
“Bahr-i muhit-i kainatda, bir senede yirmi beş bin senelik uzun bir seyahate alışan kürre-i arz, ahalisini alır, gider, mahşer meydanına boşaltır. Hem her otuz üç metrede bir derece-i hararet tezayüd ettiği delaletiyle, merkez-i arzda bulunan cehennem ateşinin Hadisçe beyan olunan derece-i hararetine muvafık iki yüz bin derece-i harareti taşıyan ve Hadisin rivayatına göre, dünyada ve berzahta büyük cehennemin bazı vazifelerini gören ateşini cehenneme döker. Sonra emr-i İlahi ile daha güzel ve baki bir surete tebeddül eder. Ahiret âleminden bir menzil olur.” (Mektubat Mecmuası - 1, Sayfa 12) Dünyanın yaratılışı üzerinden ne kadar bir zaman geçtiğine dair, bilim adamları bazı süreler verseler de kesin olan bir şey var ki; o da dünyanın önce bir ateş topu olduğu ve zamanla soğuyarak dış kabuğunun oluştuğu ancak içinin hala sıcak olduğudur. Hiçbir ilmi araştırma yapılmasa bile, sadece patlayan ve içinden lav püskürten yanardağlara baktığımızda bile bu durumu kolaylıkla anlayabilmekteyiz. Dünya yüzeyinden iç kısımlarına doğru inildikçe her otuz üç metrede, sıcaklık bir derece artmakta ve dünyanın merkezindeki sıcaklık binlerce dereceyi bulmaktadır. Dünyanın kabuğunun üzerinde denizler, ormanlar, mamur şehirler varken, dünyanın içi hiçbir canlının yaşayamayacağı derecede sıcaktır. Bu durum, bize ahiretin küçük bir numunesinin dünyada -gözümüzün önünde- mevcut olduğunun da bir delili olmaktadır. Cennette va’d edilen nimetlerin gölgeleri ve numuneleri yer kabuğunun üstündeyken; cehennemin küçük bir numunesi -belki tohumu hükmünde- olan magma tabakası, yerin altında dünyanın merkezindedir. Bu sebeple aslında dünyada, cennet ve cehennemin birer küçük örneğini, numunesini ve gölgesini görmekteyiz. Ta hakikilerinin varlığına; gören gözler için, hisseden kalpler için ve düşünen ve akleden kafalar için birer delil olsun. Geçmiş zamanda ahlaksızlığı ile meşhur İtalya’nın Pompei şehrinin Vezüv Yanardağı’nın patlaması ile yerle bir olması ve insanlarının ahlaksızlıkları üzere helak olduklarına dair rivayetler, büyük cehennemin bazı vazifelerinin dünyadaki küçük cehennem tarafından görüldüğünün delilleri arasında yer almaktadır. Yine 14 Nisan 2010’da İzlanda’da patlayan Eyjafjallajökull Yanardağı, Kuzey Avrupa’da günlerce uçak seferlerinin yapılamamasına sebep olmuştur. Ahirete nisbetle dünya, Cenab-ı Hakk’ın yanında sinek kanadı kadar dahi değer taşımaz. Fakat bu hal, geçiciliği ve günahlara sevk eden yönü itibariyledir. Yoksa Cenab-ı Hakk’ın isim ve sıfatlarının tecellilerini üzerinde taşıması ve göstermesi cihetiyle bizim için gayet kıymetdar ve önemlidir. Aynı zamanda dünya mevcud haliyle, hem kıyametin, hem öldükten sonra tekrar dirileceğimizin ve hem de cennet ve cehennemin varlığının bir delili olduğu cihetle de bizim için kıymetdardır. Bu iyi ve hayır cihetleri sebebiyle ve ahiretin tarlası olması hasebiyle, kıyamette parçalanıp dağılması ve hakikat noktasında olmasa da zahirde yok olması, elbette ki bizlere hüzün verecektir. Ancak Risale-i Nur Külliyatından Mektubat Mecmuasında geçen şu izahat dünyanın parçalanıp yok olmayacağını, daha güzel bir surete dönüşüp ahiret âleminde bir menzil olacağını bizlere gösteriyor: “Bahr-i muhit-i kâinatta, bir senede yirmi beş bin senelik uzun bir seyahate alışan küre-i arz, ahalisini alır, gider, mahşer meydanına boşaltır. Hem her otuz üç metrede bir derece-i hararet tezayüd ettiği delaletiyle, merkez-i arzda bulunan cehennem ateşinin Hadisçe beyan olunan derece-i hararetine muvafık iki yüz bin derece-i harareti taşıyan ve Hadisin rivayatına göre, dünyada ve berzahta büyük cehennemin bazı vazifelerini gören ateşini cehenneme döker. Sonra emr-i İlahi ile daha güzel ve baki bir surete tebeddül eder. Ahiret âleminden bir menzil olur.” İçindeki ateşi cehenneme dökecek olan dünya, Cenab-ı Hakk’ın izniyle daha güzel ve daimi bir şekle dönüşüp, tabir-i caizse ahirette bir konaklama yeri olacak. Belki de cennet ehline bir ziyaretgâh olacak. Hayatımızı geçirdiğimiz, acı-tatlı birçok hatıralarımızın olduğu ve en önemlisi de başta Mescid-i Haram ve Mescid-i Nebevi olmak üzere Din-i İslam’ın mübarek mekânlarına ev sahipliği yapan dünyayı bir konaklama yeri, bir ziyaretgâh gibi ahirette de görmek istemez miyiz? Elbette ki, cennet ehli, Hz. Âdem’den (as) kıyamete kadar gerçekleşmiş ve gerçekleşecek olan iman-küfür mücadelesine sahne olan mekânları tekrar görmek ister. Helal dairesindeki hatıraları yâd etmek, dünyevi ve zararsız bir lezzet olduğu cihetle, bunun çok daha güzeli ve mükemmeli, diğer bütün nimetlerde olduğu gibi cennette ehl-i imana nasib olabilir.

Evliya Çelebi’nin deyimiyle Kamame Kilisesi. Hristiyan Mezheplerin, basamak ve camlarının temizliği, dini ayinleri yerine getirme vecibesi, gerekli bakım ve onarımını yapmak için mekânın kutsallığından dolayı rekabet ederken birbirlerinin kanını döktüğü yer. Hz. İsa son akşam yemeğini Zeytin Dağı’nda yer ve ellerini semaya açar; “Ya Rabbi beni o peygambere (Hz Muhammed’e) ümmet eyle” diye niyazda bulunur. Sonrasında, hepimizin bildiği, göğe yükselme hadisesi. Peki, kendisini ihbar eden havarisi Yahuda’ya ne olur? Cenab-ı Hakk'ın kendisine Hz. İsa suretini vermesi üzerine, Roma İmparatorluğu'nun Yahudi’ye eyaletinin valisi Pontius Pilatus'un emri ile yakalanır. Ve Hıristiyan Âlemi’nin Via Dolorosa (Elem Yolu) dediği yoldan çarmıha gerilmiş vaziyette taşlanarak, bugünkü Kıyamet Kilisesi’nin olduğu yere götürülerek öldürülür. İlerleyen yıllarda Hristiyanlığı kabul eden Roma İmparatorluğu kutsal mekânlara sahip çıkmaya başlar. Roma İmparatoru Constantine'in annesi Helen, Kudüs’ü ziyareti esnasında buraya büyük bir Kilise yaptırır. Hıristiyanlar için önemli tarafı, Hz. İsa’nın yeniden bu mekanda dirileceğinden bahisle, burası Hristiyan Âlemi’nin kutsal Hac noktalarından biridir. Kısa bir tarihi geçmişinden sonra bize, yani İslam Âlemi’ne taalluk eden meselesine bakalım. Evliya Çelebi’nin deyimiyle Kamame Kilisesi. Hristiyan Mezheplerin, basamak ve camlarının temizliği, dini ayinleri yerine getirme vecibesi, gerekli bakım ve onarımını yapmak için mekânın kutsallığından dolayı rekabet ederken birbirlerinin kanını döktüğü yer. Yıllarca kilisenin bakım ve onarımı konusunda kan akar durur. Tarih 1852’yi gösterdiği zaman onlarca kişinin ölümüyle sonuçlanan bir katliam yaşanır. Bu durum hızlı bir şekilde merkeze, yani İstanbul’a ulaştırılır. Akan kanın durması için problemin çözümü, Sultan Abdülmecit Han’ın yayınladığı ferman sonucunda gerçekleşir. Aynı fermana 1967’de bir madde eklenerek uygulama devam eder. Hatta günümüzde de hala geçerliliğini korumaktadır. Abdülmecit Han’ın hazırlattığı fermanda Kudüs Hıristiyan topluluğuna hitaben şöyle der; “Problemin çözümü için Kutsal mekânlara ben geleceğim, milimi milimine kimin nereyi temizleyeceğini ben belirleyeceğim. Bundan sonra da bir taşı yerinden oynatan, kafasını yerinden oynatmıştır. Biline…” Ferman, Kudüs’e ulaşılır ulaşmaz, kilisenin önündeki meydanda okunmaya başlanır. O sırada bir Ermeni papazı kilisenin ön cephesindeki pencerelerden birini, dayadığı ahşap bir merdivene basarak temizlemekle uğraşmaktadır. Metnin okunması bittikten sonra Papaz apar topar aşağı indirilir. Ancak temizlik yaparken kullandığı merdiveni kaldığı yerden almak istediğinde “dokunma” denilerek müdahale edilir. Ve o günden bugüne merdiven hala orada öylece durmaktadır. Kısa bir süre sonra Osmanlı’nın gönderdiği uzmanlarla mekânlar yeniden milimetrik olarak paylaştırılmış, bu arada son kavgaya sebep olan bahçedeki son basamağın, Katoliklerin hakkı olduğuna karar verilmişti. Bu son basamağın kavga sebebi olması ise şundandır: Basamak olarak başlayıp, zamanla -ezilmeden ötürü- bahçe ile aynı seviyeye gelmiştir. Sonrası malum; basamak mı? Bahçe mi?... Evet, İslam Medeniyeti, dinlerin arasındaki mezhebî çekişmelerde bile arabuluculuk yaparak ibadet özgürlüğü tanırken, bu zamanda ecnebilerden bunun tam tersini görüyoruz. İslam dünyasının merkezi konumunda olan Orta Doğu’ya baktığımızda, sürekli bir kan ve gözyaşı hâkim. Bunun sebebi ise, 1798’de Napolyon’un Mısır’ı işgali ile başlayan ve Fransa rekabetinden ötürü Hindistan sömürgesini korumak için bölgeye gelen Büyük Britanya’nın akıttığı ve akıttırdığı kanlar. Ve bölgede 1948 yılında kurulan İsrail Devleti. Yapılan bunca cürmü, demokrasi maskesinin arkasında meşrulaştırmak için, bölgedeki mezhep çatışmalarının altını körükleyerek müdahale için zemin hazırlıyorlar. Arkasından gelen müdahalelerde ortaya çıkan durum değişmiyor; yine kan ve yine gözyaşı… Mezhep ayrılıklarımız çeşitliliğimizi temsil ederken, maalesef içimizdeki uhuvvet eksikliği bizi fitne ve şer odaklarının kucağına atıyor. Allah şerlerinden muhafaza eylesin.

Âlem-i İslâm, intizamı bozulmuş bir vekiller meclisine veya bir istişare kuruluna benzemektedir. Bir şer’î hüküm için fıkıh kitaplarında “Müçtehit imamların çoğunun görüşü budur, fetva bunun üzerinedir” şeklinde ifadeler geçmektedir. Bu durum, bir konu hakkında istişare yapılan bir mecliste, çoğunluğun ortak görüşüne benzer. Çoğunluğun görüşünün (fetvanın) dışında kalan görüşler ve sözler ise hakikat ve özü bozuk olmamak şartıyla farklı istisnaî kabiliyetlerdeki insanların reylerine bırakılır. Böylece, her bir farklı istisnaî kabiliyet, kendi terbiyesine uygun olan görüşü (içtihadı) kabul etmiş olur. Fakat burada iki nokta çok önemlidir. Birincisi; farklı kabiliyetlerdeki insanlarca tercih edilen, özünde bir derece hakikat bulunan ve azınlığa ait olan bir görüş ve fetva, işin hakikatinde umumî değil sınırlı ve o kabiliyetteki insanlara mahsus olduğu halde, o görüş ile amel eden şahıs tarafından ihmal edilip hususi olmaktan çıkarıldı. O şahsa tâbi olanlar da o görüşü kabul edip yaydılar ve umumileştirdiler. O şahsın taklitçileri de körü körüne bağlılıklarından dolayı o görüşün korunması için muhalif görüşte olanların susturulmasına ve yıkılmasına çalıştılar. Bundan dolayı görüşü kabul edenler ve etmeyenler arasında öyle bir fikrî çarpışma, birbirini çürütme ve reddetme çalışmaları meydan aldı ki ayakları altından çıkan toz ve ağızlarından fışkıran öfke dumanı ve lisanlarından püsküren şimşekler, İslâm güneşinin tecellisine perde çekti. İkincisi; azınlığa ait olan görüş ve fetvadaki hakikat ve öz, eğer o fetvayı tercih eden farklı istisnaî kabiliyetlerdeki insanların heveslerine, hevâlarına ve taklitçilerinin mizacına galip gelmezse, o söz ve görüş büyük bir tehlikede kalır. Şöyle ki: O görüşü tercih eden kabiliyet, o fetvanın boyasıyla boyanıp amel etmesi gerekirken o, o fetvayı kendi hevâ ve hevesleriyle boyar ve kendine göre bir şekil vererek taklitçilerine miras bırakır. Böylece, o fetvayı kendi emri altına almış olur. Bunun sonucu olarak hüdâ, hevâya (hidayete vesile olacak hakikat, nefsin hevâ ve heveslerine) dönüşür ve mezhep dahi o kabiliyetten beslenerek ortaya çıkar. Arı su içer bal akıtır, yılan su içer zehir döker. Bediüzzaman Hazretleri, her ne kadar âlem-i İslâm’ın hâl-i hazırdaki durumu için, ‘intizamı bozulmuş bir vekiller meclisi’ benzetmesi yapsa da gelecekten ümitlidir ve mealen şöyle demektedir: İman ederim ki; umum âlem-i İslâm, bütün insanlık âlemi içinde bir mukaddes vekiller meclisi hükmüne geçecektir. Önceki ceddimiz ve sonraki neslimiz, asırlar ötesinden birbirlerine bakıp, aralarında bir istişare meclisi teşekkül edeceklerdir. Fakat birinci kısım olan ihtiyar babalar, sessizce ama medh ü senâlarla sonraki torunlarını dinleyeceklerdir. Çok Evlilik-Kölelik-Esaret İslâm’da çok evlilik, esirlik ve kölelik gibi bazı meseleleri, özellikle de yabancılar dillerine dolayarak, güya İslâm’ın gayr-ı medenî bir din olduğu evhamını ve şüphesini yaymaktadırlar. Bediüzzaman Hazretleri, buna karşılık, ilerleyen süreçte detaylı bir risale telif etmek arzusunda olduğunu söyler. Şimdilik ise detaya girmeden kısa ve öz olarak bir kaide beyan ederek bu evham ve şüphelere mealen şöyle cevap verir: İslâmiyet'in hükümleri iki kısma ayrılır. Şeriat, bir kısım hükümleriyle müessistir, yani tesis edicidir. Bu hükümler, hakiki güzelliği ve mutlak manada hayrı ortaya koyan ve tesis eden hükümlerdir. Namaz, tesettür, zekat ve oruç gibi hükümlerdir. Şeriatın diğer bir kısım hükümleri ise tadil edicidir. Yani beşerin gayet vahşi ve gaddar bir kısım kökleşmiş âdetlerini ve hükümlerini; O gaddar ve vahşi suretlerinden çıkarıp, ehvenü’ş-şerre dönüştürmek için (iki şerden daha az zararlı olana dönüştürmek için), Tadil etmek için, Beşer fıtratına tatbiki mümkün bir hale getirmek için, Tamamen hakiki güzelliğe ve mutlak hayra geçirebilmek için, zamana ve zemine uygun bir başka şekle dönüştürür. Çünkü insanlık âleminin umumunda hükmeden ve yerleşmiş olan bir hükmü birden kaldırabilmek, ancak beşer tabiatını tamamen ve birden değiştirmekle olur. Bu da mümkün değildir. İşte bu sırra binaen, esaret ve kölelik sistemini tesis eden şeriat değildir. Tam aksine şeriat, esaret ve kölelik sistemini en vahşi şeklinden, tamamen hürriyete yol açacak ve geçebilecek bir surete indirmiştir, yani tadil etmiştir. Hem de şeriatın dört kadınla evliliğe izin vermesi insan tabiatına, akla ve hikmete uygun olmakla beraber; şeriat, bir taneden dörde çıkarmamış, sekiz-dokuzlardan dörde indirmiştir. Özellikle de çok evliliğe öyle şartlar getirmiştir ki o şartlara uymakla hiçbir zarara sebep olmaz. Bazı noktalarda şer cihetleri olsa da ehvenü’ş-şerdir. Ehvenü’ş-şer ise bir adalet-i izafiyedir. Yani çoğunluğun menfaati için ferdin hakkının zayi edilebileceğini öngören bir göreceli adalettir. “Heyhât! Âlemin her halinde hayr-ı mahz (mutlak manada hayır) olamaz. “Allah'ın İndirdiği İle Hükmetmeyenler Kâfirlerin Ta Kendileridir” Ayetinden Murat Nedir? Cenab-ı Hak Mâide Suresi 44. ayet-i kerimede şöyle buyurmaktadır: “Allah'ın indirdiği ile hükmetmeyenler kâfirlerin ta kendileridir.” Ümmet-i Muhammed’in (asm) istikametli yolu olan Ehl-i Sünnet çizgisinden uzaklaşarak, görüşlerinde aşırılığa kayan ve kendilerine ‘ehl-i ifrat’ denilen bir kısım insanlar, bu ayeti delil göstererek, anayasa hazırlayanları veya beşerî yasaları çıkaranları dalâlete düşmekle suçlamaktadırlar. Hâlbuki bu bîçareler ayette geçen “her kim hükmetmezse” ifadesinden kastın “her kim tasdik etmezse” olduğunu bilmemektedirler. Ehl-i tefrit denilen ve görüşlerinde Ehl-i Sünnet’in istikametli çizgisinin çok altında kalan bir kısım insanlar da dini bilmemektedirler. Bundan dolayı da Müslümanlara insafsızca itiraz etmektedirler. Bu itirazlarına, Müslümanların taassup hallerini delil göstermektedirler. Bu kısım insanlar, kendi millî kültürlerini terk ederek, tam anlamıyla Avrupa’ya temessül etmek (sıkı sıkıya yapışmak) fikrinde olanlardır.

“Evet, Risâletü’n-Nûr on beş senede medresede kazanılan kuvvetli iman-ı tahkikiyi, on beş haftada ve bazılara da on beş günde kazandırdığına, yirmi senede yirmi bin zât tecrübeleriyle şehadet ediyorlar.” İslâm tarihine baktığımızda dini eğitimin halka, sistematik olarak mektep, medrese ve tekke üzerinden verildiğini görürüz. Buralardaki eğitimde, her yapı kendine has usulleri tatbik ediyordu. Kâmil manada dini eğitimi tamamlamak 15-20 yılı buluyordu. Osmanlı İmparatorluğunda halkın maneviyatında bu üç müessesenin çok büyük hizmetleri olmuştu. İmparatorluğu altı yüz yıl ayakta tutan ve halka iman telkin eden tekke ve medreselerin Cumhuriyet döneminde kapatılmasıyla, memleket sathında bu alandaki faaliyetler neredeyse yok denecek kadar azaldı. Cumhuriyetle birlikte eğitim modeli tamamen değişmiş, çağa ayak uydurmak gayesiyle yapılan düzenlemeler günümüze kadar devam edegelmiştir. Tekâmül sürecini bir türlü tamamlayamamış yeni eğitim modelinin kalite ve nitelik bakımından Osmanlı’ya yetişemediğini de ifade etmek gerek. Bunun yanında teknolojinin hayatın her alanına girmesi, dünyevi meşguliyetlerin çoğalması, dini hassasiyetlerin gittikçe zayıflaması, itikadi zafiyetlerin etkisiyle dine karşı lakaytlığın artması, maddiyata düşkünlüğün dini ilimleri tahsil etme arzusuna galip gelmesi, dini ilimlerin çok zor şartlarda ve uzun bir zamanda tahsil edilmesi gibi pek çok sebep maneviyata yönelmenin önüne engel koymuş durumdadır. Bediüzzaman Hazretleri, Osmanlının son dönemleriyle Cumhuriyetin ilk yıllarında toplumun düştüğü bu durumun farkına varmış, sıkıntıyı çözmek için bir çıkış yolu arıyordu. Allah’ın lütfuyla eskiye nazaran yeni ve daha kısa bir yol keşfettiğini şu sözlerle açıklıyordu: “Ve keza, maksud-u bizzat olan ilimlere ulûm-u âliyeyi (Kur’an’ın ve Hadis’in yüksek manalarına çıkmak için tahsil edilen alet ilimleri denilen Sarf, Nahiv, Mantık vs.) okumaksızın isâl edici (ulaştıran) bir yol buldum. Serîüsseyir (çok hızlı ve süratle akıp giden) olan bu zamanın evlâdına, kısa ve selâmet bir tarîki (yolu) ihsan etmek rahmet-i hâkimenin şânındandır.”1 Hz. Üstad değişen şartlara ve insanların mevcut ahvaline en uygun bir eğitim modelini Risale-i Nur hizmeti olarak takdim etmiştir. Hakikate ulaşmak için çok uzun yollardan gitmek gerekmiyordu artık. Hem kısa hem de kolayca elde edilen bir ilim modelini ortaya koymuştu. Telif ettiği Risale-i Nurları okuyanların bir senede bu zamanın mühim bir âlimi olacağını şöyle iddia ediyordu: “Bir sene bu risâleleri ve bu dersleri anlayarak ve kabul ederek okuyan; bu zamanın mühim, hakikatli bir âlimi olabilir.”2 Gerçekten de sevgili Üstadımız Risale-i Nurlarla bir çığır açmış ve bu eğitim modeliyle asra damgasını vurmuştur. Bediüzzaman Hazretleri, Risale-i Nurlarla milyonlarca insanın imanının tehlikelerden kurtulmasına vesile olmuştur. Bu durumu şu sözleriyle açıklıyor: “Evet, Risâletü’n-Nûr on beş senede medresede kazanılan kuvvetli iman-ı tahkikiyi, on beş haftada ve bazılara da on beş günde kazandırdığına, yirmi senede yirmi bin zât tecrübeleriyle şehadet ediyorlar.”3 Risale-i Nur külliyatı, 1926-1949 yılları arasında yazılmıştır. Bu dönemde dini yaşamak, neredeyse ateşten koru elde tutmaya benziyordu. İnkılapların yapıldığı, bin yıllık geleneğin yıkıldığı, ezanın Arapça aslından okunmasının yasaklandığı, camilerin çeşitli bahanelerle depo, iş yeri veya ahıra dönüştürüldüğü, Kur’an okumanın veya öğrenip öğretmenin yasaklandığı, şapka giymenin zorunlu kılındığı o zamanın hükümetlerinin akıl almaz dayatmalarının halkı bunalttığı yıllardı bu zaman dilimi. Risalelerin yazıldığı 23 yıl boyunca karanlık bir dönemden geçiyordu memleket. Dine ve dindarlara prangalar vurulmuş, her türlü dini faaliyet yasaklanmış, aksine hareket edenler en ağır cezalara çarptırılarak insanlar sindirilmişti. Ülke kurtuluş savaşından çıkmış, maddi imkânsızlıklar had safhaya ulaşmış, 2. Dünya savaşının getirdiği külfet halkı ciddi anlamda yoksul bırakmıştı. Bu şartlar altında Hz. Üstat ve talebeleri, yasak faaliyetler kapsamına alınan hizmetlerinden (!) dolayı hapse mahkûm ediliyor ya da sürgüne gönderiliyordu. Nur talebeleri asayişi ihlal etme ihtimaline (!) binaen defalarca idamla yargılanıyordu. Eskişehir, Denizli, Afyon mahkemeleri, Risale-i Nura gönül verenlerin hayat memat mücadelesi verdiği önemli virajlardı. Bunların yanı sıra Risale-i Nurlar aleyhinde, gazeteler ve diğer kitle iletişim vasıtalarıyla sürekli olarak menfi propagandalar yapılıyordu. Yani gerçek anlamda dini eğitim almak imkânsız hale getirilmişti. İşte böyle bir zamanda Bediüzzaman hazretlerinin ortaya koyduğu yeni eğitim modeli fevkalade tesir icra ediyordu. O, bu modelle her evi bir Nur Medresesine bir İrfan Mektebine dönüştürüyordu. Kanunlar, yasaklar, engeller onu ve talebelerini durduramamıştı. Anadolu’nun köylerine ve kasabalarına varıncaya kadar bu yasak (!) eserler okunuyor, yazılıyordu. Anadolu, İslamiyet’le şereflendiği günden beri en karanlık dönemini yaşarken karanlıkları aydınlatan Risale-i Nurları bağrından çıkarıyordu. Devam edecek Kaynaklar: 1- Mesnevî-i Nuriye, 203. Altınbaşak Neşriyat.2- Lemalar, 175. Altınbaşak Neşriyat.3- Sikke-i Tasdik-i Gaybî, 178. Altınbaşak Neşriyat.

Üstad Bediüzzaman, Risale-i Nur külliyatının birçok yerinde İslam medeniyeti ile Batı medeniyetinin esasları üzerinde mukayese yapar. Bu mukayeselerde Batı medeniyetinin esasları üzerine ciddi eleştiriler getirir. Bu yazıda Üstadın ifadeleri ele alınarak bu iki medeniyetin esasları üzerinde durulacaktır. Medeniyet; bir topluluğun sahip olduğu dünya görüşünün ve varlık tasavvurunun zaman ve mekân boyutunda tezahür ve tecessüm etmesi olarak tarif edilir.1 Bu tariften yola çıkarak diyebiliriz ki, bir medeniyetin var olabilmesi için üç unsurun bir arada olması gerekir. Bunlar; Bir topluluk, Dünya görüşü ve varlık tasavvuru, Bu görüş ve tasavvurun zaman ve mekân boyutunda açığa çıkması olarak ifade edilebilir. Bir toplumun dünya görüşü ve varlık tasavvurunu şekillendiren; o toplumun Allah, insan ve tabiat arasında kurduğu ilişkilerdir. İnsan-Allah İnsan-İnsan İnsan-Tabiat Bir varlık tasavvuru ve dünya görüşünün, insanlığa barış, huzur ve güven ortamını sunacak medeniyeti ortaya çıkarması, bu üç amil arasında kurulan ilişkilerin doğruluğu ve tutarlılığına bağlıdır. İnsanlık tarihi boyunca; Mısır, Çin, Hint, Sümer, Maya, Babil gibi birçok medeniyet dünya üzerinde tesirini göstermiş ve bunlardan birçoğu etkisini kaybetmiştir. Bu gün dünya üzerinde etkisini hala kuvvetli bir şekilde gösteren iki medeniyet vardır: Bunlar İslam Medeniyeti ve Batı Medeniyetidir. Tarihin anlaşılabilmesi, medeniyetlerin kavranabilmesi ve içinde yaşadığımız zaman diliminde insanlığı etkileyen hadiseleri tutarlı bir şekilde yorumlayabilmek ancak bu medeniyetlerin esaslarının bilinmesi ile mümkün olabilir. Üstad Bediüzzaman, Risale-i Nur külliyatının birçok yerinde İslam medeniyeti ile Batı medeniyetinin esasları üzerinde mukayese yapar. Bu mukayeselerde Batı medeniyetinin esasları üzerine ciddi eleştiriler getirir. Bu yazıda Üstadın ifadeleri ele alınarak bu iki medeniyetin esasları üzerinde durulacaktır. Yanlış anlaşılmasın, Avrupa ikidir! Üstad Bediüzzaman, Batı Medeniyetini eleştirirken bu medeniyetin her şeyini bütünüyle reddetme yoluna gitmez. Medeniyeti iki kısma ayırarak ele alır. Tabiat felsefesinin zulmetiyle insanları dalalete ve haramlara sevk eden kısmını eleştirir. Toplum hayatına faydalı sanatları, adalet ve hakkaniyete hizmet eden fenleri takib eden kısmını eleştirmez.2 Bu noktadaki bir izahı şöyledir; Ben hakiki, menfaatli medeniyete karşı değil, belki kusurlu ve zararlı “mimsiz” tabir ettiğim3 medeniyete karşı otuz-kırk seneden beri i’câz-ı Kur’ân’ı esas tutup, o medeniyetin muhalif noktalarını aşağı düşürüp, medeniyetin aczi ile i’caz-ı Kur’ân’ı ispat etmek esası üzerine; matbu ve gayr-ı matbu Arapça ve Türkçe çok kitaplar yazdım.4 Hastalıklı ve dalaletli felsefenin esasları üzerine kurulan5 ve semavî kanun-u esasîlere muhalif olarak hareket eden6, Batı medeniyetini eleştirilirken külliyatın farklı yerlerinde şu isimlendirmeler kullanılır; Mimsiz medeniyet, medeniyet-i hazıra, muhakemesiz medeniyet, medeniyet-i sefihe, medeniyet-i Avrupa, deniyet-i hazıra, sehhar medeniyet, mimsiz gaddar medeniyet, medeniyet-i hazıra-i garbiye, garb medeniye-i zalimane-i hazırası, medeniyet-i habise, Avrupa medeniyet-i sefihanesi. Üstad; medeniyetin, teknolojik gelişmeler ile insanlığa birçok faydayı sağlayan, toplum hayatına kolaylıklar getiren kısmını savunur. Medeniyetin güzellikleri diye bahsettiği bu kısmın sadece batıya ait olamayacağını, tüm insanlığın ortak malı olduğunu şöyle izah eder: Bunu da inkar etmem: medeniyette vardır mehasin-i kesîre (çok güzellikler).. lâkin onlar değildir ne Nasraniyet (Hristiyanlık) malı, ne Avrupa icadı, ne şu asrın sanatı.. Belki umum (bütün insanlığın) malıdır: Telahuk-u efkârdan (fikirlerin birleşmesinden), semavî şerayi’den (semavî kanunlardan), hem hâcat-ı fıtriden (fıtrî ihtiyaçlardan), hususan şer’i Ahmedî (İslam hukukundan), İslamî inkılabdan neşet eden (açığa çıkan) bir maldır. Kimse temellük edemez (kimse sahiplenemez).7 Mehasin-i medeniyet (medeniyetin güzellikleri) denilen emirler, şeriatın başka şekle çevrilmiş birer meselesidir.8 Hakiki medeniyet nev-i insanın terakki ve tekemmülüne (insanlığın ilerleme ve olgunlaşmasına) ve mahiyet-i nevi’yesinin kuvveden fiile (insanlığa verilen kabiliyetlerin açığa) çıkmasına hizmet ettiğinden, bu nokta-i nazardan medeniyeti istemek insaniyeti istemektir.9 Bizim muradımız medeniyetin mehasini (güzellikleri) ve beşere menfaati (faydası) bulunan iyilikleridir. Yoksa medeniyetin günahları, seyyiatları değil ki; ahmaklar o seyyiatları, o sefahetleri mehasin zannedip, taklid edip malımızı harap ettiler. Ve dini rüşvet verip, dünyayı da kazanamadılar.10 1- İki Medeniyetin Dayanak Noktaları Batı medeniyetinde dayanak noktası kuvvettir. Şirke düşen ve seyyiatı (fenalıkları) hasenatına (güzelliklerine) galip gelen şu medeniyet-i Avrupaiyenin11 toplum hayatında hak ihlallerini netice veren bozuk bir esası, ‘kuvvetli olan üstündür’ anlayışıdır. Bu esasın Batı medeniyetinde yerleşmesinin en büyük sebebi hastalıklı ve dalaletli felsefesinde tevhîd inancının olmamasıdır. Zira Batı medeniyetin mazisini teşkil eden eski Yunan felsefesinde şirk inancı yani çok ilahlılık anlayışı hâkimdi. Bazı krallar kendilerini ilahların temsilcisi olarak görür, hatta bir kısmı öldükten sonra (hâşâ!) ilah olacağını insanlara kabul ettirmeye çalışırdı. Kendisini ilahların temsilcisi olarak gören bir insan, bu bozuk inancın sonucu olarak, diğer insanlardan üstün olmayı ve onlar üzerinde hüküm sürmeyi bir hak olarak kabul ederdi. Elinde bulundurduğu kuvvet ile istediği gibi hükmetme yetkisine sahip olduğunu düşünürdü. ‘Üstünlerin hukuku’nun geçerli olduğu eski Yunan toplumunda tarihin kaydettiği her türlü vahşet, zulüm ve hak ihlalleri bu anlayışın sonucu olarak kendisini gösterirdi. Üstadın ifadesiyle batı medeniyetinin kaynağını oluşturan felsefenin esasında, kuvvet müstahsendir (beğenilen ve güzel görülen bir şeydir). Hatta “Elhükmü lil-galip” bir düsturudur. “Galebe edende bir kuvvet var. Kuvvette hak vardır.” der. Zulmü manen alkışlamış, zalimleri teşci’ etmiştir (cesaretlendirmiştir) ve cebbarları, uluhiyet (ilahlık) davasına sevketmiştir.12 Batı medeniyeti antik yunan döneminden Hristiyanlığa, Hristiyanlıktan modern sekülarizme geçiş sürecinde felsefenin zihnî altyapısını oluşturduğu kuvvetli olan üstündür anlayışını sürekli devam ettirdi. Yunan mitolojisinin etkisiyle zaman içerisinde Hristiyanlık da teslis inancını kabul ederek şirke düştü.13 Bu durum yine toplumda kuvvetin esas alındığı, üstünlerin hukukunun geçerli olduğu bir anlayışı netice verdi. Üstad Bediüzzaman, bu halin sebebini şöyle izah eder: Hristiyanlık “velediyet” fikrini kabul ettiği için, vesait (vasıtalar) ve esbaba (sebeplere) bir kıymet verir, enaniyeti kırmaz. Âdeta rububiyet-i İlahiyenin bir cilvesini azizlerine, büyüklerine verir. “(Yahudiler) hahamlarını, (Hristiyanlar da) râhiplerini ve Meryemoğlu Mesîh’i başka rabler edindiler.” (Tevbe, 31) ayetine mâsadak olmuşlar. Onun içindir ki, Hristiyanların dünyaca en yüksek mertebede olanları gurur ve enaniyetlerini muhafaza etmekle…14 Hz. İsa’yı (as), (Hâşâ!) Allah’ın oğlu, yarı ilah olarak kabul eden Hristiyanlıkta, din adamları kendilerini Hz. İsa’nın temsilcisi olarak gördüler. Bu batıl fikir ile Hristiyan din adamları büyük bir gurur ve kibir sahibi oldular. Kendilerine bir kutsiyet atfederek insanlar üzerinde hükmetme haklarının olduğunu iddia ettiler. Bu batıl inanç ile yüzyıllarca ortaçağ Avrupası’nda zulüm ve haksızlıklar hâkim oldu. İnsanların hayatları sömürülüp, zihinler üzerinde baskılar kuruldu. Ruhbanlığın düşünce özgürlüğü üzerinde kurduğu baskı sebebiyle, Hristiyan kilisesinin hâkim olduğu devirler karanlık çağ olarak adlandırıldı. Bu günün batı dünyasında kuvvet hala bir esas olarak kabul edilir. Batı medeniyeti bu kez bilim ve teknolojiyi bir güç olarak elinde tutup dünya üzerinde insanlığa her türlü rezillik ve vahşeti yaşattı. Son iki asırda yüz milyonlarca insanın katledilmesine sebep olan dünya savaşlarını çıkararak insanlığa tarihin en karanlık dönemini yaşattı. Bu medeniyetinin hâkim olduğu son iki asır, insanlık tarihinde en çok ölümlerin ve vahşetlerin yaşandığı bir devir oldu. Yapılan araştırmalar sadece 20. Yüzyılda batı medeniyetinin sebep olduğu savaşlarda ölen insan sayısının 187 milyon olduğunu ortaya koyuyor.15 Medeniyetin günahları iyiliklerine galebe edip seyyiatı hasenatına racih gelmekle, beşer iki harb-i umumi ile iki dehşetli tokat yiyip, o günahkar medeniyeti zir-ü zeber edip öyle bir kustu ki, yeryüzünü kanla bulaştırdı.16 Mimsiz gaddar medeniyetin zalimane düsturu olan, “Cemaat için ferd feda edilir, milletin selameti için cüz’î hukuklara bakılmaz” diye, öyle dehşetli bir zulüm meydanı açmış ki, kurun-u ûlâ vahşetlerinde de emsali vuku bulmamış.17 Bugün birleşmiş milletlere üye olan beş daimi üyenin özel statüsü yani istediği kararı veto etme yetkisine sahip olması ‘kuvvetli olan üstündür’ anlayışının bir sonucu olarak devam ediyor… Dünya Beşten Büyüktür!... Batı medeniyeti bu şekilde dalalete sevk eden felsefesiyle İnsan ile Allah arasındaki münasebeti şirk üzerine kurduğundan toplum hayatında en büyük zulümleri netice verdi. (Muhakkak ki şirk büyük bir zulümdür! (Lokman, 13)) İslam Medeniyetinde dayanak noktası Hak’tır İslam medeniyetinde kuvvetli olanın üstün olduğu bir anlayış yoktur. Bu medeniyette kuvvet, haktadır. Haklı olan kuvvetlidir. Hüküm haklı olana göre verilir. Bu esas ile toplumda zulüm kesilir, adalet temin edilir. Bu esasın temelinde tevhîd inancı vardır. Üstad’ın ifadesiyle “mahz-ı tevhîd (tam bir tevhîd) dini olan İslamiyet içinde, dünyaca yüksek mertebede olanlar enaniyeti ve gururu bırakacak…”18 Tevhid inancının gereği olarak bir Müslüman sebeplere hakiki tesir vermez. İnsanların elinde bulunan zenginlik ve kuvvetin Allah tarafından verildiğini bilir. Her şeyin hâkimi ve sahibinin Allah olduğuna itikad eder. Elinde olan kuvvetin kendisine ait olmadığını bildiğinden kibir ve gurur yolları kapanır. Kuvveti hakka hizmetkâr eder. İslam dininde, bir masumun hakkı, bütün halk için dahi iptal edilmez. Cenab-ı Hakk’ın nazar-ı merhametinde hak haktır, küçüğüne büyüğüne bakılmaz. Küçük, büyük için iptal edilmez.19 Böylelikle İslamiyet, havastan (üst tabakadan) ziyade avamın (halkın) tahassüngâhı (sığınma ve korunma yeri) olmuştur.20 Bu esasın tezahürü ile İslam medeniyetinin hâkim olduğu coğrafyalar bütün insanlar için huzur, barış ve adaletin adresi olmuştur. Bu medeniyette devletin başındaki sultan ile bir gayrimüslimin beraber yargılandığı mahkemelerde adliyeler adalet dağıtmıştır. Âdil hâkimler, melek gibi melikler halkın hizmetine koşturmuştur. İslam medeniyetini temsil eden devletler kuvvet kazandığında, insanlığın vicdanı ve mazlumların sığınağı olmuştur. İslam tarihinde bu esasın neticesi olarak sayılamayacak kadar güzellikler mevcuttur… 2- İki Medeniyetin Hayatta Yerleştirdiği Düstur Batı Medeniyetinin Hayatta Düsturu Mücadeledir Batı medeniyeti, fıtratı yanlış yorumlayan felsefesi ile tabiatta bir mücadelenin var olduğunu ileri sürer. Güçlünün zayıfı elediğini kabul eder. Tabiatta doğal bir seleksiyon olduğunu iddia eder. Zulmü netice veren yanlış bir varlık tasavvuru oluşturur. Bu yanlış anlayışını insanların, milletlerin ve devletlerin hayatına da tatbik ederek hayatın bir çarpışma olduğunu ve güçlü olanın zayıfı elemesi gerektiğini ifade eder. Evet, düstur-u cidali (mücadele düsturunu) o kadar esaslı ve küllî (geniş) kabul etmişler ki, “hayat bir cidaldir (mücadeledir)” diye hükmetmişler.21 Üstad Bediüzzaman, tabiatta esas olan mücadele değil, yardımlaşma olduğunu izah ederek Avrupa medeniyetini şöyle eleştirir: Ey ikinci bozuk Avrupa! (...) Hâlık-ı Kerîm’in kerem düsturlarından ve erkân-ı kâinatta (kâinattaki varlıklarda) kemal-i itaatle (tam bir itaatle) imtisal edilen (uyulan) düstur-u teavünle (yardımlaşma düsturu ile), nebatat (bitkiler) hayvanatın imdadına ve hayvanat insanların yardımına koşmasından tezahür eden (açığa çıkan) o umumî kanunun rahîmane, kerimane cilvelerini cidal (mücadele) zannedip, “Hayat bir cidaldir (mücadeledir)” diye ahmakane hükmetmişsin. Acaba düstur-u teavünün (yardımlaşma düsturunun) cilvesinden olan zerrat-ı taamiyenin, (gıda zerrelerinin) kemal-i şevk ile beden hücrelerinin gıdalandırılması için koşması nasıl cidaldir (mücalededir)? Nasıl bir çarpışmaktır? Belki (aksine) o imdat ve o koşmak, Kerim bir Rabb’in emriyle bir teavündür (yardımlaşmadır).”22 Üstad Bediüzzaman; fıtratın yanlış yorumlanmasının sonucunu şöyle ifade eder. Hayat-ı içtimaiye-i beşeriyede (insanların toplum hayatında) bir çığır açan, eğer kâinattaki kanun-u fıtrata (fıtrat kanunlarına) açtığı çığır muvafık (uyumlu) gelmezse, hayırlı işlerde muvaffak olamaz. Bütün hareketi şer ve tahrip hesabına geçer.23 Batı medeniyeti hayatta düsturunu mücadele olarak gördüğünden bütün hareketleri şer ve tahrip hesabına geçti. Girdiği tüm coğrafyalardaki insanları ya katletti veya sömürge haline getirdi. Kendisinden olmayana hayat hakkı tanımadı. Ele geçirdiği veya müdahale ettiği coğrafyalara kan ve gözyaşından başka bir şey bırakmadı. İnsanlık tarihine kara leke olarak geçen sömürgecilik böyle bir anlayışın ürünüdür. Bu bozuk esasıyla hâkim olduğu her mekânda kendisine müşevveş bir mazi bıraktı. Halen de bırakmaya devam ediyor… İslam Medeniyetinin Hayatta Düsturu Yardımlaşmadır İslam medeniyeti kâinata tevhîd nuru ile baktığından, her şeyin Cenab-ı Hakk’ın idaresinde yardımlaşma düsturu ile birbirinin imdadına koştuğunu görür. Buna karşılık felsefenin mevzu ettiği mücadele, kâinattaki yardımlaşma kanununun yanında yok denecek kadar az bir yer kaplar. Bu mücadeleye de Cenab-ı Hak bir kısım hikmetleri için müsaade etmiştir. Üstad Bediüzzaman bu meseleyi şöyle izah eder: Nübüvvetin hayat-ı içtimaiyedeki (toplum hayatındaki) düsturî neticelerinden ve şems ve kamerden (güneş ve aydan) tut, ta nebatat (bitkiler) hayvanatın imdadına ve hayvanat insanın imdadına, hatta zerrat-ı taamiye (gıda molekülleri) hüceyrat-ı bedenin imdadına ve muavenetine (yardımına) koşturulan düstur-u teavün, kanun-u kerem, namus-u ikram nerede? Felsefenin hayat-ı içtimaiyedeki düsturlarından ve yalnız bir kısım zalim ve canavar insanların ve vahşi hayvanların fıtratlarını sû-i istimallerinden neş’et eden düstur-u cidal nerede?24 İslamiyet fıtratı doğru okuyarak hayatta düsturu yardımlaşma olarak gösterdiği gibi, Kur’ân’daki “İyilik ve takva üzerine yardımlaşın!”25 gibi ayetler, Resul-i Ekrem’in (asm) “İnsanların en hayırlısı insanlara en çok faydalı olanıdır.”26 misali hadisleri toplum hayatında hep yardımlaşmayı yerleştirir. Yine İslam’da zekâtın emredilmesi, faizin yasaklanması, kurban vb. birçok ibadetler ile bu düstur sadece teorikte kalmayarak hayata geçirilmiştir. Hayatta düsturu yardımlaşma olarak kabul eden Müslümanlar, komşusu aç iken tok yatamayacak bir hassasiyetle yaşadılar. Yardımlaşma esasının zaman ve mekân boyutunda bir tezahürü olarak toplumun her kesimine fayda sağlayacak vakıfları kurdular. 3- İki Medeniyetin İnsanlar Arasında Yerleştirdiği Bağ İslam Medeniyeti Toplumda İnsanlar Arasına Din ve Vatan Bağını Yerleştirir Üstad, İslam medeniyetinde insanlar arasına dinî, vatanî ve sınıfî bağlar olduğunu ifade eder. Diğer esaslarda olduğu gibi bu esasın da, iman ve tevhidin bir gereği olduğunu külliyatın farklı yerlerinde izah eder. Mü’min olan kimse, iman ve tevhid iktizasıyla, kâinata bir mehd-i uhuvvet (kardeşlik yeri) nazarıyla baktığı gibi; bütün mahlûkatı, bilhassa insanları, bilhassa İslamları birbiriyle bağlayan ip de ancak uhuvvettir (kardeşliktir). Çünkü iman müminleri bir babanın cenah-ı şefkati altında yaşayan kardeşler gibi kardeş addediyor.27 Üstad Bediüzzaman, İslamiyet’in toplumdaki insanlar arasında yerleştirdiği kardeşlik bağının kuvvetini şu harika ifadelerle izah eder. “Evet, tevhid-i imanî, elbette tevhid-i kulübü (kalplerin birliğini) ister. Ve vahdet-i itikad (inanç birliği) dahi, vahdet-i içtimaiyeyi (sosyal, toplumsal birliği) gerektirir. Mesela sen askerlik yaparken bir adamla beraber bir taburda bulunmakla, o adama karşı dostane bir bağ kurarsın; ve bir kumandanın emri altında beraber bulunmakla arkadaşâne bir alâka tesis edersin. Ve bir memlekette beraber bulunmakla kardeşâne bir münasebet hissedersin. Hâlbuki bir Müslüman imanın verdiği nur ile ve inancın verdiği şuur ile Müslüman kardeşine karşı esma-i İlahiye adedince birlik alâkaları ve ittifak bağları ve kardeşlik münasebetleri kurar. Meselâ: Her ikinizin Hâlıkınız bir, Mâlikiniz bir, Mabudunuz bir, Rezzâkınız bir… bir bir, bine kadar bir bir. Hem Peygamberiniz bir, dininiz bir, Kur’ânınız bir, kıbleniz bir.. bir bir, yüze kadar bir bir. Sonra köyünüz bir, devletiniz bir, memleketiniz bir.. ona kadar bir bir. Bu kadar bir birler vahdet ve tevhidi, vifak ve ittifakı, muhabbet ve uhuvveti gerektirir.”28 İslam dini, insanlığın farklı dil, renk ve milletlere ayrılarak yaratılmasının sebebini, tanışmak ve yardımlaşmak olarak gösterir. “Ey insanlar! Şüphesiz ki biz, sizi bir erkek ve bir dişiden (Âdem ile Havva’dan) yarattık. Birbirinizi tanımanız için de sizi, milletler ve kabileler kıldık.”29 Âyet-i kerimenin işaret ettiği bu farklılıklar, tanışma ve yardımlaşmak içindir. Birbirini inkâr etmek, yabancı görmek veya düşman olmak için değildir. Çünkü her millet, her kabile ve her aşiret farklı ilahi tecellilere mazhar olarak değişik meziyetlere ve faziletlere sahip oldular. Tek bir milletin veya kabilenin insanlığın bütün meziyetlerini kendisinde toplaması mümkün değildir. Adil-i Hâkim olan Allah-ü Teâlâ, faziletleri ve kemâlâtı insanlar arasında dağıtmıştır. Her millet bir kısım meziyetlerle mümtaz kılınmıştır. Onun içindir ki ayet-i kerime milletlerin tanışıp özelliklerinden karşılıklı istifade etmelerini, yardımlaşmalarını emretmiştir. Ancak bu karşılıklı iletişim sayesinde istenilen gerçek insanlık seviyesine çıkılabilir. Asr-ı Saadet gibi hakiki medeniyetler tesis edilebilir. Medine medeniyeti işte budur.30 Ebu Süleyman es-Sicistanî’nin dilinde bu hakikat şu ifadelerle kendini bulmuştur. “Hikmet Yunanlıların zihnine, Arapların diline, Farisilerin kalbine ve Çinlilerin eline indirilmiştir.31 Bu esasın en güzel tezahürlerinden birisi Avrupa’nın en büyük üstadı olan Endülüs İslam Devletidir. Endülüslü Arap ve Arap olmayan Müslümanlarla Avrupalılar arasında tarihte eşine az rastlanır bir etkileşim yaşanmıştır. Yaklaşık dört yüzyıl boyunca Müslüman, Yahudi ve Hristiyanlar özgür fakat rekabetçi bir ortamda ortak bir kültürün inşasına katkıda bulunmuş ve birbirlerinden çeşitli şekillerde etkilenmişlerdir. Bu dönede Müslüman bilim ve araştırma kurumları Avrupa’nın en önde gelen kuruluşları olarak bir cazibe merkezi haline gelmiş ve Kuzey Afrika ve Avrupa’nın çeşitli şehirlerinden en aydın ve yetenekli bilim, düşünce ve sanat adamlarını Müslüman şehirlerine çekmiştir. Kurtuba, Gırnata ve Sevilla gibi şehirlerin temizliği, bahçe düzenlemeleri, gece lambaları, sokakları, altın-kiremit renkli surları, havuzları, hamamları Avrupa’da dillere destan olmuştur. Müslüman Endülüs, ortaçağın karanlığında bir gece lambası gibi Güney Avrupa’yı aydınlatmıştır.32 İslamiyet’in esasları hayata geçirildiği nispette İslam medeniyetine ait coğrafyalar barış, huzur ve güvenin adresi haline geldi. Bu medeniyet din, dil ve millet fark etmeksizin çatısı altında bulundurduğu tüm insanlara saadet getirdi. Üstadın ifadesiyle “Hakikat-i İslamiyenin kuvveti nispetinde ve Müslümanlar o kuvvete göre hareket etmeleri derecesinde ehl-i İslam temeddün edip (medenîleşip) terakki ettiğini (yükseldiğini, ilerlediğini) tarih gösteriyor.33 Geçmişin tarihine ve dünyanın şimdiki haline yakından baktığımız zaman, eğer İslam’ ın ortaya koyduğu muhkem ve muhteşem örnek ve örneklik olmamış olsaydı, kardeşliğin yalnızca bir Ütopya’dan olduğunu düşünebilirdik.34 Batı Medeniyetinin Kitleler Arasına Yerleştirdiği Bağ “Irkçılık ve Menfî Milliyet”tir. Üstad Bediüzzaman, Batı medeniyetinin toplumda insanlar arasına yerleştirdiği bağın ırkçılık olduğunu ifade eder. Batı medeniyetinde başkasını yutmakla beslenen menfi milliyetçilik35 yunan döneminden Hristiyanlığa, Hristiyanlıktan şimdiki düzene geçiş sürecinde devam etmiş bir esas olarak varlığını sürdürmüştür. Üstad, iki medeniyeti karşılaştırdığı bir yerde bu esasın yerleşmesinin sebebini şöyle izah eder. Küfür öyle bir bürudettir (soğukluktur) ki, kardeşleri bile kardeşlikten çıkarır. Ve bütün eşyada bir nevi ecnebilik tohumunu ekiyor. Ve her şeyi her şeye düşman yapıyor. Evet, hamiyet-i milliyelerinde bir uhuvvet (kardeşlik) varsa da muvakkattir (geçicidir).36 Endülüs’te Müslümanların hâkimiyeti altında yüzyıllarca Müslüman, Hristiyan ve Yahudiler bir arada barış ve huzur içinde hayat sürdüler. Endülüs İslam Devleti çökertildiği zaman İspanya’da, Sicilya’da ya da Adriyatik Denizi’nin kıyılarında tek bir Müslüman kalmadı. Müslümanların İspanya’dan sürülmelerinden sonra yine aynı şekilde Yahudilerin İspanya’da ne tür insanlık dışı muamelelere, işkencelere ve katliamlara uğradığı malumdur. İspanya’daki Yahudiler ancak Osmanlı Devletine sığınarak korunabilmişlerdi. Buna karşılık Osmanlı İslam İmparatorluğu’nda bütün Hristiyanlar ve Yahudiler vicdan özgürlüğüne, kendi toplumlarını kendi inançları ve hukukları doğrultusunda yönetme konusunda tam bir özgürlüğe sahiptiler. Osmanlı Devleti Engizisyonun zulüm ve işkencesinden kaçabilen herkes için güvenli bir sığınak olmuştu. 1821 büyük isyanından sonra Yunanistan’da tek bir Müslüman kalmadı ve tek bir cami bırakılmadı. Bir zamanlar çoğunluk olan Balkan yarımadasındaki Müslümanlar, bütün bir Avrupa’nın da desteği ve onayıyla sistematik olarak azınlık konumuna düşürüldü. Müslümanların yönetimi altındaki Hristiyanların yakın zamanlarda Müslümanlara karşı başkaldırmaya, Müslümanları nasıl katletmeye kışkırtıldıkları ve Müslümanların bütün bunlara karşılık istenmeyen bir hadise olarak nitelendirilerek kınandı.37 Hakiki vukuatı kaydeden tarih, hakikate en doğru şahittir.38 Batı Medeniyetini temsil eden devletlerin tarihindeki vahşetler ile beraber, İslam Medeniyetini temsil eden Abbasî, Endülüs ve Osmanlı Devletleri zamanlarında farklı dil, din ve milletlere sahip toplulukların bir arada yaşayarak oluşturduğu tecrübeler göz önüne alındığında; dünya üzerinde barış ve huzurun ancak insaniyet-i kübrâ olan İslamiyet’in ortaya koyduğu esaslar ile sağlanabileceği anlaşılacaktır. Ve Üstad’ın ifadesiyle; İnşaallah istikbaldeki İslamiyet’in kuvveti ile medeniyetin mehasini galebe edecek, zemin yüzünü pisliklerden temizleyecek, sulh-u umumiyi de temin edecek.39 Üstad’ın bu noktada dikkat çektiği başka bir husus menfi milliyetçiliğin Müslüman milletler arasında uyandırmaya çalışılmasıdır. Kendi ifadesiyle Fikr-i milliyet, şu asırda çok ileri gitmiş. Hususan dessas Avrupa zalimleri, bunu İslamlar içinde menfi bir surette uyandırıyorlar; ta ki, parçalayıp onları yutsunlar.40 Tarih boyunca ümmeti temsil eden devletler bir ırk üzerine kurulmamıştır. Bu sebeple devletler İslam devleti olarak isimlendirilmiş ve bütün ümmeti çatısı altında toplayarak birliği sağlayabilmiştir. Son yüzyılda ise Avrupa zalimleri ümmeti sömürebilmek için Müslümanların birliğine mani olarak ırkçılık fikrini Müslümanlar arasında türlü desiselerle uyandırmakla bu uğursuz emellerine büyük oranda ulaşmışlardır. 4- İki Medeniyetin İnsana Olan Hizmeti (Batı Medeniyetinin) Cazibedar hizmeti, heva ve hevesi teşci’ ve arzularını tatmindir. O heva ise, insanın mesh-i manevîsine sebebdir. (İslam Medeniyetinin) Heva yerine hüdadır ki; şe’ni, insaniyeten terakki ve ruhen tekâmüldür. İslamiyet bir medeniyet tesis ederken insanların fikir dünyasını imar etti. Bu medeniyet, Kur’ân’ın tezgâhında insanın cevherini işledi. İnsanlara iman hakikatlerini ders vererek hayatın anlam ve gayesini gösterdi. İnsanın tesadüf oyuncağı, başıboş, gayesiz bir varlık olmadığını, yeryüzünün en aziz bir misafiri, Âlemlerin Rabbi’ne muhatap, ebedî saadete aday, kulluğu içinde bir sultan olduğunu gösterdi. Bu sebeple diyebiliriz ki; İslam medeniyetinin en güzel meyveleri yetiştirdiği insanlar olmuştur. Bu medeniyetin yetiştirdiği Ebu Hanife’ler, Şafiî’ ler, Bâyezid-i Bestâmî’ler, Şah-ı Geylânî’ler, Şah-ı Nakşibend’ler, İmam-ı Gazalî’ler, İmam-ı Rabbanî’ler gibi milyonlarca emsalsiz zatlar bulundukları asırları nurlandırmışlar, hakiki medeniyet yolunda insanlığa rehberlik etmişlerdir. Üstad Bediüzzaman, iki medeniyetin esaslarını karşılaştırırken Risale-i Nur’da izah edilen iman ile küfür arasındaki bütün müvazenelerin, İslam medeniyetinin bu noktadaki üstünlüğünü ispat ettiğini ifade eder.41 Risale-i Nur’un farklı yerlerinde bu medeniyetin insana olan hizmeti noktasında bir hususa özellikle dikkat çekilir. İslamiyet’in insanı değersizleştiren nefsanî heveslerin arzularına bir kısım yasaklamalar ile set çektiği, insanı layık olduğu yüksek kemâlâta ulaştıran akıl, kalp, ruh gibi ulvî duygu ve hislerini tatmin ettiği anlatılır. Batı medeniyetinin ise bunun aksine olarak özgürlük adı altında insanın nefsanî heveslerinin önünü açarak her türlü rezaleti yaşattığı üzerinde durulur. Bu sebeple bu iki medeniyetin özgürlük anlayışları birbirine tamamen zıt bir mahiyete sahiptir diyebiliriz. Zira batı toplumlarında hürriyet; başkasına zarar vermemek şartıyla insanın istediği şeyi yapabilmesi olarak tarif edilir. Hâlbuki insanda kalp, vicdan gibi iyiliğe, güzelliğe sevk eden duygular olduğu gibi kötülüğü, rezilliği arzu eden nefis, şehvet gibi duygulara da vardır. Bu yüzden insanın istediği her şeyi yapabilme yetkisine sahip olduğunu kabul etmek özgürlük değildir. Aksine bu, insanın nefsinin zindanına, şehvetinin esaretine düşüp şeytana köle olması demektir. Üstadın ifadesiyle; sefahet (haramlar) ve rezaletteki hürriyet, hürriyet değildir. Belki hayvanlıktır, şeytanın istibdadıdır (baskısıdır), nefs-i emmareye esir olmaktır.42 Şimdiki tarz-ı hazır, heves serbest olmuştur, heva da hür olmuştur, hayvanî bir hürriyet. Heves tahakküm eder.43 O heva ise şe’ni insaniyeti derece-i melekiyeden (meleklik derecesinden) dereke-i kelbiyete (köpeklik derekesine) indirmektir, insanın mesh-i manevisine sebeb olmaktır.44 Üstad Bediüzzaman, İslamiyet’in gösterdiği hürriyeti ise mealen şöyle ifade eder. Nazenin hürriyet, şeriatın edepleri ile edeblenmeli ve süslenmelidir.(...) Hürriyetin şe’ni odur ki: Ne kendine, ne başkasına zararı dokunmasın. Belki hürriyet budur ki: Kanun-u adalet ve te’dibden başka, hiç kimse kimseye tahakküm etmesin. Herkesin hukuku mahfuz kalsın, herkes harekât-ı meşruasında şahane serbest olsun. Güneş gibi parlak, her ruhun maşukası (aşığı) ve cevher-i insaniyetin küfvü (dengi) o hürriyettir ki: Saadet-saray-ı medeniyette oturmuş ve marifet ve fazilet ve İslâmiyet terbiyesiyle ve hulleleriyle mütezeyyine (süslenmiş) olan hürriyettir.45 Hakiki hürriyetin iman ile sağlanabileceğini şöyle ifade eder. Rabıta-i iman (iman bağı) ile Sultan-ı Kâinat’a hizmetkâr olan adam, başkasına tezellül (alçalma) ile tenezzül etmeye ve başkasının tahakküm (baskısı) ve istibdadı altına girmeye, o adamın izzet ve şehamet-i imaniyesi (imandan gelen kahramanlığı) bırakmadığı gibi; başkasının hürriyet ve hukukuna tecavüz etmeyi dahi o adamın şefkat-i imaniyesi bırakmaz. Evet, bir padişahın doğru bir hizmetkârı, bir çobanın tahakkümüne tezellül etmez. Bir bîçareye tahakküme dahi, o hizmetkâr tenezzül etmez. Demek iman ne kadar mükemmel olursa, o derece hürriyet parlar. İşte Asr-ı Saadet...46 Üstad Bediüzzaman, Avrupa’ nın özellikle son asırlarda dalaletle yoğrulmuş felsefesinin ortaya koyduğu insan modelini ciddi bir şekilde eleştirir. Allah’ı ve ahireti bilmeyen bir insanın ihtiyaçlarına karşı fakirliğinden, düşmanlarına karşı acizliğinden, geçmiş zamanın yüklediği acılarından ve gelecek zamanın vereceği endişelerinden dolayı daha dünyada iken manevî bir cehennem azabını çekeceğini birçok yerde izah ve ispat eder. İnançsızlıktan gelen bu acıları hissettirmemek için de nefsanî heveslerini tatmin edecek fantaziyeler ve eğlencelerle insanları aldattığını ifade eder. Ey ikinci bozuk Avrupa! Acaba hem ruhunda, hem vicdanında, hem aklında, hem kalbinde dehşetli musibetlerle musibet-zede olmuş ve azaba düşmüş bir adamın cismiyle, zahirî bir surette aldatıcı bir zînet (süs) ve servet içinde bulunmasıyla saadeti mümkün olabilir mi? Ona mes’ud (mutlu) denilebilir mi? Hâlbuki senin şeametinle (uğursuzluğunla), kalbinin en derin köşelerinde ve ruhunun tâ esasında dalalet darbesini yiyen ve o dalalet cihetiyle bütün emelleri (istekleri) inkıtaa (kesintiye) uğrayan ve bütün elemleri ondan neş’et eden bir bîçare insana hangi saadeti temin ediyorsun? Acaba zâil, yalancı bir cennette cismi bulunan ve kalbi, ruhu cehennemde azab çeken bir insana mes’ud denilebilir mi? İşte sen bîçare beşeri böyle baştan çıkardın, yalancı bir cennet içinde cehennemî bir azab çektiriyorsun. Ey beşerin nefs-i emmaresi!47 5- İki Medeniyetin Hedefi (Batı Medeniyetinin) Hedef-i kastı menfaattir. O ise, şe’ni tezahümdür. (İslam Medeniyetinin) Hedefi de, fazilettir ki; şe’ni, muhabbet ve tecazübdür. İslam Medeniyeti, insanların hedefine fazileti ve Allah’ın rızasını kazanmayı hedef olarak yerleştirir. Üstad Bediüzzaman diğer esaslarda olduğu gibi bu esasın da Müslüman bir toplumda veya insanda yerleşmesinin sebebinin iman olduğunu ifade eder. Bu konu hakkında bir ifadesi şöyledir: Her bir şehir kendi ahalisine geniş bir hanedir. Eğer iman-ı ahiret o büyük aile efradında hükmetmezse; güzel ahlakın esasları olan ihlas, samimiyet, fazilet, hamiyet, fedakârlık, rıza-yı İlahî, sevab-ı uhrevî yerine garaz, menfaat, sahtekârlık, hodgâmlık, tasannu, riya, rüşvet, aldatmak gibi haller meydana gelir. Zahiri asayiş altında, anarşistlik ve vahşet manaları hükmeder; o hayat-ı şehriye zehirlenir.48 Tarihte ve bugün bu esas Müslümanların İslamiyet’i yaşadığı nispette kendisini göstermiştir. Bugün ülkemizin Suriye’den gelen miyonlarca muhacire açtığı kucak bu esasın en güzel tezahürlerinden birisidir. Devletimizin ve insanımızın maddi olarak hiçbir fayda sağlamadığı halde sırf Allah rızası için memleketini, muhabbetini, yiyeceğini ve yüreğini Suriyeli kardeşlerimiz paylaşması fazilet esasının bir tezahürüdür. Maalesef Batılı devletlerin birkaç yüz mülteciyi almamak için yasaklar getirmesi, sınır kapılarını kapatması Avrupa Medeniyetinin menfaat esasının bir tezahürüdür. Sonuç olarak: Girişteki tarifte ifade edildiği üzere bir medeniyeti tesis ettiren en önemli etken bir topluluğun sahip olduğu dünya görüşü ve varlık tasavvurudur. İnsanlığa huzur ve barış getirecek bir medeniyeti tesis ettirecek tutarlı bir varlık tasavvuru ise ancak tevhid ile, iman esasları ile şekillenebilir. Bugün yeniden insanın cevherine layık bir medeniyeti tesis edebilmek için yapılacak en birinci ve öncelikli vazife imanın esaslarını toplumda tahkîkî bir surette yerleştirmektir. Bu sebepledir ki; Üstad Bediüzaman: Ben, cemiyetin iç hayatını, manevi varlığını, vicdan ve imanını terennüm ediyorum. Yalnız Kur’ân’ın tesis ettiği tevhid ve iman esası üzerine işliyorum ki İslam cemiyetinin ana direği budur.49 diyerek bütün çalışmalarını iman üzerine yoğunlaştırmıştır. Her kıştan sonra bir bahar, her geceden sonra bir sabah olduğu gibi, nev’-i beşerin dahi bir sabahı, bir baharı olacak inşallah. Hakikat-i İslamiyenin güneşi ile, sulh-u umumi dairesinde hakiki medeniyeti görmeyi, rahmet-i ilahiyeden bekleyebilirsiniz.50 Kaynaklar: 1- İbrahim Kalın, İslam ve Batı2- Lem’âlar, 1183- İslam harfleri ile yazılan “medeniyet” kelimesinin başındaki mim harfi terkedildiğinde artık bu kelime “deniyet” olarak okunur. Deniyet ise alçak ve aşağılık manasına gelir. Mimsiz medeniyet ile kastedilen alçak medeniyet tabiridir.4- Tarihçe-i Hayat, 2535- Lem’âlar, 1196- Emirdağ lahikası-2, 997- Sözler, 3408- Muhakemat, 449- Tarihçe-i Hayat, 7710- Tarihçe-i Hayat, 9311- Kastamonu Lakikası, 1612- Sözler, 22013- Prof. Dr. Şinasi Gündüz, Hristiyanlığın Mimarı Pavlus, Ankara Okulu Yayınları, 200414- Mektubat-1, 15315- Milton Leitenberg, “20. Yüzyıldaki Çatışma ve Savaşlarda Ölüm”16- Tarihçe-i Hayat, 9317- Kastamonu Lahikası, 15018- Mektubat-1, 15319- Mektubat-1, 4220- Mektubat-1, 15321- Sözler, 22022- Lemalar, 119 23- Lemalar, 17824- Sözler, 22025- Mâide, 226- Suyutî, el-Camiu’s-Sağîr, II, 827- Mesnevi-i Nuriye, 8928- Mektubat-1, 10929- Hücurat Suresi, 1330- Muhlis Körpe, 5. Bediüzzaman ve Risale-i Nur Sempozyumu, Ankara, 27 Mayıs 201231- İbrahim Kalın, İslam ve Batı, İsam Yayınları, s. 3832- İbrahim Kalın, İslam ve Batı, İsam Yayınları, s. 9033- Mektubat-2, 44034- Pıckthall, İslam 35- Medeniyetinin Dinamikleri, Külliyat Yayınları, s. 6135- Zülfikar, 11736- Mesnevi-i Nuriye, 8937- Pıckthall, İslam Medeniyetinin Dinamikleri, Külliyat Yayınları, s.10038- Mektubat-2, 44039- Tarihçe-i Hayat, 9340- Mektubat-1, 14941- Zülfikar, 11742- Mektubat-2, 38943- Sözler, 34044- Tarihçe-i Hayat, 13145- Mektubat-2, 39146- Mektubat-2, 39147- Lemalar, 11948- Şualar-1, 22149- Tarihçe-i Hayat, 62950- Mektubat-2, 448

İne gönül, kalka gönülHep doğruya baka gönülHak vergisi… Hakk’a gönülVermeyene anlatılmaz. İlk ne zaman bir şiir mısrasıyla karşılaştık? Şairin hayal dünyasının sınırları ve sırları ne vakit açıldı gönül dünyamıza? İlk şiirimiz hangisi? İlk fark ettiğimiz şair kim? Bilinmez ama şiirle yakınlaşmalarımızın vakti galiba okumayı ve yazmayı tahsilimizden hemen evvelki sözlü hayat safhamız –ilk çocukluğumuz- olsa gerek. Söylemem odur ki çok erken tanışılan ve hayatın ileriye yürüyen devirlerinde sıkça muhatap olunan iki kelimedir; şair ve şiir. His dünyalarımızdaki coşkunluk sebebiyle, özellikle çocukluk ve gençlik zamanlarımızda genel-kabul ile sahiplendiğimiz bu iki kavrama nasıl yak(ın)laşmalıyız? Öncelikle bilmeliyiz ki… Şair, kendi dışındaki âlemdeki varlıkları ve hadisatı hayalindeki şekliyle sunandır. His köprülüğüyle söz ve yazının güzelliğini istimal ederek kendi dışındakileri enine boyuna yansıtır ve duyurur. Eğer ki… Mesleğini icra ederken imani yeterliliğe ve nazara sahip değilse vay muhatabının haline. Laf ustasından bir dolu boş ve batıl söz ve sanat canbazlığı. “Estetik de estetik!” çığırışı. İman bilgisinden uzak, müminin idrak ettiği hayattan nasibi olmayan, “şiir” tesmiye edilmiş satırlardaki felsefi hezeyanların sirayet ettiği bir gri fikir ve his dünyası… Yazık! Mezbeleden ahenk ve şiirimsilik devşirme uğraşında olanlara… Oysaki… Şair, iman şuurunun tesiriyle söz inşasını mananın hakikatine perde yapmaktan kaçınma inceliğine vakıf olmalıdır. Şairliğin, kem sözü kabul etmeyen kelam erbabı olmak olduğunun farkında olmalıdır. Şiirini ve sözünü, hakikati ifade etmekte araç, vasıta kabul etmelidir. Fikir ve his dünyasını ardına kadar, nuruyla baktığı hakikatlerin emrine amade etmek; oku emrinin muktezası ile kendisinin, hayatın, kâinatın hakikatlerini incitmeden güzel ve etkili bir biçimde, şiirce ifade etmek… Büyük bahtiyarlık! İman ile nurlanan sözünü ve fiilini şiiriyle bakileştirme gayretinde olanlara, hakikate misal sunanlara... Elbette ki… Şairlerimiz var bizim de… Hakikat işçileridir onlar ve sadece baş gözüyle bakmaz, sadece ağızdaki dil ile söylemez mısralarını. Onların her biri; aynı oluktan aldığı nurlu dersle bizlik şuurunu aşılayan, böylelikle Müslüman kalpleri tevhid eden “biz” hizmetkârı… Zikr ile sırdaştır bizim dilimiz Dünya ve ahiret iki elimiz Hu diye çağıran ırmak selimiz Hazret-i Kur’ân’la dost olanlarız Biz yaran isteriz canan isteriz Biz Huda uğrunda yanan isteriz Onların her biri; hakikati arama mesleğinde karşımıza çıkan, şuurlu örnek birer hakikat seyyahı… Musa ol! Hakk’a yüksel! Tecelli et de Tura Zulmet yıkılsın gitsin! Cihan gark olsun nura! İstiyorum yeniden bir hilkat istiyorum Ne hayal, ne kuruntu hakikat istiyorum Hakikat, hakikat, hakikat istiyorum!.. Onların her biri; kâinat kitabından istifadesi ölçüsünde sanatın ve sanatkârın sırrına muvaffak olan, tefekkürden şuura şiir köprüleri inşa eden sanat erbabı… Bin ders-i maarif okunur her varakında / Ya Rab ne güzel mekteb olur mekteb-i âlem Onların her biri; imanla bezeli ahlakıyla, hayatı hikmetle yorumlayan fazilet ehlidir… Hoştur bana senden gelen Ya hil’at ü yahut kefen Ya gonce gül yahut diken Lütfun da hoş kahrın da hoş Onların her biri; hisler aynasında, Rabbini görebilen basiretli birer göz… Kaybolur kederim, kaybolur ahım Gözümden yaş olur, akar günahım Bana daha yakın olur Allah’ım Mavi gecelerin seher vaktinde Onların her biri; kelime gömleğine giydirilen tevhidî manayı, bütün saflığı ve çıplaklığıyla aktarabilmenin mücadelesinde olan idrak hizmetkârı… Önümüzden geçer, gider Bir siyah tesbih geceler Bu tesbihi bir çeken var Mademki… Şairlikte; kalbindeki imanı tüm aza ve hislerine sapasağlam bir şekilde yansıtmak, inandığı her esasının idrakinde ve şuurunda olmak elzemdir. O vakit şiirin de hakikati ortaya çıkacaktır. İşte şairu’l-a’zamın lisanından şairlik mesleğinin sırlı tarifi: Anladım işi, sanat Allah’ı aramakmış / Marifet bu, gerisi yalnız çelik-çomakmış... Dua niyetine: Bende sıklet, sende letâfet... Allah’ım, affet! Lâtif’ten af bekler kesâfet?... Allah’ım, affet! Etten ve kemikten kıyâfet... Allah’ım, affet! Âcize imdadın şerâfet... Allah’ım, affet! Sen mutlaksın, bense izâfet… Allah’ım, affet! Ey kudret, ey rahmet, ey re’fet! Allah’ım, affet!

Hayır ve şer her ne işlerse kişi kendinedirKimseyi hor göremez bilse kişi kendi nedir Kimseyi hor görme Hor görmek lügatte, önem vermemek, küçük görmek, aşağı ve bayağı görmek manalarına gelmektedir. Müslümanların birbirleri arasındaki içtimâî münasebetlerde düşebildikleri hatalardan birisi belki de en önde geleni, İslâm kardeşliği hukukuna olması gerektiği gibi riayet edilmemesidir. İmtihan dünyasında yaşıyor olmamızın gereği olarak kimi insanlar zenginken, kimileri fakirdir. Ya da kimileri hayatlarının bazı dönemlerinde maddî sıkıntılar çekebilmektedirler. Veya kimi insanlar, rağbet edilen yetenek ve meziyetlere sahipken, kimisi de fazla rağbet edilmeyen yeteneklere sahip olarak dünyaya gelebilmektedirler. Kimi dâhi veya zeki iken, kimi o kadar da zeki olmayabilmektedir. İşte bu farklılıklarımız, içinde olduğumuz imtihan içindir. Yoksa birbirimizi küçümsemek ve hor görmek için değildir. Peygamber Efendimiz (asm) bu konu ile alakalı olarak; “Müslüman, Müslümanın kardeşidir. Ona zulmetmez, onu yardımsız bırakmaz ve onu hor görmez. (Müslim, Birr, 32)” buyurmuşlardır. Bu Hadis-i Şerif’ten de anlayabiliyoruz ki; Bir Müslüman, bir Müslüman kardeşini hor görür ve küçümserse ona zulmetmiş olur. Yine anlıyoruz ki; ellerinden geldiğince Müslümanların birbirlerine, sıkıntılı durumlarında ya da zor durumda kaldıklarında yardım etmeleri gerekir. Hadis-i Şerif’te Müslümanın, Müslüman kardeşini yardımsız bırakmamasının ve hor görmemesinin bir arada zikredilmesi de gösteriyor ki; hor görenler yardım da etmezler. Küçümseyenler, ihtiyaç sahiplerinin imdadına yetişmezler. Maddî açıdan kendilerinden aşağıda olanları hor görenler, zor durumda kalanların yardımına da koşmazlar. Demek ki, hem sözle, hem fikir ile ve hem de tavırlarımızla kimseyi hor görmemek en önemli hayat düsturlarımızdan biri olmalıdır. Bu sayede, ihtiyaç sahiplerine Allah’ın bize verdiği imkânlar çerçevesinde yardımcı olabilecek manevi gücü de kendimizde bulabileceğiz. Ve böylece Cenâb-ı Hakk’ın bize verdiği nimetlerin şükrünü bir cihette eda etmiş oluruz. Kimseyi kınama! Kınamak lügatte, ayıplamak, kabahatli bulmak, takbih etmek manalarına gelmektedir. Bu konu ile ilgili olarak Peygamber Efendimiz (asm), “Eğer bir kimse sende bildiği bir kusurla seni ayıplarsa, sen onda bildiğin bir kusurla onu ayıplama. Bırak onu! Yaptığının günahı ona, sevabı sana olsun (Buharî, el-Edebü’l-müfred, 403)” buyurmuşlardır. Şu fani dünyada imtihanda olduğumuz gerçekliğine binaen diyebiliriz ki; her insan hata yapabilir. Her insanın kusurları olabilir. Bu cihetle biz kusurlu, hatalı ve günahkâr iken nasıl başka insanları hatalarından dolayı kınayabiliriz. Hatta bahsi geçen Hadis-i Şerif’in hükmünden de anlayabiliyoruz ki; bizi günahlarımızdan veya hatalarımızdan dolayı kınayanları bile kınamamalıyız. Kınayanı bile kınamayınca, günah kınayana, sevap ise sabredip kınamayana gelir. Demek, bu konudaki temel prensibimiz kendi hatalarımıza odaklanmak üzerine kurulu olmalıdır. Kimsenin ağlanacak hâline gülme! İmtihan dünyasının bir diğer özelliği de hayatımız boyunca farklı şekillerde imtihan edilmemizdir. Bu imtihanlar, kimine daha ağır, kimine daha hafif şekilde gelebilmektedir. Aslında imtihanların bu şekilde gelmesi de bir imtihandır. Herhangi bir musibetle imtihan edilen bir Müslüman kardeşimizi gördüğümüzde yapacağımız, onun için Cenab-ı Hakk’a dua etmek, yardımcı olmak, elimizden geliyorsa yardım etmek ve sabrı tavsiye etmektir. Allah muhafaza, bir kardeşimizin ağlanacak bir haline gülsek, o musibetin o kardeşimizden alınıp bize verilme ihtimalini düşünelim. Bu hususta nefsimizin ve şeytanların oyunlarına gelmeyelim. Bu hususla ilgili Peygamber Efendimiz (asm) şöyle buyurmuşlardır: “Kardeşinin başına gelen bir şeye sevinip gülme. Sonra Allah ona merhamet edip seni (o şeyle) imtihan eder. (Tirmizî, Sıfatü’l-kıyâme, 54)”

Bediüzzaman Hazretleri ile Sultan Abdülhamid Han arasındaki münasebetin doğru tahlil edilebilmesi için bazı hususlar çok önemlidir. Birincisi ve en önemlisi, Bediüzzaman Hazretleri ve Sultan Abdülhamid Han arasındaki bürokratik engellemelerdir. Dönemin bürokrasi anlayışı Bediüzzaman Hazretlerinin Sultan Abdülhamid Han’a ulaşmasını engellemiştir. Çünkü Van valisi Tahir Paşa’nın “hârika-i zekâ ile meşhur Molla Said Efendi”, “Bu havalide ilimce umûmun merci’i”, “Kendisi veliyyülnimet-i azim efendimiz hazretlerine hakikaten sâdık ve hâlis bir duâcı”, “Dersaadet’e gitmek bahtiyârlığına nâil olan Kürd ulemâsı içinde gerek ahlâk-ı hasenece, gerek Zât Hazret-i Hilafetpenâhiye sadâkat ve ubûdiyetçe alâ ziyâde şayân-ı âtıfet bir zât-ı diyânet şiâr olması” sözlerini içeren Bediüzzaman’ın üstün meziyetlerini anlatan resmî yazısı saraya yansıtılmamıştır. Bundan dolayıdır ki Bediüzzaman Hazretlerinin Osmanlı Devletini ve Hilafetini ayakta tutacak reçeteleri padişaha ulaşmamıştır. İkincisi, Bediüzzaman Hazretleri “Yaşasın yaraları tedavi etmek fikrinde olan Halife-i Peygamber!” diyerek tezkiye ettiği Sultan Abdülhamid Han’ın zatı hakkında hakaret içeren bir ifadesi ve üslubu bulunmamıştır. Bürokratik engelleme ve sıkıntıları da müsbet bir dil ve ıslah etmek düşüncesiyle ifade etmiştir. Sultan Abdülhamid Han’a karşı olan hürmet ve muhabbetini her daim göstermiştir. Üçüncüsü, hem Bediüzzaman Hazretlerinin hem de Sultan Abdülhamid Han’ın gayeleri Osmanlı Devletinin ve Hilafetinin bekasını temin etmekti. Şahsiyetleri değildi. Dördüncü husus, Bediüzzamana göre “Hiçbir günahkâr, başkasının günahını yüklenmez!” (En’am, 164) ayetinin ifadesiyle, birisinin hatasıyla başkası mesul olmaz. Sultan Abdülhamid han zamanında bazı art niyetli, bozuk zihniyetli, dinsizlere hizmetkâr olmuş idarecilerin yaptıkları hataları, Merhum Sultan Abdülahamid Han’a isnad etmek, o hataları o işlemiş gibi anlatmak zulümdür. Malum olduğu üzere, her bir idareciye karşı ayrı ayrı muamelede bulunan üç sınıf insan vardır. Birisi, tefrit eder, düşünmeden aklını idarecinin cebine koyarak yanlış-doğru her yaptığına destek vermekle hata eder. Diğeri ifrat eder, yanlış veya doğru, idarecinin hiçbir faaliyetini kabul etmeden, ona muhalefet edip onu yıkmaya çalışarak zulmeder. Üçüncüsü ise adaleti temin etmek için, hadd-i vasat olan orta yolu tercih eder. İdarecinin yaptığı her hayra destek verdiği gibi bilerek veya bilmeyerek içine düştüğü bütün hatalarından vazgeçirmek için nasihat yoluyla ona yardımcı olur. Bu üç sınıfın içinde İslamiyet’e uygun, geri kalmaktan ve aşırılıktan uzak olan orta yol denilen üçüncüsünü tercih etmek gerekir. Zira hadis-i şerifte: “Allah (cc), bir kulunun hayrını (iyiliğini) isterse, ona kendi tarafından bir nasihatçi nasip eder. O, (nasihatçi) ona iyilikleri emreder ve onu yanlışlıklardan da sakındırır.”1 buyurulmuştur. Hem önemli olan bir hakikati de göz ardı etmememiz gerekir. Şöyle ki; “Kendilerinde olan (iyi hal)i değiştirmedikçe, şübhesiz ki Allah, bir kavme olan (nimetin)i değiştirmez.”2 Bu ayetin ifade ettiği gibi, başında Sultan Abdülhamid Han Hazretlerinin bulunduğu Osmanlı Devletinin içinde maalesef tahribat yapan münafıkların sebep oldukları hatalar meydana gelmiş olacak ki, Cenab-ı Hakk’ın büyük bir nimeti olan o devletin hem bizlerden hem de bütün Müslümanlardan alınmasına sebep olmuştur. O dönemde bir kısım insanlar devleti yıkmak için çalışırken, Bediüzzaman Hazretleri gibi bir kısım âlimler de o devletin yıkılmaması için, Sultan Abdülhamid Han’ ın gereken tedbirleri alması noktasında nasihatlerde bulunmuşlardır. Hatta Sultan Abdülhamid Han için “Sultan-ı mahlu’u,3 sükût-u müsammemden kurtarmaktır”4 yani “zulümle vazifesinden alınması gerçekleşen Sultan Abdülhamid Han’ın, o vazifesinden düşmemesi için mücadele verdiğini” beyan etmiştir. Bediüzzaman Hazretleri, “Dağ meyvesi acı da olsa devadır” başlığı altında, “Maksatlarımın Fihristi” dediği yazısının altıncı maddesinde mealen şöyle demiştir: “Gayem, Osmanlılığın terakki ve ilerleme meyil ve arzusunu faal hale getirmektir. Şöyle ki; bu devletin hayatının kaynağı ve dini İslam dini olduğundan, her bir Osmanlı İslamiyet’in izzetini, şevketini yüceltmeye mecburdur. Ve her bir mümin, i’la-yı Kelimetullah ile muvazzaftır. Yani Cenab-ı Hakk’ın kelimesini dinini yüceltmek ile vazifelidir ve bu zamanda Allah’ın dinini yüceltmenin en büyük sebebi, maddî terakkidir. Yani devletin ekonomik olarak ileri bir seviyede olmasıdır. Maddî terakkinin ilerlemenin en korkunç düşmanı olan cehalet, zaruret yani fakirlik ve ihtilafa karşı; marifet kılıcı ve insanın çalışma gayreti kullanmakla beraber, din kardeşliği namına ittihad edip birleşeceğiz. Fakat dış düşmanlara karşı, medenî olduklarından dolayı, onlara fikren galip gelmek gerekir. O cihadı da şeriatın burhanlarına, delillerine havale edeceğiz”5 der. Bu madde ile birlikte diğer maddelere de bakılırsa, Bediüzzaman Hazretlerinin, Sultan Abdülhamid Han’a olan nasihatlerinin tahrip için değil, tamir için olduğunu bütün insaf dünyası anlar. Bediüzzaman Hazretlerinin tımarhanedeki doktora hitap ederken mealen: “Yaptığım iyilikler cinayet sayıldı. O iyiliklerden yarım cinayet sayılabileceklerden birisi de şudur: Hilafet meselesi, İslam dairesinin merkezi ve onları birbirine bağlayan rabıtası hükmündedir. Sultan Abdülhamid Han’ın onu elinden kaçırmaması fikriyle ve önceki kusurlarını idrak edip pişmanlık duyarak nasihat dinler ümidiyle ve “en isabetli yol devlet için musalahadır” düşüncesiyle şu anda en fazla art niyetlere ve menfi faaliyetlere başlangıç ve tohum olan art niyetli ortamı daha güzel bir şekilde düşündüğümden, Sultan Abdülhamid Han’a gazete lisanıyla söyledim ki “batan Yıldız Sarayı’nı üniversite yap. Ta Süreyya yıldızına kadar yücelsin. Ve oraya turistler ve eski zebanîler yerine, rahmet melaikesi denilen ilim talebelerini yerleştir. Ta Cennet gibi olsun. Ve Yıldız Sarayı’ndaki topladığınız milletin servetini, milletin baş hastalığı olan cehaletin tedavisi için millete iade et. Ve milletin mürüvvet ve muhabbetine itimat et. Zira senin idarene millet kefil olmuştur. Bu ömürden sonra ahireti düşünmek lazım. Dünya seni terk etmeden sen dünyayı terk et. Ömrün zekâtını, ikinci ömür denilen ahiret yolunda sarf eyle.” dedim. Doktora da dönerek “Şimdi muvazene edelim. Yıldız eğlence yeri mi olmalı, yoksa üniversite mi? Ve içinde turistler mi gezmeli, yoksa orada âlimler mi ders vermeli? Orası gasp mı edilmeli veya millete hibe mi edilmeli? Hangisi daha iyidir? İnsaf sahipleri hükmetsin. Ben ki halktan biriyim, padişaha nasihat ettim. Demek yarı cinayet işledim.”6 Yukarıda da görüldüğü gibi, Bediüzzaman Hazretleri, hilafetin devamı ve Osmanlı Devletinin yıkılmaması için Sultan Abdülhamid Han’dan gereken tedbirleri almasını istiyor. Yoksa bir kısım gizli münafıkların yaptıkları gibi, hilafetin kalkmasını ve o devletin yıkılmasını istemiyor. Zira başkalarının “Kızıl Sultan” dedikleri yerde, Bediüzzaman Hazretleri “Şefkatli Sultan” şeklinde hitab ediyor. Hem o zamana ait tarihleri okuyanlar iyi bilirler ki; başkaları Sultan Abdülhamid Han Hazretleri hakkında her türlü hakareti yaparken, Bediüzzaman Hazretleri ona saygısızlık ve hakareti ifade edebilecek tek bir cümle bile söylememiştir. Bediüzzaman Hazretlerinin, İslamiyet’in en ehemmiyetli meselesi olan Hilafetin muhafazası ve en büyük kalesi olan Osmanlı Devletinin yıkılmaması için tamire çalışırken bazen kullandığı “istibdad” kelimesi gibi tabirleri, o zamana ve o zamandaki ahval ve ortama göre söylediğini gözden kaçırmamak gerekir. Sual: Sultan Abdülhamid Han’a karşı yapılan inkılabtan on sene evvel, hükümete nihayet derece itiraz ettiğin halde, aynı zamanda hükümete hücum edenlere de itiraz ederdin. Hatta Osmanlı Sultanlarını ifrat derecesinde överdin. Ve (Sultan Abdülhamid Han’ı müdafaa etmek noktasında) ‘muhtemeldir Sultan Abdülhamid Han, muktedir değildir ki dizgini kuşatsın yani adaleti temin ederek devleti sevk ve idare etsin, milletin saadetine yol versin. Veyahut kendine bir sevap kazandıran hatalı bir ictihad ile olabilir. Böylece kendine kabul edilmeyecek bir özür bulmuş olsun. Veyahut yardımcılarının ve evhamının elinde mahbus gibidir.’ (Onu savunarak) bunları söylediğin halde sonra bütün kabahati ona attın. Neden hem ona itiraz hem de hücum ederdin? Hem de onu bazılarına karşı müdafaa ederdin? Elcevab: İnkılabtan on altı sene evvel Mardin taraflarında beni hakka irşad eden bir zata rast geldim. Siyasette kastedilen mesleği bana gösterdi. Hem o vakitte meşhur Namık Kemal’in ‘Rüya’ makalesindeki yazılarıyla uyandım. Lakin üzülerek belirteyim ki, kötü bir tesadüf ile hükümete itiraz edenlerden ehl-i ifrat (aşırı giden) ve ehl-i tefrite (geride kalıp orta yolu bulamayanlara) rast geldim. Birincisi: Şeriat istiyoruz, diyerek ifrat eden bir kısım insanlardır. Onlar Araplardan sonra İslamiyet’i hâkim kılan Türkleri dalaletle, sapıklıkla mahkûm ediyorlardı. Hatta bir kısmı o derece ileri gitti ki, o zamanın kanunlarıyla hükmedenleri, küfürle itham ediyorlardı. Otuz sene evvel Kanun-ı Esasî (1876) ve Hürriyet’in ilanını küfürlerine delil gösterirlerdi. Bütün devlet idarecilerine kâfir diyorlardı. ‘Allah’ın hükmü ile hükmetmeyenler kâfirdir’7 ayetini delil kabul ederlerdi. O bîçareler bilmezdi ki; ‘men lem yahküm’ bimana ‘men lem yüsaddık’tır.’8 Yani nasıl ki, Yahudiler veya münafıklar Cenab-ı Hakk’ın indirdiği hükümlerine ‘inanmadıkları için’ onlarla hükmetmiyorlar ve böylece kâfir oluyorlar. Aynen öyle de bunlar gibi Cenab-ı Hakk’ın hükümlerine ‘inanmadıkları için’ o hükümlerle hükmetmeyenlerin, kâfir olduklarını ve ‘o hükümlere inandığı’ halde onlarla hükmetmeyenlerinse kâfir olmadıklarını bu adamlar bilmiyorlardı. Acaba şeriat istiyorum diyerek, müspet gelişmeleri de kabul etmeyen ve önceki istibdadı, hürriyet zanneden ve Kanun-ı esasîye itiraz edenlere nasıl itiraz etmeyeceğim… Her ne kadar hükümete itiraz etseler de lakin onlar istibdadın daha dehşetlisini istediler. Bunun için onları reddederdim. Şimdi şeriata uygun olan hürriyet taraftarlarını dalaletle suçlayan bu kısımdandır. Yani bu Müslümanlar kafalarına göre bir İslamiyet isteyip, hükümetin doğru yanlış her icraatına karşı çıkıyorlardı. İkincisi: Tefrit edip geride kalanlardır ki; onların, hükümetin yaptığı hiçbir icraatı kabul etmediklerini gördüm. Dini bilmiyorlar. Ehl-i İslam’a insafsızca itiraz ediyorlar. Bahane olarak taassubu yani Müslümanların İslamiyet’e körü körüne bağlandıklarını iddia edip delil gösteriyorlardı. İşte şimdi Osmanlılıktan sıyrılıp tamamen Avrupalı olarak görünmek fikrinde olanlar, bu kısım insanlardır.9 Orta yolu tutan üçüncü bir kısım daha var ki; Sultan Abdülhamid Han’ın isabetli düşündüklerine ve yaptıklarına destek vermişler, bir kısım hatalarının giderilmesi için de nasihatte bulunarak o hatalarını düzeltmeye çalışmışlardır. Doğru olanı da budur. Evet, Bediüzzaman Hazretlerinin o zamanki mücadelesini bilen, yazdıklarından istifade eden bir adamın zerre kadar insafı varsa, onun böyle bir yol takip ettiğini anlar ve kabul eder. “Elhasıl, hükümete hücum edenlerin bazıları “Haydo Haydo” derlerdi, bazıları “Haydar Ağa Haydar Ağa” derlerdi ben “Haydar” derim şimdi de “Haydar” derim vesselam.”10 Yani: Sultan Abdülhamid Han’a hücum edenlerin bazıları, ifrat ederek onu ve hükümetini düşman gördükleri için, tahkir ve kabul etmemek manasını ifade eden “Haydo Haydo” derlerdi. Bazıları da ihsan-ı İlahiden fazla ihsanın, ihsan olmadığını düşünmeyip Cenab-ı Hakk’ın ona ihsan ettiği kemalatlardan daha yüksek bir makam vermişler. Ve dar görüşlü oldukları için de Sultan Abdülhamid Han’ın bir kısım tedbirler almadan o hükümeti devam ettiremeyeceğini görememişler; belki tefrit ederek o hükümetin her cihetiyle mükemmel olduğunu kabul edip onu övmek manasında “Haydar Ağa, Haydar Ağa” derlerdi. Ben “İhsan-ı İlahiden fazla ihsan, ihsan değildir” düsturuna binaen, aşırıya kaçıp ifrat etmeden ve olaylara tamamen duyarsız kalıp da tefrite düşmeden, mevcut hükümete ve Sultan Abdülhamid Han’a Cenab-ı Hakk’ın verdiği kemalatı aynen kabul ederek, ona “Haydar” derdim. Ve hükümet, yaptığı yanlışlarını düzeltsin ve doğru yaptıklarını da devam ettirsin, diye her türlü gayreti göstermeye çalışırdım. Yani bazı dahi siyasî insanlar ve Namık Kemal, Mehmed Akif gibi harika ediplerin, gelecekte dehşetli bir istibdad ve baskıyı hissettikleri gibi, “Eski Said de o dehşetli istibdad ve baskıyı hissedip, ona karşı cephe almıştı. O hiss-i kable’l-vukû yani o gelecek şiddetli baskı gelmeden önce onu hissetmek ve bu hissedilenin hangi istibdad ve baskı olduğu, tabir ve tevil edilmesi gerekirken, -maalesef bilinmeden- o gün toplum içinde zayıf ve istibdad adı verilen Sultan Abdülhamid Han idaresine karşı hücum gösteriyorlardı. Hâlbuki onlara dehşet veren asıl istibdad ise, daha sonra gelecek olan Devlet-i Aliye’yi yıkacak ve bütün fitnelerin kapısının açılmasına yol açacak, Hilafetin kaldırılması ile umum Âlem-i İslam’ı perişan edecek rejimlerin istibdadıdır. O gün istibdada karşı çıkanlar, ileride gelecek istibdadların zayıf bir gölgesini aslıymış gibi zannederek öyle davranmışlardır. Onların dehşetli istibdada karşı çıkmaları doğru, fakat Sultan Abdülhamid Han’ı hedef göstermeleri yanlıştır. İşte Eski Said de eski zamanda böyle çok acayip bir istibdadı hissetmiş; bazı eserlerinde ona hücum ile açıklamalarda bulunmuştur. O müthiş ve acayip olan baskıya karşı, şeriata uygun olan meşru meşrutiyeti bir kurtuluş vesilesi görüyordu. Ve şeriata uygun olan hürriyeti, Kur’an’ın hükümleri dairesindeki meşveretle yani ehil olanlarla istişare etmiş ve o müthiş musibeti def’ eder diye düşünüp öylece çalışmıştır.11 Hem Bediüzzaman Hazretleri, 1908’de yazdığı Beşinci Şua’ isimli eserinde de Sultan Abdülhamid Han’dan sonra gelecek baskı için şöyle der: “Evet öyle acip bir istibdat ki kanunlar perdesinde herkesin vicdanına ve mukaddesatına, hatta elbisesine müdahale ederler. Zannederim, bu son asırda İslam ve Türk hürriyetperverleri, bir hiss-i kable’l-vukû ile bu gelecek olan dehşetli istibdadı hissetmişler. Oklar atıp hücum etmişler. Fakat Sultan Abdülhamid Han dönemini hedef almakla çok aldanmışlar. Yanlış bir hedef ve hatalı bir cephede hücum göstermişler. Hem öyle bir zulüm ve cebir ki bir adamın yüzünden yüz köyü harap ve yüzer masumları tecziye ve tehcir edip cezalandırıp göç ettirmek ile perişan ederler.”12 Fakat bir kısım Avrupaperest bozuk zihniyetli insanlar da Devleti-i Aliyye’yi yıkıp İslamiyet’e muhalif, Avrupaî bir düzen kurmak istemişlerdir. Maalesef o bozuk, hamiyetsiz, milliyetini bırakan insanlar, o şiddetli istibdadı gerçekleştirmekte muvaffak oldular. Bediüzzaman Hazretleri ve onun zihniyetinde olan ehl-i hamiyet sahibi insanlar ise, -o zamanda- zahiren muvaffak olamamışlardır. Fakat davalarına sahip çıkarak mücadeleye devam etmişlerdir. Bu milletin bitamamiha anarşiliğe, zındıkaya teslim olmasına engel olmakla, bugünkü İslamî gelişmelere de vesile olmuşlardır. Cenab-ı Hakk kendilerinden razı olsun. Bediüzzaman Hazretleri’nin Sultan Abdülhamid Han’la olan irtibatı bu minval üzere gerçekleşmiştir. Başkalarının bu hususta “bana göre” deyip, dedikodulardan yola çıkarak, Sultan Abdülhamid Han’a karşı, Bediüzzaman Hazretleri gibi ehl-i sünnet ulemasından bir âlimin ifrat veya tefrite düştüğünü söylemesi veyahut meşrep taassubuna dayanarak onu tenkit etmesinin tarihi ve vicdani gerçeklerle hiçbir alakası yoktur. Alakası olmadığı gibi, böyle bir iftirayı vicdan ve insaf sahibi olanların kabul etmesi de mümkün değildir. Osmanlı aydını İttihad ve Terakki Cemiyeti’nden çok şeyler beklemiş, fakat cemiyet diktatörlüğe yönelince, beklentileri boşa çıkarmıştı. “Ekmeksiz yaşarım, hürriyetsiz yaşayamam” diyen, istibdatla mücadele eden; haksız davranışlarından dolayı Jön-Türkleri de her zaman ikaz eden Bediüzzaman Hazretleri, “Siz dini incittiniz, gayretullaha dokundunuz, şeriatı tezyif edip küçük düşürdünüz; neticesi vahim olacaktır” diye onlara şiddetli muhalefet etmekten çekinmiyordu.13 Fakat yine Bediüzzaman Hazretleri, belli bir zaman diliminde İttihad ve Terakki hükümetinin müspet yönlerine ve orduya taraftar olmuştur. Onun sebebini şöyle izah eder. “Eski Said, Sultan Abdülhamid Han’dan sonra gelen İttihad-ı Terakkî komitesine şiddetli bir surette muhalefet ettiği halde, onların hükümetine ve özellikle orduya karşı taraftar olmuş ve onları yüksek derecede takdir ederek hoş görmüştür. Bunun sebebi ise, hiss-i kablelvuku ile, o askeri topluluk ve o milli cemiyetten, altı-yedi sene sonra bir milyona yakın evliya mertebesinde olan şehitlerin ortaya çıkacağını hissetmiştir. Ve istemeden -kendi düşündüklerine muhalif- onlara dört sene taraftar olmuştur. Sonra 1. Dünya Savaşı’nın çalkamasıyla, o mübarek şehitler alındı, İttihat ve Terakki ise yağı alınmış bir ayrana döndü. Yeni Said dahi Eski Said’e muhalefet edip onlardan ayrılarak dini mücahedesine tekrar döndü.”14 Evet, Bediüzzaman Hazretlerinin İttihad ve Terakki hükümetine ve orduya taraftar çıkmasının sebebi, beş-altı sene sonra yaşanacak savaşta, din-i mübin-i İslamiyet için hayatlarını feda ederek şehid olan bir milyona yakın Mehmetçiğin cazibesidir. Bir de Bediüzzaman Hazretleri İkinci Meşrûtiyetin ilan edildiği 23 Temmuz 1908 tarihinden üç gün sonra oldukça hareketli günler yaşanırken 26 Temmuz 1908 günü Selanik’in Hürriyet meydanında hatipler halka meşrûtiyeti anlatmaya çıktıklarında o da Selanik’te Hürriyete Hitap adlı meşhur konuşmasını yapmıştır. (Hürriyete Hitap Nutku) Yaşasın Halife-i Peygamber yani Sultan Abdülhamid Han! Yaşasın şeriatı garra! Yaşasın adalet-i İlahi! Yaşasın milli birlik ve beraberlik! Ölsün Müslümanların arasındaki ihtilaf! Yaşasın milletin arasındaki muhabbet ve sevgi! Gebersin şahsî garazlar ve intikam almak fikri! Yaşasın kahraman askerler! Yaşasın ezici bir güç olan ordular! Yaşasın cisimleşmiş akıl ve tedbirden oluşan dindar ve şeriata uygun hürriyetperver toplum! Yaşasın yaraları tedavi etmek fikrinde olan Halife-i Peygamber yani Sultan Abdülhamid Han!15 Bediüzzaman Hazretleri bu nutkun sonunda mealen diyor ki; dağ ağacının meyvesi iyice çiğnenmeyince hazmı ağır geldiği gibi öyle de bu konuşmam da dikkatli bir şekilde anlayarak okunmakla hazmedilmelidir. Ta ki yanlış anlaşılmasın. Yoksa hakkımı helal etmem. Bu hitap, Sultan Abdülhamid Han’ın zayıf düştüğü ve kısa bir zaman sonra vazifeden alınacağı bir ortamda gerçekleşmiştir. Maalesef o gün konuşanlar halifeye her türlü hakaret ve saygısızlığı gösterirken, Bediüzzaman Hazretleri ise onu takdir ederek hiçbir saygısızlıkta bulunmadığı gibi, İttihad ve Terakki hükümetinin de yanlış istikametten ayrılması için her türlü ikna metodu ile onlara nasihatte bulunmuştur. Ve o konuşmasında baştan sona kadar, bütün gayretiyle, hep Meşrutiyet ve Hürriyeti şeriata uygun bir hale getirmek için açıklamalar yapmıştır. Ne gariptir ki; bir kısım insanlar bu konuşmayı dahi doğru anlamayıp Bediüzzaman Hazretlerinin aleyhine suç unsuru olarak kullanıyorlar. Cenab-ı Hak hiçbir insanı hissiyatına mahkûm eylemesin. Bütün bu açıklamalardan anlaşılıyor ki; Bediüzzaman Hazretleri ve bir kısım dindar mütefekkirler, İttihad ve Terakki döneminde onlarla bazen beraber olmuşlardır. Onların içinde bulunan masonların ve gizli münafıkların Meşrutiyet ve Hürriyet’i, dinsizliğe alet etmek için çalışmalarına mukabil, Bediüzzaman ve arkadaşları Meşrutiyet-i Meşru’a ve Hürriyet-i Şer’iye diyerek onları İslamiyet’e ve şeriata vesile yapmaya çalıştıkları halde, muhalifleri muvaffak olurken, maalesef onlar muvaffak olamamışlardır. Bediüzzaman Hazretleri nasıl bir siyaset takip ettiğini de şöyle beyan eder: “Ey kardeşlerim! Kırk beş sene yani 1910’dan evvel, Eski Said’in bu dersinden anlaşılıyor ki; o, İslami siyasetle ve sosyal hayatla fazlasıyla meşgul olmuştur. Fakat sakın zannetmeyiniz ki; o, dini siyasete alet veya vesile yapmak mesleğinde gitmiş. Haşa belki o, bütün kuvvetiyle siyaseti dine alet ediyormuş. Ve derdi ki: “Dinin bir hakikatini bin siyasete tercih ederim.” Evet, o zamanda yani kırk-elli sene evvel hissetmiş ki bazı münafık zındıklar siyaseti dinsizliğe alet etmeğe teşebbüs edeceklerdir, o niyetlerine ve fikirlerine karşılık vererek, o da bütün kuvvetiyle siyaseti İslamiyet’in hakikatlerine bir hizmetkâr, bir alet yapmaya çalışmıştır. Fakat o zamandan yirmi sene sonra gördü ki, o gizli münafık zındıkların Batılılaşmak bahanesiyle siyaseti dinsizliğe alet yapmalarına karşılık, bir kısım dindar ehl-i siyaset, yanlış olarak dini siyaset-i İslamiyeye alet etmeye çalışmışlardı.16 Bu siyasetle iştigali 1919 senesine kadar devam etmiş, Avrupa menşeli ve tarafgirane siyasetçiliğin zararlı neticelerine binaen “siyasetten ve şeytandan Allah’a sığınırım” diyerek o art niyetli siyaseti bırakmış ve bütün gayretiyle Kur’an’a ve imana hizmeti esas haline getirmiştir. Bunu da Risale-i Nur’ un 22. Mektub’unun (Uhuvvet Risalesi) Dördüncü Vechi’nde açıkça ifade etmiştir. Yapılan iftiralardan birisi de şudur ki: “Bediüzzaman Hazretleri Mehmet Akif merhumla birlikte İttihatçılarla bir olup 1907-1909 yılları arasında, Sultan Abdülhamid Han’ın tahttan indirilmesine çalışmışlar, hatta Sultan Abdülhamid Han’ı güya tahttan indirmek için fetvalar vermişlerdir?” Hâlbuki Bediüzzaman Hazretlerinin Mehmet Akif’in başyazarlığını yaptığı Sırat-ı Müstakim dergisiyle 1911’e kadar bir irtibatı olmamıştır. Bediüzzaman Hazretlerinin, Mehmet Akif ve diğer aydınlar gibi, Sultan Abdülhamid Han’ı rencide edecek makale veya konuşması ne Sırat-ı Müstakim dergisinde ne de başka bir yayında hiçbir zaman olmamıştır. Ancak Bediüzzaman Hazretleri İslamiyet’e hizmet gayesiyle İttihad-ı Muhammedi Cemiyetinin fikirlerini neşredip yayan Volkan gazetesinde, hem İttihad-ı Muhammedi Cemiyetinin kuruluş gayesini, hem de Meşrutiyetin İslam Şeriatına uygunluk tarafını izah eden ilmi beyanlarını, makalelerle yayınlıyordu. Hem önceden vesikalarını gösterdiğimiz gibi Bediüzzaman Hazretleri bütün faaliyetlerinde Sultan Abdülhamid Han’ı bitirmek değil, Hilafetin ve Devlet-i Aliye’nin ve Sultan Abdülhamid Han’ın devam etmesini asıl maksat yapmıştır. Maalesef bir kısım art niyetli veyahut tarihçi görünümlü insanlar ve hocalar, Sultan Abdülhamid Han’ın aleyhinde olan isimlerle birlikte, Bediüzzaman Hazretlerinin ismini de söylemeleri ve o hakaretleri Bediüzzaman Hazretleri de yapmış gibi göstermeleri, gayet çirkin bir zulüm ve iftiradan başka bir şey değildir. Mesela: Elmalılı Hamdi Yazır tarafından yazılan ve imza edilen Sultan Abdülhamid Han’ın payitahttan indirilme fetvasından bahsedilirken, Bediüzzaman Hazretlerinin bu iş ile hiçbir alakası olmadığı halde sanki o da varmış gibi gösterilmektedir. Hâlbuki bu hakikat vesikalarla sabittir, araştırılabilir.17 Hem bir kısım insanlar Mehmed Akif’in, Sultan Abdülhamid Han aleyhinde konuşmalarını anlatırken sanki o konuşmaları Bediüzzaman da yapmış gibi laf cambazlıklarıyla “İşte Sultan Abdülhamid Han’a muhalefet eden Mehmed Akifler ve Bediüzzamanlar” diyerek o hakareti o da yapmış gibi göstermeye çalışıyorlar. Allah, hiçbir Müslümanın vicdanından insaf ve iz’anı almasın. Âmin. İttihad-ı Muhammedî Cemiyeti, Osmanlı İmparatorluğu‘nda İkinci Meşrutiyet döneminde faaliyet gösteren İslamcı siyasi bir partidir. 5 Nisan 1909’da kurulmuştur. Bu cemiyetin kurucuları bilaistisna Müslümanların itimatlarını kazanmış âlim ve fazıl şahsiyetlerdir. Ancak Volkan adlı gazetesiyle birlikte gelip bu cemiyete üye olan Derviş Vahdeti müstesnadır. İşte bu cemiyet kurulduktan bir müddet sonra, Bediüzzaman Hazretleri de ona dâhil olmuştur. Yukarıda da geçtiği gibi İttihad-ı Muhammedi Cemiyetinin bir naşir-i efkârı olmuş olan Volkan gazetesinde, hem o cemiyetin kuruluş gayesini, hem de Meşrutiyetin İslam Şeriatına uygunluk tarafını izah eden kaideli ilmi yazılarını ve makalelerini yayınlamıştır. Hatta Divan-ı Harbde sordular; “İttihad-ı Muhammediyeye (asm) dâhil misin? Dedim: Maaliftihar! En küçük efradındanım. Fakat benim tarif ettiğim vecihle... Ve o ittihaddan olmayan, dinsizlerden başka kimdir, bana gösterin.”18 Maalesef Osmanlı Devletinin ve Hilafetin çok zor günler yaşadığını ve yıkılmaya yüz tuttuğunu fark eden Bediüzzaman Hazretleri, nerede devletin bekası ve Şeriat-ı Muhammediye’nin devamına vesile olabilecek bir ışık ve bir çıkış yolu gördüyse ona sarılmıştır. Hiçbir zaman istikametten ayrılmadan ister şahıs olsun, ister cemiyet olsun beraber olduklarının doğruluklarını kabul etmekle beraber, onların var olan yanlışlıklarını da düzeltmeye gayret etmiştir. Görüldüğü gibi Bediüzzaman Hazretleri, Sultan Abdülhamid Han döneminde olduğu gibi her zaman ifrat ve tefritten kaçarak, doğru olan istikamet yolunu tercih etmiştir. Meşrutiyet ve Hürriyet’i, kabul ederken meşrutiyet-i meşrua (şeriata uygun meşrutiyet) şartıyla imza vermiş ve Hürriyet-i şer’iyye (şeriata uygun özgürlük) diyerek bunları İslamiyet’e hizmet vesilesi yaparak çalışmıştır. Hata edenleri ikaz ettiği gibi, gizli münafıklara karşı hayatını hiçe sayarak hak ve hakikati müdafaa etmiştir. Buna delil ise, onun hiçbir zaman ehl-i sünnet ve’l-cemaate ve cumhur ulemaya muhalefet etmemesidir. Bediüzzaman Hazretleri, bu mücahedesini Cumhuriyet döneminde de devam ettirmiş ve bunun neticesinde; dünyanın şeklini değiştirecek Kur’an’ın tefsiri olan Risale-i Nurları ve sadakatli Nur talebelerini arkasında bırakarak Hakk’ın rahmetine kavuşmuştur. Bediüzzaman Hazretleri, şimdi bazılarının söyledikleri pencereden Sultan Abdülhamid Han aleyhinde konuşmamıştır. Tam tersine, “İttihatçılardaki farmason gurubunun hedefinde İttihad-ı Muhammedi cemiyetinin üyelerinin ve özellikle Bediüzzaman’ı: ‘Sultan Abdulhamidci ve Mürteci kimseler’ olarak tanımlayarak onu idam ettirmek için ellerinden geleni yapmışlardır. Nitekim hareket ordusu gelip İstanbul’u kuşattığı Rumi 11 Nisan 1325 (Miladi 24 Nisan 1909) tarihinde, İttihad-ı Muhammedi üyelerini yakalamaya başladıkları günlerde, Bediüzzaman Hazretleri hayatını boşa sarf etmemek ve muhafaza niyetiyle İstanbul’dan ayrılıp İzmit’e gelmiştir. Yani Sultan Abdulhamidin hal’i (maalesef tahttan indirilmesi), Bediüzzaman’ın İzmit’te beklediği günlerde (miladi 27 Nisan 1909) gerçekleştirilmiş oluyordu. Miladi 30 Nisan 1909’da da Bediüzzaman Hazretleri İzmit’te yakalanıp tevkif edilerek İstanbul’a götürülmüş, 23 gün Harbiye Nezaretinde tutuklu bulundurulmuş, 2 numaralı Divan-ı Harb mahkemesinde sorgulandıktan sonra tahliye edilmiştir. Bir gün sonra da, 1 numaralı Divan-ı Harp mahkemesinde yargılanmış, gayet merdane ve pervasızca müdafaaları sonunda beraat almıştır.”19 Sualde geçen nutuk meselesi ise, Sultan Abdülhamid Han hakkında kim aleyhinde ne konuştu ise devlet arşivlerinde mevcuttur Eğer Bediüzzaman Hazretlerinin de böyle bir nutku olsaydı, arşivlerde veya basın-yayın organlarında bulunurdu. Yukarıda da bahsedildiği üzere, inkılapçılar, Bediüzzaman Hazretlerini “Abdülhamidci ve irticacı” diyerek idamla yargılamışlardır. Eğer Sultan Abdülhamid Han’a karşı böyle bir nutku olsaydı, elbette onu böyle bir muameleye tabi tutmazlardı. Biraz basiret ve insaf sahibi olan herkesin bu hakikati idrak etmesi lazım gelmez mi? Bediüzzaman Hazretleri, Risale-i Nur Külliyatının sadece bir yerinde Cemaleddin Afgani’den bahsederek şöyle der: “Elhasıl Sultan Selim’e biat etmişim, onun İttihad-ı İslam’ daki fikrini kabul ettim. Zira o Kürtleri ikaz etti; onlar da ona biat ettiler. Bu (ittihad-ı ümmet) mesele(sin)de seleflerim (benden önce ittihadı isteyenler) Şeyh Cemaleddin Afgani, allamelerden Mısır Müftüsü merhum Muhammed Abduh, Ali Suavi, Hoca Tahsin Efendilerle, Namık Kemal Bey ve Sultan Selim’dir. Bediüzaman Hazretlerinin Cemaleddin Afgani hakkındaki bu ifadesine dikkat edilirse, o zikrettiği isimlere, ümmetin birliği hususunda benim seleflerimdir der. Yoksa ben her cihetiyle bu şahıslar gibi inanıyorum ve düşünüyorum gibi hiçbir ifadesi yoktur. Bilakis hep ehl-i sünnet ve’l-cemaat itikadını ve amel düsturlarını ümmete siper ve sığınak göstererek şöyle der: “İşte ey ehl-i hak ve ehl-i hidayet! Şeytan-ı ins ve cinnînin mezkûr desiselerinden kurtulmak çaresi; ehl-i sünnet ve’l-cemaat olan ehl-i hak mezhebini karargâh yap ve Kur’an-ı Mu’cizü’l-Beyan’ın muhkemat kal’asına gir ve sünnet-i seniyeyi rehber yap, selameti bul!”20 Ve kendisinin hiçbir zaman Ehl-i sünnete muhalefet etmediği gibi Cemaleddin Afgani gibi yanlış düşünce sahibi insanlardan da etkilenmemiştir. İttihad-ı Ümmet hususunda onları örnek gösterdiği gibi, eğer başka meselelerden de onlardan etkilenmiş olsaydı, şüphesiz o meseleleri de dile getirirdi. Evet, nasıl ki bir kâfir, bütün özellikleriyle kâfir olmayıp doğru söylemek gibi Müslümanlarda bulunması gereken bazı özelliklere sahip olabilir. Ve o yönü doğru olarak kabul edilir. Öyle de; Bediüzzaman Hazretlerinin isimlerini saydığı şahısların içinde, yanlış olan masonluk zihniyetine sahip olmalarına binaen, ümmetin birliğini istemeleri de yanlıştır diye onların o doğru düşüncelerini de kabul etmemek ne kadar akla muvafık olur? Ehl-i ilmin, ilim ve insaflarına havale ederiz. Maalasef Afganî, İstanbul’a ilk gelişinde Osmanlı Devleti tarafından iltifatlar görmüş, kendisine birçok görevler de verilmiştir. Bu iltifatlardan dolayı Devlet-i Aliyeyi tahkir etmemiz doğru olur mu? Mesela: “1869 yılının başında Cemaleddin Afgani, muhtemelen Sultan Abdülaziz’den aldığı davet ile İstanbul’a hareket etmiştir. 1871 yılına kadar burada kalacaktır. Onun İstanbul’da olduğu dönem, Tanzimat reformunun son evresine tesadüf etmektedir. Buradaki konuşmaları ve reformcu üslubu bize İstanbul’ daki modernleşme hareketinden memnun olduğunu ve etkilendiğini göstermektedir. Öyle ki modernleşmeyi gerçekleştirecek kurum olan Maarif Meclisi üyeliği ve yeni üniversite olan Darülfünun ile bağları bu konuya olan ilgisini ispatlamaktadır.”21 Sual: Bazıları diyor ki; Bediüzzaman Hazretleri, mademki çok ferasetli biri, Sultan Abdülhamid Han’ın tahttan indirileceğini ve devletin yıkılacağını neden önceden göremedi? Hem velayeti olsaydı İslamiyet’e zarar veren Cemaleddin Afgani’den bahsetmez, az bile olsa İttihad ve Terakki’ye taraftar görünmezdi. El-cevab: Birincisi: Bu iddianın tam aksine Bediüzzaman Hazretleri, maalesef Sultan Abdülhamid Han’ın tahttan indirileceğini ve Devlet-i Aliyenin yıkılacağını hissetmiştir. Bütün gayretiyle bu olumsuzlukları önlemek için çalışmıştır. O zamanda geçen hayatı ve bütün yazdıkları buna şahittir. Bu yazımızın asıl maksadı da bu hakikati anlatmaktır. İkincisi: Bediüzzaman Hazretleri kiminle, hangi cemiyet ve kuruluşla irtibat ettiyse, onların hep iyi taraflarını şeriata hizmet vesilesi yapmaya çalışmıştır. Fenalıklarını da düzeltmeye gayret etmiştir. Bir âlimin yapması gereken de budur. Bununla beraber “Gaybı ancak Allah bilir”22 ayetinin ifadesine göre, bir evliya zat her şeyi biliyor demek değildir. Ancak Cenab-ı Hak ona ne bildirirse, o da onu bilir. “Veli her şeyi bilir” sözü ise hatalı bir sözdür. Bazen olur ki; en büyük bir veli, muhalefet ettiği zatın gerçek halini bilemediği için haksız olarak ona karşı çıkabilir. Bunun en büyük delili ise, Cennetle müjdelenen on sahabiden Hz. Talha (ra) ile Hz. Zübeyr’in (ra) Hz. Ali’ye (kv) muhalefetidir. Ümmet içinde bu zatlardan daha büyük bir evliya olabilir mi? Demek, Cenab-ı Hak bir hikmete binaen Hz. Ali’nin (kv) haklı olduğunu onlara bildirmediği için, onlar da onun haklı olduğunu bilememişlerdir. Ve yine Hazret-i Ömer’in (ra) minber üstünde, bir aylık mesafede bulunan Sariye namındaki bir kumandanına سَارِيَةُ اَلْجَبَلَ اَلْجَبَلَ يَا (Ey Sariye! Ey Sariye! Dağa çekil) deyip, Sariye’ye işittirip, sevkü’l-ceyş (askerleri komuta ederek) zafere sebebiyet veren keramet-kârâne kumandası ne derece keskin nazarlı olduğunu gösterdiği halde, neden yanındaki katili Fîrûz’u (kendisini şehid edecek Fîrûz’u) o keskin nazar-ı velayetiyle görmedi? Elcevab: Hazret-i Yakup Aleyhisselam’ın verdiği cevab ile cevab veririz. Yani Hazret-i Yakup’tan (as) sorulmuş ki: “Ne için Mısır’dan gelen (Yusuf’un) gömleğinin kokusunu işittin de, yakınında bulunan Ken’ an Kuyusu’ndaki Yusuf’u görmedin?” Cevaben demiş ki: “Bizim halimiz şimşekler gibidir. Bazen görünür, bazen saklanır. Bazı vakit olur ki, en yüksek mevkide oturup, her tarafı görüyoruz gibi oluruz. Bazı vakitte de ayağımızın üstünü göremiyoruz.”23 Bediüzzaman Hazretleri, Allah’ın (cc) bildirdiklerinden başka bir şey biliyor değildir. O da bazen içtihadında hata etmiş olabilir. Ne var ki bu güne kadar ümmetin kabul ettiği hiçbir âlim, Bediüzzamanın yazdığı risalelerinde “Bu yazdıklarında bir hata vardır” diye tesbit etmiş değildir. Öyle ise, “O da hata edebilir” düşüncesiyle hatalıymış muamelesine tabi tutmak, gayet çirkin bir zulümdür. Ve insanların Bediüzzaman ve Risale-i Nurdaki iman hakikatlerinden istifadesine engel olmaktır. Veyahut Bediüzzaman Hazretleri isabet ettiği halde, bazı işin farkında olmayan insanlara göre hatalı olduğu düşünülebilir. Bu durum onun kemalatının olmadığını göstermez. Bir din âlimi olarak içtihadında isabet etmediyse dahi Allah (cc) ona bir sevap verir. İnsanların zulüm damarıyla onu cezalandırmaya çalıştıkları gibi cezalandırmaz. Yüz yıl önce hata edilen bir mevzu yani Bediüzzaman Hazretleri ve Abdülhamid Han arasındaki yanlış anlama, bugün bazı ağızlar tarafından yine çarpıtılarak birlik ve beraberliğe zarar verilmektedir. 15 Temmuz melun ve menfur hadisesi bütün ümmete ve insanlığa karşı işlenmiş büyük bir cinayettir. Kuzu postundaki canavarlara bakılarak, bugün Risale-i Nurun hakiki talebeleri zan altında bırakılamaz. En zor şartlarda iman ve Kur’an hizmeti yapan, millet ve memleketin selametine çalışan bu insanlar ve buna bağlı olarak diğer bütün cemaat ve tarikatlar şüpheli gösterilemez. Bu toplumun temeline bomba koymak demektir. Hakiki Nur Talebeleri, dün olduğu bugünde hakkın ve doğrunun yanındadır ve kıyamete kadar böyle olacaktır. Bediüzzaman Hazretlerinin Nemika Sultan’dan özür dileme meselesine gelince, ister olmuş olsun ister olmuş olmasın, bu durum bir noksanlık değil, belki bir kemalat ve İslamî bir güzelliktir. Sultan Abdülhamid Han Hazretleriyle, Bediüzzaman Hazretleri belli bir zaman beraber yaşamışlardır. Beşeriyet muktezası olarak herhangi bir konuda uyuşamadıkları noktalar olabilir. Hatta hep aynı noktada ittifak etmiş bile olsalar, yine birbirlerinden veya varislerinden helallik dilemeleri İslami bir vecibedir. Ve ehl-i kemalin de kemalatlarının bir gereğidir. İslami ölçülere göre vefat edenin herhangi birinde hukuku bulunsa, o hukuk varisine intikal eder. Varis vefat edenin bedelinde o hakkı helal etmiş olsa hakkın üzerinde bulunduğu kişiden mesuliyet kalkar. Fakat bu İslami vecibeyi ve kemalatı anlamayan bir kısım nakıs insanlar; olmayan bir şeyi olmuş gibi göstererek Bediüzzaman Hazretleri gibi bir din âliminin tenkidine vesile yapmaları, İslami şuura sahip insanları üzüyor. Bir gerçeği de söylemeden geçemeyeceğiz. Şüphesiz bu tezvirat ve yalanı uyduranlar şu gelecek beş sınıftan biridir. Menfur 15 Temmuz darbe girişimini işleyenlerdir. Çünkü onlar “bu hükümet şimdi bizi bitiriyor, yarın da İslâmî cemaatleri bitirecektir” şeklinde o menfur girişimden önce böyle propaganda yapmışlardı. Şimdi de bu yalanın doğru çıkması için hükümetin ve bürokrasinin içinde gizlenip cemaatlerin aleyhinde konuşup hükümetle cemaatleri karşı karşıya getirmeye çalışıyorlar. Marksist ve komünist bir zihniyete sahip olanlardır. Onlar bu milletin manevi değerlerini ve mukaddesatını zındıka hesabına tahrip etmek için her vesileyi kullanıyorlar. ‘Bu darbeyi cemaat yaptı’ diyerek de çalışmalarına engel olan İslâmî cemaatleri ve Bediüzzaman Hazretleri gibi ehl-i sünnet âlimlerini çürütmek için her türlü yalanı uyduruyorlar. Masonik zihniyete sahip olanlardır. Bunlar da insan için hayvanî ve nefsanî bir özgürlük vesilesi olan Avrupa medeniyetine göre yaşamaya gayret edip İslâmî ahlakı bozmak ve çoğunluk olan halkı, azınlık olan bir kısım zalimlere ve kuvvetlilere hizmetkâr ve esir haline getirmek istiyorlar. Onlar “bu darbeyi ‘cemaat’ yaptı” bahanesiyle İslâmî ahlakı ve ruha ait olan özgürlüğü korumaya çalışan ve onların bu tahribatına engel olan İslâmî bütün cemaatlerin ve Bediüzzaman Hazretleri gibi tüm din âlimlerinin aleyhinde konuşuyorlar. Anlamadan ve işin farkına varmadan şuursuz olarak şuurlu düşmanın oyununa gelen cahillerdir. İslami cemaatlerin aleyhinde konuşmakla kaş yapayım derken göz çıkarıyorlar. Bir kısım enaniyetli veya cemaat taassubunu taşıyan insanlardır. Bu gibi insanlar, darbeyi bahane ederek kendi cemaatlerinden olmayanları ve Bediüzzaman Hazretleri gibi bir kısım din âlimlerini eleştirmekle, milletin ihtilafına sebep oluyor ve sosyal medyada İslâmiyet’i parçalayan birer canlı bomba hükmüne geçiyorlar. Başta idarecilerimiz olmak üzere, ey ehl-i iman! İman ferasetinizle bu tahribatçı adamlara uymayınız. Ve ehl-i sünnet ve’l-cemaat itikadını kendinize sığınak yapınız ve iyi biliniz ki, biz Müslümanların ve bu milletin kurtuluşu ancak ittifakla mümkün olabilir. Osmanlı’nın son döneminden günümüze kadar olan süreçte, dâhildeki fasıklar ve münafıklar ve hariçteki bütün kâfirler; ittifak ile bu milleti dininden, geçmişinden, tarihinden, kültüründen koparmaya çalışırken, bütün ölümlere ve zulümlere ve her türlü sıkıntılara katlanarak onlara karşı mücadele eden Bediüzzaman Hazretleri gibi bir kısım ehl-i sünnet âlimleri ve samimi olan cemaatler değil midir? Kaynaklar: 1- Aclunî, Keşfu'l-Hafa, 1/ 782- Ra’d, 113- Bir nüshada ‘mazlumu’ yazmaktadır4- Âsâr-ı Bediiyye, 3165- Âsâr-ı Bediiyye, s. 375 6- Âsâr-ı Bediiyye, s. 312, 3137- Maide, 448- Osmanlıca Mektubat-2, Münazarat Risalesi, s. 422 9- Osmanlıca Mektubat-2, Münazarat Risalesi, s. 42210- Âsâr-ı Bediiyye, s. 46311- Osmanlıca Kastamonu Lahikası, s. 9512- Osmanlıca Şualar1, s. 8613- Tarihçe-i Hayatı, s. 4614- Osmanlıca Kastamonu Lahikası, s. 9615- Âsâr-ı Bediye, s. 347-35616- Osmanlıca Mektubat-2, Hutbe-i Şamiye, s. 45317- Geniş izah için bkz. Mufassal Tarihçe-i Hayat c. 1, s. 44618- Âsâr-ı Bediiyye, İki Mekteb-i Musibetin Şehadetnamesi, s. 30219- Geniş izah için bkz. Mufassal Tarihçe-i Hayat20- Osmanlıca 13. Lem’a, s. 7921- Keddie, Nikki R. Cemaleddin Efgani Siyasi Hayatı, çvr. Alaeddin Yalçınkaya, Bedir Yayınevi, İstanbul, 1997, s. 7822- Neml, 65. ayetten iktibas23- Osmanlıca Mektubat-1, s. 41

Çinlilere ait olduğu söylenen bir söz var: “İlginç zamanlarda yaşayasın!” Şöyle bakıyorum da, ‘bir asırdır yaşadığımız zamanlardan daha ilginç ne olabilir’ diye sormaktan kendimi alamıyorum. İslamiyet’in bütün kaleleri yıkılmış, dalaletin şer fikirleri sel gibi üzerimize gelerek ümmeti darmadağın etmiş. İmanı muhafaza etmek, adeta çıplak elde kor ateşi tutmaktan zor hale gelmiş. Bunun farkında olarak mücahede eden bir adam, Bediüzzaman Hazretleri, bu uğurda hayatını feda etmiş. Bütün varlığıyla ve her şeyi göze alarak hak ve hakikat uğrunda mücadele vermiş. Çekmediği cefa, görmediği eza kalmamış. Fikirlerini, düşüncelerini gerek kalemiyle, gerek eserleriyle, gerek yaşantı ve fiilleriyle müspet şekilde ortaya koymuş. Öyle bir zaman gelmiş ki, “davalar şahıslar üzerine bina edilmez” diyerek sadece telife yönelmiş ve kendisine her türlü zulmü reva gören en gaddarlara bile şahsi hukukunu helal etmiş. Dünyaya ait her şeyden –imana hizmet etmek dışında- elini eteğini çekmiş. Milletin iman selameti için sadece sözle değil, hayatını ortaya koyarak –ki hapisler birer medrese-i Yusufiye olarak- ‘daha yapacak bir şey kalmadı’ denecek dereceye gelene kadar sa’y eylemiştir. Neden yazıyorum bunları? Çünkü zaman olur, birileri çıkar, “yiğidi öldür bari hakkını yeme” demeden, aklına estiği gibi yazar, konuşur hale gelir. Toplumun esasına yönelik en ehemmiyetli çalışmaları yapan insanlara karşı olmadık yazı ve sözler sarf eder. Bu günün imkân ve konforu içinde o günlerin şartlarını anlayabilmekten uzak nazarların, Bediüzzaman Hazretleri ve mücadelesi hakkındaki yanlış değerlendirme ve hükümleri bizi, hepimize üzer. İslamiyet düşmanı insanların yapmakta yarıştıkları şeyde, biz Müslümanlar olarak ne derdimiz ola ki, böyle fütursuz, seviyesiz ve insafsızca hareket eder olduk! Onların yapamadığını bize, birbirimize yaptıran şey nedir? Bütün hayatı eserlerinde, talebelerinin yanında ve devletin arşivlerinde mukayyed olan bir adam hakkında ne bilmiyoruz ki, nevzuhur meselelerle algı operasyonlarının yemi haline geliyoruz. Ne medet bekliyoruz ki, bize, kendimize olmadık yanlışlıklarla zarar vermeye çalışıyoruz! Bundan bahisle, hemen tamamı Nur Risalelerinde müellef olan Abdülhamid Han Hazretleri ve Üstad Bediüzzaman Hazretleri arasında geçen malumatı derli toplu olarak nazar-ı dakiklerinize takdim ediyoruz. O gün omuz omuza hizmet eden büyüklerimizin miras bıraktıkları vatan ve millet için, bugün bizler de aynı birlik ve beraberlik anlayışıyla hizmet etmenin derdiyle ve “Müminler ancak kardeştir” anlayışıyla ve inşallah faydası olur düşüncesiyle sizleri dergi ile baş başa bırakıyoruz. Bediüzzaman Hazretlerinin içini hayatı ile doldurduğu şu cümleyi de hep aklımızın bir köşesinde tutarak ve mukabilinde “âmin” diyerek sizlerle de paylaşmak isterim: “Eğer biz ahlâk-ı İslamiyenin ve hakaik-i imaniyenin kemalâtını ef’alimizle izhar etsek (hal ve hareketlerimizle göstersek), sair dinlerin tâbileri elbette cemaatlerle İslamiyet’e girecekler; belki Küre-i Arz’ın bazı kıtaları ve devletleri de İslâmiyet’e dehalet edecekler.” “Her kıştan sonra bir bahar, her geceden sonra bir sabah olduğu gibi, nev-i beşerin dahi bir sabahı, bir baharı olacak inşallah. Hakikat-ı İslamiyenin güneşi ile, sulh-u umumî dairesinde hakikî medeniyeti görmeyi, Rahmet-i İlahiyeden bekleyebilirsiniz.”

Allah’ı Zikretmek Ebû Hureyre (ra) ve Ebû Saîd el-Hudrî’den (ra) rivayet edildiğine göre, Peygamber Efendimiz (asm) şöyle buyurmuştur: “İnsanların amellerini kayıt altına alan meleklerden başka bir de Allah’ın yeryüzünde dolaşan melekleri vardır. Bunlar Allah’ı zikreden topluluklara rastladıklarında; ‘Aradığınız işte burada, haydi gelin!’ diye birbirlerine seslenirler. Hemen oraya gelerek dünya semasına kadar onları çepeçevre kuşatırlar. Allah, o meleklere sorar: ‘Kullarımı bıraktığınızda onlar ne yapıyorlardı?’ Onlar da; ‘Biz onları bıraktığımızda Sana hamd ediyor, Seni tazim ediyor ve Seni anıyorlardı’ diye cevap verirler.” (Tirmizî, Deavât, 129) Zünnûn-ı Mısrî (ks) İlk mutasavvıflardan olan Zünnûn-ı Mısrî (ks), 772 senesinde Mısır’ın İhmîm şehrinde doğdu. Asıl adı Sevban olup balık sahibi, balıkçı manalarına gelen Zünnûn ismini nasıl aldığı hakkında şu menkıbe anlatılır: Sevbân bir gün bir gemiye biner, gemideki bir tüccarın mücevheri kaybolur. Herkes ondan şüphelenir ve kendisine işkence edilir. Nihayet Sevbân dayanamayıp; “Yâ Rabbi Sen bilirsin” deyince denizin üzerinde çok sayıda balık belirir. Her birinin ağzında birer mücevher vardır. Elini denize uzatıp bu mücevherlerden birini alarak tüccara veren Sevbân, bu olaydan sonra ‘Zünnûn’ diye anılmaya başlanmıştır. Yine bir gün Nil nehrinde gezinti yapmak için bir tekneye binen Zünnûn ve arkadaşları, başka bir teknede taşkınlık ve dine aykırı işler yapan bir grup görünce arkadaşları ona; “Ey şeyh! Dua edin de bunların hepsi suya batsın, böylece onların şerri ve uğursuzluğu toplumdan uzak olsun” demişler. Zünnûn ellerini açıp; “Yüce Allah’ım! Bu insanlara dünyada hoş bir hayat nasip ettiğin gibi ahirette de hoş bir hayat bahşet” diye dua etmiş. Arkadaşları bu sözlerine şaşmış. Teknedekiler ise yaklaşıp Zünnûn’u görünce ağlamaya başlamış; tövbe ederek iyi birer insan olmuştur. Zünnûn-ı Mısrî (ks), 862 senesinde Mısır’ın Cîze şehrinde vefat etmiştir. Şehremâneti Fatih Dairesi Fatih Şehremâneti Dairesi, 1914 yılında Mimar Y. Terziyan tarafından neoklasik tarzda inşa edilmiştir. Döneminin özgün sivil mimarlık örneklerinden biridir. Bina, yapıldığı günden itibaren kamu binası olarak hizmet vermiştir. Önceleri hem kaymakamlık hem de Fatih Nikâh Dairesi olarak, daha sonra ise, uzun yıllar Fatih Belediye Başkanlığı binası olarak kullanılmıştır. Fatih Belediyesinin Vatan Caddesindeki yeni yerine taşınmasıyla restorasyona alınan yapı, 2010 yılından beri Fatih Sultan Mehmet Vakıf Üniversitesi’nin rektörlük binası olarak hizmet vermektedir. 07 Nisan 1789 Sultân 1. Abdülhamid vefat etti Merhametiyle meşhur olan Sultan 1. Abdülhamid, Sultan 3. Ahmed’in oğlu olarak 20 Mart 1725 tarihinde dünyaya geldi. 21 Ocak 1774’te tahta çıkmıştır. 1782 İstanbul yangınında itfaiye çalışmalarına bizzat katılmasından dolayı halkın sevgi ve takdirini kazanmıştı. 1774 senesinde kaybettiğimiz Kırım’ı yeniden almak için 1787’de Rusya’ya savaş ilan etmiştir. Ancak Belgrad’ı yeniden topraklarına katmak isteyen Avusturya’nın da Osmanlı Devletine savaş açmasıyla, Osmanlı Devleti iki cephede savaşmak zorunda kalmıştır. Osmanlı ordusu, ilk olarak Temeşvar eyaletinde stratejik bir konumda bulunan Muhadiye Boğazı'nı ele geçirip, Avusturyalıların toparlanmasına fırsat vermeden onların üzerine yürüdü. Bu sırada Avusturya İmparatoru II. Joseph 80.000 kişilik bir ordu ve 500 topla Sebeş Boğazı'na geldi. 21 Eylül 1788 tarihinde yapılan Sebeş Muharebesi'nde Koca Yusuf Paşa komutasındaki Osmanlı Ordusu büyük bir zafer kazandı. İki ayrı cephede hem Avusturya, hem de Rusya ile savaşmak zorunda kalan Osmanlılar orduyu ikiye ayırmıştı. Bu durum Osmanlı Devletini zor durumda bıraktı. Saldırıya geçen Ruslar, Özi kalesini kuşatarak 20-25 bin kişiyi katlettiler. Bu haberi duyan Sultan 1. Abdülhamid, üzüntüsünden felç geçirerek hayatını kaybetmiştir. Türbesi Bahçekapı’dadır. 24 Nisan 1909 Hareket Ordusu eşkiyaları Yıldız Sarayını Yağmaladı 13 Nisan 1909 günü başlayan 31 Mart Vakası hadiselerini bahane eden İttihâd Terakkî zihniyeti, 2. ve 3. Ordu ile Balkanlardaki her milletten gönüllülerden meydana gelen Hareket Ordusu isminde bir eşkıya topluluğu meydana getirdi. Hareket Ordusu 19 Nisan günü Yeşilköy’ü, 20 Nisan günü Bakırköy’ü işgal etti. 22 Nisan gecesi Davud Paşa kışlası kuşatıldı ve ele geçirildi. Ardından Hareket Ordusu dört cihetten İstanbul’a girdi. Sırasıyla Harbiye Nezareti, Taksim Kışlası ve Taşkışla yaşanan kısa süreli çatışmaların ardından işgal edildi. Son olarak 24 Nisan günü Yıldız Sarayı da işgal edilince, Hareket Ordusu çetesinin darbesi sonuca ulaştı. Yıldız Sarayını işgal eden Hareket Ordusu eşkıyaları, sarayın ulaşabildikleri kısımlarını yağmaladılar. Osmanlı Devletinin 6 asırlık birikimini bir günde darmadağın ettiler. 29 Nisan 1846Sultan Abdülmecid Rumeli gezisine çıktı Sultan Abdülmecid, sarayda kapalı kalmayarak zaman zaman halkın arasına katılmış ve onların meseleleriyle ilgilenmiştir. Ara sıra Bâb-ı Âli’ye giderek vekiller heyetinin toplantılarına katılırdı. Her yıl Meclis-i Vâlâ’yı bir nutukla açmayı âdet haline getirdi. Sık sık kışlaları ve tersaneyi teftiş etti. Camilerde verilen icazet merasimlerinde, askerî ve rüşdiye okullarında yapılan imtihanlarda hazır bulunarak talebelere ve hocalara teşvik edici sözler söyledi. Halkın ihtiyaçlarını yerinde görmek ve şikâyetlerini dinlemek için memleket içinde bazı seyahatlere çıktı. Bu seyahatlerden birisi de 29 Nisan 1846’da çıktığı Rumeli gezisidir. Sultan, sırasıyla Küçükçekmece, Büyükçekmece, Silivri, Çorlu, Burgaz, Edirne, Zağra-i Atik, Kızanlık, Tırnova, Rusçuk, Silistre, Şumnu ve Varna güzergâhını takip ederek 14 Haziran 1846 günü deniz yolu ile İstanbul’a dönmüştür.
Üçüncü İşaret: İnsanın fıtratı câmi olduğundan; - Varlığın bir ustabaşı - İlahi saltanatın dellalı - Küllî ubudiyet edebilir yapıda olduğundan büyük bir değeri vardır. - İnsan, kısacık ömürde sonsuz azaba müstehak olur. Çünkü; - Küfür, ilahi bir mektup hükmünde ve değerinde olan kâinatı manasız, gayesiz bir dereceye düşürür. - Küfür, kâinata bir tahkirdir. - Varlık aynasında eserleri görünen tüm ilahi isimleri inkârdır. - Cenab-ı Hakkın hakkaniyet ve sıdkını gösteren bütün delilleri tekziptir. Bundan dolayı küfür nihayetsiz bir cinayettir. Cezası da sonsuz bir azaptır. Dördüncü İşaret: Fani olan imtihan dünyasını yaratan zat, onun bütün gayelerini gösterecek ahiret âlemini de yaratacaktır. Birinci Hakikat: Bab-ı rububiyet ve saltanattır ki ism-i Rabb’in cilvesidir. Kâinatı yüksek gaye ve maksatlar için yaratan yüce Allah’ın, iman ve ubudiyet ile karşılık verenlere mükâfatı, isyan ve tahkir ile karşılık verenleri cezalandırması rububiyet ve ulûhiyetinin bir gereğidir. İkinci Hakikat: Bab-ı kerem ve rahmettir ki Kerim ve Rahim isminin cilvesidir. Âleme bakıldığında her canlıya rızık verilmesi, her dertliye derman gönderilmesi, ulvî ziyafetlerin verilmesi nihayetsiz bir kerem sahibi Kerîm’i gösterir. İnsan ve bazı canavar hayvanlardan başka her şeyin pür dikkat vazifesinde çalışması, haddini aşmaması, itaat etmesi sonsuz bir celal ce izzet sahibi Aziz ve Celil olan zatı gösterir. Aciz yavruların terbiyesi rahmet sahibi bir Rahîm’i gösterir. Elbette şu âlemin Rabbi, kerem ve rahmetine layık mükâfat, izzet ve gayretine layık bir ceza verecektir. Çünkü nihayetsiz celal ve izzet edepsizlerin cezalandırılmasını ister. Nihayetsiz kerem nihayetsiz ikram ister. Nihayetsiz rahmet kendine layık rahmet ister. Hâlbuki dünyada bunlar cüzî bir şekilde gerçekleşir. Demek o kerem ve rahmete layık bir saadet yurdu, celal ve izzete uygun ebedi bir ceza olacaktır. Üçüncü Hakikat: Bab-ı hikmet ve adalet olup ism-i Hakîm ve Âdil’in cilvesidir. Yaratılan Her şeyde intizam, hüsn-ü sanat, maslahat ve faydaların bulunması hikmet ve intizam ile iş gören Hakîm bir zatı göstermektedir. Hakîm olan zat ise o hikmete iman ve ubudiyetle uygun hareket edenleri mükâfatlandırır. Herşeye hassas ölçülerle vücut vermek ve suret giydirmek, onları yerli yerine koymak, her hak sahibine uygun hakkını vermek, istidat, ihtiyaç ve ızdırar lisanlarıyla istenilenlere cevap vermek nihayetsiz bir adalet sahibi bir Âdil zatı gösterir. Âdil olan ise inkâr ve tuğyan ile adalete isyan edenleri cezalandırır. Demek hikmet ve adalet ebedi bir cennet ve cehennemi ister. Dördüncü Hakikat: Bab-ı cûd ve cemaldir. İsm-i Cevad ve Cemil’in cilvesidir. Dünyayı bu kadar harika sanatlarla süslemek, her türlü nimetle doldurmak ve her mevsim yenilemek sonsuz bir cömerdliği olan Cevad bir zatı göstermektedir. Elbette sonsuz bir cömerdlik ve bitmeyen hazineler, daimi ve her şey içinde bulunur bir ebedi saadet yurdunu ve içinde ebedi kalacak insanları ister. Yeryüzündeki canlılarda harika sanatlarla teşhir ederek tecelli eden ve bütün peygamberlerin ittifakla haber verdiğine göre yüce Allah’ın kusursuz kemalatı bulunmaktadır. Daimi kemalat daimi görünmek ister. Bu ise takdir edicilerin bekasını gerektirir. Âlemdeki varlıkların son derece güzel, sanatlı ve süslü olması dengi olmayan cemal sahibi bir Cemil zatı göstermektedir. Cemil olan ise kendini görmek istediği gibi başkalarının nazarıyla da bakmak ve görünmek ister. Hüsün ve cemal görmek ve görünmek ister. Daimi bir hüsün ve cemal ise müştak, mütehayyir ve istihsan edicilerin devamını gerektirir.

Öyle zaman ve zemin, öyle şartlar şerâit oluyor ki, bu zaman ve zeminde, bu şartlar altında tahtında az bir hareket, küçük bir iş veya ufak bir amel sâhibini dünyada ve ahirette çıkarıyor tâ a‘lâ-yı illiyyîne. Evet, insanın dünyada küçük bir hareketle en yüce makamlara çıktığı çok defa görülmektedir. Güzel bir sözün hayatı nasıl değiştirdiğine bakınız. Hayattan beklentisi olmayan bir kişinin omuzuna dokunulmasıyla o kişinin en başarılı bir insana dönüştüğünü görmekteyiz. Güzel davranılan ve değer verildiğini gören kötü huylu bir insanın kötü huylarını terk ettiğini bilmekteyiz. Kendisine güven duyulan bir kişinin kendisini son derece geliştirdiğine şahit olmaktayız. Salih bir amelin başka bir insanın hidayetine sebep olabildiğinin farkındayız. Küçük bir sadakanın fakiri zilletten veya esaretten kurtarabildiğini görmekteyiz. Demek oluyor ki bir şeyi küçüklüğü ile değil bıraktığı sonuçla değerlendirmeliyiz. Öyle ise insan küçücük bir hareketiyle dünyada da güzel ve hayırlı bir insan olabilir. İnsanlığın a’la-yı illiyyinine çıkabilir. Küçük bir hareket insanı ahirette de a’la-yı illiyyîne çıkarır. Bir anda Kelime-i Şehadeti getirmekle iman eden bir kişi bu kudsî kelime sayesinde âlemlerin rabbine dayanır. O’ndan yardım ister. O’nun kulu olduğunu bilir. O’nun emir ve yasaklarını gözeterek hayatını sürdürür. Kendisine verilen her türlü duyu ve duyguları veriliş amacına uygun olarak yüce Allah’ın yolunda kullanır. Bu sayede gerçek bir insan mertebesine çıkar. İmanın gösterdiği istikamet sayesinde hayatına devam eder. Cennete layık bir vaziyet alır. Mutlu olarak ahirete göçer. Ebedi saadeti yaşar. Buraya kadar anlatılanlar gösteriyor ki bir şeyin küçük olması küçük iş yapacağı anlamına gelmiyor. Nice küçük şeyler vardır ki büyük işler görür. Evet, bir kalenin, sarayın veya evin kapısını da açan küçük bir anahtar değil midir? Öyle ise eşyanın küçüklüğüne değil yapabildiği işe bakmalıdır. Hangi işe yaradığına dikkat etmelidir. Öyle anlar olabilir ki küçük görülen şeyin yaptığı işi büyük aletler yapamaz. İnsanda Öyle duygular, durumlar, tavırlar hâlât oluyor ki, bu esnada onun küçük bir hareketi, o işi yapanı kâsibini indiriyor dünya ve ahirette tâ esfel-i sâfilîne. Evet, insan küçük bir hareketle dünyada da en aşağılık bir mertebeye düşebilir. İnsanlığın yüz karası olabilir. Sakın zannedilmesin ki küçük şeyler büyük işler yapamaz? Evet, öyle küçük şeyler vardır ki çok büyük şeyleri yutabilir. İçine alabilir. Onları mahvedebilir. Tırnak kadar küçük bir ayna gökyüzünü veya koca güneşi içine alır. İnsanın küçücük hafızası onun bütün hayatını ve hatıralarını içine alır. Küçük bir kibrit koca bir ormanı yer bitirir. Gözle görülmeyen bir mikrop koca insanın hayatına son verebilir. Bir kelimelik gıybet, insanın salih amelini tüketir. Küçük bir söz fitne ateşini yakabilir. İnsanlara güvenmeme düşüncesini benimseyen bir ferd nasıl başkalarıyla birlikte hayat sürebilir? İnançsızlığı kabul eden bir yürek nasıl hayat yükünü taşıyabilir? Olumsuz bakan bir kişi nasıl olurda hayatından zevk alabilir? Umutsuzluğu katık yapan nasıl çalışabilir? Yalnız düşüncelerine güvenen insan kendisini nasıl geliştirebilir? Âlemlerin rabbinden gafil olan insan hayatın acılarına nasıl dayanabilir? Demek insan benimsediği, kabul ettiği, etkisinde kaldığı durumların vasıtasıyla hayatını perişan edebilir. İnsana yakışmayan bir hayat sürebilir. Öyle ise insan ruhsal durumuna ve düşüncelerine son derece dikkat etmelidir. İnsanın ruhsal küçük bir durumu veya bir kabulü onun ebedi hayatını da perişan edebilir. Onu ebedi azaba müstahak kılabilir. Bundan ötürü her hangi bir sebepten dolayı inkâr eden / küfre giren bir insan ebedi hayatını tehlikeye atabilir. İnkâr düşüncesiyle âleme ve içindeki varlıklara bakan bir insan varlığı tesadüfün veya tabiatın bir eseri görmeyecek midir? Kendi kendine olduğunu düşünmeyecek midir? Varlıkların Allah’ın eseri ve O’na ait olmaktan dolayı kazandıkları değerleri itibarsız bir hale düşürmeyecek midir? Her biri Allah’ın parlak birer delili olan varlıkları inkâr düşüncesinden dolayı varlıkların şehadetlerini reddetmiş olmayacak mıdır? Bununla birlikte insan kimin eseri, kime ait olduğunu unutursa, dünyaya niçin geldiğini, buradaki vazifesini ve nereye gideceğini bilmezse hayatını boş işlerde ve lüzumsuz yerlerde harcar. Bitirir. Tüketir. Varlık içindeki en itibarlı mevkiini itibarsız hale sokarak ebedi hayatını perişan eder. Demek küçük sanılan bir hal, insanı hem dünyada hem de ahirette helak edebilir.

2014 senesinden itibaren İstanbul, Sakarya ve Denizli de liseli gençler arasında Osmanlı Türkçesi yarışmaları yapılıyor. İstanbul’da öne çıkan 40 lisede 1453 öğrenci üzerinden yapılan 24 saatte Osmanlıca öğreniyorum projesi, farklı illerde de güzel çalışmaların yapılmasına öncü oldu Geçtiğimiz ay ikincisi icra edilen Gençler Osmanlıca Yarışıyor programı Denizli’de büyük bir katılım ile gerçekleştirildi. Bu çalışmalarla birlikte 26 okulda üç bin öğrenciye Osmanlıca tanıtılmış oldu. 1029 öğrenci yarışmaya kayıt yaptırdı. Osmanlıca Eğitim ve Kültür Dergisi tarafından hazırlanan kitapla öğrenciler yarışmaya hazırlandılar. “Gençler Osmanlıca Yarışıyor” programına katılan öğrencilere bu programın ne gibi katkıları oldu? - Osmanlıca ile tanıştılar - Osmanlıca metinler okumaya başladılar - Osmanlıca bir kitap bitirdiler - Kelime zenginlikleri arttı - Osmanlıca kelimeler yazabilir hale geldiler - Tarihi yazıları okudular - Kitabeler, mezar taşları ve levhaları tanıdılar, okudular - Hızlı düşünme kabiliyetleri gelişti - Kısa zamanda Osmanlıca öğrenilebileceğini gösterdiler Bununla beraber, güzel hediyeler kazandılar. Yarışma sonunda birinci gruba 6.000, ikinci gruba 3.000, üçüncü gruba 1.500 lira verildi. Yarışmanın bu yılki gezi ödülü ise, Ankara ziyareti… 7 Nisan 2017 Cuma günü 140 öğrencinin katılımıyla Cumhurbaşkanlığı Külliyesi, TBMM, Gölbaşı Özel Harekât Başkanlığı ziyaret edilecek.

İslâm’ın ilk günlerinden günümüze kadar, hat sanatçıları başta Kûfî ve Makılî olmakla beraber Muhakkak, Reyhanî, Sülüs, Nesih, Tevkiî, Rikaa, Talîk, Dîvânî gibi hat çeşitleriyle Besmele’yi kaleme almışlar, “Besmele” üzerinde hususiyetle durmuşlardır. Hat sanatının imkân ve sınırları dâhilinde ortaya konan Besmele örneklerinin bazılarında istifleme denen, metni zemine dengeli ve anlamlı dağıtma tekniği, bazılarında bütün harflerin birleştirildiği müselsel yazı tarzı, bazılarında ise metnin aynadaki yansımasının karşısına resmedildiği müsennâ yazı tarzı kullanılmıştır. Ali SEMERCİ Her hayrın başı, İslâm’ın bayrağı, varlıkların zikridir Bismillah. Âcizlerin kudreti, fakirlerin rahmeti, zayıfların kuvvetidir Bismillah... Sırlı, anlaşılması zor hayatın, hakikatlerinin miftahıdır Bismillah... İnsanı perişan eden nihayetsiz âcizlik, fakirlik ve kusuruna rağmen onu yeryüzünün halifesi eden iksirdir Bismillah... Âteş-i gülistâna, asâ-yı ejderhâya tebdil eden, hüdhüdü Süleymana, şemsi, kameri Fahri Kâinata râm eden nurdur Bismillah... Vereni, alanı, başlayanı, işleyeni iki dünya saadetine kavuşturandır Bismillah... İyi ile kötüyü birbirinden ayıran Kurân-ı Kerîm’in çekirdeğidir Bismillah Kendinden nurlanan kelâmdır Bismillah Kudret-i ilâhiyenin alâkadarlığını ve etkisini çeken yardımcıdır Bismillah Bütün sıfatları mükemmel bir şekilde barındıran sadeftir Bismillah Kâinattaki yardımlaşma, dayanışma, kucaklaşmadan ortaya çıkan Allah’ın yüceliğinin delilidir Bismillah Yeri göğe bağlayan, insanı arşa ulaştıran bir yoldur Bismillah Kâinatta ve zerrede birliği gösteren mühürdür Bismillah Mübarek kitapların ve işlerin başlangıcıdır Bismillah Bir tek âyet olduğu halde yüz on dört defa nazil olan kelâmdır Bismillah Rahman ve Rahimin sırrı ve nûrudur Bismillah Rahmet hazinelerinin en birinci anahtarıdır Bismillah Kulun anlamaya muhtaç olduğu sırdır Bismillah Hat Sanatında Besmele: İslam medeniyetinde “Besmele” müstesna bir yere sahiptir. Gerek Kuran-ı Kerim’de en fazla geçen ayet olması, gerekse “Allah’ın adı zikredilmeden başlanan her mühim işin sonu kötü olur.” Hadisi gibi pek çok kaynakta ön plana çıkarılması Besmele’ye ayrı bir önem kazandırmıştır. Bundan dolayı uygunsuz yerler müstesnâ olmak üzere, Besmele'nin okunması ve her yere yazılması genel kabul görmüştür. “Rahman ve Rahim olan Allah’ın adıyla” mealini ifade eden “Besmele” İslâmi eğitim anlayışının bir yansıması olarak hayatın hemen her alanında yerini almıştır. Pek çok mekânda kapı ve pencere üzerlerinde veya işyerlerinde levhalar hâlinde Besmele örneklerine rastlamak mümkündür. Hattatların, estetik ve sanat anlayışlarını sergilemek için bu mübarek kelimeyi yazma konusunda birbiriyle yarışmaları takdire şayandır. İslâm medeniyetinin, yaratmayı Allah’a özgü kılması, putperestliğe karşı olmasından dolayı resim ve heykeltıraşlık gibi plastik sanatlara mesafeli yaklaşılmıştır. Ama öte yandan hat, tezhip, ebru gibi çizgi ve renklere dayalı görsel sanatlara önem verilmiştir. Hatla uğraşan sanatkarlar, dînî metinlerin yanı sıra kitâbeler ve özlü sözlerden oluşan levhalar hazırlamışlardır. Bu levhalarda, asırlar boyunca İslâm inancında kendisine pek çok anlam yüklenen “Besmele” özel bir öneme sahiptir. Hünerlerini sergilemek isteyen hattatlar özellikle Besmele üzerinde yoğunlaşmışlardır. İslâm’ın ilk günlerinden günümüze kadar, hat sanatçıları başta Kûfî ve Makılî olmakla beraber Muhakkak, Reyhanî, Sülüs, Nesih, Tevkiî, Rikaa, Talîk, Dîvânî gibi hat çeşitleriyle Besmele’yi kaleme almışlar, “Besmele” üzerinde hususiyetle durmuşlardır. Hat sanatının imkân ve sınırları dâhilinde ortaya konan Besmele örneklerinin bazılarında istifleme denen, metni zemine dengeli ve anlamlı dağıtma tekniği, bazılarında bütün harflerin birleştirildiği müselsel yazı tarzı, bazılarında ise metnin aynadaki yansımasının karşısına resmedildiği müsennâ yazı tarzı kullanılmıştır.