ru­bubiyet verip Cenab-ı Hakk Teâlâ’ya şerik, ortak ve ben­zetme kabul etmekten iba­rettir. Buna “Şirk-i Celi” de denir. “Şirk-i Hafi” ki Cenab-ı Hak’­dan başkasına iltifat etmek de­mektir. Beşer nevi bir an bile bundan uzak olamaz. Rasuller ve büyük Enbiyalar hazretleri Şirk-i Celi’den müberra, uzak oldukları halde Şirk-i Hafi’den kurtulmak için Cenab-ı Hakk’a duâ etmişlerdir. İbrahim ve İs­mail aleyhisselamların: “Ey Rab­bi­miz! Bizi Sana  bo­­­yun eğen­ler­den kıl! Nesli­miz­­­­den de sa­na itaat eden bir üm­met çı­kar. Bi­ze iba­det usullerimizi gös­ter. Tev­belerimizi kabul et” (Ba­kara, 2/128) Ve Hz. Yu­suf’­un; “Beni müslüman ola­rak öldür ve beni salihler ara­sına kat” (Yusuf, 12/101) di­ye dua etmeleri bu manayı açıklamaktadır. Elhasıl Şirk-i Hafi’nin çeşitleri olup “kötü duygularını kendisine tanrı edinen kimseyi gördün mü? Sen (Rasülüm) ona koruyu­cu olabilir misin?” (Furkan, 25/43) âyeti kerimesi gereğince nefs ve şehvetlere uymak bir nevi Şirk-i Hafi olduğu gibi riyâ da şirk-i hafidir, ameli iptal eder, derler. Ancak “riyâ yapanlar hep kâfirdir” diye “kanları ve malları helâldir” sö­zünü hiç kimse söyleyemez. Kabir Ziyareti ve Birçok Şeyi Bid’at Kapsamında Değerlendirmeleri Vehhâbilerin bid’at olarak en çok önem verdikleri husus ka­bir ziyareti meselesidir. İbn Tey­miye’ye göre dua etmek, se­lam vermek amacıyla yapılan kabir ziyareti caizdir. Fakat Pey­gamber dahi olsa şefaat di­lemek arzusuyla yapılan kabir ziyareti ile orada na­maz kılmak (sadece Allah’a ibadet etme niyetinde olsa bile) bid’at ve şirktir. İbn Tey­miye’nin bid’atle ilgili fi­kirleri İbn Abdülvehhab’ın zuhuruna kadar nazariye ola­rak kalmıştı. Vehhâbiler si­yasi iktidarı ve gücü ele geçi­rince onun bid’atle ilgi­li fikirlerini uygulama im­kâ­nına kavuşmuşlardır. Bid’at­lere karşı çok şiddetli ve top­tancı bir tavır takınarak “ha­sene–seyyie” tarzında bir ay­rı­mı kabul etmemişlerdir. Cev­det Paşa’ya gö­re “bid’at-i sey­yie ile haseneyi fark-u temyiz etmek lazımdır, sonradan zuhur etme nice şeyler vardır ki hasenattan ma’duddur ve insan medeniyyi’t-tab’ olduğu cihetle bir raddede durmayıp fü­nunu sanayi’ muhteri’a hasebiyle âlem-i terakkide kat’i mesafe edegeldiğinden…” bu tavır ta­biata karşıdır. (Bu hususu daha da irdeleyecek olursak kâinatta cari olan tekâmül ve terakki gibi âdetullah kanunlarına da tamamen aykırı hareket et­tikleri anlaşılacaktır.) Kutsal yerleri ziyaret etmenin, ibadeti Allah’a değil de böyle yerlere yönelteceğini, dolayısıyla inanç nok­tasında insanları şirke dü­şüreceği fikriyle pek çok İs­lam büyüklerinin kabir­lerini yerle bir edip yıkmışlardır. Bu yüzden tarihte mabed yıkıcı­ları olarak tavsif edilmişlerdir. Sadece İslam büyüklerinin değil görünürde olan mezarlara dahi el atarak yıkmışlardır. Öyle ki, Hicaz bölgesinde iktidarı ele geçirdiklerinde, tüm sahabi me­zarlarını yıkarak yerle bir etmişlerdir. Şu anda buraların kabir yeri olduğunu gösteren bazı işaretlerden başka bir şey kalmamış durumdadır. Hâlbuki Resûlullah (sav) kab­ristanı ziyaret etmiş, ashabına Kabristana vardıklarında şöyle demelerini öğretmiştir: “Se­lâm size ey gerçek dünyanın mü’­min ve müslüman sakinleri. İn­şaal­lah biz de yakında size katılacağız. Allah’tan size ve bize âfiyetler vermesini dilerim. Siz önümüzden gidenler, biz de arkanızdan gelecek olanlarız.” (Müslim, Cenâiz 35; İbn Mâce, Cenâiz 36,103) Bediüzzaman, Hadîs-i sahîh ile sâbit olan ziyâret-i kubûr ve mak­beristana hürmet-i şer’iye sû’-i isti’mâl edildiğini ve bu­nu bahane yapan Vehhâbilerin ken­­­di­­lerini Ahmed İbn Han­bel mezhebinde göstererek, onun bir derece zâhirî ve mu­taas­sıbâne mezhebinden din nâmına istifâde edip, bir kısım evliyânın türbelerini tahrîb et­tiklerini ve kendilerini haklı zan­nettiklerini ve bir dirhem hakları varsa da, buna on dir­hem ilâve ederek yanlış yap­tıklarını söyler. Ayrıca Ehl-i Sünnet ve’l-Cemâat’ın Şafii vs. mensup âlimleri kabir zi­ya­­ret­­le­ri­nin caiz olduğu görü­şün­de­dirler. İmam Nevevi “ziyareti çok yapmak faziletli, Allah dos­tu kişilerin kabirlerini zi­yaret ederek, dua edip durmak müstehaptır” diyor. İmam Sub­ki (v.771/1370) de bu görüşün­den dolayı İbn Teymiyye’nin hataya düştüğünü söylüyor. Hz. Peygamber (asm) Mekke seferi sı­rasında annesi Amine’nin kab­rini ziyaret ederek ağ­la­­mış, etrafındakileri de ağ­lat­­mış ve Müslümanların ka­­bir­leri ziyaretine de izin veril­mişti. Mecaz-ı Akli Delili Bazı cahil insanların evliya ka­birlerini ziyaret ederlerken bir takım merasimlerle o mezar hakkında beslemekte oldukları itikad uygun değilse de bununla beraber bu kabilden olanların çoğunda Cenab-ı Hak’tan baş­ka bir kimsede güç ve kud­ret olacağını inanmadıkları bi­lin­­mektedir. Şu halde bu yüz­den bir müslümanın tekfir et­mek tehlikeli bir meseledir. Yani kabir ziyaretine giden Müslümanların hiçbiri orada medfun olan zata tapma ni­yet ve itikadında değildir. On­lar ibadet cihetiyle sadece Al­lah’ı hak ma’bud ittihaz eder­ler. Aksini iddia etmek Müs­lümanlara suizanda bulunmak ve iftira etmek demektir. Müs­lümanlara suizan etmek de Kur’an’da yasaklanmıştır.4 Bu meselede İslam âlimlerinin kullandıkları çok mühim bir delil de “Mecaz-ı Akli”dir. (Ba­zı kaynaklarda Mecaz-ı Hük­mi olarak ta geçer.) Mecaz-ı Akli’yi, bazen “bir fiil veya manası failine nisbet edil­meden” veya “başka bir faile nisbet edilerek” ifade edilir. Bu durumda lafız olarak hakiki fail zikredilmemiş olur. Fakat biz o fiili lafızda zikredilen faile nisbet etmeye mani olan bir karinenin olduğunu bilmemiz sebebiyle, mezkûr fiilin hakiki failinin başkası olduğuna hük­mederiz. Konunun daha iyi an­laşılması için Mecaz-ı Akli’ye bazı misaller verelim; “Zahidin gündüzü oruç, gecesi namazdır.” ifadesinde oruç ve namaz zamana (gece ve gün­düze) nisbet edilmiştir. Halbuki bu sözü işiten herkes kesinlikle bilir ki orucu tutan “gündüz” ve namazı kılan “gece” değildir bilakis insan olan zahiddir. Bu­rada hakiki fail zikredilmekle beraber fiil failine değil zamana nisbet edilmiştir. “Hac zamanı Mekke’nin cadde­leri sıkıştı.” denildiğinde haki­katte sıkışanın caddeler değil caddedeki insanlar olduğunu herkes anlar. Burada da fiil mekâna nisbet edilmiştir. Ay­nen bu misallerde olduğu gi­bi Kur’an’ı Kerimde de bir­çok ayette fiil hakiki faili­ne nisbet edilmeden kullanıl­mış­­­tır. Bunlar mecaz-ı akli’­nin Kur’an’da da oldu­ğu­nu gös­termektedir. Zilzal sure­sinde kıyamet hen­gâ­me­sin­deki hadiseler an­la­tılırken “Yer ağırlıklarını çıkardığı…” ifadesiyle fiil yeryüzüne nis­bet edilmiştir. Hâlbuki bu­nu işiten veya okuyan her Müslüman, bu fiili yapanın yeryüzü değil, Allah olduğu itikadını taşır. Aynen bunun gibi kabir ziyaretine giden insanlar da her şeyi Allah’ın yarattığı itikadındadırlar. Her nedense Kur’an akılcılığından dem vuranlar bu gibi ayetleri gör­mezden gelmek isterler ve­ya İbn Teymiye gibi cevap vere­meyince Kur’an’daki mecazı in­kâr etme cihetine giderler. Hâl­bu­ki ilmi seviyesi çok düşük olan biri bile Kur’an’ı oku­du­ğun­da ayetlerin çoğunda bu temsil, teşbih ve mecazları görecektir. İşte yanlış bir uy­gu­lamayı kaldırabilmek için se­çilen yanlış bir yöntem, inad da­marıyla beslenerek hem ken­disini hem de takipçi­leri­ni Kur’ani hakikatten uzaklaş­tırmıştır. Takiyyüddin İbn Teymiye ile ay­nı dönemde ya­şayan ve onunla mücadele eden Ehli sün­­net âlimi Takiyyüddin İbn Süb­­ki, bu gibi meseleleri gü­zelce delillendirerek redde­der ve artık İbn Teymiye’nin bu tür aykırı fikirleri terk etmesi ge­rektiğini söyler.Kabir ziyareti meselesinde ava­mın gösterdiği aşırılığa kar­­­şılık Vehhâbilerin de zıd­dıyla aşırılık göstermelerini İla­­hi Ka­der perspektifinde de­ğer­­len­di­ren Bediüzzaman Sa­id Nur­si, ”Hadîs-i sahîh ile sâ­­bit olan ziyâret-i kubûr ve mak­­be­ris­tana hürmet-i şer’iye sû’-i isti’mâl edildi….” İşte avamın bu müfritâne hâli, ka­dere fetvâ vererek muhar­rib Vehhâbileri onlara mu­sal­­lat etti. Fakat muhar­rib Vehhabilerin onları ta’dîl etmek suretiyle ifrâtlarını kırmak lâ­zım gelirken, öyle yapmayıp, bil’akis tefrît ettiklerini ve niha­yet­te Vehhâbilerin "اَلظَّالِـمُ سَيْفُ اللهِ يَنْتَقِمُ بِهِ، ثُـمَّ يَنْتَقِمُ مِنْهُ"5 kaidesine mazhar olarak sonra mutlaka cezalarını bulacaklarını söyler. Bediüzzaman, buna benzer ola­rak Kader cihetiyle iki nok­tayı daha tespit eder. Biri insan­ların bu asırda materyalist ba­kış açısıyla Allah’ı unutup her şeyi zahiri sebeplere dayan­dır­malarıdır. Diğeri de bu asırda enâniyetin çok ileri gittiği, ço­ğu insanın mağrurca birer kü­çük firavun ve nemrûd gibi ol­dukları hengâmında, kaderin bu muharribleri Ehl-i Sünnet’e musallat ettiğini nazar-ı hik­metle görür ve hikmet-i şer’iye diliyle açıklar. Ravza-i Şerife’nin üzerine atı­lan örtülerin dahi bid’at bir iş olduğunu iddia etmişlerdir. Bu nedenle Ravza’nın üze­rinde bulunan örtülerin yenilen­mesi­ni yasaklamışlardır. Bu örtü­ler eskilikten öylesine çü­rük halini almıştır ki, Hz. Peygam­ber’in(sav) huzurunda bulunan kişiyi aydınlatan veya ona bu me­kânın Hz. Peygambere (sav) vah­­yin in­diği mekân ol­du­­ğu­nu his­settiren o nur ol­masa, bu çürümüş parçalar göze ga­yet çir­kin görünecektir. Rav­za-i Şerife’nin üzerine bir örtü koy­mayı, hiç kimse, hiç bir şekilde bir tür ibadet ola­rak say­ma­mıştır. Bunu yapan­lar, Rav­za’nın bakanlara da­ha hoş görünmesini sağla­ya­cak bir süs amacıyla yap­mış­­lar­­dır. Ravza’daki örtüler­le Mes­cidi Nebevi’deki süsle­me­­lerin durumu aynıdır. Ne ga­­rip­­tir ki, bu örtülere kar­şı çıkanlar Mescidi Nebe­vi’de­ki bu süs­le­me­lere karşı çıkma­mış­lar­dır. Bu çifte standartlı bir uy­gu­la­madır. Ayrıca bid’atlarla mü­cadele edip her türlü yeni­liğe karşı çıkan muvahhid! Veh­hâbiler, neden Suudlu iş­adam­­ları­nın ülkeye her türlü mo­dern konfor unsurlarını sok­ma­larına ses çıkarmamıştır? Bu iki­yüzlü münafıkâne tavrın asıl sebebi, Vehhâbilerin siya­se­ten bağlı oldukları Suud aile­sin­den maddi menfaat elde etmeleridir. Aksi halde dini hassasiyet iddialarında samimi olsalardı fıtratlarında olan isyan damarıyla buna başkaldırırlar­dı. Bu da gösteriyor ki Vehhâbi­lerin ekonomik olarak rahatla­ması, onları inanç esaslarında da gevşekliğe sürüklemiştir. Şefaati ve Tevessülü Reddetmeleri Şefaat, “suçunun bağışlanması veya dileğinin yerine getiril­mesi için birine aracılık et­me” manasına gelir. Terim ola­rak “kıyamet gününde pey­gam­ber­lerin ve kendilerine izin ve­rilen salih kulların mü­min­lerin bağışlanması için Allah ka­tında niyazda bulunması” an­lamında kullanılır. Cürcani ise şefaati, “hakkında suç iş­len­miş kimseden, suçları ba­ğış­la­masını istemektir.” şek­linde tanımlamıştır. Zümer su­re­sinde anlatıldığı üzere6 put­pe­rest­­ler kendilerini Allah’a yak­laş­tı­ra­ca­ğı­na inandıkları için putlara tapıyorlardı. Şefaat ile ilgili ayetlerde kıya­met günü Allah’tan başka hiç­bir dost ve şefaatçinin bulun­maya­ca­ğı be­lir­til­mekte, ancak Allah’ın izni ve rızasıyla şefaatin gerçek­le­şebileceği açıkça beyan edil­mektedir. Şefaat kavramı hadis­lerde de sıklıkla yer alır (Bu­ha­ri, “Tevhid”, 24; Müslim, “İman”, 302) ve şefaatin hem dünyevi hem de uhrevi tarafı­nın bulunduğu belirtilir. Başta Resûlullah (sav) olmak üzere bütün peygamberler, melekler ve salih kullar büyük günah işleyen mü­minlere şefaat ede­cektir. Ay­rıca Kur’an okuyan ve oruç tutan kimseler hakkında bu ibadetlerin de şefaatçi olaca­ğı7 ilgili hadislerde bildirilmiştir. İbni Abdülvehhab, şefaat konu­sunda da İbn Teymiye’yi takip etmiştir. Şefaat, tevessül, istiğa­se, istimdad, kabir ziyaretleri ve tasavvuf hakkındaki görüşler hep tevhid-i ulûhiyet ile irtibat­lıdır. İbn Teymiye’ye göre, ve­fat­larından sonra kabirleri ba­şında peygamberlere, melek­lere dua etmek, onlardan şe­faat istemek Allah tarafından yasaklanmıştır. Fakat Allah’ın izniyle Peygamberin ve sa­lih kulların ahirette şefaat ede­bile­ce­ğini kabul etmektedir. İbn Abdülvehhab şefaatin sa­de­ce Allah’ın izniyle ahiret­te gerçekleşeceğini, Hz. Peygam­ber dâhil hiç kimsenin doğru­dan şefaat yetkisine sahip bu­lunmadığını söylemiştir. Bu sebeple Resûlullah (sav) ile saha­bi­­lerin ruhlarından ya da ve­li­­lerden dünyada şefaat bek­lemek şirke götüren bir dav­ra­nıştır. İbn Abdülvehhab’a göre caiz ol­mayan taraf, Allah’ı ara­dan çıkararak bizzat Hz. Pey­gam­berden şefaat istemektir. Zira Resûlullah’ın (sav) şefaatine nail olmak için de Allah’tan istemek gerekir. O’ndan baş­kasından istemek dalalettir. Eğer her şeyi sadece Allah’tan is­­te­mek şart olsaydı, Kur’an ve Ha­dis­lerde ifade edilen şefaat ve dua etmek gibi mefhumları ayrıca zikretmeğe gerek kal­mazdı. Ne batıl itikâd!, ne mantıksız iddia! Nitekim Kur’an’da melek­lerin gü­nahkâr mümin­ler için is­tiğ­­far et­­ti­ği8 bil­di­ril­­miş, Hz. Pey­­gam­­ber’e de mü­min­lerin ba­ğış­lan­ması için dua et­mesi9 emredilmiştir. Bu­nunla birlikte İbn Teymiye ve ta­kip­çilerinin iddia ettiği gibi söz konusu dav­ranışlarda bu­lunan Müslümanları müş­rik di­ye nitelemek aşırılık sa­yıl­ma­­lı­dır. Zira ahirette şe­faatin olmayacağını ve zalim­leri ko­­ru­­yan herhangi bir dost ve şefaatçinin bulunmayaca­ğı­nı bildiren ayetler kâfirler hak­kındadır. Şefaat konusuyla irtibatlı bir konu da Tevessül’dür. Lügatte vesile edinmek demektir. Ve­si­le ise kendisiyle başkasına yak­laşılan şeydir. Tevessül ıstılah olarak bir Müs­lü­manın işlediği salih amel­leri, Hz. Peygamber’i yahut ve­lileri vesile yaparak Al­lah’a ya­kın ol­maya çalışmasını ifade eder. Zeyni Dahlan, Cu­ma hut­belerinde, İbn Abdül­veh­hab’ın her defasında “Bir kim­se Peygambere teves­sül eder­se kâfir olur.” dediğini ak­tar­maktadır. Kur’an’da müminlere Allah’a ya­kın olmak için vesile aramaları10 emredilmiştir. Çeşitli rivayet­lerde belirtildiğine göre ku­­raklık dönemlerinde as­hap Hz. Peygamber’le teves­sülde bulunarak Allah’a dua ediyor ve duaları kabul gö­rü­yordu. İslam âlimlerinin cum­huruna göre tevessülün çe­­şit­lerini şöylece özetlemek müm­­kün­dür: 1) Allah’ın zâtı, isim­leri ve sıfatlarıyla tevessül. (“Ya Rabbi, İsmi azamın hür­metine kabul et.” gibi) 2) Hz. Peygamber’le tevessül. (“Pey­gamberin hakkı için bir şey istemek.” gibi) 3) Amel-i sa­lihle tevessül. “Bir mağarada mahsur kalan 3 kişinin yap­tıkları salih amellerle teves­sülde bulunarak Allah’tan ken­dilerini kurtarmaları için dua ettiklerinde her duadan son­ra mağara kapısının biraz açıl­ması ve en sonunda kapının ta­mamen açıldığını haber ve­ren rivayetlerde belirtildiği gibi amel-i salihle tevessülde bu­lu­narak yapılan duaların makbul olduğu yolunda sahih bilgiler mevcuttur. (Buhârî, Edeb, 5; Müslim, Zikr, 100)” 4) Müttaki ve salih müminlerin duasıyla tevessül. “Esasen müminlerin dua­sını istemek Kur’an ve Sün­net’te teşvik edilmiştir. Ni­te­kim Resûl-i Ekrem (sav) um­re­ye giden Hz. Ömer’den kendisi için dua etmesini iste­miştir.” 5) Hayatta olan velîler ve salih müminlerin za­tıyla tevessül etmek. Hayatta iken ve ölümlerinden sonra Hz. Peygamber’in, velilerin ve sa­lih kulların zatıyla te­ves­­sül­­de bulunmayı şirk say­mak ke­sinlikle isabetli bir gö­rüş değildir. Ayrıca “Sâ­lih amel­lerle tevessülde bulun­manın meşru kabul edilmesi, bu amelleri yapanlarla tevessülü de meşru hale getirir. Zira zat asıl, zata ait fiil fer’idir, fer’i ile tevessül câiz ise asılla tevessül de câizdir.” Netice olarak dünyevi bir ih­ti­yacın karşılanması veya gü­nah­ların bağışlanması için hayatta olan salih kişilerden dua talep edilmesi anlamındaki şefaatin caiz olduğu konusunda âlimler ittifak etmiştir. Zira bu şekilde dua edilmesi Hz. Peygamber’e11 ve Müslümanlara12 Kur’an’da emredilmiş, ashab da yağ­mur yağması veya başka ihtiyaç­ları­nın giderilmesi için hayatta bu­lunan Resûlullah’tan (sav) dua et­mesini istemiş, ayrıca yine ha­yatta iken Resul-i Ekrem’le (sav) te­vessülde bulunmuşlardır. Bir velinin kabri yanında adı­­nı anarak dua etmek ona tap­­­mak anlamına gel­mez, müşrik­lerin put­lara tap­ma­sı­na ise asla ben­ze­ti­le­mez. Ni­tekim Hz. Ebubekir, Re­sûlullah ve­fat edince alnını öptükten sonra, “Allah ka­tında bizleri de an” demiştir. Ayrıca Hz. Peygamber’in Hz. Ömer’e hi­ta­ben “Ey Karde­şim” Dua­larında bizi unutma” iba­­resiyle vaki olan Hz. Pey­gam­ber’in iltifatı, Allah nez­dinde duânın kabulü için şe­faatin yasak olmadığını açık­­ça göstermektedir. Yoksa Hz. Pey­­­­gam­ber’in bu konuda Hz. Ömer’in tevessülüne ihtiyacı yok­tur. Ayrıca Hz. Ömer’in yağ­­mur duasına çıkarken Hz. Abbas’ı yanına alıp onun yü­zü suyu hürmetine Al­lah’tan yağmur dilemesi de (Bu­hari, istiska, 3) buna delil ola­rak gösterilmiştir. Uzlaşmaz Tutumları ve Sadece Kendi Fikirlerini Hak Kabul Etmeleri Vehhâbi âlimleri kendi görüş­lerinin hata kabul etmez şe­kil­de doğru, başkalarının görüş­lerinin ise, tasvib edilemez şe­kilde yanlış olduğunu dü­şün­­mek­te­dirler. Kabile yapısı­nın en önemli davranış biçimlerin­den biri hiç kuşkusuz kendi dışındakini öteki kabul etme­sidir. Vehhâbiliğin, Osmanlı dö­neminden kalma mimari eser­leri sistemli biçimde yok et­mesi de bu hareketin ideolojik bir yansıması olarak görülebi­lir. Çünkü sanat eserlerinin bir bir yok edilmesi, Vehhâbilerin kendileri dışındaki her türlü inanç, fikir- ve sembole hayat hakkı tanımama yönündeki genel eğilimlerinin bir tezahürü olarak anlaşılabilir. Vehhâbilerin esas problemi tek bir doğru meydana getirmeye çalışmaları, daha doğrusu ken­di düşünce yapılarını yegâ­ne doğru addetmeleridir. Vehhâ­bilerin bütün geleneksel yo­rum­lamaları reddedip temel kay­naklara dönme teşebbüsü ne­ti­cede sadece kendilerinin ger­çek inancı temsil ettiklerine inandıkları bir grubun oluş­masına neden olmuştur. Veh­hâ­biliğin, kendilerinden ol­ma­yan­lara karşı mücadeleyi baş­lat­ması, kendi içlerinde bütün­leşmeyi sağlarken, İslami ana omurgadan ayrılmış ve netice­de maalesef anarşist bir ruh taşıyan radikal, marjinal ve uzlaş­maz bir gruba dönüşmüştür. Kur’an ve Sünnete muvafık bir usule dayanmak kaydıyla insanlar hakikati farklı şekillerde yo­rumlayabilirler. Bu hususta Be­diüzzaman: “Haklı her mes­lek sâhibinin -başkasının mes­leğine ilişmemek cihetinde- hak­kı, “Mesleğim haktır” ya­hud “Daha güzeldir” diyebilir. Yoksa başkasının mesleğinin haksızlığını veya çirkinliği îmâ eden, “Hak yalnız be­nim mesleğimdir” veyahud “Güzel, benim meşrebimdir” diyemez.” sözleriyle takınılması gereken tavrı açıklamıştır. İşte bu uzlaşmaz tutumları ve doğru olanı sadece kendileri­nin bildiklerini iddia etmeleri İslam dünyasında nifak to­humlarının ekilmesine sebe­bi­yet vererek netice itibariyle Ehl-i Sünnet’e ve İttihad-ı İslam’a zarar vermiştir. Islahtan İsyana Doğru Bir Hareket Olduğu Bu hareketin temelindeki iki şey isyana ilham olmuştur. Bi­rincisi; Harici ruhu; haşin, is­yankâr ve çevresine uyum sağ­layamayan bir insan tipinin simgesi olarak telakki edilmiş­tir. Şehristani’nin ifade ettiği gibi bu niteleme “ümmetin üzerinde ittifak ettiği halife­ye başkaldıran herkes” için kullanılır. İkinci olarak ta İbn Tey­miye’nin eserlerini oku­yan ve okudukça beğenen İbn Ab­dül­veh­hab, daha sonra bu ko­nuda derinleşerek, bu görüş­leri teoriden pratiğe aktarmıştır. Bir hareket veya fikrin isti­ka­met­te olup olmadığının tes­pi­ti sa­de­din­de Bediüzzaman; “Mes­­lek­ler, mezhebler ne ka­dar bâ­tıl da olsalar, içinde uk­de-i ha­­ya­­ti­­ye­­si hükmünde bir hak, bir ha­kî­kat bulunur. Eğer âsâ­rı­na ve neticelerine hük­­me­­­den hak ve hakîkat ise ve men­­­fî ci­het­leri müsbet ci­het­le­ri­­ne mağ­lûb ise, o mes­lek hak­­tır. Eğer içindeki hak ve ha­kî­kat, neticelere hük­me­de­mi­yor ve menfî ciheti müsbet ci­he­ti­ne galebe ediyorsa, o mes­lek bâtıldır. Onun ehli, ehl-i bid’a ve dalâlet olur. İşte bu kaideye binâen, âlem-i İs­lâm­daki ehl-i bid’a fırkalarına bakılsa görülüyor ki, her biri bir hakka istinâd edip gitmiş. Fakat menfî ciheti ya garaz veya inâd gibi bir sebeble o mes­le­ğin âsârı dalâlet hesabına çalış­mıştır.” Söz konusu isyan olunca ba­zı­larının aklına hemen Nurettin Topçu’nun “isyan ahlakı” ge­le­bilir. İsyankâr, tenkidçi, muha­lefetten süfli bir zevk alan anarşist ruhlu kişiler, isyanın da ahlaki yönünün olduğunu cahilane iddia edebilirler. Hâl­buki Topçu’nun belirttiği is­yan; Allah’ın emirlerine uymak istemeyen nefs-i emareye kar­şı isyan etmektir. Aslında ta­savvufta “nefis terbiyesi” olarak bilinen şeye Topçu “isyan ah­lakı” ismini vermiştir. Yoksa burada dışa yönelik bir isyan yoktur. Bilakis bu isyan insanın kendine olan ve neticede Rab­bine hakiki kulluğu netice veren ahlaki bir süreçtir. Yani anarşist ruhlu ve her şeyi ten­kid edenlerin anlamak istedi­ği gibi değildir. Yani Hz. İbra­him’in gelen emir üzerine bı­çağı eline almasına karşı gü­zel gözlü İsmail, ona itiraz et­medi. Bu misal gibi daha niceleri nefislerine isyan ve Rab­lerine itaat ederek yüksek ma­kamlara ulaştılar. Lakin gü­nü­müzün asi İsmailleri kara gözleriyle, hakikat nurlarını gör­­mezden gelerek, İslam bü­yük­lerini beğenmeyerek ve her­­­kesi tenkid ederek isyan ah­­lak­­sızlığına düşmektedirler. Zi­ra hiçbir ayet veya hadiste Müs­­lü­manların tenkid edil­me­­si emredilmemiştir. Eğer zan­net­­tikleri gibi çok zeki ve akıllı kim­seler olsalardı, muhalefet saikiyle tenkid etmek yerine, müs­pet fikirler geliştirerek gü­nü­müzdeki İslami meseleleri için ortaya bir çözüm koyarlardı. Siyasi Cihetinin Daha Baskın Olduğu Vehhâbiye mezhebi Hanbeli­­ye mezhebinin gulûvvüdür. Zu­hur ve devamında yine siyasetin te­siri vardır. Eyüp Sabri Paşa, Vehhâbilik hareketi ile ilgi­li olarak İbn Abdülvehhab’ın her­hangi köklü ve asil bir soy­dan gelmediğini “Ol deni-i cehennemi de asalet ve asabi­yetten nişane olmadığı beyn’el urban malum” bu sözlerle ifa­de ederek İbn Abdülvehhab’ın za­­ten istikbal meraklısı olan Dir’iye Şeyhi Abdülaziz’ini Ha­remeyn’e istilaya terğib et­ti­ğini söyler. Modern Suudi devletinin bayındırı Abdülaziz b. Suud, kendilerinden olma­yan Müslümanlara selam ver­meyen, hatta gayr-i müslim­le karşılaştıklarında yüzlerini ka­pa­yan Vehhâbilere rağmen gayr-i Müslimlerin ülkelerinde pet­rol aramasına ve işletmesine izin verebilmiştir. Bu ironik durum bu hareketin esas ama­cının dini değil tamamen eko­nomik ve siyasi merkezli oldu­ğunu göstermektedir. Irkçılık Damarının Etkili Olduğu Arap dünyası 19. Yüzyılın baş­larından itibaren, batıyla tema­sa geçtikçe milliyetçilik, bağım­sız hükümet kurma istekleri, Os­manlı devletinin çeşitli eya­­let­­lerinde ortaya çıkmıştır. Fran­sız devrimiyle başlayan mil­li­yetçilik tipinden ayrı, kök­­le­ri gerilere giden ve eski Arap mil­li­yet­çi­liğinin izlerini taşı­yan Vehhâbilik, Hicaz’da Os­man­lıya ait her şeyi yok et­me­ye girişerek Arabistan’da Os­manlı otoritesini yıkma yo­lunda ilk teşebbüs olduk­la­rı­­nı kanıtlamışlardır. Gerçek İs­­lam’ı temsil ettiklerinin id­dia etmelerine rağmen, devlet­leri­­nin Vehhabi özellikleri on­ları mo­nar­şik de olsa bir Arap “mil­li” dev­le­ti yapar. Bu iddia bi­le as­lında rejimin milliyetçi ideolojisini ifade eder. Cevdet Paşa’nın; “Köyden köye gezerek bir takım mutekadatı haside ile nice urvanı ıdlal edip hususuyla deriye ahalisini bütün bütün kendine tabi kı­larak çünkü sahib huruçlukta asabiyet şart olduğunda…” İfa­de­lerindeki asabiyet ile İbn Hal­dun’un bahsettiği “asabiye teorisi”ni karıştırmamak ge­re­kir. Çünkü İbn Haldun ko­nuyu daha farklı cihetleriyle bir­likte ele alarak çok yönlü bir anlayış üzerine bina etmiştir. Hâlbuki Paşa burada ıstılahi değil kelime anlamıyla, İbn Abdülvehhab’ın asil bir soydan gelmediğini ifade etmektedir. Menfi milliyetçiliği nazara ve­renlere karşı Bediüzzaman: “Şu asır, menfî milliyeti çok ileri sür­dü. Anâsır-ı İslâmiye hiç muh­­taç olmadığı halde, şu mil­liyet fikrine körü körüne sarıl­dılar. Menfî milliyet ise, mu­kad­desât-ı dîni­yeye hürmet­kâr ola­mı­yor. Bahaneler buldukça iliş­mek istiyor.” bu ihtarı yap­mıştır. Emri bi’l-Maruf Nehyi ani’l-Münker Kaidesini Sûistimal Etmeleri: “Sözde Cihad” İslami literatürde genellikle di­nin getirdiği hayat tarzına, gör­gü kurallarına uygun olan söz ve davranışlar “ma’ruf”, uy­gun olmayanlar da “münker” sayılmıştır. İslam âlimleri emri bi’l-ma’ruf nehyi ani’l-mün­ker’in farz-ı kifaye olduğunda ittifak ettikleri halde Hari­ci­ler silah kullanmayı kötülü­ğe sapan herkese karşı ge­rek­li gör­müşler ve isyan ha­re­ketlerini de bu temel anla­yışlarına da­yan­dırmışlardır. Bu­­na kar­şı Ehl-i Sünnet âlim­leri umu­miyetle, İslam üm­me­tini halife etra­fında bir­leş­tir­mek, sosyal ba­­rışı ko­rumak, toplumun fit­­ne ve fesat hareketlerine ka­pı­­la­rak parçalanmasını ön­le­­mek düşüncesiyle, siyasi oto­ri­te­ye karşı isyan ederek si­lah­lı mücadeleye giriş­meyi doğ­ru bulmamıştır. Haricilerin bu esasına daya­nan Vehhâbi hareketi de aşırı mü­dahalecidir. Vehhâbilerin bu ka­­tı ve sert tutumları bü­yük öl­­­çü­de il­ham aldıkları İbn Tey­mi­ye’den de kaynak­lanıyordu. Zira İbn Teymiye’nin uygu­lamalarında bu hususiyet sık­ça görülür. Nitekim saçı sakalı birbirine karışmış bir kişiyi yakalayıp sünnete uygun bi­çim­de zorla tıraş ettirmesi onun dini tutum ve anlayışı konusunda verilebilecek en basit örneklerden biridir. As­lında İbn Teymiye, Haricileri, Mu’tezileyi ve Şia’­yı emir ve nehiy konularında aşırı sert­­li­ğe yönelmekle suçlar. Hz. Pey­gamber’in bu hususta­ki tali­matı uyarınca Ehl-i Sün­net ve Cemaat’in, Müslümanların bir­­lik ve bütünlüğüne önce­lik verdiğini, devlet başkan­ları­na karşı gelmekten, fitne savaş­la­rına katılmaktan kaçınmayı ilke edindiğini belirtir. (bkz. İbn Teymiye, el-İstikame, II, 215- 216) Fakat Vehhâbiler işlerine gelmediği için bu konuda İbn Teymiye’ye tabi olmamışlardır. İbn Abdülvehhab bu itikadı gereğince, cihadın İslam’ı an­latma ve öğretme metodu ol­­­du­ğunu söyleyerek selefi İbn Teymiye’den bu hususta ay­rıldığını söylemek insaf düs­­turunun iktizasıdır. Tarih boyunca Osmanlılar, Hicazlı­lar, Şiiler gibi Müslüman unsur­lar­la devamlı savaş halinde olma­larının sebeplerinden biri de, “emri bi’l-ma’ruf nehyi ani’l-münker” anlayışlarının gereği olan “sözde cihad”ın bir neti­cesiydi. Hemen hemen İslami bütün çevrelerce Selefin en büyük âlimlerinden biri kabul edi­len Hasan-ı Basri hazretleri, emri bi’l-ma’ruf nehyi ani’l-münkeri daha çok ahlaki bir prensip olarak değerlendir­miş ve silahlı isyan fikrini reddetmiştir. Bizzat kendisi de devlet yöneticilerinin haksız uy­gu­la­maları karşısında bazen ağır ifadelerle de olsa eleştirmiş, onları adalet ve hakkaniyete ça­ğırmakla yetinmiştir. Aynı şekilde İmam-ı Azam Ebu Ha­nife’ye nisbet edilen Fıkhu’l-Ebsat’taki bilgilere göre, İslam ümmetinin başında bulunan ve ümmetin birliğini temsil eden devlet baş­kanına kar­şı -zalim dahi olsa- isyan ede­rek emri bi’l-ma’ruf neh­yi ani’l-münker adına si­lah­lı mücadeleye girişen ve böy­lece cemaatin birliğini teh­­­likeye sokanların “ıslah et­­tik­lerinden ziyade ifsad et­­tik­lerini” belirtmiş, bu se­bep­le HariciIer’i şiddetle ten­kid etmiştir. Bununla bir­lik­te toplumda meydana gelen haksızlıkları gidermek, fitne ve fesada yol açılmasını önlemek düşüncesiyle, Ehl-i sünnet’in, emri bi’l-ma’ruf nehyi ani’l-münker faaliyetlerinde yap­tırımlı fiili müdahaleleri sa­dece resmi kurumlara bırak­tığını, fertlerin ve dolayısıyla sivil örgütlerin yetkisini ise eğitme, aydınlatma ve uyar­ma gibi müsbet teşebbüslerle sınırlayarak ferd ve cemiyet için en selametli yolu tavsiye et­tiği her zaman hatırda tutul­malıdır. İslam’ın ilk dönemlerindeki fe­­­tihlere benzettiklerini zanne­de­­rek güç ve hâkimiyet hırsı gi­­bi süfli hislerle hareket edip sa­­de­ce Müslümanlarla savaş­mış­­­­lar­dır. Hâlbuki İslam’ın ilk dö­nem­lerindeki fetihler, sırf Allah rızası için ulvi hislerle ve İslam dinini yaymak gaye­siyle gayr-i müslimlere karşı yapılmıştır. Vehhâbiler cihad adı altında menfaat elde ede­bilmek için muhataplarını he­men şirkle itham edip tek­fir ederlerdi. Bu şirk veya tekfir iddiasının arkasında ya­tan asıl sebep şudur; sapkın (bid’at olan) fikirlerinin ko­layca be­nim­sen­mesini ve ya­yıl­ma­sını sağlamak ama­cıyla et­ra­fındaki yağmacı karak­terli bedevilere -onları bir anda zenginleştirecek olan- cazip bir teklif sunmuş oluyordu. Böylelikle bu fikirleri benim­se­yen yağmacı Vehhâbiler kar­şı­la­rına çıkan Müslümanları he­­men şirkle itham ederek can­la­rına kıyıyor, hem mal­larına el koyuyor ve hem de gözlerini diktikleri eşlerine ve namuslarına ilişiyorlardı. Ko­nuyla ilgili olarak “Her kim, biz Müslümanlara silah çe­kip kıtal ederse o bizden de­ğildir.” (Müslim) hadisi ile Hz. Peygamberin “Ben Al­lah’ın birliğini kabul eden­lere silah çekmemeğe me­murum” (müttefekun aleyh yani herkesin kabul ettiği bir hadistir) mealindeki hadisi Müs­­­lümanın Müslümana silah çek­­­me­mesi gerektiğini açık bir şe­­kilde ifade etmektedir. Zaten Veh­hâbiler de işte bu nedenle Müslümanları tekfir ederek İs­lam dairesi dışına çıkarmak isti­yor­lardı. Kâfir İngilizlerle İşbirliği Yapmaları Öncelikle İbn Abdülvehhab’ın kökeni, birilerinin ajanı oldu­ğu dahası peygamberlik iddia­sında bulunduğu gibi id­dia­lar mev­cut­tur. Fakat yapı­lan araş­­tır­­­ma­lar­da kay­nak­lar­ın hiç­­­­bi­­rin­­de bu tarz kesin bir bil­­­gi­­­ye ula­şıl­ma­mış­tır. Bu hu­susta bazı kesimlerin İngiliz ajanı Hempfer’in (Lawrence) ha­tı­ra­larına çok itibar ettiklerini görüyoruz. Lakin bu hatıraları okuyan her aklı başında insan bunların şehir efsanesinden iba­­ret bir uydurma olduğunu, içinde çe­lişkiler bulunduğunu ve if­tiralarla dolu olduğunu gö­re­cektir. İşin aslı İbn Abdül­vehhab ve ilk dönem Vehhâbilik hareketinin İngilizlerle teması olduğunu gösteren hiçbir vesi­ka veya tarihi bilgi mevcut değildir. Aynen Hariciler gibi tamamen İslam içinden çıkan bir fitnedir. Fakat 19. yüzyılın sonlarına doğru İngilizler Os­manlıyı yı­kabilmek ve İslam âlemini par­çalayabilmek için bölgeye özel ilgi göstermişlerdir. İngiltere Ortadoğu hâkimiye­tini kesin bir şekilde elde tu­ta­bilmek için Arabistan’ın has­sas 3 noktasına (Yemen, Aka­­be, Kuveyt) göz dikmişti. Bun­­lar­dan Kuveyt Emiri Mü­ba­rek, Osmanlı devletine karşı İn­giltere’nin yanında yer aldı. 1884 yılında Vehhabiliğin lideri Abdülaziz İbn Suud ile Şam­mar Emiri İbn Reşid arasında Hicazın hâkimiyeti yüzünden şiddetli bir mücadele meydana gelmiş, Osmanlı İbn Reşidi destekliyor, İngiltere de Kuveyt kanalıyla İbn Suuda yardım ediyordu. Nihayet yapılan bir savaşta İbn Reşid vefat edince Necid bölgesi Vehhabilerin eli­ne geçti. Hicaz, Osmanlının bir vilayeti olup Valiler tarafından yöne­til­mekteydi. Ayrıca Peygamber (sav) soyundan gelen sınırlı yetkilere sahip Emir (Şerif) de vardı. 1909 da Emir olarak Şe­rif Hüseyin görevlendirilmişti. 1. Dünya savaşı patlak verince İngiltere; Şerif Hüseyine “Os­manlı devletinin yanında yer almaması halinde bağım­sız­lığını tanınacağını” bildirdi. İngilizlerin isteği üzerine Ha­li­fenin ilan ettiği “cihad-ı ek­ber”e katılmayacağını bildirdi ve bunu İbn Suuda da tavsiye etti. 1915 te yapılan anlaşmaya göre İngiltere Şerife 400 bin İngiliz lirası verecek ve hicazı her türlü dış ve iç saldırılardan koruyacaktı. Şerif te Osmanlıya karşı İngiltere’nin yanında yer ala­caktı. Daha sonra Şerif Hü­se­yin, 1916 Haziranında fiilen ve resmen isyan ederek kısa sürede Mekke ve çevresine hâkim oldu. Medine’de bulunan az sayıdaki Osmanlı askeri Fahri Paşa’nın harikulade yönetimiyle müda­faa ettiler. Kasım 1916 da krallığını ilan etti. Böylece Os­manlı koruyabilmek için bü­yük çabalar harcadığı Arap yarım­adasının tamamını kaybetmiş oldu. İngiltere, Osmanlı dev­le­tine karşı kendi saflarında yer al­ması için İbn Suud ile baş­lattıkları görüşmeleri 26 Ara­lık 1915’te neticelendirmiş ve bir anlaşma yapmaya muvaffak olmuşlardı. Bu hususta Bediüzzaman’ın tes­piti kayda değerdir: “Sâdâttan olan Şerîf-i Mekke, Ehl-i Sün­net ve Cemâat’ten iken zaaf gös­terip, İngiliz siyâsetinin Ha­remeyn-i Şerîfeyn’e müstebi­dâ­­ne gir­mesi­ne meydan ver­di. Nass-ı âyet­le küffârın gir­­­me­­si­ni ka­bul etmeyen Ha­re­­meyn-i Şerîfeyn’i, İn­gi­liz siyâsetinin âlem-i İslâ­mı al­da­tacak bir sûrette mer­kez-i siyâsîsi hükmüne getir­me­si­ne yol verdiğinden” ve Veh­hâ­­bilerin hac yapma is­tek­leri­nin Şerifler tarafından men edil­mesi, Harameynin Veh­­ha­bi­ler tarafından işgalinin hak­lı se­be­bi olarak gösterilmeye ça­lışıl­maktadır. Vehhâbi yayılmacılığının İn­gil­­­tere’nin çı­karlarına hiz­met ede­­­ce­ği dü­şü­nü­le­rek Suud ai­le­­­si içinde kralın en yakın da­­nış­­­man­larından biri haline gelen John Phi­liby’nin oy­na­dığı merkezi rol sayesinde İn­­gi­­liz­lerin, Suu­di Arabistan kral­­lığının doğu­şunda şekillen­dirici bir rol üstlen­dikleri dai­ma hatırda tutul­malıdır. Yaşanan bütün siyasi olaylar bir tarafa, Vehhâbi-Suudilerin di­ğer Müslüman kabileler ve Os­manlı devletiyle savaşmalarına rağmen kâfir İngilizlerle an­laş­ma yapmalarının ve geleneksel ticaret yollarına aşırı ilgi gös­termelerinin İslami hiçbir açık­laması yoktur ve olamaz. Bu da Vehhâbiliğin gelişim süre­cinde en etkili amilin dini has­sasiyetler değil, siyasi ve tica­ri menfaatler olduğu sonucu­nu açıkça ortaya koymaktadır. Hâl­­bu­ki eğer iddia ettikleri gibi se­lef-i salihinin yolunu tut­muş olsalardı ve dahi Kur’an’ın zahirine göre amel etmiş olsa­lardı, elbette ki aşağıdaki ayetler harfleri adedince onları tekzib edecekti. “Müminler, müminleri bırakıp da kâfirleri dostlar edinmesin! O hâlde kim böyle yaparsa, ar­tık onun Allah nezdinde hiçbir değeri yoktur…” (Ali İmran, 28) “Ey iman edenler! Müminleri bırakıp da kâfirleri dostlar edin­meyin! Allah’a aleyhinizde kul­lanacağı apaçık bir delil mi ver­mek istiyorsunuz?” (Nisa, 144) “Ey iman edenler! Yahudi­leri ve Hris­tiyanları dost­lar edin­­me­­yin! On­lar birbiri­nin dos­tu­­durlar. Bu­na rağmen içi­niz­den kim onları dost edi­nir­se, ar­tık şübhesiz o, onlar­dan­dır. Mu­hakkak ki Al­lah, zalim­ler topluluğunu hidaye­te er­dir­mez.” (Maide, 51) “Ey iman edenler! Sizden önce kendilerine kitab verilenlerden dininizi alaya ve eğlenceye alan­ları ve kâfirleri dostlar edin­meyin! Eğer (gerçekten) mü’­minler iseniz, Allah’tan sakının!” (Maide, 57) “Allah, din hususunda si­zin­le sa­­vaş­ma­yan ve sizi yurt­la­rınızdan çıkarmayan kimselere iyilik etmekten ve onlara kar­şı âdil davranmaktan sizi men’ etmez. Şübhesiz ki Allah, ada­letli olanları sever. Allah sizi ancak, din hususunda sizinle savaşan, sizi yurtlarınızdan çı­ka­ran ve çıkarılmanıza yar­dım eden kimselere dostluk et­mekten men’ eder! Artık kim onlara dostluk ederse, işte on­lar zalimlerin ta kendileridir!” (Mümtehine, 8-9) Kur’an’ı çok okuyup ta sırf si­yasi ve maddi menfaatleri uğ­runda apaçık bir şekilde Kur’­an’a aykırı hareket eden Veh­hâbilerin bu vahim durumu, bütün Müslümanlar için cid­di dersler vermelidir. Bu vaziyet­te onların misali; tatlı suyun içinde yüzerken hayret-engiz bir şekilde su­suzluktan ölen kişinin misali gibidir ki okudukları Kur’an maalesef boğazlarından aşağıya inmemiştir. Şiddete Eğilimli Olup Teröre Kaynaklık Etmesi İbni Abdülvehhab, İbn Teymi­ye’nin eserlerini okumuş, onları beğenmiş, derince incelemiş ve teoriden pratiğe dökmüş ama ondan daha katı bir tutum iz­le­miş­tir. Bu katı tutum, bid’at­la mücadele ve emr-i bil ma’ruf nehy-i an’il münker kai­­de­­­­le­ri­­nin uygulamasında şid­­dete baş­vurma şeklinde te­za­­hür et­miş­tir. Bid’atla mü­ca­­de­le ko­nu­sunda İslam âlim­le­ri­nin cum­huru fitneye sebep olabileceği endişesiyle müsa­mahalı davran­mayı uygun bulurken, bazı Han­beli gruplar ve bilhassa İbn Teymiye bid’atlara karşı sert bir tutum sergilemişlerdir. Vehhâbilik hareketinin bid’at­larla mücadele konusunda İbn Teymiye’nin katılı­ğını da­­ha da arttırdığı bilinen bir ger­­çek­­tir. Ancak bid’atla mü­ca­de­le alanındaki bu katı tu­­tum Müslümanları sün­net çer­çe­ve­sinde sımsıkı bir­leş­tir­mek ye­rine, başka bir aşırılığı netice vermiş ve ateşli bid’atçıların kendi mezheplerine olan ta­as­suplarını körüklemiştir. Gö­rü­lüyor ki, Vehhâbilik bazı esaslarda seleften, bazı esas­larda Ahmed İbn Hanbel’den, bazılarında İbn Teymiye’den ayrılmış ve ayrıldığı yerlerde de hep ifrat ve taassup ciheti­ni tutmuştur. Vehhâbiler davalarını yaymak­ta ve adam kazanmakta zor­lan­mışlar ve bunu başarabilmek için İslam ülkelerinin fakir ha­linden istifade etmektedirler. Me­­sela Pakistan’daki öğrenci­lerin ekseriyetini genellikle kır­­­­sal böl­gelerden ve fakir mu­hit­­­lerden top­lanan muhtaç ço­­cuk­­­lar teşkil etmektedir. İşte bu talebelerin gittiği okulların fi­nans kaynaklarını zengin Suud­­­luların oluşturduğu belir­til­­mektedir. Kolayca etkile­ne­bi­len ve dün­yada olup bitenlerden habersiz cahil gençlerin, tevhid, cihad, tekfir, şirk, bid’at vb. gibi ko­nular etrafında yoğunlaşan bir dini eğitime maruz kal­dık­­ları, dolayısıyla bu eğitim ku­rum­larının terörist gruplar için son derece verimli yerler ol­duk­ları söylenebilir. Küresel öl­­çekte görülen köktenci te­rö­rist hareketlerin arkasında Veh­hâbiliğin güçlü etkisinden söz edilmektedir. Vehhâbiliğe getirilen en büyük eleştiri: günümüz dünyasında İslam ve te­rörün beraber anılmasına se­­bep olacak faaliyetlere im­za atan bir zihniyeti netice ver­me­sidir. Vehhâbiliğin Bir Taklid Hareketi Olduğu Vehhâbiler taklidi reddedip or­­­­­taya atıldıkları halde bu­­gün fı­­­­kıhta Hanbeliliğin, itikat­ta Se­­­­le­fi­li­ğin himayesine sığın­mış­­­tır. Böylelikle Vehhâbilerin tak­­lide karşı takındıkları tavır kendilerine karşı da gösterile­rek ciddi bir çelişki içerisinde oldukları ifade edilmiştir. Bu tenkide göre bu hareket bir tecdid değil, bir taklid hare­ke­ti­dir. Zira bu hareket İbn Teymiye’nin taklid edilmesi­nin sürdürülmesiyle teşekkül et­­miş­­tir. Onlara göre ise İbn Tey­miye’nin fikirlerinden ya­rar­lan­mak taklid değil, doğ­ruyu tasdik etmektir. Zaten Veh­­hâbilerin akidede Mutezile, Ceh­­miye, Eşariye, Mürcie gibi fırkalara karşı tutumu, İbn Tey­miye’nin tutumuyla aynıdır. Dik­kat edilirse bu zikredilenler ara­sında Ehli Sünnet de yer almaktadır. Bu ifadeyle İbn Tey­miye ve Vehhâbiler kendi kendilerini Ehl-i Sünnet dışına itmektedirler. Ehl-i Velayet’e ve İslam Âlimlerine Düşmanlık Etmeleri Vehhâbîlerin imamlarından İbn Tey­miye ve İbn Kayyimi’l-Cev­zî gibi zâtlar, Muhyiddîn-i Ara­bi (ks) gibi çok evliyâya karşı faz­la hücum ederek, onları in­kâr ve tekfîr ediyorlar. Hâlbuki ken­di­­lerin­den önce gelen ve yak­la­şık olarak aynı manevi havayla karşılaşan İmam Ga­zali’de tasavvuf ehlinde bazı yanlış uygulamaları müşahede etmiştir. Lakin o ehl-i tasavvuf ve velayete saldırmamış, sufi­liğin içine girerek içeriden ta­mir ve ıslah etmiştir. İbn Tey­miye ve İbn Abdülvehhab ise dışarıdan, yıkıma yönelik bir saldırı hareketi söz konusudur. İşte ehl-i kemal olmakla ehl-i heva olmak arasındaki fark! İbni Abdülvehhab’ın kitap­ların­da zahidlerin ve velilerin ma­nevi güçlere sahip olduğu inan­cından bahisle bu inancın türevlerini küfürle itham eden yaklaşımlar mevcuttur. Ona gö­re, bir mürşide bağlanarak di­nî hayatı yaşamak insanı şirke götürebilir. Esasen tasavvuf ve tarikatlar sonradan ortaya çık­tığından bid’at sayılan akım ve müesseselerdir. Bilhassa mehdi çıkacağına inanmak, Hızır ve İlyas sağdır demek, bazı tari­kat­larda olduğu gibi şeyhe ra­bıta yapmak ta ona göre açık­ça şirktir. Gavsa, Kutuba, Ab­dalların varlığına, Üçlere, Ye­di­lere, Kırklara inanmak ve ölülerin diriler üzerinde tasar­rufunu kabul etmek te şirk kabul edilmiştir. Hâlbuki Ehl-i Sünnet itikadı­na göre “Evliyanın kerameti haktır.” Bunun hak oluşunun delili Sahabi ve sonraki nesil­lerden tevatür yoluyla gelen ve inkârı gayri kabil rivayetlerdir. Ayrıca Kuranı Kerim’de Hz. Meryem’e mevsimi olmadığı halde harikulade bir şekilde yiyecek verilmesi ve Hz. Süley­man’ın nediminden zuhur eden, göz açıp kapamadan Belkıs’ın tahtını çok uzak mesafeden getirmesi gibi hadiseler buna delil olarak zikredilir. Bütün bu deliller gösteriyor ki Veh­hâbiler batıl itikadlarıyla aslın­da Kur’an’a aykırı hareket et­mişlerdir. Bu nedenle bin yıllık İslam düşünce sisteminin yetiştirdi­ği ve ümmetin gönlünde yer et­miş meşhur âlimlerin –zanlarınca zayıf bir cihetini nazara ve­rip- tezyif ederek itibarları ze­­de­lenmek isteniyor. Zira meş­hur bir âlimin kendince bir ha­tası­nı tespit ettiğinde, ken­di­sinin ondan daha üstün olduğunu mağrurane hissettirerek egola­rını tatmin etmeye çalışmaları, en hafif tabirle bir sefillik ve zavallılıktır. Bununla he­def­­le­nen, günümüzdeki Vehhâ­bi­li­ğin -sözde Selefi söylemin- İs­lam dünyasının yegâne kurtuluş reçetesi olduğu fikrini vermeye çalışmaktır. Üstad Bediüzzaman, “Hazreti Ali(ra) ‘Şâh-ı Velâyet’ ünvanını kazandığı ve turuk-u evliyânın ekser-i mutlakı ona rücû’ etmesi cihetinden, hâricîlerde ve şim­di ise hâricîlerin bayrakdârı olan Vehhâbîler’de, Ehl-i Velâye­te karşı bir inkâr, bir tezyîf da­marı yerleşmiştir.” diyerek me­se­lenin sosyo-psikolojik açı­­dan temellerini nazara ver­mek­­tedir. Ehl-i velayetin ya­şadığı ruhani halleri tecrübe edemeyen, kalbinde manevi bir intibah hissetmeyen, naza­rı mülk âleminden melekût âle­mine intikal edemeyenlerin durumunu “aç olan birinin, bütün insanların da kendi gibi aç olduğunu tevehhüm etmesine” benzetir. İslam bü­yüklerine karşı olan bu “Su-i zan” hastalığını şöylece izah eder: “Evet, insan hüsn-ü zan­na memurdur.13 İnsan, herkesi kendisinden üstün bilmelidir. Sû-i zan saikasıyla, kendisinde bulunan sû-i ahlâkı, başkalara teşmil etmemelidir. Ve başka­larının bazı harekâtının hikme­tini bilmediğinden takbih et­me­melidir. Binaenaleyh, es­lâf-ı izamın hikmetini bil­me­diği­miz bazı hallerini beğen­memek sû-i zandır. Sû-i zan ise, maddî ve manevi hayat-ı ictimaiyeyi zedeler.” SONUÇ Vehhâbi hareketinin en önemli ilkesi “Tevhid” olmasına rağ­men neticede İslam birliğini parçalamaktan başka bir şeye hizmet etmemiştir. Siyasi ola­rak Haricilerin ve fikri ola­rak İbn Teymiye’nin öncülü­ğünde İslam bünyesine giren, büyüklere karşı gelme mikro­bu, uygun ortamı bulunca ya­yılmış, dini bahane eden ve kafasına buyruk hareket eden anarşi hastalığının müsebbibi olmuş ve maalesef son za­manlarda İslam’ın terörle bağ­daş­tırılma­sına sebebiyet vermiştir. Kendi görüşlerini kabul etme­yenleri Müslüman saymayan tu­tumlarıyla dışlamacı bir kimli­ği temsil etmeleri ve dışladık­ları insanlara karşı şiddeti ve savaşı mubah sayan dini telakkileri arasında kuvvetli bir ilişki vardır. Bu ilişki sebebiyle olsa gerek bunlardaki kabilevi ba­ğımsızlık anlayışı şekil değiş­ti­rerek mezhep taassubuna dö­nüş­müştür. Cihat ismi verilen askeri ope­rasyonlarda ele geçirilen gani­met­lerden askerlere veril­mesi, harekete çekicilik ka­zan­dır­mış ve Vehhâbiliğin yayıl­ma­­sın­da en mühim amil ol­muş­­tur. Bu vaziyetlerini, İs­lam’ın ilk dönemlerindeki fetih­­lere ben­zeterek, güç ve hâki­­mi­yet hırsı gibi süfli his­lerle sa­de­ce Müslümanlarla savaş­mış­­­lar­dır. Hâlbuki İslam’ın ilk dö­nem­lerindeki fetihler, sırf Allah rızası için ulvi hislerle ve İslam dinini yaymak gaye­siyle gayri müslimlere karşı yapılmıştır. İyi tahlil edildiğinde görülür ki, Vehhâbilerin Necid’de güç­lenmeleri ve önemli başarıları daima Osmanlı’nın içine düş­tüğü gailelerin arkasından gel­miştir. Sonuç olarak, Vehhâbi hareketi Osmanlı devletinin devlet otoritesinin zayıf zama­nında çıkmış ve bu otorite zayıflığından yararlanarak geliş­miş ve yayılmıştır. Muhteva olarak usuli ve ilmi tartışmalar yapmaktan ziyade ayet ve hadislerden direk ce­vap­ların verilmesi ve ayrıca Fı­kıh Usulü ile ilgili herhangi bir eserlerinin olmaması, Veh­hâ­bilik zihniyetinin ne ka­dar sistemsiz olduğunu gös­termektedir. Sistemsiz hareket edenler hangi medeniyeti ku­rabilirler. Zaten bedevilerin ya­şam şartları adına medeni bü­tün unsurları reddetmişlerdi. Ayrıca her türlü yeniliğe karşı çıkıp bid’atlarla mücadele eden Vehhâbi etkisine rağmen Suud­lu işadamları her türlü mo­dern konfor unsurlarının ülkeye so­­­kulmasına neden olmuştur. Son asrın isimsiz dini olan ka­pi­­ta­lizmi büyük bir zevkle so­nuna kadar yudumlarken, İs­lam’ın yalın ve sade olan ilk haline dönme ideali, kim bi­lir hangi çürümüş vicdanın par­maklıkları ardından gözyaşı dök­mektedir. Fransız İhtilalinin ortaya at­tığı hürriyet, eşitlik, milli­yet ve istiklal ülküleri ve Batı­lı devletlerin tahrikleriyle bir­lik­te, Arap milliyetçiliğinin uyandı­rılması göz ardı edilmemelidir. Bu da milliyetçilik faktörünün bu hareketin içindeki ciddi et­kisinin göstermektedir. Batı dün­yası hususen İngilizler, İs­lam dünyasını paramparça et­tikten sonra Müslümanların ye­niden bir araya gelmelerini engellemek için şöyle bir siyaset takip etmektedirler; Ülkemizde diğer İslam ülkeleri -bilhassa Araplar- aleyhinde menfi milli­yetçiliği nazara vererek onların Osmanlıya ihanet ettiklerini, ül­kemiz dışındaki memleketlerde ise Türkiye’nin İslam dinini terk ederek küfre girdiğini telkin etmek suretiyle, İslam milletleri­ni birbirlerinden uzaklaştırmayı amaçladıkları anlaşılmaktadır. Ülkemiz medyasında ve İlahi­yat akademiyasında Vehhâbili­ğin adı olmasa bile özünün ve düşüncelerinin izlerine sıklıkla rastlanmaktadır. Bilindiği üze­re dini akideler, sadece inanç ve iman düzleminde kalmayıp insanın amellerine ve toplumu doğrudan etkileyen eylemlere dönüşebilmektedir. O yüzden gelecekte nelere sebep olacağı tahmin edilemeyecek sözleri hissi ve hamasi bir şekilde sarf etmemek ve hadd-i vasat’ı ihtiyar etmek bir ilim adamına düşen en mühim vazifedir. Bununla birlikte ikinci bir tehlike olarak, son zaman­lar­da ülkemizde Vehhâbiliği zım­­nen savunan Ehl-i Sün­net görünümlü kişilerin zu­hu­ru­dur. Bunları ele veren hu­sus­ları; İbn Teymiye’yi ön plana çıkarmaları, uzlaşmaz ta­vırları, sadece kendilerinin doğ­ru olduklarını ima etmeleri, kendilerini çok harbiymiş gibi göstermeye gayret etmeleri, sa­mimiyetsiz, soğuk ve itici ta­vırları, insanların Allah’tan baş­kasına ibadet ettiği mana­sında sözler etmeleri, şirk kelimesini sıklıkla kullanmaları, radikal dini söylemleri, selef kavramından çokça bahset­me­leri, oy kullanmanın günah olduğunu iddia etmeleri, ha­dis­leri rahatlıkla inkâr et­me­leri, hadis âlimlerine per­vasızca saldırmaları, sadece Ku’ran’ı kaynak göstermeleri, muha­tap­larını Kur’an İslam’ına da­vet etmeleri, dini geleneğin (ya­ni sünnetin) bidatlerle dol­du­ğunu iddia etmeleri, Müs­lü­manların uydurulmuş bir din ile yaşadıkları, tasavvuf ehline düşmanca bakmaları, İslam bü­yüklerine ve İslami geleneğe karşı saygısız davranarak edepsizlik etmeleri şeklinde sıralayabiliriz. Rabbim bu şekilde münafıkâne hareket edenlerin şerlerinden âlem-i İslam’ı ve Müslüman kar­deşlerimizi muhafaza etsin. Vehhâbilerin veya benzeri zih­niyette olanların, kendilerin­den önceki İslam büyüklerine karşı menfi tavırları ve beş yüz seneden beri vefat eden Müslümanların şirk üzere ve­fat etmiş olduklarını iddia etmeleri, onları sevad-ı azam olan İslam’ın ana gövdesinden koparmış ve maalesef Ehl-i Sünnet ve Cemaat çizgisinin dışına itmiştir. Rabbimizden herkes için niyazımız şudur; “Rabbimiz! Bizden önce gelip îmân cihetiyle bizi geçen kar­deşlerimize ve bizlere mağ­firet eyle. Kalblerimizde îmân edenlere karşı bir kin bırak­ma. Rabbimiz! Şüphesiz ki sen, Raûf (çok şefkat eden)sin, Ra­hîm (çok merhamet eden)sin.” Âmin. Kaynaklar: Ahmed b. Zeyni Dahlan, Düre­rüs seniyye fi reddi alel veh­habiye, Kahire, Darü Ceva­mi­ü’l-Kelim Ahmet Cevdet Paşa, Kısas-ı En­bi­ya ve Tevarih-i Hulefa, Be­dir Ya­yın­evi Alıcı, Mustafa, Şefaat, DİA Ali el-Carim, Mustafa Emin, Be­la­gatü’l-Vazıha, Risale Bediüzzaman Said Nursi, Bar­la Lahikası (Osmanlıca Nüs­ha), Altınbaşak Neşriyat Bediüzzaman Said Nursi, el-Mes­­nev’il Arabiyy’in Nuri (Arap­­ça Nüsha), Altınbaşak Neşri­yat Bediüzzaman Said Nursi, Mek­tu­­bat Mecmuası 1 (Os­man­lı­ca Nüsha), Altınbaşak Neş­riyat Bediüzzaman Said Nursi, Mes­ne­vi Nuriye (Osmanlıca Nüs­ha), Altınbaşak Neşriyat Bediüzzaman Said Nursi, Sözler Mecmuası (Osmanlıca Nüsha), Altınbaşak Neşriyat Bekir Altun, Selefîlik-Vehhabîlik ve Türkiye’deki Faaliyetleri, İs­tan­bul, Y. Lisans Tezi Bilgin, Vejdi, Bizi Kuşatan Top­lum, Düşünce Yayınları Bodur, Hüsnü Ezber, Dini İhya Hareketi Olarak Vehhabiliğin Doğuşu, Doktora Tezi Bodur, Hüsnü Ezber, Vahhabi Hareketi ve Küresel Terör, KSÜ İlahiyat Fakültesi Dergisi, 2003 Bulut, Halil İbrahim, İslam Mez­hepleri Tarihi, Ankara, Ankara Okulu Yay., 2013 Büyükkara, Mehmet Ali, Suudi Arabistan ve Vehhabilik, İstanbul, Rağbet Yayınları, 2004 Cesur, Kerime, Vehhabi Hareketi­nin Ortaya Çıkışı ve Fıkıh Dü­şün­­cesinin Oluşumu, Doktora Tezi Çağrıcı, Mustafa, Emri bi’l-Ma’­ruf  Nehyi ani’l-Münker, DİA Ecer, Ahmet Vehbi, Tarihte Veh­ha­bi Hareketi ve Etkileri, Ankara, ASAM, 2001 Eyüp Sabri Paşa, Tarih-i Vehhabi­yan, İstanbul, Bedir Yayınevi, 1992 Güner, Selda, Osmanlı Arabis­ta­nın­da Kıyam ve Tenkil Veh­ha­bi – Suudiler, İstanbul, TTV, 2013 İmam Yıldız, Hakkı Dursun (Re­dak­tör), Büyük İslam Tarihi, Çağ Ya­yın­ları İmam-ı Azam Ebu Hanife, İmam-ı Azam Ebu Hanife ve Eserleri, trc. Abdülvahap Öztürk İzmirli İsmail Hakkı, Yeni İlmi Kelam Kurşun, Zekeriya, Vehhabi Hare­keti ve Suud Devletinin Ortaya Çıkışı, Ankara, Türk Tarih Kuru­mu, 1998 Muhammed Ebu Zehra, Mezhep­ler Tarihi, İstanbul, Anka Yay Özalp, Ömer Hakan, Yeşilzâde Mehmed Sâlih Efendi, DİA Sadeddin Taftazani, Şerhul Akaid Seyyid Şerif Cürcani, Terimler Sözlüğü, trc. Arif Erkan, İstanbul, Bahar Yayınları, 1997 Soyyiğit, Osman Zeki, Muhkem’üs Siyağa fi İlmi Belağa, Siyer Yayın­ları Sönmez, Mustafa, İhyacılığın Do­­ğuşu ve Bazı Önemli Temsil­ci­leri, Ekev Akademi Dergisi Şehristani, Milel ve Nihal, Çev. Mus­tafa Öz, İstanbul, Litera Yay., 2008 Şeker, Fatih M., Vehhâbiliğin Os­­manlı Mütefekkirleri Üzerin­deki Akisleri, Uluslararası Sos. Arş. Der., 2012 Şeker, Fatih Mehmet, Hüseyin Kazım Kadriye Göre Vehhabilik, İstanbul, Y. Lisans Tezi Waardenburg, Jacques, Protestanlık, Dia Yaran, Rahmi, Bid’at, DİA Yavuz, Yusuf Şevki, Ehl-i Bid’at, DİA Yavuz, Yusuf Şevki, İslam’da Şefaat, DİA Yörükan, Yusuf Ziya, Vahhabilik, Ankara Üniversitesi İlahiyat Fa­kül­tesi Dergisi, 1953 1-  “Zalim Allah’ın kılıcıdır. Onunla intikam alır, sonra döner zalimden de intikam alır.” (Bu manayı teyid eden bir hadis için bkz. Keşf’ül Hafa c.2 s.49) 2-  Hemen geçme! Misaldeki işaretleri takip et…3-  Yeri gelmişken köle ile esir arasında şöyle bir mana farkı nazara alınabilir; Kölede hür irade yoktur. Yani kendi iradesini efendisinin iradesine terk etmiştir. Efendisinin emirlerini isteyerek yerine getirir. Esir ise cebir altındaki hür iradeye tekabül eder. Yani hisleri bir nebze intibaha gelmiş ve artık efendisinin aksine hür iradesiyle başka şeyleri isteyebilmiştir. Ama imkânlar elvermediği için istemeyerek de olsa efendisinin emri altında hizmetine devam etmektedir. Fırsatını bulsa firar etmek ister ama nereye? Bir esaretten, başka bir esarete! Burada bir meseleye daha açıklık getirmekte fayda var. Tasavvufi gelenekte nefsi terbiye etmek için kişinin iradesini Allah’ın iradesine terk etmesi tavsiye edilir. Yani müridden bir nevi köle olması istenir. Mesela; Abdülkadir-i Geylani’nin Fütühu’l-Gayb isimli eserindeki böyle bir nasihati, İbn Teymiye gibi mecaz ve teşbihteki mananın inceliklerine nüfuz edemeyen sathi nazarlar tenkid etmişlerdir. Hâlbuki burada “irademizi Allah’ın iradesine bırakmakla” kastedilen şey; Rabbimizin emir ve yasaklarına uyarak hakiki kul olmaktır. Aksi halde serkeş nefsimizin kulu, kölesi oluruz. İşte bize iki seçenek: Âlemlerin Rabbi’nin şerefli bir kölesi mi? Yoksa süfli nesfin sefil kölesi mi olmak isteriz? Elbette ki aklı başında olan her mütevazı Müslüman, en üstün ve şerefli kölelik olan kulluğu tercih edecektir. 4-  “Ey îmân edenler! Zannın çoğundan sakının! Şübhesiz ki zannın bazısı günahtır.” (Hucurat 12) 5-  “Zalim Allah’ın kılıcıdır. Onunla intikam alır, sonra döner zalimden de intikam alır.” (Bu manayı teyid eden bir hadis için bkz. Keşf’ül Hafa c.2, s.49) 6-  Dikkat edin! Hâlis din, ancak Allah’ındır. Ondan başkasını dostlar edinenler ise: “(Biz) onlara, sâdece bizi Allah’a (daha fazla)yakınlaştırsınlar diye tapıyoruz” (derler). Şübhesiz ki Allah, ihtilâfa düşmekte oldukları şeyler hakkında aralarında hüküm verecektir. Doğrusu Allah, yalancı ve azılı kâfir olan kimseyi hidâyete erdirmez. (Zümer, 3) 7-  “Kıyamet günü oruç ve Kur’an kul için şefaat edeceklerdir. Oruç “Ya Rab! Ben bu adamın yemek yemesine ve isteklerini yerine getirmesine engel oldum. Ne olur beni onun hakkında şefaatçi yap.” diyecektir. Kur’an da “Ben bu adamın geceleri uyumasına mani oldum. Ne olur beni onun hakkında şefaatçi kabul et.” diyecektir. Böylece ikisi de o adam hakkında şefaat edeceklerdir.” Taberanî’nin “el-Kebîr”deki bu rivayeti sahihtir. (Buhari, "Tevhid", 24: Müslim, "İman", 47,302: Zevaid, 3,181) 8-  Arşı taşıyan ve etrâfında bulunan (melek)ler, Rablerine hamd ile tesbîh ederler ve O’na îmân ederler ve îmân edenler için mağfiret dilerler. (Şöyle derler:) “Rabbimiz! (Sen) herşeyi rahmet ve ilim cihetiyle kuşatmışsındır; artık tevbe edip senin yoluna uyanlara mağfiret eyle ve onları Cehennem azâbından koru!” (Mü’min, 7) 9-  (Ey Resûlüm!) Gerçekten o senden izin isteyenler var ya, işte onlar, Allah’a ve Resûlüne îmân edenlerdir. Öyle ise bazı işleri için senden izin istediklerinde, artık içlerinden dilediğine izin ver ve ken­dileri için Allah’dan mağfiret dile! Şübhesiz ki Allah, Gafûrdur, Rahîmdir.(Nur, 62) 10-  Ey îmân edenler! Allah’tan sakının! O’na (yaklaşmaya) vesîle arayın ve yolunda cihâd edin ki kurtuluşa eresiniz. (Mâide, 35) 11- (Ey Resulüm!) İşte gerçekten şunu bil ki, Allah’tan başka ilâh yoktur! Hem kendi günahın için, hem de mü’min erkeklerle mü’min kadınlar için (Allah’dan) mağfiret dile! Allah, (dünyada) gezip dolaştığınız yeri de, (âhirette) kalacağınız yeri de bilir. (Muhammed 19) 12- Onlardan (Muhâcirlerle Ensâr’dan) sonra gelenler ise derler ki: “Rabbimiz! Bize ve îmân (ciheti) ile bizi geçmiş olan kardeşlerimize mağfiret eyle! Kalblerimizde îmân edenlere karşı bir kin bırakma! Rabbimiz! Şüphesiz ki sen, Raûfsun, Rahîmsin!” (Haşr 10) 13-  “Ey îmân edenler! Zannın çoğundan sakının! Şübhesiz ki zannın bazısı günahtır.” (Hucurat, 12)

Ahmet Hüsrev ERDAŞ 01 Mayıs
Konu resmiKalplerimizi (Haktan) Eğriltme!
İtikad

Şurasını iyi biliyoruz ki bu dünya bir imtihan meydanıdır. Ve yine biliyoruz ki hayırlı işlerin muzır manileri olur ve olacaktır. Burada önemli olan ihlas üzere kalabilmektir ki bunda da her an tehlike vardır. Yani Müslüman her an teyakkuzda olmalıdır. Havf ve reca ortasında. Rabbine tam teslim olarak… Aynı zamanda basiret sahibi de olmalıdır. Müracaat noktası Rabbi olarak fayda ve zararı, iyi ve kötüyü, hayr ve şerri fark edecek maddi-manevi donanıma sahip olmaya çalışmalıdır. Nitekim tarih boyunca başımıza ne geldiyse düşmandan çok, dost bildiklerimizden; koyun postu giymiş canavarlardan gelmiştir. Buna tedbir de her gün namazlarımızda ve çeşitli vesilelerle okuduğumuz Fatiha Suresinde verilmiştir bizlere: “Bizi dosdoğru yola hidayet eyle! Kendilerine nimet verdiğin kimselerin yoluna; gazap edilmiş olanların ve dalâlete düşenlerin (yoluna) değil! (Âmin!)” (Fatiha, 6-7) Ve yine Efendimiz (sav)’in lisanıyla ve öğretmesiyle Rabbimizden niyazımız şu olmuştur: “Allah’ım bize Hakk’ı hak olarak göster ve bizi Hakk’a tabi olmakla rızıklandır. Allah’ım bize batılı batıl olarak göster ve bizi batıldan içtinap etmekle rızıklandır!” *** Her ay farklı ve önemli konuları gündeme taşıyan dergimiz, bu ay da İslam’a ciddi zararlar veren bir mevzuu ele almıştır: Vehhabilik. “Vehhâbi hareketinin en önemli ilkesi –güya- ‘Tevhid’ olmasına rağmen maalesef neticede İslam birliğini parçalamaktan başka bir şeye hizmet etmemiştir. Siyasi olarak Haricilerin ve fikir olarak İbn Teymiye’nin öncülüğünde İslam bünyesine giren, büyüklere karşı gelme mikrobu, uygun ortamı bulunca yayılmış, dini bahane eden ve kafasına buyruk hareket eden anarşi hastalığının müsebbibi olmuş ve maalesef son zamanlarda İslam’ın terörle bağdaştırılmasına sebebiyet vermiştir.” Bu tarz yaklaşımlar aslı gizleyip din düşmanlarına yanlış fotoğraflar vermiştir. Bunun üzerinden de İslam’a ve Müslümanlara operasyonlar yapılmaktadır. İşin en sıkıntılı taraflarından birisi de gerek medyada gerekse İlahiyat camiasında veyahut Hoca kisvesi altında bu düşüncelerin topluma servis edilmesidir. Bilinçli ve veya şuursuzca bu tür fikirlere ve ileride doğuracağı zararlara çanak tutulmasıdır. Özellikle gençler üzerinde karşılık bulan bu yanlış propagandalar, milleti ve ümmeti yaralamakta ve tedbir alınmazsa onulmaz yaralar açmakta ve açmaya devam etmektedir. Konuya ehemmiyetine binaen tekrar dikkat çekmek ve katkıda bulunmak niyetiyle kapağa taşıdığımız mevzuun tesirini Allah’tan dileyerek sizleri dergiyle baş başa bırakıyoruz. Bu ayda iklimine dâhil olacağımız Ramazan-ı Şerifinizi tebrik eder, bütün ümmet hakkında hayırlara vesile olmasını Rabbimizde niyaz ederiz. “Rabbimiz! Bizi hidayete erdirdikten sonra kalplerimizi (haktan) eğriltme! Ve bize, tarafından bir rahmet ihsan eyle! Şübhesiz ki Vehhâb (çok ihsan edici) olan, ancak sensin!” (Âl-i İmran, 3)

Metin UÇAR 01 Mayıs
Konu resmiTarihten Sayfalar
Tarih

Mehmed Emîn Tokadî Hazretleri (ks) 1664 senesinde Tokat’da dünyaya gelmiştir. Gençlik dönemini Tokat’da geçiren Hazret, 1698 senesinde İstanbul’a gidip, Zeyrek’teki Pîrî Paşa Medresesi’ne yerleşti. Burada kaldığı yıllarda Şeyhülislâm Mirzazâde Şeyh Mehmed Efendi’den dinî ilimleri okudu. Yedikuleli Hâşimîzâde Seyyid Abdullah Efendi’den sülüs ve nesih yazılarını meşkederek icâzet aldı. Ta‘lik ve diğer hat çeşitlerinde de üstâddı. Rûznâmçe-i evvel kesedârı Ali Efendi’nin oğluna ders vermeye başlayınca bazı devlet ricâlinin dikkatini çekti ve reîsülküttâb kalemi kâtipliğine tayin edildi. Kesedâr Ali Efendi 1702’de Edirne’de görevlendirildiğinde oğluna ders vermesi için onu da beraberinde götürdü. Ancak birkaç ay sonra Ali Efendi’nin oğlu vefat edip kendisi boşta kalınca Kadirî Dergâhı şeyhi Mehmed Efendi ona Hacc’a gitmesini tavsiye etti. Mekke’de bulunan Nakşibendî-Müceddidî şeyhi Ahmed Yekdest-i Cüryânî Hazretlerine intisâb ederek, üç yıl yanında kaldı. Kımıl Mehmed Bey’in Kudüs valiliği sırasında kâtip olarak onun yanında bulundu. Kımıl Mehmed Bey’in görevi dolayısıyla Mekke’ye gittiklerinde Medine’ye uğrayıp şeyhinin daha önce bildirdiği üzere halifelerinden Abdürrahîm-i Buhârî ile buluşup kendisinden Nakşibendî-Müceddidî hilâfeti aldı. Dârüssaâde Ağası Hacı Beşir Ağa ile bu sırada tanışıp dostluk kurdu. Bir süre Eyüb Sultan Türbesi’nde türbedarlık yaptı. İrşad faaliyetini uzun yıllar bir tekke şeyhi olmadan sürdürdü. Şeyhülislâm Mustafa Efendi, 1743’de Ayvansaray’daki Emîr Buhârî Tekkesi’nin şeyhi ve Tokadî’nin pîrdaşı olan Kırımlı Ahmed Efendi vefat edince bu tekkenin şeyhliğini ona teklif etti. Bu teklifi tekkede ikamet etmemek şartıyla kabul eden Tokadî Hazretleri, iki yıl kadar tekke şeyhliği yaptıktan sonra 12 Eylül 1745 tarihinde vefat etti ve Zeyrek’te Pîrî Paşa (Soğukkuyu) Camii Kabristanı’na defnedildi. Berât Gecesi’nin Ehemmiyeti Şaban ayının 15. Gecesi, Berât Gecesidir. Bir Berât Gecesinde, Hz. Âişe (ra) Peygamber Efendimizi (asm) yanında göremeyince dışarı çıkıp aramaya başlar. Onu Bakî’ mezarlığında başını gökyüzüne kaldırmış bir vaziyette bulur. Allah’ın rahmetinin Berât Gecesinde ne kadar geniş olduğunu anlatmak için Rasûlullah (asm), Hz. Âişe’ye (ra): “Şaban ayının yarısına denk gelen bu gece Allah dünya semâsına iner (rahmetiyle tecellî eder) ve kelb kabilesinin koyunlarının kıllarından daha çok sayıda günahları bağışlar” buyurmuşlardır. (Tirmizî, Savm, 39; İbn-i Mace, İkâmet, 191) Kur’ân Hizmetinin Bereketi Bedîüzzaman Hazretleri Kastamonu’da iken yaşanan bir bereket vakasını talebeleri şöyle anlatmaktadırlar: “Üstâdımızın bir okka (1,2 kg) peyniri vardı. Ekser günlerde o peynirden hoşuna gittiği için bir-iki defa yiyordu ve bize de veriyordu. Hem yemeksiz olduğu ekser vakitlerde ondan yediği halde altı ay kadar devam ettiğini ve hâlen de yüz dirhem (320 gr) kadar o peynirden bulunduğunu görüp yakînen tasdik ediyoruz. Fakat bu hâdise-i bereketin ifşasından sonra, evvelce görünmeyen dibi, görünmeye başladı. Noksaniyetini gösterdi. Evet, bereket hususunda şâyân-ı hayret bir hâdisedir. Hem, yarım kilo tereyağı ekser günlerde fazlaca sarf olunduğu hâlde, elli güne yakın devamıyla anladık ki, şüphesiz bir bereket içine girmiş.” (Bedîüzzaman Said Nursî ve Hayru’l-Halefi Ahmed Hüsrev Altınbaşak, 2. Cild, Sayfa 598) 12 Mayıs 1238 Endülüs’te Hüküm SürenSon İslâm HanedanıNasrîler Kuruldu Endülüs’deki Müslüman hanedanlardan Mu­vahhidler’in 1212’deki İkâb yenilgisinin ardından Endülüs’teki çok sayıda şehir düşmüş ve Müslümanların elinde kalanlarda otorite boşluğu ortaya çıkmıştı. Bu sırada bazı liderler bulundukları merkezlerde kendi başlarına hareket etmeye başlamışlardı. Onlardan, Hazrec kabilesinin reisi Sa‘d bin Ubâde’nin neslinden geldiği söylenen ve İbnü’l-Ahmer diye tanınan Muhammed bin Yûsuf, bir süre İbn-i Hûd’a tâbi olduktan sonra onun 1238’de öldürülmesinden yararlanarak ele geçirdiği Gırnata’da (Granada) “Emîrü’l-Müslimîn” unvanı ve Gâlib-Billâh lakabıyla biat alıp Nasrîler hânedanını kurdu (26 Ramazan 635 / 12 Mayıs 1238). 250 yıldan fazla hüküm süren Nasrîler Devleti, kurucusu İbnü’l-Ahmer’e nisbetle Benî Ahmer ve başşehrine nisbetle Gırnata Sultanlığı veya Gırnata Emirliği olarak da adlandırılır. 21 Mayıs 1852 Dârülmuallimîn Nizâmnâmesi Yürürlüğe Girdi Osmanlılarda öğretmen yetiştirmek için okul açma fikrinin ortaya çıkması Tanzimat dönemine rastlar. Ancak daha önceki devirlerde de “müderris” denen hocaların medreselerden yetiştiği, bunun yanında Fâtih Sultan Mehmed zamanında (1451-1481) sıbyan mekteplerine öğretmen yetiştirmek için özel bir program uygulandığı, Ayasofya ve Eyüp medreselerinde uygulanan bu programda âdâb-ı mübâhase ve usûl-i tedrîs gibi pedagojik formasyon derslerinin bulunmasına özen gösterildiği bilinmektedir. Tanzimat’ın ilânından sonra Sultan 2. Mahmud devrinin (1808-1839) son zamanlarında açılan rüşdiye mekteplerine öğretmen yetiştirmek amacıyla 16 Mart 1848’de İstanbul’un Fatih semtinde Dârülmuallimîn adıyla bir öğretmen okulu açıldı. Üç yıllık olan bu okulun ilk müdürü Ahmed Cevdet (Paşa) idi. Cevdet Paşa tarafından hazırlanan ilk Dârülmuallimîn Nizamnâmesi de 21 Mayıs 1852 tarihinde yürürlüğe girdi. 31 Mayıs 1916 Fahreddin Paşa Medine’ye Ulaştı İngilizlerle anlaşan Mekke Şerifi Hüseyin’in isyana hazırlandığı haberinin alınması üzerine Fahreddin Paşa Dördüncü Ordu kumandanı Cemal Paşa tarafından Medine’ye gönderildi (28 Mayıs 1916). Fahreddin Paşa 31 Mayıs’ta Medine’ye ulaştı ve Şerif Hüseyin’in birkaç gün içinde isyan edeceğini Cemal Paşa’ya bildirdi. Şerif Hüseyin ve dört oğlu, 3 Haziran 1916’da Medine çevresindeki demiryolunu ve telgraf hatlarını tahrip ederek isyanı başlattılar. 5-6 Haziran gecesi Medine karakollarına saldırdılarsa da Fahreddin Paşa’nın aldığı tedbirler sayesinde geri püskürtüldüler. İki buçuk seneden fazla bir müddet her türlü zorluğa rağmen isyancılara karşı Medine’yi müdafaa eden Fahreddin Paşa, Mondros Mütarekesinden sonra da 72 gün direnmiştir. 13 Ocak 1919’da isyancılar Medine’ye girerken bile, Fahreddin Paşa Medine’den ayrılmak istemiyordu.  

Ahmed Said GÜNDÜZ 01 Mayıs
Konu resmi"Bazı İnsanlara Bir An Bir Senedir"
Risale-i Nur

Varlıklarda görülen yaratılışların, tabiatların yani fıtratların bir kısmı olaylar karşısında birdenbire gelişiyor ve parlıyor. Cevheri or­taya çıkıyor. Bu tarz yaratılışa sahip olan varlıklar âdeta kibritin yanması gibi istidat ve kabiliyetleri bir anda gelişim gösteriyor. Buradan anlaşılıyor ki kendisine uygun zaman ve zemini bulan tabiatlar bir anda ilerleme kaydediyor. Diğer tabiatların bir kısmı ise zaman içinde gelişiyor. Yani tedrîcîdir, şey’en şey’en yavaş yavaş bu kısım tabiatlar kalkı­yor ve uyanıyor. Bunlar için zamana ihtiyaç oluyor. Sabır gösteren muvaffak oluyor. Tabîat-ı insanî ise hem birdenbire hem de zaman içinde gelişim gösteren tabiatların ikisine de benziyor. İnsanın ruhunda bulunan bir kısım kabiliyetler, bir anda gelişim gös­terirken diğer bir kısmı da süreç içinde ge­lişiyor. İnsan tabiatının gelişimi bir kısım şartlara yani Şerâite bakıyor. Ona göre değişir, bazen tedrîcî gider, zamana ihtiyaç duyuyor. Şartlar önem arz ediyor. Zemin etkili oluyor. Mekânın katkısı oluyor. Bazen dahi oluyor insandaki kabiliyetlerin bir kısmı kendisine uygun zaman, zemin ve mecrayı bulduğu takdirde bir anda gelişiyor. Bu kabiliyetler barut gibi bir anda ateş alıyor. Zulmânî yani insan ruhunun derinliklerin­­de bu­lunan veya gaflet karanlıklarında giz­le­nen bir kısım kabiliyetler, birdenbire fış­­kı­rıyor, etra­fı­nı aydınlatan nûrânî bir nar olur. Hz. Mu­­ham­med’den (sav) önce ce­ha­let karanlıklarında kalan insanların paslanmış ve kirlenmiş ta­bi­at­ları İslamiyet sayesinde birdenbire par­la­dı. Yeryüzüne nur saçtı. Nurlanmış bu ta­biatlar insanlık dünyasının birer rehberi ol­du. İnsanların hayat yolunu aydınlatan birer kandil oldu. İnsanlara hayat yolunda birer kılavuz oldu. Kötü ortam ve şartların örttüğü kabiliyetler İslamiyet sayesinde insanlığın ışığı oldu. Bazı zaman olur ki bir bakış, bir görüş bir iltifat, bir dokunuş, bir nazar, fahmı kömürü elmas ediyor. Zira sohbette muhatapların bir­­birinin duygularından etkilenmesi oluyor. Be­denlerin yakınlığı gönüllerin yakınlığını ge­tiriyor. Sözdeki samimiyet birbirini etkiliyor. Muhatapların lisan-ı haliyle boyalanma oluyor. Bazı zaman olur ki bir temas, taşı iksîr ediyor. Hz. Muhammed’in (sav) bir bakışı yani bir nazar-ı peygamber (asm) birden bire kalb eder değiştirir kaba, merhametsiz ve mu­taas­­sıp bir bedevî câhili, medenî, âdil, mer­hametli, fazilet sahibi, hürriyet aşığı bir ârif-i münevvere. Çünkü Hz. Peygamber, pey­­­gamberlik sıfatıyla, Allah namına insan­lara bakar, değer verir, onları muhatap alır. Pey­gamberlik makamından ders ve­rir.  Pas­lanmış tabiatları yüce Allah’tan al­dı­­ğı ila­hi cila ile parlatır. Eğer bu davaya bir öl­çü, örnek, mîzân istersen, İslâm’dan ev­vel Ömer’in durumuyla, İslâm’dan sonra yani Müslüman olduktan sonra Hz. Ömer’e bak­mak yeterlidir. Cehalet karanlıklarında olan Ömer, İslamiyet sayesinde adalet tari­hinin vaz geçilmez bir rehberi oldu. İnsanlardaki bu iki durumun yani İs­lam öncesi ve sonrası birbiriyle kıyâsı yapıl­dı­ğında bir çekirdek ve bir şecere, ağaca ben­zemektedir. Çekirdek gibi olan insanların tabiatlarında görülen bu hızlı inkılab bir anda yani Def‘aten verdi meyve, semer. İnsanlık tarihinde bir mucize olarak görülen bu de­ğişim Hz. Peygamber’in (sav) ilahî vahyin prensipleriyle olan bakışı yani o nazar-ı Ah­medî (asm) ve onun gayreti o himmet-i Pey­gamber (asm) sayesinde gerçekleşti. Hz. Peygamber (sav), Arap yarım ada­sın­da yani Cezîretü’l-Arab’da, cehalet ile kö­mür­leşmiş fahmolmuş tabiatları fıtrat­ları kalb etti değiştirdi. O kirlenmiş ve kö­mür­leşmiş olan tabiatları elmaslara, birden­bi­re İslamiyet sayesinde döndürdü. Bu in­kılabı gerçekleştirirken de herhangi bir zor kullanmadı. Korkutarak veya hile ile yap­madı. Herhangi bir güce dayanarak gerçek­leştirmedi. O, insanların akıllarına hitap et­ti. Davasını delilleriyle ispat etti. Kuru bir iddia ile ortaya çıkmadı. Bunun karşısında insanlar da Hz. Peygamberi akıllarının mual­limi, gönüllerinin rehberi ve ruhlarının sev­gilisi olarak onu bağırlarına bastı. Bunun sonucunda insanlar hem düşünce hem de yaşam açısından baştanbaşa serâser değişti. Diri diri kız çocuklarını gömerken yürekleri sızlamayan o bedevîler, Müslüman olduktan sora karıncayı incitmez hale geldi. Zayıf olan birinin elinden zorbalıkla ekmeğini alan o insanlar, İslamiyet’ten sonra komşusu aç iken yatamaz duruma geldi. Barut gibi küçük bir ateş bekleyen Arap yarımadası insanlarının paslanmış ahlâkını Hz. Muhammed (sav) parlattırdı, Bu manevi ilahî ciladan sonra o insanlar oldular her birisi güneş gibi birer nûr-u münevver. Kendilerinden sonra gelen ümmete hatta insanlık âlemine birer fener oldular. Yollarını şaşırdıklarında onlara yol gösteren birer yıldız haline geldiler. İnsan­lığın yüz akı oldular. İslamiyet’in temelini oluşturdular.

Muhlis KÖRPE 01 Mayıs