125. Sayı: "Sultan Abdülhamid Han ve Bediüzzaman Hazretleri"Bu Sayıyı Satın Al
Konu resmiDünya, Ahiret Âleminden Bir Menzil mi Olacak?
İtikad

“Bahr-i muhit-i kainatda, bir senede yirmi beş bin senelik uzun bir seyahate alışan kürre-i arz, ahalisini alır, gider, mahşer meydanına boşaltır. Hem her otuz üç metrede bir derece-i hararet tezayüd ettiği delaletiyle, merkez-i arzda bulunan cehennem ateşinin Hadisçe beyan olunan derece-i hararetine muvafık iki yüz bin derece-i harareti taşıyan ve Hadisin rivayatına göre, dünyada ve berzahta büyük cehennemin bazı vazifelerini gören ateşini cehenneme döker. Sonra emr-i İlahi ile daha güzel ve baki bir surete tebeddül eder. Ahiret âleminden bir menzil olur.” (Mektubat Mecmuası - 1, Sayfa 12) Dünyanın yaratılışı üzerinden ne kadar bir zaman geçtiğine dair, bilim adamları bazı süreler verseler de kesin olan bir şey var ki; o da dünyanın önce bir ateş topu olduğu ve zamanla soğuyarak dış kabuğunun oluş­tuğu ancak içinin hala sıcak ol­duğudur. Hiçbir ilmi araştırma yapılmasa bile, sadece patlayan ve içinden lav püskürten ya­nar­dağlara baktığımızda bile bu du­rumu kolaylıkla anlayabil­mek­teyiz. Dünya yüzeyinden iç kısımlarına doğru inildikçe her otuz üç metrede, sıcaklık bir derece artmakta ve dünyanın merkezindeki sıcaklık binlerce dereceyi bulmaktadır. Dünyanın kabuğunun üzerinde denizler, ormanlar, mamur şe­hir­ler varken, dünyanın içi hiç­bir canlının yaşayamayacağı dere­cede sıcaktır. Bu durum, bize ahiretin küçük bir numunesi­nin dünyada -gözümüzün önün­de- mevcut olduğunun da bir de­lili olmaktadır. Cennette va’d edi­len nimetlerin gölgeleri ve nu­muneleri yer kabuğunun üs­tün­deyken; cehennemin kü­çük bir numunesi -belki to­hu­mu hükmünde- olan mag­ma tabakası, yerin altında dün­ya­nın merkezindedir. Bu se­bep­le aslında dünyada, cennet ve cehennemin birer küçük örne­ğini, numunesini ve gölgesini görmekteyiz. Ta hakikilerinin varlığına; gören gözler için, his­seden kalpler için ve düşünen ve akleden kafalar için birer delil olsun. Geçmiş zamanda ahlaksızlığı ile meşhur İtalya’nın Pompei şeh­­­ri­nin Vezüv Yanardağı’nın pat­­laması ile yerle bir olması ve insanlarının ahlaksızlıkları üze­­­re helak olduklarına dair ri­va­yet­ler, büyük cehennemin ba­zı va­zifelerinin dünyadaki kü­çük ce­hennem tarafından gö­rül­düğünün delilleri arasında yer almaktadır. Yine 14 Nisan 2010’da İzlanda’da patlayan Eyjafjallajökull Yanardağı, Ku­zey Avrupa’da günlerce uçak sefer­lerinin yapılamamasına sebep olmuştur. Ahirete nisbetle dünya, Cenab-ı Hakk’ın yanında sinek kanadı kadar dahi değer taşımaz. Fakat bu hal, geçiciliği ve günahlara sevk eden yönü itibariyledir. Yoksa Cenab-ı Hakk’ın isim ve sıfatlarının tecellilerini üzerinde taşıması ve göstermesi cihetiyle bizim için gayet kıymetdar ve önemlidir. Aynı zamanda dünya mevcud haliyle, hem kıyametin, hem öldükten sonra tekrar dirileceğimizin ve hem de cennet ve cehennemin varlığının bir delili olduğu cihetle de bizim için kıymetdardır. Bu iyi ve hayır cihetleri sebebiyle ve ahiretin tarlası olması hasebiyle, kıyamette parçalanıp dağılması ve hakikat noktasında olmasa da zahirde yok olması, elbette ki bizlere hüzün verecektir. Ancak Risale-i Nur Külliyatından Mek­tubat Mecmuasında geçen şu izahat dünyanın parçalanıp yok olmayacağını, daha güzel bir surete dönüşüp ahiret âleminde bir menzil olacağını bizlere gösteriyor: “Bahr-i muhit-i kâinatta, bir se­nede yirmi beş bin senelik uzun bir seyahate alışan küre-i arz, ahalisini alır, gider, mahşer mey­danına boşaltır. Hem her otuz üç metrede bir derece-i hararet tezayüd ettiği delaletiyle, merkez-i arzda bulunan cehennem ateşi­nin Hadisçe beyan olunan de­rece-i hararetine muvafık iki yüz bin derece-i harareti taşıyan ve Hadisin rivayatına göre, dünyada ve berzahta büyük cehennemin bazı vazifelerini gören ateşini ce­henneme döker. Sonra emr-i İlahi ile daha güzel ve baki bir surete tebeddül eder. Ahiret âleminden bir menzil olur.” İçindeki ateşi cehenneme dö­ke­­cek olan dünya, Cenab-ı Hakk’ın izniyle daha güzel ve dai­mi bir şekle dönüşüp, tabir-i caizse ahirette bir konaklama yeri olacak. Belki de cennet ehline bir ziyaretgâh olacak. Hayatımızı geçirdiğimiz, acı-tatlı birçok hatıralarımızın ol­du­ğu ve en önemlisi de başta Mescid-i Haram ve Mescid-i Nebevi olmak üzere Din-i İslam’ın mübarek mekânlarına ev sahipliği yapan dünyayı bir konaklama yeri, bir ziyaretgâh gibi ahirette de görmek istemez miyiz? Elbette ki, cennet ehli, Hz. Âdem’den (as) kıyamete kadar gerçekleşmiş ve gerçekleşecek olan iman-küfür mücadelesine sahne olan mekânları tekrar gör­mek ister. Helal dairesinde­ki hatıraları yâd etmek, dünyevi ve zararsız bir lezzet olduğu cihetle, bunun çok daha güzeli ve mükemmeli, diğer bütün nimetlerde olduğu gibi cennette ehl-i imana nasib olabilir.

Arif Emre GÜNDÜZ 01 Nisan
Konu resmiKıyamet (Kamame) Kilisesi
İtikad

Evliya Çelebi’nin deyimiyle Kamame Kilisesi. Hristiyan Mezheplerin, basamak ve camlarının temizliği, dini ayinleri yerine getirme vecibesi, gerekli bakım ve onarımını yapmak için mekânın kutsallığından dolayı rekabet ederken birbirlerinin kanını döktüğü yer. Hz. İsa son akşam yemeğini Zey­tin Dağı’nda yer ve ellerini semaya açar; “Ya Rabbi beni o peygambere (Hz Muham­med’e) ümmet eyle” diye niya­zda bulunur. Sonrasında, hepimizin bildiği, göğe yükselme hadisesi. Peki, kendisini ihbar eden havarisi Yahuda’ya ne olur? Cenab-ı Hakk'ın kendisine Hz. İsa suretini vermesi üzerine, Ro­ma İmparatorluğu'nun Ya­hu­di’ye eyaletinin valisi Pontius Pilatus'un emri ile yakalanır. Ve Hıristiyan Âlemi’nin Via Do­lorosa (Elem Yolu) dediği yoldan çarmıha gerilmiş vaziyet­te taşlanarak, bugünkü Kıyamet Kilisesi’nin olduğu yere götürülerek öldürülür. İlerleyen yıllarda Hristiyanlığı kabul eden Roma İmparatorluğu kutsal mekânlara sahip çıkmaya başlar. Roma İmparatoru Constantine'in annesi Helen, Kudüs’ü ziyareti esnasında buraya büyük bir Kilise yaptırır. Hıristiyanlar için önemli tarafı,  Hz. İsa’nın yeniden bu mekanda dirileceğinden bahisle, burası Hristiyan Âlemi’nin kutsal Hac noktalarından biridir. Kısa bir tarihi geçmişinden sonra bize, yani İslam Âlemi’ne taalluk eden meselesine bakalım. Evliya Çelebi’nin deyimiyle Ka­mame Kilisesi. Hristiyan Mez­heplerin, basamak ve camları­nın temizliği, dini ayinleri ye­rine getirme vecibesi, gerekli ba­kım ve onarımını yapmak için mekânın kutsallığından do­layı rekabet ederken birbirlerinin kanını döktüğü yer. Yıllarca kilisenin bakım ve ona­rımı konusunda kan akar durur. Tarih 1852’yi gösterdiği zaman onlarca kişinin ölümüyle sonuçlanan bir katliam yaşanır. Bu durum hızlı bir şekilde merkeze, yani İstanbul’a ulaştırılır. Akan kanın durması için problemin çözümü, Sultan Abdülmecit Han’ın yayınladığı ferman sonucunda gerçekleşir. Aynı fermana 1967’de bir madde eklenerek uygulama devam eder. Hatta günümüzde de hala geçerliliğini korumaktadır. Abdülmecit Han’ın hazırlattığı fermanda Kudüs Hıristiyan topluluğuna hitaben şöyle der; “Problemin çözümü için Kutsal mekânlara ben geleceğim, milimi milimine kimin nereyi temizleyeceğini ben belirleyeceğim. Bundan sonra da bir taşı yerinden oynatan, kafasını yerinden oynatmıştır. Biline…” Ferman, Kudüs’e ulaşılır ulaşmaz, kilisenin önündeki meydanda okunmaya başlanır. O sırada bir Ermeni papazı kilisenin ön cephesindeki pencerelerden birini, dayadığı ahşap bir merdivene basarak temizlemekle uğraşmaktadır. Metnin okunması bittikten sonra Papaz apar topar aşağı indirilir. Ancak temizlik yaparken kullandığı merdiveni kaldığı yerden almak istediğinde “dokunma” denilerek müdahale edilir. Ve o günden bugüne merdiven hala orada öylece durmaktadır. Kısa bir süre sonra Osman­lı’nın gönderdiği uzmanlarla mekânlar yeniden milimetrik olarak paylaştırılmış, bu arada son kavgaya sebep olan bahçedeki son basamağın, Katoliklerin hakkı olduğuna karar verilmişti. Bu son basamağın kavga sebebi olması ise şundandır: Basamak olarak başlayıp, zamanla -ezilmeden ötürü- bahçe ile aynı seviyeye gelmiştir. Sonrası malum; basamak mı? Bahçe mi?... Evet, İslam Medeniyeti, dinlerin arasındaki mezhebî çekişmelerde bile arabuluculuk yaparak ibadet özgürlüğü tanırken, bu zamanda ecnebilerden bunun tam tersini görüyoruz. İslam dünyasının merkezi konumunda olan Orta Doğu’ya baktığımızda, sürekli bir kan ve gözyaşı hâkim. Bunun sebebi ise, 1798’de Napolyon’un Mısır’ı işgali ile başlayan ve Fransa rekabetinden ötürü Hin­distan sömürgesini korumak için bölgeye gelen Büyük Bri­tanya’nın akıttığı ve akıttırdığı kanlar. Ve bölgede 1948 yı­lında kurulan İsrail Devleti. Yapılan bunca cürmü, demokrasi maskesinin arkasında meşrulaştırmak için, bölgedeki mez­­hep çatışmalarının altını kö­­rük­leyerek müdahale için ze­min hazırlıyorlar. Arkasından ge­len müdahalelerde ortaya çı­kan durum değişmiyor; yine kan ve yine gözyaşı… Mezhep ayrılıklarımız çeşitliliğimizi temsil ederken, maalesef içimizdeki uhuvvet eksikliği bi­zi fitne ve şer odaklarının kucağına atıyor. Allah şerlerinden muhafaza eylesin.

Ahmet Yasir FETEN 01 Nisan
Konu resmiİslâm Âlimlerinin Aralarındaki Müthiş İhtilâfların Sebepleri
Risale-i Nur

Âlem-i İslâm, intizamı bozulmuş bir vekiller meclisine veya bir istişare kuruluna benzemektedir. Bir şer’î hüküm için fıkıh kitaplarında “Müçtehit imamların çoğunun görüşü budur, fetva bunun üzerinedir” şeklinde ifadeler geçmektedir. Bu durum, bir konu hakkında istişare yapılan bir mecliste, çoğun­luğun ortak görüşüne benzer. Çoğunluğun görüşünün (fetvanın) dışında kalan görüşler ve sözler ise hakikat ve özü bozuk olmamak şartıyla farklı istisnaî kabiliyetlerdeki insan­ların reylerine bırakılır. Böylece, her bir farklı istisnaî kabiliyet, kendi terbiyesine uygun olan görüşü (içtihadı) kabul etmiş olur. Fakat burada iki nokta çok önemlidir.  Birincisi; farklı kabiliyetlerdeki insanlarca tercih edilen, özünde bir derece hakikat bulunan ve azınlığa ait olan bir görüş ve fetva, işin hakikatinde umumî değil sınırlı ve o kabiliyetteki insanlara mahsus olduğu halde, o görüş ile amel eden şahıs tarafından ihmal edilip hususi olmaktan çıkarıldı. O şahsa tâbi olanlar da o görüşü kabul edip yaydılar ve umumileştirdiler. O şahsın taklitçileri de körü körüne bağlılıklarından dolayı o görüşün korunması için muhalif görüşte olanların susturulmasına ve yıkılmasına çalıştılar. Bundan dolayı görüşü kabul eden­ler ve etmeyenler arasında öyle bir fikrî çarpışma, birbirini çürütme ve reddetme çalışmaları meydan aldı ki ayakları altından çıkan toz ve ağızlarından fışkıran öfke dumanı ve lisanlarından püsküren şimşekler, İslâm güneşinin tecellisine perde çekti. İkincisi; azınlığa ait olan görüş ve fetvadaki hakikat ve öz, eğer o fetvayı tercih eden farklı istisnaî kabiliyetlerdeki insanların heveslerine, hevâlarına ve taklitçilerinin mizacına galip gelmezse, o söz ve görüş büyük bir tehlikede kalır. Şöyle ki: O görüşü tercih eden ka­biliyet, o fetvanın boyasıyla boyanıp amel etmesi gerekirken o, o fetvayı kendi hevâ ve hevesleriyle boyar ve kendine göre bir şekil vererek taklitçilerine miras bırakır. Böylece, o fetvayı kendi emri altına almış olur. Bunun sonucu olarak hüdâ, hevâya (hidayete vesile olacak hakikat, nefsin hevâ ve heveslerine) dönüşür ve mezhep dahi o kabiliyetten beslenerek ortaya çıkar. Arı su içer bal akıtır, yılan su içer zehir döker. Bediüzzaman Hazretleri, her ne kadar âlem-i İslâm’ın hâl-i hazırdaki durumu için, ‘intizamı bozulmuş bir vekiller meclisi’ benzetmesi yapsa da gelecekten ümitlidir ve mealen şöyle demektedir: İman ederim ki; umum âlem-i İslâm, bütün insanlık âlemi içinde bir mukaddes vekiller meclisi hükmüne geçecektir. Önceki ceddimiz ve sonraki neslimiz, asırlar ötesinden birbirlerine bakıp, aralarında bir istişare meclisi teşekkül edeceklerdir. Fakat birinci kısım olan ihtiyar babalar, sessizce ama medh ü senâlarla son­ra­ki torunlarını dinleyeceklerdir. Çok Evlilik-Kölelik-Esaret İslâm’da çok evlilik, esirlik ve kölelik gibi bazı meseleleri, özellikle de yabancılar dillerine dolayarak, güya İslâm’ın gayr-ı medenî bir din olduğu evhamını ve şüphesini yay­mak­tadırlar. Bediüzzaman Hazretleri, buna karşılık, iler­leyen süreçte detaylı bir risale telif etmek arzusunda olduğunu söyler. Şimdilik ise detaya girmeden kısa ve öz olarak bir kaide beyan ederek bu evham ve şüphelere mealen şöyle cevap verir: İslâmiyet'in hükümleri iki kısma ayrılır. Şeriat, bir kısım hükümleriyle müessistir, yani tesis edicidir. Bu hükümler, hakiki güzelliği ve mutlak manada hayrı ortaya koyan ve tesis eden hükümlerdir. Namaz, tesettür, zekat ve oruç gibi hükümlerdir. Şeriatın diğer bir kısım hükümleri ise tadil edicidir. Yani beşerin gayet vahşi ve gaddar bir kısım kökleşmiş âdetlerini ve hükümlerini; O gaddar ve vahşi suretlerinden çıkarıp, eh­venü’ş-şerre dönüştürmek için (iki şerden da­ha az zararlı olana dönüştürmek için), Tadil etmek için, Beşer fıtratına tatbiki mümkün bir hale getirmek için, Tamamen hakiki güzelliğe ve mutlak hayra geçirebilmek için, zamana ve zemine uygun bir başka şekle dönüştürür. Çünkü insanlık âleminin umu­munda hükmeden ve yerleşmiş olan bir hük­mü birden kaldırabilmek, ancak beşer tabiatını tamamen ve birden değiştirmekle olur. Bu da mümkün değildir. İşte bu sırra binaen, esaret ve kölelik sistemini tesis eden şeriat değildir. Tam aksine şeriat, esaret ve kölelik sistemini en vahşi şeklinden, tamamen hürriyete yol açacak ve geçebilecek bir surete indirmiştir, yani tadil etmiştir. Hem de şeriatın dört kadınla evliliğe izin vermesi insan tabiatına, akla ve hikmete uygun olmakla beraber; şeriat, bir taneden dörde çıkarmamış, sekiz-dokuzlardan dörde indirmiştir. Özellikle de çok evliliğe öyle şartlar getirmiştir ki o şartlara uymakla hiçbir zarara sebep olmaz. Bazı noktalarda şer cihetleri olsa da ehvenü’ş-şerdir. Ehvenü’ş-şer ise bir adalet-i izafiyedir. Yani çoğunluğun menfaati için ferdin hakkının zayi edile­bileceğini öngören bir göreceli adalettir. “Heyhât! Âlemin her halinde hayr-ı mahz (mutlak manada hayır) olamaz. “Allah'ın İndirdiği İle Hükmetmeyenler Kâfirlerin Ta Kendileridir” Ayetinden Murat Nedir? Cenab-ı Hak Mâide Suresi 44. ayet-i ke­ri­mede şöyle buyurmaktadır: “Allah'ın indir­diği ile hükmetmeyenler kâfirlerin ta ken­di­leridir.” Ümmet-i Muhammed’in (asm) istikametli yolu olan Ehl-i Sünnet çizgisinden uzaklaşarak, görüşlerinde aşırılığa kayan ve kendilerine ‘ehl-i ifrat’ denilen bir kısım insanlar, bu ayeti delil göstererek, anayasa hazırlayanları veya beşerî yasaları çıkaranları dalâlete düşmekle suçlamaktadırlar. Hâlbuki bu bîçareler ayette geçen “her kim hükmetmezse” ifadesinden kastın “her kim tasdik etmezse” olduğunu bil­memektedirler. Ehl-i tefrit denilen ve görüşlerinde Ehl-i Sünnet’in istikametli çizgisinin çok altında kalan bir kısım insanlar da dini bilme­mek­tedirler. Bundan dolayı da Müslümanlara insafsızca itiraz etmektedirler. Bu itirazları­na, Müslümanların taassup hallerini delil gös­termektedirler. Bu kısım insanlar, kendi millî kültürlerini terk ederek, tam anlamıyla Avrupa’ya temessül etmek (sıkı sıkıya ya­pış­mak) fikrinde olanlardır.

Mustafa TOPÖZ 01 Nisan
Konu resmiHakikate Giden En Kısa Yol
Risale-i Nur

“Evet, Risâletü’n-Nûr on beş senede medresede kazanılan kuvvetli iman-ı tahkikiyi, on beş haftada ve bazılara da on beş günde kazandırdığına, yirmi senede yirmi bin zât tecrübeleriyle şehadet ediyorlar.” İslâm tarihine baktığımızda dini eğitimin hal­ka, sistematik olarak mektep, medrese ve tek­ke üzerinden verildiğini görürüz. Buralardaki eğitimde, her yapı kendine has usulleri tatbik ediyordu. Kâmil manada dini eğitimi tamamlamak 15-20 yılı buluyordu. Osmanlı İmparatorluğunda halkın maneviyatında bu üç müessesenin çok büyük hizmetleri olmuştu. İmparatorluğu altı yüz yıl ayakta tutan ve halka iman telkin eden tekke ve medreselerin Cumhuriyet döneminde kapatılmasıyla, memleket sathında bu alandaki faaliyetler neredeyse yok denecek kadar azaldı. Cumhuriyetle birlikte eğitim modeli tamamen değişmiş, çağa ayak uydurmak gayesiyle yapılan düzenlemeler günümüze kadar devam edegelmiştir. Tekâmül sürecini bir türlü tamamlayamamış yeni eğitim modelinin kalite ve nitelik bakımından Osmanlı’ya yetişemediğini de ifade etmek gerek. Bunun yanında teknolojinin hayatın her alanına girmesi, dünyevi meşguliyetlerin çoğalması, dini hassasiyetlerin gittikçe zayıflaması, itikadi zafiyetlerin etkisiyle dine karşı lakaytlığın artması, maddiyata düşkünlüğün dini ilimleri tahsil etme arzusuna galip gelmesi, dini ilimlerin çok zor şartlarda ve uzun bir zamanda tahsil edilmesi gibi pek çok sebep maneviyata yönelmenin önüne engel koymuş durumdadır. Bediüzzaman Hazretleri, Osmanlının son dönemleriyle Cumhuriyetin ilk yıllarında toplumun düştüğü bu durumun farkına varmış, sıkıntıyı çözmek için bir çıkış yolu arıyordu.  Allah’ın lütfuyla eskiye nazaran yeni ve daha kısa bir yol keşfettiğini şu sözlerle açıklıyordu: “Ve keza, maksud-u bizzat olan ilimlere ulûm-u âliyeyi (Kur’an’ın ve Hadis’in yüksek manalarına çıkmak için tahsil edilen alet ilimleri denilen Sarf, Nahiv, Mantık vs.) okumaksızın isâl edici (ulaştıran) bir yol buldum. Serîüsseyir (çok hızlı ve süratle akıp giden) olan bu zamanın evlâdına, kısa ve selâmet bir tarîki (yolu) ihsan etmek rahmet-i hâkimenin şânındandır.”1 Hz. Üstad değişen şartlara ve insanların mevcut ahvaline en uygun bir eğitim modelini Risale-i Nur hizmeti olarak takdim etmiştir. Hakikate ulaşmak için çok uzun yollardan gitmek gerekmiyordu artık. Hem kısa hem de kolayca elde edilen bir ilim modelini ortaya koymuştu. Telif ettiği Risale-i Nurları okuyanların bir senede bu zamanın mühim bir âlimi olacağını şöyle iddia ediyordu: “Bir sene bu risâleleri ve bu dersleri anlayarak ve kabul ederek okuyan; bu zamanın mühim, hakikatli bir âlimi olabilir.”2 Gerçekten de sevgili Üstadımız Risale-i Nurlarla bir çığır açmış ve bu eğitim modeliyle asra damgasını vurmuştur. Bediüzzaman Haz­retleri, Risale-i Nurlarla milyonlarca insanın imanının tehlikelerden kurtulmasına ve­sile olmuştur. Bu durumu şu sözleriyle açık­lıyor: “Evet, Risâletü’n-Nûr on beş senede medresede kazanılan kuvvetli iman-ı tahkikiyi, on beş haftada ve bazılara da on beş günde kazandırdığına, yirmi senede yirmi bin zât tecrübeleriyle şehadet ediyorlar.”3 Risale-i Nur külliyatı, 1926-1949 yılları arasında yazılmıştır. Bu dönemde dini yaşamak, neredeyse ateşten koru elde tutmaya benziyordu. İnkılapların yapıldığı, bin yıllık geleneğin yıkıldığı, ezanın Arapça aslından okunmasının yasaklandığı, camilerin çeşitli bahanelerle depo, iş yeri veya ahıra dönüştürüldüğü, Kur’an okumanın veya öğrenip öğretmenin yasaklandığı, şapka giymenin zorunlu kılındığı o zamanın hükümetlerinin akıl almaz dayatmalarının halkı bunalttığı yıllardı bu zaman dilimi. Risalelerin yazıldığı 23 yıl boyunca karanlık bir dönemden geçiyordu memleket. Dine ve dindarlara prangalar vurulmuş, her türlü dini faaliyet yasaklanmış, aksine hareket edenler en ağır cezalara çarptırılarak insanlar sindirilmişti. Ülke kurtuluş savaşından çıkmış, maddi imkânsızlıklar had safhaya ulaşmış, 2. Dünya savaşının getirdiği külfet halkı ciddi anlamda yoksul bırakmıştı. Bu şartlar altında Hz. Üstat ve talebeleri, yasak faaliyetler kapsamına alınan hizmetlerinden (!) dolayı hapse mahkûm ediliyor ya da sürgüne gönderiliyordu. Nur talebeleri asayişi ihlal etme ihtimaline (!) binaen defalarca idamla yargılanıyordu. Eskişehir, Denizli, Afyon mahkemeleri, Risale-i Nura gönül verenlerin hayat memat mücadelesi verdiği önemli virajlardı. Bunların yanı sıra Risale-i Nurlar aleyhinde, gazeteler ve diğer kitle iletişim vasıtalarıyla sürekli olarak menfi propagandalar yapılıyordu. Yani gerçek anlamda dini eğitim almak imkânsız hale getirilmişti. İşte böyle bir zamanda Bediüzzaman hazretlerinin ortaya koyduğu yeni eğitim modeli fevkalade tesir icra ediyordu. O, bu modelle her evi bir Nur Medresesine bir İrfan Mektebine dönüştürüyordu. Kanunlar, yasaklar, engeller onu ve talebelerini durduramamıştı. Anadolu’nun köylerine ve kasabalarına varıncaya kadar bu yasak (!) eserler okunuyor, yazılıyordu. Anadolu, İslamiyet’le şereflendiği günden beri en karanlık dönemini yaşarken karanlıkları aydınlatan Risale-i Nurları bağrından çıkarıyordu. Devam edecek Kaynaklar: 1- Mesnevî-i Nuriye, 203. Altınbaşak Neşriyat.2- Lemalar, 175. Altınbaşak Neşriyat.3- Sikke-i Tasdik-i Gaybî, 178. Altınbaşak Neşriyat.

Zafer ZENGİN 01 Nisan
Konu resmiRisale-i Nur'da İslam Medeniyeti ile Batı Medeniyeti
Kültür ve Medeniyet

Üstad Bediüzzaman, Risale-i Nur külliyatının birçok ye­rinde İslam medeniyeti ile Ba­tı medeniyetinin esasları üze­rinde mukayese yapar. Bu mu­kayeselerde Batı medeni­yetinin esasları üzerine ciddi eleştiriler getirir. Bu yazıda Üstadın ifa­deleri ele alınarak bu iki me­deniyetin esasları üzerinde du­rulacaktır.   Medeniyet; bir topluluğun sa­hip olduğu dünya görüşünün ve varlık tasavvurunun zaman ve mekân boyutunda tezahür ve tecessüm etmesi olarak tarif edilir.1 Bu tariften yola çıkarak diyebiliriz ki, bir medeniyetin var olabilmesi için üç unsurun bir arada olması gerekir. Bunlar; Bir topluluk, Dünya görüşü ve varlık ta­savvuru, Bu görüş ve tasavvurun za­man ve mekân boyutunda açı­ğa çıkması olarak ifade edile­bilir. Bir toplumun dünya görüşü ve varlık tasavvurunu şekil­len­di­ren; o toplumun Allah, in­san ve tabiat arasında kurduğu iliş­ki­lerdir. İnsan-Allah İnsan-İnsan İnsan-Tabiat Bir varlık tasavvuru ve dünya görüşünün, insanlığa barış, hu­zur ve güven ortamını sunacak medeniyeti ortaya çıkarması, bu üç amil arasında kurulan iliş­kilerin doğruluğu ve tutar­lılığına bağlıdır. İn­sanlık tarihi boyunca; Mısır, Çin, Hint, Sümer, Maya, Babil gibi birçok medeniyet dünya üzerinde tesirini göstermiş ve bunlardan birçoğu etkisini kay­betmiştir. Bu gün dünya üze­rinde etkisini hala kuvvetli bir şekilde gös­teren iki me­de­niyet vardır: Bun­lar İs­lam Medeniyeti ve Batı Mede­ni­yetidir. Tarihin an­laşıla­bilmesi, mede­ni­yet­lerin kav­­­ranabilmesi ve içinde ya­­şa­­dığımız zaman di­li­­minde in­san­lığı etkileyen ha­dise­leri tutarlı bir şekilde yo­rumlayabilmek ancak bu me­de­niyetlerin esaslarının bilin­mesi ile mümkün olabilir. Üstad Bediüzzaman, Risale-i Nur külliyatının birçok ye­rinde İslam medeniyeti ile Ba­tı medeniyetinin esasları üze­rinde mukayese yapar. Bu mu­kayeselerde Batı medeni­yetinin esasları üzerine ciddi eleştiriler getirir. Bu yazıda Üstadın ifa­deleri ele alınarak bu iki me­deniyetin esasları üzerinde du­rulacaktır. Yanlış anlaşılmasın, Avrupa ikidir! Üstad Bediüzzaman, Batı Me­de­ni­yetini eleştirirken bu me­de­niyetin her şeyini bütü­nüy­le reddetme yoluna gitmez. Medeniyeti iki kısma ayırarak ele alır. Tabiat felsefesinin zul­metiyle insanları dalalete ve haramlara sevk eden kısmını eleştirir. Toplum hayatına fay­dalı sanatları, adalet ve hak­kaniyete hizmet eden fenleri takib eden kısmını eleştirmez.2 Bu noktadaki bir izahı şöyledir; Ben hakiki, menfaatli mede­niyete karşı değil, belki ku­surlu ve zararlı “mimsiz” ta­bir ettiğim3 medeniyete kar­şı otuz-kırk seneden beri i’câz-ı Kur’ân’ı esas tutup, o me­de­niyetin muhalif nok­ta­larını aşağı düşürüp, medeniyetin aczi ile i’caz-ı Kur’ân’ı ispat etmek esası üzerine; matbu ve gayr-ı matbu Arapça ve Türkçe çok kitaplar yazdım.4 Hastalıklı ve dalaletli felsefe­nin esasları üzerine kurulan5 ve semavî kanun-u esasîlere mu­­halif olarak hareket eden6, Batı medeniyetini eleşti­ri­lir­ken külliyatın farklı yerlerin­de şu isim­lendirmeler kullanı­lır; Mim­siz medeniyet, mede­ni­yet-i hazıra, muhakemesiz me­deniyet, medeniyet-i sefi­he, medeniyet-i Avrupa, deni­yet-i hazıra, sehhar medeni­yet, mimsiz gaddar medeni­yet, medeniyet-i hazıra-i gar­­­­­bi­ye, garb medeniye-i zali­ma­­ne-i hazırası, medeniyet-i habise, Avrupa medeniyet-i sefihanesi. Üstad; medeniyetin, teknolojik gelişmeler ile insanlığa birçok faydayı sağlayan, toplum ha­ya­tına kolaylıklar getiren kıs­mını savunur. Medeniyetin gü­­zellikleri diye bahsettiği bu kısmın sadece batıya ait olama­yacağını, tüm insanlığın or­tak malı olduğunu şöyle izah eder: Bunu da inkar etmem: medeniyette vardır mehasin-i kesîre (çok güzellikler).. lâkin onlar değildir ne Nasraniyet (Hristiyanlık) malı, ne Avrupa icadı, ne şu asrın sanatı.. Bel­ki umum (bütün insanlığın) malıdır: Telahuk-u efkârdan (fikirlerin birleşmesinden), se­ma­vî şerayi’den (semavî ka­nun­­lardan), hem hâcat-ı fıt­ri­­den (fıtrî ihtiyaçlardan), hu­­su­san şer’i Ahmedî (İs­lam hu­kukundan), İslamî in­kı­­lab­dan neşet eden (açığa çıkan)  bir maldır. Kimse te­mellük edemez (kimse sahip­lenemez).7 Mehasin-i mede­ni­yet (medeniyetin güzellikleri) denilen emirler, şeriatın baş­ka şekle çevrilmiş birer mese­lesidir.8 Hakiki medeniyet nev-i insa­nın terakki ve tekemmülüne (insanlığın ilerleme ve olgun­laşmasına) ve mahiyet-i ne­vi’ye­sinin kuvveden fiile (in­san­lı­ğa verilen kabiliyetlerin açığa) çıkmasına hizmet etti­ğinden, bu nokta-i nazardan medeniyeti istemek insani­ye­ti istemektir.9 Bizim mura­dı­mız medeniyetin mehasini (güzellikleri) ve beşere menfaati (faydası) bulunan iyilikleridir. Yoksa medeniyetin günahları, seyyiatları değil ki; ahmaklar o seyyiatları, o sefahetleri me­hasin zannedip, taklid edip ma­­lımızı harap ettiler. Ve di­ni rüşvet verip, dünyayı da ka­za­namadılar.10 1- İki Medeniyetin Dayanak Noktaları Batı medeniyetinde dayanak noktası kuvvettir. Şirke düşen ve seyyiatı (fe­na­lıkları) hasenatına (güzel­lik­lerine) galip gelen şu me­deniyet-i Avrupaiyenin11 top­lum hayatında hak ihlallerini netice veren bozuk bir esası, ‘kuvvetli olan üstündür’ an­la­yışıdır. Bu esasın Batı mede­niyetinde yerleşmesinin en bü­yük sebebi hastalıklı ve dalaletli felsefesinde tevhîd inancının olmamasıdır. Zira Batı medeniyetin mazisi­ni teşkil eden eski Yunan fel­se­fesinde şirk inancı yani çok ilah­lılık anlayışı hâkimdi. Bazı krallar kendilerini ilahların tem­­silcisi olarak görür, hatta bir kısmı öldükten sonra (hâ­­şâ!) ilah olacağını insanlara ka­­bul ettir­meye çalışırdı. Kendisi­ni ilahların temsilcisi olarak gö­ren bir insan, bu bozuk inan­cın sonucu olarak, diğer insan­lardan üstün olmayı ve onlar üzerinde hüküm sürmeyi bir hak olarak kabul ederdi. Elin­de bulundurduğu kuvvet ile is­tediği gibi hükmetme yetkisi­ne sahip olduğunu düşünür­dü. ‘Üstünlerin hukuku’nun geçerli olduğu eski Yunan top­lumunda tarihin kaydettiği her türlü vahşet, zulüm ve hak ihlalleri bu anlayışın sonucu olarak kendisini gösterirdi. Üstadın ifadesiyle batı medeni­yetinin kaynağını oluşturan fel­sefenin esasında, kuvvet müstahsendir (beğenilen ve gü­zel görülen bir şeydir). Hat­ta “El­hükmü lil-galip” bir düsturudur. “Galebe edende bir kuvvet var. Kuvvette hak vardır.” der. Zulmü manen alkışlamış, zalimleri teşci’ et­miştir (cesaretlendirmiştir) ve cebbarları, uluhiyet (ilahlık) davasına sevketmiştir.12 Batı medeniyeti antik yunan dö­neminden Hristiyanlığa, Hris­ti­yan­lık­tan modern sekü­la­riz­me geçiş sürecinde felsefe­nin zihnî altyapısını oluştur­duğu kuvvetli olan üstündür anlayışını sürekli devam ettirdi. Yunan mitolojisinin etkisiyle zaman içerisinde Hristiyanlık da teslis inancını kabul ede­rek şirke düştü.13 Bu durum yi­ne toplumda kuvvetin esas alındığı, üstünlerin huku­ku­nun geçerli olduğu bir anla­yışı netice verdi. Üstad Bediüz­za­man, bu halin sebebini şöy­le izah eder: Hristiyanlık “ve­lediyet” fikrini kabul etti­ği için, vesait (vasıtalar) ve esbaba (sebeplere) bir kıy­met verir, enaniyeti kır­maz. Âdeta rububiyet-i İla­hi­ye­nin bir cilvesini aziz­lerine, büyüklerine verir. “(Ya­hudi­ler) hahamlarını, (Hris­ti­yan­­lar da) râhiplerini ve Mer­­yemoğlu Mesîh’i baş­­ka rab­­ler edindiler.” (Tevbe, 31) ayetine mâsadak olmuşlar. Onun içindir ki, Hris­ti­yan­ların dünyaca en yüksek mertebede olanları gurur ve enaniyetlerini muhafaza etmekle…14 Hz. İsa’yı (as), (Hâ­şâ!) Allah’ın oğlu, yarı ilah ola­rak kabul eden Hris­ti­­yanlıkta, din adamları ken­dilerini Hz. İsa’nın temsilcisi olarak gördüler. Bu batıl fikir ile Hristiyan din adamları bü­yük bir gurur ve kibir sahibi oldular. Kendilerine bir kut­siyet atfederek insanlar üzerin­de hükmetme haklarının ol­du­ğunu iddia ettiler. Bu ba­tıl inanç ile yüzyıllarca orta­çağ Avrupası’nda zulüm ve hak­sız­lıklar hâkim oldu. İnsan­ların hayatları sömürülüp, zi­hin­ler üzerinde baskılar kurul­du. Ruhbanlığın düşünce öz­gür­lü­ğü üzerinde kurduğu baskı sebebiyle, Hristiyan kilisesinin hâkim olduğu devirler karanlık çağ olarak adlandırıldı. Bu günün batı dünyasında kuv­vet hala bir esas olarak kabul edilir. Batı medeniyeti bu kez bilim ve teknolojiyi bir güç olarak elinde tutup dünya üzerinde insanlığa her türlü rezillik ve vahşeti yaşattı. Son iki asırda yüz milyonlarca insanın katledilmesine sebep olan dünya savaşlarını çıkara­rak insanlığa tarihin en ka­ranlık dönemini yaşattı. Bu me­deniyetinin hâkim olduğu son iki asır, insanlık tarihinde en çok ölümlerin ve vahşetlerin yaşandığı bir devir oldu. Ya­pılan araştırmalar sadece 20. Yüzyılda batı medeniyetinin sebep olduğu savaşlarda ölen insan sayısının 187 milyon ol­duğunu ortaya koyuyor.15 Medeniyetin günahları iyilik­lerine galebe edip seyyiatı ha­senatına racih gelmekle, beşer iki harb-i umumi ile iki deh­şetli tokat yiyip, o gü­nahkar medeniyeti zir-ü zeber edip öyle bir kustu ki, yeryüzünü kanla bulaştırdı.16 Mimsiz gaddar medeniyetin zalimane düsturu olan, “Ce­maat için ferd feda edilir, milletin selameti için cüz’î hukuklara bakılmaz” diye, öyle dehşetli bir zulüm mey­danı açmış ki, kurun-u ûlâ vahşetlerinde de emsali vuku bulmamış.17 Bugün birleşmiş milletlere üye olan beş daimi üyenin özel statüsü yani istediği kararı veto etme yetkisine sahip olması ‘kuvvetli olan üstündür’ anla­yı­şının bir sonucu olarak de­vam ediyor… Dünya Beşten Büyüktür!... Batı medeniyeti bu şekilde da­lalete sevk eden felsefesiyle İnsan ile Allah arasındaki mü­nasebeti şirk üzerine kurdu­ğundan toplum hayatında en büyük zulümleri netice verdi. (Muhakkak ki şirk büyük bir zulümdür! (Lokman, 13)) İslam Medeniyetinde daya­nak noktası Hak’tır İslam medeniyetinde kuvvetli olanın üstün olduğu bir anlayış yoktur. Bu medeniyette kuvvet, haktadır. Haklı olan kuvvetli­dir. Hüküm haklı olana göre veri­lir. Bu esas ile toplumda zulüm kesilir, adalet temin edilir. Bu esasın temelinde tevhîd inancı vardır. Üstad’ın ifadesiyle “mahz-ı tev­hîd (tam bir tevhîd) dini olan İslamiyet içinde, dün­ya­ca yüksek mertebede olan­lar enaniyeti ve gururu bıra­kacak…”18 Tevhid inancının gereği olarak bir Müslüman sebeplere hakiki tesir vermez. İnsanların elinde bulunan zen­ginlik ve kuvvetin Allah tara­fından verildiğini bilir. Her şeyin hâkimi ve sahibinin Allah olduğuna itikad eder. Elinde olan kuvvetin kendisine ait ol­madığını bildiğinden kibir ve gurur yolları kapanır. Kuvveti hakka hizmetkâr eder. İslam dininde, bir masumun hakkı, bütün halk için da­hi iptal edilmez. Cenab-ı Hakk’ın nazar-ı merhame­tin­de hak haktır, küçüğüne büyüğüne bakılmaz. Küçük, büyük için iptal edilmez.19 Böylelikle İslamiyet, havastan (üst tabakadan) ziyade avamın (halkın) tahassüngâhı (sığınma ve korunma yeri) olmuştur.20 Bu esasın tezahürü ile İslam medeniyetinin hâkim olduğu coğrafyalar bütün insanlar için huzur, barış ve adaletin adresi olmuştur. Bu medeniyette dev­letin başındaki sultan ile bir gayrimüslimin beraber yargı­lan­dığı mahkemelerde adliye­ler adalet dağıtmıştır. Âdil hâ­kimler, melek gibi melikler hal­kın hizmetine koşturmuş­tur. İs­lam medeniyetini temsil eden devletler kuvvet kazandığında, insanlığın vicdanı ve mazlum­ların sığınağı olmuştur. İslam tarihinde bu esasın neticesi ola­rak sayılamayacak kadar güzellikler mevcuttur… 2- İki Medeniyetin Hayatta Yerleştirdiği Düstur Batı Medeniyetinin Hayatta Düsturu Mücadeledir Batı medeniyeti, fıtratı yanlış yorumlayan felsefesi ile tabiatta bir mücadelenin var olduğunu ileri sürer. Güçlünün zayıfı ele­diğini kabul eder. Tabiatta doğal bir seleksiyon olduğunu iddia eder. Zulmü netice veren yanlış bir varlık tasavvuru oluş­turur. Bu yanlış anlayışını insanların, milletlerin ve dev­let­lerin hayatına da tatbik ede­rek hayatın bir çarpışma ol­du­ğunu ve güçlü olanın za­yıfı elemesi gerektiğini ifade eder. Evet, düstur-u cidali (mücadele düsturunu) o ka­dar esaslı ve küllî (geniş) kabul etmişler ki, “hayat bir cidaldir (mücadeledir)” diye hükmetmişler.21 Üstad Bediüzzaman, tabiatta esas olan mücadele değil, yar­dımlaşma olduğunu izah ede­rek Avrupa medeniyetini şöyle eleştirir: Ey ikinci bozuk Av­rupa! (...) Hâlık-ı Kerîm’in kerem düsturlarından ve er­kân-ı kâinatta (kâinattaki var­lıklarda) kemal-i itaatle (tam bir itaatle) imtisal edilen (uyulan) düstur-u teavünle (yar­dımlaşma düsturu ile), ne­ba­­tat (bitkiler) hayvanatın im­­­dadına ve hayvanat insan­ların yardımına koşmasından te­zahür eden (açığa çıkan) o umumî kanunun rahîmane, kerimane cilvelerini cidal (mü­cadele) zannedip, “Hayat bir cidaldir (mücadeledir)” di­ye ahmakane hükmetmişsin. Acaba düstur-u teavünün (yar­dımlaşma düsturunun) cil­ve­sinden olan zerrat-ı taami­yenin, (gıda zerrelerinin) ke­mal-i şevk ile beden hüc­relerinin gıdalandırılması için koş­­ması nasıl cidaldir (mü­­­­ca­­le­dedir)? Nasıl bir çar­pış­­­maktır? Belki (aksine) o im­dat ve o koşmak, Kerim bir Rabb’in emriyle bir teavün­dür (yardımlaşmadır).”22 Üstad Bediüzzaman; fıtratın yan­lış yorumlanmasının sonu­cu­nu şöyle ifade eder. Hayat-ı içtimaiye-i beşeriyede (insan­ların toplum hayatında) bir çı­ğır açan, eğer kâinattaki ka­nun-u fıtrata (fıtrat kanun­larına) açtığı çığır muvafık (uyumlu) gelmezse, hayırlı iş­lerde muvaffak olamaz. Bü­tün hareketi şer ve tahrip hesabına geçer.23 Batı medeniyeti hayatta düs­turunu mücadele olarak gördü­ğünden bütün hareketleri şer ve tahrip hesabına geçti. Girdi­ği tüm coğrafyalardaki insan­ları ya katletti veya sömürge haline getirdi. Kendisinden ol­mayana hayat hakkı ta­nı­ma­dı. Ele geçirdiği veya mü­dahale ettiği coğrafyalara kan ve gözyaşından başka bir şey bı­rakmadı. İnsanlık tari­hine ka­ra leke olarak geçen sö­mür­gecilik böyle bir anlayışın ürü­nüdür. Bu bozuk esasıyla hâkim olduğu her mekânda kendisine müşevveş bir mazi bıraktı. Halen de bırakmaya devam ediyor… İslam Medeniyetinin Hayatta Düsturu Yardımlaşmadır İslam medeniyeti kâinata tev­hîd nuru ile baktığından, her şeyin Cenab-ı Hakk’ın ida­re­sinde yardımlaşma düsturu ile bir­birinin imdadına koştuğu­nu görür. Buna karşılık felsefe­nin mevzu ettiği mücadele, kâinattaki yardımlaşma kanu­nunun yanında yok denecek kadar az bir yer kaplar. Bu mücadeleye de Cenab-ı Hak bir kısım hikmetleri için mü­saade etmiştir. Üstad Bedi­üz­­zaman bu meseleyi şöyle izah eder: Nübüvvetin ha­yat-ı içtimaiyedeki (toplum haya­tındaki) düsturî netice­lerinden ve şems ve kamer­den (güneş ve aydan) tut, ta nebatat (bitkiler) hayvanatın imdadına ve hayvanat insa­nın imdadına, hatta zer­rat-ı taamiye (gıda molekülleri) hü­­­cey­rat-ı bedenin imda­dı­­na ve mua­venetine (yardı­mı­na) koşturulan düs­tur-u tea­vün, kanun-u ke­rem, na­mus-u ikram nere­de? Fel­se­fenin hayat-ı içtimai­ye­de­ki düsturlarından ve yal­nız bir kısım zalim ve ca­na­var insanların ve vahşi hay­van­ların fıtratlarını sû-i istimal­lerinden neş’et eden düstur-u cidal nerede?24 İslamiyet fıtratı doğru okuya­rak hayatta düsturu yardım­laş­ma olarak gösterdiği gibi, Kur’ân’daki “İyilik ve tak­va üzerine yardımlaşın!”25 gibi ayetler, Resul-i Ekrem’in (asm) “İn­sanların en hayırlısı in­san­­lara en çok faydalı olanı­dır.”26 misali hadisleri toplum hayatında hep yardımlaşma­­yı yerleştirir. Yine İslam’da ze­­kâ­tın emredilmesi, faizin ya­sak­­lanması, kurban vb. birçok iba­detler ile bu düstur sadece teo­rikte kalmayarak hayata ge­çirilmiştir.  Hayatta düsturu yardımlaşma olarak kabul eden Müslüman­lar, komşusu aç iken tok ya­tamayacak bir hassasiyetle ya­şadılar. Yardımlaşma esasının zaman ve mekân boyutunda bir tezahürü olarak toplumun her kesimine fayda sağlayacak vakıfları kurdular. 3- İki Medeniyetin İnsanlar Arasında Yerleştirdiği Bağ İslam Medeniyeti Toplumda İnsanlar Arasına Din ve Vatan Bağını Yerleştirir Üstad, İslam medeniyetinde insanlar arasına dinî, vatanî ve sınıfî bağlar olduğunu ifade eder. Diğer esaslarda olduğu gibi bu esasın da, iman ve tev­hidin bir gereği olduğunu külliyatın farklı yerlerinde izah eder. Mü’min olan kimse, iman ve tevhid iktizasıyla, kâi­nata bir mehd-i uhuvvet (kardeşlik yeri) nazarıyla bak­tığı gibi; bütün mahlûkatı, bilhassa insanları, bilhassa İslamları birbiriyle bağlayan ip de ancak uhuvvettir (kar­deşliktir). Çünkü iman mü­minleri bir babanın cenah-ı şef­kati altında yaşayan kar­deş­­ler gibi kardeş adde­di­yor.27 Üstad Bediüzzaman, İslami­yet’in toplumdaki insanlar ara­sında yerleştirdiği kardeşlik bağının kuvvetini şu harika ifa­delerle izah eder. “Evet, tev­hid-i imanî, elbette tevhid-i kulübü (kalplerin birliğini) is­ter. Ve vahdet-i itikad (inanç birliği) dahi, vahdet-i içti­maiyeyi (sosyal, toplumsal bir­liği) gerektirir. Mesela sen askerlik yaparken bir adam­la beraber bir taburda bu­lun­­makla, o adama karşı dos­tane bir bağ kurarsın; ve bir kumandanın emri altın­da beraber bulunmakla arka­daşâne bir alâka tesis eder­sin. Ve bir memlekette bera­ber bulunmakla kardeşâne bir münasebet hissedersin. Hâlbuki bir Müslüman ima­nın verdiği nur ile ve inancın verdiği şuur ile Müslüman kardeşine karşı esma-i İlahi­ye adedince birlik alâkaları ve ittifak bağları ve kardeş­lik münasebetleri kurar. Mese­lâ: Her ikinizin Hâlıkınız bir, Mâlikiniz bir, Mabudunuz bir, Rezzâkınız bir… bir bir, bine kadar bir bir. Hem Peygamberiniz bir, dininiz bir, Kur’ânınız bir, kıbleniz bir.. bir bir, yüze kadar bir bir. Sonra köyünüz bir, devletiniz bir, memleketiniz bir.. ona kadar bir bir. Bu kadar bir birler vahdet ve tevhidi, vifak ve ittifakı, muhabbet ve uhuvveti gerektirir.”28 İslam dini, insanlığın farklı dil, renk ve milletlere ayrılarak yara­tılmasının sebebini, tanışmak ve yardımlaşmak olarak gösterir. “Ey insanlar! Şüphesiz ki biz, sizi bir erkek ve bir dişiden (Âdem ile Havva’dan) yarattık. Birbirinizi tanımanız için de sizi, milletler ve kabileler kıldık.”29 Âyet-i kerimenin işa­ret ettiği bu farklılıklar, ta­nış­ma ve yardımlaşmak içindir. Birbirini inkâr etmek, yabancı görmek veya düşman olmak için değildir. Çünkü her mil­let, her kabile ve her aşiret farklı ilahi tecellilere mazhar olarak değişik meziyetlere ve faziletlere sahip oldular. Tek bir milletin veya kabilenin in­sanlığın bütün meziyetlerini ken­disinde toplaması müm­kün değildir. Adil-i Hâkim olan Allah-ü Teâlâ, faziletleri ve kemâlâtı insanlar arasında dağıtmıştır. Her millet bir kı­sım meziyetlerle mümtaz kı­lın­mıştır. Onun içindir ki ayet-i kerime milletlerin ta­nı­şıp özelliklerinden karşı­lık­lı istifade etmelerini, yardım­laşmalarını emretmiştir. Ancak bu karşılıklı iletişim sayesinde istenilen gerçek insanlık sevi­yesine çıkılabilir. Asr-ı Saadet gibi hakiki medeniyetler tesis edilebilir. Medine medeniyeti işte budur.30 Ebu Süleyman es-Sicistanî’nin dilinde bu haki­kat şu ifadelerle kendini bulmuş­tur. “Hikmet Yunanlıların zih­ni­ne, Arapların diline, Farisi­lerin kalbine ve Çinlilerin eli­ne indirilmiştir.31 Bu esasın en güzel tezahür­lerinden birisi Avrupa’nın en büyük üstadı olan Endü­lüs İslam Devletidir. Endü­lüslü Arap ve Arap olmayan Müslümanlarla Avrupalılar ara­sında tarihte eşine az rastlanır bir etkileşim yaşanmıştır. Yakla­şık dört yüzyıl boyunca Müslü­man, Yahudi ve Hristiyanlar özgür fakat rekabetçi bir or­tamda ortak bir kültürün in­şasına katkıda bulunmuş ve birbirlerinden çeşitli şekillerde etkilenmişlerdir. Bu dönede Müs­lüman bilim ve araştırma kurumları Avrupa’nın en önde gelen kuruluşları olarak bir ca­zibe merkezi haline gelmiş ve Kuzey Afrika ve Avrupa’nın çe­şitli şehirlerinden en aydın ve yetenekli bilim, düşünce ve sanat adamlarını Müslüman şe­hirlerine çekmiştir. Kurtuba, Gırnata ve Sevilla gibi şehir­lerin temizliği, bahçe düzen­lemeleri, gece lambaları, so­kak­ları, altın-kiremit renkli sur­ları, havuzları, hamamları Av­rupa’da dillere destan olmuş­tur. Müslüman Endülüs, orta­çağın karanlığında bir gece lambası gibi Güney Avrupa’yı aydınlatmıştır.32 İslamiyet’in esasları hayata ge­çirildiği nispette İslam mede­niyetine ait coğrafyalar barış, huzur ve güvenin adresi haline geldi. Bu medeniyet din, dil ve millet fark etmeksizin çatı­sı altında bulundurduğu tüm insanlara saadet getirdi. Üsta­dın ifadesiyle “Hakikat-i İs­la­miyenin kuvveti nispetinde ve Müslümanlar o kuvvete gö­re hareket etmeleri derecesin­de ehl-i İslam temeddün edip (medenîleşip) terakki ettiğini (yükseldiğini, ilerlediğini) ta­rih gösteriyor.33 Geçmişin tarihine ve dünya­nın şimdiki haline yakından baktığımız zaman, eğer İslam’ ın ortaya koyduğu muhkem ve muhteşem örnek ve örneklik olmamış olsaydı, kardeşliğin yal­nızca bir Ütopya’dan oldu­ğunu düşünebilirdik.34 Batı Medeniyetinin Kitle­ler Ara­sına Yerleştirdiği Bağ “Irkçılık ve Menfî Milliyet”tir. Üstad Bediüzzaman, Batı me­de­niyetinin toplumda insan­lar arasına yerleştirdiği bağın ırkçılık olduğunu ifade eder. Batı medeniyetinde başka­sı­nı yutmakla beslenen men­fi mil­liyetçilik35  yunan döne­min­den Hristiyanlığa, Hristi­yan­­lık­tan şimdiki düzene geçiş sürecin­de devam etmiş bir esas olarak varlığını sürdürmüştür. Üstad, iki medeniyeti karşılaş­tırdığı bir yerde bu esasın yer­leşmesinin sebebini şöyle izah eder.  Küfür öyle bir bü­ru­det­­­tir (soğukluktur) ki, kar­deş­leri bile kardeşlikten çı­ka­rır. Ve bütün eşyada bir nevi ecnebilik tohumunu eki­­­­yor. Ve her şeyi her şe­ye düş­­man yapıyor. Evet, ha­mi­­yet-i milliyelerinde bir uhuv­­­vet (kardeşlik) varsa da muvakkattir (geçicidir).36 Endülüs’te Müslümanların hâ­ki­mi­yeti altında yüzyıllarca Müs­­lüman, Hristiyan ve Ya­hu­diler bir arada barış ve huzur içinde hayat sürdüler. En­dülüs İslam Devleti çöker­tildiği zaman İspanya’da, Si­cil­ya’da ya da Adriyatik De­ni­zi’nin kıyılarında tek bir Müslüman kalmadı. Müslü­man­­ların İspanya’dan sürül­me­­lerinden sonra yine aynı şe­kil­de Yahudilerin İspan­ya’da ne tür insanlık dışı mua­me­le­lere, işkencelere ve katliam­lara uğradığı malumdur. İs­pan­­ya’daki Yahudiler ancak Os­­­­manlı Devletine sığınarak ko­­ru­nabilmişlerdi. Buna kar­şılık Osmanlı İslam İm­pa­ra­­­­torluğu’nda bütün Hris­ti­yan­lar ve Yahudiler vicdan öz­gürlüğüne, kendi toplum­ları­nı kendi inançları ve hukuk­ları doğrultusunda yö­net­me ko­nusunda tam bir öz­gür­lüğe sa­hiptiler. Osmanlı Dev­leti En­­gi­zisyonun zulüm ve işken­ce­­sinden kaçabilen her­kes için güvenli bir sığınak olmuştu. 1821 büyük isyanından son­ra Yunanistan’da tek bir Müs­lüman kalmadı ve tek bir cami bırakılmadı. Bir zamanlar ço­ğun­luk olan Balkan yarımada­sındaki Müslümanlar, bütün bir Avrupa’nın da desteği ve onayıyla sistematik olarak azın­lık konumuna düşürül­dü. Müslümanların yönetimi al­tın­da­ki Hristiyanların yakın zamanlarda Müslümanlara kar­şı başkaldırmaya, Müslümanları nasıl katletmeye kışkırtıldık­ları ve Müslümanların bütün bunlara karşılık istenmeyen bir hadise olarak nitelendirilerek kınandı.37 Hakiki vukuatı kaydeden tarih, hakikate en doğru şahittir.38 Batı Medeniyetini temsil eden devletlerin tarihindeki vahşet­ler ile beraber,  İslam Medeniyeti­ni temsil eden Abbasî, Endülüs ve Osmanlı Devletleri zaman­larında farklı dil, din ve mil­letlere sahip toplulukların bir arada yaşayarak oluşturdu­ğu tecrübeler göz önüne alındı­ğında; dünya üzerinde barış ve huzurun ancak insaniyet-i kübrâ olan İslamiyet’in orta­ya koyduğu esaslar ile sağlana­bileceği anlaşılacaktır. Ve Üs­tad’ın ifadesiyle; İnşaallah is­­tikbaldeki İslamiyet’in kuv­veti ile medeniyetin mehasi­ni galebe edecek, zemin yüzü­nü pisliklerden temizleyecek, sulh-u umumiyi de temin edecek.39 Üstad’ın bu noktada dikkat çektiği başka bir husus menfi milliyetçiliğin Müslüman mil­let­ler arasında uyandırmaya ça­lışıl­masıdır. Kendi ifadesiyle Fikr-i milliyet, şu asırda çok ileri gitmiş. Hususan des­sas Avrupa zalimleri, bunu İslamlar içinde menfi bir su­rette uyandırıyorlar; ta ki, parçalayıp onları yut­sunlar.40 Tarih boyunca ümmeti temsil eden devletler bir ırk üzerine kurulmamıştır. Bu sebeple dev­letler İslam devleti olarak isim­lendirilmiş ve bütün ümmeti çatısı altında toplayarak bir­liği sağlayabilmiştir. Son yüz­yılda ise Avrupa zalimleri üm­meti sömürebilmek için Müslü­man­ların birliğine mani olarak ırk­çılık fikrini Müslümanlar ara­sında türlü desiselerle uyandır­makla bu uğursuz emellerine büyük oranda ulaşmışlardır. 4- İki Medeniyetin İnsana Olan Hizmeti (Batı Medeniyetinin) Cazibe­dar hizmeti, heva ve hevesi teş­ci’ ve arzularını tatmindir. O he­va ise, insanın mesh-i manevî­sine sebebdir. (İslam Medeniyetinin) Heva ye­rine hüdadır ki; şe’ni, insa­ni­yeten terakki ve ruhen te­kâmüldür. İslamiyet bir medeniyet tesis ederken insanların fikir dün­yasını imar etti. Bu medeniyet, Kur’ân’ın tezgâhında insanın cevherini işledi. İnsanlara iman hakikatlerini ders vere­rek hayatın anlam ve gayesini gös­terdi. İnsanın tesadüf oyun­cağı, başıboş, gayesiz bir varlık olmadığını, yeryüzünün en aziz bir misafiri, Âlemlerin Rab­bi’ne muhatap, ebedî saa­dete aday, kulluğu içinde bir sultan olduğunu gösterdi. Bu sebeple diyebiliriz ki; İs­lam medeniyetinin en güzel meyveleri yetiştirdiği insanlar olmuştur. Bu medeniyetin ye­tiştirdiği Ebu Hanife’ler, Şafiî’ ler, Bâyezid-i Bestâmî’ler, Şah-ı Geylânî’ler, Şah-ı Nakşibend’ler, İmam-ı Gazalî’ler, İmam-ı Rab­banî’ler gibi milyonlarca em­salsiz zatlar bulundukları asır­ları nurlandırmışlar, hakiki medeniyet yolunda insanlığa rehberlik etmişlerdir. Üstad Bediüzzaman, iki mede­niyetin esaslarını karşılaştırır­ken Risale-i Nur’da izah edilen iman ile küfür arasındaki bü­tün müvazenelerin, İslam me­de­niyetinin bu noktadaki üs­tün­lüğünü ispat ettiğini ifade eder.41 Risale-i Nur’un farklı yerlerin­de bu medeniyetin insana olan hiz­meti noktasında bir hu­­­susa özellikle dikkat çe­ki­­lir. İslamiyet’in insanı değer­siz­­­leştiren nefsanî heves­lerin arzularına bir kısım yasakla­ma­lar ile set çektiği, insanı la­yık olduğu yüksek kemâlâta ulaştıran akıl, kalp, ruh gibi ul­vî duygu ve hislerini tatmin etti­ği anlatılır. Batı medeniyetinin ise bunun aksine olarak özgür­lük adı altında insanın nefsanî heveslerinin önünü açarak her türlü rezaleti yaşattığı üzerinde durulur. Bu sebeple bu iki medeniyetin özgürlük anlayışları birbirine ta­mamen zıt bir mahiyete sa­hip­tir diyebiliriz. Zira batı top­­lumlarında hürriyet; baş­ka­­sı­na zarar vermemek şar­tıy­la insanın istediği şeyi yapa­bil­mesi olarak tarif edilir. Hâl­buki insanda kalp, vicdan gibi iyiliğe, güzelliğe sevk eden duy­gular olduğu gibi kötülüğü, rezilliği arzu eden nefis, şehvet gibi duygulara da vardır. Bu yüzden insanın istediği her şeyi yapabilme yetkisine sa­hip olduğunu kabul etmek öz­gürlük değildir. Aksine bu, insanın nefsinin zindanına, şeh­vetinin esaretine düşüp şey­tana köle olması demektir. Üs­ta­dın ifadesiyle; sefahet (haramlar) ve rezaletteki hür­riyet, hürriyet değildir. Bel­ki hayvanlıktır, şeytanın istib­dadıdır (baskısıdır), nefs-i em­ma­reye esir olmaktır.42 Şimdiki tarz-ı hazır, heves serbest olmuştur, heva da hür olmuştur, hayvanî bir hürri­yet. Heves tahakküm eder.43 O heva ise şe’ni insaniyeti derece-i melekiyeden (melek­lik derecesinden) dereke-i kel­biyete (köpeklik derekesine) in­dirmektir, insanın mesh-i ma­nevisine sebeb olmaktır.44 Üstad Bediüzzaman, İslami­yet’in gösterdiği hürriyeti ise mealen şöyle ifade eder. Na­zenin hürriyet, şeriatın edepleri ile edeblenmeli ve süslenmelidir.(...) Hürriyetin şe’ni odur ki: Ne kendine, ne başkasına zararı dokunmasın. Belki hür­­riyet budur ki: Kanun-u ada­let ve te’dibden başka, hiç kim­se kimseye tahakküm et­me­sin. Herkesin hukuku mah­fuz kal­sın, herkes harekât-ı meş­rua­sında şahane serbest olsun. Güneş gibi parlak, her ruhun maşukası (aşığı) ve cevher-i in­sa­niyetin küfvü (dengi) o hür­ri­yettir ki: Saadet-saray-ı me­deni­yette oturmuş ve mari­fet ve fazilet ve İslâmiyet ter­bi­yesiyle ve hulleleriyle müte­zey­yine (süslenmiş) olan hürri­yettir.45 Hakiki hürriyetin iman ile sağ­lanabileceğini şöyle ifade eder. Rabıta-i iman (iman bağı) ile Sultan-ı Kâinat’a hizmetkâr olan adam, başkasına tezellül (alçalma) ile tenezzül etmeye ve başkasının tahakküm (baskısı) ve istibdadı altına girmeye, o adamın izzet ve şehamet-i ima­niyesi (imandan gelen kah­ra­manlığı) bırakmadığı gibi; baş­kasının hürriyet ve hukukuna tecavüz etmeyi dahi o adamın şefkat-i imaniyesi bırakmaz. Evet, bir padişahın doğru bir hizmetkârı, bir çobanın ta­hak­kümüne tezellül etmez. Bir bîçareye tahakküme dahi, o hiz­metkâr tenezzül etmez. Demek iman ne kadar mükemmel olursa, o derece hürriyet par­lar. İşte Asr-ı Saadet...46 Üstad Bediüzzaman, Avrupa’ nın özellikle son asırlarda da­laletle yoğrulmuş felsefesinin or­taya koyduğu insan modelini ciddi bir şekilde eleştirir. Allah’ı ve ahireti bilmeyen bir insanın ihtiyaçlarına karşı fakirliğinden, düşmanlarına karşı acizliğin­den, geçmiş zamanın yüklediği acılarından ve gelecek zamanın vereceği endişelerinden dolayı daha dünyada iken manevî bir cehennem azabını çekeceğini birçok yerde izah ve ispat eder. İnançsızlıktan gelen bu acıları hissettirmemek için de nefsanî heveslerini tatmin edecek fan­taziyeler ve eğlencelerle insan­ları aldattığını ifade eder.  Ey ikinci bozuk Avrupa! Acaba hem ruhunda, hem vic­danında, hem aklında, hem kalbinde dehşetli musibetlerle musibet-zede olmuş ve azaba düşmüş bir adamın cismiyle, zahirî bir surette aldatıcı bir zînet (süs) ve servet içinde bu­lunmasıyla saadeti mümkün olabilir mi? Ona mes’ud (mut­lu) denilebilir mi? Hâlbuki senin şeametinle (uğur­­suzluğunla), kalbinin en de­rin köşelerinde ve ruhunun tâ esa­sında dalalet darbesini yi­yen ve o dalalet cihetiyle bütün emelleri (istekleri) inkıtaa (ke­sin­tiye) uğrayan ve bütün elem­leri ondan neş’et eden bir bîçare insana hangi saadeti temin ediyorsun? Acaba zâil, yalancı bir cennette cismi bulunan ve kalbi, ruhu cehennemde azab çeken bir insana mes’ud denilebilir mi?  İşte sen bîçare beşeri böyle baş­tan çıkardın, yalancı bir cennet içinde cehennemî bir azab çektiriyorsun. Ey beşerin nefs-i emmaresi!47 5- İki Medeniyetin Hedefi (Batı Medeniyetinin) Hedef-i kastı menfaattir. O ise, şe’ni tezahümdür. (İslam Medeniyetinin) Hede­fi de, fazilettir ki; şe’ni, mu­hab­bet ve tecazübdür. İslam Medeniyeti, insanların he­define fazileti ve Allah’ın rı­zasını kazanmayı hedef olarak yerleştirir. Üstad Bediüzzaman diğer esaslarda olduğu gibi bu esasın da Müslüman bir toplumda veya insanda yerleş­mesinin sebebinin iman oldu­ğunu ifade eder.  Bu konu hak­kında bir ifadesi şöyledir: Her bir şehir kendi ahalisine geniş bir hanedir. Eğer iman-ı ahiret o büyük aile efradında hükmetmezse; güzel ahlakın esasları olan ihlas, samimiyet, fazilet, hamiyet, fedakârlık, rıza-yı İlahî, sevab-ı uhrevî yerine garaz, menfaat, sahte­kârlık, hodgâmlık, tasannu, ri­ya, rüşvet, aldatmak gibi haller meydana gelir. Zahiri asayiş al­tında, anarşistlik ve vahşet ma­naları hükmeder; o hayat-ı şehriye zehirlenir.48 Tarihte ve bugün bu esas Müs­lümanların İslamiyet’i yaşadığı nispette kendisini göstermiş­tir. Bugün ülkemizin Suriye’den ge­len miyonlarca muhacire aç­tığı kucak bu esasın en gü­zel tezahürlerinden birisidir. Dev­letimizin ve insanımızın maddi olarak hiçbir fayda sağlamadığı halde sırf Allah rızası için mem­leketini, muhabbetini, yi­ye­ce­ğini ve yüreğini Suriyeli kardeşlerimiz paylaşması fazi­let esasının bir tezahürüdür. Maa­lesef Batılı devletlerin bir­kaç yüz mülteciyi almamak için yasaklar getirmesi, sınır ka­pılarını kapatması Avrupa Me­de­niyetinin menfaat esasının bir tezahürüdür. Sonuç olarak: Girişteki tarifte ifade edildiği üzere bir medeniyeti tesis ettiren en önemli etken bir topluluğun sahip olduğu dünya görüşü ve varlık tasavvurudur. İnsanlığa huzur ve barış getirecek bir me­deniyeti tesis ettirecek tutarlı bir varlık tasavvuru ise ancak tevhid ile, iman esasları ile şekillenebilir. Bugün yeniden insanın cevherine layık bir me­deniyeti tesis edebilmek için yapılacak en birinci ve öncelik­li vazife imanın esaslarını top­lum­da tahkîkî bir surette yer­leştirmektir. Bu sebepledir ki; Üs­tad Bediüzaman: Ben, cemiyetin iç hayatını, mane­vi varlığını, vicdan ve imanı­nı terennüm ediyorum. Yalnız Kur’ân’ın tesis ettiği tevhid ve iman esası üzerine işliyo­rum ki İslam cemiyetinin ana direği budur.49 diyerek bütün çalışmalarını iman üzerine yo­ğunlaştırmıştır. Her kıştan sonra bir bahar, her geceden sonra bir sabah olduğu gibi, nev’-i beşerin dahi bir sabahı, bir baharı olacak inşallah. Hakikat-i İslamiyenin güneşi ile, sulh-u umumi dai­resinde hakiki medeniyeti gör­meyi, rahmet-i ilahiyeden bek­leyebilirsiniz.50 Kaynaklar: 1- İbrahim Kalın, İslam ve Batı2- Lem’âlar, 1183- İslam harfleri ile yazılan “mede­ni­yet” kelimesinin başındaki mim harfi terkedildiğinde artık bu ke­­li­­me “deniyet” olarak okunur. De­niyet ise alçak ve aşağılık mana­sına gelir. Mimsiz medeniyet ile kaste­dilen alçak medeniyet tabi­ridir.4- Tarihçe-i Hayat, 2535- Lem’âlar, 1196- Emirdağ lahikası-2, 997- Sözler, 3408- Muhakemat, 449- Tarihçe-i Hayat, 7710- Tarihçe-i Hayat, 9311- Kastamonu Lakikası, 1612- Sözler, 22013- Prof. Dr. Şinasi Gündüz, Hristiyanlığın Mimarı Pavlus, Ankara Okulu Yayınları, 200414- Mektubat-1, 15315- Milton Leitenberg, “20. Yüzyıl­da­ki Çatışma ve Savaşlarda Ölüm”16- Tarihçe-i Hayat, 9317- Kastamonu Lahikası, 15018- Mektubat-1, 15319- Mektubat-1, 4220- Mektubat-1, 15321- Sözler, 22022- Lemalar, 119 23- Lemalar, 17824- Sözler, 22025- Mâide, 226- Suyutî, el-Camiu’s-Sağîr, II, 827- Mesnevi-i Nuriye, 8928- Mektubat-1, 10929- Hücurat Suresi, 1330- Muhlis Körpe, 5. Bediüzzaman ve Risale-i Nur Sem­pozyumu, Ankara, 27 Mayıs 201231- İbrahim Kalın, İslam ve Batı, İsam Yayınları, s. 3832- İbrahim Kalın, İslam ve Batı, İsam Yayınları, s. 9033- Mektubat-2, 44034- Pıckthall, İslam 35- Medeniyetinin Dinamikleri, Külliyat Yayınları, s. 6135- Zülfikar, 11736- Mesnevi-i Nuriye, 8937- Pıckthall, İslam Medeniyetinin Dinamikleri, Külliyat Yayınları, s.10038- Mektubat-2, 44039- Tarihçe-i Hayat, 9340- Mektubat-1, 14941- Zülfikar, 11742- Mektubat-2, 38943- Sözler, 34044- Tarihçe-i Hayat, 13145- Mektubat-2, 39146- Mektubat-2, 39147- Lemalar, 11948- Şualar-1, 22149- Tarihçe-i Hayat, 62950- Mektubat-2, 448

Osman SONSAK 01 Nisan
Konu resmiHayal Ülkesinden Bir Değer: Şiir Gözlüğüyle Hayat ve Kâinat Kitabını Okumak
Kültür ve Medeniyet

İne gönül, kalka gönülHep doğruya baka gönülHak vergisi… Hakk’a gönülVermeyene anlatılmaz. İlk ne zaman bir şiir mısrasıyla karşılaştık? Şairin hayal dünyasının sınırları ve sırları ne vakit açıldı gönül dünyamıza? İlk şiirimiz hangisi? İlk fark ettiğimiz şair kim? Bilinmez ama şiirle yakınlaşma­larımızın vakti galiba okumayı ve yazmayı tahsilimizden he­men evvelki sözlü hayat safha­mız –ilk çocukluğumuz- olsa gerek. Söylemem odur ki çok erken tanışılan ve hayatın ileriye yü­rüyen devirlerinde sıkça muha­tap olunan iki kelimedir; şair ve şiir. His dünyalarımızdaki coşkun­luk sebebiyle, özellikle çocuk­luk ve gençlik zamanlarımız­da genel-kabul ile sahiplendiğimiz bu iki kavrama nasıl yak(ın)laşmalıyız? Öncelikle bilmeliyiz ki… Şair, kendi dışındaki âlemde­ki varlıkları ve hadisatı haya­lindeki şekliyle sunandır. His köprülüğüyle söz ve yazının gü­zelliğini istimal ederek ken­di dışındakileri enine boyuna yansıtır ve duyurur. Eğer ki… Mesleğini icra ederken imani yeterliliğe ve nazara sahip de­ğilse vay muhatabının haline. Laf ustasından bir dolu boş ve batıl söz ve sanat canbazlığı. “Estetik de estetik!” çığırışı. İman bilgisinden uzak, mümi­nin idrak ettiği hayattan nasibi olmayan, “şiir” tesmiye edilmiş satırlardaki felsefi hezeyanların sirayet ettiği bir gri fikir ve his dünyası… Yazık! Mezbeleden ahenk ve şiirimsilik devşirme uğraşında olanlara… Oysaki… Şair, iman şuurunun tesiriyle söz inşasını mananın hakika­tine perde yapmaktan kaçınma inceliğine vakıf olmalıdır. Şair­liğin, kem sözü kabul etmeyen kelam erbabı olmak olduğunun farkında olmalıdır. Şiirini ve sözünü, hakikati ifade etmekte araç, vasıta kabul etmelidir. Fikir ve his dünyasını ardına kadar, nuruyla baktığı hakikat­lerin emrine amade etmek; oku emrinin muktezası ile ken­di­sinin, hayatın, kâinatın ha­ki­katlerini incitmeden güzel ve etkili bir biçimde, şiirce ifade etmek… Büyük bahtiyarlık! İman ile nurlanan sözünü ve fiilini şiiriyle bakileştirme gay­retinde olanlara, hakikate misal sunanlara... Elbette ki… Şairlerimiz var bizim de… Hakikat işçileridir onlar ve sa­dece baş gözüyle bakmaz, sa­dece ağızdaki dil ile söylemez mısralarını. Onların her biri; aynı oluktan aldığı nurlu dersle bizlik şuu­runu aşılayan, böylelikle Müs­lüman kalpleri tevhid eden “biz” hizmetkârı… Zikr ile sırdaştır bizim dilimiz Dünya ve ahiret iki elimiz Hu diye çağıran ırmak selimiz Hazret-i Kur’ân’la dost olanlarız Biz yaran isteriz canan isteriz Biz Huda uğrunda yanan isteriz Onların her biri; hakikati ara­ma mesleğinde karşımıza çıkan, şuurlu örnek birer hakikat seyyahı… Musa ol! Hakk’a yüksel! Tecelli et de Tura Zulmet yıkılsın gitsin! Cihan gark olsun nura! İstiyorum yeniden bir hilkat istiyorum Ne hayal, ne kuruntu hakikat istiyorum Hakikat, hakikat, hakikat istiyorum!.. Onların her biri; kâinat kita­bından istifadesi ölçüsünde sa­natın ve sanatkârın sırrına mu­vaffak olan, tefekkürden şuura şiir köprüleri inşa eden sanat erbabı… Bin ders-i maarif okunur her va­rakında  / Ya Rab ne güzel mek­teb olur mekteb-i âlem Onların her biri; imanla bezeli ahlakıyla, hayatı hikmetle yo­rum­layan fazilet ehlidir… Hoştur bana senden gelen Ya hil’at ü yahut kefen Ya gonce gül yahut diken Lütfun da hoş kahrın da hoş Onların her biri; hisler ayna­sında, Rabbini görebilen basi­retli birer göz… Kaybolur kederim, kaybolur ahım Gözümden yaş olur, akar günahım Bana daha yakın olur Allah’ım Mavi gecelerin seher vaktinde Onların her biri; kelime göm­leğine giydirilen tevhidî mana­yı, bütün saflığı ve çıplaklığıyla aktarabilmenin mücadelesinde olan idrak hizmetkârı… Önümüzden geçer, gider Bir siyah tesbih geceler Bu tesbihi bir çeken var Mademki… Şairlikte; kalbindeki imanı tüm aza ve hislerine sapasağlam bir şekilde yansıtmak, inandığı her esasının idrakinde ve şuurunda olmak elzemdir. O vakit şiirin de hakikati ortaya çıkacaktır. İşte şairu’l-a’zamın lisanından şairlik mesleğinin sırlı tarifi: Anladım işi, sanat Allah’ı ara­makmış / Marifet bu, gerisi yal­nız çelik-çomakmış...               Dua niyetine: Bende sıklet, sende letâfet... Allah’ım, affet!  Lâtif’ten af bekler kesâfet?... Allah’ım, affet! Etten ve kemikten kıyâfet... Allah’ım, affet!  Âcize imdadın şerâfet... Allah’ım, affet!  Sen mutlaksın, bense izâfet… Allah’ım, affet!  Ey kudret, ey rahmet, ey re’fet! Allah’ım, affet!

İbrahim SARITAŞ 01 Nisan
Konu resmiÜç Nasihat
İnsan

Hayır ve şer her ne işlerse kişi kendinedirKimseyi hor göremez bilse kişi kendi nedir Kimseyi hor görme Hor görmek lügatte, önem ver­memek, küçük görmek, aşağı ve bayağı görmek manalarına gel­mektedir. Müslümanların bir­­­­birleri arasındaki içtimâî mü­na­­sebetlerde düşebildikleri ha­­talardan birisi belki de en ön­de geleni, İslâm kardeşliği hu­kukuna olması gerektiği gibi ria­yet edilmemesidir. İmtihan dünyasında yaşıyor ol­­mamızın gereği olarak ki­mi insanlar zenginken, kimi­leri fakirdir. Ya da kimi­­leri ha­­yat­larının bazı dönem­le­rin­de maddî sıkıntılar çeke­bil­mektedirler. Veya ki­mi in­­sanlar, rağbet edilen ye­te­nek ve meziyetlere sahip­ken, ki­misi de fazla rağbet edil­me­yen yeteneklere sahip olarak dün­yaya gelebilmektedirler. Ki­­mi dâhi veya zeki iken, ki­mi o kadar da zeki olma­ya­bil­­mektedir. İşte bu farklılık­larımız, içinde olduğumuz im­tihan içindir. Yoksa birbirimizi küçümsemek ve hor görmek için değildir. Peygamber Efen­dimiz (asm) bu konu ile ala­kalı olarak; “Müs­lüman, Müs­lü­­manın kar­deşidir. Ona zul­­­­met­mez, onu yardımsız bı­­rak­­­maz ve onu hor gör­mez. (Müslim, Birr, 32)” bu­­yur­­­muşlardır. Bu Hadis-i Şe­­­rif’ten de anlayabiliyoruz ki; Bir Müslüman, bir Müslü­man kar­­deşini hor görür ve kü­çüm­serse ona zulmetmiş olur. Yine anlıyoruz ki; el­lerinden gel­diğince Müslü­man­ların bir­­bir­lerine, sıkıntılı du­rum­ların­da ya da zor durumda kal­dık­larında yardım etmeleri ge­rekir. Hadis-i Şerif’te Müslümanın, Müslüman kardeşini yardım­sız bırakmamasının ve hor gör­memesinin bir arada zik­re­dilmesi de gösteriyor ki; hor görenler yardım da etmez­ler. Küçümseyenler, ihtiyaç sahip­lerinin imdadına yetişmezler. Maddî açıdan kendilerinden aşağıda olanları hor görenler, zor durumda kalanların yardımına da koşmazlar. Demek ki, hem sözle, hem fikir ile ve hem de tavırlarımızla kimseyi hor gör­memek en önemli hayat düs­turlarımızdan biri olmalı­dır. Bu sayede, ihtiyaç sahiplerine Allah’ın bize verdiği imkânlar çerçevesinde yardımcı olabile­cek manevi gücü de kendimiz­de bulabileceğiz. Ve böylece Cenâb-ı Hakk’ın bize verdiği nimetlerin şükrünü bir cihette eda etmiş oluruz. Kimseyi kınama! Kınamak lügatte, ayıplamak, kabahatli bulmak, takbih et­mek manalarına gelmektedir. Bu konu ile ilgili olarak Pey­gam­ber Efendimiz (asm), “Eğer bir kimse sende bildiği bir ku­surla seni ayıplarsa, sen onda bildiğin bir kusurla onu ayıplama. Bırak onu! Yap­tı­ğı­nın günahı ona, sevabı sana olsun (Buharî, el-Edebü’l-müf­red, 403)” buyurmuşlardır. Şu fani dünyada imtihanda ol­du­ğumuz gerçekliğine binaen diyebiliriz ki; her insan hata yapabilir. Her insanın kusurları olabilir. Bu cihetle biz kusurlu, hatalı ve günahkâr iken nasıl başka insanları hatalarından do­layı kınayabiliriz. Hatta bah­si geçen Hadis-i Şerif’in hük­münden de anlayabiliyoruz ki; bizi günahlarımızdan ve­ya ha­talarımızdan dolayı kına­yan­ları bile kınamamalıyız. Kına­yanı bile kınamayınca, günah kı­nayana, sevap ise sabredip kınamayana gelir. Demek, bu konudaki temel prensibimiz kendi hatalarımıza odaklanmak üzerine kurulu olmalıdır. Kimsenin ağlanacak hâline gülme! İmtihan dünyasının bir diğer özelliği de hayatımız boyunca farklı şekillerde imtihan edil­me­mizdir. Bu imtihanlar, kimi­ne daha ağır, kimine daha ha­fif şekilde gelebilmektedir. As­lın­da imtihanların bu şekilde gel­me­si de bir imtihandır. Herhangi bir musibetle imti­han edilen bir Müslüman kar­de­şimizi gör­­düğümüzde yapa­cağımız, onun için Cenab-ı Hakk’a dua et­­mek, yardımcı olmak, elimiz­den geliyorsa yar­­­­dım etmek ve sabrı tavsiye et­mektir. Allah muhafaza, bir kardeşimizin ağlanacak bir ha­line gülsek, o musibetin o kar­deşimizden alınıp bize ve­ril­me ihtimalini düşünelim. Bu hususta nefsimizin ve şey­tan­ların oyunlarına gel­me­yelim. Bu hususla ilgili Peygamber Efendimiz (asm) şöyle buyur­muşlardır: “Kardeşinin başına gelen bir şeye sevinip gülme. Sonra Allah ona merhamet edip seni (o şeyle) imtihan eder. (Tirmizî, Sıfatü’l-kıyâme, 54)”

Ahmed Said GÜNDÜZ 01 Nisan
Konu resmiSultan Abdülhamid Han ve Bediüzzaman Hazretleri
Tarih

Bediüzzaman Hazretleri ile Sultan Abdülhamid Han arasındaki münasebetin doğru tahlil edilebilmesi için bazı hususlar çok önemlidir.  Birincisi ve en önemlisi, Be­diüzzaman Hazretleri ve Sul­tan Abdülhamid Han arasındaki bü­­­­­­­­­rokratik engellemeler­dir. Dö­ne­min bürokrasi anlayışı Be­di­üzzaman Hazretlerinin Sul­tan Abdülhamid Han’a ulaşmasını engellemiştir. Çünkü Van vali­si Tahir Paşa’nın “hârika-i ze­kâ ile meşhur Molla Said Efendi”, “Bu havalide ilim­ce umûmun merci’i”, “Ken­di­si veliyyülnimet-i azim efen­­­di­miz hazretlerine ha­ki­­­katen sâdık ve hâlis bir duâ­cı”, “Dersaadet’e gitmek bah­tiyârlığına nâil olan Kürd ulemâsı içinde gerek ah­­lâk-ı hasenece, gerek Zât Haz­ret-i Hilafetpenâhiye sadâkat ve ubûdiyetçe alâ ziyâde şa­yân-ı âtıfet bir zât-ı diyâ­net şiâr olması” sözlerini içe­ren Bediüzzaman’ın üstün me­zi­yet­­lerini anlatan resmî ya­zı­sı sa­­raya yansıtılmamıştır. Bun­dan dolayıdır ki Bediüzzaman Hazretlerinin Osmanlı Devle­tini ve Hilafetini ayakta tu­ta­cak reçeteleri padişaha ulaş­mamıştır. İkincisi, Bediüzzaman Hazret­leri “Yaşasın yaraları tedavi etmek fikrinde olan Halife-i Peygamber!” diyerek tezkiye et­tiği Sultan Abdülhamid Han’ın zatı hakkında hakaret içe­­ren bir ifadesi ve üslubu bu­lun­ma­mıştır. Bürokratik en­gel­­leme ve sıkıntıları da müs­bet bir dil ve ıslah etmek dü­şüncesiyle ifade etmiştir. Sul­tan Abdülhamid Han’a karşı olan hürmet ve muhabbetini her daim göstermiştir. Üçüncüsü, hem Bediüzzaman Hazretlerinin hem de Sultan Abdülhamid Han’ın gayeleri Os­­manlı Devletinin ve Hila­fe­tinin bekasını temin etmekti. Şahsiyetleri değildi. Dördüncü husus, Bediüzza­mana göre “Hiçbir günah­kâr, başkasının günahını yük­len­mez!” (En’am, 164) aye­tinin ifadesiyle, birisinin ha­ta­sıyla baş­kası mesul olmaz. Sultan Abdülhamid han zamanında bazı art niyetli, bozuk zihniyet­li, dinsizlere hizmetkâr olmuş idarecilerin yaptıkları hataları, Merhum Sultan Abdülahamid Han’a isnad etmek, o hataları o işlemiş gibi anlatmak zulümdür. Malum olduğu üzere, her bir idareciye karşı ayrı ayrı mua­melede bulunan üç sınıf in­san vardır. Biri­si, tefrit eder, dü­şünmeden aklını idarecinin ce­bine koyarak yanlış-doğru her yaptığına destek vermekle hata eder. Diğeri ifrat eder, yanlış veya doğru, idarecinin hiçbir faali­yetini kabul etmeden, ona muhalefet edip onu yıkmaya çalışarak zulmeder. Üçüncüsü ise adaleti temin et­mek için, hadd-i vasat olan orta yolu tercih eder. İdarecinin yaptığı her hayra destek verdiği gibi bilerek veya bilmeyerek içine düştüğü bütün hatalarından vaz­geçirmek için nasihat yo­luyla ona yardımcı olur. Bu üç sınıfın içinde İslamiyet’e uy­gun, geri kalmaktan ve aşırılık­tan uzak olan orta yol denilen üçüncüsünü tercih etmek gere­kir. Zira hadis-i şerifte: “Allah (cc), bir kulunun hayrını (iyiliğini) isterse, ona kendi tarafından bir nasihatçi na­sip eder. O, (nasihatçi) ona iyi­likleri emreder ve onu yan­lışlıklardan da sakındırır.”1 buyurulmuştur. Hem önemli olan bir hakikati de göz ardı etmememiz gerekir. Şöyle ki; “Kendilerinde olan (iyi ­hal)i değiştirmedikçe, şüb­­­­he­­siz ki Allah, bir kavme olan (nimetin)i değiştir­mez.”2 Bu ayetin ifade ettiği gibi, başında Sultan Abdülhamid Han Hazretlerinin bulundu­ğu Osmanlı Devletinin içinde maa­lesef tahribat yapan müna­fıkların sebep oldukları hatalar meydana gelmiş olacak ki, Ce­nab-ı Hakk’ın büyük bir ni­meti olan o devletin hem biz­lerden hem de bütün Müslü­manlardan alınması­na sebep ol­muştur. O dönemde bir kı­sım in­sanlar devleti yıkmak için çalışırken, Bediüzzaman Haz­retleri gibi bir kı­sım âlim­ler de o devletin yıkılmaması için, Sultan Abdülhamid Han’ ın gereken tedbirleri alma­sı nok­­­tasında nasihatlerde bu­lun­­­muşlardır. Hatta Sultan Ab­dül­hamid Han için “Sultan-ı mah­lu’u,3 sükût-u müsam­mem­­den kurtarmaktır”4 ya­ni “zu­lümle va­zife­sinden alın­ması ger­çek­le­şen Sultan Abdülhamid Han’ın, o vazifesinden düşmemesi için mücadele verdiğini” beyan et­miştir. Bediüzzaman Hazretleri, “Dağ meyvesi acı da olsa devadır” baş­lığı altında, “Maksatları­mın Fih­risti” dediği yazısının altın­­cı mad­desin­de mealen şöyle de­miştir: “Gayem, Osmanlılı­ğın terakki ve ilerleme meyil ve ar­zusunu faal hale getirmektir. Şöyle ki; bu dev­letin hayatının kaynağı ve dini İslam dini ol­du­ğundan, her bir Osmanlı İslamiyet’in izzetini, şevketini yüceltmeye mecburdur. Ve her bir mümin, i’la-yı Kelimetul­lah ile muvaz­zaftır. Yani Ce­nab-ı Hakk’ın kelimesini di­nini yüceltmek ile vazifelidir ve bu zamanda Allah’ın dinini yüceltmenin en büyük sebebi, maddî terakkidir. Yani devle­tin ekonomik olarak ileri bir seviyede olmasıdır. Maddî te­rak­kinin ilerlemenin en kor­kunç düşmanı olan cehalet, za­ruret yani fa­kirlik ve ihtilafa kar­şı; marifet kılıcı ve insanın ça­lışma gayreti kullanmakla be­raber, din kardeş­liği namına ittihad edip birleşeceğiz. Fakat dış düşmanlara karşı, medenî ol­­duklarından dola­yı, onlara fik­­ren galip gelmek gerekir. O ci­hadı da şeriatın burhanları­na, delillerine havale edeceğiz”5 der. Bu madde ile birlikte diğer mad­delere de bakı­lırsa, Bediüz­zaman Hazretlerinin, Sultan Ab­­dülhamid Han’a olan nasi­hat­­lerinin tahrip için değil, ta­mir için olduğunu bütün insaf dünyası anlar. Bediüzzaman Hazretlerinin tı­mar­­ha­nedeki dok­tora hitap eder­­ken mealen: “Yaptığım iyi­­­lik­­­ler cinayet sayıldı. O iyi­lik­ler­den yarım cinayet sayı­la­­bi­­le­ceklerden birisi de şu­dur: Hilafet meselesi, İslam dai­­resinin merkezi ve onları bir­birine bağlayan rabıtası hük­­­mün­de­dir. Sultan Ab­dül­hamid Han’ın onu elinden ka­çır­maması fikriyle ve ön­ce­ki kusurlarını idrak edip piş­manlık duyarak nasihat din­ler ümidiyle ve “en isabetli yol dev­let için musalahadır” düşün­ce­siyle şu anda en fazla art niyetlere ve menfi fa­aliyetlere başlangıç ve to­hum olan art ni­yetli ortamı daha güzel bir şe­kilde düşündüğümden, Sul­tan Abdülhamid Han’a gazete li­sa­nıyla söyledim ki “batan Yıl­dız Sarayı’nı üniversite yap. Ta Sü­reyya yıldızına kadar yücel­sin. Ve oraya turistler ve eski zeba­nîler yerine, rahmet melaikesi denilen ilim talebelerini yerleş­tir. Ta Cennet gibi olsun. Ve Yıldız Sarayı’n­daki topladığınız mille­tin servetini, milletin baş hastalığı olan cehaletin tedavi­si için millete iade et. Ve mille­tin mürüvvet ve muhabbeti­­ne itimat et. Zira senin idare­ne millet kefil olmuştur. Bu ömür­­den sonra ahireti düşün­mek lazım. Dünya seni terk et­me­den sen dünyayı terk et. Ömrün zekâtını, ikinci ömür denilen ahiret yolunda sarf eyle.” dedim. Doktora da dö­nerek “Şim­di muvazene ede­lim. Yıl­dız eğlence yeri mi olma­lı, yoksa üniversite mi? Ve içinde turistler mi gezmeli, yoksa orada âlimler mi ders vermeli? Orası gasp mı edil­meli veya millete hibe mi edil­meli? Hangisi daha iyi­dir? İnsaf sahipleri hükmetsin. Ben ki halktan biriyim, padişaha nasihat ettim. Demek yarı ci­nayet işledim.”6 Yukarıda da görüldüğü gibi, Bediüzzaman Hazretle­ri, hila­fe­tin devamı ve Osmanlı Dev­­letinin yıkılmaması için Sul­tan Abdülhamid Han’dan ge­­re­ken tedbirleri almasını is­­ti­­yor. Yoksa bir kısım gizli mü­na­fıkların yaptıkları gibi, hi­la­fetin kalkmasını ve o devle­­tin yıkılmasını is­temiyor. Zira baş­­­ka­la­rının “Kızıl Sultan” de­dik­­­leri yer­de, Bediüzzaman Haz­­retleri “Şefkatli Sultan” şek­­linde hitab ediyor. Hem o za­­mana ait tarihleri okuyanlar iyi bilirler ki; başkaları Sultan Ab­dülhamid Han Hazretleri hak­kında her türlü hakareti ya­parken, Bediüzzaman Hazret­leri ona saygısızlık ve hakareti ifade edebilecek tek bir cümle bile söylememiştir. Bediüzzaman Hazretlerinin, İs­­la­­mi­yet’in en ehemmiyetli me­­se­­le­si olan Hilafetin muha­fa­zası ve en büyük kalesi olan Os­manlı Devletinin yıkılma­ması için tamire çalışırken ba­zen kullandığı “istibdad” ke­li­mesi gibi tabirleri, o za­ma­na ve o zamandaki ahval ve ortama göre söylediğini gözden kaçırmamak gerekir. Sual: Sultan Abdülhamid Han’a karşı yapılan inkılabtan on sene evvel, hükü­mete niha­yet derece itiraz ettiğin hal­de, ay­nı zamanda hükümete hü­cum eden­lere de itiraz eder­din. Hatta Osmanlı Sultanlarını if­rat derecesinde överdin. Ve (Sul­tan Abdülhamid Han’ı mü­­da­faa etmek noktasında) ‘muhtemeldir Sultan Abdülha­mid Han, muktedir değildir ki dizgini kuşatsın yani adale­ti temin ederek devleti sevk ve idare etsin, milletin saadetine yol versin. Veyahut kendine bir sevap kazandıran hatalı bir ictihad ile olabilir. Böylece kendine kabul edilmeyecek bir özür bulmuş olsun. Veyahut yardımcıla­rının ve evhamının elinde mahbus gibi­dir.’ (Onu savunarak) bunları söylediğin halde sonra bütün kabahati ona attın. Neden hem ona itiraz hem de hücum ederdin? Hem de onu bazılarına karşı müdafaa ederdin? Elcevab: İnkılabtan on altı se­ne ev­vel Mardin taraflarında beni hakka ir­şad eden bir za­­ta rast geldim. Siyasette kaste­di­len mes­­leği bana gösterdi. Hem o vakitte meşhur Namık Ke­mal’in ‘Rüya’ makalesinde­ki ya­­zılarıyla uyandım. Lakin üzü­­lerek belirteyim ki, kötü bir tesadüf ile hükümete itiraz eden­­ler­den ehl-i ifrat (aşırı gi­den) ve ehl-i tefrite (geride ka­lıp orta yolu bulamayanlara) rast gel­dim. Birincisi: Şeriat istiyoruz, di­yerek ifrat eden bir kısım in­sanlardır. Onlar Araplardan son­­ra İslamiyet’i hâkim kılan Türk­leri dalaletle, sapıklıkla mah­­­kûm ediyorlardı. Hatta bir kıs­­mı o derece ileri gitti ki, o za­ma­nın kanunlarıyla hük­­me­den­leri, küfürle itham edi­­yor­lar­dı. Otuz sene evvel Kanun-ı Esasî (1876) ve Hürriyet’in ilanını kü­fürlerine delil gösterirlerdi. Bütün devlet idarecilerine kâ­fir diyorlardı. ‘Allah’ın hük­mü ile hükmetmeyenler kâfir­dir’7 ayetini delil kabul ederler­di. O bîçareler bilmez­di ki; ‘men lem yahküm’ bimana ‘men lem yüsaddık’tır.’8 Yani nasıl ki, Ya­hudiler veya münafıklar Ce­­nab-ı Hakk’ın indirdiği hü­küm­lerine ‘inanmadıkları için’ on­larla hükmetmiyorlar ve böy­­lece kâfir oluyorlar. Ay­nen öyle de bunlar gibi Ce­nab-ı Hakk’ın hükümlerine ‘inan­ma­dıkları için’ o hükümlerle hükmetmeyenlerin, kâfir ol­duk­­­larını ve ‘o hükümlere inan­dığı’ halde onlarla hükmet­me­yenlerinse kâfir olmadıklarını bu adamlar bilmiyorlardı. Acaba şeriat istiyorum diye­rek, müspet gelişmeleri de ka­bul etmeyen ve önceki istib­­da­dı, hürriyet zanneden ve Ka­nun-ı esasîye itiraz edenlere nasıl itiraz etmeyeceğim… Her ne kadar hükümete itiraz etseler de lakin onlar istibda­dın daha dehşetlisini iste­di­ler. Bunun için onları reddeder­dim. Şim­di şeriata uygun olan hürriyet taraftarlarını dalalet­le suçlayan bu kısımdandır. Ya­ni bu Müslümanlar kafalarına gö­re bir İslamiyet isteyip, hü­kü­metin doğru yanlış her ic­raatına karşı çıkıyorlardı. İkincisi: Tefrit edip geride ka­lanlardır ki; onların, hükü­me­tin yaptığı hiçbir icraatı ka­­­bul etmediklerini gördüm. Di­ni bil­­miyorlar. Ehl-i İslam’a in­saf­­­sızca itiraz ediyorlar. Ba­ha­­ne olarak taassubu yani Müs­lü­manların İslamiyet’e körü körüne bağlandıklarını iddia edip delil gösteriyorlardı. İşte şimdi Osmanlılıktan sıyrılıp tamamen Avrupalı olarak gö­rünmek fikrinde olan­lar, bu kısım insanlardır.9 Orta yolu tutan üçüncü bir kısım daha var ki; Sultan Ab­dülhamid Han’ın isabetli dü­şün­düklerine ve yaptıklarına destek vermişler, bir kısım ha­ta­larının giderilmesi için de nasihatte bulunarak o hatala­rı­nı düzeltmeye çalışmışlardır. Doğru olanı da budur. Evet, Bediüzzaman Hazretlerinin o zamanki mücadelesini bilen, yaz­dıklarından istifade eden bir adamın zerre kadar insafı var­sa, onun böyle bir yol takip et­tiğini anlar ve kabul eder. “Elhasıl, hükümete hücum eden­­lerin bazıları “Haydo Hay­do” derlerdi, bazıları “Hay­dar Ağa Haydar Ağa” derlerdi ben “Haydar” derim şimdi de “Hay­dar” derim vesselam.”10 Yani: Sultan Abdülhamid Han’a hü­cum edenlerin bazıları, ifrat ederek onu ve hükümetini düş­man gördükleri için, tahkir ve kabul etmemek manasını ifa­de eden “Haydo Hay­do” der­lerdi. Bazıları da ihsan-ı İla­hi­den fazla ihsanın, ihsan olmadığını düşünmeyip Ce­nab-ı Hakk’ın ona ihsan et­tiği kemalatlardan daha yük­sek bir makam vermişler. Ve dar görüşlü oldukları için de Sultan Abdülhamid Han’ın bir kısım tedbirler alma­dan o hükümeti devam ettire­me­yeceğini görememişler; belki tefrit ederek o hükümetin her cihetiyle mükemmel oldu­ğu­nu kabul edip onu övmek mana­sında “Haydar Ağa, Haydar Ağa” der­lerdi. Ben “İhsan-ı İla­hiden fazla ihsan, ihsan de­ğil­dir” düsturuna binaen, aşı­rı­ya kaçıp ifrat etmeden ve olaylara tamamen duyarsız ka­lıp da tefrite düşmeden, mev­cut hükümete ve Sultan Abdülhamid Han’a Cenab-ı Hakk’ın verdiği kemalatı ay­nen kabul ederek, ona “Hay­dar” derdim. Ve hükümet, yap­tığı yanlışla­rını düzeltsin ve doğru yaptıklarını da devam ettirsin, diye her türlü gayreti göstermeye çalışırdım.  Yani bazı dahi siyasî in­sanlar ve Namık Kemal, Mehmed Akif gibi harika ediplerin, gelecekte dehşetli bir istibdad ve baskıyı hissettikleri gibi, “Eski Said de o dehşetli istibdad ve baskıyı hissedip, ona karşı cephe almıştı. O hiss-i kable’l-vukû yani o gelecek şiddetli baskı gelmeden önce onu hissetmek ve bu hissedilenin hangi istibdad ve baskı olduğu, tabir ve tevil edilmesi gerekirken, -maalesef bilinmeden- o gün toplum içinde zayıf ve istibdad adı verilen Sultan Ab­dülhamid Han idaresine kar­­şı hücum göste­riyorlardı. Hâl­bu­ki onlara dehşet veren asıl istibdad ise, daha sonra ge­lecek olan Devlet-i Aliye’yi yıkacak ve bütün fitnelerin ka­pı­sının açılmasına yol açacak, Hilafetin kaldırılması ile umum Âlem-i İslam’ı perişan edecek rejimlerin istibdadıdır. O gün istibdada karşı çıkan­lar, ileride gelecek istibdadların za­yıf bir gölgesini aslıymış gi­­bi zannederek öyle davranmış­lardır. Onların dehşetli istibda­da karşı çıkmaları doğru, fakat Sultan Abdülhamid Han’ı hedef göstermeleri yanlıştır. İşte Eski Said de eski zamanda böyle çok acayip bir istibdadı hissetmiş; bazı eserlerinde ona hücum ile açıklamalarda bulunmuştur. O müthiş ve acayip olan baskıya karşı, şeriata uygun olan meşru meşrutiyeti bir kurtuluş ve­silesi görüyordu. Ve şeriata uygun olan hürriyeti, Kur’an’ın hükümleri dairesindeki meşveretle yani ehil olanlarla istişare etmiş ve o müthiş musibeti def’ eder diye düşünüp öylece çalışmıştır.11 Hem Bediüzzaman Hazretleri, 1908’de yazdığı Beşinci Şua’ isimli eserinde de Sultan Ab­dülhamid Han’dan sonra ge­lecek baskı için şöyle der: “Evet öyle acip bir istibdat ki kanunlar perdesinde herke­sin vicdanına ve mukaddesatı­na, hatta elbisesi­ne müdahale eder­ler. Zannederim, bu son asırda İslam ve Türk hürri­yet­perverleri, bir hiss-i kable’l-vukû ile bu gelecek olan deh­şetli istibdadı hissetmişler. Ok­lar atıp hücum et­mişler. Fa­kat Sultan Abdülhamid Han dönemini hedef almakla çok aldanmışlar. Yanlış bir hedef ve hatalı bir cephede hücum göstermişler. Hem öyle bir zulüm ve cebir ki bir adamın yüzünden yüz köyü harap ve yüzer masumları tecziye ve tehcir edip cezalandırıp göç ettirmek ile perişan ederler.”12  Fakat bir kısım Avrupaperest bozuk zihniyetli insanlar da Devleti-i Aliyye’yi yıkıp İslamiyet’e muhalif, Avrupaî bir düzen kurmak istemişlerdir. Maalesef o bozuk, hamiyetsiz, milliyetini bırakan insanlar, o şiddetli istibdadı gerçekleştirmekte muvaffak oldular. Bediüzzaman Hazretleri ve onun zihniyetinde olan ehl-i hamiyet sahibi insanlar ise, -o zamanda- zahiren muvaffak olamamışlardır. Fakat davalarına sahip çıkarak mücadeleye devam etmişlerdir. Bu milletin bitamamiha anarşiliğe, zındıkaya teslim olmasına engel olmakla, bugünkü İslamî gelişmelere de vesile olmuşlardır. Cenab-ı Hakk kendilerinden razı olsun. Bediüzzaman Hazretleri’nin Sul­tan Ab­dülhamid Han’la olan ir­tibatı bu minval üze­re ger­çek­leşmiştir. Başkalarının bu hu­susta “bana göre” deyip, de­di­­ko­dulardan yola çıkarak, Sul­tan Abdülhamid Han’a kar­­şı, Bediüzzaman Hazretleri gi­bi ehl-i sünnet ulemasından bir âlimin ifrat veya tefrite düştüğünü söylemesi veyahut meşrep taassubuna dayanarak onu tenkit etmesinin tarihi ve vicdani gerçeklerle hiçbir alakası yoktur. Alakası olmadığı gibi, böyle bir iftirayı vicdan ve insaf sahibi olanların kabul etmesi de mümkün değildir.  Osmanlı aydını İttihad ve Te­rakki Cemiyeti’nden çok şey­ler beklemiş, fakat cemiyet diktatörlüğe yönelince, bek­len­tileri boşa çıkarmıştı. “Ek­mek­siz yaşarım, hürriyetsiz yaşayamam” diyen, istibdatla mücadele eden; haksız davra­nışlarından dolayı Jön-Türk­leri de her zaman ikaz eden Bediüzzaman Hazretleri, “Siz dini incittiniz, gayretullaha do­kundunuz, şeriatı tezyif edip küçük düşürdünüz; neticesi va­him olacaktır” diye onlara şid­detli muhalefet etmekten çekinmiyordu.13 Fakat yine Be­diüzzaman Hazretleri, belli bir zaman diliminde İttihad ve Terakki hükümetinin müspet yönlerine ve orduya taraftar ol­muştur. Onun sebebini şöyle izah eder. “Eski Said, Sultan Abdülhamid Han’dan sonra gelen İttihad-ı Terakkî komi­tesine şiddetli bir surette muhalefet ettiği hal­de, on­ların hükümetine ve özel­­likle orduya karşı taraftar ol­muş ve onları yüksek de­re­ce­de takdir ederek hoş gör­müştür. Bunun sebebi ise, hiss-i kablelvuku ile, o askeri topluluk ve o milli cemiyet­ten, altı-yedi sene sonra bir mil­yo­na yakın evliya merte­besinde olan şehitlerin ortaya çıkacağını his­set­miştir. Ve istemeden -ken­di düşündüklerine muhalif- on­lara dört sene taraftar olmuş­tur. Sonra 1. Dünya Savaşı’nın çalkamasıyla, o mübarek şehit­ler alındı, İttihat ve Terakki ise yağı alınmış bir ayrana döndü. Yeni Said dahi Eski Said’e muhalefet edip onlardan ayrılarak dini mücahedesine tekrar döndü.”14 Evet, Bediüzzaman Hazretleri­nin İttihad ve Terakki hükü­metine ve orduya taraftar çık­masının sebebi, beş-altı se­ne sonra yaşanacak savaşta, din-i mübin-i İslamiyet için hayat­larını feda ederek şehid olan bir milyona yakın Mehmetçiğin cazibesidir. Bir de Bediüzzaman Hazretleri İkinci Meşrûtiyetin ilan edildiği 23 Temmuz 1908 tarihinden üç gün sonra oldukça hareket­li günler yaşanırken 26 Tem­muz 1908 günü Selanik’in Hürriyet meydanında hatipler halka meş­rûtiyeti anlatmaya çıktık­larında o da Selanik’te Hürriyete Hitap adlı meşhur konuşmasını yapmıştır. (Hürri­yete Hitap Nutku) Yaşasın Halife-i Peygamber yani Sultan Abdülhamid Han! Yaşasın şeriatı garra! Ya­şasın adalet-i İlahi! Yaşa­sın milli birlik ve beraber­lik! Ölsün Müslümanların ara­sın­daki ihtilaf! Yaşasın milletin arasındaki muhab­bet ve sevgi! Gebersin şahsî garazlar ve intikam almak fikri! Yaşasın kahraman as­­ker­ler! Yaşasın ezici bir güç olan ordular! Yaşa­sın cisimleşmiş akıl ve tedbir­den oluşan dindar ve şeriata uygun hürriyetperver top­lum! Yaşasın yaraları te­davi etmek fikrinde olan Halife-i Peygamber ya­ni Sul­tan Abdülhamid Han!15 Bediüzzaman Hazretleri bu nut­­kun sonunda mealen di­yor ki; dağ ağacının meyvesi iyi­­ce çiğnenmeyince hazmı ağır gel­diği gibi öyle de bu ko­­nuş­­mam da dikkatli bir şe­kilde anla­ya­rak okunmakla haz­­me­­dilmeli­dir. Ta ki yanlış an­laşıl­masın. Yoksa hak­kımı he­lal et­mem. Bu hitap, Sultan Abdülhamid Han’ın zayıf düştüğü ve kısa bir zaman sonra vazifeden alınaca­ğı bir ortamda gerçekleşmiş­tir. Maalesef o gün konuşanlar ha­lifeye her türlü hakaret ve saygısızlığı gösterirken, Bediüz­zaman Hazretleri ise onu tak­dir ederek hiçbir saygısızlıkta bulunmadığı gibi, İttihad ve Terakki hükümetinin de yanlış istikametten ayrılması için her türlü ikna metodu ile onlara nasihatte bulunmuştur. Ve o konuşmasında baştan sona ka­dar, bütün gayretiyle, hep Meş­rutiyet ve Hürriyeti şeriata uy­gun bir hale getirmek için açık­lamalar yapmıştır. Ne gariptir ki; bir kısım in­sanlar bu konuşmayı dahi doğ­ru anlamayıp Bediüzzaman Haz­retlerinin aleyhine suç unsuru olarak kullanıyorlar. Cenab-ı Hak hiçbir insanı hissiyatına mahkûm eylemesin. Bütün bu açıklamalardan an­la­şı­lıyor ki; Bediüzzaman Haz­­retleri ve bir kısım dindar mü­te­­fek­kirler, İttihad ve Te­rak­ki dö­neminde onlarla bazen be­ra­ber olmuşlardır. Onların içinde bulunan masonların ve gizli münafıkların Meşrutiyet ve Hürriyet’i, dinsizliğe alet et­mek için ça­lışmalarına mukabil, Bediüzzaman ve arkadaşları Meş­rutiyet-i Meşru’a ve Hürri­yet-i Şer’iye diyerek onları İs­lamiyet’e ve şeriata vesile yap­maya çalıştıkları halde, mu­ha­lifleri muvaffak olurken, maa­lesef onlar muvaffak ola­ma­mış­lardır. Bediüzzaman Hazretleri nasıl bir siyaset takip ettiğini de şöyle beyan eder: “Ey kardeşlerim! Kırk beş sene yani 1910’dan evvel, Eski Said’in bu dersinden anlaşılıyor ki; o, İslami siyasetle ve sosyal hayatla fazlasıyla meş­gul olmuştur. Fakat sakın zannet­meyiniz ki; o, dini siya­sete alet veya vesile yapmak mesleğinde gitmiş. Haşa belki o, bütün kuvvetiyle siyaseti dine alet ediyormuş. Ve derdi ki: “Dinin bir hakikatini bin siyasete tercih ederim.” Evet, o zamanda yani kırk-elli sene evvel hissetmiş ki bazı münafık zındıklar siyaseti dinsizliğe alet etmeğe teşebbüs edeceklerdir, o niyetlerine ve fikirlerine kar­şılık vererek, o da bütün kuvvetiyle siyaseti İslamiyet’in hakikatlerine bir hizmetkâr, bir alet yapmaya çalışmıştır. Fa­kat o zamandan yirmi sene sonra gördü ki, o gizli münafık zındıkların Batılılaşmak baha­nesiyle siyaseti dinsizliğe alet yapmalarına karşılık, bir kısım dindar ehl-i siyaset, yanlış ola­rak dini siyaset-i İslamiyeye alet etmeye çalışmışlardı.16 Bu siyasetle iştigali 1919 se­nesine kadar devam etmiş, Av­rupa menşeli ve tarafgirane si­yasetçiliğin zararlı neticelerine binaen “siyasetten ve şeytan­dan Allah’a sığınırım” diyerek o art niyetli siyaseti bırakmış ve bütün gayretiyle Kur’an’a ve imana hizmeti esas hali­ne ge­­tir­miştir. Bunu da Ri­sale-i Nur’ un 22. Mektub’unun (Uhuv­vet Ri­sa­lesi) Dördüncü Vec­hi’nde açık­ça ifade etmiştir. Yapılan iftiralardan birisi de şudur ki: “Bediüz­zaman Haz­ret­leri Mehmet Akif merhum­la birlikte İttihatçılarla bir olup 1907-1909 yılları ara­sında, Sul­tan Abdülhamid Han’ın taht­tan indirilmesine çalışmış­lar, hatta Sultan Abdülhamid Han’ı güya tahttan indirmek için fetvalar vermişlerdir?” Hâlbuki Bediüzzaman Hazret­leri­nin Mehmet Akif’in baş­ya­­zarlığını yaptığı Sırat-ı Müs­ta­kim der­gisiyle 1911’e ka­dar bir ir­tibatı olmamıştır. Be­di­üz­za­man Hazretlerinin, Meh­met Akif ve diğer aydınlar gibi, Sultan Abdülhamid Han’ı ren­cide edecek makale veya ko­nuşması ne Sırat-ı Müs­ta­kim dergisinde ne de başka bir yayında hiçbir za­man ol­mamıştır. Ancak Bediüz­za­man Hazretleri İslamiyet’e hizmet gayesiyle İttihad-ı Muham­me­di Cemiyetinin fikirlerini neş­redip yayan Volkan ga­ze­te­sinde, hem İttihad-ı Mu­hammedi Cemiyetinin ku­ru­­luş gayesini, hem de Meş­ru­tiyetin İslam Şeriatına uy­gunluk tarafını izah eden il­mi beyanlarını, makalelerle yayınlıyordu. Hem önceden vesikalarını gösterdiğimiz gibi Bediüzzaman Hazretleri bü­tün faaliyetlerinde Sultan Ab­dülhamid Han’ı bitirmek değil, Hilafetin ve Devlet-i Aliye’nin ve Sultan Abdülhamid Han’ın devam etmesini asıl maksat yapmıştır. Maalesef bir kısım art niyetli veyahut tarihçi görünümlü in­sanlar ve hocalar, Sultan Abdül­hamid Han’ın aleyhinde olan isimlerle birlikte, Bediüzzaman Hazretlerinin ismini de söy­le­meleri ve o hakaretleri Bediüz­zaman Hazretleri de yapmış gibi göstermeleri, gayet çirkin bir zulüm ve iftiradan başka bir şey değildir. Mesela: Elmalılı Hamdi Yazır tarafından yazılan ve imza edi­len Sultan Abdülhamid Han’ın payitahttan indirilme fetva­sın­­dan bahsedilirken, Bediüz­zaman Hazretlerinin bu iş ile hiçbir alakası olmadığı hal­­de sanki o da varmış gibi gös­terilmektedir. Hâlbuki bu ha­ki­kat vesikalarla sabittir, araş­tırılabilir.17 Hem bir kısım insanlar Meh­med Akif’in, Sultan Abdül­ha­­mid Han aleyhinde konuş­malarını anlatırken sanki o ko­­­nuşmaları Bediüzzaman da yap­mış gibi laf cambazlık­larıy­la “İşte Sultan Abdülhamid Han’a muhalefet eden Mehmed Akif­ler ve Bediüzzamanlar” diye­rek o hakareti o da yapmış gi­bi göstermeye çalışıyorlar. Al­­­lah, hiçbir Müslümanın vic­da­nın­dan insaf ve iz’anı alma­sın. Âmin. İttihad-ı Muhammedî Ce­mi­­­­ye­­­ti, Os­man­lı İm­pa­­ra­­tor­­lu­­­ğu‘nda İkin­ci Meş­ru­ti­yet dö­ne­min­de faa­li­yet gös­te­ren İs­lam­cı si­ya­si bir par­ti­dir. 5 Ni­­san 1909’da ku­rul­muş­tur. Bu ce­mi­ye­tin ku­ru­cu­la­rı bi­la­is­tis­na Müslümanların iti­mat­la­rı­nı kazanmış âlim ve fazıl şah­siyetlerdir. Ancak Volkan adlı gazetesiyle birlikte gelip bu cemiyete üye olan Der­viş Vah­deti müstesnadır. İşte bu cemiyet kurulduktan bir müd­det sonra, Bediüzzaman Haz­ret­leri de ona dâhil olmuş­­tur. Yu­­­karıda da geçtiği gibi İt­ti­­had-ı Muhammedi Cemiyetinin bir naşir-i efkârı olmuş olan Vol­kan gazetesinde, hem o ce­mi­yetin kuruluş gayesini, hem de Meşrutiyetin İslam Şeria­tı­na uygunluk tarafını izah eden kaideli ilmi yazılarını ve ma­kalelerini yayınlamıştır. Hat­ta Divan-ı Harbde sordular; “İttihad-ı Muhammediyeye (asm) dâhil misin? Dedim: Maa­lif­­ti­har! En küçük efradın­danım. Fakat benim tarif ettiğim ve­cihle... Ve o ittihaddan olma­yan, dinsizlerden başka kimdir, bana gösterin.”18 Maalesef Osmanlı Devletinin ve Hilafetin çok zor günler yaşadığını ve yıkılmaya yüz tuttuğunu fark eden Bediüz­zaman Hazretleri, nerede dev­letin bekası ve Şeriat-ı Muham­mediye’nin devamına vesile ola­bilecek bir ışık ve bir çıkış yolu gördüyse ona sarılmıştır. Hiçbir zaman istikametten ay­rılmadan ister şahıs olsun, is­ter cemiyet olsun beraber ol­duk­larının doğruluklarını ka­bul etmekle beraber, onların var olan yanlışlıklarını da dü­zelt­meye gayret etmiştir. Görüldüğü gibi Bediüzzaman Haz­retleri, Sultan Abdülha­mid Han dö­neminde olduğu gi­bi her zaman ifrat ve tefritten ka­çarak, doğru olan isti­ka­met yolunu tercih etmiştir. Meş­ru­tiyet ve Hürri­yet’i, kabul eder­­ken meşrutiyet-i meşrua (şe­ri­ata uygun meşrutiyet) şar­­tıyla imza vermiş ve Hür­ri­yet-i şer’iyye (şeriata uygun öz­gürlük) diyerek bunları İsla­mi­yet’e hizmet vesilesi yaparak ça­lışmıştır. Hata edenleri ikaz ettiği gibi, gizli münafıklara karşı hayatı­nı hiçe sayarak hak ve hakikati müdafaa et­miştir. Buna delil ise, onun hi­çbir zaman ehl-i sünnet ve’l-cemaate ve cumhur ulemaya muhalefet etmemesidir. Bediüzzaman Hazretleri, bu mücahedesini Cumhuriyet dö­ne­minde de devam ettirmiş ve bunun neticesinde; dünyanın şeklini değiştirecek Kur’an’ın tefsiri olan Risale-i Nurları ve sadakat­li Nur talebelerini arkasında bırakarak Hakk’ın rahmetine kavuşmuştur. Bediüzzaman Hazretleri, şimdi bazılarının söyledikleri pen­ce­­­­re­­den Sultan Abdül­ha­mid Han aleyhinde konuşmamış­­­tır. Tam tersine, “İttihatçılardaki far­­ma­­­son gurubunun hede­fin­de İt­­ti­­had-ı Muhammedi ce­mi­ye­­ti­­nin üyelerinin ve özel­lik­le Bediüzzaman’ı: ‘Sultan Ab­­­­dul­­­ha­­mid­ci ve Mürteci kim­­se­­ler’ olarak tanımlayarak onu idam ettirmek için el­lerin­­den geleni yapmışlardır. Ni­te­kim hareket ordusu gelip İstanbul’u kuşattığı Rumi 11 Nisan 1325 (Miladi 24 Nisan 1909) tarihinde, İttihad-ı Mu­hammedi üyelerini yakala­ma­ya başladıkları günlerde, Bediüz­zaman Hazretleri hayatını bo­şa sarf etmemek ve mu­ha­­fa­­za niyetiyle İstanbul’dan ay­rı­­lıp İzmit’e gelmiştir. Yani Sul­­­­tan Abdulhamidin hal’i (maa­le­sef tahttan indirilmesi), Be­di­üz­­­­za­­man’ın İzmit’te bekle­di­ği gün­lerde (miladi 27 Ni­san 1909) gerçekleştirilmiş oluyor­du. Mi­la­di 30 Nisan 1909’da da Be­di­üz­zaman Hazretleri İz­mit’te yakalanıp tevkif edi­le­rek İstanbul’a götürülmüş, 23 gün Harbiye Nezaretinde tutuklu bulundurulmuş, 2 numaralı Di­­­van-ı Harb mahkemesinde sor­­­­gu­lan­dıktan sonra tahliye edil­­­miştir. Bir gün sonra da, 1 nu­­maralı Divan-ı Harp mah­­ke­mesinde yargılanmış, gayet mer­dane ve pervasızca mü­da­faa­­ları sonunda beraat almış­tır.”19 Sualde geçen nutuk meselesi ise, Sultan Abdülhamid Han hakkında kim aleyhinde ne ko­nuştu ise devlet arşivlerinde mevcuttur Eğer Bediüzzaman Hazretlerinin de böyle bir nut­ku olsaydı, arşivlerde veya basın-yayın organlarında bulunur­du. Yukarıda da bahsedildiği üze­re, inkılapçılar, Bediüzzaman Haz­­ret­­lerini “Abdülhamidci ve ir­­ti­­ca­cı” diyerek idamla yar­gı­la­­mış­lardır. Eğer Sultan Abdül­hamid Han’a karşı böyle bir nutku olsaydı, elbette onu böyle bir muameleye tabi tutmazlardı. Bi­raz basiret ve insaf sahibi olan herkesin bu hakikati idrak etmesi lazım gelmez mi? Bediüzzaman Hazretleri, Risa­le-i Nur Külliyatının sadece bir yerinde Cemaleddin Afga­ni’den bahsederek şöyle der: “Elhasıl Sultan Selim’e biat et­mişim, onun İttihad-ı İslam’ daki fikrini kabul ettim. Zira o Kürtleri ikaz etti; onlar da ona biat ettiler. Bu (ittihad-ı ümmet) mesele(sin)de selefle­rim (benden önce ittihadı is­te­­yenler) Şeyh Cemaleddin Af­ga­ni, allamelerden Mısır Müf­tü­sü merhum Muhammed Ab­duh, Ali Suavi, Hoca Tahsin Efen­dilerle, Namık Kemal Bey ve Sultan Selim’dir. Bediüzaman Hazretlerinin Ce­ma­leddin Afgani hakkındaki bu ifadesine dikkat edilirse, o zikrettiği isimlere, ümmetin bi­rliği hususunda benim se­lef­lerimdir der. Yoksa ben her cihetiyle bu şahıslar gibi ina­nıyorum ve düşünüyorum gibi hiçbir ifadesi yoktur. Bilakis hep ehl-i sünnet ve’l-cemaat itikadını ve amel düsturlarını ümmete siper ve sığınak gös­te­rerek şöyle der: “İşte ey ehl-i hak ve ehl-i hi­da­yet! Şeytan-ı ins ve cinnî­nin mez­kûr desiselerinden kur­­tul­mak çaresi; ehl-i sünnet ve’l-cemaat olan ehl-i hak mezhe­bini karargâh yap ve Kur’an-ı Mu’cizü’l-Beyan’ın muhke­mat kal’asına gir ve sünnet-i seni­ye­yi rehber yap, selameti bul!”20 Ve kendisinin hiçbir zaman Ehl-i sünnete muhalefet etmediği gibi Cemaleddin Afgani gibi yanlış düşünce sahibi insanlar­dan da etkilenmemiştir. İtti­had-ı Ümmet hususunda onları örnek gösterdiği gibi, eğer baş­ka meselelerden de onlardan etkilenmiş olsaydı, şüphesiz o meseleleri de dile getirirdi. Evet, nasıl ki bir kâfir, bütün özellikleriyle kâfir olma­yıp doğ­­ru söylemek gibi Müs­lü­­man­larda bulunması gere­ken bazı özelliklere sahip ola­bi­lir. Ve o yönü doğru ola­rak kabul edilir. Öyle de; Be­di­üz­zaman Hazretlerinin isim­lerini saydığı şahısların için­de, yanlış olan masonluk zihni­yetine sahip olmalarına binaen, ümmetin birliğini istemeleri de yanlıştır diye onların o doğru düşüncelerini de ka­bul etmemek ne kadar akla mu­vafık olur? Ehl-i ilmin, ilim ve insaflarına havale ederiz. Maalasef Afganî, İstanbul’a ilk ge­lişinde Osmanlı Devleti ta­ra­fından iltifatlar görmüş, ken­­­di­si­ne birçok görevler de ve­ril­miştir. Bu iltifatlardan do­layı Devlet-i Aliyeyi tahkir et­me­miz doğru olur mu? Mesela: “1869 yılının ba­şın­da Cemaleddin Afgani, muh­­­­te­­­me­len Sultan Abdül­aziz’den al­dı­ğı davet ile İstan­bul’a hareket etmiştir. 1871 yılına kadar burada kala­cak­­tır. Onun İstanbul’da ol­du­ğu dö­nem, Tanzimat refor­mu­­­nun son evresine tesa­düf et­mek­te­dir. Buradaki konuş­ma­ları ve re­formcu üslubu bize İs­tan­bul’ daki modern­leşme hareketinden mem­nun olduğunu ve etkilen­diğini göstermektedir. Öyle ki mo­dernleşmeyi gerçekleş­tire­cek kurum olan Maarif Meclisi üye­li­ği ve yeni üniversi­te olan Darül­fünun ile bağları bu ko­nuya olan ilgisini ispat­lamak­tadır.”21 Sual: Bazıları diyor ki; Bediüz­zaman Hazretleri, mademki çok ferasetli biri, Sultan Ab­dül­hamid Han’ın tahttan in­di­­ri­leceğini ve devletin yıkı­la­­cağını neden önceden göre­­me­di? Hem velayeti ol­saydı İslamiyet’e zarar veren Ce­ma­led­din Afgani’den bahset­mez, az bile olsa İtti­had ve Terakki’ye taraftar görünmezdi. El-cevab: Birincisi: Bu iddia­nın tam aksine Bediüzzaman Hazretleri, maalesef Sultan Ab­­dülhamid Han’ın tahttan in­dirileceğini ve Devlet-i Ali­ye­nin yıkılacağını hisset­miş­tir. Bü­tün gayretiyle bu olumsuz­luk­ları önlemek için çalışmıştır. O zamanda geçen hayatı ve bütün yazdıkları buna şahittir. Bu yazımızın asıl maksadı da bu hakikati anlatmaktır. İkincisi: Bediüzzaman Hazret­leri kiminle, hangi cemiyet ve kuruluşla irtibat ettiyse, on­ların hep iyi taraflarını şeriata hizmet vesilesi yapmaya çalış­mıştır. Fenalıklarını da düzelt­meye gayret etmiştir. Bir âlimin yapması gereken de budur. Bununla beraber “Gaybı an­cak Allah bilir”22 ayetinin ifa­de­sine göre, bir evliya zat her şeyi biliyor demek değildir. Ancak Cenab-ı Hak ona ne bildirirse, o da onu bilir. “Veli her şeyi bilir” sözü ise hatalı bir sözdür. Bazen olur ki; en büyük bir veli, muhalefet ettiği zatın gerçek halini bilemediği için haksız olarak ona karşı çıkabilir. Bunun en büyük delili ise, Cennetle müjdelenen on sahabiden Hz. Talha (ra) ile Hz. Zübeyr’in (ra) Hz. Ali’ye (kv) muhalefetidir. Ümmet için­de bu zatlardan daha büyük bir evliya olabilir mi? Demek, Cenab-ı Hak bir hikmete binaen Hz. Ali’nin (kv) haklı olduğunu onlara bildirmediği için, onlar da onun haklı ol­du­ğunu bilememişlerdir. Ve yine Hazret-i Ömer’in (ra) minber üstünde, bir aylık me­safede bulunan Sariye namın­daki bir kumandanına سَارِيَةُ اَلْجَبَلَ اَلْجَبَلَ يَا (Ey Sariye! Ey Sariye! Dağa çekil) deyip, Sariye’ye işittirip, sevkü’l-ceyş (askerleri komuta ederek) zafere sebebiyet veren keramet-kârâne kumandası ne de­re­ce keskin nazarlı oldu­ğu­nu gös­terdiği halde, neden yanın­daki katili Fîrûz’u (kendisini şehid edecek Fîrûz’u) o keskin nazar-ı velayetiyle görmedi? Elcevab: Hazret-i Yakup Aley­hisselam’ın verdiği cevab ile cevab veririz. Yani Hazret-i Ya­kup’tan (as) sorulmuş ki: “Ne için Mısır’dan gelen (Yusuf’un) gömleğinin kokusunu işittin de, yakınında bulunan Ken’ an Kuyusu’ndaki Yusuf’u gör­medin?” Cevaben demiş ki: “Bizim halimiz şimşekler gi­bi­­dir. Bazen görünür, bazen sak­lanır. Bazı vakit olur ki, en yük­sek mevkide oturup, her tarafı görüyoruz gibi oluruz. Bazı vakitte de ayağımızın üstünü göremiyoruz.”23 Bediüzzaman Hazretleri, Al­lah’ın (cc) bil­dirdiklerinden baş­­­­­­ka bir şey bi­­liyor değildir. O da ba­­zen iç­­ti­hadında hata etmiş ola­­­­­bi­­lir. Ne var ki bu güne kadar üm­­­metin kabul ettiği hiçbir âlim, Bediüzzamanın yazdığı risa­lelerinde “Bu yazdıklarında bir hata vardır” diye tesbit et­miş değildir. Öyle ise, “O da hata edebilir” düşüncesiyle ha­­­ta­lıy­mış muamelesine ta­bi tut­mak, gayet çirkin bir zulüm­dür. Ve insanların Bediüzzaman ve Ri­sale-i Nurdaki iman haki­kat­lerinden istifadesine engel ol­maktır. Veyahut Bediüzzaman Hazret­leri isabet ettiği halde, bazı işin farkında olmayan insanlara gö­re hatalı olduğu düşünülebilir. Bu durum onun kemalatının olmadığını göstermez. Bir din âlimi olarak içtihadında isabet etmediyse dahi Allah (cc) ona bir sevap verir. İnsanların zu­lüm damarıyla onu cezalandır­ma­ya çalıştıkları gibi cezalandırmaz.  Yüz yıl önce hata edilen bir mev­­zu yani Bediüzzaman Haz­ret­leri ve Abdülhamid Han ara­sındaki yanlış anlama, bu­gün bazı ağızlar tarafından yi­ne çarpıtılarak birlik ve bera­berliğe zarar verilmektedir. 15 Temmuz melun ve menfur hadisesi bütün ümmete ve in­sanlığa karşı işlenmiş büyük bir cinayettir. Kuzu postundaki ca­navarlara bakılarak, bugün Ri­sale-i Nurun hakiki talebeleri zan altında bırakılamaz. En zor şartlarda iman ve Kur’an hizmeti yapan, millet ve mem­leketin selametine çalışan bu insanlar ve buna bağlı olarak diğer bütün cemaat ve tarikatlar şüpheli gösterilemez. Bu toplumun temeline bomba koymak demektir. Hakiki Nur Talebeleri, dün olduğu bu­gün­de hakkın ve doğrunun ya­nın­dadır ve kıyamete kadar böy­le olacaktır.  Bediüzzaman Hazretlerinin Ne­­mika Sultan’dan özür dile­me meselesine gelince, ister ol­m­uş olsun ister olmuş olma­sın, bu durum bir noksanlık de­ğil, belki bir kemalat ve İs­lamî bir güzelliktir. Sul­tan Ab­dülhamid Han Hazret­le­riy­le, Bediüzzaman Hazret­leri belli bir zaman beraber ya­şa­­mış­lardır. Beşeriyet muk­te­­zası olarak herhangi bir ko­nu­da uyuşamadıkları nokta­lar olabilir. Hatta hep aynı nok­tada ittifak etmiş bile olsalar, yine birbirlerinden veya varis­lerinden helallik dilemeleri İs­lami bir vecibedir. Ve ehl-i ke­malin de kemalatlarının bir gereğidir. İslami ölçülere göre vefat ede­nin herhangi birinde hukuku bulunsa, o hukuk varisine inti­kal eder. Varis vefat edenin bedelinde o hakkı helal et­miş olsa hakkın üzerinde bulun­duğu kişiden mesuliyet kalkar. Fakat bu İslami vecibeyi ve kemalatı anlamayan bir kısım nakıs insanlar; olmayan bir şeyi olmuş gibi göstererek Be­diüzzaman Hazretleri gibi bir din âliminin tenkidine vesile yapmaları, İslami şuura sahip insanları üzüyor.  Bir gerçeği de söylemeden ge­çemeyeceğiz. Şüphesiz bu tez­virat ve yalanı uyduranlar şu gelecek beş sınıftan biridir. Menfur 15 Temmuz dar­be girişimini işleyenlerdir. Çün­kü onlar “bu hükümet şim­di bizi bitiriyor, yarın da İslâmî cemaatleri bitirecektir” şeklinde o menfur girişimden önce böyle propaganda yap­mışlardı. Şimdi de bu yalanın doğru çıkması için hükümetin ve bürokrasinin içinde gizle­nip cemaatlerin aleyhinde konu­şup hükümetle cemaatleri karşı karşıya getirmeye çalışıyorlar. Marksist ve komünist bir zihniyete sahip olanlardır. On­lar bu milletin manevi de­ğer­lerini ve mukaddesatını zın­dı­ka hesabına tahrip etmek için her vesileyi kullanıyorlar. ‘Bu dar­beyi cemaat yaptı’ diyerek de çalışmalarına engel olan İs­lâ­mî cemaatleri ve Bediüzza­man Haz­retleri gibi ehl-i sünnet âlim­­lerini çürütmek için her türlü yalanı uyduruyorlar. Masonik zihniyete sahip olanlardır. Bunlar da insan için hayvanî ve nefsanî bir öz­gürlük vesilesi olan Avrupa me­deniyetine göre yaşamaya gay­ret edip İslâmî ahlakı boz­mak ve çoğunluk olan halkı, azın­lık olan bir kısım zalimlere ve kuvvetlilere hizmetkâr ve esir haline getirmek istiyorlar. On­lar “bu darbeyi ‘cemaat’ yaptı” bahanesiyle İslâmî ahlakı ve ruha ait olan özgürlüğü ko­ru­maya çalışan ve onların bu tah­ribatına engel olan İs­lâmî bü­tün cemaatlerin ve Be­diüz­za­­man Hazretleri gibi tüm din âlim­lerinin aleyhinde ko­nu­şu­yorlar. Anlamadan ve işin far­kı­na varmadan şuursuz ola­rak şuur­lu düşmanın oyu­­nu­na ge­­len cahillerdir. İs­lami ce­maat­lerin aleyhinde konuş­mak­­­la kaş yapayım derken göz çı­­ka­­rıyorlar. Bir kısım enaniyetli veya ce­maat taassubunu taşıyan in­­sanlardır. Bu gibi insanlar, dar­­beyi bahane ederek kendi ce­­maatlerinden olmayanları ve Bediüzzaman Hazretleri gi­­bi bir kısım din âlimlerini eleş­tir­mekle, milletin ihtilafına se­bep oluyor ve sosyal med­yada İslâ­miyet’i parçalayan bi­rer can­lı bomba hükmüne geçi­yor­lar. Başta idarecilerimiz olmak üze­re, ey ehl-i iman! İman fera­setinizle bu tahribatçı adam­lara uymayınız. Ve ehl-i sün­net ve’l-cemaat itikadını ken­­dinize sığınak yapınız ve iyi bi­liniz ki, biz Müslümanların ve bu milletin kurtuluşu ancak it­tifakla mümkün olabilir. Osmanlı’nın son döneminden günümüze kadar olan sü­reç­­te, dâhildeki fasıklar ve mü­na­­fıklar ve hariçteki bütün kâ­fir­ler; ittifak ile bu milleti di­ninden, geçmişinden, tarihin­den, kültüründen kopar­maya ça­lışırken, bütün ölüm­lere ve zulümlere ve her türlü sıkın­tı­lara katlanarak onlara karşı mü­cadele eden Bediüz­zaman Haz­retleri gibi bir kısım ehl-i sünnet âlimleri ve samimi olan cemaatler değil midir? Kaynaklar: 1- Aclunî, Keşfu'l-Hafa, 1/ 782- Ra’d, 113- Bir nüshada ‘mazlumu’ yaz­maktadır4-  Âsâr-ı Bediiyye, 3165-  Âsâr-ı Bediiyye, s. 375 6-  Âsâr-ı Bediiyye, s. 312, 3137-  Maide, 448-  Osmanlıca Mektubat-2, Mü­nazarat Risalesi, s. 422 9- Osmanlıca Mektubat-2, Mü­nazarat Risalesi, s. 42210-  Âsâr-ı Bediiyye, s. 46311-  Osmanlıca Kastamonu La­hikası, s. 9512-  Osmanlıca Şualar1, s. 8613-  Tarihçe-i Hayatı, s. 4614-  Osmanlıca Kastamonu La­hikası, s. 9615-  Âsâr-ı Bediye, s. 347-35616-  Osmanlıca Mektubat-2, Hutbe-i Şamiye, s. 45317-  Geniş izah için bkz. Mufas­sal Tarihçe-i Hayat c. 1, s. 44618-  Âsâr-ı Bediiyye, İki Mekteb-i Musibetin Şehadetnamesi, s. 30219-  Geniş izah için bkz. Mufas­sal Tarihçe-i Hayat20-  Osmanlıca 13. Lem’a, s. 7921-  Keddie, Nikki R. Cemaled­din Efgani Siyasi Hayatı, çvr. Alaeddin Yalçınkaya, Bedir Ya­yın­evi, İstanbul, 1997, s. 7822-  Neml, 65. ayetten iktibas23-  Osmanlıca Mektubat-1, s. 41   

Zakir ÇETİN 01 Nisan
Konu resmiBin Düşün, Bir Konuş
İnsan

Çinlilere ait olduğu söylenen bir söz var: “İlginç zamanlarda yaşayasın!” Şöyle bakıyorum da, ‘bir asırdır yaşadığımız zamanlardan daha ilginç ne olabilir’ diye sormaktan kendimi alamıyorum. İslamiyet’in bütün kaleleri yıkılmış, dalaletin şer fikirleri sel gibi üzerimize gelerek ümmeti darmadağın etmiş. İmanı muhafaza etmek, adeta çıplak elde kor ateşi tutmaktan zor hale gelmiş. Bunun farkında olarak mücahede eden bir adam, Bediüzzaman Hazretleri, bu uğurda hayatını feda etmiş. Bütün varlığıyla ve her şeyi göze alarak hak ve hakikat uğrunda mücadele vermiş. Çekmediği cefa, görmediği eza kalmamış. Fikirlerini, düşüncelerini gerek kalemiyle, gerek eserleriyle, gerek yaşantı ve fiilleriyle müspet şekilde ortaya koymuş. Öyle bir zaman gelmiş ki, “davalar şahıslar üzerine bina edilmez” diyerek sadece telife yönelmiş ve kendisine her türlü zulmü reva gören en gaddarlara bile şahsi hukukunu helal etmiş. Dünyaya ait her şeyden –imana hizmet etmek dışında- elini eteğini çekmiş. Milletin iman selameti için sadece sözle değil, hayatını ortaya koyarak –ki hapisler birer medrese-i Yusufiye olarak- ‘daha yapacak bir şey kalmadı’ denecek dereceye gelene kadar sa’y eylemiştir. Neden yazıyorum bunları? Çünkü zaman olur, birileri çıkar, “yiğidi öldür bari hakkını yeme” demeden, aklına estiği gibi yazar, konuşur hale gelir. Toplumun esasına yönelik en ehemmiyetli çalışmaları yapan insanlara karşı olmadık yazı ve sözler sarf eder. Bu günün imkân ve konforu içinde o günlerin şartlarını anlayabilmekten uzak nazarların, Bediüzzaman Hazretleri ve mücadelesi hakkındaki yanlış değerlendirme ve hükümleri bizi, hepimize üzer. İslamiyet düşmanı insanların yapmakta yarıştıkları şeyde, biz Müslümanlar olarak ne derdimiz ola ki, böyle fütursuz, seviyesiz ve insafsızca hareket eder olduk! Onların yapamadığını bize, birbirimize yaptıran şey nedir? Bütün hayatı eserlerinde, talebelerinin yanında ve devletin arşivlerinde mukayyed olan bir adam hakkında ne bilmiyoruz ki, nevzuhur meselelerle algı operasyonlarının yemi haline geliyoruz. Ne medet bekliyoruz ki, bize, kendimize olmadık yanlışlıklarla zarar vermeye çalışıyoruz! Bundan bahisle, hemen tamamı Nur Risa­le­lerinde müellef olan Abdülhamid Han Haz­­ret­leri ve Üstad Bediüzzaman Hazretleri ara­sında geçen malumatı derli toplu olarak na­­zar-ı da­­kik­lerinize takdim ediyoruz. O gün omuz omuza hizmet eden büyüklerimizin mi­­ras bı­rak­tıkları vatan ve millet için, bugün biz­ler de aynı birlik ve beraberlik anlayışıyla hiz­met etmenin derdiyle ve “Müminler ancak kardeş­tir” anlayışıyla ve inşallah faydası olur düşün­cesiyle sizleri dergi ile baş başa bırakıyoruz. Bediüzzaman Hazretlerinin içini hayatı ile doldurduğu şu cümleyi de hep aklımızın bir köşesinde tutarak ve mukabilinde “âmin” diyerek sizlerle de paylaşmak isterim: “Eğer biz ahlâk-ı İslamiyenin ve hakaik-i imaniyenin kemalâtını ef’alimizle izhar etsek (hal ve hareketlerimizle göstersek), sair dinlerin tâbileri elbette cemaatlerle İslamiyet’e girecekler; belki Küre-i Arz’ın bazı kıtaları ve devletleri de İslâmiyet’e dehalet edecekler.” “Her kıştan sonra bir bahar, her geceden sonra bir sabah olduğu gibi, nev-i beşerin dahi bir sabahı, bir baharı olacak inşallah. Hakikat-ı İslamiyenin güneşi ile, sulh-u umumî dairesinde hakikî medeniyeti görmeyi, Rahmet-i İlahiyeden bekleyebilirsiniz.”

Metin UÇAR 01 Nisan
Konu resmiTarihten Sayfalar
Tarih

Allah’ı Zikretmek Ebû Hureyre (ra) ve Ebû Saîd el-Hudrî’den (ra) rivayet edildiğine göre, Peygamber Efendimiz (asm) şöyle buyurmuştur: “İnsanların amellerini kayıt altına alan meleklerden başka bir de Allah’ın yeryüzünde dolaşan melekleri vardır. Bunlar Allah’ı zikreden topluluklara rastladıklarında; ‘Aradığınız işte burada, haydi gelin!’ diye birbirlerine seslenirler. Hemen oraya gelerek dünya semasına kadar onları çepeçevre kuşatırlar. Allah, o meleklere sorar: ‘Kullarımı bıraktığınızda onlar ne yapıyorlardı?’ Onlar da; ‘Biz onları bıraktığımızda Sana hamd ediyor, Seni tazim ediyor ve Seni anıyorlardı’ diye cevap verirler.” (Tirmizî, Deavât, 129) Zünnûn-ı Mısrî (ks) İlk mutasavvıflardan olan Zünnûn-ı Mısrî (ks), 772 senesinde Mısır’ın İhmîm şehrinde doğdu. Asıl adı Sevban olup balık sahibi, balıkçı manalarına gelen Zünnûn ismini nasıl aldığı hakkında şu menkıbe anlatılır: Sevbân bir gün bir gemiye biner, gemideki bir tüccarın mücevheri kaybolur. Herkes ondan şüphelenir ve kendisine işkence edilir. Nihayet Sevbân dayanamayıp; “Yâ Rabbi Sen bilirsin” deyince denizin üzerinde çok sayıda balık belirir. Her birinin ağzında birer mücevher vardır. Elini denize uzatıp bu mücevherlerden birini alarak tüccara veren Sevbân, bu olaydan sonra ‘Zünnûn’ diye anılmaya başlanmıştır. Yine bir gün Nil nehrinde gezinti yapmak için bir tekneye binen Zünnûn ve arkadaşları, başka bir teknede taşkınlık ve dine aykırı işler yapan bir grup görünce arkadaşları ona; “Ey şeyh! Dua edin de bunların hepsi suya batsın, böylece onların şerri ve uğursuzluğu toplumdan uzak olsun” demişler. Zünnûn ellerini açıp; “Yüce Allah’ım! Bu insanlara dünyada hoş bir hayat nasip ettiğin gibi ahirette de hoş bir hayat bahşet” diye dua etmiş. Arkadaşları bu sözlerine şaşmış. Teknedekiler ise yaklaşıp Zünnûn’u görünce ağlamaya başlamış; tövbe ederek iyi birer insan olmuştur. Zünnûn-ı Mısrî (ks), 862 senesinde Mısır’ın Cîze şehrinde vefat etmiştir. Şehremâneti Fatih Dairesi Fatih Şehremâneti Dairesi, 1914 yılında Mimar Y. Terziyan tarafından neoklasik tarzda inşa edilmiştir. Döneminin özgün sivil mimarlık örneklerinden biridir. Bina, yapıldığı günden itibaren kamu binası olarak hizmet vermiştir. Önceleri hem kaymakamlık hem de Fatih Nikâh Dairesi olarak, daha sonra ise, uzun yıllar Fatih Belediye Başkanlığı binası olarak kullanılmıştır. Fatih Belediyesinin Vatan Caddesindeki yeni yerine taşınmasıyla restorasyona alınan yapı, 2010 yılından beri Fatih Sultan Mehmet Vakıf Üniversitesi’nin rektörlük binası olarak hizmet vermektedir. 07 Nisan 1789 Sultân 1. Abdülhamid vefat etti Merhametiyle meşhur olan Sultan 1. Abdülhamid, Sultan 3. Ahmed’in oğlu olarak 20 Mart 1725 tarihinde dünyaya geldi. 21 Ocak 1774’te tahta çıkmıştır. 1782 İstanbul yangınında itfaiye çalışmalarına bizzat katılmasından dolayı halkın sevgi ve takdirini kazanmıştı. 1774 senesinde kaybettiğimiz Kırım’ı yeniden almak için 1787’de Rusya’ya savaş ilan etmiştir. Ancak Belgrad’ı yeniden topraklarına katmak isteyen Avusturya’nın da Osmanlı Devletine savaş açmasıyla, Osmanlı Devleti iki cephede savaşmak zorunda kalmıştır. Osmanlı ordusu, ilk olarak Temeşvar eyaletinde stratejik bir konumda bulunan Muhadiye Boğazı'nı ele geçirip, Avusturyalıların toparlanmasına fırsat vermeden onların üzerine yürüdü. Bu sırada Avusturya İmparatoru II. Joseph 80.000 kişilik bir ordu ve 500 topla Sebeş Boğazı'na geldi. 21 Eylül 1788 tarihinde yapılan Sebeş Muharebesi'nde Koca Yusuf Paşa komutasındaki Osmanlı Ordusu büyük bir zafer kazandı. İki ayrı cephede hem Avusturya, hem de Rusya ile savaşmak zorunda kalan Osmanlılar orduyu ikiye ayırmıştı. Bu durum Osmanlı Devletini zor durumda bıraktı. Saldırıya geçen Ruslar, Özi kalesini kuşatarak 20-25 bin kişiyi katlettiler. Bu haberi duyan Sultan 1. Abdülhamid, üzüntüsünden felç geçirerek hayatını kaybetmiştir. Türbesi Bahçekapı’dadır. 24 Nisan 1909 Hareket Ordusu eşkiyaları Yıldız Sarayını Yağmaladı 13 Nisan 1909 günü başlayan 31 Mart Vakası hadiselerini bahane eden İttihâd Terakkî zihniyeti, 2. ve 3. Ordu ile Balkanlardaki her milletten gönüllülerden meydana gelen Hareket Ordusu isminde bir eşkıya topluluğu meydana getirdi. Hareket Ordusu 19 Nisan günü Yeşilköy’ü, 20 Nisan günü Bakırköy’ü işgal etti. 22 Nisan gecesi Davud Paşa kışlası kuşatıldı ve ele geçirildi. Ardından Hareket Ordusu dört cihetten İstanbul’a girdi. Sırasıyla Harbiye Nezareti, Taksim Kışlası ve Taşkışla yaşanan kısa süreli çatışmaların ardından işgal edildi. Son olarak 24 Nisan günü Yıldız Sarayı da işgal edilince, Hareket Ordusu çetesinin darbesi sonuca ulaştı. Yıldız Sarayını işgal eden Hareket Ordusu eşkıyaları, sarayın ulaşabildikleri kısımlarını yağmaladılar. Osmanlı Devletinin 6 asırlık birikimini bir günde darmadağın ettiler. 29 Nisan 1846Sultan Abdülmecid Rumeli gezisine çıktı Sultan Abdülmecid, sarayda kapalı kalmayarak zaman zaman halkın arasına katılmış ve onların meseleleriyle ilgilenmiştir. Ara sıra Bâb-ı Âli’ye giderek vekiller heyetinin toplantılarına katılırdı. Her yıl Meclis-i Vâlâ’yı bir nutukla açmayı âdet haline getirdi. Sık sık kışlaları ve tersaneyi teftiş etti. Camilerde verilen icazet merasimlerinde, askerî ve rüşdiye okullarında yapılan imtihanlarda hazır bulunarak talebelere ve hocalara teşvik edici sözler söyledi. Halkın ihtiyaçlarını yerinde görmek ve şikâyetlerini dinlemek için memleket içinde bazı seyahatlere çıktı. Bu seyahatlerden birisi de 29 Nisan 1846’da çıktığı Rumeli gezisidir. Sultan, sırasıyla Küçükçekmece, Bü­yükçekmece, Silivri, Çorlu, Burgaz, Edirne, Zağra-i Atik, Kızanlık, Tırnova, Rusçuk, Si­listre, Şumnu ve Varna güzergâhını takip ederek 14 Haziran 1846 günü deniz yolu ile İstanbul’a dönmüştür.

Ahmed Said GÜNDÜZ 01 Nisan
Konu resmi10. Söz Haşir Risalesi Özeti (2)
Risale-i Nur

Üçüncü İşaret: İnsanın fıtratı câmi oldu­ğundan; - Varlığın bir ustabaşı - İlahi saltanatın dellalı - Küllî ubudiyet edebilir yapıda olduğundan büyük bir değeri vardır. - İnsan, kısacık ömürde sonsuz azaba müstehak olur. Çünkü; - Küfür, ilahi bir mektup hükmünde ve de­ğerinde olan kâinatı manasız, gayesiz bir de­receye düşürür. - Küfür, kâinata bir tahkirdir. - Varlık aynasında eserleri görünen tüm ilahi isimleri inkârdır. - Cenab-ı Hakkın hakkaniyet ve sıdkını gös­teren bütün delilleri tekziptir. Bundan dola­yı küfür nihayetsiz bir cinayettir. Cezası da sonsuz bir azaptır.             Dördüncü İşaret: Fani olan imtihan dün­ya­sını yaratan zat, onun bütün gayelerini gös­terecek ahiret âlemini de yaratacaktır. Birinci Hakikat: Bab-ı rububiyet ve sal­ta­nattır ki ism-i Rabb’in cilvesidir. Kâinatı yüksek gaye ve maksatlar için yaratan yüce Allah’ın, iman ve ubudiyet ile karşılık verenlere mükâfatı, isyan ve tahkir ile karşılık verenleri cezalandırması rububiyet ve ulûhiyetinin bir gereğidir. İkinci Hakikat: Bab-ı kerem ve rahmettir ki Kerim ve Rahim isminin cilvesidir. Âleme bakıldığında her canlıya rızık verilmesi, her dertliye derman gönderilmesi, ulvî ziyafetlerin verilmesi nihayetsiz bir kerem sahibi Kerîm’i gösterir. İnsan ve bazı canavar hayvanlardan başka her şeyin pür dikkat vazifesinde çalışması, haddini aşmaması, itaat etmesi sonsuz bir celal ce izzet sahibi Aziz ve Celil olan zatı gösterir. Aciz yavruların terbiyesi rahmet sahibi bir Rahîm’i gösterir. Elbette  şu âlemin Rab­bi, kerem ve rahmetine layık mükâfat, iz­zet ve gayretine layık bir ceza verecektir. Çün­kü nihayetsiz celal ve izzet edepsizlerin ce­za­landırılmasını ister. Nihayetsiz kerem ni­hayetsiz ikram ister. Nihayetsiz rahmet ken­dine layık rahmet ister. Hâlbuki dünyada bunlar cüzî bir şekilde gerçekleşir. Demek o kerem ve rahmete layık bir saadet yurdu, celal ve izzete uygun ebedi bir ceza olacaktır. Üçüncü Hakikat: Bab-ı hikmet ve adalet olup ism-i Hakîm ve Âdil’in cilvesidir. Yaratılan Her şeyde intizam, hüsn-ü sanat, maslahat ve faydaların bulunması hikmet ve intizam ile iş gören Hakîm bir zatı göstermektedir. Hakîm olan zat ise o hikmete iman ve ubudiyetle uygun hareket edenleri mükâfatlandırır. Herşeye hassas ölçülerle vücut vermek ve suret giydirmek, onları yerli yerine koymak, her hak sahibine uygun hakkını vermek, istidat, ihtiyaç ve ızdırar lisanlarıyla istenilenlere cevap vermek nihayetsiz bir adalet sahibi bir Âdil zatı gösterir. Âdil olan ise inkâr ve tuğyan ile adalete isyan edenleri cezalandırır. Demek hikmet ve adalet ebedi bir cennet ve cehennemi ister. Dördüncü Hakikat: Bab-ı cûd ve cemaldir. İsm-i Cevad ve Cemil’in cilvesidir. Dünyayı bu kadar harika sanatlarla süslemek, her türlü nimetle doldurmak ve her mevsim yenilemek sonsuz bir cömerdliği olan Cevad bir zatı göstermektedir. Elbette sonsuz bir cömerdlik ve bitmeyen hazineler, daimi ve her şey içinde bulunur bir ebedi saadet yurdunu ve içinde ebedi kalacak insanları ister. Yeryüzündeki canlılarda harika sanatlarla teş­hir ederek tecelli eden ve bütün peygamber­lerin ittifakla haber verdiğine göre yüce Al­lah’ın kusursuz kemalatı bulunmaktadır. Dai­mi kemalat daimi görünmek ister. Bu ise tak­dir edicilerin bekasını gerektirir. Âlemdeki varlıkların son derece güzel, sanatlı ve süslü olması dengi olmayan cemal sahibi bir Cemil zatı göstermektedir. Cemil olan ise kendini görmek istediği gibi başkaları­nın nazarıyla da bakmak ve görünmek ister. Hüsün ve cemal görmek ve görünmek ister. Daimi bir hüsün ve cemal ise müştak, mütehayyir ve istihsan edicilerin devamını gerektirir.

Muhammed AYDIN 01 Nisan
Konu resmiBazen Küçük Bir Şey Büyük Bir İş Yapar
Risale-i Nur

Öyle zaman ve zemin, öyle şartlar şerâit oluyor ki, bu zaman ve zeminde, bu şartlar altında tahtında az bir hareket, küçük bir iş veya ufak bir amel sâhibini dünyada ve ahirette çıkarıyor tâ a‘lâ-yı illiyyîne.  Evet, insanın dünyada küçük bir hareketle en yüce makamlara çıktığı çok defa görülmektedir. Güzel bir sözün hayatı nasıl değiştirdiğine bakınız. Hayattan beklentisi olmayan bir kişinin omuzuna dokunulmasıyla o kişi­nin en başarılı bir insana dönüştüğünü gör­mek­teyiz. Güzel davranılan ve değer veril­diğini gören kötü huylu bir insanın kötü huy­larını terk ettiğini bilmekteyiz. Kendisine güven duyulan bir kişinin kendisini son derece geliştirdiğine şahit olmaktayız. Salih bir amelin başka bir insanın hidayetine se­bep olabildiğinin farkındayız. Küçük bir sa­dakanın fakiri zilletten veya esaretten kur­tarabildiğini görmekteyiz. Demek oluyor ki bir şeyi küçüklüğü ile değil bıraktığı sonuçla değerlendirmeliyiz. Öyle ise insan küçücük bir hareketiyle dünyada da güzel ve hayırlı bir insan olabilir. İnsanlığın a’la-yı illiyyinine çıkabilir. Küçük bir hareket insanı ahirette de a’la-yı illiyyîne çıkarır. Bir anda Kelime-i Şehadeti getirmekle iman eden bir kişi bu kudsî kelime sayesinde âlemlerin rabbine dayanır. O’ndan yardım ister. O’nun kulu olduğunu bilir. O’nun emir ve yasaklarını gözeterek hayatını sürdürür. Kendisine verilen her türlü duyu ve duyguları veriliş amacına uygun olarak yüce Allah’ın yolunda kullanır. Bu sayede gerçek bir insan mertebesine çıkar. İmanın gösterdiği istikamet sayesinde hayatına devam eder. Cennete layık bir vaziyet alır. Mutlu olarak ahirete göçer. Ebedi saadeti yaşar. Buraya kadar anlatılanlar gösteriyor ki bir şeyin küçük olması küçük iş yapacağı anlamına gelmiyor. Nice küçük şeyler vardır ki büyük işler görür. Evet, bir kalenin, sarayın veya evin kapısını da açan küçük bir anahtar değil midir? Öyle ise eşyanın küçüklüğüne değil yapabildiği işe bakmalıdır. Hangi işe yaradığına dikkat etmelidir. Öyle anlar olabilir ki küçük görülen şeyin yaptığı işi büyük aletler yapamaz. İnsanda Öyle duygular, durumlar, tavırlar hâlât oluyor ki, bu esnada onun küçük bir hareketi, o işi yapanı kâsibini indiriyor dün­ya ve ahirette tâ esfel-i sâfilîne. Evet, insan küçük bir hareketle dünyada da en aşağılık bir mertebeye düşebilir. İnsanlığın yüz karası olabilir. Sakın zannedilmesin ki küçük şeyler büyük işler yapamaz? Evet, öyle küçük şeyler vardır ki çok büyük şeyleri yutabilir. İçine alabilir. Onları mahvedebilir. Tırnak kadar küçük bir ayna gökyüzünü veya koca güneşi içine alır. İnsanın küçücük hafızası onun bütün hayatını ve hatıralarını içine alır. Küçük bir kibrit koca bir ormanı yer bitirir. Gözle görülmeyen bir mikrop koca insanın hayatına son verebilir. Bir kelimelik gıybet, insanın salih amelini tüketir. Küçük bir söz fitne ateşini yakabilir. İnsanlara güvenmeme düşüncesini benimse­yen bir ferd nasıl başkalarıyla birlikte hayat sürebilir? İnançsızlığı kabul eden bir yürek nasıl hayat yükünü taşıyabilir? Olumsuz bakan bir kişi nasıl olurda hayatından zevk alabilir? Umutsuzluğu katık yapan nasıl çalışabilir? Yalnız düşüncelerine güvenen insan kendisini nasıl geliştirebilir? Âlemlerin rabbinden gafil olan insan hayatın acılarına nasıl dayanabilir? Demek insan benimsediği, kabul ettiği, etkisinde kaldığı durumların vasıtasıyla hayatını perişan edebilir. İnsana yakışmayan bir hayat sürebilir. Öyle ise insan ruhsal durumuna ve düşüncelerine son derece dikkat etmelidir. İnsanın ruhsal küçük bir durumu veya bir kabulü onun ebedi hayatını da perişan ede­bilir. Onu ebedi azaba müstahak kılabilir. Bundan ötürü her hangi bir sebepten dolayı inkâr eden / küfre giren bir insan ebedi ha­yatını tehlikeye atabilir. İnkâr düşüncesiyle âleme ve içindeki varlıklara bakan bir insan varlığı tesadüfün veya tabiatın bir eseri görmeyecek midir? Kendi kendine olduğunu düşünmeyecek midir? Varlıkların Allah’ın eseri ve O’na ait olmaktan dolayı kazandık­ları değerleri itibarsız bir hale düşürmeyecek midir? Her biri Allah’ın parlak birer delili olan varlıkları inkâr düşüncesinden dolayı varlıkların şehadetlerini reddetmiş olmayacak mıdır? Bununla birlikte insan kimin eseri, kime ait olduğunu unutursa, dünyaya niçin geldiğini, buradaki vazifesini ve nereye gideceğini bilmezse hayatını boş işlerde ve lüzumsuz yerlerde harcar. Bitirir. Tüketir. Varlık için­deki en itibarlı mevkiini itibarsız hale sokarak ebedi hayatını perişan eder. Demek küçük sanılan bir hal, insanı hem dünyada hem de ahirette helak edebilir.

Muhlis KÖRPE 01 Nisan
Konu resmiGençler Osmanlıca Yarışıyor
Risale-i Nur

2014 senesinden itibaren İstanbul, Sakarya ve Denizli de liseli gençler arasında Osmanlı Türkçesi yarışmaları yapılıyor. İstanbul’da öne çıkan 40 lisede 1453 öğrenci üzerinden yapılan 24 saatte Osmanlıca öğreniyorum projesi,  farklı illerde de güzel çalışmaların yapılmasına öncü oldu Geçtiğimiz ay ikincisi icra edilen Gençler Osmanlıca Yarışıyor programı Denizli’de büyük bir katılım ile gerçekleştirildi. Bu çalışmalarla birlikte 26 okulda üç bin öğrenciye Osman­lı­­ca tanıtılmış oldu. 1029 öğrenci yarışmaya kayıt yaptırdı. Osmanlıca Eğitim ve Kültür Der­­­gi­si ta­ra­fından ha­zır­la­nan ki­­­tap­la öğ­ren­ciler ya­rış­maya ha­zır­­lan­dılar. “Gençler Osmanlıca Yarışıyor” prog­­ra­mı­na ka­tı­lan öğ­ren­ci­lere bu prog­ra­mın ne gibi katkıları oldu? -  Osmanlıca ile tanıştılar -  Osmanlıca metinler okumaya başladılar -  Osmanlıca bir kitap bitirdiler -  Kelime zenginlikleri arttı -  Osmanlıca kelimeler yazabilir hale geldiler -  Tarihi yazıları okudular -  Kitabeler, mezar taşları ve levhaları tanıdılar, okudular -  Hızlı düşünme kabiliyetleri gelişti -  Kısa zamanda Osmanlıca öğrenilebileceğini gösterdiler Bununla beraber, güzel hediyeler kazandılar. Yarışma sonunda birinci gruba 6.000, ikinci gruba 3.000, üçüncü gruba 1.500 lira verildi. Yarışmanın bu yılki gezi ödülü ise, Ankara ziyareti… 7 Nisan 2017 Cuma günü 140 öğ­rencinin katılımıyla Cum­hur­­­baş­­kan­lı­ğı Külliyesi, TBMM, Göl­­­ba­şı Özel Harekât Baş­­kanlığı zi­­yaret edilecek.

İrfan MEKTEBİ 01 Nisan
Konu resmiHer Hayrın Başı Besmele
Kültür ve Medeniyet

İslâm’ın ilk günlerinden günümüze kadar, hat sanatçıları başta Kûfî ve Makılî olmakla beraber Muhakkak, Reyhanî, Sülüs, Nesih, Tevkiî, Rikaa, Talîk, Dîvânî gibi hat çeşitleriyle Besmele’yi kaleme almışlar, “Besmele” üzerinde hususiyetle durmuşlardır. Hat sanatının imkân ve sınırları dâhilinde ortaya konan Besmele örneklerinin bazılarında istifleme denen, metni zemine dengeli ve anlamlı dağıtma tekniği, bazılarında bütün harflerin birleştirildiği müselsel yazı tarzı, bazılarında ise metnin aynadaki yansımasının karşısına resmedildiği müsennâ yazı tarzı kullanılmıştır.  Ali SEMERCİ Her hayrın başı, İslâm’ın bayrağı, varlıkların zikridir Bismillah. Âcizlerin kudreti, fakirlerin rah­­meti, zayıfların kuvvetidir Bis­­millah... Sırlı, anlaşılması zor hayatın, ha­­­ki­katlerinin miftahıdır Bismillah... İnsanı perişan eden nihayetsiz âcizlik, fakirlik ve kusuruna rağ­men onu yeryüzünün halifesi eden iksirdir Bismillah... Âteş-i gülistâna, asâ-yı ejder­hâ­ya tebdil eden, hüdhüdü Süleymana, şem­si, kameri Fahri Kâinata râm eden nurdur Bismillah... Vereni, alanı, başlayanı, işleye­ni iki dünya saadetine kavuştu­randır Bismillah... İyi ile kötüyü birbirinden ayıran Kurân-ı Kerîm’in çekirdeğidir Bismillah Kendinden nurlanan kelâmdır Bismillah Kudret-i ilâhiyenin alâkadarlı­ğını ve etkisini çeken yardımcıdır Bismillah Bütün sıfatları mükemmel bir şekilde barındıran sadeftir Bismillah Kâinattaki yardımlaşma, dayanışma, kucaklaşmadan ortaya çıkan Allah’ın yüceliğinin delilidir Bismillah Yeri göğe bağlayan, insanı arşa ulaştıran bir yoldur Bismillah Kâinatta ve zerrede birliği gösteren mühürdür Bismillah Mübarek kitapların ve işlerin başlangıcıdır Bismillah Bir tek âyet olduğu halde yüz on dört defa nazil olan kelâmdır Bismillah Rahman ve Rahimin sırrı ve nûrudur Bismillah Rahmet hazinelerinin en birinci anahtarıdır Bismillah Kulun anlamaya muhtaç olduğu sırdır Bismillah Hat Sanatında Besmele: İslam medeniyetinde “Besmele” müstesna bir yere sahiptir. Gerek Kuran-ı Kerim’de en fazla geçen ayet olması, gerekse “Allah’ın adı zikredilmeden başlanan her mühim işin sonu kötü olur.” Hadisi gibi pek çok kaynakta ön plana çıkarılması Besmele’ye ayrı bir önem kazandırmıştır. Bundan dolayı uygunsuz yerler müstesnâ olmak üzere, Besmele'nin okunması ve her yere yazılması genel kabul görmüştür. “Rahman ve Rahim olan Allah’ın adıyla” mealini ifade eden “Besmele” İslâmi eğitim anlayışının bir yansıması olarak hayatın hemen her alanında yerini almıştır. Pek çok mekânda kapı ve pencere üzerlerinde veya işyerlerinde levhalar hâlinde Besmele örneklerine rastlamak mümkündür. Hattatların, estetik ve sanat anlayışlarını sergilemek için bu mübarek kelimeyi yazma konusunda birbiriyle yarışmaları takdire şayandır. İslâm medeniyetinin, yaratmayı Allah’a özgü kılması, putperestliğe karşı olmasından dolayı resim ve heykeltıraşlık gibi plastik sanatlara mesafeli yaklaşılmıştır. Ama öte yandan hat, tezhip, ebru gibi çizgi ve renklere dayalı görsel sanatlara önem verilmiştir. Hatla uğraşan sanatkarlar, dînî metinlerin yanı sıra kitâbeler ve özlü sözlerden oluşan levhalar hazırlamışlardır. Bu levhalarda, asırlar boyunca İslâm inancında kendisine pek çok anlam yüklenen “Besmele” özel bir öneme sahiptir. Hünerlerini sergilemek isteyen hattatlar özellikle Besmele üzerinde yoğunlaşmışlardır.  İslâm’ın ilk günlerinden günü­müze kadar, hat sanatçıları başta Kûfî ve Makılî olmakla beraber Muhakkak, Reyhanî, Sülüs, Nesih, Tevkiî, Rikaa, Talîk, Dîvânî gibi hat çeşitleriyle Besmele’yi kaleme almışlar, “Besmele” üzerinde hususiyetle durmuşlardır. Hat sanatının im­kân ve sınırları dâhilinde or­taya konan Besmele örneklerinin bazılarında istifleme denen, metni zemine dengeli ve anlamlı dağıtma tekniği, bazılarında bütün harflerin birleştirildiği müselsel yazı tarzı, bazılarında ise metnin aynadaki yansımasının karşısına resmedildiği müsennâ yazı tarzı kullanılmıştır.

Mustafa YILMAZ 01 Nisan