
Osmanlı döneminde yalılara, “Suyu yalayan haneler” de denilmiştir. Tarihî yalılar genellikle “Harem” ve “Selâmlık” olmak üzere iki ayrı binadan oluşurdu. Misafirler selâmlıkta ağırlanırdı. Yapılarda müştemilât, bendegân dairesi, ahır ve arabalıklar, kayıkhâne, kiler, mehtâbiye bulunurdu. Osmanlı döneminde, İstanbul Boğazı’nın iki yakasının kıyılarına inşa edilen yalılar, Boğaziçi mimarisinin en seçkin örneklerinden olmuş ve yıllar boyunca İstanbul Boğazı ile özdeşleşmiştir. Yüzyıllar boyunca İstanbul Boğazı’nın iki yakasında yapılan, boğazın muhteşem güzelliğine güzellik katan, göz alıcı renk ve güzellikteki yalıların yaklaşık 360 tanesi günümüze ulaşabilmiştir. Yalıların en büyük özelliği lebiderya, yani denize sıfır mekânlar olmalarıdır. Zaman içerisinde kimi yalılar, gerek konut sahiplerince mekân kazanmak için önleri toprak doldurularak, gerekse kıyı şeridine yol yapmak için belediye tarafından geri plana alınarak denizden kısmen uzaklaşmış olmakla birlikte büyük çoğunluğu hâlen eski hallerini korumaktadırlar. Osmanlı döneminde yalılara, “Suyu yalayan haneler” de denilmiştir. Tarihî yalılar genellikle “Harem” ve “Selâmlık” olmak üzere iki ayrı binadan oluşurdu. Misafirler selâmlıkta ağırlanırdı. Yapılarda müştemilât, bendegân dairesi, ahır ve arabalıklar, kayıkhâne, kiler, mehtâbiye bulunurdu. Osmanlı döneminde, Boğaziçi’ndeki semtler paylaşılmış; Şehzâde, Sultan ve hânedan mensupları istedikleri yerde yalı veya köşk yaptırabildikleri halde daha çok Beşiktaş, Ortaköy ve Kuruçeşme sahillerinde, sadrazamlar, vezirler ve dîvan üyeleri Bebek’te, ilmiye sınıfı Rumelihisarı’nda, Hristiyanlar ve Yahudiler Arnavutköy ve Kuzguncuk’ta, zengin Rumlar, Avrupalı diplomatlar ve Ermeniler Yeniköy, Tarabya ve Büyükdere'de, din adamları, yazarlar, şâirler ve ilim adamları Beylerbeyi'nde ikâmet etmeyi tercih etmişlerdir. Osmanlı yalılarının mimarî özellikleri sahiplerinin sosyal sınıfına göre değişiklik gösterirdi. Müslüman yalıları arasında boşluklar bulunurken, gayrimüslim yalıları ise genelde bitişik nizamda inşa edilirdi. Balkon ögesi bulunmayan yalılarda bunun yerine geniş cumbalar kullanılmış ve yalıların tümünde kayıkhâne denen bir küçük iskele ile yalıların simgesi olan çiçek bahçeleri bulunurdu. Osmanlı döneminde yalılarda yaşıyan aileler denize uzanan cumbalardan balık tutar, deniz tarafındaki odanın halısının altındaki ahşap kapak kaldırınca denize girilir, sandallarla geçen satıcılardan sepetler sarkıtılarak alışveriş yapılır, kayıkla yalının kapısına kadar gelinirdi. Müslümanların yalıları en fazla üç kat, gayrimüslimlerinki ise en fazla iki kat olabilirdi. Renkleri bile bir nizamla belirlenmiştir. Kırmızı, aşı rengindeki yalılar, devlet erkânı ya da saraya mensup zevâtın yalıları idi. Açık mavi, açık pembe, açık yeşil, beyaz gibi açık tonlu renkler Müslümanların gri, kahverengi ve duman rengi gibi koyu renkli yalılar ise gayrimüslimlere aitti. Bu kurallara uymayanın yalısına el konulur ve kendisi de sürgüne gönderilirdi. Sürgüne gönderilen şahsın yalısının kepenkleri kapatılır ve yalı sahibinin cezası bitene kadar da açılmazdı. Böylelikle kimin cezalı olduğu da hemen anlaşılırdı. Bu renk geleneği son yıllarda değişmiş, Boğaziçi yalılarının rengârenk boyandığı görülmüştür. Bazı yalılarda “Maşaallah”, “Yâ Emin”, “Yâ Hâfiz” yazılı levhalar olur, Allah tarafından korunan anlamına gelen Hâfiz ismi yalıların alınlıklarındaki madalyonlara yazılarak büyüden, yangından, nazardan korunma amaçlanırdı. Said Halim Paşa Yalısı'nda ve Mısır Konsolosluğu olarak kullanılan Emine Vâlide Paşa Yalısı’nda bu yazılar mevcuttur. Anadolu Yakası Önemli Yalıları Abdülgaffar Bey Yalısı (Vaniköy), Amcazâde Hüseyin Paşa Yalısı (Anadolu Hisarı), Bahriyeli Sedat Bey Yalısı (Vaniköy), Edip Efendi Yalısı (Vaniköy), Halil Edhem Paşa Yalısı (Kanlıca), Hekimbaşı Yalısı (Kandilli), Kıbrıslı Yalısı (Kandilli), Komodor Remzi Bey Yalısı (Anadoluhisarı), Kont Ostrorog Yalısı (Kandilli), Mahmud Nedim Paşa Yalısı (Vaniköy), Recâizâde Yalısı ve Kadın Efendi Yalısı (Vaniköy), Rıza Bey Yalısı (Çengelköy), Sadullah Paşa Yalısı (Çengelköy), Zarif Mustafa Paşa Yalısı (Anadoluhisarı) Avrupa Yakası Önemli Yalıları Ahmet Afif Paşa Yalısı (Yeniköy), Ali Vafi Köşkü (Kuruçeşme), Azaryan Yalısı (Büyükdere), Emine Vâlide Paşa Yalısı (Kuruçeşme), Fâik ve Bekir Bey Yalısı (Yeniköy), Gazi Osman Paşa Ortaokulu (Ortaköy), Huber Yalısı (Tarabya), Nâile Sultan Konağı (Kuruçeşme), Sait Halim Paşa Yalısı (Yeniköy), Şehzâde Burhanettin Efendi Yalısı (Yeniköy), Tophane Müşîri Zeki Paşa Yalısı (Arnavutköy).

Kanaat kısmetine razı olmak, açgözlü olmayıp hırs göstermemek, helal ile yetinip haramı istememek manalarında kullanılır. Zıt anlamları doyumsuzluk, açgözlülük, hırslı olmaktır. Kanaat genelde iktisat kelimesiyle birlikte kullanılır. İktisat ise; her şeyde orta yolu tutmak, lüzumundan az veya fazla sarfiyattan kaçınmak demektir. Yaşadığımız dönem insanlığın belki de kanaate en ziyade muhtaç olduğu bir zamandır. Çünkü hiçbir asırda insanların ihtiyacı bu kadar çok ve çeşitli olmamıştı. Doyumsuzluğun zirve yaptığı, hırsın şiddetlendiği bu asrın insanı, kanaatteki hazineye çok muhtaçtır. Teknolojideki hızlı gelişme insanların ihtiyaçlarını hızla artırmaktadır. Eskime yerine moda ve merak duygusu ile sürekli yeni çıkan şeyler takip edilmektedir. Sahip olduğu şey ihtiyacını karşılasa da, yeni modeller büyük bir aç gözlülükle alınmaya çalışılmaktadır. Bu tatminsizlik, insanı sürekli yeni arayışlara ve israfa sevk eder. İsraf neticesinde iktisadın bereketini ve kanaatten gelen memnuniyeti kaybeden insan, huzursuzluğa ve strese girer. İsraf ile yapılan harcamanın neticesinde oluşan açığı karşılamak için de daha fazla hırsla dolar. Hırsın da üç neticesi vardır; 1- Kanaatsizlik 2- Mahrumiyet ve hasaret 3- İhlası kırar İşte bu durumda bulunan insan hiçbir zaman memnuniyet ve tatmin duygusunu yakalayamıyor. Tam tersine olarak hırs ile dolarak, elindekinin lezzetini alamadan kaybediyor. Huzursuzluk ve mahrumiyet içinde kalıyor. Bu noktada yapılması gereken, mananın kuvvetlendirilmesi, maddenin ikinci plana alınması, ruhun cesede mahkûm değil hâkim olmasıdır. Yani gönlün zenginleştirilmesi ve kanaat duygusunun geliştirilmesidir. Bunu biraz daha açacak bir kıssayı paylaşalım. İbrahim bin Edhem; kendisine bir kese altın vermek isteyen zengin adama: Ben fakirlerden bir şey almam, deyince, o zengin zat: Ben fakir değilim, demiş. Bunun üzerine İbrahim bin Edhem Hazretleri: Bu sahip olduğun servetten daha fazlasına sahip olmak ister misin, diye sormuş. Adam: Evet, cevabını verince, Şeyh: Bu halin fakirlik değil de nedir? İstemek ihtiyaçtan, ihtiyaç da fakirlikten gelir. Bana verdiğin şeye, sen daha fazla muhtaçsın, demiş. Yine Mevlana Celaleddin Hazretleri; “Kanaat sahibi olan zengindir” buyurur. Kanaati olmayan daima fakirdir. Maddi imkânlar, sahip olunan para insanları zengin yapmaz. İnsana saadet ve huzur vermez. Gerçek zenginlik, gönül zenginliği anlamına gelen kanaat sahibi olmaktır. İktisat neticesinde kanaati kazanan bir insan hayatından lezzet alır. Her şeye rıza gözüyle bakar. Rabbinin kendisine taksim ettiği nimetlerden dolayı Rabbinden razı olur ve Rabbine şükreden bir kul olur. Hem çalıştığının karşılığına razı olduğu için, daha fazla çalışmaya şevk kazanır. Hırslı insan gibi, çalıştığının karşılığından fazlasına göz dikip gayri meşru yollara düşmez. “İnsan için ancak çalıştığının karşılığı vardır” sırrıyla daha fazla çalışır ve neticede elde ettiğinden memnuniyet duyar. Çalıştığı meşgalesinden lezzet alır. Hayatını iktisat ve kanaatle geçiren Bediüzzaman Hazretlerinin şöyle bir cümlesi var: “Gerçi param azdır. Fakat iktisadım var. Kanaate alışmışım. Ben sizden daha zenginim.”1 İzzet dolu bu cümle insanın eviyle, arabasıyla, kredi kartıyla değil; ruhuyla, manasıyla insan olduğunu haykıran harika bir cümledir. Efendimiz (sav bir Hadis-i Şerif’te buyurduğu gibi, “Kanaat eden izzet bulur, tama’ ve hırs gösteren zillete düşer.’2 Bundan dolayı Yahudi milleti sahip oldukları maddi imkânlara rağmen hırsları sebebiyle daima zilletle anılmışlardır. Özetleyecek olursak; İsraf hırsı, hırs ise kanaatsizliği netice verir. İsrafın zıddı olan iktisat ise, kanaati netice verir. Kanaatin de 4 neticesi vardır; Çalışmaya şevk verir Şükür kapısını açar İzzet kazandırır İhlası kazandırır Gelelim belki de en önemli mesele olan ihlas meselesine. Yukarıda bahsi geçtiği gibi israfın neticesi olan hırs ihlası kırdığı gibi, iktisadın neticesi olan kanaat ihlası kazandırır. İhlas, samimi olmak Allah rızası için hareket etmek manalarına gelir. Evet, maneviyatta yani kulluk yolunda dahi hırs insanı sıkıntıya sokar ve sefahate sevk eder. Çünkü hırs meşru ve doğru bir his olmadığı için, yapılan ibadet Allah rızası için değil de başka maksatlar için yapılmış demektir. Yani niyet bozulmuştur. Bu maksat, çoğunlukla insanların övgülerini ve beğenilerini kazanmak, onları razı etmek şeklindedir. Böyle bir insan ibadetlerinde samimi ihlası yakalayamaz. Hem de bu maksadının aksiyle insanların övgüsü yerine tahkirle karşılık bulur. Bir Hadis-i Şerif’te Efendimiz (sav) şöyle buyurmuştur: “Dünyaya rağbet gösterme ki, Allah seni sevsin; insanların ellerinde bulunana (nimet ve imkânlar) rağbet etme ki, onlar (da) seni sevsin.”3 İşte kanaatin tükenmez bir hazine olması sırrı burada saklıdır. Gönül zenginliği sırrına ulaşan bir insan, gönlüne tecelli eden Esma-i Hüsna’nın hazinesine ulaşır. Yani kesret (çokluk) âleminde dağınık olarak bulunan ama eli yetişmediği ihtiyaçlarını samediyet aynası olan kalbinin iç yüzüne yönelerek tatmin edebilir. Hiçbir şeye muhtaç olmayan ve her şeyin kendisine muhtaç olduğu Samed olan Rabbine yönelir. Kalp dahi her şeyi arzu ettiği için, her şey elinde bulunan bir Rabbe yönelmekle emellerine ulaşabilir. Zaten kalpler ancak Allah’ı zikretmekle tatmin olabilir. Bütün Esma’nın hazinesine ulaşarak ganiyy-i mutlak olan yani sonsuz zenginlik sahibi olan Zata dayanır. Her arzusunu ondan ister, her ihtiyacını ondan karşılar. Böylece ruhi bir lezzete, samimi bir ubudiyete ve rıza makamına ulaşır. Ahmet Hüsrev Altınbaşak Hazretleri’nin sürekli kullandığı “Ben Halıkımdan ebediyyen razı olmuşum” cümlesi, kanaatin zirvesindeki bir imanın ifadesi olan harika bir cümledir. Bize düşen vazife, gerek lütuf ve ihsan, gerek musibet ve imtihan, Rabbimizden bize her ne gelirse razı olmaktır. Pişmanlıklar ve keşke’ler yerine, halen iman sahibi olduğumuzdan, namaz kıldığımızdan ve benzeri çok nimetlerden dolayı şükran ve memnuniyet içinde bulunmaktır. Zaten bu hal bize daha fazla ibadet yapmak için şevk ve gayret verecek ve ibadetlerimizden daha fazla feyiz almamızı sağlayacaktır. Bizi kanaatin tükenmez hazinesine ulaştıracak hayatımızı lezzet alarak geçirmemizi sağlayacaktır. Kaynaklar: 1- 19. Lema İktisat Risalesi (Lemalar)2- Et-terğib ve’t-terhib, Keşf’ul-hafa, Kenz’ul ummal3- İbn Mâce, Zühd 1

Geçen ay Ürdün’den karadan Filistin’e geçtiğim vakit sınırdan Eski Kudüs'ün Zehra kapısına götüren arabaya bindiğimde aklımda “Acaba ezan yasağı uygulanıyor mu?” sorusu vardı. Arabadan indiğim vakit ezan seslerini duyunca rahatladım; ancak içimde hala konuyla ilgili bir tedirginlik vardı. Yaklaşık 10 kişiye sordum bu durumu. Ancak aldığım cevaplar çok güzeldi. “Ezan bu topraklarda susmaz bi-iznillah.” Böylesine bir durum karşısında Elhamdülillah demekten kendimi alamadım. Ancak ezan yasağı için sunulan tasarı Meclis’ten (Knesset’ten) 3 oylama sonucunda geçerse gece 23 ile sabah 07 arasında yasak gelebilir. Ve geçtiğimiz hafta İsrail Meclisi ilk oylamada ezan yasağına dair onay verdi. Geriye kaldı 2 oylama. Allah hayreylesin…

Bediüzzaman Hazretleri, Kürt aşiretlerin sorularına cevaplar verdiği Münazarât Risalesi’ nde, kendisi de doğunun bir evlâdı olarak, Kürtlere mealen şöyle seslenmektedir: “Biz Kürtler, başkalarına benzemeyiz. Yakînen (kesin olarak) biliyoruz ki, içtimaî hayatımız (sosyal hayatımız) Türklerin hayat ve saadetinden neş'et eder (ortaya çıkar).” Yani Kürtler ile Türkler etle tırnak gibi birbiriyle karışmış ve kaynaşmıştır. Türklerin maddeten kalkınması, kuvvetlenmesi ve saadeti nispetinde, Kürtler de rahata ve saadete kavuşacaklardır. Bir lâkabı da ‘Said-i Kürdî’ olan Bediüzzaman Hazretleri, 31 Mart hadisesinde ayaklanan Kürt hamalları yatıştırmak için yaptığı konuşmasında da aynı hakikati şöyle dile getirmişti: “Ey hamallar! Altı yüz seneden beri bayrak-ı tevhidi umum âleme karşı ilân eden şanlı Türk pederlerimize kuvvet ve cesaretimizi peşkeş ve hediye edelim. Ona bedel, onların akıl ve marifetinden istifade edeceğiz. Mâhâsıl (özetle), Türkler bizim aklımız, biz de onların kuvveti; mecmuumuz (birlik olduğumuzda) bir iyi insan oluruz.” Fen İlimleri İle Din İlimlerini Birleştirmek “Vicdanın ziyası, ulûm-u diniyedir. Aklın nuru, fünun-u medeniyedir. İkisinin imtizacıyla (kaynaşmasıyla) hakikat tecelli eder. O iki cenah ile (kanat ile) talebenin himmeti (gayreti) pervaz eder (uçar). İftirak ettikleri (birbirlerinden ayrıldıkları) vakit; birincisinde taassup (körü körüne bağlılık), ikincisinde hile, şüphe tevellüd eder (ortaya çıkar).” Bediüzzaman Hazretleri, gaye-i hayali olan Medresetü’z-Zehrâ’da fen bilimleri ile din ilimlerinin birlikte mezcedilerek öğretilmesi gerektiğini savunmaktadır. Bu tarz bir eğitim ve öğretimin, iki hikmeti olduğunu belirtmektedir. Birincisi; dört yanlış kıyaslama* sonucunda ortaya çıkan safsatanın (boş, asılsız ve temelsiz sözlerin), zihnin muhakemesine zulmetmesini engellemek. Çünkü bu yanlış kıyasların sonucunda ortaya çıkan safsata, zihnin doğru çalışmasını ve doğru sonuçlara varmasını engellemektedir. İkincisi; filozofluk taslayanların, tahkiksiz çocukça taklit edenler üzerindeki aldatmalarını ortadan kaldırmak. Medresetü’z-Zehrâ Projesi Bediüzzaman Hazretleri’nin hayatı boyunca daima peşinden koştuğu bir hakikat olan, doğunun problemlerinin çözümü olarak gördüğü ve gaye-i hayalî olan proje; Medresetü’z-Zehrâ projesidir. Münazarât Risalesi’nde bu projesi hakkında detaylı bilgiler vermektedir. Bu bilgileri maddeler halinde şöyle sıralayabiliriz: Mısır’ın başkenti Kahire’de milâdî 975 senesinde kurulan ve hem fen bilimlerini hem de İslâmî ilimleri ders veren meşhur El-Ezher’in kız kardeşi hükmünde olacak olan bu medresenin ismi; ‘Medresetü’z-Zehrâ’dır. Bu medrese, üniversiteyi de içine alan pek âlî (yüce) bir medresedir. Medresetü’z-Zehrâ’nın merkezi Bitlis olmakla beraber, Van’da ve Diyarbakır’da iki şubesi daha olmalıdır. Bu medresenin tesisi için 8 şart vardır. Birinci şart: Bu dârü’l-fünûnun ismi ‘medrese’ olmalıdır. Çünkü medrese ismi alışılmış, çekici, şevk verici, ilim öğrenmeye rağbet uyandıran ve büyük bir hakikati ihtiva eden bir isimdir. İkinci şart: Bu medresede fen bilimleri ile din ilimlerini birbirine katarak öğretmek. Üçüncü şart: Arapçayı vacip, Türkçeyi lâzım, Kürtçeyi de caiz kılmak. Dördüncü şart: Bu medresede müderrislik yapacak âlimler, hem fen bilimlerine hem de din ilimlerine sahip, Kürtlerin de Türklerin de itimat ettiği Kürt âlimlerinden veya alıştırmak için mahallî dil olan Kürtçeye aşina olan âlimlerden olmalıdır. Beşinci şart: Kürtlerin kabiliyetleriyle istişare etmek. Yani onların âdeta çocuk fıtratlı ve basit fikirli olduklarını nazara almak. Çünkü çok elbiseler vardır ki bir bedene uyduğu halde başka bedenlere uymaz ve çirkin gelir. Çocukların eğitimi, ya zorlayarak veya heveslerini okşayarak olur. Altıncı şart: İş bölümü ve vazife paylaşımı kaidesini tamamen uygulamak gerekir ki şubelerden birbirine giriş ve çıkışlar olsun ve böylece her bir şubeden uzmanlaşmış kişiler çıkabilsin. Yedinci şart: Bir mahreç (çıkış yeri) bulmak ve eğitime devam edenlerin feyiz almalarını ve yükselmelerini temin etmek; hem de mezunlarını diğer resmî yüksekokullarla eşit tutmak ve imtihanlarını, onların imtihanları gibi netice alıcı kılmak, neticesiz bırakmamaktır. Sekizinci şart: Dârü’l-Muallimîn’i (Osmanlı’da rüşdiye denilen ortaokullara erkek öğretmen yetiştiren öğretmen okulunu) geçici süreliğine bu Medresetü’z-Zehrâ dairesinde merkez kılmak ve iki eğitim merkezini birbiriyle kaynaştırmak. Böylece, intizam ve feyiz ondan buna geçsin ve fazilet ve diyanet, bundan ona geçsin. Bu karşılıklı alışveriş ile her biri diğerine bir kanat vererek zülcenaheyn (iki kanatlı) olsun. è Medresetü’z-Zehrâ’nın ayakta kalabilmesi ve masraflarını karşılayabilmesi için geliri hamiyet ve gayrettir. Nasıl ki çekirdekte, ağacın ruh programı saklıdır. Zamanı geldiğinde, o çekirdekten bir ağaç ortaya çıkar ve meyveler verir. Aynen öyle de şu medrese, eğer hamiyet ve gayretle yeşillense, fıtratı gereği, dört cihetle maddî ihtiyaçlarını kendi temin etmeye başlayacak ve başka insanların yardımına muhtaç olmayacaktır. Bu dört cihet şunlardır: Devam Edecek * Birinci yanlış kıyas: Avrupa’nın maddiyattaki üstünlüğünü görüp, maneviyatta da Avrupa’yı üstün zannetmek ve manevi meselelerde Avrupa’nın sözünü delil kabul etmek. Hâlbuki her şeyi maddede arayanların akılları gözlerine inmiştir. Göz ise maneviyatta kördür. İkinci yanlış kıyas: Fen bilimlerinde malumatı olmayan İslâm âlimlerinin sözünü, din ilimlerinde de kabul etmemek. Üçüncü yanlış kıyas: Fen bilimlerindeki uzmanlığı ile gururlanıp, kendi nefsine dinî meselelerde de itimat etmek. Dördüncü yanlış kıyas: Öncekileri sonrakilere, geçmiş zamanı şimdiki zamana kıyas edip, haksız itirazlarda bulunmak. Birincisi: Dağınık olan ürünleri, hizmetleri, hayırları ve sadakaları belli bir sistem ve disiplin altına alarak büyük semereler elde etmeye imkân tanıyan vakıflar, hakkıyla intizam altına girseler şu havuza (Medresetü’z-Zehrâ’ya) medreseleri birleştirmek yoluyla mühim bir çeşmeyi akıtacaktır. İkincisi: Zekâttır. Medresetü’z-Zehrâ, bir zamandan sonra İslâmiyet’e ve insaniyete yapacağı hizmetle, şüphesiz ki bir kısım zekâtları hak ederek kendine alacaktır. Hatta zekâtların zekâtını da alsa yine kâfi gelecektir. Üçüncüsü: Şu medrese ortaya koyup neşredeceği meyveleriyle, umuma yayacağı ziyasıyla, İslâmiyet’e edeceği hizmetlerle, akıllar için en yüce mektep olduğu gibi; kalbler için en mükemmel bir medrese, vicdanlar nazarında en mukaddes bir zaviyeyi temsil edecektir. Dolayısıyla hem medrese, hem mekteb, hem de tekke hükmüne geçecektir. Böyle olduğundan da İslâmiyet’in millî yardımları olan adaklar ve sadakalar kısmen ona yönelecektir. Dördüncüsü: Medrese -yukarıda da geçtiği üzere- Dârü’l-Muallimîn (öğretmen okulu) ile birleştiğinden, artacak olan Dârü’l-Muallimîn gelirleri -eğer mümkün ise- geçici bir süreliğine borç olarak Medrese’ye verilse, bir zaman sonra Medrese bu yardıma ihtiyaç göstermeyecek ve o borçlarını geri ödeyecektir. è Medresetü’z-Zehrâ’nın meyveleri beş maddede özetlenebilir. Bunlar: Birinci meyve: Medreselerin birleştirilmesi ve ıslah edilmesidir. İkinci meyve: İslâmiyet’i, onu paslandıran hikâyelerden, israiliyâttan (Yahudi kitaplarında nakledilen hurafe türünden hikâyeler ve menkıbeler) ve taassuptan (aşırı, körükörüne ve cahilce bağlanıp inanmaktan) kurtarmaktır. Cehaletten ve muhakeme yapmamaktan kaynaklanan taassup, İslâmiyet’in malı değildir. İslâmiyet hakikatinde salâbet-i diniye (din kuvvetidir) vardır. O da metanet (sağlamlık), sebat (kararlılık) ve iltizam-ı hak (hakka tarafgirlik) anlamlarını içine alır. Taassubun en dehşetlisi, bazı Avrupa taklitçilerinde ve dinsizlerde bulunur ki İslâm aleyhinde görünen sathî ve yüzeysel şüphelerinde inatla ısrar gösterirler. Taassup, İslâm’a delil ve ispat ile bağlanan âlimlerin vasfı değildir. Üçüncü meyve: Özellikle de doğudaki aşiretlere, meşrutiyetin güzelliklerini neşretmek için bir kapı açmaktır. Zira meşrutiyet, aşiretler tarafından beğenilmezse istifade edilmez. Bu ise daha büyük bir zarardır. Hasta, şifalı tiryakı zehirle karışık zannetse elbette kullanmaz. Dördüncü meyve: Medrese talebelerinin nefret etmeyeceği, saf bir memba hükmünde, fen bilimlerini medreselere sokmak için bir yol açmaktır. Çünkü fen bilimlerinin İslâm’a zıt olduğuna dair son derece yanlış bir anlayış ve uğursuz bir vehim var. Bu tarz eğitim ile bu engeller de kalkacaktır inşallah. Beşinci meyve: İslâmî ilimlerin öğretildiği medrese, fen bilimlerinin öğretildiği mektep ve tasavvuf eğitiminin verildiği tekke ehlinin birbirleriyle barışmalarıdır. Medresetü’z-Zehrâ projesiyle aynı çatı altında toplanan medrese, mektep ve tekke, birbirlerine meyledecekler ve fikir alışverişinde bulunacaklardır. Bu durum da en azından maksatta onları birleştirecektir. Maalesef onların fikir ayrılıkları, ittihadı bozduğu gibi; meşrep farklılıklarından kaynaklanan sıkıntılar da maddî ilerlemeyi durdurmaktadır. Zira her birisi, kendi mesleğine taassupla bağlı ve diğerinin gittiği yola yüzeysel bir nazarla baktığından dolayı ya ifrat veya tefrite düşmüşlerdir. Bunun neticesinde de biri diğerini dalâletle (haktan sapmakla), öteki de berikini cehaletle suçlamaktadır. Özetle; eğer İslâmiyet bir saray şekline girecek olsa bir menzili mektebe, bir hücresi medrese, bir köşesi zaviye ve büyük salonu da hepsinin beraberce toplandığı ve birinin noksanının diğeri tarafından tamamlandığı küllî bir istişare meclisi hükmüne geçecektir. Ayna, kendince güneşi temsil ettiği gibi, şu Medresetü’z-Zehrâ da o İslâmiyet İlahî sarayını temsil edecektir.

Üstadın dediği gibi: “Aynen öyle de, ma‘nevî bir elektrik olan Resâilü’n-Nûr dahi gayet yüksek ve derin bir ilim olduğu halde, külfet-i tahsîle (tahsil zahmetine) ve derse çalışmaya ve başka üstâdlardan taallüm edilmeye (hocalardan ders alınmaya) ve müderrisinin ağzından iktibâs olmaya (müderrislerden ders alınarak elde edilmeye) muhtaç olmadan, herkes derecesine göre o ulûm-u âliyeyi (dinin yüksek ilimlerini) , meşakkat ateşine lüzûm kalmadan anlayabilir. Kendi kendine istifâde eder. Muhakkik (araştırmacı) bir âlim olur.” 3 Mart 1924 tarihinde kabul edilen Tevhid-i Tedrisat Kanunu ile Osmanlı dönemine ait bütün eğitim kurumları kapatıldı. Kanun çıktığında, ülke genelinde 479 medrese ve 18.000 medrese talebesi vardı. Tevhid-i Tedrisat Kanunu bahane edilerek “Türkiye’de sadece Müslüman vatandaşların olmadığı, Müslüman olmayan Türk vatandaşlarının da dini ihtiyaçları ve vicdan özgürlüğü olduğu” düşünülerek; ilkokul programından Kur’an dersleri, ortaokul ve lise programından da din, Arapça ve Farsça dersleri çıkarıldı. Başlangıçta isteğe bağlı bir ders haline getirilmiş olan din dersi; ortaokullarda 1930’da, öğretmen okullarında 1931’de, şehir ilkokullarında 1933’de, köy ilkokullarında 1939’da tamamen müfredattan çıkarıldı. Tüm bu gelişmeler sonucu 1939-1948 yılları arasında din derslerinin hiç yer almadığı bir örgün eğitim dönemi yaşandı. İşte tam da bu dönemde Risale-i Nur hizmeti adeta milletin imdadına yetişiyordu. Milletin imanı tehlikedeydi. Çağdaşlık bahanesiyle neredeyse dinsiz bir nesil yetiştirilmeye çalışılıyordu. Hazret-i Üstad bu durumu şöyle özetliyordu: “Bana, ‘Sen şuna buna niçin sataştın?’ diyorlar. Farkında değilim. Karşımda müthiş bir yangın var. Alevleri göklere yükseliyor. İçinde evlâdım yanıyor, imanım tutuşmuş yanıyor. O yangını söndürmeye, imanımı kurtarmaya koşuyorum. Yolda biri beni kösteklemek istemiş de ayağım ona çarpmış; ne ehemmiyeti var? O müthiş yangın karşısında bu küçük hâdise bir kıymet ifade eder mi? Dar düşünceler, dar görüşler!”1 Devlet, Tevhid-i Tedrisat Kanunu ile eğitimi tamamen eline aldı. Eğitim tekelleştirildi. Bunun sonucu olarak halk dinini öğrenemez ve öğretemez oldu. Tabii ki bu uygulamanın amacı tek tip insan yetiştirmekti. Medreselerin, tekke ve zaviyelerin kapatılmasıyla ülkede “Allah Allah” diyen bütün kurumların kapısı kapatılmıştı. Risale-i Nur bu dönemde ortaya çıkıp her evi bir medreseye, bir mektebe dönüştürüyordu. Üstadın dediği gibi: “Aynen öyle de, ma‘nevî bir elektrik olan Resâilü’n-Nûr dahi gayet yüksek ve derin bir ilim olduğu halde, külfet-i tahsîle (tahsil zahmetine) ve derse çalışmaya ve başka üstâdlardan taallüm edilmeye (hocalardan ders alınmaya) ve müderrisinin ağzından iktibâs olmaya (müderrislerden ders alınarak elde edilmeye) muhtaç olmadan, herkes derecesine göre o ulûm-u âliyeyi (dinin yüksek ilimlerini), meşakkat ateşine lüzûm kalmadan anlayabilir. Kendi kendine istifâde eder. Muhakkik (araştırmacı) bir âlim olur.”2 Artık herkes kendi kendine iman hakikatlerini öğrenip bir din âlimi olabilecekti. Evde, işte, havada, karada, dağda, bağda bu iman hakikatleri her yerde hususi olarak talim edilip ettirilebilirdi. Bu suretle her yer bir medrese bir mektep olabilirdi. Risale-i Nur talebeleri işte bunu başardı. Bulundukları her yerde iman dersleri yaptılar. Her türlü yasağa rağmen iman hakikatlerini memleketin her köşesine ulaştırdılar. Bu sebeple sürgüne yollandılar. Hapse atıldılar. Yılmadılar. Oraları da bir Medrese-i Yusufiye yaptılar. Bu medreseleri kapatmaya kimsenin gücü yetmiyordu. Çünkü iman varsa imkân da vardı. Ayrıca Risale-i Nurun eğitim modeli, Osmanlı döneminin eğitim modelinden farklı idi. Bediüzzaman Hazretleri, Osmanlı medreselerinden eğitim almıştı. Doğuda ve batıdaki Osmanlı medrese ve mekteplerini çok iyi bilen bir âlim olması hasebiyle, bu eğitim kurumlarının eksik yönlerini çok iyi tespit etmişti. O şöyle diyordu: “Vicdanın ziyâsı ulûm-u dîniyedir. Aklın nûru fünûn-u medeniyedir. İkisinin imtizâcıyla (birlikteliğiyle) hakîkat tecellî eder. O iki cenâh ile talebenin himmeti pervâz (gayreti yükselir) eder. İftirâk (ayrıldıkları) ettikleri vakit, birincisinde taassub (körü körüne bağlılık), ikincisinde hile şübhe tevellüd (doğar) eder.”3 Osmanlı medreselerinde dini ilimler verilirken matematik, fizik, kimya, coğrafya, astronomi, tarih, edebiyat gibi ilimler okutulmuyordu. Bunun neticesinde medreseden mezun olan insanlarda bunun eksikliği hemen göze çarpıyordu. Mekteplerde ise din eğitimi verilmiyordu. Müspet fenler verilirken de pozitivist bir yaklaşım sergileniyordu. Sanki kâinattaki bütün olaylar sebeplerin sonucunda meydana geliyor, Allah ile bir ilgisi yok gibi anlatılıyordu. Bu da halkı inancında şüpheye düşürmekten başka bir işe yaramıyordu. Sevgili Üstadımız yazdığı risalelerde imanî hakikatleri bilimsel gerçeklerle ispat ederek kuvvetli ve sarsılmaz bir imanı inşa ediyordu. Bu sistemde yetişen insanın aklı, kalbi, ruhu ve latifeleri iman hakikatlerinden tam manasıyla gıdalarını alıyor, delillerle donanmış sağlam bir itikada sahip oluyordu. Üstadın açtığı bu yolda herkes gidebiliyordu. Aklı başında olan, yediden yetmiş yediye her sınıf insan, bu metotla imanını sarsılmaz bir hale getirebiliyordu. Cumhuriyet döneminde eşi benzeri görülmemiş bir hizmet ortaya koyan Risale-i Nur talebeleri, bugün milyonlarla insanın imanını tehlikeden kurtarıp istikamet dairesinde hayatlarını sürdürmelerinde rehberlik etmişlerdir. Bir senede sıradan bir insanı iman noktasında hakikatli bir âlim haline getirmek hem de her türlü baskı altındayken bunu başarmak bu zamanın insanlarına ilahi bir lütuf değil de nedir? Kaynaklar: 1- Tarihçe-i Hayat,Isparta Hayatı, 228. 2- Sikke-i Tasdik-i Gaybî, 63. Altınbaşak Neşriyat.3- Mektubat 2, 152. Altınbaşak Neşriyat.

Sultan 2. Abdülhamid, Kudüs ve El-Bab'daki alyın madenlerini şahsî mülküne alarak yabancı istilasından korumaya çalışmıştı. Kudüs’de Osmanlı eserleri Yavuz Sultan Selim’in 29 Aralık 1516 günü Osmanlı ordusunun başında Kudüs’e girmesiyle birlikte Kudüs’te 4 asırlık Osmanlı Devri başlamış oluyordu. Osmanlı Devleti, İslâm dünyasının üçüncü mukaddes şehri olan Kudüs’e, şanına yakışır şekilde hususî bir önem atfetmiştir. Bu öneme binaen Kanunî Sultan Süleyman devrinden başlayarak, ciddî imar faaliyetlerinde bulunulmuştur. Bu süreçte Kubbetü’s-sahra restore edildi. Üç km uzunluğunda on iki metre yüksekliğinde sur inşa edildi. Hâlen mevcudiyetini devam ettiren bu surun 34 kulesi ve 7 kapısı vardır. Ayrıca Kudüs’ün su yolları tamir ettirilmiş ve beşi sur içinde olmak üzere altı çeşme yaptırılmıştır. Hürrem Haseki Sultan, Kudüs’e câmi, medrese, han, ribât ve imarethaneden teşekkül eden bir külliye yaptırmıştır. Bu külliyeden günümüze imarethane ulaşmış olup, hâlâ hizmet vermektedir. 2014 senesinde Anadolu Ajansına konuşan imarethanenin müdürü Abdullah Acec şunları söylemekteydi: “Burayı Allah rahmet eylesin, mekânı cennet olsun, Kanunî Sultan Süleyman’ın eşi Hürrem Sultan yaptırmış. Burası önceleri vakıf olduğu için kendisine ait vakıf binalarının gelirleri ile yaşıyordu. İsrail, savaştan sonra bunlara el koyunca gelirimiz azaldı, uzunca zaman zekât ve yardımlarla yürüdük. Şimdi ise Katar devletinin “Kızılay’ı” bizim harcamalarımızı karşılıyor. Burada 5 kişi çalışıyoruz ve her gün 5 yüz kişilik, 113 aileye yetecek yemek çıkarıyoruz. Günlük 2 bin dolar harcamamız oluyor. Ramazan’da ise iki kat yemek yapıyor ve daha fazla kişiye dağıtıyoruz. Haftanın 5 günü, Cuma ve Cumartesi hariç hizmet vermekteyiz.” Hürrem Haseki Sultan, külliyesinin masraflarının karşılanması için kurduğu vakfa hususan Remle’de çok sayıda arazi de bağışlamıştı. Onun vefatından sonra Kanunî Sultan Süleyman, vakfa bağışlanan arazi ve köylerin sayısını arttırmıştır. Hürrem Haseki Sultan, bu imarethanesi günümüze ulaşan külliyenin hâricinde Kudüs’e bir de hamam inşa ettirmiştir. Ancak bu hamam günümüzde Ermeni kilisesinin malıdır. Kanuni devrinden sonra da Osmanlı Devleti tarafından Kudüs’de birçok eser inşa edildi. Bunların sayısının sadece sur içinde 60’ı geçtiği bilinmektedir. Sultan 4. Murad, Kudüs’ün güvenliği için El-Halil yolu üzerinde bir kale inşa ettirdi. Sultan Abdülmecid ve Sultan Abdülaziz, Kudüs’de çok ciddî restorasyon çalışmaları yaptırdılar. Kudüs’de barışın hâkim olduğu dört asır Kudüs, yüzyıllarca Osmanlı idaresi altında barış içinde yaşamıştır. 1798 senesinde Napolyon’un Mısır’ı işgal girişiminin ardından, Fransız kuvvetleri işgali sağlamlaştırmak adına Osmanlı kuvvetlerinin bulunduğu Akka’yı kuşatmaya alırlar. Ancak Cezzâr Ahmed Paşa komutasındaki Osmanlı ordusu, Fransızlara galip gelir ve Fransa çekilmek zorunda kalır. Bu püskürtülen işgal girişiminin haricinde 1. Dünya Savaşına kadar dört yüz yıl boyunca, Kudüs barış ve huzur beldesi olmuştur. Kudüs’ün demografik yapısı korunmuş ve nüfus yapısını bozacak Yahudi göçlerine izin verilmemiştir. Kudüs’ün nüfus yapısı ve Yahudi göçü Memlûklüler ve Osmanlılar devirlerinde Kudüs’ün nüfusunun 10 bin civarında, biraz altında veya biraz üstünde sabitlendiğini görüyoruz. Ancak bu durum 1850 senesinden itibaren Kudüs’e Yahudi göçüyle birlikte değişmeye başlamıştır. 1870’de Kudüs’ün nüfusu 20 bine ulaşmıştır. 1900’e gelindiğinde ise 40 bini geçmiştir. Önceleri Müslüman nüfus çoğunlukta iken, 1900 senesinde nüfusun yarıya yakınını Yahudiler oluşturmaktaydı. Yahudi nüfusunun artışı, dayatma bir göç durumunun neticesiydi. Kudüs ve El-Bâb’daki altın madenleri Bu resmî olmayan ancak fiilî olarak dayatılan göç durumu, hayra alamet değildi. 1850’li yıllardan itibaren fiiliyata geçirilmiş bir politikanın tezahürüydü. Sultan 2. Abdülhamid’in ileri görüşlülüğü burada da devreye girmiştir. Yahudilerin, Kudüs merkezli ve Fırat ile Nil Nehirleri arasında kurmayı düşündükleri Yahudi Devletini engellemek için her türlü tedbiri almıştır. Bunların arasında, bu coğrafyadaki altın madenlerini kendi şahsî mülkü yapmak suretiyle yabancı istilasından korumak da vardı. 15 Aralık 1907 tarihli Meclis-i Vükelâ evrakında bu konu ile ilgili şu ifadelere yer verilmekteydi: “Suriye ve Beyrut vilâyetleriyle Kudüs-i Şerîf sancağı dâhilinde humr (altın) ma’deninin taharrî ve işletilmesi imtiyazı mukaddemâ bâ-irâde-i seniyye-i cenâb-ı Pâdişâhî hazîne-i hâssa-i şâhâneye i’tâ edilmiş olduğu hâlde bilâhere Lazkiye sancağında Bâb nâhiyesinde zuhûr eden bir humr ma’denini işletmek üzere bazı teşebbüsâtda bulunulduğu ve İzmir’de petrol gazı ile ispirtonun muhâfazası için mağazalar inşâsı imtiyâzı ber-mantûk-ı emr u fermân-ı hümâyûn-ı mülûkâne hazîne-i müşârun-ileyhâya ihsân buyurularak fermân-ı âlî dahî istihsal edilmiş bulunduğu” Söz konusu vesikada da belirtildiği üzere, Suriye ve Beyrut Vilâyetlerindeki altın madenleri Hazîne-i Hâssa’ya devredilerek, mülkiyeti Sultan 2. Abdülhamid’in olmuştur. Suriye vilâyetine bağlı olan Kudüs’deki altın madeni de buna dâhildir. Yine Suriye Vilâyetine bağlı Bâb nahiyesinde keşfedilen altın madeninin de Hazîne-i Hâssa’ya ait olacağı belirtilmiştir ki; biz bu nahiyeyi günümüzde El-Bâb ilçesi olarak biliyoruz. Fırat Kalkanı harekâtıyla gündeme gelen El-Bâb, bu Meclis-i Vükelâ evrakından da anlaşılabileceği üzere Osmanlı Devleti açısından önemliydi. El-Bâb’daki altın madeni de tıpkı Kudüs’deki altın madeni gibi Hazîne-i Hâssa’ya devredilmişti. Sultan 2. Abdülhamid, başta Kudüs olmak üzere kritik yerleri, altın ve petrol madenlerini Hazine-i Hassa’ya devretmeye, bu yerlerle ilgili en kötü senaryoyu dikkate alarak karar vermişti. Bu şehirler ve beldeler Osmanlı Devletinin elinde kaldığı müddetçe, bugünkü manada birer devlet şirketi gibi işletilecek ve gelirleri tamamen devlete ait olacaktı. Elimizden çıkarsa da mülkiyeti Osmanlı Padişahına ait olacağı için, kârı yine Osmanlı Devletine ait olacaktı. Ancak Sultan 2. Abdülhamid’in uzun vadeli bu akılcı planları tahttan indirilmesinin üzerinden daha birkaç ay geçmeden, yeni gelen yönetim tarafından tamamen iptal edilecekti. Hareket Ordusu ve güdümündeki yeni hükümetin ilk işlerinden birisi bu madenleri yabancı şirketlere ihale usulüyle vermek olacaktı. Sultan 2. Abdülhamid’e ait olan Kudüs’teki ve El-Bâb’daki altın madenleri bugün ne durumdadır acaba?

Birinci Nokta: Neden gaflet, nifak, dalalet ve dünya erbabı rekabetsiz ittifak ederken diyanet, ilim, hak ve tarikat erbabı ihtilaf ediyorlar? Cevap: Pek çok sebebinden yedi tanesi şunlardır: Birincisi: Ehl-i hakkın ihtilafı hakikatsiz olduklarından değildir. Gaflet erbabının ittifakı da hakikat sahibi insanlar olmaktan değildir. Fakat gaflet erbabının; Vazifeleri belirli Görev dağılımı yapılmış Göreve uygun ücret Toplumdaki itibar Şan ve şeref belirlendiği için rekabet ve münakaşayı gerektirecek sebepler bulunmadığından meslekleri ne kadar kötü de olsa ittifak edebilirler. Din, ilim ve tarikat erbabının ise Herkesle ilgili vazife Dünyadaki ücretleri belirsiz Toplumdaki itibar, makam, teveccüh belirlenmediğinden ve maddi-manevi her bir ücrete çokları talip olduğundan aralarında ihtilaf çıkmaktadır. Bu hastalığın çaresi, merhemi ve ilacı hakka olan aşkın, kendine olan sevgiden önce tutulmasıdır. Hakkın hatırını her hatırdan üstün görmektir. Yapılan hizmete yalnız Allah’tan karşılık beklemektir. Kendi vazifesinin yalnız tebliğ hidayetin ise Allah’tan olduğunu bilmektir. Bu sayede ihlas kazanılır. Aksi halde kaçırılır. İkincisi: Dalalet erbabının ittifak etmesinin bir sebebi zillettir. Hak ehlinin ihtilafı ise izzetten kaynaklanmaktadır. Gaflet ve dalalet erbabı hak ve hakikate dayanmadıklarından zayıf ve zelildirler. Bundan dolayı kuvvete ihtiyaç duyarlar. Başkasının uzattığı yardım elini de samimi tutarlar. Din, ilim ve tarikat erbabı ise hak ve hakikate dayandıkları için yalnız Allah’ın yardımına itimad eder. Bundan dolayı izzetleri bulunmaktadır. Zayıflık hissettiğinde insanlara değil rabbine sığınır. Meşrep farklılığının etkisi ile de başkasına olan ihtiyacını hissetmez. İttifak etmeye lüzum görmez. Bazen de kendini haklı diğer meşrepleri haksız görür. İhtilaf eder. Bu hastalığın çaresi dokuz emirdir: Kendi mesleğinin muhabbetiyle hareket etmeli İslam dairesinde bulunan meşreplerle ortak noktaları düşünmek “Yalnız benim mesleğim haktır” yerine “benim mesleğim haktır” demek İlahi yardımın gelmesi ve izzetin bir sebebinin ittifak olduğunu bilmek Şahs-ı manevi ile hücum eden gaflet erbabına karşı ferdlerin mağlup olacağını bilmek Hakkı yüceltmek için nefsini Enaniyetini İzzetini terk etmek Rekabetin ihlası kaçırdığını bilmek Üçüncüsü: Ehl-i hakkın ihtilafı gayretsizlikten ve aşağılıktan değildir. Dalalet erbabının ittifakı ise yüksek gayretlerinden dolayı değildir. Hak ehli olanlar ihtilaf ederler. Çünkü Yüksek gayretlerini suiistimal Sevap hırsı yani daha fazla kişiye ulaşmak Manevi hizmetlerine olan kanaatsizlikten dolayı ittifak etmez. Bu hastalığın tedavisi ise Allah’ın rızasının ihlas ile kazanılacağını bilmektir. İhlas gereği ise Müslümanların kimden ve nereden olursa olsun istifadelerine taraftar olmaktır. “yalnız beni dinlesinler” sözü nefsin ve şeytanın hilesidir. Dördüncüsü: Dindarların ihtilafı geleceği düşünmemekten veya dar görüşlü olduklarından değildir. Dalalet erbabının ittifakları ise ileri görüşlülükten veya geleceği düşündüklerinden değildir. Hakikat ehli akıl ve kalbin sesini dinlemekle beraber ihlas ve istikametlerini koruyamadıkları için ayrılığa düşmektedir. Çünkü ehli hak ahirete ait kemalata akıl ve kalbin prensipleri ile yöneldikleri halde enaniyetlerinden sıyrılamadıkları, ifrat ve tefrite kaçmalarından dolayı ittifak nimetini kaçırmaktadırlar. Dalalet erbabı ise nefsin etkisiyle hissiyatı dinler. Hissiyat ise; Akıbeti görmez Hazır lezzeti tercih ettiğinden dolayı ittifak eder. Bu hastalığın tedavisi şudur: hak yolunda gidenlere arkadaş olmak, hak ehli olan insanların kendinden daha iyi olma ihtimalini düşünmek, ihlası kazanmak, önderliğin sorumluluklarını düşünmektir. Devam Edecek

Tarihin akışı içerisinde kimi “an”larda, kimi zaman dilimlerinde gerçekleşen hadiseler tarihin akışını değiştirmektedir. Bu anlarda, bu zaman dilimlerinde hayatta olanlar da tarihe şahitlik etmektedirler. Bir rutini olmayan bu anların söz konusu ediliyor, gündem oluşturuyor olmaları ve tarihe farklı bir notla kaydedilmeleri onların külli neticeleriyle ilişkilidir. Hadiselerin bizatihi kendi çapını, zamanını, çağını, muhataplarını, coğrafyalarını aşan, sonraki yıllara ve küresel ölçeğe ulaşan mahiyetlerinin varlığı külli neticeyi mevzubahis etmektedir. Tarihin akışı içerisinde yaşanan bu hadiselerden bir kısmı çok değişkenin bir araya gelmesi, kaderin hükmünü icra etmesine bağlı olarak insanların cüzi iradelerinin çok müdahil olamadığı bir düzlemde gelişmektedir. Kimi zaman hadiseler; şahısları, devletleri, tüm tarafları ve aktörleri içine alıp sürüklemekte hatta bir kısmını yutmaktadır. İmparatorluklar çağı yıkılıp ulus devletleri ortaya çıkaran bir süreçte ne bir kısım bireylerin ne de imparatorlukların bu rüzgâra karşı durabilme imkânı olmuştur. Keza Birinci Dünya Savaşına var olarak giren bir imparatorluk, savaştan aynı varlık ile çıkamamıştır. Nitekim bununla birlikte savaşın sonunda yeni bir dünya kurulmuş ve Türkiye yine yeniden tarihin akışı içerisinde yerini ve konumunu almıştır. Kimi gelişmeler ise yine kaderin hükmü çerçevesinde olmakla birlikte şahısların tercihleri, mücadeleleri ve iradeleri doğrultusunda tezahür etmiştir. İmparatorluğunu kaybeden bir milletin yeni bir devletle, bağımsız olarak yolculuğuna devam etme arzusu, kurtuluş savaşı sürecini başlatmıştır. İnsanlar hayatlarını ve mallarını ortaya koyarak topraklarını ve devletlerini kazanma arzu ve iradesini göstermiş; buna bağlı olarak Allah’ın izni ile muvaffak olmuşlardır. Gerek Birinci Dünya Savaşı ve gerekse İkinci Dünya Savaşından sonra oluşan küresel yapı, bunun yanı sıra imparatorluk mütebakisi olsa da ağır savaşlar geçirmiş bir milletin yaşadığı sarsıntılar, Türkiye’nin uzun yıllar boyunca iç ve dış politikalarını, küresel adımlarını, buna bağlı olarak da küresel yapının kendisine olan muhataplığını doğrudan etkilemiştir. Eylül 2016 sayısında “Millet Kazandı: Yeni Bir Çağ Başlıyor” başlıklı yazımızda da değindiğimiz üzere, küresel yapı ile Türkiye’deki darbeler, muhtıralar arasında doğrudan bir ilişki söz konusu olmuştur. Bu ilişki; Türkiye’nin bugün gönül coğrafyası olarak nitelendirdiği coğrafyalarla geçmişte inşa ettiği kodlar üzerinden bir ilişki kurmasını, bölgesel ve küresel bir güç olmasına mani olmuştur. Darbeler sonucunda yapılan Anayasalar ile devletin iç politikası, yapılanması kadar dış politikası ve küresel konumu da dizayn edilmiş, güncellenmiştir. 1961 ve 1982 Anayasalarının yapım sürecinde milletin inisiyatifinin yansıtılamamış olması bir tarafa, bu Anayasalar ekonomik ve siyasi krizler üretmiştir. Yakın tarihimizin neredeyse hemen hemen büyük bir kısmını bu krizler oluşturmaktadır. Örneğin 1973 yılından sonra 6 yıl içerisinde 7 hükümet kurulmuştur. Bu iç istikrarsızlıklar ülkenin dış politikasında elini zayıflatmış, içerideki problemlerine odaklanmaktan mahalli ve küresel inşa imkân ve irfanı yakalayamamıştır. Burada, Türkiye’nin ve bu milletin mahalli ve küresel bir inşa imkân, ihtimal ve irfanı var mıdır ki bunun temin edilememiş olmasını önemli bir problem olarak değerlendirelim sorgulaması söz konusu olacaktır. Ya da bunun temin edilememiş olması bu kadar önemli midir? Bu milletin tarih boyunca cihan hâkimiyeti mefkûresi olarak nitelendirilen zihni ve fikri bir arka plana sahip olduğu, bu mefkûrenin ihtiva ettiği potansiyeli hayata geçirebilecek, gerçeğe aktarabilecek, jeopolitik bir coğrafya ve insan kaynağına sahip olduğunu, bu 3 unsurun bir araya gelmesi ile bunun hakiki olarak nasıl sonuçlarla tezahür ettiğini Selçuklu ve Osmanlı dönemleri tarihi bize göstermektedir. Bugün gönül coğrafyamız olarak nitelendirdiğimiz coğrafyalarla ilişki, iletişim ve işbirliğimizin yeterli düzeyde olmaması, ülkemizin potansiyelinin eksik kullanılmasına sebep olmuştur. Bu hal ülkemizin siyasi ve iktisadi konumuna doğrudan etkide bulunmuş ve bulunmaktadır. İşin diğer bir boyutu ise, gönül coğrafyamız olarak nitelendirdiğimiz coğrafyalarda yer alan diğer ülkelerin, halkların önemli bir kısmının mesela Bosna’da geçmişte yaşanan veya Filistin’de yaşana gelen veya Suriye’de bugün yaşanan problemler, Türkiye’nin potansiyelinin küresel sisteme yansıtılma ölçüsü veya yansıtılamama hususu ile doğrudan ilişkilidir. Tarihin akışı içerisinde geçmişte Selçuklu ve Osmanlı’ya tarihin yüklediği bu himaye vazifesi, Selçukludan sonra Osmanlının restore ettiği bu mefkûre, imparatorluklar çağının kapanmış olmasına bağlı olarak bugün yenilenmeye muhtaç hale gelmiştir. Artık yeni bir dünya inşa etmek, coğrafyalara hükmetmek ile değil, içte birliği sağlamak, dışta ise bölgesel ve küresel bir aktör olmak ile mümkündür. Türkiye son on yıldır bu arzu ve iddiasını söylemlerine yansıtmakta, açık ve net olarak dile getirmekteydi. Misalen Cumhurbaşkanı Recep Tayyip ERDOĞAN tarafından 24.12.2016’da dile getirilen “Türkiye Küresel Bir Güçtür” ifadesinin hakiki bir potansiyelinin, bir karşılığının olduğu, cümlenin muhatabı olan diğer küresel güçler nezdinde bir değerlendirilmeye tutulduğu, 16 Nisan sürecinde bu küresel güçlerin tepkilerinden tutumlarından anlaşılmıştır. Bu cümleyi Türkiye’nin dışında İslam dünyasından başka bir ülkenin söylemiş olması durumunda aynı etkiyi oluşturur mu? Veya aynı şekilde karşılık bulur mu? Veya bu potansiyele sahipler mi? üzerinden herkesin yapabileceği basit bir kıyaslama bize rahatlıkla kılavuzluk edecektir. Türkiye’nin geçmişte sahip olduğu, bugün potansiyel olarak bulundurduğu küresel yapıya dokunacak imkân ve irfanının, değişmiş olan çağın şartlarına uygun düzenlemelerle yeniden tedavüle sokulması, yeniden ihya ve inşa edilmesi, yeniden dirilmesi ve yükselmesi için, milletin şahsi ve toplumsal hafızasında var olanın tezahür etmesi için, içte istikrarın sağlanması bunun da milletin iradesine ve önceliğine tabi tutulması ile mümkündü. 16 Nisan’da yapılan referandum ile millet, 1961 ve 1982’ den farklı olarak bir vesayetin eliyle kendisine dayatılmamış bir Anayasa değişikliğine “Evet” demiştir. Bu Anayasa değişikliği istikrarı sağlayacak mekanizmaları ihtiva etmektedir. Bu değişikliğe küresel sistemde tesir düzeyleri olan bir takım Avrupa ülkeleri tarafından açıkça tavır konulması ve taraf olunması, iç politika ve dış politika arasındaki güçlü ilişkiyi bir kere daha göstermiştir. Dönemlerin, dünyanın, ülkenin şartları gereği, geçirilen sarsıntıyı atlatma, maddeten ve manen tamir olma, mefkûresini bakıma alma, bir nefes alma, bir kendine gelme, bir derlenip toparlanma dönemi artık tamamlanmıştır. Türkiye zihni, fikri, ananevi, dini kodlarla mezcettiği bir mefkûreyi pratiğe dönüştürme, içeride istikrarı sağlama ve dışarıda bölgesel ve küresel bir aktör olma kararını vermiştir. 15 Temmuz’da milletin zaferinden sonra “Millet kazandı: Yeni bir çağ başlıyor” demiştik. Sadece Türkiye coğrafyası için değil, gönül coğrafyası olarak nitelendirdiğimiz tüm coğrafyalar için; artık yeni bir çağ başlıyor değil, Yeni Bir çağ BAŞLADI.

Vehhâbi hareketinin en önemli ilkesi “Tevhid” olmasına rağmen neticede İslam birliğini parçalamaktan başka bir şeye hizmet etmemiştir. Siyasi olarak Haricilerin ve fikri olarak İbn Teymiye’nin öncülüğünde İslam bünyesine giren, büyüklere karşı gelme mikrobu, uygun ortamı bulunca yayılmış, dini bahane eden ve kafasına buyruk hareket eden anarşi hastalığının müsebbibi olmuş ve maalesef son zamanlarda İslam’ın terörle bağdaştırılmasına sebebiyet vermiştir. GİRİŞ İslam tarihinde - ilk siyasi hareket olan - haricilikten sonra en etkili ikinci din kaynaklı siyasi hareket şüphesiz Vehhâbilik olmuştur. Kendilerini muvahhidun veya ehli tevhid olarak isimlendirmeleri, hem imanda hem de amelde gerçek tevhidin sadece kendileri tarafından temsil edildiğine inanmalarından dolayıdır. Ayrıca Vehhâbilik isminin günümüzde bütün şekilleriyle Selefi akımlara atfen kullanılmaktadır. Herhangi bir mezhep veya düşünce sisteminin doğru olarak anlaşılması ve tanımlanabilmesi, mensuplarının sosyal ve kültürel seviyelerinin tespitine bağlıdır. Hiçbir dini-siyasi hareket, tek bir sebebin sonucunda oluşmamış ve birdenbire ortaya çıkmamıştır. Bu nevi sosyal vakalar, bir dizi hadisenin akabinde ve pek çok sebebin etkisiyle uzun bir süreçte oluşumunu tamamlarlar. Bu hareket ve etkileri son dönemde çeşitli problemlere sebebiyet verdiği gibi aydınlanma ile birlikte oryantalistlerin de kışkırtmasıyla Osmanlı’nın ve İttihadı İslam’ın dağılmasında önemli bir rol üstlenmiştir. Bu çalışmanın amacı, hareketin tarihi ve sosyolojik arka planını nazara alarak hareketi anlamaya çalışmak, son dönem Osmanlı ulemasının meseleye yaklaşımını ve tenkitlerini zikretmekle birlikte İslam âlemine verdiği zararları tespit edebilmektir. GÜNÜMÜZDE VEHHÂBİLİK Günümüzde Selefilik - Vehhâbilik iki alt başlık altında incelenmektedir: Suudi Selefilik ve Cihadî Selefilik. Suudi Selefilik (Vehhâbilik), 1744 yılında İbn Abdülvehhab ile İbn Suud’un ittifakından günümüze kadar devam eden koldur. Cihadî Selefilik ise ihvan teşkilatının kaldırılmasıyla 1930’lu yıllardan sonra Vehhâbilik militer yapısını kaybedince 20. yüzyılın son çeyreğinde cihadı savunan Vehhâbi âlimler tarafından ortaya çıkarılmıştır. Son dönemlerde Suudi Arabistan yönetimi ve Vehhâbilik arasında önemli gerginlikler yaşanmaktadır. “Cihadî Selefilik”, Suudi hükümetini eleştirerek cihadı ön plana çıkarırken, “Suudi Selefilik” hükümete bağlılığını sürdürmektedir. Türkiye’de kendilerini İslam Davetçisi ya da Selefi olarak tanıtan Selefi-Vehhâbi davetçiler genellikle gerçek isimlerinin dışında müstear isim kullanmaktadırlar. Bu davetçiler Türkiye vatandaşı olmalarına rağmen kullandıkları bu müstear isimler genellikle Ebu Enes, Ebu Zerka, Ebu Muaz gibi Arapça tabirler içermektedir. Vehhâbilerin, mezhepleri ve tasavvufu bid’at olarak görmeleri, Türkiye’de de mezheplerin, tasavvufî cemaat ve tarikatların çok olması ve insanların birçoğunun buralara mensup ya da yakın olması, Vehhâbiliğin ülkemizde taraftar edinmesini güçleştirmiştir. Son zamanlarda teknolojik gelişmeler insanları sanal ortama sürüklemiş ve insanlar arasında sanal bir sosyalleşme meydana gelmiştir. Sanal âlemdeki sosyalleşme, insanlar arasında “dini bireysel olarak yaşama” eğilimini ön plana çıkarmış ve dini altyapısı eksik olan birçok kişi dinî bilgilerini cemaat ve tarikatlar vasıtasıyla değil internetten öğrenerek elde etmeye başlamışlardır. Bu durumu iyi kullanan Vehhâbiler, davetçilerin ve kurmuş oldukları yayınevi, dernek, Kur’an kursu ve medreselerin internet siteleri aracılığıyla taraftar edinmede belirli bir ivme kazanmışlardır. Ayrıca Türkiye’de yoğun bir tercüme faaliyeti içinde bulunan Vehhâbiler, klasik Selefi-Vehhâbi eserlerinin yanı sıra günümüz Selefi-Vehhâbi âlim ve davetçilerin eserlerini de tercüme etmektedirler. İbn Abdülvehhab’ın isminin Türkiye’de kötü bir etkiye sahip olması, Türkiye’deki Vehhâbileri onun eserlerini tercüme ederken birtakım uygulamalara sevk etmiştir. Muhammed b. Abdülvehhab’ın eserlerinin bir kısmında, tercüme edilirken yazar adında “Muhammed b. Abdülvehhab” yerine, “Muhammed et-Temîmî” ismi tercih edilmiştir. Son zamanlarda mezhep mensupları Selef-i Salihin olarak tesmiye edilen ilk üç neslin (sahabe, tabiun, tebe-i tabiun) dini tasavvurlarına ve yaşam biçimlerine dönme iddiaları sebebiyle “selefiye” adını tercih etmeye başlamışlardır. Bunun sebebi geçmişte yaptıkları yağmacılık, Müslüman kanı dökme, İslami birikim ve kültürü yok etmeye çalışma gibi akıllara ziyan zulümlerle ümmetin vicdanını derinden yaralamaları neticesi olarak “Vehhâbi” kelimesinin menfi hisleri çağrıştırmış olmasıdır. Ehl-i Sünnet istikbalde bu fitneden kurtulacak mı? Bu hususta Bediüzzaman Hazretleri; “Hem Vehhâbilik az bir fırkadır. Koca Âlem-i İslâm’ın havz-ı kebîri içinde ya erir, ya itidâle gelir. Çünki menba’ı hâriçte değil ki, Alem-i İslâm’ı bulandırsın. Menba’ı hâriçte olsaydı, çok düşündürecekti.” diyerek istikbale dair ümidli olduğunu beyan eder. İtidale gelmediği takdirde, âdetullah kanunlarını nazara vererek "اَلظَّالِـمُ سَيْفُ اللهِ يَنْتَقِمُ بِهِ،ثُـمَّ يَنْتَقِمُ مِنْهُ"1 kaidesi muktezasınca eninde sonunda Vehhâbilerin mutlaka cezalarını bulacaklarını söyler. Barla Lahikasında, Yemen İmamı olan Zeydîler seyyidi hakkındaki suale verdiği cevapta bu cezanın nereden geleceğini söylemiş gibidir: “Meşhur “İmam-ı Zeyd” sâdât-ı azîmeden ve eimme-i Âl-i Beyt’tendir. Ve müfrit Şîaları reddeden ve "اِذْهَبُوا أَنْتُمْ رَوَافِضُ" deyip Hazret-i Ebu Bekir ve Hazret-i Ömer’den teberriyi kabul etmeyen ve o iki halife-i zîşanı hürmet edip kabul eden bir zâttır. Onun etba’ları, Şîaların en mu’tedili ve en sünnîsidir. Bunlar hem ehl-i insaf ve hem çabuk hakkı kabul eder bir taifedir. İnşâallah Vehhâbilerin tahribatını tamire sebeb oldukları gibi, Ehl-i Sünnet ve Cemaat’ten Zeydîlerin inhirafları dahi istikamet kesbedip, Ehl-i Sünnet’e iltihak edip imtizac edecekler. Bu âhirzaman çok çalkalanıyor, bu fitne-i âhirzaman acib şeyler doğuracağını ihsas ediyor.” HAREKETE YÖNELTİLEN TENKİDLER Bid’at Hareketi Olduğu İslam âlimleri bid’ati esas itibariyle “Hz. Peygamber’den sonra ortaya çıkan ve dinle ilgili olup ilave veya eksiltme özelliği taşıyan her şey” diye tarif etmişlerdir. İslam tarihi boyunca hem inanç, ibadet ve hukukla ilgili temel hükümlerinde, hem de ana ahlak kurallarında büyük bir çoğunlukla İslam dininin ana sınırlarının dışına çıkılmamış ve İslam’ın “ana rengi”nin değiştirilmemiş olduğunu söylemek mümkündür. İslam’a bağlılık iddiasında oldukları halde fikri sapıklıkları sebebiyle dinin sınırları dışında kaldıkları kabul edilen grupların tarih boyunca sadece yüzde bir civarında kalması da bu hususu desteklemektedir. Böyle aykırı davrananlar İslam cemaatinden ayrılmışlardır. Ahmed Cevdet Paşa, “İşbu M. b. Abdülvehhab şeyh-i Necdi dedikleri melundur ki ibda’ ettiği mu’tekadatı batılaya ibtida edenlere…” diyerek hareketin bid’at olduğunu söylemiştir. Ayrıca “Ulemayı Hanabileden M. b. Abdülvehhab nam kimse hududu şer’i tecavüz ile dalal ve bid’at yoluna saparak başına biriktirmekte olduğu bir takım eşkıya ile Harameyn-i Muhteremeyn üzerine hücum edeceğini” ifade etmiştir. Bediüzzaman da; “Haremeyn-i Şerîfeyn’e Vehhâbîlerin tasallutuna dairdir” başlığından sonra “Hem öyle bir fitneden sakının ki, (geldiği zaman) içinizden sâdece zulmedenlere dokunmaz (umûmî olur)! (Enfal 25)” ayeti ile Vehhâbilik risalesine başlaması bu fitneye işarettir. Camilere kubbe ve minare yapılmasını ve içlerinin süslenmesini de bid’at saymışlardır. Farz namazları ferdi olarak eda etmek bidattir. Dolayısıyla cemaatle namaz zorunludur. Hz. Peygamberin doğumunu ve diğer kandil gecelerini kutlamak, Kur’an’ı makam ve nağme ile okumak, Kur’an ve hadislerde bulunmayan dua ve zikirleri tekrarlamak, mevlid okutmak, selaten tüncina gibi çeşitli tesbihatları yapmak, delail-i hayrat gibi kitapları okumak, tesbih kullanmak yine bid’at kapsamında değerlendirilerek menedilmiştir. Tütün ve kahve haram sayılır. Ve kullananlar had cezasıyla cezalandırılır. İbn Abdülvehhab’ın yasakladığı uygulamalardan biri de ezanlardan sonra minarelerden ve Cuma günü minberlerden cehren Hz. Peygambere Salatü Selam getirilmesidir. İbn Abdülvehhab’ın bu yasağa uymayanları çok şiddetli olarak cezalandırdığı ve hatta ezandan sonra Hz. Peygambere salat okuyan salih, güzel sesli, kör bir müezzini katlettiği kaydedilmektedir. Onlara göre tasavvuf ve tarikatler sonradan ortaya çıkmaları sebebiyle zaten bidat müesseselerdir. Yine İbn Teymiye ve Vehhâbilere göre kelâm ve felsefe metotlarıyla dinî konuların ele alınması da bid’at özelliği taşıyan bir yöntemdir. Ona göre kelamcıların tevhidi, tevhid-i ilmidir ki insan bu kadarla mümin olamaz, bu sebeple, İmam Eş’ari, İmam Maturidi ve hatta İmam Tahavi gibi Müslümanların %90’ının kabul edip arkasından gittiği itikad imamlarının tevhid anlayışını yetersiz bularak, “hakiki tevhid bu değildir” diyerek doğrudan onları itham ve dolaylı olarak Müslümanların imanlarının eksik olduğunu iddia etmiştir. Hâlbuki Kelam ilmi, Asr-ı saadet’ten sonra iç ve dış amillerle İslam dünyasında ortaya çıkan itikadi meseleleri nasların ışığında çözmek amacıyla teşekkül eden ve Müslümanların itikadını bozulmalardan kurtarmaya hizmet eden bir ilimdir. Bundan dolayı mezkur şahısların kelamcıları bid’at ehli arasında göstermeleri oldukça yanlış bir tutumdur. Ehl-i sünnet kelamcıları ise bu hususta Ebu Hanife’ye nisbet edilen “ehl-i kıblenin tekfir edilemeyeceği” şeklindeki hoşgörülü tavrı benimsemişlerdir. Sünni kelam akımları Müslümanların en az % 90’ı tarafından kabul görmüştür. Şu halde kelamcıların büyük ekseriyeti ehl-i kıbleden olan Müslümanların, küfre nisbet edilmemesi kanaatini taşımaktadır. Azınlığa mensup bulunmanın psikolojik bir sonucu olarak hemen her bid’at fırkası kendi dışında kalanları maalesef küfürle itham etmiştir. Ehl-i bid’atın tekfir edilmesi konusunda ise cumhur zarurat-ı diniyeden herhangi birini inkâr edenlerin, tekfir edilmesi gerektiği hususunda birleşmiştir. Zarurat-ı diniyeyi kabul etmekle birlikte, bunların herhangi birini ortadan kaldırma sonucunu doğurmayan yorumları benimseyenleri ise tekfir etmemişler, onları sadece İslam’ın dosdoğru yolundan sapmış gruplar (fırak-ı dalle) olarak görmüşlerdir. Sünnet ehli olan kelamcılar “ehl-i bid’at” tabiriyle, Resûlullah ile ashab cemaatinin akaid alanında takip ettiği yolun (Ehl-i Sünnet) dışında kalan Mu’tezile, Şia, Hariciler, Kaderiye, Cebriyye gibi mezhep sahiplerini kastederler. Netice itibariyle Vehhâbiler -bid’at olan bu anlayışlarından naşi- işlerine gelmeyen hemen her şeyi bid’at yaftasıyla reddetmişlerdir. Kılıcı çok istimal edenin kılıçtan zarar görmesi gibi bunlar da bid’at ithamını çok kullanarak yaygınlaştırmış ve ironik bir şekilde kendileri de ehli bid’at olmuşlardır. Buradaki ironi bid’ati ortadan kaldırmak maksadıyla harekete geçip işin dozunu tutturamayarak ifrat derecesine ulaşıp bizzat kendilerinin ehli bid’ at olmalarında yatmaktadır. Beşinci Mezheb Meselesi Vehhâbilik üzerine yapılan her çalışmada “Vehhâbi” nitelemesinin hareketin mensupları tarafından kabul görmediği ifade edilir. Ayrıca Vehhâbiler 5. Mezhep olmadıklarını ve Hanbeli mezhebine bağlılıklarını özellikle vurgulama ihtiyacını hissetmektedirler. İzmirli İsmail Hakkı Yeni İlmi Kelam’ında; İbn Abdülvehhab’ın, “İbni Teymiye ile İbn Kayyım el-Cevziyenin eserlerine ittiba’ eylemiş ise de ğulûv ve ifrat ederek kendisine mensub olan mezhebi ihdas eylediğini” ve fıkhi olarak ta “Hanbeliye mezhebinin de ğulûvvü” olduğunu ifade etmektedir. Taklidi reddeden İbn Abdülvehhab, şeriatın Kur’an ve Sünnet kaynaklı İlahî yapısına vurgu yaparak onu kul yapısı gördüğü fıkıhtan ayırır. Fıkıh mezheplerine bağlı olan ictihadı ve bunun taklidini onaylamaz. Bu durumda akla şu soru gelmektedir: Ehli Sünnetin kabul ettiği dört mezhebi reddeden Vehhâbilik 5. yeni bir mezheb midir? Yoksa mezhebsizlik midir? Bu meselede iki zıd durum vardır. Birincisi; İbn Teymiye’ye uyarak selef söylemiyle (ki bu söylem kendilerinin ortaya attığı aslı olmayan bir iddiadan ibarettir) dinin aslına yani ilk döneme dönüp, bütün mezheplere karşı bayrak açmalarıdır. İkincisi; Yeni bir bidat mezhep olduklarını gizlemek amacıyla kendilerinin Hanbeli mezhebine tabi olduklarını söylemeleridir. Bu konuda tamamen duruma göre pozisyon alarak ikiyüzlü bir tavır takınmışlardır. Bediüzzaman da; “Hem Vehhâbiler kendilerini Ahmed İbn Hanbel mezhebinde saydıkları için, onun bir derece zâhirî ve mutaassıbâne mezhebinden din nâmına istifâde edip, bir kısım evliyânın türbelerini tahrîb ediyorlar. Ve kendilerini haklı zannediyorlar. Hâlbuki bir dirhem hakları varsa, bazen on dirhem ilâve ediyorlar.” bu samimi olmayan tavra işaret etmiştir. Oysa 1805’te Medine’yi ele geçiren Suud b. Abdülaziz’in Medinelilere gönderdiği mektuptaki teslim şartlarından “Hz. Peygamberin (sav) nübüvvetini kabul etmek, türbeleri yıkmak, eski inanışlardan ayrılarak Vehhâbi itikadına inanmak, Muhammed b. Abdülvehhab’ı müceddid-i din ve mezhep olarak tanımak” vardı. Muhammed Baha’ya göre ilk döneme dönüş iddialarının amacı mezheplere olan bağlılığın önüne geçmektir. Bu nedenle herhangi bir fıkıh usulleri olmayıp bütün mezheplerden kendilerine göre doğru buldukları şeyleri almak; gerisini ilga etmek istemeleridir. Günümüz ilahiyat akademi dünyasının bu çerçevede fikir beyan etmeleri düşündürücüdür. Zira bu durum yani herkese ictihad kapısını açmak sistemsiz, sınırsız ve sorumsuz davranışlara yol açmaktadır. Konuya bir nebze olsun açıklık kazandırabilmek amacıyla Vehhâbiliğin fıkhi durumunu ve İbn Abdülvehhab’ın bazı fetvalarını ele alacağız. Bu meselede Türkiye’de İlahiyat akademiyasında cesurca kaleme alınan “Vehhâbi Hareketinin Ortaya Çıkışı ve Fıkıh Düşüncesinin Oluşumu “ adlı doktora tezinin ilgili kısımlarını istifadeye medar olması niyetiyle burada zikredeceğiz: İbni Abdülvehhab’ın ilmi şahsiyeti, eserlerinin içeriği ve yazım yöntemi açısından hareketin niteliksiz bir kişi tarafından başlatılan niteliksiz bir oluşum olduğunu iddia edenler, özellikle İbn Teymiye, İbn Kayyım el-Cevziye ve Ebu’l-Ferec İbn Kudame’nin eserlerinden yaptığı ihtisarları delil olarak göstermektedirler. Vehhâbiliğin ilmi niteliğini eleştirenlerin temel dayanak noktalarından biri de hareketin müntesiplerinin sistemli bir literatüre sahip olmamalarıdır. Vehhabilerin sıklıkla Hanbelilik vurgusu yapmalarının başka bir boyutu bulunmaktadır ki o da 5. Mezhep eleştirilerini bertaraf etmek ve ehl-i sünnet tarafından kabul edilmiş bir zeminde hareket kolaylığı sağlamaktır. Eserlerine baktığımızda usûli ve ilmi tartışmalar yapmaktan ziyade ayet ve hadislerden direk olarak pratik cevap verdiği görülür ve ayrıca Fıkıh Usulü ile ilgili herhangi bir eseri de yoktur. Bu da Vehhâbilik zihniyetinin ne kadar sistemsiz ve asılsız olduğunu göstermesi açısından manidardır. Başka bir çelişki de İbn Abdülvehhab, Resûlullah’tan başkasının her emrine uymanın ve yasağından kaçınmanın zorunlu olmadığını söylediği halde müntesiplerine İmam’ın bütün emirlerine mutlak uymayı şart koşmuş olmasıdır. Fıkıh sahasına gelince naslarda bulunmadığı halde “kıyas” yoluyla emir ve yasaklamalar getirilmesine karşı çıkmıştır. Allah adına bunun yapılması caiz değildir. Zira Allah’ın hakkında sükût ettiği her şey affedilmiştir. Saygıdan dolayı el öpmek, şirk kastı olmasa bile hastanın iyileşmesi için kurban kesmek, kabirlerin yanında namaz kılmak, dua etmek, şirke götürme ihtimalinden dolayı yasaklanmıştır. Günümüz Suudi düşünürleri İbn Abdülvehhab’ın müctehid olarak görülmediğini, onun fakih, hareketin de fıkıh hareketi olmadığını, hareketin bir dini yenileşme hareketi olduğunu söylemektedirler. İbni Abdülvehhab’ın Fetvalarından Misaller İbni Abdülvehhab, Fetava ve Mesail’inde; “Tevhidin Allah’ın dini olduğunu insanlara anlattığımız şekliyle öğrendikten sonra taşlara, ağaçlara vb. şeylere itikadını ikrar eden kimse küfürle itham edilir ve onunla savaşılır… Tevhidi bilip doğruluğunu teslim etmekle birlikte tevhide düşmanlığı açık olan ve şirke tabi olanlara karşı savaşmayan, savaşta onları terk edemeyen tevhid ehline malıyla ve canıyla karşı savaşan kişi de kâfirdir” demektedir. İbni Abdülvehhab, yine Fetava ve Mesail’inde; “Cahil oldukları ve onları uyaran olmadığı için Abdülkadir’in (Geylani), Ahmed Bedevi’nin mezarı üstündeki puta (kabri kastederek) ibadet edenler”den bahsetmektedir. İbni Abdülvehhab, hiçbir dini disiplini ve kişiyi otorite olarak kabul etmemiş ve “Ben sizleri bir kelamcının, bir mutasavvıfın, bir fakihin veya İbn Kayyım, Zehebi, İbn Kesir gibi büyük imamların yoluna çağırmıyorum” demek suretiyle sadece kendini dinin mutlak otoritesi olarak görmüştür. Buradaki esas çelişki kendisinin de adı geçen zatlar gibi bir beşer olduğunu unutmasında ve manayı muhalifiyle kendisini Kur’an ve Sünneti doğru yorumlayan tek kişi olarak lanse etmesindedir. Fetvalarından hareketle psikolojik açıdan şöyle bir tespit yapmamız mümkündür: Bu durum Necid çöllerinde nisyana mahkûm olan ihtiraslı bir ruhun kendini gösterebilmek için her türlü isyana sarılması olarak özetlenebilir. Konuyla ilgili olarak İmam Gazali, yönetimde ve toplumda görülen bozuklukları ulemaya, ulemanın bozulmasını da servet ve makam tutkusuna bağlamaktadır. Köksüz Bir Hareket Olduğu İddiası Vehhâbiliğin diğer dini ihya, ıslah, tecdid hareketleriyle olan ilişkisini iyi bir şekilde anlayabilmek için öncelikle bu hareketin geçmişle olan irtibat cihetlerini göz önüne almak gerekir. Zira bu hareket itikadi, siyasi, ictimai ve iktisadi olarak geçmişteki tecrübelerle ve diğer ihya hareketleriyle belli başlı noktalarda benzerlik arz etmektedir. Aslında İbn Abdülvehhab’ın fikirleri İslam dünyasında yeni değildi. Zaten o da, 13. Asrın sonlarında yaşayan İbn Teymiye’nin fikirlerine dayandığını itiraf ediyordu. Fransız devrimiyle başlayan milliyetçilik tipinden farklı olan Vehhâbilik, kökleri gerilere giden ve eski Arap milliyetçiliğinin (unsuriyet, asabiyet, kavmiyet gibi) izlerini taşıyan bir teşebbüs olarak ta değerlendirilmiştir. Kurulan bu irtibatlara rağmen Vehhâbiliğin “esasen köksüz bir hareket” olduğunu iddia edenler de vardır. Hâlbuki bir ağaç bodur da olsa -eğer kökleri varsa- meyve verir. Ama köksüz bir ağaç asla meyve veremez. İşte bu misalde olduğu gibi Vehhâbi şeceresinin şeker görünümünde acı meyveler vermesi, köklerinin olduğunu ispat eder.2 Meseleyi daha detaylı olarak ele alan Bediüzzaman, telif ettiği Vehhâbilik risalesinde; Vehhâbî meselesinin kökünün derin olduğunu, an’anesinin zaman-ı sahâbeden başlayarak geldiğini farklı vecheleriyle gayet mukni’ bir şekilde izah etmektedir. Bunlar: Siyaseten; Hz. Ali hilafetinde Vehhâbilerin ecdadı olan Haricilerin Nehrevan’da kılıçtan geçirilmesinin -Şia gibi ama aksi istikamette- onları Ehl-i sünnetten ayırdığı, Psikolojik perspektifle; Hz. Ebubekir döneminde -yalancı peygamberlerin zuhuruyla- özellikle Necid bölgesinde irtidata yüz tutanların Halid bin Velid’in kılıcıyla imha edilmesinin onlarda intikam hislerini derinleştirdiği, İtikaden; İbn Teymiye ve İbn Kayyım’ı imam kabul etmeleriyle evliyaya saldırmaları, Fıkhi açıdan; kendilerini Hanbeli mezhebinde göstererek Naslara zahiri mana vermeleri, Sosyolojik saiklerle; dünya tarihinde toplumsal sınıf çatışmaları ikliminde zuhur ettikleri, Beşeri cihetle; menfi milliyetçilikten beslendiği, Kader-i ilahi zaviyesinden; kabir ziyaretlerindeki yanlış muamelelerin bu tepkiyi doğurması, Tevhid-i İlahi noktasında; insanların zahiri sebepleri hakiki telakki etmelerinin ve bu “enaniyet asrı”nda insanların aşırı takdis edilmesinin kadere fetva verdirerek Vehhâbileri İslam âlemine musallat ettiği şeklinde özetlenebilir. Tedkik edilen onlarca kitap, tez ve makalelerin neticesinde Vehhâbilik meselesini en iyi tahlil edenin şümullü olarak ve orijinal bakış açılarıyla Bediüzzaman Said Nursi olduğunu kabul etmeliyiz. Bu harekete zımnen destek veren bazı sathi nazarlar bu hareketin geçmiş tecrübelerden bağımsız bir şekilde ortaya çıkmış yeni ve köksüz bir hareket olduğu görüşünü ileri sürerek oryantalistlerin ekmeğine şuursuzca yağ sürmektedirler. Vehhâbi Hareketinin Protestanlıktan Etkilendiği İddiası Batılı mihraklar Vehhâbiliği -Roma kilisesinin otoritesini reddeden Protestanlık kavramı gibi- İslam âleminde de ihya hareketlerini barındıran ortak bir kavram haline dönüştürmek için çaba sarf etmektedirler. Bu meseleyi daha iyi tahlil edebilmek için öncelikle Protestanlık hakkında bir nebze bilgi vermemiz icab eder. Protestanlık, 16. yüzyılda Martin Luther öncülüğündeki reform hareketiyle başlayıp, Hıristiyanlığın dini ve ahlaki bir yorumunu ve buna bağlı olarak ortaya çıkan kiliseler ve cemaatler topluluğunu ifade eder. Protestan oluşumu için geçerli olan bazı dini ve ahlaki unsurları şu şekilde sıralamak mümkündür: 1. Otoriter düzene ve hiyerarşik kilise yapısına başkaldırı 2. Kutsal ruh ile gelenek, resmi öğreti ile Roma Katolik kilisesi otoritesi arasındaki bağın reddi; 3. Aktif müdahalede bulunan Tanrı fikri; 4. Putperestliği reddeden radikal monoteizm (tek Tanrı) fikri; 6. Kitab-ı Mukaddes’in imani hakikatin tek kaynağı olarak kabulü; 8. Bütün güç oluşumlarına yönelik eleştirel tavır (kilise dahil olmak üzere mevcut bütün oluşum ve müesseselerin sorgulanması); 9. Yerel cemaatlerin daha da bağımsız kılınmasını öngören eğilim; 10. Bireysel vicdanın ve bireysel özgürlüğün yüceltilmesi. Yukarıdaki maddeleri incelediğimizde Protestanlık ile Vehhâbilik arasında ciddi benzerlikler dikkat çekmektedir. Bunları; Düzene başkaldırı (İslam halifesine isyan), dini gelenekleri red (mezhepleri kabul etmeme), Tek Tanrı inancı ile putperestliğin reddi (tevhidi uluhiyet ile kabir ziyaretinin şirk kabul edilmesi), Kitab-ı Mukaddes’in tek kaynak olması (sadece Kur’anı ve nassın zahirini ön plana çıkarmaları), her tür otoriteye yönelik eleştirel tavır (İslam âlimlerini ve evliyayı tenkid etmeleri) şeklinde sıralayabiliriz. Fakat bunlarla birlikte; Yerel cemaatlere serbestlik tanınması ile ferdi hürriyete önem verilmesi gibi hususlarda Vehhâbiliğin tam tersi istikamette yaklaşımlarıyla farklılıklar görülmektedir. Şehbenderzade Filibeli Ahmed Hilmi (1865-1914), Tarih-i İslam isimli eserinde Protestanlık ve Vehhâbilik arasında bir bağ olduğu iddiasını “Vehhâbi mezhebiyle Protestanlık arasında hiçbir münasebet yoktur. Vakıa bazı hususlarda varsa da sathi ve sunidir” diyerek reddetmektedir. Ona göre böyle bir bağ söz konusu değildir ve hatta Avrupalılar her iki hareket arasında bir ilişki olmadıklarını bildikleri halde, siyasi gayelerle bunun tam tersini iddia etmektedirler. Ayrıca konuyla ilgili olarak Yeşilzâde Mehmed Sâlih Efendi (1872-1954) “Vehhâbi Mezhebi ve Protestanlığın Eşkâliyle Mukayesesi” isimli bir eser telif etmiştir. Bu iddia ve karşı görüşleriyle ilgili olarak mezkûr eser gibi yapılan çalışmaların, Osmanlı münevverlerinde bile ciddi bir kafa karışıklığına sebebiyet verdiği anlaşılmaktadır. Esasen mevzuyu çözülmesi zor bir problem haline getiren husus da şudur: İddiaya göre Protestanlık bir nevi illiyet bağı ile Vehhâbiliğe ve bir ölçüde İslami ihya hareketlerine tesir etmiştir. Karşı görüş, arada böyle bir sebep-sonuç ilişkisinin olmadığı yönündedir. Fakat iki hareket arasındaki ciddi benzerliklerin olması da meselenin tahlil edilmesini bir hayli müşkilleştirmiştir. İşte içinden çıkamadığımız bu müşkil meselenin halli için Bediüzzaman’a kulak verelim: “Şu Vehhâbî mes’elesinin âlem-i insaniyet i’tibâriyle dahi “Üç Esası” vardır. Birincisi: Ehl-i dünyânın ve maddî târihin nazarıyla, nev’-i beşerin hayat-ı ictimâiyesi noktasında bakılsa, görülüyor ki, hayat-ı ictimâiye-i siyâsiye i’tibâriyle beşer birkaç devri geçirmiş. Birinci devri, vahşet ve bedevîlik devri. İkinci devri, memlûkiyet devri. Üçüncü devri, esîr devri. Dördüncüsü, ecîr devri. Beşincisi, mâlikiyet ve serbestiyet devridir. Vahşet devri dinlerle, hükûmetlerle tebdîl edilmiş, nîm-medeniyet (yarı medenilik) devri açılmış. Fakat nev’-i beşerin zekileri ve kavîleri, insanların bir kısmını abd ve memlûk (köle) ittihâz edip hayvan derecesine indirmişler. Sonra bu memlûkler dahi bir intibaha (uyanışa) düşüp gayrete gelerek, o devri esîr devrine çevirmişler. Yani memlûkiyetten kurtulup, fakat اَلْحُكْمُ لِلْغَالِبِ (hüküm galib olanındır) olan zalim düsturuyla, yine insanların kavîleri zaîflerine esîr muâmelesi yapmışlar. Sonra ihtilâl-i kebîr (Fransız İhtilali) gibi çok inkılâblarla, o devir de ecîr devrine inkılâb etmiş. Yani zenginler olan havâs tabakası, avâmı ve fukarâyı ücret mukabilinde hizmetkâr ittihâz etmesi, yani sermaye sâhibleri ehl-i sa’y ve ameli (işçi ve emekçiler) küçük bir ücrete mukabil istihdâm etmeleridir. Bu devirde sû’-i isti’mâlât o dereceye vardı ki, bir sermayedâr kendi yerinde oturup, bankalar vâsıtasıyla bir günde bir milyon kazandığı halde, bir bîçâre amele sabahtan akşama kadar tahtelarz (yer altında) madenlerde çalışıp, kut-u lâyemût (ölmeyecek) derecesinde on kuruşluk bir ücret kazanıyor. Şu hâl, müdhiş bir kin, bir iğbirâr verdi ki, avâm tabakası havâssa i’lân-ı isyân etti. Şu asrın ta’bîriyle sosyalistlik, bolşeviklik sûretinde, evvel Rusya’yı zîr-u zeber (alt-üst) edip, geçen harb-i umumiden (1. Dünya savaşı) istifâde ederek her yerde kök saldılar. Şu bolşevizmin perdesi altındaki Kıyâm-ı avâm, havâssa karşı bir kin ve bir tezyif fikrini verdiğinden, büyüklere ve havâssa âit medâr-ı şeref her şeyi kırmak için bir cesaret vermiş.” Hatta konuyla ilgili olarak başka bir yerde “Beşer esirliği parçaladığı gibi, ecirliği de parçalayacaktır” başlığıyla; “Bir rüyada demiştim: “Devletler, milletlerin hafif muharebesi, tabakat-ı beşerin şedîd olan harbine terk-i mevki ediyor.” Zîrâ beşer edvârda esirlik istemedi, kanıyla parçaladı. Şimdi ecir olmuştur, onun yükünü çeker. Onu da parçalıyor. Beşerin başı ihtiyâr, edvâr-ı hamsesi var. Vahşet ve bedeviyet, memlûkiyet, esâret şimdi dahi ecirdir, başlamıştır geçiyor.” Burada Üstad Bediüzzaman, şimdiki zalim ve vahşi uluslararası sermaye odaklarının (multinational companies) çıkacağını söylüyor. Nitekim aynen söylediği gibi dünyayı ekonomik olarak yöneten belli güç odakları çıkmıştır ve hatta yakınlarda onlardan biri cehennemin dibini boyladı. Bu iki metni daha iyi değerlendirebilmek için bazı izahlar yapmakta fayda mülahaza ediyoruz. Bediüzzaman burada öncelikli olarak tarih boyunca insanlığın veya toplumların geçirdiği değişim ve dönüşüm evreleri üzerinden meseleye yaklaşıyor. Bunu yaparken de zaten “maddi tarihin nazarıyla” kaydını getirdiğini görüyoruz. Burada ki “maddi tarih” tabiri batılı kaynaklarda “historical materializm” olarak geçmektedir ki bu kavramı “tarihi maddecilik” veya “tarihsel materyalizm” diye çevirebiliriz. Bu “tarihi maddecilik” yaklaşımını ilk olarak Lewis H. Morgan “bütün toplumların aynı aşamadan geçtiğini” ileri sürerek ortaya atmıştır. Daha sonra bu yaklaşım ekonomik cihetlerle desteklenerek “devrim teorisi”ni netice vermiştir. Bu teoriye göre, tarihsel süreçte yaşanan bu diyalektik çelişki (karşıtlıkların çatışması) ve bunun sonucunda oluşan toplumsal dönüşüm (yani devrim), siyasal olarak tesadüfü bir durum olmaktan ziyade, tarihi bir zorunluluğun dışa vurmasıdır. Onlara göre “Çatışma olmadan ilerleme olmaz” ve “Uygarlığın bugüne değin izlediği yasa budur.” Toplumların gelişim evrelerinde de “sınıf çatışması” değişimi tetikleyen temel bir etken olarak yer almaktadır. Bu anlayış insanlığın ilk dönemini İlkel (bedevi) toplumla başlatır. İnsanlar doğaya bağımlı olarak yaşamışlardır. Bu toplumda özel mülkiyet ve toplumsal sınıf tabakası yoktur (yani daha teşekkül etmemiştir). Köleci (memlûkiyet) toplum Batı dışı uygarlıkların yaşadığı ve işçilerin devlete bağımlı olarak yaşadığı toplum modelidir. Özel mülkiyetten sonra ortaya çıkan ilk toplumlar, Antik (esir)3 toplumlardır. Bu toplumlar efendiler ve köleler olmak üzere iki sınıftan oluşmaktadır. Feodal (esir ile ecir arası) toplum ortaçağ Avrupa’sındaki kölelik biçimi olup bu da esir ile ecir arası bir geçiş devrine tekabül etmektedir. Artık efendilerin yerini toprak sahipleri, kölelerin yerini ise toprak sahiplerine bağlı ve onların topraklarında çalışmak zorunda olan (esir ile ecir arasındaki) köylüler almıştır. Bunlar köle gibi alınıp satılamaz, toprağın sahibine bağlı çalışan ve bu çalışma sayesinde kalacak yer ve yiyecek sahibi olmuş kişilerdir. Feodal toplum sonrasına denk düşen Kapitalist (ecir) toplum üretim araçlarına sahip burjuvazi (sermaye sahibi patronlar) ve ücretli işçi sınıfından (emek gücünü ücret karşılığı satmak zorunda kalanlardan) oluşmaktadır. Kapitalist toplumda yer alan bu iki temel sınıf arasındaki çatışmanın sonucunda “sınıfsız bir toplum”un (yani sosyalizmin) oluşacağı iddia edilmiştir. Bu tarihsel maddeci toplum analizi, aslında ekonomik temelde yapılmıştır. Zamanla bazı yorumcular, bu analizin tarihsel olarak toplumların oluşum ve değişim süreçlerinin anlaşılmasında da kullanılabileceğini savunmaktadırlar. Bu teoriyi yaratılma ve fıtrata dair âdetullah kanunları çerçevesinde nazara alırsak gayet makul olduğunu anlarız. Zira toplumu oluşturan bireylerdir. O zaman bir insanın gelişim evrelerini nazara aldığımızda biyolojik olarak 5 ayrı evreden bahsedilmektedir. Bunlar; 1) Bebeklik (0-3 yaş), 2) Çocukluk (3-12 yaş), 3) Ergenlik (12-21 yaş), 4) Yetişkinlik (21-65 yaş) 5)Yaşlılık (65 yaş ve üzeri) olarak kabul edilmektedir. Cenab-ı Hakk’ın yaratmasındaki fıtrat kanunlarından hareketle bir insanın ferdi gelişim evreleri ile insan nev’inin (toplumun) gelişim evreleri arasında bir çeşit mümaselet (benzerlik) olduğunu tespit edebiliriz. Bu bakış açısı, benzer kevni hadiseleri yorumlamakta farklı bir tefekkür penceresi açacaktır. Bu teknik bilgilerden sonra Bediüzzaman’ın yukarıdaki izahlarını yeniden yorumladığımızda şu anlaşılacaktır: Dünya tarihinde toplumların değişimi ictimai bir kanuna tabidir. Bu ictimai sünnetullah kanununa binaen beşerin avam tabakası, havassa karşı kıyam ve isyan dönemine girdiğinden, dünyanın birçok bölgesinde birbirine benzer şekilde avamdan havassa (yani kültürüne göre; fakirden zengine, işçiden patrona, bedeviden medeniye, anarşist halklardan devlete, cahilden âlime, kalbi intibaha gelmeyen zahidden evliyaya kadar) hürmetsizce kıyam ve isyan hareketleri başladı. Bu izahı farklı ve orijinal yapan en mühim husus; bu kıyam hareketleri arasında bir etkilenme, illiyet veya sebep-sonuç ilişkisi olmadan, dünyanın girdiği isyan ikliminin tesiriyle Vehhâbilerin de İslam âlemindeki otoritelere başkaldırmış olmalarıdır. Yani hem halifeye, hem Osmanlı devletine, hem kültür ve medeniyete, hem İslam âlimlerine, hem halkın manevi mürşidleri olan evliyalara yani kısacası Müslümanların nezdinde büyük kabul edilen ve kendisine hürmet edilen her şeye karşı gelerek Ehl-i Sünnet’in başına bir büyük fitne (imtihan) oldular. Zaten Vehhâbilik Risalesinin başına “Hem öyle bir fitneden sakının ki, (geldiği zaman) içinizden sâdece zulmedenlere dokunmaz (umûmî olur)! (Enfal 25)” ayetinin alınması bu fitneye işarettir. Bu mükemmel ve orijinal izahtan sonra “Bediüzzaman Said Nursi’nin Vehhâbilik üzerine yürütülen fikirleri derinleştirecek herhangi bir açılım getirmediğini” iddia ederek hakikatleri göstermemeye çalışan, sathi nazarlı veya tarafgir ilahiyatçılara ne demek lazım? Rabbim böylelerine insaf ve iz’an versin. Âmin. Bu konuyu özetlersek; 18. Yüzyılda meydana gelen devletler düzeyindeki çözülmelerin etkisi bir bütün olarak dikkate alındığında, Vehhâbi hareketinin de diğer hareketlere benzer bir sürecin sonunda başlamış olduğu anlaşılmaktadır. Batılı mihrakların İslami ihya hareketlerini Protestanlığa bağlama çabasının altında yatan nedeni izah etmenin lüzumu bile yok. Zaten tarihi verilere göre; Protestanlık 19. yüzyıla kadar Kuzeybatı Avrupa ve Kuzey Amerika bölgeleriyle sınırlı kalmış ve bu süre zarfında İslam’la kayda değer bir temas geliştirmemiştir. Özellikle 20. yüzyılın ortalarından itibaren genelde Hıristiyanlığın güney yarım küreye yayılması ile birlikte Protestanlığın İslam’la münasebeti çok daha sonra artmıştır. Ameli İmandan Bir Cüz Kabul Etmeleri Vehhâbilere göre iman ile amel bir bütündür. Ameli imandan bir cüz sayıp, ameli tevhidi yerine getirmeyenlere kâfir diyerek bu gibilerin mallarını ve canlarını helal saymak Haricilerin esasıdır. İbn Abdülvehhab’a Harici denilmesinin sebeplerinden biri de işte bu fasid akidedir. Ameli tevhid meselesinin dayanağı esasen İbn Teymiye olmakla birlikte, O Müslümanların canlarını ve mallarını helal saymamıştır. Cevdet Paşa: “… Vehhâbiler amel imandan cüzdür deyip mesela bir vakit namazı ve bir sene zekâtı tekâsülen (tembellikle) terk eden kimesne (kimse) kâfir olarak demi (kanı) heder ve malı helaldir diye itikâd ederler.” Ayrıca Ehli Sünnet’ten olan Müslümanlara kâfir ve müşrik nazarıyla bakarak kanlarını ve mallarını helal addetmelerinin asıl sebebini “Yağmakâranı urbanın meşrebine dahi bu akaidi batıla tamam-ı mülayim ve muvafık gelmekle mezheb-i mezkür ceziret’ül arap’ta kemal-i sür’atle münteşir olmuştur.” ifadeleriyle beyan etmiştir. Kur’an-ı Kerim’de “iman edenler ve salih amel işleyenler” diye sıkça tekrarlanan ayetler, imanla amel arasında sıkı bir ilişkinin mevcudiyetini göstermektedir. Bununla birlikte bu ilişkinin atıf edatıyla kurulması ve gramer açısından atıf terkibinde yer alan iki tarafın, birbirinden ayrı şeyler olması kuralı çerçevesinde, amel olmaksızın da imanın teşekkül etmesi mümkündür. Bu hususta İmam Gazali: “İman edip salih amel işleyenler…” (Kehf 107) ayetiyle amelin, imandan sonra geldiğini ve imanın aynısı olmadığını söyler. Aksi halde “iman edip” dedikten sonra “salih amel işleyenler” tabirini kullanmak fazla olurdu. Ayrıca “Kişi ikrar ettiği hakikati inkâr etmedikçe küfre girmez.” (Taberani) hadisini de bu meseleye delil olarak getirir. Ehl-i Sünnet âlimlerin fikirlerini, ameli gereksiz bulan ve sadece tasdikten ibaret sayan bir iman anlayışı olarak görmek te isabetli olmaz. Aslında bu anlayış, amel eksikliğinden dolayı kişinin mümin vasfını kaybedeceğini ileri süren Harici ve Mu’tezili görüşe karşı, -kalbi tasdikten ibaret- bir imanın varlığı devam ettiği sürece ferdin mümin kaldığını kabul eden, kucaklayıcı bir tavır, insaflı ve mu’tedil bir hüküm olarak değerlendirmek gerekir. Tekfirci Bir Hareket Oldukları ve Şirkin Kapsamını Çok Geniş Tutmaları Vehhâbi itikâdının temel esasını tevhid teşkil eder. İbn Abdülvehhab tevhid inancını “tevhid-i ulûhiyet” ve “tevhid-i rubûbiyet” esasları üzerine bina eder ve bunlara “tevhid-i (zat) esma ve sıfat” olmak üzere üçüncü bir tevhid anlayışını da ilave eder. Hâlbuki bu tevhid anlayışı İslam âleminde yeni bir fikir veya orijinal bir tespit değildir. İslam tarihinde bu “ikili tevhid anlayışı”nı ilk defa İbn Teymiye ortaya atmıştır. Taklidi reddettiklerini iddia ederek ortaya atılan Vehhâbiler ironik bir şekilde bir taklid hareketi olmaktan öteye gidememişlerdir. Zira İbn Teymiye’nin görüşlerinin Vehhâbi Hareketine temel ve dayanak teşkil ettiği açıktır. İbn Teymiye tevhidi, “rubûbiyet” ve “uluhiyet” olmak üzere ilk defa ikiye ayırmıştır. Kısaca, Rububiyet Tevhidini; Allah’ı fiillerinde birlemek, yani kâinattaki her şeyin yaratıcısının sadece Allah olduğuna ve fiil cihetiyle ortağı olmadığına inanmak, Uluhiyet Tevhidini de; ibadetin sadece Allah’a mahsus kılınması ve ibadete müteallik hususlarda O’na ortak koşulmaması şeklinde ifade edebiliriz. Onlara göre; müşrikler aslında bu Uluhiyet Tevhidi’ni inkâr etmişlerdir. Yani müşrikler de kâinatı Allah’ın yarattığına inanıyorlardı. Bununla birlikte ibadetleri sadece Allah’a has kılmayarak, yani putlara da ibadet etmek suretiyle uluhiyet tevhidini yerine getirmedikleri için İslam’a girmeyerek Müslüman sayılmamışlardır. Yine onlara göre; selef-i salihinden sonraki Müslümanlar da zamanla tevhidi müşrikler gibi sadece rububiyetten ibaret zannetmişler ve uluhiyet tevhidine aykırı hareket ederek hakiki tevhidden çıkmışlar ve hatta şirke girmişlerdir. Kabir başında dua etmek, namaz kılmak, kabre bir takım eşyalar bırakmayı da şirk davranışı olarak kabul etmektedirler. Bir mürşide bağlanmak da insanı şirke götürür. Eyüp Sabri Paşa, Vehhâbilerin kendilerinden önceki İslam büyüklerine karşı tavırlarıyla ile ilgili olarak “Beş yüz seneden beri vefat eden mü’minin ve mü’minatın şirk üzere vefat etmiş olduklarını” iddia ettiklerini söyler. Buna benzer bir rivayeti de Zeyni Dahlan nakletmektedir; Bir defasında bir adam İbn Abdülvehhab’a sordu: “Bu din sana muttasıl olarak mı yoksa munfasıl olarak mı geldi?” Adama; “Benim şeyhlerim ve onların şeyhleri dahi 600 seneye kadar hepsi müşriktir.” dedi. Hatta İbn Abdülvehhab daha da ileriye giderek cahiliye dönemi şirkiyle kendi dönemindeki şirki mukayese eder ve cahiliye dönemi şirkinin daha hafif olduğunu iddia eder. Buraya kadar İbn Abdülvehhab, İbn Teymiye ile aynı fikirdedir. Fakat O, bu şirk meselesini daha ileri bir noktaya taşımış, kendilerine tabi olmayan Müslümanları şirkle itham ederek, canlarının ve mallarının muvahhidlere (Vehhâbilere) helal olduğunu iddia etmiştir. Bu konuyla ilgili olarak Mekke Müftüsü Ahmed b. Zeyni Dahlan’ın (ö. 1886) kaleme aldığı “dürerü’s-seniyye fi reddi ale’l-vehhabiye” adlı eserde yazdığına göre; İbn Abdülvehhab’ın kardeşi Şeyh Süleyman ilim ehli birisiydi ve onun yaptığı ve emrettiği her bid’at fikrine şiddetle karşı çıkıyor ve ona tabii olmuyordu. Bir gün Süleyman kardeşine sordu: -İslam’ın erkânı kaçtır? - O da “Beştir.” dedi. - Süleyman; “Sen bunlara altıncıyı da ekliyorsun. 6. şart olarak “Sana tabi olmayanlar Müslüman değildir.” diyerek kendince bunu da İslam’ın erkânından sayıyorsun.” dedi. Sonra Süleyman kardeşinin kendisinin öldürülmesini emretmesinden korktuğu için Medine’ye göç etti. Orada bu fikirleri red sadedinde bir risale telif ederek kendisine gönderdi. Tevhid akidesi, İslam tarihi boyunca bu şekilde ele alınmış değildir. Ehli Sünnet Âlimleri, Allah’ın sıfatları vardır ve sıfatların bulunması hakiki tevhide münafi değildir, diyerek tevhidin “Allah’ın birliğine imandan ibaret” olduğu esasında birleşmişler. Esasen İslam’ın tevhid akidesinin ehemmiyet ve kıymeti; Hıristiyanların üç uknum, Mecusilerin iki mebde ve Yahudilerin kendilerine has bir ilah kabul etmeleri karşısında anlamlı olduğuna göre, tevhidin hakiki manasının kelime-i şehadet ve Allah’ın birliğine imandan ibaret olan vahdaniyet akidesi olduğunda ittifak vardır. Bu izaha göre tevhidi, ikiye ayırarak izah etmeye kalkmak cumhura muhalefettir. İslam âlimlerinin cumhuru bu yanlış tevhid inancını red sadedinde; Tevhidi, rubûbiyet ve ulûhiyet şeklinde ayırmanın Kur’an ve Sünnette olmadığını ifade ederler. Çünkü “La ilahe illallah”taki “ilah” kelimesi hem ulûhiyet hem de rubûbiyet manalarını içerir. Diğer taraftan “Rab” kelimesi de aynı şekilde “ilah” manasına da gelmektedir. Eğer bu iki kelime arasında itikâdi manada bir ayırımı zaruri olsaydı, Hz. Peygamber bunu Müslümanlara mutlaka açıklardı. Nitekim Hayber’de yeni Müslüman olan bir çoban Hz. Peygambere; “Bu Müslümanlığın hakkı nedir?” dediği zaman, Hz. Peygamber; “Şu kılıcı alıp harp etmektir.” cevabını vermiş ve bu çoban hiçbir ibadeti yerine getirmediği halde harpte vefat edince ashabın en kıymetlilerinden şehid olan Mahmud İbn Mesleme ile birlikte defnedilerek şehid bir Müslüman muamelesi görmüştür. Yani uluhiyet tevhidi anlayışı eğer doğru olsaydı, Hz. Peygamberin bu çobana öncelikle Allah’a ibadet etmesi gerektiğini şart koşması gerekirdi. Ama bunu talep etmemesi, İbn Teymiye ve takipçisi İbn Abdülvehhab’ın ikili tevhid görüşlerinin Hz. Peygamber zamanında olmayan ve uygulanmayan bir bid’at olduğunu ispat eder. İzmirli tekfir meselesi ile ilgili olarak; “İbn Teymiye ile İbn Kayyımın memnu’ addettikleri bir şeyi İbn Abdülvehhab küfrü mucib ef’al addetmiş, muhaliflerini de şiddetle reddederek asr-ı saadetten sonra zuhura gelen bid’atleri ref’ etmek da’iyesine düşmüştür.” Cevdet Paşa da şer’an yasak ve mekruh olan birçok şeyi açık şirk olarak kabul ettiklerini ve buna istinaden “…bütün İslam olanlara kâfir ve müşrik nazarıyla bakarak bunca Müsliminin demleri (kanlarını) heder ve malları kendilerine helal olmak itikadında…” olduklarını söyler. Vehhâbi ulemasından Uleyyan’ın şam valisi Genç Yusuf Paşa’ya yazdığı mektupta müteferrik fikirlerini sıraladıktan sonra “eslem teslem” (müslüman ol ve selamete er) demektedir. Bu mektuba yazılan cevapta Vehhâbilerin savundukları bütün fikirler ehl-i sünnete göre ayet ve hadislerle çürütüldükten sonra itikadlarının bid’at olup cehaletlerinden kaynaklandığı ve şayet iddia ettikleri gibi, dini bir gayret ve hedefleri varsa bunu İslam düşmanlarına karşı gelerek göstermeleri ve muhataplarının Müslümanlar olmaması gerektiği beyan edilmektedir. Suud b. Abdülaziz’in Medine halkına verdiği hitabeden bir kısmı “Ey Medine halkı, … Ecdadınız tamamen şirk üzere vefat ettiler. Şayet içinizden biri muhalefet gösterir ve itiraz eder ise cümlenizin malları, eşya ve hayatı askerim için mubahtır… Hz. Peygamberin mezarı karşısında önceleri olduğu gibi durup ta’zim için salat-ü selam getirmek mezhebimizce gayrı meşru ve yasaktır. Geçenler durmadan geçip gitmeli ve durma sırasında Hz. Peygambere sadece selam vermelidir.” Kendilerinden olmayanları müşrik kabul ettiklerine dair yaşanmış bir vakada; Mısır Valisi Mehmed Ali Paşa’nın huzuruna gelen bir bedevi M. Ali Paşa’nın sakalını öptükten sonra, birdenbire bağırarak, gerçek Müslümanların (yani Vehhâbilerin) dinini tamamen terk edip müşriklerin yani M. Ali Paşa’nın dinini kabul ettiğini ifade etmiştir. Vehhâbi imamlarının mektuplarında; Sadece kendilerine tabi olanların İslam olacağı yazılmaktaydı. Fakat İslam’ın hâkim olduğu şehirlerde bu iddialar bir mana ifade etmiyordu. Hatta şehir uleması bu teklif ve düşünceleri komik buluyordu. Çünkü onlar zaten Vehhâbilerin iddia ettikleri ve uyulmasını istedikleri İslam’ın emirleri doğrultusunda yaşadıklarına inanmaktaydılar ve dolayısıyla bu fikirlerin muhatabı değillerdi. İmam-ı Azam Ebu Hanife hazretleri, Fıkhu’l-Ebsat isimli eserinde günah işleyen bir Müslümanı tekfir edenleri reddeder ve buna bazı ayetleri delil getirir: “Zünnûn’u da (Yûnus’u da an)! Hani (kavmine) kızan biri olarak, (bizden izinsiz) gitmişti de kendisini (bu yüzden) aslâ sıkıştırmayacağımızı sanmıştı; derken (balığın karnında) karanlıklar içinde (kalıp): “Senden başka ilâh yoktur; seni tenzîh ederim! Gerçekten ben zalimlerden oldum!” diye nidâ etmişti.” (Enbiya 87) ayetinden sonra “Hz. Yunus’un (günah işlediği için) zalim olduğunu, buna rağmen Mü’min olduğunu ve münafık olmadığını söyler. Aynı bölümde, “Böylece Allah, senin günâhından geçmiş ve gelecek olanı, senin için bağışlasın.” (Fetih 2) ayetinde; “Allah Teâlâ, Hz. Muhammed(sav) için “günahını bağışlar” buyurmuştur, “küfrünü bağışlar” dememiştir.” diyerek günah işleyenlerin kâfir olmadığını ve tekfir edilemeyeceğini ispat etmiştir. Bu tevhid anlayışı itikâdi olarak Kur’an’a tamamen aykırıdır. Selefi Salihin devrinde de bu şekilde bir anlayış ve uygulama görülmemiştir. Ancak kendilerini Selefi Salihin’e nisbet ederek, ne fikirde ve ne de yaşayışta kesinlikle selef gibi davranmadıkları halde kendilerine -sözde- Selefiye ismini takanların samimiyetten ve ihlastan ne kadar uzak oldukları aşikârdır. Nasların Sadece Zahiri Manalarını Almaları Taberi’nin tedkikine göre, Ahmed bin Hanbel’in hadisçi yönünün fakihlik yönüne nisbetle ağır basması sebebiyle bu mezhep mensupları, muteber gördükleri naslar üzerinde fazla akıl yürütmemeyi ve nasları olduğu gibi kabul etmeyi şiar edinmişlerdir. Zira Vehhâbi imamlarının mektupları incelendiğinde genellikle bütün Müslümanların kabul ettikleri Ayet ve Hadislerin belli bir tertip içinde sunulmasından ibaret olduğu görülür. “Vehhâbîler ve Hâricîler ise, nusûs-u şerîata ve sarîh-i âyâta ve zevâhir-i ehâdîse istinâd ederek, hâlis tevhîde münâfî ve sanemperestliği îmâ edecek her şeyi reddetmekliği kaide tutmuşlar. Fakat… menfî garazlar, onları haktan çevirip dalâlete saptırmış ki, ifrât derecesinde tahrîbât yapıyorlar… hangi fırka olursa olsun, böyle bir hakîkati mesleğinde görüp, onunla aldanıp, sonra dalâlete saplanır.” Ehl-i Sünnet ve’l- Cemaat’dan, ister sair İslâm fırkalarından olsun kendilerine muhalif olanları nassların zahirine hamlederek küfür ile itham etmişler. Evet, İbn Teymiyye ve İbn Kayyım da İbn Abdülvehhab’ın tekfir saydığı fiilleri şirk çeşidinden saymışlarsa da onların şirkten maksatları (şirk-i sağir) demek olup yoksa “Allah kendisine şirk koşulmasını asla bağışlamaz; bundan başkasını, dilediği kimse için bağışlar” (Nisa, 4/48;116) âyet-i kerimesinde zikredilen “şirk-i ekber” değildir. Çünkü Cenab-ı Hakk’ın bağışlamayacağı şirkin en büyüğü İslâm dininden çıkmak demektir ki putlar yahud ateş, su gibi şeylere ibadet ile mahluklardan birine hususi rububiyet verip Cenab-ı Hakk Teâlâ’ya şerik, ortak ve benzetme kabul etmekten ibarettir. Buna “Şirk-i Celi” de denir. “Şirk-i Hafi” ki Cenab-ı Hak’dan başkasına iltifat etmek demektir. Beşer nevi bir an bile bundan uzak olamaz. Rasuller ve büyük Enbiyalar hazretleri Şirk-i Celi’den müberra, uzak oldukları halde Şirk-i Hafi’den kurtulmak için Cenab-ı Hakk’a duâ etmişlerdir. İbrahim ve İsmail aleyhisselamların: “Ey Rabbimiz! Bizi Sana boyun eğenlerden kıl! Neslimizden de sana itaat eden bir ümmet çıkar. Bize ibadet usullerimizi göster. Tevbelerimizi kabul et” (Bakara, 2/128) Ve Hz. Yusuf’un; “Beni müslüman olarak öldür ve beni salihler arasına kat” (Yusuf, 12/101) diye dua etmeleri bu manayı açıklamaktadır. Elhasıl Şirk-i Hafi’nin çeşitleri olup “kötü duygularını kendisine tanrı edinen kimseyi gördün mü? Sen (Rasülüm) ona koruyucu olabilir misin?” (Furkan, 25/43) âyeti kerimesi gereğince nefs ve şehvetlere uymak bir nevi Şirk-i Hafi olduğu gibi riyâ da şirk-i hafidir, ameli iptal eder, derler. Ancak “riyâ yapanlar hep kâfirdir” diye “kanları ve malları helâldir” sözünü hiç kimse söyleyemez. Kabir Ziyareti ve Birçok Şeyi Bid’at Kapsamında Değerlendirmeleri Vehhâbilerin bid’at olarak en çok önem verdikleri husus kabir ziyareti meselesidir. İbn Teymiye’ye göre dua etmek, selam vermek amacıyla yapılan kabir ziyareti caizdir. Fakat Peygamber dahi olsa şefaat dilemek arzusuyla yapılan kabir ziyareti ile orada namaz kılmak (sadece Allah’a ibadet etme niyetinde olsa bile) bid’at ve şirktir. İbn Teymiye’nin bid’atle ilgili fikirleri İbn Abdülvehhab’ın zuhuruna kadar nazariye olarak kalmıştı. Vehhâbiler siyasi iktidarı ve gücü ele geçirince onun bid’atle ilgili fikirlerini uygulama imkânına kavuşmuşlardır. Bid’atlere karşı çok şiddetli ve toptancı bir tavır takınarak “hasene–seyyie” tarzında bir ayrımı kabul etmemişlerdir. Cevdet Paşa’ya göre “bid’at-i seyyie ile haseneyi fark-u temyiz etmek lazımdır, sonradan zuhur etme nice şeyler vardır ki hasenattan ma’duddur ve insan medeniyyi’t-tab’ olduğu cihetle bir raddede durmayıp fünunu sanayi’ muhteri’a hasebiyle âlem-i terakkide kat’i mesafe edegeldiğinden…” bu tavır tabiata karşıdır. (Bu hususu daha da irdeleyecek olursak kâinatta cari olan tekâmül ve terakki gibi âdetullah kanunlarına da tamamen aykırı hareket ettikleri anlaşılacaktır.) Kutsal yerleri ziyaret etmenin, ibadeti Allah’a değil de böyle yerlere yönelteceğini, dolayısıyla inanç noktasında insanları şirke düşüreceği fikriyle pek çok İslam büyüklerinin kabirlerini yerle bir edip yıkmışlardır. Bu yüzden tarihte mabed yıkıcıları olarak tavsif edilmişlerdir. Sadece İslam büyüklerinin değil görünürde olan mezarlara dahi el atarak yıkmışlardır. Öyle ki, Hicaz bölgesinde iktidarı ele geçirdiklerinde, tüm sahabi mezarlarını yıkarak yerle bir etmişlerdir. Şu anda buraların kabir yeri olduğunu gösteren bazı işaretlerden başka bir şey kalmamış durumdadır. Hâlbuki Resûlullah (sav) kabristanı ziyaret etmiş, ashabına Kabristana vardıklarında şöyle demelerini öğretmiştir: “Selâm size ey gerçek dünyanın mü’min ve müslüman sakinleri. İnşaallah biz de yakında size katılacağız. Allah’tan size ve bize âfiyetler vermesini dilerim. Siz önümüzden gidenler, biz de arkanızdan gelecek olanlarız.” (Müslim, Cenâiz 35; İbn Mâce, Cenâiz 36,103) Bediüzzaman, Hadîs-i sahîh ile sâbit olan ziyâret-i kubûr ve makberistana hürmet-i şer’iye sû’-i isti’mâl edildiğini ve bunu bahane yapan Vehhâbilerin kendilerini Ahmed İbn Hanbel mezhebinde göstererek, onun bir derece zâhirî ve mutaassıbâne mezhebinden din nâmına istifâde edip, bir kısım evliyânın türbelerini tahrîb ettiklerini ve kendilerini haklı zannettiklerini ve bir dirhem hakları varsa da, buna on dirhem ilâve ederek yanlış yaptıklarını söyler. Ayrıca Ehl-i Sünnet ve’l-Cemâat’ın Şafii vs. mensup âlimleri kabir ziyaretlerinin caiz olduğu görüşündedirler. İmam Nevevi “ziyareti çok yapmak faziletli, Allah dostu kişilerin kabirlerini ziyaret ederek, dua edip durmak müstehaptır” diyor. İmam Subki (v.771/1370) de bu görüşünden dolayı İbn Teymiyye’nin hataya düştüğünü söylüyor. Hz. Peygamber (asm) Mekke seferi sırasında annesi Amine’nin kabrini ziyaret ederek ağlamış, etrafındakileri de ağlatmış ve Müslümanların kabirleri ziyaretine de izin verilmişti. Mecaz-ı Akli Delili Bazı cahil insanların evliya kabirlerini ziyaret ederlerken bir takım merasimlerle o mezar hakkında beslemekte oldukları itikad uygun değilse de bununla beraber bu kabilden olanların çoğunda Cenab-ı Hak’tan başka bir kimsede güç ve kudret olacağını inanmadıkları bilinmektedir. Şu halde bu yüzden bir müslümanın tekfir etmek tehlikeli bir meseledir. Yani kabir ziyaretine giden Müslümanların hiçbiri orada medfun olan zata tapma niyet ve itikadında değildir. Onlar ibadet cihetiyle sadece Allah’ı hak ma’bud ittihaz ederler. Aksini iddia etmek Müslümanlara suizanda bulunmak ve iftira etmek demektir. Müslümanlara suizan etmek de Kur’an’da yasaklanmıştır.4 Bu meselede İslam âlimlerinin kullandıkları çok mühim bir delil de “Mecaz-ı Akli”dir. (Bazı kaynaklarda Mecaz-ı Hükmi olarak ta geçer.) Mecaz-ı Akli’yi, bazen “bir fiil veya manası failine nisbet edilmeden” veya “başka bir faile nisbet edilerek” ifade edilir. Bu durumda lafız olarak hakiki fail zikredilmemiş olur. Fakat biz o fiili lafızda zikredilen faile nisbet etmeye mani olan bir karinenin olduğunu bilmemiz sebebiyle, mezkûr fiilin hakiki failinin başkası olduğuna hükmederiz. Konunun daha iyi anlaşılması için Mecaz-ı Akli’ye bazı misaller verelim; “Zahidin gündüzü oruç, gecesi namazdır.” ifadesinde oruç ve namaz zamana (gece ve gündüze) nisbet edilmiştir. Halbuki bu sözü işiten herkes kesinlikle bilir ki orucu tutan “gündüz” ve namazı kılan “gece” değildir bilakis insan olan zahiddir. Burada hakiki fail zikredilmekle beraber fiil failine değil zamana nisbet edilmiştir. “Hac zamanı Mekke’nin caddeleri sıkıştı.” denildiğinde hakikatte sıkışanın caddeler değil caddedeki insanlar olduğunu herkes anlar. Burada da fiil mekâna nisbet edilmiştir. Aynen bu misallerde olduğu gibi Kur’an’ı Kerimde de birçok ayette fiil hakiki failine nisbet edilmeden kullanılmıştır. Bunlar mecaz-ı akli’nin Kur’an’da da olduğunu göstermektedir. Zilzal suresinde kıyamet hengâmesindeki hadiseler anlatılırken “Yer ağırlıklarını çıkardığı…” ifadesiyle fiil yeryüzüne nisbet edilmiştir. Hâlbuki bunu işiten veya okuyan her Müslüman, bu fiili yapanın yeryüzü değil, Allah olduğu itikadını taşır. Aynen bunun gibi kabir ziyaretine giden insanlar da her şeyi Allah’ın yarattığı itikadındadırlar. Her nedense Kur’an akılcılığından dem vuranlar bu gibi ayetleri görmezden gelmek isterler veya İbn Teymiye gibi cevap veremeyince Kur’an’daki mecazı inkâr etme cihetine giderler. Hâlbuki ilmi seviyesi çok düşük olan biri bile Kur’an’ı okuduğunda ayetlerin çoğunda bu temsil, teşbih ve mecazları görecektir. İşte yanlış bir uygulamayı kaldırabilmek için seçilen yanlış bir yöntem, inad damarıyla beslenerek hem kendisini hem de takipçilerini Kur’ani hakikatten uzaklaştırmıştır. Takiyyüddin İbn Teymiye ile aynı dönemde yaşayan ve onunla mücadele eden Ehli sünnet âlimi Takiyyüddin İbn Sübki, bu gibi meseleleri güzelce delillendirerek reddeder ve artık İbn Teymiye’nin bu tür aykırı fikirleri terk etmesi gerektiğini söyler.Kabir ziyareti meselesinde avamın gösterdiği aşırılığa karşılık Vehhâbilerin de zıddıyla aşırılık göstermelerini İlahi Kader perspektifinde değerlendiren Bediüzzaman Said Nursi, ”Hadîs-i sahîh ile sâbit olan ziyâret-i kubûr ve makberistana hürmet-i şer’iye sû’-i isti’mâl edildi….” İşte avamın bu müfritâne hâli, kadere fetvâ vererek muharrib Vehhâbileri onlara musallat etti. Fakat muharrib Vehhabilerin onları ta’dîl etmek suretiyle ifrâtlarını kırmak lâzım gelirken, öyle yapmayıp, bil’akis tefrît ettiklerini ve nihayette Vehhâbilerin "اَلظَّالِـمُ سَيْفُ اللهِ يَنْتَقِمُ بِهِ، ثُـمَّ يَنْتَقِمُ مِنْهُ"5 kaidesine mazhar olarak sonra mutlaka cezalarını bulacaklarını söyler. Bediüzzaman, buna benzer olarak Kader cihetiyle iki noktayı daha tespit eder. Biri insanların bu asırda materyalist bakış açısıyla Allah’ı unutup her şeyi zahiri sebeplere dayandırmalarıdır. Diğeri de bu asırda enâniyetin çok ileri gittiği, çoğu insanın mağrurca birer küçük firavun ve nemrûd gibi oldukları hengâmında, kaderin bu muharribleri Ehl-i Sünnet’e musallat ettiğini nazar-ı hikmetle görür ve hikmet-i şer’iye diliyle açıklar. Ravza-i Şerife’nin üzerine atılan örtülerin dahi bid’at bir iş olduğunu iddia etmişlerdir. Bu nedenle Ravza’nın üzerinde bulunan örtülerin yenilenmesini yasaklamışlardır. Bu örtüler eskilikten öylesine çürük halini almıştır ki, Hz. Peygamber’in(sav) huzurunda bulunan kişiyi aydınlatan veya ona bu mekânın Hz. Peygambere (sav) vahyin indiği mekân olduğunu hissettiren o nur olmasa, bu çürümüş parçalar göze gayet çirkin görünecektir. Ravza-i Şerife’nin üzerine bir örtü koymayı, hiç kimse, hiç bir şekilde bir tür ibadet olarak saymamıştır. Bunu yapanlar, Ravza’nın bakanlara daha hoş görünmesini sağlayacak bir süs amacıyla yapmışlardır. Ravza’daki örtülerle Mescidi Nebevi’deki süslemelerin durumu aynıdır. Ne gariptir ki, bu örtülere karşı çıkanlar Mescidi Nebevi’deki bu süslemelere karşı çıkmamışlardır. Bu çifte standartlı bir uygulamadır. Ayrıca bid’atlarla mücadele edip her türlü yeniliğe karşı çıkan muvahhid! Vehhâbiler, neden Suudlu işadamlarının ülkeye her türlü modern konfor unsurlarını sokmalarına ses çıkarmamıştır? Bu ikiyüzlü münafıkâne tavrın asıl sebebi, Vehhâbilerin siyaseten bağlı oldukları Suud ailesinden maddi menfaat elde etmeleridir. Aksi halde dini hassasiyet iddialarında samimi olsalardı fıtratlarında olan isyan damarıyla buna başkaldırırlardı. Bu da gösteriyor ki Vehhâbilerin ekonomik olarak rahatlaması, onları inanç esaslarında da gevşekliğe sürüklemiştir. Şefaati ve Tevessülü Reddetmeleri Şefaat, “suçunun bağışlanması veya dileğinin yerine getirilmesi için birine aracılık etme” manasına gelir. Terim olarak “kıyamet gününde peygamberlerin ve kendilerine izin verilen salih kulların müminlerin bağışlanması için Allah katında niyazda bulunması” anlamında kullanılır. Cürcani ise şefaati, “hakkında suç işlenmiş kimseden, suçları bağışlamasını istemektir.” şeklinde tanımlamıştır. Zümer suresinde anlatıldığı üzere6 putperestler kendilerini Allah’a yaklaştıracağına inandıkları için putlara tapıyorlardı. Şefaat ile ilgili ayetlerde kıyamet günü Allah’tan başka hiçbir dost ve şefaatçinin bulunmayacağı belirtilmekte, ancak Allah’ın izni ve rızasıyla şefaatin gerçekleşebileceği açıkça beyan edilmektedir. Şefaat kavramı hadislerde de sıklıkla yer alır (Buhari, “Tevhid”, 24; Müslim, “İman”, 302) ve şefaatin hem dünyevi hem de uhrevi tarafının bulunduğu belirtilir. Başta Resûlullah (sav) olmak üzere bütün peygamberler, melekler ve salih kullar büyük günah işleyen müminlere şefaat edecektir. Ayrıca Kur’an okuyan ve oruç tutan kimseler hakkında bu ibadetlerin de şefaatçi olacağı7 ilgili hadislerde bildirilmiştir. İbni Abdülvehhab, şefaat konusunda da İbn Teymiye’yi takip etmiştir. Şefaat, tevessül, istiğase, istimdad, kabir ziyaretleri ve tasavvuf hakkındaki görüşler hep tevhid-i ulûhiyet ile irtibatlıdır. İbn Teymiye’ye göre, vefatlarından sonra kabirleri başında peygamberlere, meleklere dua etmek, onlardan şefaat istemek Allah tarafından yasaklanmıştır. Fakat Allah’ın izniyle Peygamberin ve salih kulların ahirette şefaat edebileceğini kabul etmektedir. İbn Abdülvehhab şefaatin sadece Allah’ın izniyle ahirette gerçekleşeceğini, Hz. Peygamber dâhil hiç kimsenin doğrudan şefaat yetkisine sahip bulunmadığını söylemiştir. Bu sebeple Resûlullah (sav) ile sahabilerin ruhlarından ya da velilerden dünyada şefaat beklemek şirke götüren bir davranıştır. İbn Abdülvehhab’a göre caiz olmayan taraf, Allah’ı aradan çıkararak bizzat Hz. Peygamberden şefaat istemektir. Zira Resûlullah’ın (sav) şefaatine nail olmak için de Allah’tan istemek gerekir. O’ndan başkasından istemek dalalettir. Eğer her şeyi sadece Allah’tan istemek şart olsaydı, Kur’an ve Hadislerde ifade edilen şefaat ve dua etmek gibi mefhumları ayrıca zikretmeğe gerek kalmazdı. Ne batıl itikâd!, ne mantıksız iddia! Nitekim Kur’an’da meleklerin günahkâr müminler için istiğfar ettiği8 bildirilmiş, Hz. Peygamber’e de müminlerin bağışlanması için dua etmesi9 emredilmiştir. Bununla birlikte İbn Teymiye ve takipçilerinin iddia ettiği gibi söz konusu davranışlarda bulunan Müslümanları müşrik diye nitelemek aşırılık sayılmalıdır. Zira ahirette şefaatin olmayacağını ve zalimleri koruyan herhangi bir dost ve şefaatçinin bulunmayacağını bildiren ayetler kâfirler hakkındadır. Şefaat konusuyla irtibatlı bir konu da Tevessül’dür. Lügatte vesile edinmek demektir. Vesile ise kendisiyle başkasına yaklaşılan şeydir. Tevessül ıstılah olarak bir Müslümanın işlediği salih amelleri, Hz. Peygamber’i yahut velileri vesile yaparak Allah’a yakın olmaya çalışmasını ifade eder. Zeyni Dahlan, Cuma hutbelerinde, İbn Abdülvehhab’ın her defasında “Bir kimse Peygambere tevessül ederse kâfir olur.” dediğini aktarmaktadır. Kur’an’da müminlere Allah’a yakın olmak için vesile aramaları10 emredilmiştir. Çeşitli rivayetlerde belirtildiğine göre kuraklık dönemlerinde ashap Hz. Peygamber’le tevessülde bulunarak Allah’a dua ediyor ve duaları kabul görüyordu. İslam âlimlerinin cumhuruna göre tevessülün çeşitlerini şöylece özetlemek mümkündür: 1) Allah’ın zâtı, isimleri ve sıfatlarıyla tevessül. (“Ya Rabbi, İsmi azamın hürmetine kabul et.” gibi) 2) Hz. Peygamber’le tevessül. (“Peygamberin hakkı için bir şey istemek.” gibi) 3) Amel-i salihle tevessül. “Bir mağarada mahsur kalan 3 kişinin yaptıkları salih amellerle tevessülde bulunarak Allah’tan kendilerini kurtarmaları için dua ettiklerinde her duadan sonra mağara kapısının biraz açılması ve en sonunda kapının tamamen açıldığını haber veren rivayetlerde belirtildiği gibi amel-i salihle tevessülde bulunarak yapılan duaların makbul olduğu yolunda sahih bilgiler mevcuttur. (Buhârî, Edeb, 5; Müslim, Zikr, 100)” 4) Müttaki ve salih müminlerin duasıyla tevessül. “Esasen müminlerin duasını istemek Kur’an ve Sünnet’te teşvik edilmiştir. Nitekim Resûl-i Ekrem (sav) umreye giden Hz. Ömer’den kendisi için dua etmesini istemiştir.” 5) Hayatta olan velîler ve salih müminlerin zatıyla tevessül etmek. Hayatta iken ve ölümlerinden sonra Hz. Peygamber’in, velilerin ve salih kulların zatıyla tevessülde bulunmayı şirk saymak kesinlikle isabetli bir görüş değildir. Ayrıca “Sâlih amellerle tevessülde bulunmanın meşru kabul edilmesi, bu amelleri yapanlarla tevessülü de meşru hale getirir. Zira zat asıl, zata ait fiil fer’idir, fer’i ile tevessül câiz ise asılla tevessül de câizdir.” Netice olarak dünyevi bir ihtiyacın karşılanması veya günahların bağışlanması için hayatta olan salih kişilerden dua talep edilmesi anlamındaki şefaatin caiz olduğu konusunda âlimler ittifak etmiştir. Zira bu şekilde dua edilmesi Hz. Peygamber’e11 ve Müslümanlara12 Kur’an’da emredilmiş, ashab da yağmur yağması veya başka ihtiyaçlarının giderilmesi için hayatta bulunan Resûlullah’tan (sav) dua etmesini istemiş, ayrıca yine hayatta iken Resul-i Ekrem’le (sav) tevessülde bulunmuşlardır. Bir velinin kabri yanında adını anarak dua etmek ona tapmak anlamına gelmez, müşriklerin putlara tapmasına ise asla benzetilemez. Nitekim Hz. Ebubekir, Resûlullah vefat edince alnını öptükten sonra, “Allah katında bizleri de an” demiştir. Ayrıca Hz. Peygamber’in Hz. Ömer’e hitaben “Ey Kardeşim” Dualarında bizi unutma” ibaresiyle vaki olan Hz. Peygamber’in iltifatı, Allah nezdinde duânın kabulü için şefaatin yasak olmadığını açıkça göstermektedir. Yoksa Hz. Peygamber’in bu konuda Hz. Ömer’in tevessülüne ihtiyacı yoktur. Ayrıca Hz. Ömer’in yağmur duasına çıkarken Hz. Abbas’ı yanına alıp onun yüzü suyu hürmetine Allah’tan yağmur dilemesi de (Buhari, istiska, 3) buna delil olarak gösterilmiştir. Uzlaşmaz Tutumları ve Sadece Kendi Fikirlerini Hak Kabul Etmeleri Vehhâbi âlimleri kendi görüşlerinin hata kabul etmez şekilde doğru, başkalarının görüşlerinin ise, tasvib edilemez şekilde yanlış olduğunu düşünmektedirler. Kabile yapısının en önemli davranış biçimlerinden biri hiç kuşkusuz kendi dışındakini öteki kabul etmesidir. Vehhâbiliğin, Osmanlı döneminden kalma mimari eserleri sistemli biçimde yok etmesi de bu hareketin ideolojik bir yansıması olarak görülebilir. Çünkü sanat eserlerinin bir bir yok edilmesi, Vehhâbilerin kendileri dışındaki her türlü inanç, fikir- ve sembole hayat hakkı tanımama yönündeki genel eğilimlerinin bir tezahürü olarak anlaşılabilir. Vehhâbilerin esas problemi tek bir doğru meydana getirmeye çalışmaları, daha doğrusu kendi düşünce yapılarını yegâne doğru addetmeleridir. Vehhâbilerin bütün geleneksel yorumlamaları reddedip temel kaynaklara dönme teşebbüsü neticede sadece kendilerinin gerçek inancı temsil ettiklerine inandıkları bir grubun oluşmasına neden olmuştur. Vehhâbiliğin, kendilerinden olmayanlara karşı mücadeleyi başlatması, kendi içlerinde bütünleşmeyi sağlarken, İslami ana omurgadan ayrılmış ve neticede maalesef anarşist bir ruh taşıyan radikal, marjinal ve uzlaşmaz bir gruba dönüşmüştür. Kur’an ve Sünnete muvafık bir usule dayanmak kaydıyla insanlar hakikati farklı şekillerde yorumlayabilirler. Bu hususta Bediüzzaman: “Haklı her meslek sâhibinin -başkasının mesleğine ilişmemek cihetinde- hakkı, “Mesleğim haktır” yahud “Daha güzeldir” diyebilir. Yoksa başkasının mesleğinin haksızlığını veya çirkinliği îmâ eden, “Hak yalnız benim mesleğimdir” veyahud “Güzel, benim meşrebimdir” diyemez.” sözleriyle takınılması gereken tavrı açıklamıştır. İşte bu uzlaşmaz tutumları ve doğru olanı sadece kendilerinin bildiklerini iddia etmeleri İslam dünyasında nifak tohumlarının ekilmesine sebebiyet vererek netice itibariyle Ehl-i Sünnet’e ve İttihad-ı İslam’a zarar vermiştir. Islahtan İsyana Doğru Bir Hareket Olduğu Bu hareketin temelindeki iki şey isyana ilham olmuştur. Birincisi; Harici ruhu; haşin, isyankâr ve çevresine uyum sağlayamayan bir insan tipinin simgesi olarak telakki edilmiştir. Şehristani’nin ifade ettiği gibi bu niteleme “ümmetin üzerinde ittifak ettiği halifeye başkaldıran herkes” için kullanılır. İkinci olarak ta İbn Teymiye’nin eserlerini okuyan ve okudukça beğenen İbn Abdülvehhab, daha sonra bu konuda derinleşerek, bu görüşleri teoriden pratiğe aktarmıştır. Bir hareket veya fikrin istikamette olup olmadığının tespiti sadedinde Bediüzzaman; “Meslekler, mezhebler ne kadar bâtıl da olsalar, içinde ukde-i hayatiyesi hükmünde bir hak, bir hakîkat bulunur. Eğer âsârına ve neticelerine hükmeden hak ve hakîkat ise ve menfî cihetleri müsbet cihetlerine mağlûb ise, o meslek haktır. Eğer içindeki hak ve hakîkat, neticelere hükmedemiyor ve menfî ciheti müsbet cihetine galebe ediyorsa, o meslek bâtıldır. Onun ehli, ehl-i bid’a ve dalâlet olur. İşte bu kaideye binâen, âlem-i İslâmdaki ehl-i bid’a fırkalarına bakılsa görülüyor ki, her biri bir hakka istinâd edip gitmiş. Fakat menfî ciheti ya garaz veya inâd gibi bir sebeble o mesleğin âsârı dalâlet hesabına çalışmıştır.” Söz konusu isyan olunca bazılarının aklına hemen Nurettin Topçu’nun “isyan ahlakı” gelebilir. İsyankâr, tenkidçi, muhalefetten süfli bir zevk alan anarşist ruhlu kişiler, isyanın da ahlaki yönünün olduğunu cahilane iddia edebilirler. Hâlbuki Topçu’nun belirttiği isyan; Allah’ın emirlerine uymak istemeyen nefs-i emareye karşı isyan etmektir. Aslında tasavvufta “nefis terbiyesi” olarak bilinen şeye Topçu “isyan ahlakı” ismini vermiştir. Yoksa burada dışa yönelik bir isyan yoktur. Bilakis bu isyan insanın kendine olan ve neticede Rabbine hakiki kulluğu netice veren ahlaki bir süreçtir. Yani anarşist ruhlu ve her şeyi tenkid edenlerin anlamak istediği gibi değildir. Yani Hz. İbrahim’in gelen emir üzerine bıçağı eline almasına karşı güzel gözlü İsmail, ona itiraz etmedi. Bu misal gibi daha niceleri nefislerine isyan ve Rablerine itaat ederek yüksek makamlara ulaştılar. Lakin günümüzün asi İsmailleri kara gözleriyle, hakikat nurlarını görmezden gelerek, İslam büyüklerini beğenmeyerek ve herkesi tenkid ederek isyan ahlaksızlığına düşmektedirler. Zira hiçbir ayet veya hadiste Müslümanların tenkid edilmesi emredilmemiştir. Eğer zannettikleri gibi çok zeki ve akıllı kimseler olsalardı, muhalefet saikiyle tenkid etmek yerine, müspet fikirler geliştirerek günümüzdeki İslami meseleleri için ortaya bir çözüm koyarlardı. Siyasi Cihetinin Daha Baskın Olduğu Vehhâbiye mezhebi Hanbeliye mezhebinin gulûvvüdür. Zuhur ve devamında yine siyasetin tesiri vardır. Eyüp Sabri Paşa, Vehhâbilik hareketi ile ilgili olarak İbn Abdülvehhab’ın herhangi köklü ve asil bir soydan gelmediğini “Ol deni-i cehennemi de asalet ve asabiyetten nişane olmadığı beyn’el urban malum” bu sözlerle ifade ederek İbn Abdülvehhab’ın zaten istikbal meraklısı olan Dir’iye Şeyhi Abdülaziz’ini Haremeyn’e istilaya terğib ettiğini söyler. Modern Suudi devletinin bayındırı Abdülaziz b. Suud, kendilerinden olmayan Müslümanlara selam vermeyen, hatta gayr-i müslimle karşılaştıklarında yüzlerini kapayan Vehhâbilere rağmen gayr-i Müslimlerin ülkelerinde petrol aramasına ve işletmesine izin verebilmiştir. Bu ironik durum bu hareketin esas amacının dini değil tamamen ekonomik ve siyasi merkezli olduğunu göstermektedir. Irkçılık Damarının Etkili Olduğu Arap dünyası 19. Yüzyılın başlarından itibaren, batıyla temasa geçtikçe milliyetçilik, bağımsız hükümet kurma istekleri, Osmanlı devletinin çeşitli eyaletlerinde ortaya çıkmıştır. Fransız devrimiyle başlayan milliyetçilik tipinden ayrı, kökleri gerilere giden ve eski Arap milliyetçiliğinin izlerini taşıyan Vehhâbilik, Hicaz’da Osmanlıya ait her şeyi yok etmeye girişerek Arabistan’da Osmanlı otoritesini yıkma yolunda ilk teşebbüs olduklarını kanıtlamışlardır. Gerçek İslam’ı temsil ettiklerinin iddia etmelerine rağmen, devletlerinin Vehhabi özellikleri onları monarşik de olsa bir Arap “milli” devleti yapar. Bu iddia bile aslında rejimin milliyetçi ideolojisini ifade eder. Cevdet Paşa’nın; “Köyden köye gezerek bir takım mutekadatı haside ile nice urvanı ıdlal edip hususuyla deriye ahalisini bütün bütün kendine tabi kılarak çünkü sahib huruçlukta asabiyet şart olduğunda…” İfadelerindeki asabiyet ile İbn Haldun’un bahsettiği “asabiye teorisi”ni karıştırmamak gerekir. Çünkü İbn Haldun konuyu daha farklı cihetleriyle birlikte ele alarak çok yönlü bir anlayış üzerine bina etmiştir. Hâlbuki Paşa burada ıstılahi değil kelime anlamıyla, İbn Abdülvehhab’ın asil bir soydan gelmediğini ifade etmektedir. Menfi milliyetçiliği nazara verenlere karşı Bediüzzaman: “Şu asır, menfî milliyeti çok ileri sürdü. Anâsır-ı İslâmiye hiç muhtaç olmadığı halde, şu milliyet fikrine körü körüne sarıldılar. Menfî milliyet ise, mukaddesât-ı dîniyeye hürmetkâr olamıyor. Bahaneler buldukça ilişmek istiyor.” bu ihtarı yapmıştır. Emri bi’l-Maruf Nehyi ani’l-Münker Kaidesini Sûistimal Etmeleri: “Sözde Cihad” İslami literatürde genellikle dinin getirdiği hayat tarzına, görgü kurallarına uygun olan söz ve davranışlar “ma’ruf”, uygun olmayanlar da “münker” sayılmıştır. İslam âlimleri emri bi’l-ma’ruf nehyi ani’l-münker’in farz-ı kifaye olduğunda ittifak ettikleri halde Hariciler silah kullanmayı kötülüğe sapan herkese karşı gerekli görmüşler ve isyan hareketlerini de bu temel anlayışlarına dayandırmışlardır. Buna karşı Ehl-i Sünnet âlimleri umumiyetle, İslam ümmetini halife etrafında birleştirmek, sosyal barışı korumak, toplumun fitne ve fesat hareketlerine kapılarak parçalanmasını önlemek düşüncesiyle, siyasi otoriteye karşı isyan ederek silahlı mücadeleye girişmeyi doğru bulmamıştır. Haricilerin bu esasına dayanan Vehhâbi hareketi de aşırı müdahalecidir. Vehhâbilerin bu katı ve sert tutumları büyük ölçüde ilham aldıkları İbn Teymiye’den de kaynaklanıyordu. Zira İbn Teymiye’nin uygulamalarında bu hususiyet sıkça görülür. Nitekim saçı sakalı birbirine karışmış bir kişiyi yakalayıp sünnete uygun biçimde zorla tıraş ettirmesi onun dini tutum ve anlayışı konusunda verilebilecek en basit örneklerden biridir. Aslında İbn Teymiye, Haricileri, Mu’tezileyi ve Şia’yı emir ve nehiy konularında aşırı sertliğe yönelmekle suçlar. Hz. Peygamber’in bu husustaki talimatı uyarınca Ehl-i Sünnet ve Cemaat’in, Müslümanların birlik ve bütünlüğüne öncelik verdiğini, devlet başkanlarına karşı gelmekten, fitne savaşlarına katılmaktan kaçınmayı ilke edindiğini belirtir. (bkz. İbn Teymiye, el-İstikame, II, 215- 216) Fakat Vehhâbiler işlerine gelmediği için bu konuda İbn Teymiye’ye tabi olmamışlardır. İbn Abdülvehhab bu itikadı gereğince, cihadın İslam’ı anlatma ve öğretme metodu olduğunu söyleyerek selefi İbn Teymiye’den bu hususta ayrıldığını söylemek insaf düsturunun iktizasıdır. Tarih boyunca Osmanlılar, Hicazlılar, Şiiler gibi Müslüman unsurlarla devamlı savaş halinde olmalarının sebeplerinden biri de, “emri bi’l-ma’ruf nehyi ani’l-münker” anlayışlarının gereği olan “sözde cihad”ın bir neticesiydi. Hemen hemen İslami bütün çevrelerce Selefin en büyük âlimlerinden biri kabul edilen Hasan-ı Basri hazretleri, emri bi’l-ma’ruf nehyi ani’l-münkeri daha çok ahlaki bir prensip olarak değerlendirmiş ve silahlı isyan fikrini reddetmiştir. Bizzat kendisi de devlet yöneticilerinin haksız uygulamaları karşısında bazen ağır ifadelerle de olsa eleştirmiş, onları adalet ve hakkaniyete çağırmakla yetinmiştir. Aynı şekilde İmam-ı Azam Ebu Hanife’ye nisbet edilen Fıkhu’l-Ebsat’taki bilgilere göre, İslam ümmetinin başında bulunan ve ümmetin birliğini temsil eden devlet başkanına karşı -zalim dahi olsa- isyan ederek emri bi’l-ma’ruf nehyi ani’l-münker adına silahlı mücadeleye girişen ve böylece cemaatin birliğini tehlikeye sokanların “ıslah ettiklerinden ziyade ifsad ettiklerini” belirtmiş, bu sebeple HariciIer’i şiddetle tenkid etmiştir. Bununla birlikte toplumda meydana gelen haksızlıkları gidermek, fitne ve fesada yol açılmasını önlemek düşüncesiyle, Ehl-i sünnet’in, emri bi’l-ma’ruf nehyi ani’l-münker faaliyetlerinde yaptırımlı fiili müdahaleleri sadece resmi kurumlara bıraktığını, fertlerin ve dolayısıyla sivil örgütlerin yetkisini ise eğitme, aydınlatma ve uyarma gibi müsbet teşebbüslerle sınırlayarak ferd ve cemiyet için en selametli yolu tavsiye ettiği her zaman hatırda tutulmalıdır. İslam’ın ilk dönemlerindeki fetihlere benzettiklerini zannederek güç ve hâkimiyet hırsı gibi süfli hislerle hareket edip sadece Müslümanlarla savaşmışlardır. Hâlbuki İslam’ın ilk dönemlerindeki fetihler, sırf Allah rızası için ulvi hislerle ve İslam dinini yaymak gayesiyle gayr-i müslimlere karşı yapılmıştır. Vehhâbiler cihad adı altında menfaat elde edebilmek için muhataplarını hemen şirkle itham edip tekfir ederlerdi. Bu şirk veya tekfir iddiasının arkasında yatan asıl sebep şudur; sapkın (bid’at olan) fikirlerinin kolayca benimsenmesini ve yayılmasını sağlamak amacıyla etrafındaki yağmacı karakterli bedevilere -onları bir anda zenginleştirecek olan- cazip bir teklif sunmuş oluyordu. Böylelikle bu fikirleri benimseyen yağmacı Vehhâbiler karşılarına çıkan Müslümanları hemen şirkle itham ederek canlarına kıyıyor, hem mallarına el koyuyor ve hem de gözlerini diktikleri eşlerine ve namuslarına ilişiyorlardı. Konuyla ilgili olarak “Her kim, biz Müslümanlara silah çekip kıtal ederse o bizden değildir.” (Müslim) hadisi ile Hz. Peygamberin “Ben Allah’ın birliğini kabul edenlere silah çekmemeğe memurum” (müttefekun aleyh yani herkesin kabul ettiği bir hadistir) mealindeki hadisi Müslümanın Müslümana silah çekmemesi gerektiğini açık bir şekilde ifade etmektedir. Zaten Vehhâbiler de işte bu nedenle Müslümanları tekfir ederek İslam dairesi dışına çıkarmak istiyorlardı. Kâfir İngilizlerle İşbirliği Yapmaları Öncelikle İbn Abdülvehhab’ın kökeni, birilerinin ajanı olduğu dahası peygamberlik iddiasında bulunduğu gibi iddialar mevcuttur. Fakat yapılan araştırmalarda kaynakların hiçbirinde bu tarz kesin bir bilgiye ulaşılmamıştır. Bu hususta bazı kesimlerin İngiliz ajanı Hempfer’in (Lawrence) hatıralarına çok itibar ettiklerini görüyoruz. Lakin bu hatıraları okuyan her aklı başında insan bunların şehir efsanesinden ibaret bir uydurma olduğunu, içinde çelişkiler bulunduğunu ve iftiralarla dolu olduğunu görecektir. İşin aslı İbn Abdülvehhab ve ilk dönem Vehhâbilik hareketinin İngilizlerle teması olduğunu gösteren hiçbir vesika veya tarihi bilgi mevcut değildir. Aynen Hariciler gibi tamamen İslam içinden çıkan bir fitnedir. Fakat 19. yüzyılın sonlarına doğru İngilizler Osmanlıyı yıkabilmek ve İslam âlemini parçalayabilmek için bölgeye özel ilgi göstermişlerdir. İngiltere Ortadoğu hâkimiyetini kesin bir şekilde elde tutabilmek için Arabistan’ın hassas 3 noktasına (Yemen, Akabe, Kuveyt) göz dikmişti. Bunlardan Kuveyt Emiri Mübarek, Osmanlı devletine karşı İngiltere’nin yanında yer aldı. 1884 yılında Vehhabiliğin lideri Abdülaziz İbn Suud ile Şammar Emiri İbn Reşid arasında Hicazın hâkimiyeti yüzünden şiddetli bir mücadele meydana gelmiş, Osmanlı İbn Reşidi destekliyor, İngiltere de Kuveyt kanalıyla İbn Suuda yardım ediyordu. Nihayet yapılan bir savaşta İbn Reşid vefat edince Necid bölgesi Vehhabilerin eline geçti. Hicaz, Osmanlının bir vilayeti olup Valiler tarafından yönetilmekteydi. Ayrıca Peygamber (sav) soyundan gelen sınırlı yetkilere sahip Emir (Şerif) de vardı. 1909 da Emir olarak Şerif Hüseyin görevlendirilmişti. 1. Dünya savaşı patlak verince İngiltere; Şerif Hüseyine “Osmanlı devletinin yanında yer almaması halinde bağımsızlığını tanınacağını” bildirdi. İngilizlerin isteği üzerine Halifenin ilan ettiği “cihad-ı ekber”e katılmayacağını bildirdi ve bunu İbn Suuda da tavsiye etti. 1915 te yapılan anlaşmaya göre İngiltere Şerife 400 bin İngiliz lirası verecek ve hicazı her türlü dış ve iç saldırılardan koruyacaktı. Şerif te Osmanlıya karşı İngiltere’nin yanında yer alacaktı. Daha sonra Şerif Hüseyin, 1916 Haziranında fiilen ve resmen isyan ederek kısa sürede Mekke ve çevresine hâkim oldu. Medine’de bulunan az sayıdaki Osmanlı askeri Fahri Paşa’nın harikulade yönetimiyle müdafaa ettiler. Kasım 1916 da krallığını ilan etti. Böylece Osmanlı koruyabilmek için büyük çabalar harcadığı Arap yarımadasının tamamını kaybetmiş oldu. İngiltere, Osmanlı devletine karşı kendi saflarında yer alması için İbn Suud ile başlattıkları görüşmeleri 26 Aralık 1915’te neticelendirmiş ve bir anlaşma yapmaya muvaffak olmuşlardı. Bu hususta Bediüzzaman’ın tespiti kayda değerdir: “Sâdâttan olan Şerîf-i Mekke, Ehl-i Sünnet ve Cemâat’ten iken zaaf gösterip, İngiliz siyâsetinin Haremeyn-i Şerîfeyn’e müstebidâne girmesine meydan verdi. Nass-ı âyetle küffârın girmesini kabul etmeyen Haremeyn-i Şerîfeyn’i, İngiliz siyâsetinin âlem-i İslâmı aldatacak bir sûrette merkez-i siyâsîsi hükmüne getirmesine yol verdiğinden” ve Vehhâbilerin hac yapma isteklerinin Şerifler tarafından men edilmesi, Harameynin Vehhabiler tarafından işgalinin haklı sebebi olarak gösterilmeye çalışılmaktadır. Vehhâbi yayılmacılığının İngiltere’nin çıkarlarına hizmet edeceği düşünülerek Suud ailesi içinde kralın en yakın danışmanlarından biri haline gelen John Philiby’nin oynadığı merkezi rol sayesinde İngilizlerin, Suudi Arabistan krallığının doğuşunda şekillendirici bir rol üstlendikleri daima hatırda tutulmalıdır. Yaşanan bütün siyasi olaylar bir tarafa, Vehhâbi-Suudilerin diğer Müslüman kabileler ve Osmanlı devletiyle savaşmalarına rağmen kâfir İngilizlerle anlaşma yapmalarının ve geleneksel ticaret yollarına aşırı ilgi göstermelerinin İslami hiçbir açıklaması yoktur ve olamaz. Bu da Vehhâbiliğin gelişim sürecinde en etkili amilin dini hassasiyetler değil, siyasi ve ticari menfaatler olduğu sonucunu açıkça ortaya koymaktadır. Hâlbuki eğer iddia ettikleri gibi selef-i salihinin yolunu tutmuş olsalardı ve dahi Kur’an’ın zahirine göre amel etmiş olsalardı, elbette ki aşağıdaki ayetler harfleri adedince onları tekzib edecekti. “Müminler, müminleri bırakıp da kâfirleri dostlar edinmesin! O hâlde kim böyle yaparsa, artık onun Allah nezdinde hiçbir değeri yoktur…” (Ali İmran, 28) “Ey iman edenler! Müminleri bırakıp da kâfirleri dostlar edinmeyin! Allah’a aleyhinizde kullanacağı apaçık bir delil mi vermek istiyorsunuz?” (Nisa, 144) “Ey iman edenler! Yahudileri ve Hristiyanları dostlar edinmeyin! Onlar birbirinin dostudurlar. Buna rağmen içinizden kim onları dost edinirse, artık şübhesiz o, onlardandır. Muhakkak ki Allah, zalimler topluluğunu hidayete erdirmez.” (Maide, 51) “Ey iman edenler! Sizden önce kendilerine kitab verilenlerden dininizi alaya ve eğlenceye alanları ve kâfirleri dostlar edinmeyin! Eğer (gerçekten) mü’minler iseniz, Allah’tan sakının!” (Maide, 57) “Allah, din hususunda sizinle savaşmayan ve sizi yurtlarınızdan çıkarmayan kimselere iyilik etmekten ve onlara karşı âdil davranmaktan sizi men’ etmez. Şübhesiz ki Allah, adaletli olanları sever. Allah sizi ancak, din hususunda sizinle savaşan, sizi yurtlarınızdan çıkaran ve çıkarılmanıza yardım eden kimselere dostluk etmekten men’ eder! Artık kim onlara dostluk ederse, işte onlar zalimlerin ta kendileridir!” (Mümtehine, 8-9) Kur’an’ı çok okuyup ta sırf siyasi ve maddi menfaatleri uğrunda apaçık bir şekilde Kur’an’a aykırı hareket eden Vehhâbilerin bu vahim durumu, bütün Müslümanlar için ciddi dersler vermelidir. Bu vaziyette onların misali; tatlı suyun içinde yüzerken hayret-engiz bir şekilde susuzluktan ölen kişinin misali gibidir ki okudukları Kur’an maalesef boğazlarından aşağıya inmemiştir. Şiddete Eğilimli Olup Teröre Kaynaklık Etmesi İbni Abdülvehhab, İbn Teymiye’nin eserlerini okumuş, onları beğenmiş, derince incelemiş ve teoriden pratiğe dökmüş ama ondan daha katı bir tutum izlemiştir. Bu katı tutum, bid’atla mücadele ve emr-i bil ma’ruf nehy-i an’il münker kaidelerinin uygulamasında şiddete başvurma şeklinde tezahür etmiştir. Bid’atla mücadele konusunda İslam âlimlerinin cumhuru fitneye sebep olabileceği endişesiyle müsamahalı davranmayı uygun bulurken, bazı Hanbeli gruplar ve bilhassa İbn Teymiye bid’atlara karşı sert bir tutum sergilemişlerdir. Vehhâbilik hareketinin bid’atlarla mücadele konusunda İbn Teymiye’nin katılığını daha da arttırdığı bilinen bir gerçektir. Ancak bid’atla mücadele alanındaki bu katı tutum Müslümanları sünnet çerçevesinde sımsıkı birleştirmek yerine, başka bir aşırılığı netice vermiş ve ateşli bid’atçıların kendi mezheplerine olan taassuplarını körüklemiştir. Görülüyor ki, Vehhâbilik bazı esaslarda seleften, bazı esaslarda Ahmed İbn Hanbel’den, bazılarında İbn Teymiye’den ayrılmış ve ayrıldığı yerlerde de hep ifrat ve taassup cihetini tutmuştur. Vehhâbiler davalarını yaymakta ve adam kazanmakta zorlanmışlar ve bunu başarabilmek için İslam ülkelerinin fakir halinden istifade etmektedirler. Mesela Pakistan’daki öğrencilerin ekseriyetini genellikle kırsal bölgelerden ve fakir muhitlerden toplanan muhtaç çocuklar teşkil etmektedir. İşte bu talebelerin gittiği okulların finans kaynaklarını zengin Suudluların oluşturduğu belirtilmektedir. Kolayca etkilenebilen ve dünyada olup bitenlerden habersiz cahil gençlerin, tevhid, cihad, tekfir, şirk, bid’at vb. gibi konular etrafında yoğunlaşan bir dini eğitime maruz kaldıkları, dolayısıyla bu eğitim kurumlarının terörist gruplar için son derece verimli yerler oldukları söylenebilir. Küresel ölçekte görülen köktenci terörist hareketlerin arkasında Vehhâbiliğin güçlü etkisinden söz edilmektedir. Vehhâbiliğe getirilen en büyük eleştiri: günümüz dünyasında İslam ve terörün beraber anılmasına sebep olacak faaliyetlere imza atan bir zihniyeti netice vermesidir. Vehhâbiliğin Bir Taklid Hareketi Olduğu Vehhâbiler taklidi reddedip ortaya atıldıkları halde bugün fıkıhta Hanbeliliğin, itikatta Selefiliğin himayesine sığınmıştır. Böylelikle Vehhâbilerin taklide karşı takındıkları tavır kendilerine karşı da gösterilerek ciddi bir çelişki içerisinde oldukları ifade edilmiştir. Bu tenkide göre bu hareket bir tecdid değil, bir taklid hareketidir. Zira bu hareket İbn Teymiye’nin taklid edilmesinin sürdürülmesiyle teşekkül etmiştir. Onlara göre ise İbn Teymiye’nin fikirlerinden yararlanmak taklid değil, doğruyu tasdik etmektir. Zaten Vehhâbilerin akidede Mutezile, Cehmiye, Eşariye, Mürcie gibi fırkalara karşı tutumu, İbn Teymiye’nin tutumuyla aynıdır. Dikkat edilirse bu zikredilenler arasında Ehli Sünnet de yer almaktadır. Bu ifadeyle İbn Teymiye ve Vehhâbiler kendi kendilerini Ehl-i Sünnet dışına itmektedirler. Ehl-i Velayet’e ve İslam Âlimlerine Düşmanlık Etmeleri Vehhâbîlerin imamlarından İbn Teymiye ve İbn Kayyimi’l-Cevzî gibi zâtlar, Muhyiddîn-i Arabi (ks) gibi çok evliyâya karşı fazla hücum ederek, onları inkâr ve tekfîr ediyorlar. Hâlbuki kendilerinden önce gelen ve yaklaşık olarak aynı manevi havayla karşılaşan İmam Gazali’de tasavvuf ehlinde bazı yanlış uygulamaları müşahede etmiştir. Lakin o ehl-i tasavvuf ve velayete saldırmamış, sufiliğin içine girerek içeriden tamir ve ıslah etmiştir. İbn Teymiye ve İbn Abdülvehhab ise dışarıdan, yıkıma yönelik bir saldırı hareketi söz konusudur. İşte ehl-i kemal olmakla ehl-i heva olmak arasındaki fark! İbni Abdülvehhab’ın kitaplarında zahidlerin ve velilerin manevi güçlere sahip olduğu inancından bahisle bu inancın türevlerini küfürle itham eden yaklaşımlar mevcuttur. Ona göre, bir mürşide bağlanarak dinî hayatı yaşamak insanı şirke götürebilir. Esasen tasavvuf ve tarikatlar sonradan ortaya çıktığından bid’at sayılan akım ve müesseselerdir. Bilhassa mehdi çıkacağına inanmak, Hızır ve İlyas sağdır demek, bazı tarikatlarda olduğu gibi şeyhe rabıta yapmak ta ona göre açıkça şirktir. Gavsa, Kutuba, Abdalların varlığına, Üçlere, Yedilere, Kırklara inanmak ve ölülerin diriler üzerinde tasarrufunu kabul etmek te şirk kabul edilmiştir. Hâlbuki Ehl-i Sünnet itikadına göre “Evliyanın kerameti haktır.” Bunun hak oluşunun delili Sahabi ve sonraki nesillerden tevatür yoluyla gelen ve inkârı gayri kabil rivayetlerdir. Ayrıca Kuranı Kerim’de Hz. Meryem’e mevsimi olmadığı halde harikulade bir şekilde yiyecek verilmesi ve Hz. Süleyman’ın nediminden zuhur eden, göz açıp kapamadan Belkıs’ın tahtını çok uzak mesafeden getirmesi gibi hadiseler buna delil olarak zikredilir. Bütün bu deliller gösteriyor ki Vehhâbiler batıl itikadlarıyla aslında Kur’an’a aykırı hareket etmişlerdir. Bu nedenle bin yıllık İslam düşünce sisteminin yetiştirdiği ve ümmetin gönlünde yer etmiş meşhur âlimlerin –zanlarınca zayıf bir cihetini nazara verip- tezyif ederek itibarları zedelenmek isteniyor. Zira meşhur bir âlimin kendince bir hatasını tespit ettiğinde, kendisinin ondan daha üstün olduğunu mağrurane hissettirerek egolarını tatmin etmeye çalışmaları, en hafif tabirle bir sefillik ve zavallılıktır. Bununla hedeflenen, günümüzdeki Vehhâbiliğin -sözde Selefi söylemin- İslam dünyasının yegâne kurtuluş reçetesi olduğu fikrini vermeye çalışmaktır. Üstad Bediüzzaman, “Hazreti Ali(ra) ‘Şâh-ı Velâyet’ ünvanını kazandığı ve turuk-u evliyânın ekser-i mutlakı ona rücû’ etmesi cihetinden, hâricîlerde ve şimdi ise hâricîlerin bayrakdârı olan Vehhâbîler’de, Ehl-i Velâyete karşı bir inkâr, bir tezyîf damarı yerleşmiştir.” diyerek meselenin sosyo-psikolojik açıdan temellerini nazara vermektedir. Ehl-i velayetin yaşadığı ruhani halleri tecrübe edemeyen, kalbinde manevi bir intibah hissetmeyen, nazarı mülk âleminden melekût âlemine intikal edemeyenlerin durumunu “aç olan birinin, bütün insanların da kendi gibi aç olduğunu tevehhüm etmesine” benzetir. İslam büyüklerine karşı olan bu “Su-i zan” hastalığını şöylece izah eder: “Evet, insan hüsn-ü zanna memurdur.13 İnsan, herkesi kendisinden üstün bilmelidir. Sû-i zan saikasıyla, kendisinde bulunan sû-i ahlâkı, başkalara teşmil etmemelidir. Ve başkalarının bazı harekâtının hikmetini bilmediğinden takbih etmemelidir. Binaenaleyh, eslâf-ı izamın hikmetini bilmediğimiz bazı hallerini beğenmemek sû-i zandır. Sû-i zan ise, maddî ve manevi hayat-ı ictimaiyeyi zedeler.” SONUÇ Vehhâbi hareketinin en önemli ilkesi “Tevhid” olmasına rağmen neticede İslam birliğini parçalamaktan başka bir şeye hizmet etmemiştir. Siyasi olarak Haricilerin ve fikri olarak İbn Teymiye’nin öncülüğünde İslam bünyesine giren, büyüklere karşı gelme mikrobu, uygun ortamı bulunca yayılmış, dini bahane eden ve kafasına buyruk hareket eden anarşi hastalığının müsebbibi olmuş ve maalesef son zamanlarda İslam’ın terörle bağdaştırılmasına sebebiyet vermiştir. Kendi görüşlerini kabul etmeyenleri Müslüman saymayan tutumlarıyla dışlamacı bir kimliği temsil etmeleri ve dışladıkları insanlara karşı şiddeti ve savaşı mubah sayan dini telakkileri arasında kuvvetli bir ilişki vardır. Bu ilişki sebebiyle olsa gerek bunlardaki kabilevi bağımsızlık anlayışı şekil değiştirerek mezhep taassubuna dönüşmüştür. Cihat ismi verilen askeri operasyonlarda ele geçirilen ganimetlerden askerlere verilmesi, harekete çekicilik kazandırmış ve Vehhâbiliğin yayılmasında en mühim amil olmuştur. Bu vaziyetlerini, İslam’ın ilk dönemlerindeki fetihlere benzeterek, güç ve hâkimiyet hırsı gibi süfli hislerle sadece Müslümanlarla savaşmışlardır. Hâlbuki İslam’ın ilk dönemlerindeki fetihler, sırf Allah rızası için ulvi hislerle ve İslam dinini yaymak gayesiyle gayri müslimlere karşı yapılmıştır. İyi tahlil edildiğinde görülür ki, Vehhâbilerin Necid’de güçlenmeleri ve önemli başarıları daima Osmanlı’nın içine düştüğü gailelerin arkasından gelmiştir. Sonuç olarak, Vehhâbi hareketi Osmanlı devletinin devlet otoritesinin zayıf zamanında çıkmış ve bu otorite zayıflığından yararlanarak gelişmiş ve yayılmıştır. Muhteva olarak usuli ve ilmi tartışmalar yapmaktan ziyade ayet ve hadislerden direk cevapların verilmesi ve ayrıca Fıkıh Usulü ile ilgili herhangi bir eserlerinin olmaması, Vehhâbilik zihniyetinin ne kadar sistemsiz olduğunu göstermektedir. Sistemsiz hareket edenler hangi medeniyeti kurabilirler. Zaten bedevilerin yaşam şartları adına medeni bütün unsurları reddetmişlerdi. Ayrıca her türlü yeniliğe karşı çıkıp bid’atlarla mücadele eden Vehhâbi etkisine rağmen Suudlu işadamları her türlü modern konfor unsurlarının ülkeye sokulmasına neden olmuştur. Son asrın isimsiz dini olan kapitalizmi büyük bir zevkle sonuna kadar yudumlarken, İslam’ın yalın ve sade olan ilk haline dönme ideali, kim bilir hangi çürümüş vicdanın parmaklıkları ardından gözyaşı dökmektedir. Fransız İhtilalinin ortaya attığı hürriyet, eşitlik, milliyet ve istiklal ülküleri ve Batılı devletlerin tahrikleriyle birlikte, Arap milliyetçiliğinin uyandırılması göz ardı edilmemelidir. Bu da milliyetçilik faktörünün bu hareketin içindeki ciddi etkisinin göstermektedir. Batı dünyası hususen İngilizler, İslam dünyasını paramparça ettikten sonra Müslümanların yeniden bir araya gelmelerini engellemek için şöyle bir siyaset takip etmektedirler; Ülkemizde diğer İslam ülkeleri -bilhassa Araplar- aleyhinde menfi milliyetçiliği nazara vererek onların Osmanlıya ihanet ettiklerini, ülkemiz dışındaki memleketlerde ise Türkiye’nin İslam dinini terk ederek küfre girdiğini telkin etmek suretiyle, İslam milletlerini birbirlerinden uzaklaştırmayı amaçladıkları anlaşılmaktadır. Ülkemiz medyasında ve İlahiyat akademiyasında Vehhâbiliğin adı olmasa bile özünün ve düşüncelerinin izlerine sıklıkla rastlanmaktadır. Bilindiği üzere dini akideler, sadece inanç ve iman düzleminde kalmayıp insanın amellerine ve toplumu doğrudan etkileyen eylemlere dönüşebilmektedir. O yüzden gelecekte nelere sebep olacağı tahmin edilemeyecek sözleri hissi ve hamasi bir şekilde sarf etmemek ve hadd-i vasat’ı ihtiyar etmek bir ilim adamına düşen en mühim vazifedir. Bununla birlikte ikinci bir tehlike olarak, son zamanlarda ülkemizde Vehhâbiliği zımnen savunan Ehl-i Sünnet görünümlü kişilerin zuhurudur. Bunları ele veren hususları; İbn Teymiye’yi ön plana çıkarmaları, uzlaşmaz tavırları, sadece kendilerinin doğru olduklarını ima etmeleri, kendilerini çok harbiymiş gibi göstermeye gayret etmeleri, samimiyetsiz, soğuk ve itici tavırları, insanların Allah’tan başkasına ibadet ettiği manasında sözler etmeleri, şirk kelimesini sıklıkla kullanmaları, radikal dini söylemleri, selef kavramından çokça bahsetmeleri, oy kullanmanın günah olduğunu iddia etmeleri, hadisleri rahatlıkla inkâr etmeleri, hadis âlimlerine pervasızca saldırmaları, sadece Ku’ran’ı kaynak göstermeleri, muhataplarını Kur’an İslam’ına davet etmeleri, dini geleneğin (yani sünnetin) bidatlerle dolduğunu iddia etmeleri, Müslümanların uydurulmuş bir din ile yaşadıkları, tasavvuf ehline düşmanca bakmaları, İslam büyüklerine ve İslami geleneğe karşı saygısız davranarak edepsizlik etmeleri şeklinde sıralayabiliriz. Rabbim bu şekilde münafıkâne hareket edenlerin şerlerinden âlem-i İslam’ı ve Müslüman kardeşlerimizi muhafaza etsin. Vehhâbilerin veya benzeri zihniyette olanların, kendilerinden önceki İslam büyüklerine karşı menfi tavırları ve beş yüz seneden beri vefat eden Müslümanların şirk üzere vefat etmiş olduklarını iddia etmeleri, onları sevad-ı azam olan İslam’ın ana gövdesinden koparmış ve maalesef Ehl-i Sünnet ve Cemaat çizgisinin dışına itmiştir. Rabbimizden herkes için niyazımız şudur; “Rabbimiz! Bizden önce gelip îmân cihetiyle bizi geçen kardeşlerimize ve bizlere mağfiret eyle. Kalblerimizde îmân edenlere karşı bir kin bırakma. Rabbimiz! Şüphesiz ki sen, Raûf (çok şefkat eden)sin, Rahîm (çok merhamet eden)sin.” Âmin. Kaynaklar: Ahmed b. Zeyni Dahlan, Dürerüs seniyye fi reddi alel vehhabiye, Kahire, Darü Cevamiü’l-Kelim Ahmet Cevdet Paşa, Kısas-ı Enbiya ve Tevarih-i Hulefa, Bedir Yayınevi Alıcı, Mustafa, Şefaat, DİA Ali el-Carim, Mustafa Emin, Belagatü’l-Vazıha, Risale Bediüzzaman Said Nursi, Barla Lahikası (Osmanlıca Nüsha), Altınbaşak Neşriyat Bediüzzaman Said Nursi, el-Mesnev’il Arabiyy’in Nuri (Arapça Nüsha), Altınbaşak Neşriyat Bediüzzaman Said Nursi, Mektubat Mecmuası 1 (Osmanlıca Nüsha), Altınbaşak Neşriyat Bediüzzaman Said Nursi, Mesnevi Nuriye (Osmanlıca Nüsha), Altınbaşak Neşriyat Bediüzzaman Said Nursi, Sözler Mecmuası (Osmanlıca Nüsha), Altınbaşak Neşriyat Bekir Altun, Selefîlik-Vehhabîlik ve Türkiye’deki Faaliyetleri, İstanbul, Y. Lisans Tezi Bilgin, Vejdi, Bizi Kuşatan Toplum, Düşünce Yayınları Bodur, Hüsnü Ezber, Dini İhya Hareketi Olarak Vehhabiliğin Doğuşu, Doktora Tezi Bodur, Hüsnü Ezber, Vahhabi Hareketi ve Küresel Terör, KSÜ İlahiyat Fakültesi Dergisi, 2003 Bulut, Halil İbrahim, İslam Mezhepleri Tarihi, Ankara, Ankara Okulu Yay., 2013 Büyükkara, Mehmet Ali, Suudi Arabistan ve Vehhabilik, İstanbul, Rağbet Yayınları, 2004 Cesur, Kerime, Vehhabi Hareketinin Ortaya Çıkışı ve Fıkıh Düşüncesinin Oluşumu, Doktora Tezi Çağrıcı, Mustafa, Emri bi’l-Ma’ruf Nehyi ani’l-Münker, DİA Ecer, Ahmet Vehbi, Tarihte Vehhabi Hareketi ve Etkileri, Ankara, ASAM, 2001 Eyüp Sabri Paşa, Tarih-i Vehhabiyan, İstanbul, Bedir Yayınevi, 1992 Güner, Selda, Osmanlı Arabistanında Kıyam ve Tenkil Vehhabi – Suudiler, İstanbul, TTV, 2013 İmam Yıldız, Hakkı Dursun (Redaktör), Büyük İslam Tarihi, Çağ Yayınları İmam-ı Azam Ebu Hanife, İmam-ı Azam Ebu Hanife ve Eserleri, trc. Abdülvahap Öztürk İzmirli İsmail Hakkı, Yeni İlmi Kelam Kurşun, Zekeriya, Vehhabi Hareketi ve Suud Devletinin Ortaya Çıkışı, Ankara, Türk Tarih Kurumu, 1998 Muhammed Ebu Zehra, Mezhepler Tarihi, İstanbul, Anka Yay Özalp, Ömer Hakan, Yeşilzâde Mehmed Sâlih Efendi, DİA Sadeddin Taftazani, Şerhul Akaid Seyyid Şerif Cürcani, Terimler Sözlüğü, trc. Arif Erkan, İstanbul, Bahar Yayınları, 1997 Soyyiğit, Osman Zeki, Muhkem’üs Siyağa fi İlmi Belağa, Siyer Yayınları Sönmez, Mustafa, İhyacılığın Doğuşu ve Bazı Önemli Temsilcileri, Ekev Akademi Dergisi Şehristani, Milel ve Nihal, Çev. Mustafa Öz, İstanbul, Litera Yay., 2008 Şeker, Fatih M., Vehhâbiliğin Osmanlı Mütefekkirleri Üzerindeki Akisleri, Uluslararası Sos. Arş. Der., 2012 Şeker, Fatih Mehmet, Hüseyin Kazım Kadriye Göre Vehhabilik, İstanbul, Y. Lisans Tezi Waardenburg, Jacques, Protestanlık, Dia Yaran, Rahmi, Bid’at, DİA Yavuz, Yusuf Şevki, Ehl-i Bid’at, DİA Yavuz, Yusuf Şevki, İslam’da Şefaat, DİA Yörükan, Yusuf Ziya, Vahhabilik, Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, 1953 1- “Zalim Allah’ın kılıcıdır. Onunla intikam alır, sonra döner zalimden de intikam alır.” (Bu manayı teyid eden bir hadis için bkz. Keşf’ül Hafa c.2 s.49) 2- Hemen geçme! Misaldeki işaretleri takip et…3- Yeri gelmişken köle ile esir arasında şöyle bir mana farkı nazara alınabilir; Kölede hür irade yoktur. Yani kendi iradesini efendisinin iradesine terk etmiştir. Efendisinin emirlerini isteyerek yerine getirir. Esir ise cebir altındaki hür iradeye tekabül eder. Yani hisleri bir nebze intibaha gelmiş ve artık efendisinin aksine hür iradesiyle başka şeyleri isteyebilmiştir. Ama imkânlar elvermediği için istemeyerek de olsa efendisinin emri altında hizmetine devam etmektedir. Fırsatını bulsa firar etmek ister ama nereye? Bir esaretten, başka bir esarete! Burada bir meseleye daha açıklık getirmekte fayda var. Tasavvufi gelenekte nefsi terbiye etmek için kişinin iradesini Allah’ın iradesine terk etmesi tavsiye edilir. Yani müridden bir nevi köle olması istenir. Mesela; Abdülkadir-i Geylani’nin Fütühu’l-Gayb isimli eserindeki böyle bir nasihati, İbn Teymiye gibi mecaz ve teşbihteki mananın inceliklerine nüfuz edemeyen sathi nazarlar tenkid etmişlerdir. Hâlbuki burada “irademizi Allah’ın iradesine bırakmakla” kastedilen şey; Rabbimizin emir ve yasaklarına uyarak hakiki kul olmaktır. Aksi halde serkeş nefsimizin kulu, kölesi oluruz. İşte bize iki seçenek: Âlemlerin Rabbi’nin şerefli bir kölesi mi? Yoksa süfli nesfin sefil kölesi mi olmak isteriz? Elbette ki aklı başında olan her mütevazı Müslüman, en üstün ve şerefli kölelik olan kulluğu tercih edecektir. 4- “Ey îmân edenler! Zannın çoğundan sakının! Şübhesiz ki zannın bazısı günahtır.” (Hucurat 12) 5- “Zalim Allah’ın kılıcıdır. Onunla intikam alır, sonra döner zalimden de intikam alır.” (Bu manayı teyid eden bir hadis için bkz. Keşf’ül Hafa c.2, s.49) 6- Dikkat edin! Hâlis din, ancak Allah’ındır. Ondan başkasını dostlar edinenler ise: “(Biz) onlara, sâdece bizi Allah’a (daha fazla)yakınlaştırsınlar diye tapıyoruz” (derler). Şübhesiz ki Allah, ihtilâfa düşmekte oldukları şeyler hakkında aralarında hüküm verecektir. Doğrusu Allah, yalancı ve azılı kâfir olan kimseyi hidâyete erdirmez. (Zümer, 3) 7- “Kıyamet günü oruç ve Kur’an kul için şefaat edeceklerdir. Oruç “Ya Rab! Ben bu adamın yemek yemesine ve isteklerini yerine getirmesine engel oldum. Ne olur beni onun hakkında şefaatçi yap.” diyecektir. Kur’an da “Ben bu adamın geceleri uyumasına mani oldum. Ne olur beni onun hakkında şefaatçi kabul et.” diyecektir. Böylece ikisi de o adam hakkında şefaat edeceklerdir.” Taberanî’nin “el-Kebîr”deki bu rivayeti sahihtir. (Buhari, "Tevhid", 24: Müslim, "İman", 47,302: Zevaid, 3,181) 8- Arşı taşıyan ve etrâfında bulunan (melek)ler, Rablerine hamd ile tesbîh ederler ve O’na îmân ederler ve îmân edenler için mağfiret dilerler. (Şöyle derler:) “Rabbimiz! (Sen) herşeyi rahmet ve ilim cihetiyle kuşatmışsındır; artık tevbe edip senin yoluna uyanlara mağfiret eyle ve onları Cehennem azâbından koru!” (Mü’min, 7) 9- (Ey Resûlüm!) Gerçekten o senden izin isteyenler var ya, işte onlar, Allah’a ve Resûlüne îmân edenlerdir. Öyle ise bazı işleri için senden izin istediklerinde, artık içlerinden dilediğine izin ver ve kendileri için Allah’dan mağfiret dile! Şübhesiz ki Allah, Gafûrdur, Rahîmdir.(Nur, 62) 10- Ey îmân edenler! Allah’tan sakının! O’na (yaklaşmaya) vesîle arayın ve yolunda cihâd edin ki kurtuluşa eresiniz. (Mâide, 35) 11- (Ey Resulüm!) İşte gerçekten şunu bil ki, Allah’tan başka ilâh yoktur! Hem kendi günahın için, hem de mü’min erkeklerle mü’min kadınlar için (Allah’dan) mağfiret dile! Allah, (dünyada) gezip dolaştığınız yeri de, (âhirette) kalacağınız yeri de bilir. (Muhammed 19) 12- Onlardan (Muhâcirlerle Ensâr’dan) sonra gelenler ise derler ki: “Rabbimiz! Bize ve îmân (ciheti) ile bizi geçmiş olan kardeşlerimize mağfiret eyle! Kalblerimizde îmân edenlere karşı bir kin bırakma! Rabbimiz! Şüphesiz ki sen, Raûfsun, Rahîmsin!” (Haşr 10) 13- “Ey îmân edenler! Zannın çoğundan sakının! Şübhesiz ki zannın bazısı günahtır.” (Hucurat, 12)

Şurasını iyi biliyoruz ki bu dünya bir imtihan meydanıdır. Ve yine biliyoruz ki hayırlı işlerin muzır manileri olur ve olacaktır. Burada önemli olan ihlas üzere kalabilmektir ki bunda da her an tehlike vardır. Yani Müslüman her an teyakkuzda olmalıdır. Havf ve reca ortasında. Rabbine tam teslim olarak… Aynı zamanda basiret sahibi de olmalıdır. Müracaat noktası Rabbi olarak fayda ve zararı, iyi ve kötüyü, hayr ve şerri fark edecek maddi-manevi donanıma sahip olmaya çalışmalıdır. Nitekim tarih boyunca başımıza ne geldiyse düşmandan çok, dost bildiklerimizden; koyun postu giymiş canavarlardan gelmiştir. Buna tedbir de her gün namazlarımızda ve çeşitli vesilelerle okuduğumuz Fatiha Suresinde verilmiştir bizlere: “Bizi dosdoğru yola hidayet eyle! Kendilerine nimet verdiğin kimselerin yoluna; gazap edilmiş olanların ve dalâlete düşenlerin (yoluna) değil! (Âmin!)” (Fatiha, 6-7) Ve yine Efendimiz (sav)’in lisanıyla ve öğretmesiyle Rabbimizden niyazımız şu olmuştur: “Allah’ım bize Hakk’ı hak olarak göster ve bizi Hakk’a tabi olmakla rızıklandır. Allah’ım bize batılı batıl olarak göster ve bizi batıldan içtinap etmekle rızıklandır!” *** Her ay farklı ve önemli konuları gündeme taşıyan dergimiz, bu ay da İslam’a ciddi zararlar veren bir mevzuu ele almıştır: Vehhabilik. “Vehhâbi hareketinin en önemli ilkesi –güya- ‘Tevhid’ olmasına rağmen maalesef neticede İslam birliğini parçalamaktan başka bir şeye hizmet etmemiştir. Siyasi olarak Haricilerin ve fikir olarak İbn Teymiye’nin öncülüğünde İslam bünyesine giren, büyüklere karşı gelme mikrobu, uygun ortamı bulunca yayılmış, dini bahane eden ve kafasına buyruk hareket eden anarşi hastalığının müsebbibi olmuş ve maalesef son zamanlarda İslam’ın terörle bağdaştırılmasına sebebiyet vermiştir.” Bu tarz yaklaşımlar aslı gizleyip din düşmanlarına yanlış fotoğraflar vermiştir. Bunun üzerinden de İslam’a ve Müslümanlara operasyonlar yapılmaktadır. İşin en sıkıntılı taraflarından birisi de gerek medyada gerekse İlahiyat camiasında veyahut Hoca kisvesi altında bu düşüncelerin topluma servis edilmesidir. Bilinçli ve veya şuursuzca bu tür fikirlere ve ileride doğuracağı zararlara çanak tutulmasıdır. Özellikle gençler üzerinde karşılık bulan bu yanlış propagandalar, milleti ve ümmeti yaralamakta ve tedbir alınmazsa onulmaz yaralar açmakta ve açmaya devam etmektedir. Konuya ehemmiyetine binaen tekrar dikkat çekmek ve katkıda bulunmak niyetiyle kapağa taşıdığımız mevzuun tesirini Allah’tan dileyerek sizleri dergiyle baş başa bırakıyoruz. Bu ayda iklimine dâhil olacağımız Ramazan-ı Şerifinizi tebrik eder, bütün ümmet hakkında hayırlara vesile olmasını Rabbimizde niyaz ederiz. “Rabbimiz! Bizi hidayete erdirdikten sonra kalplerimizi (haktan) eğriltme! Ve bize, tarafından bir rahmet ihsan eyle! Şübhesiz ki Vehhâb (çok ihsan edici) olan, ancak sensin!” (Âl-i İmran, 3)

Mehmed Emîn Tokadî Hazretleri (ks) 1664 senesinde Tokat’da dünyaya gelmiştir. Gençlik dönemini Tokat’da geçiren Hazret, 1698 senesinde İstanbul’a gidip, Zeyrek’teki Pîrî Paşa Medresesi’ne yerleşti. Burada kaldığı yıllarda Şeyhülislâm Mirzazâde Şeyh Mehmed Efendi’den dinî ilimleri okudu. Yedikuleli Hâşimîzâde Seyyid Abdullah Efendi’den sülüs ve nesih yazılarını meşkederek icâzet aldı. Ta‘lik ve diğer hat çeşitlerinde de üstâddı. Rûznâmçe-i evvel kesedârı Ali Efendi’nin oğluna ders vermeye başlayınca bazı devlet ricâlinin dikkatini çekti ve reîsülküttâb kalemi kâtipliğine tayin edildi. Kesedâr Ali Efendi 1702’de Edirne’de görevlendirildiğinde oğluna ders vermesi için onu da beraberinde götürdü. Ancak birkaç ay sonra Ali Efendi’nin oğlu vefat edip kendisi boşta kalınca Kadirî Dergâhı şeyhi Mehmed Efendi ona Hacc’a gitmesini tavsiye etti. Mekke’de bulunan Nakşibendî-Müceddidî şeyhi Ahmed Yekdest-i Cüryânî Hazretlerine intisâb ederek, üç yıl yanında kaldı. Kımıl Mehmed Bey’in Kudüs valiliği sırasında kâtip olarak onun yanında bulundu. Kımıl Mehmed Bey’in görevi dolayısıyla Mekke’ye gittiklerinde Medine’ye uğrayıp şeyhinin daha önce bildirdiği üzere halifelerinden Abdürrahîm-i Buhârî ile buluşup kendisinden Nakşibendî-Müceddidî hilâfeti aldı. Dârüssaâde Ağası Hacı Beşir Ağa ile bu sırada tanışıp dostluk kurdu. Bir süre Eyüb Sultan Türbesi’nde türbedarlık yaptı. İrşad faaliyetini uzun yıllar bir tekke şeyhi olmadan sürdürdü. Şeyhülislâm Mustafa Efendi, 1743’de Ayvansaray’daki Emîr Buhârî Tekkesi’nin şeyhi ve Tokadî’nin pîrdaşı olan Kırımlı Ahmed Efendi vefat edince bu tekkenin şeyhliğini ona teklif etti. Bu teklifi tekkede ikamet etmemek şartıyla kabul eden Tokadî Hazretleri, iki yıl kadar tekke şeyhliği yaptıktan sonra 12 Eylül 1745 tarihinde vefat etti ve Zeyrek’te Pîrî Paşa (Soğukkuyu) Camii Kabristanı’na defnedildi. Berât Gecesi’nin Ehemmiyeti Şaban ayının 15. Gecesi, Berât Gecesidir. Bir Berât Gecesinde, Hz. Âişe (ra) Peygamber Efendimizi (asm) yanında göremeyince dışarı çıkıp aramaya başlar. Onu Bakî’ mezarlığında başını gökyüzüne kaldırmış bir vaziyette bulur. Allah’ın rahmetinin Berât Gecesinde ne kadar geniş olduğunu anlatmak için Rasûlullah (asm), Hz. Âişe’ye (ra): “Şaban ayının yarısına denk gelen bu gece Allah dünya semâsına iner (rahmetiyle tecellî eder) ve kelb kabilesinin koyunlarının kıllarından daha çok sayıda günahları bağışlar” buyurmuşlardır. (Tirmizî, Savm, 39; İbn-i Mace, İkâmet, 191) Kur’ân Hizmetinin Bereketi Bedîüzzaman Hazretleri Kastamonu’da iken yaşanan bir bereket vakasını talebeleri şöyle anlatmaktadırlar: “Üstâdımızın bir okka (1,2 kg) peyniri vardı. Ekser günlerde o peynirden hoşuna gittiği için bir-iki defa yiyordu ve bize de veriyordu. Hem yemeksiz olduğu ekser vakitlerde ondan yediği halde altı ay kadar devam ettiğini ve hâlen de yüz dirhem (320 gr) kadar o peynirden bulunduğunu görüp yakînen tasdik ediyoruz. Fakat bu hâdise-i bereketin ifşasından sonra, evvelce görünmeyen dibi, görünmeye başladı. Noksaniyetini gösterdi. Evet, bereket hususunda şâyân-ı hayret bir hâdisedir. Hem, yarım kilo tereyağı ekser günlerde fazlaca sarf olunduğu hâlde, elli güne yakın devamıyla anladık ki, şüphesiz bir bereket içine girmiş.” (Bedîüzzaman Said Nursî ve Hayru’l-Halefi Ahmed Hüsrev Altınbaşak, 2. Cild, Sayfa 598) 12 Mayıs 1238 Endülüs’te Hüküm SürenSon İslâm HanedanıNasrîler Kuruldu Endülüs’deki Müslüman hanedanlardan Muvahhidler’in 1212’deki İkâb yenilgisinin ardından Endülüs’teki çok sayıda şehir düşmüş ve Müslümanların elinde kalanlarda otorite boşluğu ortaya çıkmıştı. Bu sırada bazı liderler bulundukları merkezlerde kendi başlarına hareket etmeye başlamışlardı. Onlardan, Hazrec kabilesinin reisi Sa‘d bin Ubâde’nin neslinden geldiği söylenen ve İbnü’l-Ahmer diye tanınan Muhammed bin Yûsuf, bir süre İbn-i Hûd’a tâbi olduktan sonra onun 1238’de öldürülmesinden yararlanarak ele geçirdiği Gırnata’da (Granada) “Emîrü’l-Müslimîn” unvanı ve Gâlib-Billâh lakabıyla biat alıp Nasrîler hânedanını kurdu (26 Ramazan 635 / 12 Mayıs 1238). 250 yıldan fazla hüküm süren Nasrîler Devleti, kurucusu İbnü’l-Ahmer’e nisbetle Benî Ahmer ve başşehrine nisbetle Gırnata Sultanlığı veya Gırnata Emirliği olarak da adlandırılır. 21 Mayıs 1852 Dârülmuallimîn Nizâmnâmesi Yürürlüğe Girdi Osmanlılarda öğretmen yetiştirmek için okul açma fikrinin ortaya çıkması Tanzimat dönemine rastlar. Ancak daha önceki devirlerde de “müderris” denen hocaların medreselerden yetiştiği, bunun yanında Fâtih Sultan Mehmed zamanında (1451-1481) sıbyan mekteplerine öğretmen yetiştirmek için özel bir program uygulandığı, Ayasofya ve Eyüp medreselerinde uygulanan bu programda âdâb-ı mübâhase ve usûl-i tedrîs gibi pedagojik formasyon derslerinin bulunmasına özen gösterildiği bilinmektedir. Tanzimat’ın ilânından sonra Sultan 2. Mahmud devrinin (1808-1839) son zamanlarında açılan rüşdiye mekteplerine öğretmen yetiştirmek amacıyla 16 Mart 1848’de İstanbul’un Fatih semtinde Dârülmuallimîn adıyla bir öğretmen okulu açıldı. Üç yıllık olan bu okulun ilk müdürü Ahmed Cevdet (Paşa) idi. Cevdet Paşa tarafından hazırlanan ilk Dârülmuallimîn Nizamnâmesi de 21 Mayıs 1852 tarihinde yürürlüğe girdi. 31 Mayıs 1916 Fahreddin Paşa Medine’ye Ulaştı İngilizlerle anlaşan Mekke Şerifi Hüseyin’in isyana hazırlandığı haberinin alınması üzerine Fahreddin Paşa Dördüncü Ordu kumandanı Cemal Paşa tarafından Medine’ye gönderildi (28 Mayıs 1916). Fahreddin Paşa 31 Mayıs’ta Medine’ye ulaştı ve Şerif Hüseyin’in birkaç gün içinde isyan edeceğini Cemal Paşa’ya bildirdi. Şerif Hüseyin ve dört oğlu, 3 Haziran 1916’da Medine çevresindeki demiryolunu ve telgraf hatlarını tahrip ederek isyanı başlattılar. 5-6 Haziran gecesi Medine karakollarına saldırdılarsa da Fahreddin Paşa’nın aldığı tedbirler sayesinde geri püskürtüldüler. İki buçuk seneden fazla bir müddet her türlü zorluğa rağmen isyancılara karşı Medine’yi müdafaa eden Fahreddin Paşa, Mondros Mütarekesinden sonra da 72 gün direnmiştir. 13 Ocak 1919’da isyancılar Medine’ye girerken bile, Fahreddin Paşa Medine’den ayrılmak istemiyordu.

Varlıklarda görülen yaratılışların, tabiatların yani fıtratların bir kısmı olaylar karşısında birdenbire gelişiyor ve parlıyor. Cevheri ortaya çıkıyor. Bu tarz yaratılışa sahip olan varlıklar âdeta kibritin yanması gibi istidat ve kabiliyetleri bir anda gelişim gösteriyor. Buradan anlaşılıyor ki kendisine uygun zaman ve zemini bulan tabiatlar bir anda ilerleme kaydediyor. Diğer tabiatların bir kısmı ise zaman içinde gelişiyor. Yani tedrîcîdir, şey’en şey’en yavaş yavaş bu kısım tabiatlar kalkıyor ve uyanıyor. Bunlar için zamana ihtiyaç oluyor. Sabır gösteren muvaffak oluyor. Tabîat-ı insanî ise hem birdenbire hem de zaman içinde gelişim gösteren tabiatların ikisine de benziyor. İnsanın ruhunda bulunan bir kısım kabiliyetler, bir anda gelişim gösterirken diğer bir kısmı da süreç içinde gelişiyor. İnsan tabiatının gelişimi bir kısım şartlara yani Şerâite bakıyor. Ona göre değişir, bazen tedrîcî gider, zamana ihtiyaç duyuyor. Şartlar önem arz ediyor. Zemin etkili oluyor. Mekânın katkısı oluyor. Bazen dahi oluyor insandaki kabiliyetlerin bir kısmı kendisine uygun zaman, zemin ve mecrayı bulduğu takdirde bir anda gelişiyor. Bu kabiliyetler barut gibi bir anda ateş alıyor. Zulmânî yani insan ruhunun derinliklerinde bulunan veya gaflet karanlıklarında gizlenen bir kısım kabiliyetler, birdenbire fışkırıyor, etrafını aydınlatan nûrânî bir nar olur. Hz. Muhammed’den (sav) önce cehalet karanlıklarında kalan insanların paslanmış ve kirlenmiş tabiatları İslamiyet sayesinde birdenbire parladı. Yeryüzüne nur saçtı. Nurlanmış bu tabiatlar insanlık dünyasının birer rehberi oldu. İnsanların hayat yolunu aydınlatan birer kandil oldu. İnsanlara hayat yolunda birer kılavuz oldu. Kötü ortam ve şartların örttüğü kabiliyetler İslamiyet sayesinde insanlığın ışığı oldu. Bazı zaman olur ki bir bakış, bir görüş bir iltifat, bir dokunuş, bir nazar, fahmı kömürü elmas ediyor. Zira sohbette muhatapların birbirinin duygularından etkilenmesi oluyor. Bedenlerin yakınlığı gönüllerin yakınlığını getiriyor. Sözdeki samimiyet birbirini etkiliyor. Muhatapların lisan-ı haliyle boyalanma oluyor. Bazı zaman olur ki bir temas, taşı iksîr ediyor. Hz. Muhammed’in (sav) bir bakışı yani bir nazar-ı peygamber (asm) birden bire kalb eder değiştirir kaba, merhametsiz ve mutaassıp bir bedevî câhili, medenî, âdil, merhametli, fazilet sahibi, hürriyet aşığı bir ârif-i münevvere. Çünkü Hz. Peygamber, peygamberlik sıfatıyla, Allah namına insanlara bakar, değer verir, onları muhatap alır. Peygamberlik makamından ders verir. Paslanmış tabiatları yüce Allah’tan aldığı ilahi cila ile parlatır. Eğer bu davaya bir ölçü, örnek, mîzân istersen, İslâm’dan evvel Ömer’in durumuyla, İslâm’dan sonra yani Müslüman olduktan sonra Hz. Ömer’e bakmak yeterlidir. Cehalet karanlıklarında olan Ömer, İslamiyet sayesinde adalet tarihinin vaz geçilmez bir rehberi oldu. İnsanlardaki bu iki durumun yani İslam öncesi ve sonrası birbiriyle kıyâsı yapıldığında bir çekirdek ve bir şecere, ağaca benzemektedir. Çekirdek gibi olan insanların tabiatlarında görülen bu hızlı inkılab bir anda yani Def‘aten verdi meyve, semer. İnsanlık tarihinde bir mucize olarak görülen bu değişim Hz. Peygamber’in (sav) ilahî vahyin prensipleriyle olan bakışı yani o nazar-ı Ahmedî (asm) ve onun gayreti o himmet-i Peygamber (asm) sayesinde gerçekleşti. Hz. Peygamber (sav), Arap yarım adasında yani Cezîretü’l-Arab’da, cehalet ile kömürleşmiş fahmolmuş tabiatları fıtratları kalb etti değiştirdi. O kirlenmiş ve kömürleşmiş olan tabiatları elmaslara, birdenbire İslamiyet sayesinde döndürdü. Bu inkılabı gerçekleştirirken de herhangi bir zor kullanmadı. Korkutarak veya hile ile yapmadı. Herhangi bir güce dayanarak gerçekleştirmedi. O, insanların akıllarına hitap etti. Davasını delilleriyle ispat etti. Kuru bir iddia ile ortaya çıkmadı. Bunun karşısında insanlar da Hz. Peygamberi akıllarının muallimi, gönüllerinin rehberi ve ruhlarının sevgilisi olarak onu bağırlarına bastı. Bunun sonucunda insanlar hem düşünce hem de yaşam açısından baştanbaşa serâser değişti. Diri diri kız çocuklarını gömerken yürekleri sızlamayan o bedevîler, Müslüman olduktan sora karıncayı incitmez hale geldi. Zayıf olan birinin elinden zorbalıkla ekmeğini alan o insanlar, İslamiyet’ten sonra komşusu aç iken yatamaz duruma geldi. Barut gibi küçük bir ateş bekleyen Arap yarımadası insanlarının paslanmış ahlâkını Hz. Muhammed (sav) parlattırdı, Bu manevi ilahî ciladan sonra o insanlar oldular her birisi güneş gibi birer nûr-u münevver. Kendilerinden sonra gelen ümmete hatta insanlık âlemine birer fener oldular. Yollarını şaşırdıklarında onlara yol gösteren birer yıldız haline geldiler. İnsanlığın yüz akı oldular. İslamiyet’in temelini oluşturdular.