124. Sayı: Yeni Türkiye'de Manevi Eğitimin YeriBu Sayıyı Satın Al
Konu resmiHareketin Temelinde İnanç Vardır
Kültür ve Medeniyet

Meksikalıların bir sözü var. “Bizi gömmeye çalıştılar ama tohum olduğumuzu bilmiyorlardı.” Dante Alighieri de diyor ki: “Her karanlık kendisini sonlandıracak şafağın tohumlarını içinde taşır.” Önemli olan, temel duygu ve fikri kaybetmemektir. Bizi biz yapan acı-tatlı ne varsa farkında olabilmek ve farkındalık oluşturabilmektir. Türkiye olarak çok önemli bir eşiğe geldik. Cumhurbaşkanlığı Sistemi için referanduma gidiyoruz. Buradaki tavır, bundan sonraki Türkiye’nin kaderini belirleyecek. Yeniden silkinişin ve bütün dünyaya kendimizi ifade edişin işareti olacak inşallah. Ümit ediyoruz ki kalbler, millet ve memleket için güzel ve iyi olacak bir neticede birleşir. İradesi kendisine tevdi edilen cumhur, başkanını kendi hür iradesiyle ve kararıyla belirleyebilir. 16 Nisana bakan bu önemli mesele, bir anlık bir karar ve gelişme değil elbette. Dante Alighieri’nin dediği gibi, bize ait olanları hiçbir zaman unutmayanlarla bu zamanlara geldik. Bahusus son on senede hemen her alanda millet ve memleket için –bedel ödemekle birlikte maddi-manevi- nice güzellikler yaşandı ve yaşanıyor. Demem o ki, -Sezai Karakoç’un ifadeleriyle- “İslam’ın temeli elbette inançtır. Aksiyon, toplumun müesseselerine uzaması sonucunda kendiliğinden doğacaktır. Ufak bir kadrodaki inanç, düşünceyi, düşünce, kütlenin şuuraltını zorlamış, bundan, kütle inancı belirmiştir. İşte, İslam, bu inanç temeli üzerinde hızla yükselecektir.” Hadiseyi sadece neticeler üzerinden değil, ak­siyonu tetikleyen dinamikler açısından da gör­mek, ileriye hareketi besleyecek ve devamını sağlayacak en önemli amildir. Mezkûr gelişmelerden birisi de kapağa taşıdığımız müfredat meselesi. Bakanlık bunu cumhura arz etti ve fikirleri talep etti. İnsanımız ve kurumlarımız da bu meseleye bigâne kalmadı ve düşüncelerini ilgili bakanlığa iletmiş oldu. Bundan sonraki temennimiz, arz kolaylığında müspet taleplerin müfredata girmesi ve icrasının sağlanmasıdır. Biz de Uluslararası Eğitimciler Derneğimizin hazırladığı raporu sizlerle paylaşıyoruz. Ki dua hükmüne geçsin. Sezai Karakoç’un yukarıdaki ifadelerini tekrar zikredecek olursak temelde inanç vardır. Aksiyon inanç temellidir. İnancı olmayanın aksiyonu olmaz. Olsa da kontrolsüz aksiyon fayda vermez. Madem Yeni Türkiye en önemli gündemimiz, o zaman bizi asırlardır dünyaya hadim ve hâkim kılan temeli yani inancı bir an gözümüzün önünden ayırmamamız elzemdir. Elbette önemli olan diğer bir husus da, ülkenin kaderini belirleyen eğitimin müfredatında her yönüyle inancın yansıması ve neslimizin buna göre yetişmesi olmazsa olmaz olacaktır.

Metin UÇAR 01 Mart
Konu resmiİstikbal Yalnız ve Yalnız İslâm'ın Olacak
Risale-i Nur

Bediüzzaman Hazretleri 1911 senesinde, Şam’da, içinde yüz ehl-i ilmin de olduğu on bin kişilik bir cemaate muazzam bir hutbe irat eder. Hutbede, sesini tüm dünyaya işittirmek istercesine şöyle demekteydi: “İstikbal yalnız ve yalnız İslâmiyet'in olacak. Ve hâkim, hakaik-i Kur’aniye ve imaniye olacak!” Bediüzzaman Hazretleri, bu bü­­­yük iddiasını, Osmanlı Dev­leti’nin yıkılmaya doğru giden son demlerinde, ulemanın dahi ümitsizlik içinde olduğu bir iklimde dile getiriyordu. O, bir iddianın süslü bir şekilde tasvirini yaparak bırakmaz; müdakkik bir âlime yakışacak tarzda çok kuvvetli delillerle o iddiasını ispat ederdi. Hazret-i Üstad, hakikatler üzerine bina ettiği için günümüze de bakar bir tarzda dersini tazeleyen meşhur hutbesinde, çok kuvvetli delillerle bu büyük iddiasını ispat etmiştir. Biz de bu çalışmamızla, ‘İs­lâm’ın maddî ve manevi olarak dün­yaya hâkim olacağı’ iddiası­nın ispat edildiği delilleri, ara baş­lıklar şeklinde toparlayıp istifade edilmesini hedefledik. 1) İslâm Hakikatleri Bediüzzaman Hazretleri, istikbalde İslâm’ın hâkim olacağını ispat sadedinde ilk olarak, İs­lâm hakikatlerinin maddî ve ma­nevi ilerlemeye elverişli bir ka­biliyette olduğunu ifade eder. İslâm’ın fikrî ve amelî bütün hakikatleri, maddî ve manevi ilerlemeye elverişli bir kabiliyettedir. Hak olup, Hak’tan gelip, hak diyen, hakikati gösteren ve nuranî hikmeti neşreden İslâm hakikatleri ile kâinatın gerçekleri arasında hiçbir ihtilâf yoktur. İslâm’ın itikadî hakikatleri ya­ni imanın 6 esası akla, kalbe, ruha, nefse, fikre ve hayale mü­kem­mel bir istikamet verir ve tatmin eder. Yine İslâm’ın amelî hakikatleri yani ibadet ve muamelâtla ilgili hükümleri, şahsın ve toplumun maddî ve manevi terakkisini temin eder, toplumda asayişi netice verir, toplumdaki sınıflar arası sosyal dengeleri sağlar, adalet ve huzur ortamı oluşturur ve toplumda güzel ahlâkı hâkim kılar. 2) Tarihin Şahitliği Hazret-i Üstad, İslâm hakikat­lerine sarılmanın ve yapışmanın derecesine göre Müslüman­ların maddeten ve manen kal­kı­­na­cak­larına tarihi şahit gös­ter­mek­tedir. Yani tarih de bu davayı ispat eden bir delildir. Hazret-i Üstad, bu delili mealen şöyle izah etmektedir: Tarafsız ve doğru bilgileri nak­leden tarih, bu hakikate en doğ­ru şahittir. Tarih bize gös­te­riyor ki Müslümanlar, İs­lâm hakikatlerine sarıldıkları nis­pet­­te ve o hakikatler kuvvet ka­zandığı ölçüde medenileşip kal­kınmışlardır. Bu durumun tam tersine olarak, Müslümanlar, İslâm hakikatlerini yaşamak noktasında zafiyet gösterdikçe dâhilde ve hariçte pek çok sıkıntılar çekmişler ve gerileyip mağlûbiyetler yaşamışlardır. Yine tarih bize gösteriyor ki diğer dinlerin mensupları -Müs­lü­­manların tam aksine- din­lerini ya­şamak noktasında za­­­­­fi­­­­­yet gös­­­­­­terdikçe, yani taassubu bı­­rak­­­­tık­ça medenileşmişler ve kal­­­kın­­­mış­lardır. Dinlerine taas­­­sup­­­la sa­rıl­maları nispetinde de ge­­­rile­miş­ler ve ihtilâllere ma­­­ruz kal­mış­­lardır. 3) Doğru Düşünen Akılların İslâm’a Yönelmesi Bediüzzaman Hazretleri, istikbalin İslâm’ın olacağına diğer bir delilin, bozulmamış, doğru dü­şünen ve doğru muhakeme eden sâlim akıllar olduğunu şöy­­le izah eder: Asr-ı Saadet’ten şimdiye kadar, bir Müslümanın, aklî muha­ke­meyle ve kesin delillerle, İslâ­mi­­yet’ten çıkıp başka bir dine gir­diğini hiçbir tarih göstermemektedir. Cahil ve avam insanların, hiçbir delile dayanmadan ve başkalarını taklit ederek baş­­­ka bir dine girmelerinin ise bu meselede bir önemi yoktur. Hiç­­­­bir dini kabul etmeyip dinsiz kal­mak da başka bir meseledir. Hâlbuki diğer bütün dinlerin mensupları -hatta en ziyade din­lerine taassupla bağlı olan İngilizlerin ve eski Rusların- gün­­­­den güne, bazı zamanlarda grup­­­­lar halinde, aklî ve mantıkî mu­­­­hakemelerle ve kesin delillerle İslâmiyet’e girdiklerini tarih nakletmektedir. 4) İslâm’ı Doğru ve Güzel Tem­sil Etmenin Zorunluluğu İstikbalin İslâm’ın olabilmesi için en önemli sebeplerden birisi de İslâm ve imanın güzelliklerini yaşantısıyla gösterecek ve ilân edecek örnek bir toplum ortaya koyma zaruretidir. Bediüzzaman Hazretleri, bu gerçekleştiğinde cemaatler, devletler ve kıtalar halinde İslâm’a girişlerin olabileceğini büyük bir ümitle müjde vermektedir. 5) Uyanan Beşerin ‘Hak Dini’ Araması Bediüzzaman Hazretleri, son asır­da iki dünya savaşı ve fen bilimlerinin ikazlarıyla beşerin gaflet uykusundan uyandı­ğın­dan ve hak dini aramaya baş­la­dığından hareketle, Kur’an’ı arayıp bulacaklarını mealen şöy­le ifade etmektedir: Geçtiğimiz yüzyılda beşer, özel­likle de fen ilimlerinin ikaz­larıyla uyanmıştır. Kendi ma­hi­yetini ye­­niden keşfetmiş ve mükemmel ka­biliyetlere sa­hip olduğunu ve bu kabiliyetleriyle yalnızca bu kısacık ve dağdağalı dünya ha­yatı için yaratılmadığını, ebed için yaratıldığını, ebede uzanan arzular taşıdığını ve bu dar fâni dünyanın insanın nihayetsiz emel ve arzularını tatmine kâfi gel­mediğini bir derece hisset­me­ye başlamıştır. Hatta insanın bir hizmetkârı olan hayaline “Seni, dünya sal­tanatı ile beraber bir milyon senelik bir ömür bekliyor. Fa­­kat sürenin sonunda diril­meyecek bir surette yok ola­caksın” dense, hakiki insani­yetini kaybetmeyen ve uyan­mış o insanın hayali, sevinip “Müjdeler olsun!” diyeceğine, derinden derine teessüf edip eyvahlar çekerek, ebedi saadetin bulunmamasına ağlayacaktır. İşte bunun içindir ki, herkesin kalbinde derinden derine bir din-i hakkı aramak meyli uyan­mıştır. Her şeyden önce, ölüp yok olma ihtimaline karşı, hak di­nin hakikatlerini arıyor ki ken­dini kurtarsın. Bu vaziyetteki beşer, elbette din­siz ve başıboş yaşayamaz. En dinsiz olanlar bile dine iltica et­­meye mecburdurlar. Çünkü be­şer, fıtratındaki âcizlik ile be­raber sayısız musibetlere ve in­citen haricî ve dâhilî düş­man­lara karşı bir dayanak nok­tası aramaktadır. Buna ilâve­ten be­şer, fıtratındaki fakirlik ile be­raber hesapsız ihtiyaçlarını kar­şılamak ve ebede kadar uza­nan arzularını tatmin etmek için medet ve yardım alacağı bir mer­ci aramaktadır. İşte uyan­mış beşerin, yalnız ve yalnız Sâni-i Âlem olan Cenab-ı Hakk’ı ta­nımak ve iman etmek ve ahireti tasdik etmekten başka ça­resi yoktur. Çünkü insanın kalb denilen o sedefinde hak dinin cevheri bulunmazsa, be­şerin başında maddî ve ma­nevi kıyametler kopacak ve mah­lu­ka­tın en bedbahtı ve en pe­rişanı olacaktır. Beşerin kalb ve ruhunun bu şid­detli ihtiyaçlarını, dinsiz­li­ğin ortaya çıkmasıyla yeryüzü­nün kıtaları ve devletleri de birer insan gibi hissetmeye baş­lamışlardır. 6) Kur’an’ın, Hükümlerini Akla İspat Etmesi Bediüzzaman Hazretleri, istik­balin İs­lâm’ ın olacağı iddiasına getir­di­ği bir diğer delil de Kur’an’ın, bütün hükümlerini akla ispat etmesi ve beşeri ak­letmeye ve tefekkür etmeye teş­vik etmesi olduğunu söyler. Şöyle ki: Kur’an-ı Kerim, çok ayetleri­nin başlarında ve sonlarında in­­sanları düşünmeye, akıllarını kul­­lanmaya, tefekküre, araştır­maya ve ibret almaya teşvik eder ki hakikati bulsunlar. Kur’an, aklı ve mantığı reddetmez. Bü­tün hükümlerini, akla ve man­tığa ispat eder, kabul ve tasdik ettirir. “Neden bakmıyorsunuz? İb­ret al­mıyorsunuz? Bakınız ki, ha­kikati bilesiniz. Bili­niz ve Bil! Acaba neden in­sanlar bilemiyorlar, cehl-i mü­rekkebe (cahilliğinin far­kında olmayan bir cahilliğe) düşüyorlar? Neden akıl yü­rütmüyorlar, divaneliğe dü­şer­ler? Neden bakmıyorlar, hak­kı görmekte kör mü ol­muşlar? Neden insan haya­tı boyunca şahit olduğu ha­di­seler, hatırlayıp tefekkür et­miyor ki istikamet yolunu bul­sun? Neden insan tefekkür ve aklen muhakeme etmiyor, dalâlete düşüyor? Ey insanlar, ibret alınız! Geçmiş asırlar­dan ibret alıp gelecek mane­vi belâlardan kurtulmaya ça­­­lı­şınız” manasına gelen pek çok ayetlerde beşeri aklını kul­lan­maya, fikriyle istişare et­me­ye sevk eder. Hazret-i Üstad, yukarıdaki de­lillerden sonra, bütün dünya­ya işittirmek istercesine mealen he­yecanla şöyle seslenmektedir: “Biz Kur’an şakirtleri (talebe­leri) olan Müslümanlar, bur­hana (delile) tâbi oluyoruz, akıl ve fikir ve kalbimizle ha­kaik-i imaniyeye (iman ha­ki­katlerine) giriyoruz. Baş­ka dinlerin bazı efradları (fert­leri) gibi ruhbanları taklit için burhanı bırakmıyoruz. Onun için akıl ve ilim ve fen hük­mettiği istikbalde, elbette bur­han-ı aklîye (aklî delillere) isti­nat eden (dayanan) ve bü­tün hükümlerini akla tes­pit ettiren (ispat eden) Kur’an hükmedecek.” 7) İslâm Güneşine Engel Olan Perdelerin Açılmaya Başlaması Hazret-i Üstad, geçmiş asırlar­da İslâm güneşinin bütün yer­yüzünü nurlandırmasına engel olan bazı perdelerin açılmaya başladığını, İslâm’ın istikbale hâkim olacağına bir delil ola­rak gösterir. Şöyle ki: İslâm hakikatlerinin mazi kıta­sını tamamen istilâ etmesine 8 dehşetli engeller perde oldular. Birinci Engel: Ortaçağ Avrupa insanının cehaleti. İkinci Engel: Ortaçağ Avrupa insanının o dönemdeki vahşi halleri. Üçüncü Engel: Ortaçağ Avru­pa insanının dinlerine körü kö­rüne ve taassupla bağlılıkları. Bu 3 engel bilginin ve mede­ni­yetin güzellikleri ile kırıldı ve dağılmaya başladı. Dördüncü Engel: Papazların ve ruhanî liderlerin riyasetleri ve baskıları. Beşinci Engel: Avrupalıların bu ruhban sınıfını körü körüne tak­lit etmeleri. Bu 2 engel, hürriyet fikrinin yay­­gınlaşmasıyla ve hakikati araş­­­tırma meylinin artmasıyla sona ermeye başlıyor. Altıncı ve yedinci engeller, dâ­hilî engellerdir. Altıncı Engel: Müslüman mil­let­lere uygulanan baskıcı yöne­timler. Baskıcı yönetimlerin, kendi­leri­ne dayanarak devam et­ti­ği şa­hısların çekilmesi ve istibdadın sona ermesi, istibdadı devam ettiren zihniyetin ve cemaatin de zamanla eriyip gideceğine işaret ettiğinden, bu engel de günümüzde artık tamamen kalkmak üzeredir. Yedinci Engel: Şeriata muha­lefet etmemizden kaynaklanan kötü ve rezil ahlâkımız. Bu engel de İslâmî hizmet ve gayretin galeyana gelmesiyle ve kötü ahlâkın çirkin neticeleri­nin umuma görünmesiyle orta­dan kalkmaya başlamış ve tam zeval bulacak inşallah. Sekizinci Engel: On dokuzun­cu ve yirminci yüzyıllarda ge­li­şen fen bilimlerince orta­ya atı­lan ve ispat edilen mese­le­lerin, İslâm hakikatlerine yü­zey­sel ba­kıştan kaynaklanan ba­zı ma­nalara muhalif ve zıt zan­ne­dilmesi. Meselâ bilim adamları ve fel­sefeciler, sahih bir hadis-i şe­rif­te geçen ve yeryüzüne Al­­lah’ın emriyle nezaret eden ‘Sevr’ (öküz) ve ‘Hût’ (balık) isim­le­rin­­­deki iki melâikeyi, deh­şetli ve cismanî birer gerçek öküz ve ba­lık zannettiklerinden İslâ­mi­yet’e itiraz etmişler. Bu misalde olduğu gibi yüz­lerce İslâmî mesele vardır ki, hakikatleri bilindikten sonra, en inatçı felsefeciler ve bilim adamları da teslim olup kabul etmek zorunda kalıyorlar. Bediüzzaman Hazretleri, bu hu­susta Ri­sale-i Nur’un ne ka­dar tesirli bir hizmet gördü­ğü­nü mealen şöyle ifade eder: Risale-i Nur, 25. Söz olan Mu­cizât-ı Kur’aniye Risale­sin­de, bi­­­lim adamlarının ve fel­­­­se­fe­­­ci­­­­lerin ilişip tenkit et­tik­­leri bü­­­tün ayetlerin her bi­­ri­nin al­­tında, Kur’an’ın bir mu­­ci­ze­vî parıltısının oldu­ğu­nu gös­ter­­miştir. Fen ve fel­se­fe­ci­lerin ten­kit ettikleri, Kur’an’ın o gibi cümle ve kelimelerinde fennin eli yetişmediği yüksek ha­kikat­leri güneş gibi gösterip, en inatçı ve art niyetli felsefeci­leri dahi teslim olmaya mecbur etmiştir. Meydandadır, isteyen bakabilir ve baksın. Baksın ve görsün ki bu sekizinci engelin, Risale-i Nur’un elmas kılıç gibi hakikatleri karşısında nasıl tar u mar olduğunu görsün. Bediüzzaman Hazretleri, bazı araştırmacı İslâm âlimlerinin bu hususlarda eserler telif et­tik­lerini, bu eser telif çalışma­larının sekizinci engelin tama­men paramparça olacağına işa­ret ettiğini söylemektedir. Hazret-i Üstad, bu delilini şu tahlil ve temenni ile bitirir: Fen bilimlerinin, hakiki marifetin ve medeniyetin güzellikleri be­şe­re kendini gösterdikçe, bü­tün insanlık âleminde hakikati araştırma meyli, insaf ve insan sevgisi hâkim olup, zikredilen 8 engeli tamamen parçalayıp kaldıracağını Allah’ın rahme­tinden bekliyoruz. 8) Batılı Bazı Meşhur Felse­fe­cilerin Tasdikleri ve İtirafları Bediüzzaman Hazretleri, istik­balin İs­lâm’ın ola­cağına bir de­lilin de Av­­ru­pa ve Ameri­ka’nın zekâ tarlalarının en mü­kemmel mah­sulâtı olarak gör­düğü bazı dahi filozof ve devlet adam­larının Kur’an ve Resûl-ü Ek­rem Aleyhissalâtü Ves­selâm hak­­­kındaki övgü ve tas­dikleri ol­­­duğunu beyan eder. Şöyle ki: En katî fazilet; düşmanlarının dahi tasdik ettiği fazilettir. On dokuzuncu asrın ve Ame­rika kıtasının en meş­hur fi­lozofu Mister Carlyle, en yük­sek sedasıyla, çekinme­ye­rek, fey­le­sof­lara ve Hıristiyan âlim­lerine neşriyatıyla bağıra­rak böyle di­yor, eserlerinde şöyle yazmış: “İslâmiyet gayet parlak bir ateş gibi doğdu. Sair dinleri kuru ağacın dal­ları gibi yuttu. Hem bu yut­mak İslâmiyet’in hakkı imiş. Çünkü sair dinler -fa­kat Kur’an’ın tasdikine maz­har ol­­mayan kısmı- hiç hük­mün­de­dir.” Hem Mister Carlyle yine diyor: “En evvel kulak verile­cek söz­lerin en lâyığı Muham­med’in (Aleyhissalâtü Vesse­lâm) sö­zü­dür. Çünkü hakiki söz, onun sözleridir.” Hem yine diyor ki: “Eğer h­a­kikat-i İslâmiyet’te şüphe et­sen, bedihiyat ve zaruriyat-ı katiyede (delil istemeden apa­çık zarurî ve açık olan bir şey­den) iştibah edersin (şüphe edersin). Çünkü en bedihî (açık ve net) ve zarurî bir ha­kikat ise İslâmiyet’tir.” Avrupa’nın on dokuzuncu yüz­yılda en meşhur bir feylesofu ve devlet adamı olan Prens Bis­marck diyor ki: “Ben bütün kütüb-ü semaviyeyi (semavî kitapları) tetkik ettim. Tahrif olmalarına binaen, beşerin saadeti için aradığım hakiki hikmeti bulamadım. Fakat Muhammed’in (Aleyhissalâtü Vesselâm) Kur’an’ını umum kitapların fevkinde gördüm. Her kelimesinde bir hikmet buldum. Bunun gibi beşerin saadetine hizmet edecek bir eser yoktur. Böyle bir eser, beşerin sözü olamaz. Bunu Muhammed’in (Aleyhissalâtü Vesselâm) sözüdür diyenler, il­min zaruriyâtını inkâr et­miş olurlar. Yani, Kur’an Al­lah kelâmı olduğu bedihidir (açıktır).” Bediüzzaman Hazretleri, Ame­ri­ka ve Avrupa’nın zekâ tar­lalarının Mister Carlyle ve Bis­marck gibi dâhi muhak­kikleri mahsulât vermesine dayanarak, tam bir kanaatle şöyle müjde vermektedir: “Avrupa ve Ame­rika İslâmiyet’le hamile­dir; günün birinde bir İslâmî dev­let doğuracak. Nasıl ki Os­manlılar Avrupa ile hamile olup bir Avrupa devleti do­ğurdu.” 9) Müslümanların Kalplerin­deki 5 Kuvvet İslâm’ın istikbalde maddeten de hâkim olacağı iddiasına Be­­­di­üz­zaman Hazretleri’nin getirdiği en önem­­li delillerden birisi de Müs­lü­manların kalbine yerleş­miş gayet kuvvetli ve kırılmaz 5 kuvvettir. Birincisi Kuvvet: İslâmiyet ha­kikatidir. İslâmiyet hakikati; bü­­tün kemalâtın üstadı, iki mil­yar nefsi bir tek nefis hük­müne ge­tirebilen, hakiki mede­niyetle ve müspet ve doğru fen­lerle teçhiz edilmiş olan ve hiç­bir kuv­vetin kendisini kıramayacağı bir özel­liktedir. İkinci Kuvvet: Fakirlik ve ih­ti­yaçtır. Biz Müslümanlar, be­li­mizi kıracak kadar fakir ol­mak­la birlikte, aynı zamanda sı­nırsız ihtiyaçlar içerisinde­yiz. Bu durum aleyhimize gibi görünmesine karşı, hakikatte lehimizedir. Çünkü fakirlik ve buna karşılık ihtiyaçlar, mede­niyetin ve sanatın hakiki bir üs­tadıdır. Maddî kalkınma yo­lunda susmaz ve kırılmaz bir motor gücüdür. Üçüncü Kuvvet: Şeriat daire­sindeki hürriyettir. Yani, insa­niyete lâyık en yüksek kemâ­lâta olan meyil ve arzu ile ci­hazlanmış olmaktır. Çünkü gıpta, kıskançlık, reka­bet, gafleti terk edip uya­nık olmak, müsabaka şev­ki, ye­ni­lenme meyli ve medeni­leşme arzusuyla teçhiz edilmiş olan şer’î hürriyet; - İnsanlar önüne yüksek mak­satlar koyup o maksatlara ulaş­mak için insanların birbiriyle yarışmalarını ve o yolda çalış­ma­larını ders verip teşvik eder. - Baskıcı yönetimleri parça par­ça eder. - İnsandaki Allah yolunda ça­lışma gayreti, vatan sevgisi ve şehit olma özlemi gibi yüksek hisleri heyecana getirir. Dördüncü Kuvvet: İmanın iki neticesi olan şefkat ve yi­ğit­­lik duy­gularıdır. Yani, şer’î hür­­ri­yetin esasları olan zâ­lim ve müs­tebitlere dal­ka­­vuk­­luk et­me­­­mek ve bîça­re­­lere ta­hak­küm edip büyüklen­me­mek­tir. Beşinci Kuvvet: İslâmî izzet­tir. Yani İslâm ile şereflen­mek­­ten gelen onurlu ve hay­si­­yetli olma halidir. Bu hal, i’lâ-yı ke­limetullahı (Allah’ın ke­lâ­mı­nı yü­celtmeyi) gerekti­rir. Bu za­­­manda i’lâ-yı kelime­tul­lah da maddeten ileri gi­dip kal­kın­ma­ya ve hakiki me­deni­yete gir­me­ye bağlıdır. 10) Batı Medeniyetinin Çürük Esasları Hutbe-i Şamiye’de istikbalin yal­­­nız ve yalnız İslâm’ın olaca­ğı da­vasına getirilen bir diğer de­lil de Avrupa medeniyetinin so­nunu getirecek olan üzerine oturduğu bozuk esaslarıdır. Avrupa medeniyeti, fazilet ve hüda (hak üzere oluş ve doğ­ruluk) üzerine değil; heves, he­­vâ, rekabet ve tahakküm üze­­­­­rine bina edilmiştir. Bu bo­zuk ve çürük esaslar üzerine otu­­­­­ran Avrupa medeniyetinin şim­­­­diye kadar kötülükleri iyi­lik­­­lerine baskın gelmiş ve pek çok ihtilâlci komitelerle içi kurt­­lanmış bir ağaç hükmüne gir­miştir. Bu durum, Asya me­de­niyetinin Avrupa medeni­ye­tine galip geleceğine kuvvetli bir delildir. 11) Kâinatta Hükmeden Tekâmül Kanunu İstikbalin İslâm’ın olacağı ha­ki­ka­tine bir delil de bütün kâi­nat­ta ve beşer fıtratında hük­meden tekâmül meylidir. Yani her şeyin fıtratına yerleş­tirilen ve ya­ratıldığı andan, ken­­disine tayin edilen kemâl nok­­taya ula­şın­caya kadarki ge­lişip olgun­laşma meylidir. Bediüzzaman Hazretleri, bu de­li­li mealen şöyle izah eder: Cenab-ı Hakk’ın bütün kâinat­ta hükmeden terbiyesini göste­ren bu tekâmül kanunuyla, be­şerin zulüm ve hatasıyla başına çabuk bir kıyamet kopmazsa, istikbalde hak ve hakikat, bir saadet-i dünyeviyeyi de göste­recek inşallah. Zaman, doğru bir çizgi üze­rinde hareket etmiyor. Eğer böy­­le ol­saydı, zamanın başı ve so­nu birbirinden uzaklaşırdı. Belki za­man, yeryüzünün ha­re­keti gi­bi bir daire içinde dö­nüyor. Ba­zen terakki ve yük­selerek yaz ve bahar mevsimi­ni gösterir. Ba­zen de tedennî ve alçalarak kış ve fırtına mev­si­mini gösterir. Her kıştan sonra bir bahar, her geceden sonra bir sabah olduğu gibi, beşerin dahi bir sabahı, bir baharı olacak inşallah. Hakikat-i İslâmiyenin gü­neşiyle, sulh-u umumî daire­sinde haki­kî medeniyeti gör­meyi rahmet-i İlâhiyeden bek­le­ye­bilirsiniz.

Mustafa TOPÖZ 01 Mart
Konu resmiSosyal Medya ve Teknolojinin Etkileri
İnsan

Gün içinde çoğumuzun saatlerini alan sosyal medyanın patronu Facebook, 144 harfe sıkışmış olan Twitter, fotoğraf çukuru olan Instagram ve daha nice­leri.. O kadar çok bağlanmışız ki ailemizi, akrabalarımızı, eşimizi dostumuzu unutur olduk. Unuttu­ğu­muzla kalmadık, iletişimi engelleyen bir duruma geldi­ğin­den dolayı en çokta aileye ve aile içi iletişime hem fiziksel hem de ruhsal olumsuz etki­le­rini görür olduk.  Sinyal yok Bir gün ders sonrası fakül­te­den çıkmış, eve gitmek üzere metro istasyonuna doğru yürü­yordum. Sabah gelirken yolda okumuş olduğum kitabıma de­vam etme niyetim vardı, mer­di­venlerden hızlı hızlı inip en azından bir koltuk boş bu­lu­rum diye acele etmiştim. Ni­hayet dediğim de olmuştu. Met­­roya binip arka taraflarda bir yer buldum, hemen oturup ki­ta­bımı okumaya başlamıştım bi­le. Beş altı istasyon bu şekilde de­vam etmiştim. Bir süre sonra göz­lerim yorulmuş, kitabımı bı­rakmıştım. Koridorda duran genç­lerin hali gözüme iliş­miş­­ti; ki­tabı kapatıp onları göz­­lemlemeye başladım. Baş­ları eğik.. elleri havada.. akıl­lı telefonlarına dikkat kesil­miş­­lerdi. Gün içinde okulda be­ra­ber olan o gençler şimdi bir­birlerine yabancı gibi du­rup konuşmuyorlardı bile. Ara­­dan çok geçmeden metro tü­­ne­le girmiş kabindeki ışık­ları açıl­mıştı. Nedense genç­lerden bi­ri­sinin, arkadaşı ile bir şeyler konuştuğunu fark et­­tim. Sohbet etmeye başlamış hat­ta diğerleri de merak edip onlara katılmıştı. Başları eğik dünyadan kopan o gençlere ne olmuştu da birbir­leri ile sohbet etmeye başlamış­tı? Telefonumu elime alıp “sinyal yok” yazısını görene kadar her şey benim için garipti aslında. Yeni fark etmiştim… Evet, aslında yukarıdaki anlatı­lan şeylere yabancı değiliz, gün içinde çoğumuzun saatlerini alan sosyal medyanın patronu Facebook, 144 harfe sıkışmış olan Twitter, fotoğraf çukuru olan Instagram ve daha nice­leri.. O kadar çok bağlanmışız ki ailemizi, akrabalarımızı, eşi­mizi dostumuzu unutur ol­duk. Unut­tu­­ğu­muzla kalmadık, ileti­şi­mi engelleyen bir duruma geldi­ğin­den dolayı en çokta aileye ve aile içi iletişime hem fiziksel hem de ruhsal olumsuz etki­le­rini görür olduk. Ailenize ulaşılamıyor… Sosyal medya ve teknoloji, ek­ran­da bireyi, farklı bir konuma ve mecraya yönlendirmektedir. Doğrusu bu sosyal olmak mı yok­sa sosyal olabilme uğruna bi­zi insan yapan önemli değerlerin zamanla körelmesine hatta yok olmasına neden mi olmakta bu­nu iyi görmek gerekir. Ken­di ailesinde sosyal olabilmeyi sağlayamayan bireylerin başka­larıyla ekran vasıtasıyla “sosyal­leştim” diyebilmesi ciddi bir soru işaretidir. Ekranda gece 3’lere kadar gezinen, yazışan ve zaman öldüren birisi, sabah­leyin geç kalkıyor ve günü uy­kuya emanet ediyorsa, burada bir sosyalleşme değil, açlığını bas­tırmak için bir arayış söz konusudur. Kültürel konu­mu ne olursa olsun, hatta mes­­le­ği ne olursa olsun, ken­di­ni ekran karşısında kont­rol al­tı­na alamayan birey­lere dö­nüşü­yorsak ve bu dönü­şüm­den do­layı aileler zarara uğruyorsa bı­rakın aile içi iletişimi, ailenin sağlam zeminlerden kaygan ze­minlere geçmesine neden olu­yoruz demektir. Yeme de paylaş Mesela teknolojinin diğer bir kam­çısı olan akıllı telefonlar ha­ya­tımıza girdi gireli, sosyal medya ile yaptığımız paylaşım­lar inanılmaz derecede arttı. Öy­le ki, her pasta kesilmeden, her hediye verilmeden, her kıyafet giyilmeden, her sofra daha mi­safir oturmadan, kebaplar, tat­lılar mideye gitmeden önce bir “klik”le dünya ile paylaşıma sunulabilir hale geldi. Daha olayı yaşamadan, lezzetini ya da elemini tatmadan önce pay­laşımlar ve alınan “like-be­ğen” sayısı gündeme gelmeye baş­ladı. Bazen manzara şuna benziyor: 4-5 yaşlarında küçük bir kız çocuğunun yeni bir el­bise aldığında heyecanla arka­daşlarına “Ayşe baaak, annem bana ne aldı?” demesi, ya da aynı kız çocuğunun markette gezerken “Bana ne bana ne şundan da istiyorum, bundan da istiyorum” demesi gibi. Ya­ni içimizde henüz büyümemiş olan tarafımızın kendini etra­fa tanıtma, beğendirme hevesi cid­di ciddi kendini gösteriyor bu platformlarda. Öyle ki, eğer yapılan bir aktivi­te, gidilen bir mekan Instagram­da ya da Facebookta paylaşılma­sın, sanki bir “eksiklik” hasıl olu­yor.. Arkadaşlar bir mekanda buluşuyorlar, siparişler verili­yor, gelen yemeklerin resim­leri çekilip o anda herhangi bir sosyal paylaşım sitesinden yayınlanıyor, üzerine yorumlar yapılıyor.. Yemeklerin “paylaş­ma” hazzı bittikten sonra yeme faslı başlıyor.. Sonra belki bir de boş tabak paylaşımı.. Bir yere gidildiğinde, fotoğraf çe­kip yüklemekten ya da Four­square programında check-in yapmaktan, fotoğrafa anın­da ge­len yorumlara cevap yaz­mak­tan gidilen gezilen yerden ne kadar tat alınıyor merak için­deyim. Onaylanmak duygusu İnsan olarak hepimizin yaradı­lışında nefsin hoşuna giden ar­zulara meyletme duygusu var, evet. Bu yiyecek, içecek, gez­me, tozma, beğenilme, ün ve şan sahibi olma ve dahası ola­bilir. Ama sosyal medya ile tüm bunlara maalesef bir şey daha ekleniyor ki o da “onay­lanmak” duygusu. Onaylan­mak ve bununla bir tatmin sağ­lamak. “Kaç kişi beni takip edi­yor, kaç tık aldım, kaç yorum yapıldı” .. “Beni taltif eden kaç me­saj geldi” gibi…Eleş­tiriye de ge­nellikle kapalı olunup, olum­suz eleştiri yapan kişi blok­lanıyor.. Bu eleştiri me­saj­larını okuduğumda iki ego­nun sa­vaşını izler gibi oluyo­rum açıkçası. Ya çocuklarımız! Diğer önemli bir meselemiz ise teknolojinin zararlarından etkilenmekte olan bizler ve “çocuklarımız”. Bizlerin kıya­ma­­dığı, yemeyip yedirdiği, giy­meyip giydirdiği, parmağına bir diken battığında içimizin yandığı, ilk göz ağrımız olan ço­cuklarımız var ya hani, işte onlar nerde şu an sizlere soru­yorum? Bilgisayarın başında mı? Telefonda mı yoksa? Te­le­vizyon başında mı? Tablette mi? Ne­rede çocuklarımız? Evet, bel­ki çocuğumuzun oyun alanı ol­ma­yabilir, apartman daire­lerin­de gereğince onlara ya­şam alan­ları sunmakta zorla­na­bi­li­yoruz bu bir gerçek. Zira çocuk koşmak ister değil mi? Çocuk gönlünce zıplamak ister, çocuk çığlık çığlığa bağırmak, toprağa karışmak, çamura bat­mak, kirlenmek, yağmur sonra­sı su birikintisine basıp defalar­ca zıplayıp o sesin ahengi ile ruhunu kaptırmak ister. Ço­­cuk, hayret makamında fıtratı­na uy­gun bir hayat yaşamak ister de­ğil mi? Peki, bizler neden çocuklarımı­zı medya ve teknoloji bataklığı­na içine bırakıyoruz? Neden ruhunun aktığı o coşkun neh­re bir set çekiyoruz? Aile ha­yatımızda en çok yaptığımız hatalardan birisi de bilinçsiz bir şekilde çocuklarımızı medya ve teknolojinin önüne atmak. Onu susturmak için saatlerce ap­tal kutusunun önünde bı­rak­mak. O küçük serçe par­ma­ğının yapısı bozulduğu hal­de telefonu eline verip susma­sı­nı beklemek. Tabletten bir oyun açıp, bitmek bilmez uygu­la­malara teslim etmek. Ve so­nu olmayan çukura yavaşça bı­­rak­mak.. Anne ve Babalara ses­leniyorum: çocuklar, şefkat ve merhamet ile kucaklanmak ister.. İnternet kafelerdeki sa­nal ortamlarda değil. Çocuklar an­layış ister.. Sosyal medyada al­dığı like-beğen, yorumlardan de­ğil. Çocuklar tepeden onlarla konuşan, adeta birer dev gibi onlara tepeden hitap eden bü­yükler değil, tıpkı Güzeller Gü­­zeli Efendimiz (sav) gibi se­­vi­­yelerine eğilip, muhatap alın­­mak ister… Çocuklar, gö­nül dünyalarını incitmeyen, kır­ma­yan, onları teknolojinin ku­cağına atmayan, onları mer­hametle, sabırla kucaklayan an­ne, baba ve büyükler ister. Son söz yerine Sosyal medya; belirli bir süz­gecin olmadığı bir içerik yığını ve bu yığının içinde yararlı şeyler olduğu kadar, zararlı olan şeylerin de bulunduğu bir yerdir. Kişisel gelişimini ta­mamlamamış bir çocuk bu zararlı içeriklerden etkilenip, psi­kolojik olarak zarar görebilir. Böylesi bir durum, hiçbir ebe­veynin istemeyeceği bir şey­dir. Hem küçük yaşlarda ah­­lakları bozulmakta hem de bu fikir karmaşıklığı gele­cek­­lerini olumsuz bir şekilde et­kilemektedir. Öyleyse, ebe­vey­nin üzerine çok büyük bir so­rumluluk düşüyor. Eğer bu vatana, millete ve dinine hiz­­met edecek hayırlı bir evlat yetiştirmek istiyorsanız, çocuk­larınızın sosyal medya ve tek­nolojinin zararlı sistemine bu­laş­malarını ne kadar azalta­bi­lirseniz azaltın. Bunun için de onlarla kütüp­hanelere gidin, kitap fuarlarını ziyaret edin, beraber kitap oku­ma saatleri yapın, uygun der­gilere abone edin. (Çocuğa de­ğer verilerek ismine bir dergi gelmesini sağlamak onu motive edecektir.) Çocuğumuzun eline bir kitap verdiğimizde siz de bir kitap okumaya başlayın; çocuk sıkılıp, vazgeçmeye çalıştığında sizi okuyor görünce o da oku­maya devam etsin. Onlarla ge­zi saatleri düzenleyin, farklı et­kinlikler yapın; bir hafta sonu beraber balık tutun, tohumlar alıp bahçenize ekin, hayvan ba­rınağına gidip ziyaretler ya­pın, sıla-i rahime önem verin. Kısacası çocuğunuzu hayata kazandırın; televizyon ve bil­gisayarın önüne bırakarak bit­ki­sel hayata terk etmeyin! Bakınız Hz. Ali Efendimiz ‘Ço­­cuklarınızla 7 yaşına kadar oynayın, onlarla ço­cuk­laşın, 15 yaşına kadar on­larla arka­daşlık edin ve da­ha sonra on­larla istişare edin’ buyuruyor. Biz çocukları takdir etmezsek, takdir gördükleri yerleri, bize tercih ederler. Biz çocukları dinlemezsek, ço­cuk­lar kendilerini dinleyen / din­­lemek zorunda kalan yerleri tercih ederler. Biz çocuklarla tartışmazsak, ço­cuklar rahatça tartışmalarda ken­­­di­lerini ifade edebildikleri or­­­tam­ları tercih ederler. Biz çocuklarla konuşmazsak, ço­cuklar rahatça konuşabildikleri ortamları tercih ederler. Kaynakça: 1-) http://www.cocukaile.net/sosyal-medya-neden-yaygin/-Fatih Akbaba, Pazar Sohbetleri, “Sosyal Medya ve Aile”Rabia Nazik, “Bir Analiz/Instagram ve Sosyal Medya Bize Ne Söylüyor”-Selva Sönmez, “Çocuklar Hayret Makamında Kucaklanmak İster”2-) Sosyal Medya Uzmanı Hakan İlbiz, Ebeveynlere Tavsiyeler, Yeni Akit Gazetesi  

Muhammed KIZIL 01 Mart
Konu resmi10. Söz Haşir Risalesi Özeti
Risale-i Nur

Risalenin İsmi : 10. Söz, Haşir Risalesi Telif Tarihi ve Yeri : 1928- Barla Dili : Türkçe Konusu : Yüce Allah’ın varlığını ispat etmek Yüce isim ve sıfatlarını ispat etmek Öldükten sonra dirilmeyi yani Haşri bu isim ve sıfatlar ile ispat etmek Risalenin Müellife Göre Değeri: l Yüzden fazla ayetin bir tefsiridir l  En büyük dehaların akıl yoluyla ispat edemedikleri haşir konusunu halkın dahi anlayabileceği tarzda, gündüz katiyetinde ve aklî delillerle ispat eden bir risaledir l Haşrî inkar eden fikirleri tam kırdı ve susturdu. l Haşrî ispat eden son derece kuvvetli bir burhandır. l"Haşrin olacağına baharın geleceği kesinliğinde inanmazsan parmaklarını gözüme sok" diyecek derecede burhanlari ortaya koyan bir risaledir. l Kalbi, iman-ı kâmil derecesine çıkaracak burhanları sahip bir risaledir. l Keramet sahibi bir risaledir. Metodu : Temsilî Hikaye, Muhalif fikrin batıl sonuçlarını gösterme, Müşahede-i âlem ile istidlal, Burhan-ı innî, Burhan-ı limmî Bu risale on iki suret, dört işaret ve on iki ha­kikatten meydana gelmektedir. Suretler, ha­­­kikatlerde anlatılan konuların, temsilî hi­kâ­yeler olarak yazılmasından ibarettir. İşa­retler bölümünde ise nefis ve kalbin, felsefe öğrencisi ve Kur’an talebesinin, İslam üm­meti ve küfür milletinin yüce Allah’ın var­lığı ve sıfatları, Hz. Muhammed’in (sav) pey­gam­berliği, insanın önemi ve değeri, öldükten sonra cismanî ve ruhanî olarak dirilişin de­li­lleri olan temel düşünceleri mukayese edil­mektedir. Birinci İşaret: Felsefe Şakirtlerinin, küfür milletinin ve nefs-i emarenin en müthiş da­laleti, Cenabı Hakkı tanımamaktır. Bir harfi kâtibsiz, bir kanunu hâkimsiz kabul etmeyen akıl, nasıl olur da her kelimesinde bir kitap, her harfinde bir kaside yazılı olan harika bir kitabı, kâtibsiz kabul edebilir? Öyle ise bu muhteşem âlem kitabının sahipsiz olması imkânsızdır. Çünkü bu âlem kitabının bir sayfası olan yeryüzünde milyonlarca kitap olan varlıklar yazılmıştır. Birer kelime olan ağaçlar, birer harf olan meyveler ve birer nokta olan çekirdeklere bakıldığında binlerce kitapların yazılı olduğu görülecektir. Öyle ise bu âlem, celal ve cemal, kudret ve hikmet sahibi yüce Allah tarafından yaratılan bir eser olduğuna iman etmelidir. Akıldan istifa etmemiş olan herkes bunu kabul eder. Bir hanenin ustasını kabul eden akıl, harika sanatlar, nakışlar ve süslemeleri olan bir sa­rayın mimarını elbette kabul edecektir. Öyle ise âlem sarayının da yaratıcısı olan Allah’a iman edilmelidir. Parlak şeylerde yansıyan güneş, gökteki gü­neşi gösterdiği gibi hikmetle değişen ve tazelenen muntazam kâinat da yüce yara­tı­cıyı göstermektedir. Aksi halde her bir atomda yaratıcının bütün özelliklerini ka­bul etmek gerekmektedir. Kısacası her şey­de yüce Allah’ın varlığının delilleri açıkça görülmektedir. İkinci İşaret: Ulûhiyet ve kâinatın müzey­yen hali peygamber göndermeyi gerekti­rir. Ulû­hiyet, peygamber göndermeyi ister. Çün­kü: - Kusursuz bir cemal kendini göstermek ister. - Mükemmel bir sanat, dikkatleri üzerine çek­tirecek bir dellal ister. - Âlemlerin rabbi olan yüce Allah’ın saltanatı ilan edici hem bir kul hem de peygamber bir zatı ister. - Her türlü ayıp, kusur, eksiklik ve çirkinlikten münezzeh olan ilahi zat, cemalinin güzelliğini ve güzelliğinin inceliklerini aynalarda görmek ister. - Acip ve değerli şeylerle dolu hazinesini hal­ka gösteren bir zat, o hazine için sarraf bir tarif edici ve teşhir edici birini ister. Gizli ke­malatını bildirmek ister. - Yüce Allah’ın isimlerinin kemalatını ifade eden mükemmel sanatlarla alemi doldurması bir muallim zatı ister. - Şu âlemin sahibi, kâinattaki her türlü de­ğişimin maksadını, varlığın nereden gelip ne­reye gittiğini ve bu dünyadaki vazifesini bil­direcek bir elçi ister. - Kendini kullarına tanıttıran ve sevdiren yü­ce Allah, nelerden razı olduğunu anlatacak bir elçi ister. - İnsanın, kesrete müptela ve küllî ubudiyete uygun yaratılışı, onu vahdete döndürecek bir elçi ister. Peygamberliğin bu ve benzer görevlerinden anlaşılıyor ki uluhiyet, risaletsiz olmaz. Âlem­de yukarıda sayılan vazifeleri Hz. Muham­med’den (sav) daha güzel yapan birisi var mı? Hz. Muhammed (sav) bütün resullerin seyyididir. Bütün enbiyanın imamıdır. Bü­tün asfiyanın serveridir. Bütün mukarrebi­nin akrebidir. Bütün mahlukatın ekmelidir. Gös­terdiği mucizelerden başka Kur’an-ı Kerim Onun (sav) peygamber olduğuna yeterli bir delildir. (Devam Edecek)

Muhammed AYDIN 01 Mart
Konu resmiİttihad-ı İslâm’ın Tarifi
Risale-i Nur

İttihad, cehaletle olmaz. İttihad, imtizac-ı efkârdır. Yani fikirlerin ve düşüncelerin birbiriyle kaynaşması ve uyuşmasıdır. Aynı fikirler, düşünceler ve duygular etrafında İslâm milletlerinin ortak bir duruş göstermesi ve birbirleriyle fikren uyuşarak ittifak halinde hareket etmeleri demektir. Bu da ancak bilgi ve marifetin nuruyla mümkündür. Bediüzzaman Hazretleri, bilinçli her Müslü­manın lüzumlu görüp talep edeceği ittihad-ı İslâm’ın tarifini, 1911 senesi şartlarında ve zemininde şu ifadelerle resmetmektedir: İttihad-ı İslâm’ın; Hacerü’l-Esved’i: Kâbe-i Muazzama’dır. Işık saçan beyaz incisi: Ravza-ı Mutahhara’dır. Mekke-i Mükerremesi: Arap yarımadasıdır. Medine-i Münevveresi: Osmanlı Devleti’dir (İslâmî hürriyeti tam tatbik etmek kaydıyla). Şeyhlerden Beklenenler Müminleri hak yola irşat etmek ve insan-ı kâmil olmalarına vesile olmakla vazifeli olan şeyhlerin, kendilerine tâbi olan müminleri sevk, idare ve istihdam etmeleri, ücretlerini almaları anlamına gelmektedir. Artık tâbi­lerine hizmet etmek, şeyhlerin üzerlerine bir borçtur. Bediüzzaman Hazretleri, şeyhlerden bekle­diklerini şöyle sıralamaktadır: - Daima yüksek perdeden dile getirdikleri ve dillerinden hiç düşürmedikleri ihlası elde etmek. - En büyük cihat olan nefisle cihat etmek. - Zühdün manası olan şahsî menfaatleri terk etmek. - Daima iddiasında bulundukları ve İslâmi­yet’in en esaslı seciyesi olan muhabbet (sevgi). - İnat, gıybet ve tarafgirlik gibi düşmanlık eken duyguları aralarından kaldırmaları ge­rekmektedir. Zira bir kısım sapkın bi­dat fırkalarının ve sahte şeyhlerin ortaya çık­ma­larına sebep olmaktadırlar. Şeyhlerin Birbirini İnkâr Etmesini Zaman Nesh Etmiştir Maalesef ümmetin en büyük dâhilî prob­lemlerinden birisi de tarafgirlik, haset ve inat duygularıyla diğer cemaat ve tarikatlara bakarak onları ötekileştirmek ve inkâr etmektir. Hatta adeta bir düstur gibi, diğer cemaat ve tarikatları sevmeyi ve onlarla dostane ilişkiler içinde olmayı haram olarak görmektir. Bediüzzaman Hazretleri içler acısı ve yürek­ler yakan bu halin ıslahı için mealen şu na­sihatlerde bulunmaktadır: “Muhakkak ki müminler kardeştirler”1 ayeti, İlâhî bir kanundur. “Sizden hiçbiriniz kendisi için istediğini din kardeşi için de istemedikçe tam iman etmiş olamaz”2 hadis-i şerifi nebevî bir düsturdur. Bu ayet-i kerime ve şu hadis-i şerif varken nasıl bu birbirini inkâr meselesi doğru olabilsin? Allah kelâmı değil ki hükmü kaldırılmasın. İşte zaman onu nesh etmiştir, yani hükmünü ortadan kaldırmıştır. Bir şeyin zararı fayda­sından fazlaysa o şeyin kalkmasına cevaz ve fetva verilir. Nesh edilen bir hüküm ile de amel etmek caiz değildir. Şeyhlerin birbirini inkâr etmelerine, birbir­lerinden gördükleri fenalıklar sebep olarak gösterilse dahi yine de bu durum, inkâr ve düşmanca davranışa haklı bir gerekçe olamaz. Çünkü muhabbeti gerektiren İslâmiyet ve insaniyet, Uhud Dağı gibidir. Düşmanlığı netice veren sebepler ise bazı küçük çakıl taşları gibidir. Muhabbeti düşmanlığa mağ­lup ettiren birisi, hakikat nazarında Uhud Dağı’nı bir çakıl taşından aşağı bir dereceye indirmek gibi ahmakçasına hareket etmiş olur. Bediüzzaman Hazretleri, bütün bu izahlardan sonra muhabbet meselesinde takip ettiği yol ve mezhebini şu cümlelerle özetler: “Benim mezhebim; muhabbete muhabbet etmektir, husumete husumet etmektir. Yani dünyada en sevdiğim şey muhabbet ve en darıldığım şey de husumet ve adavettir.” Veli Şeyhle Sahte Şeyhin Farkları Hakiki mürşit ve velinin 5 özelliği: 1- Akıl ve kalbin her ikisini de nurlandırıp birleştirmektir. 2- Mesleği muhabbettir. 3- En bariz özelliği, nefsani arzularını terk etmektir. 4- Huy ve karakteri, tevazu ve alçakgönüllülüktür. 5- Tarikatı, İslâm’ın muhafaza ve kuvvetlenmesi için gayret etmektir. Sahte şeyhin 4 özelliği: 1- Mesleği, başkasının noksanını göstererek kendi meziyetini ortaya koymaktır. 2- Başkalarına düşman olmayı telkin ederek kendini sevdirmeyi amaçlar. 3- Tarafgirlik duygusu ile birlik ve beraberliği bozar. 4- Gıybete meyletmeyi sonuç veren, kendine olan sevgiyi, başkasının husumetine bağlı gösterir. Bu özellikler bir kişide bulunuyorsa o ki­şi, şeyhlik taslayan bir ağa, kuzu postuna bü­rünmüş bir kurttur esasen. Dini kullanarak dünyayı avlamak peşindedir. Böyleleri ya uğursuz ve çirkin bir lezzete kanarak veya alçak ve süflî bir hevese tutularak veya yanlış bir içtihatla aldanarak kendisini iyi zannedip büyük şeyhlere ve mübarek zatlara sû-i zan yolunu açmışlardır. Kaynaklar: 1- Hücurât Suresi, 102- Müslim, İman: 71, 72; Buhârî, İman: 7

Mustafa TOPÖZ 01 Mart
Konu resmiOsmanlı Minyatür Sanatı
Kültür ve Medeniyet

Minyatür, çok ince işlenmiş küçük boyutlu resimler ile bu tür resim sanatına verilen isimdir Minyatür, doğu ve batı dünyasında çok eskiden beri bilinen bir resim tarzıdır. Ama minyatürün bir doğu sanatı olduğunu, batıya doğudan geldiğini ileri sürenler vardır. Doğu ve batı minyatürleri resim sanatı yönünden hemen hemen birbirinin aynı olmakla birlikte renk, biçim ve konularda ayrılıklar görülür. Türkçede nakış, tasvir, resim sözcükleriyle anılan minyatürler, yazma kitapların metinlerinde anlatılan öykü, olay ya da bilgiyi resim diline aktarmak olarak tanımlanabilir. Yazılı metinlerin ya da sözlü aktarımların resim haline getirme geleneği çok eskilere gitmektedir. Bu gelenek İslâm dünyasında da benimsenerek sür­­­dürülmüştür. Özellikle el yaz­­­­­ması kitapların içinde hayat bu­­­­lan minyatürler, yüzyıllar bo­yun­ca İslâm görsel kültürünün en yaygın unsuru olmuştur. Nak­­­kaş ya da Musavvir adıyla bi­­­li­­nen minyatür sanatçılarının ça­lışma yöntemleri zaman ve coğ­­rafya içinde değişmiş, yeni tek­­­nikler ve imkânlarla zenginleşmiştir. Minyatür, kitapları resimlemek amacıyla yapıldığından boyutları küçük tutulmuş olup bu ortak bir özelliktir. Doğu ve Türk minyatürlerinin özelliği, minyatürlerin çevresi çoğu kez “Tezhip” denen bezemeyle süs­lenirdi. Minyatürde sulu bo­ya­ya benzer bir boya kullanı­lırdı. Yalnız bu boyaların karı­şımında bir tür yapışkan olan Arap Zamkı biraz daha fazladır. Boyama işi için çeşitli ebat ve büyüklükte fırçalar kullanılırdı, fakat çizgileri çizmek ve ince ayrıntıları işlemek için yavru kedilerin tüylerinden yapılan ve “Tüykalem” denen çok ince zarif fırçalar kullanılırdı. Resim yapılacak kâğıdın üzerine Arap Zamkı katılmış üstübeç sürülürdü. Renklere saydamlık kazandırmak için de bu yüzeyin üzerine bir kat da altın tozu sürüldüğü olurdu. Bilinen en eski minyatürler Mı­­sır'da rastlanan ve MÖ II. yüzyılda papirüs üzerine yapılan minyatürlerdir. Selçuklu döneminde minyatüre önem ve­rilmiş, Selçuklular'ın İran ile iliş­kileri nedeniyle minyatür sanatı İran etkisinde kalmıştır. Os­manlı min­yatüründe İran tar­zının etkili ol­ması, doğudan gelen sanatçıların tesiriyledir. Kânûnî Sultan Sü­leyman Han zamanında sarayın Nakkaşbaşısı olan Şahkulu, Tebrizli’dir. Daha önce Nakkaşbaşı olan Velican da aynı şehirden gelip İstanbul'a yerleşmiştir. Topkapı Sarayı’nda, İranlı nakkaşların yanında Türk nakkaşlarının da bulunduğu bilinmektedir. Hatta bu nakkaşların iki ayrı atölyede çalışarak Nakkaş-ı İrânî, Nak­kâş-ı Rûmî (Anadolu) ola­rak tasnif edildikleri bilinmek­tedir. Osmanlı nakkaş ve müzehhiblerinin aynı zamanda us­ta birer minyatürcü oldukları söy­len­mekteyse de yalnızca bir ka­­çının resim çizmekle meşgul ol­­dukları, minyatürlerde bulunan imzalarından anlaşılmakta­dır. On yedinci yüzyılda yaşayan Ünlü minyatürcü Levni'ye gelinceye kadar, birçok sanatçıya rastlanmaktaysa da, bu sanatçı Osmanlı minyatürünün zirvesini teşkil etmiştir. Sultan III. Ahmed'in Nakkaşbaşısı olan Levnî, Türk sanatında ayrı bir ekol olarak kabul edilir. O zamana kadar ulaşılamayan çizgi, şekil ve renklendirme ahengi görülen Levnî'nin eserlerinde renkler öncekilere göre daha soluk olmakla beraber, figürler daha zarif ve edâlıdır. Zamanımızdaki resim anlayışına daha yakın çizen Levnî, bu itibarla ayrı bir ekoldür. Levnî'den sonra, doğu tarzından uzaklaşan Osmanlı minyatür sanatı realizme meyleder. Tabiat unsurlarını stilize eden nakkaşlar azalmaya başlar, manzara ve çiçek resimlerine merak artar. Barok devrinde gittikçe bu temayül artar ve empresyonizme iyice yaklaşılır. XIX. yüzyıldan sonra Avrupa resimlerine meyl artmış ve binaların tavan, dolap ve duvarları manzara resimleri ile süslenmeye başlanmıştır. Sultan II. Mahmud Han devrinden sonra ise kitaplara minyatür çizme ananesi tamamen kalkmış ve bunun yerine duvara asmaya mahsus tablolar yapılmaya başlanmıştır.  

Mustafa YILMAZ 01 Mart
Konu resmiFitnelerden Kurtulmanın Çaresi
İtikad

Rol model bildiğimiz Rehber-i Ekmel (sav) ve Sahabelerinin nurunu ve ruhunu yeryüzünde ihya edelim. Kur’an ve Sünnet rehberliğinde ümmetin icmaı ile doğudan batıya, güneyden kuzeye va’d-i ilahiyi Allah’ın yardımıyla gerçekleştirelim. Resul-i Ekrem Efendimiz (sav), “Ümmetim mübarek bir ümmettir, evveli mi yoksa sonu mu daha iyidir bilinmez.” buyurmaktadır. Bu hadis-i şerifi yorumlayanlar, ümmetin başlangıcı ve sonu arasında bir benzerliğin olduğuna vurgu yapmışlardır. Ümmetin evvelinin yani Sahabe ve tâbiin Efendilerimizin iyiliği hakkında kanaatimiz tamdır. Bu hadis-i şerif, ahirin de evveli gibi hayırlı olacağına dair bir müjde vermektedir. Çünkü Müslümanların ilk asrını değerlendirdiğimizde, günümüze benzer şartları ve zorlukları görmekteyiz. İslam düşmanlarının dehşetli, şiddetli baskısı,  hurafe, tahrifat, dalalet ve sapkınlıkların her tarafı istila etmesi, her iki ucun da en bariz benzerlikleri olarak karşımıza çıkmaktadır. İslamın ilk ortaya çıktığı dönemde Mekke’de Müslümanlar,  putlara değil de Allah’a ibadet ettikleri ve O’nu birledikleri için; - Ötekileştirmeye, iftiraya, haka­rete, işkenceye maruz kaldılar. - Kendi kabile ve aileleri tarafından dışlandılar. - Bir kabile ve aşirete mensup olmayanlar ölüme mahkum edil­diler. - Açlıga, ambargoya, sosyal izolasyona tabi tutuldular. Müslümanları, maruz kaldıkları bu baskılar karşısında zahirde koruyup gözetecek hiç bir siyasi otorite ve güç yoktu. Bu sırada, Peygamberliğin on birinci yılında Medineli altı kişi yeni bir başlangıcın alt yapısını hazırladı. Akabe biatları ve Musab b. Umeyr’in Medine’deki çalışmalarıyla, Müslümanlara yeni bir dünyanın kapısı aralandı. Medineye hicretten sonra ise mücadele farklı bir boyut kazandı. Müslümanlar burada siyasi bir güç olarak ortaya çıktı. Hz. Peygamber (sav) siyasi bir kimlik kazandı. Mekke’de en önemeli ve tek proplem müşriklerken, bunlara Yahudi ve Hristiyanlar da eklendi. Siyasi güç karşısında zaafa uğrayan bir kısım İslam düşmanlarıysa, Müslümanlar arasına Müslüman kisvesiyle sızmaya başladı. Münafık olarak nitelendirilen bu kısım ise islam ümmeti için en tehlikeli grup olarak yadediliyordu. Hz. Peygamber (sav) Medine’de; - Ensar ve Muhacir arasında kardeşliği tesis etmeye, - Müşriklerin taarruzlarını önlemeye, - Hristiyan ve Yahudilerin hurafelerini temizlemeye, - Münafıkların hilelerine karşı tedbir almaya, - Civar kabile, topluluk ve devletlere İslam’ı tebliğ etmeye çalışıyordu. Yani zaman müthiş, düşmanlar dehşetli, baskılar şiddetli. Hz. İsa’dan (as) itibaren birikerek gelen hurafe, bidat ve sapkınlıklar her tarafı sarmıştı. Hz. Peygamber (sav) ve arkadaşları ise sayıca az, zayıf, fakir, kuvvetsiz... Bununla beraber Allah’ın omuzlarına yüklediği İslam davasını taşımakla mükelleftiler. Omuzuna yüklenen yükün kıymet, ehemmiyet ve büyüklüğünün farkında olan Sahabe Efendilerimiz (ra), bu zor şartlarda islam davasını nasıl ayağa kaldırdı? Onlara zafer kazandıran sır neydi? Bedir’de, Uhut’da, Hendek’de müşrikleri püskürten; Mute’de ezici çoğunluktaki Bizans ordusuna karşı koyan kudret nereden geliyordu? Sahabelerin (ra) bu suallere karşı ortaya koyduğu cevap ve yazdığı reçete ortadadır. İHLAS’ı en mühim bir esas, bir haslet, bir dayanak noktası, bir kurtarıcı olarak görmüşler. Maksatlarına ve hakikatlere ulaşmak işin kuvvetlerini Hak’ta ve ihlasta bilmişler. Dua ve ibadetlerinde ihlaslı olmayı yegâne kurtuluş çaresi görmüşlerdi. “Anam, babam tatlı canım sana feda olsun, Ya Resulallah” demişlerdi. Bunun ihlasla söylenen bir söz oldugunu Bedir, Uhut, Hendek, Hayber, Mute, Tebük gibi destanlaşan mücadelelerde canlarını siper ederek, servetlerinden vaz geçerek, eş ve evlatlarını gözü yaşlı bırakmayı göze alarak göstermişlerdir. İşte onlar; - Allah’ın dinini dünyevi menfaatleri için kullanmayarak, - Allah’ın rızasından başka rızayı gözetmeyerek, - Başarıyı Allah’ın lütfu, ihsanı bilerek, - Bir fabrikanın çarkları bir vücudun azaları gibi kardeş olarak, - Kuvveti Hakk’a tabi olmakta görerek, - Kardeşlerinin şereflerini kendi şerefleriyle bir tutarak, - Aynı saf üzere sımsıkı ayakta durarak, - Birbiriyle çekişmeyerek, - Gönülden hakka bağlı kimseler olarak, - Fazilet-füruşluk, malumat-füruşluk yapmayarak, - Nefsini isyanıyla örtmeyip, istiğfarla temizleyerek, - Nefsin kötülüklerine karşı Rah­man’a sığınarak, - Dinde samimi kimseler olarak, - Ücretini yalnız Allah’tan bekleyerek muhlis kullardan olmuşlardır. İşte bu ihlasları netice vermiş; her açıdan üstün olan küffar önlerinde diz çökmüştür. İstatistikleri alt üst eden bu işin sırrını, saymış olduğumuz özellikleri içinde barındıran ihlasta aramak gerektir. Sahabenin küçük kardeşleri olan ahir zaman Müslümanlarının da yegâne kurtuluş çaresi, ihlastır. Zira aynen sahabelerde olduğu gibi günümüzde de düşman siyasi, askeri, teknik ve ekonomik açıdan çok güçlü. Zamanın fitnesi, kitle iletişim imkânlarının gelişmesiyle, çok tesirli ve etkili. İnananları manipüle edecek, dezenformasyona uğratacak, hurafe ve bidalara sokacak ziyadesiyle imkâna sahipler. Dünyanın nabzını tutan ve yeryüzünü bir köy gibi idare eden bu din düşmanı komite ve güçlere karşı âlem-i İslam’ın durumu ortada. İşte biz Müslümanlar, -sahabe misal- ihlasın tüm özelliklerini kendi ruhumuzda yaşayarak o kuvvete erişemezsek, rahmet-i ilahiyenin gelmesi gecikecektir. İşte bu rahmetin gecikmemesi için; - Makam, şöhret hırsını bir kenara atarak, - Korku kanatlarını kırarak, - Aç gözlülüğün tuzağından çıkarak, - “Bütün Müslümanlar kardeştir” düsturuyla hareket ederek, - Irkçı iblisle yoldaşlığı bırakarak, - “Ben” değil, “biz” diyerek, - Tenbellik ve atalet zincirini çözerek, - Hak namına keyfimizi bozarak yeni ve kutlu bir dünyanın kapılarını aralayalım. Rol model bildiğimiz Rehber-i Ekmel (sav) ve Sahabelerinin nurunu ve ruhunu yeryüzünde ihya edelim. Kur’an ve Sünnet rehberliğinde ümmetin icmaı ile doğudan batıya, güneyden kuzeye va’d-i ilahiyi Allah’ın yardımıyla gerçekleştirelim. Not: Bu yazıdan sonra Yirmi Birinci Lem’a ve Hucumat-ı Sitte Risalesi okunması önemli olacaktır. Zira bu yazı bu iki risaleden istifadeyle yazılmıştır.

Ali SEMERCİ 01 Mart
Konu resmiİngiliz Çocukların İslamiyete İlgisi
Kültür ve Medeniyet

Hayrat Vakfı İngiltere temsilciliği olarak geçtiğimiz hafta bir İngiliz okulunda tebliğ seminerleri verdik. Londra, Brighton, Southampton, Eastleigh, York, Basingstoke, Oxford ve Cambridge gibi pek çok şehirde, Kur’ân-ı Kerim Dersleri, Osmanlıca Kursları, Risale-i Nur İlim Meclisleri, Gençlik Seminerleri, çocuklar için hafta sonu okulları ile beraber gayrimüslimler için İslami bilgilendirme faaliyetleri üzerine yoğunlaşan vakıf bilgilendirme ve eğitim faaliyetleri yaptık. Dört Sınıfta Hz. İsa Aleyhisselam Okulların talebi üzerine İngiliz çocuklara Hz. İsa (as)’ı anlattık. Tamamı İngilizlerden oluşan okulun bulunduğu bölgede ya­­­şayan Müslüman olmaması se­­be­biyle, öğretmenler, okul­lara Müslüman konuşmacılar da­vet ediyorlar. Biz de İngi­liz okulunda, dört sınıfta, top­lam­da 100’e yakın ilk­okul öğ­rencisi ile beraber öğret­men­ler, asistanlar, okul mü­dü­rü ve okul papazının da katıl­dığı eğitimler yaptık. Çok şü­kür eğitim ziya­reti başarı ile ta­mamlandı. İslamiyet’e Göre Peygamberlik ve Delilleri İlkokul 4-5-6 ve 7. sınıflara Ri­sale-i Nur temelli veri­len ders­­­lerde, imanın şart­ları, pey­­gam­­berlik nedir, pey­gam­ber­­lerin özellikleri, pey­gam­ber­­lerin mucizeleri, Hz. Mer­yem ve Hz. İsa (as) anlatıldı. Ay­rı­ca çocuklara Kur’ân-ı Ke­rim’deki 19. Sure olan Mer­yem Su­resi gösterilip sure­nin içe­­riği hakkında bilgi ver­dik. İn­cil’de Hz. Meryem hakkın­da­ki bilgilerden daha fazla de­tay içe­ren Meryem Suresi, ço­cuk­ların ve papazın çok ilgisini çekti. Sınıflarda Kur’an Tilaveti Ders verilen sınıflarda Arapça orijinal haliyle halk arasında Âmenerrasulu olarak bilinen Ba­­kara Suresinin son iki ayeti­ni oku­duk ve mealini öğrenciler­le paylaştık. İlk sınıfta Kur’an tilavetini din­leyen papazın di­ğer sınıfta daha yüksek sesle okun­­­masını talep etmesi üze­rine, diğer bütün sınıflarda ayet­­­ler daha gür bir sada ile okun­du, elhamdülillah.  Papaz: “Sizden Öğrendik­leri­mi Cemaatime Anlatıyorum” Düzenli olarak yaptığımız zi­­ya­retlerden memnuniyetini di­le ge­tiren Anglikan Kilisesi pa­­pa­zı, an­latılanlardan memnuniyeti­ni şöyle dile getirdi: “Sizden öğ­­rendiklerimi cemaatimle pay­­­­­­la­­şıyorum. Müslümanların kö­tü insanlar olmadıklarını görü­­yo­rum. Sizin bir gün de ki­li­sem­de konuşma yapıp böl­ge in­sanıyla tanışmanızı ar­zu ederim. Bu bölgede hiç Müs­lüman yok. İs­lamiyet, televiz­yondan gör­dü­ğümüz gibi de­ğilmiş. Çok ortak yanımız var­mış. Ar­kadaşlarımın da öğren­mesini isterim.” Okulun papazı, memnuniyeti­ni belirtmekle beraber, gelecek seminerlerde çocukların kafa­larını karıştıracak, temel mev­zu­lara girilmesinden rahatsız olduğunu da dile getirdi. “İsa Aleyhisselam’a biz –haşa- ilah diyoruz, siz ise peygamber di­yor­sunuz. Bu büyük bir fark. Kafalarının karışmasından kor­kuyorum.” Yiyen, İçen, Uyuyan “İlah” Olamaz! Dersler esnasında pek çok so­rular soran öğrencilerin en ilgi çeken soruları ise, İsa Aley­his­selam’ın neden ilah ola­maya­ca­ğı ile ilgili idi. Yiyen, içen, uyuyanların ilah olamayacağı­nı öğrenen çocuklar papazın endişesini doğruladı. Tevhid inancının anlatıldığı dersler­de papazın tedirgin hali gözler­den kaçmadı. Fakat çocukların gözlerinin içi gülüyordu. Hakiki Hz. İsa Kimdir? Hristiyanların, İsa Aleyhis­se­lam’a –haşa- ilahlık vermesi­nin bir sebebi de, hastaları iyi­leştirmesi, ölüyü Allah’ın iz­­niy­le diriltmesi gibi mucize­leri­­dir. Yaptığımız derslerde, mu­­ci­ze­nin ulûhiyet alameti de­ğil pey­gamberlerin nübüv­vet de­lil­­lerinden birisi olduğu­nu anlattık. Hemen her pey­gam­­berde bu mucizeli hallerin ol­du­ğunu, mucizelerin Allah’ın iz­niyle gerçekleştiğini vurgula­dık. Ayrıca, Hristiyanlıkta yanlış ola­­rak inanılan ve temel bir doktrin olan bir mevzua da açık­­lık getirildi. Hristiyanlara gö­re, Âdem Aleyhisselam ile Havva validemizin cennetten çı­­karılma sebebi olan günahın nesilden nesile aktarıldığına ina­­­nılır ve her çocuk günahkâr do­­ğar. Hz. İsa Aleyhisselam’ı ilah olarak kabul etmedikçe gü­­nahları dökülmez inanışına kar­şı, İslamiyet’te her bebeğin gü­nah­sız ve safi doğduğu an­latıldı.  Çocuklar Mucizeleri Çok Sevdi Sunumlar esnasında son pey­gam­ber olarak tevhid inancı ile birlikte Hz. Muhammed Aley­hissaletu Vesselam’ın Al­lah ta­rafından gönderildiği an­la­tıl­dı. Hz. Âdem, Hz. Nuh, Hz. İbrahim, Hz. Davud, Hz. Musa, Hz. İsa Aleyhisselamlar gibi Hz. Muhammed’in (sav) de Allah’ın kulu ve elçisi ol­duğu anlatıldı. Sevgili Peygamberimiz Hz. Mu­­ham­med Sallallahu Aley­hi ve Sellem Efendimizin mucize­lerinin tiyatral ve hareketli bir biçimde anlatılmasını çok se­ven çocuklar, en çok şakk-ı ka­mer (ayın ikiye ayrılması) ve taşların konuşması mucizelerini sevdiler. Gelecek Dönem Tekrar İstiyoruz Okulda farklı görüşlerin dile getirilmesinin bir zenginlik ol­duğunu dile getiren okul mü­dürü, gelecek dönem de yeni bir konu ile seminerlere devam etme kararı aldı. Çocukların si­zi görmesi bizim için çok önemli. Bizzat bir Müslüman ile yüz yüze konuşmalarını ve sorularını çekinmeden sorma­ları­nı önemsiyoruz, dedi. Anlat­tıklarınız bana da çok mantıklı geldi. Hz. İsa’nın peygamberler silsilesinin bir parçası olması gayet mantıklı. İlah olmadığı fikri üzerinde ben de ciddi dü­şünmeye başladım. Ayrıca okul müdürü, okulun özel bir noktasında ve en çok geçilen yerlerinden birinde İs­la­miyet köşesi hazırlattı. Okul ga­ze­tesi formatında hazırlanan köşede, bizim hazırladığımız ya­zılar ve resimler öğrencilerle pay­laşılıyor. Ayrıca, bu köşe­de okul öğrencilerinin yaptığı mü­la­katlar da yer alıyor. Okul pa­pazının, “Okulda benim için ayrılmış bir bölüm maalesef yok, müdür beyden bir köşe de ben talep ediyorum” demesine rağmen henüz olumlu bir ce­vap almış değil.  Papaz, hususi görüşmemizde ba­­­na aynen şöyle dedi: “Bu ül­ke artık Hristiyan bir ülke de­ğil. İnsanlar, Hristiyanlıktan kop­­tular, yerine bir şey de ko­ya­­madılar. Modern eğlen­ce­ler onun yerini dolduramıyor. Bu top­­lumu ancak din kurtara­bilir.” İslamiyet’e İlgi Artıyor İngiltere’de özellikle göçmen kri­zi ve Avrupa Birliği’nden çı­kış sürecinde, ırkçılık art­mış ve eğitimli insanlar ara­sında İslamiyet’e karşı tevec­cüh artmaya başladı. Ziyaret­lerimizde çok temiz insanlarla karşılaşıyoruz. Daha önce, bi­rin­ci söz, cennet, malını ve nefsini Allah’a satmak, sadaka ve zekât ile ilgili sunumlar yapmıştık. Özellikle çocuklar çok safiler ve Risale-i Nurları ilgiyle dinliyorlar. Hayrat Vakfı olarak, fisebi­lil­­lah -karşılık beklemeksizin- Tür­­kiye’de, Asya’da Avrupa’da, Af­ri­ka’da ve pek çok ülkede oldu­ğu gibi İngiltere’de de tebliğ ve temsil faaliyetlerine devam edi­yoruz. Gayret bizden, Tevfik Allah’tan.

Hamza BERAAT 01 Mart
Konu resmiRisale-i Nur Hak Söylüyor Ateistten Al Haberi
Risale-i Nur

Tıp Fakültesi yıllarım. Sene 1995. Henüz ikinci sınıf öğrencisiyim. Ehl-i iman ve sosyal açıdan aktif bir kısım öğrenciler tarafından bir dergi çıkarılmıştı fakültemizde. Bu dergi genellikle mizahi, magazin, sosyokültürel içerikte bir dergiydi. İçerisinde de “Allah” ism-i şerifi birkaç yerde cümle arasında geçmiş. Maşallah, inşallah tarzında.  Bir ateist dördüncü sınıf tıp öğ­­rencisi, bu dergiyi satmaya ça­­­lışan arkadaşlarla kavgaya tu­tuş­­muş. “Siz hala bu devirde, bu bilim çağında –haşa- Allah mı diyorsunuz, çağdaş olun…” ben­­zeri ifadelerle sataşması ol­muş. Öfkeyle birbirlerinin üze­rine yürümüşler. İmanlı tıp öğ­­rencisi arkadaşlar ise bu ateis­te bir­kaç kelam edip de sus­­tu­ra­ma­mışlar, ilzam edeme­mişler. Öf­kelendikçe de, ateisti masum-mağ­dur, kendilerini ise haksız ko­numa düşürmüşler. Bir vesile ile hadiseden haberdar oldum ve haberdar olduğum gibi de olay mahallinde bul­dum kendimi. Ara­­mızda şu ko­nuşmalar geçti. Ateist’e dedim: “Kendini her şeyi biliyor zanne­diyorsun ama esas bilmen ge­rekeni (Allah’ı) bilmiyorsun, bir de bilenleri tahkir ediyor, ez­meye kalkıyorsun. Gel sakince konuşalım, ben sana inşallah Allah’ın varlığını ispat ederim.” Ateist: “Allah’ın varlığı ispat edi­lemez!” Muhammed Said: “Allah’ın var­lı­ğının ispat edilebilir olduğu­nu da sana ispat ederim. Yeter ki sen ön yargısız ve sakince dinle.” Ateist: “Pekâlâ, buyur seni dinli­yorum”. (Okulun bahçesine çık­tık ve bahçedeki havuzun etra­fında döne döne konuşmaya başladık.) Muhammed Said (23. Lema olan Tabiat risalesinden öğren­diği hakikatlerin ve misallerin feyziyle): “Sence bilgisayar mı üs­tündür insan beyni mi?” Ateist: “Elbette insan beyni üs­tün­dür.” Muhammed Said: “Peki neden?” Ateist: “Çünkü bilgisayarı da in­san beyni üretmiştir.” Muhammed Said: “Çok doğru. Bak zekisin de! Allah zeka da vermiş! Peki, senin beynin 40 sene önce var mıydı?” Ateist: “Yoktu.” Muhammed Said: “Yani bilgisa­yar­dan daha üstün olan beynin sonradan oldu değil mi?” Ateist: “Evet.” Muhammed Said: “Peki bir bil­gisayar; kendi kendine ve­ya tesadüfen veya yüzyıllar içe­ri­sinde, rüzgarların esme­si, fır­tınaların kopması, depremlerin sarsması gibi hadiselerle yani tabiat sayesinde, bütün o ince ince çiplerin, parçaların tam tamına olması gerektiği yere en uygun şekilde yerleşmesiyle oluşabilir mi? Buna ihtimal verilebilir mi? Ve buna inanana akıllı, aklı başında denilir mi?” Ateist: “Evet bilgisayar böyle olu­­şamaz. Buna inanana da akıl­­lı denmez” manasında baş ha­­re­ketleri ve tasdik eden bir vü­cut dili. Muhammed Said: “Madem olu­şamaz ve buna inanan divanedir. Bilgisayardan çok daha üstün ve sonradan meydana gelmiş olan insan beyni, insana nispeten akılsız, kör, sağır, cahil sebepler, unsurlar, tabiat gibi çaresizler topluluğu mahlukların yaratma­sı ile olur mu? Buna inanılır mı? Buna inanana akıllı denilir mi? Çağdaşlık bu saçmalığa inanmak mıdır? Hem yaratılmış olan, yaratıcı olamaz.” Ateist: “Pekâlâ, tamam, Allah var ola­bilir. Ancak var olabilir di­ye ke­sinlikle vardır hükmüne na­sıl varabiliriz, bunu nasıl di­ye­biliriz?” Muhammed Said: “Bak şu elim­deki anahtara! Bu anahtarı ben elimden bıraksam “yere dü­şe­bilir” mi denilir yoksa “kesin­likle yere düşer” mi denilir? Ay­nen bunun gibi, bu yerçekimi kanunundan çok daha kesin bir kanun ve çok daha büyük bir hakikat var ki o da şudur (10. Söz olan Haşir risalesinin hakikatleri ve feyziyle): “Bir harf katipsiz, bir iğne ustasız, bir köy bile muhtarsız idarecisiz olmaz, olamaz. Hiç mümkün mü­dür ki bu muhteşem insan beyni us­­tasız olsun. Hiç mümkün mü­­dür ki bu muhteşem munta­­zam kâinat sahipsiz, idarecisiz ol­sun.  Yani kesinlikle ilim, ira­de, kudret sahibi sanatkâr bir Ya­ratıcı olmadan bu sanat şah­eseri yaratılmışlar olamaz, olu­şamaz. (32. Sözün hakikatleri ve fey­ziyle) Hem bak, dikkat et! Bütün varlıklar müthiş işler başarıyor­lar. Kendileri cahil oldukları halde bütün atomlar birer de­ha gibi birer âlim gibi, hatta sonsuz ilim sahibi gibi hareket ediyorlar. Biz akıllı insanlar aynı anda iki işi yapamazken, bu kör, sağır, akılsız atomlar nereye girseler orayı mükemmel biliyor gibi adapte olup oranın işlerini görüyorlar. Mesela yediğin bir havuç ve onun atomları, hem gözüne gi­rip görme işinde mükemmel ek­sik­siz çalışıyor, hem kalbine girip kalp kasında kalbin işini görebiliyor, hem karaciğere gi­rip karaciğer fabrikasının akıl al­maz yüzlerce fonksiyonunu ic­ra edebiliyor vs. Madem okuduğumuz Fizyoloji, Anatomi vb. tıbbi ilimler bunu apaçık ispat ediyor ve sen de biliyorsun. O vakit ya diyeceksin ki bütün bu aciz, kör, sağır, ca­hil, camit atomlar-moleküller birer ilah gibi ilim, irade, kudret, görme vs. sıfatlara sahiptirler yani bunlar birer ilahtırlar veya mecburen diyeceksin ki tüm bu atomlar ve türevi olan tüm mahlûklar birer memurdurlar. Adeta inşaat malzemesidirler ve tüm bunların maddi gözle gö­rünmeyen ama varlığı kuvvetle hissedilen bir ustası, bir mimarı, bir sanatkârı sonsuz ilim sahibi bir yaratanı vardır. Evet, bak şu bahçedeki basit ese­re! (Fıskiyeli süs havuzu) Bunun kendi kendine olması mümkün mü? Elbette değil. Peki, bu ese­ri yapan ustasını gördün mü? Görmedin. Peki, onu gör­memen varlığını inkâr ettirir mi? Ettirmez ve şunu dedirtir: “Evet belki ben görmedim ama bu eseri yapan bir usta şu anda dünyada bir yerlerde mutlaka var.” Aynen bunun gibi: Maddi göz göremez lakin her şeyi mü­kemmel olarak yaratan ve Sani (Sanatkâr) olan Allah vardır ve birdir. Ve O bizleri çok sever, hem bizim her ihtiyacımızı verir, devamlı da veriyor” Ateist: “Bence öyle değil. Bence tüm atomlar birer ilahtır.” Muhammed Said: (32. Söz ışı­ğında. EVET! RİSALE-İ NUR HAK SÖYLÜYOR): “Bir ilahı kabul etmeyen, bütün zerreleri ilah kabul etmeye mecbur olur. Aynen şimdi senin yaptığın gi­bi… Ve bu; safsatanın, saçma­lamanın en zirvelerinde bir dü­şüncedir, bir hezeyandır. Hem sen daha bir saat önce ateist değil miydin? Yani bir ilaha bi­le inanmıyordun. Şimdi ise atomlar adedince ilahlar oldu­ğunu iddia ediyorsun! Haydi hayırlısı! Şimdiden başla ister­sen tapınmaya. Kendi atıkları­nın atomlarına tapınmaya bile ömrün yetmez, bitiremezsin.” Giderek artan öfkesi bu son cüm­lelerle zirveye çıktı. Ancak son bir hamle ile beni zora dü­şürmek gayesiyle dedi: Ateist: “Peki haydi Allah’ı ispat ettin diyelim. Ahiretin varlığını ispat et de görelim.” Muhammed Said: “Hay! Hay! Bak şu hastane binamıza…” de­mem­le sözümü kesmesi bir oldu. Ateist: “Sen de sürekli dünya­dan örnek veriyorsun, ahiretle hastanenin ne alakası var?” Muhammed Said: “Dünyada ya­şı­yorum, nereden örnek ve­rey­dim? Cenab-ı Hak tüm ha­kikatlerin misallerini, numune­lerini dünyada yaratmış. Dinler­sen alakası neymiş anlarsın.” Ateist (Öfkeyle ve hışımla dön­dü ve giderken şöyle söylendi): “Bırak beni! Cehenneme gider­sem giderim sana ne!” Muhammed Said: “Dur gitme! Biz Müslümanlar şefkatliyizdir. Senin cehenneme gitmeni iste­miyorum. Beni dinle…” de­dim­­se de çekti gitti. Ben de bir­kaç adım ardından attım ama daha fazla ısrar etmedim; peşini maddeten bıraktımsa da duayı gönderdim. Onun için Cenab-ı Hak’tan hidayet istedim. Elhamdülillah bir müddet son­ra haberi geldi. Bir yakın arka­daşı bana şöyle haberini getirdi: Ateistin arkadaşı: “Senin konuş­tuğun o ateist var ya? Artık şöyle konuşuyor sağda solda: “Allah, Müslümanların zannettiği gibi korkulacak bir varlık değildir, sevilecek bir varlıktır.” Çok se­vindim, şükürler olsun de­dim. En azından ateistlikten kur­tul­muş, deist olmuş. İnşallah za­manla ondan da kurtulmuştur, Müslüman olmuştur. Ateistin arkadaşına şöyle dedim: “Git ona de ki: Allah korkusu onun anladığı gibi değil. Haşa bir zalimden korkulması gibi değil. Allahu teala çok sevilecek bir varlıktır ve O’nun sevgisi çok kıymetlidir, o yüzden Müs­lü­manlar O’nun sevgisini kaybet­mekten, O’ndan uzaklaşmaktan, uzak kalmaktan korkuyorlar.” Rabbimize hadsiz hamdolsun ki Risale-i Nurların büyük tesirini, büyük faydasını, ne kadar isa­betli ve hakikatli bir eser ve he­pimize bir büyük mürşid ol­du­ğunu, dün gibi aklımda olan şu hatıra gibi niceleri ispat ediyor. Cenab-ı Hak’tan dileğim ve duam bizleri; “Ey Ali! Bil ki, senin elinle bir in­sanın hidayet bulması, gü­neş­in üzerine doğduğu her şey­den daha hayırlıdır”. [Bu­ha­ri, Sahih, Cihad, 4, 58; Müs­lim, Sahih, Fe­dâilu’l-Ashâb, Ha­dis no: 2406]. “Vallahi, se­nin hi­da­­yetinle (yol ve yön göster­menle, vesilenle) bir tek kişiye hi­dayet verilmesi, senin için kıy­­metli develerden müteşek­kil sürülerden daha hayırlıdır.” [Ebû Davud, Sünen, ilim, 10, Ha­dis no: 366; Buharî, Sahih, Ashâ­bu’n-Nebî, 9; Müslim, Sa­hih, Fedâilu’l-Ashâb, 34, H. no: 2046]  hadis-i şerif  lerine maz­­har olan bahtiyarlardan ey­le­­sin. Âmin.

Muhammed Said ÇAVUŞ 01 Mart
Konu resmi40 Hadis Yazımını Başlatan Muhaddis: Abdullah Bin Mübarek (ra)
İtikad

“Her kim din işlerine (sünnetime) aid kırk Hadis hıfzedip ve yazıp ümmetime tebliğ ederse, Allah Teâlâ Hazretleri onu fakihler ve âlimler zümresinde haşr eder.” Hadis-i Şerif Abdullah bin Mübarek Hazret­leri (ra), 736 senesinde Merv’ de dünyaya gelmiştir. Harezm Türk­lerinden Mübarek bin Va­zıh’ın oğludur. Çocukluk ve gençlik yıllarını Merv’de geçir­miş ve ilk tahsilini de burada görmüştür. 23 ya­şında ilim tah­­sili için seyahate çıka­rak, dev­­ri­nin en önemli ilim mer­kez­­lerini gezdi. Süfyan bin Uyey­ne, Malik bin Enes ve Süf­yan es-Sevri baş­ta olmak üze­re meş­hur mu­had­dis­lerden Ha­dis okudu. 4 bin kişiden Ha­dis dinledi. Bunların içinde gü­­venilir bulduğu bin kişiden Ha­­dis rivayet etti. İmam-ı Azam’dan fıkıh dersleri aldı ve fı­kıhta daha ziyade onu ta­­kip etti. İmam Ahmed bin Han­­­bel, onun ders halkasına ka­­tılanlardandı. Ahmed bin Han­­­bel bir keresinde; bulun­du­­­ğu devirde ilme ondan daha meraklı ve Hadis sahasında on­dan daha büyük bir âlimin bu­lunmadığını söylemiştir. Ki­tap­larında yirmi binden faz­la Hadis bulunmaktadır. Başta Ha­dis ilmini okuduğu hocaları ol­mak üzere, birçok muhaddis, ondan Hadis rivayet etmişler­dir. Kütüb-i Sitte’yi oluşturan Hadis kitaplarının müellifleri, on­dan gelen Hadisleri güve­ni­lir bulmaktadırlar. Hadis ilmi­nin tabibi olarak görülmüş, Ha­­dis­lerle ilgili ihtilafa düşül­dü­ğünde ona danışılmıştır. Bir âlimin fıkhi bir görüşün­­den bah­sedileceği zaman; “Bu, Ebû Hanife’nin görüşüdür” ye­ri­ne “Bu, Ebû Hanife’nin Ha­dis’i an­­­­­layışı ve açıklaması­dır” de­nil­­mesini daha uygun bu­lurdu. Ab­­basi Halifelerinden Ha­run Re­­şid za­manında, Mi­sis ve Tar­sus dolaylarında Do­ğu Ro­ma’ya karşı savaşmıştır. Maddi ve ma­nevi hayatında züh­­dü esas alırdı ama ticaretle de uğraşır ve her sene yüz bin dir­­hem fakirlere dağıtırdı. Ar­ka­­daşlarını Hacc’a götürür ve bü­tün masraflarını kendi karşı­lardı. Birçok şiir de yazmış olan Ab­dullah bin Mübarek Haz­ret­leri, yazdığı el-Erbaûn adlı eseriyle İslam tarihinde ilk Kırk Ha­dis kitabı yazan kişidir. Yazdığı on eserden dördü gü­nümüze ulaş­mıştır. 797 senesi Ramazan ayında Hicri olarak 63 yaşında iken Fırat Nehrinin kenarında bu­­lunan Hit’de vefat etti ve ora­­ya defnedildi. Menkıbeleri Hafız en-Nesefi, ölüm döşe­ğinde bulunan Abdullah bin Mü­­­barek’in yanına girmişti. O sırada onun birisine şer’i me­seleler yazdırdığını gördü. “Ya İmam! Hasta halinizde niçin fıkıh ile meşgul oluyorsunuz? Rahat etmeniz lazımdır” de­di. Bunun üzerine Hazret: “Ola­bilir ki, işitmediğim faydalı bir mesele ile karşılaşırım” buyur­muştur. (Hasan Hüsnü Erdem, İlahi Hadisler, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları, s. 72-73) Evinde oturup hadisle meş­gul olmayı çok seven Abdullah bin Mübarek’e; “Bu yalnızlıktan ra­­­­hat­­­­sızlık duymuyor musun?” di­­­­ye sorulduğunda; “Peygam­ber Efen­­­­­dimiz (asm) ve asha­bıyla bir­­­­likte iken nasıl yalnız­lık du­ya­­rım!” karşılığını vermiş­tir. (İs­lam Ansiklopedisi, c. 1, s. 123) Abdullah bin Mübarek Hazret­leri, bir gün Şam’a giderken yolda ölmüş bir merkep gördü. Yanı başında ayakta bir fakir de ağlıyordu. Abdullah bin Mü­barek ona niye ağladığını sor­du. Fakir cevap olarak: “Ben fa­kir bir kimse olup, çoluk ço­cuk sahibiyim. Bunu üç yüz dir­heme almıştım. Bundan son­­­­­­ra ne yapacağımı düşünerek ağ­­­lı­­yorum!” dedi. Abdullah bin Mü­­­barek: “Sen bunu sağ iken üç yüz dirheme almıştın. Şimdi ise bunu senden semeri ile beş yüz dirheme alıyorum” deyip beş yüz dirhemi sayarak ona teslim etti. O gece fakir, rüyasında mahşe­ri gördü. Baktı ki bahçeler, bağ­lar içerisinde bir merkep! Yu­larını ve palanını altın ve mer­­­canlarla süslemişler. Yanı ba­­şında bir melek, şöyle nida edi­yordu: “Kim buna binerse ona müjdeler olsun.” Fakir bu­nu duyunca, meleğin yanına ge­lip dedi ki: “Bu benim ölen merkebimdir. Bunu bana ver” Melek: “Evet, bu senindir. Fakat ölüsüne sabretmediğin için, şim­­di başkasının oldu. Baksa­na, yu­ları üzerinde ne yazıyor?” dedi. Fakir yulara bakınca bir de ne görsün; ‘Bu Abdullah bin Mübarek Hazretlerinin bi­neğidir’ yazılıydı. Sonra fakir, uykudan uyanıp, hıç­kıra hıçkıra ağlamaya baş­ladı. Kendi kendine, “Bana ya­­­zıklar olsun bir hayvanın öl­­me­sine bile sabredemedim” de­­di. Hemen beş yüz dirhemi alıp, doğruca Abdullah bin Mü­barek Hazretlerinin ya­nı­na gitti. Parasını geri ver­­mek is­­tedi ve dedi ki; “Ben satış­­tan vaz­geçtim.” Hazret ise ceva­ben; “Sen akşam gördüğün rü­­ya üzerine geldin. Ben de vaz­­geç­tim. Beş yüz dirhemi de sa­­na hediye ettim” buyurdu. (İslam Âlimleri Ansiklopedisi, Hicri 2. Asır Âlimleri)

Arif Emre GÜNDÜZ 01 Mart
Konu resmiİttihad-ı İslam'ın Önemi
İnsan

İttihat-ı İslam’ın ehemmiyeti o meşhur şamil ve cami’ olan veda hutbesinde çok açık bir şekilde görünmektedir. O beliğ ve şümullü hutbede Efendimiz (asm) bütün insanların Rableri bir, babaları bir… Her insan Âdem’dendir (as). Âdem (as) ise topraktandır. Vefatından (asm) sonra cahiliyeye dönüp toplumsal tabakalaşma ve düşmanlık yapmamalarını tavsiye buyurmuştur.    İslam dini ilim ve marifetten uzak olan geri kalmış, ümmi bir topluma geldi ve toplumu karanlıklardan aydınlığa çıkar­dı. Kendi aralarında savaş ha­lindeyken, ihtilaf içindeyken bir­leştirdi. Maalesef güçlü za­yı­fı eziyordu, mal ve servet sa­hi­bi başkalarına zülüm edip mallarını haksız yere faiz ile yiyordu. Hatta Arap kabileleri birbirilerine zülüm etmekte iftihar ediyorlardı. Yaygın ve meşhur bir söz olarak şunu söylüyorlardı: “Kardeşin zalim de olsa mazlum da olsa ona yar­dım et.” Çok basit sebeplerden dolayı Dahis, Besûs gibi sa­vaş­ları çıkarıyorlardı. Arap kabilelerini o zamanda sa­­ran siyasi, ekonomik, top­lum­sal zulümleri az çok he­pi­­miz duymuşuzdur. Bu tarz prob­lemler veya hayal da­hi ede­meyeceğimiz tarzda zulüm­ler sadece Arap yarımadasında de­ğil, o zamandaki birçok dev­lette benzer durumlar var­dı. Dün­ya tarihi, İslam dini gel­me­den önce sürekli savaşların ve gaddar meliklerin, or­du ko­­­mu­tanlarının kendi şeh­vet duy­­­gularını doyurmak için şid­det­li çatışmaların yaşandığı bir kayıt cihazından ibaretti. İnsanlığın bi’setten önce sıkın­tı çektiği en bariz olaylar, top­lumun en ince damarlarına ka­dar yerleşmiş olan asabiyetten ve tabakalaşmadan neş’et et­mek­teydi. Eşrafın, efendilerin, me­lik­lerin olduğu bir tabaka vardı ve hemen altında üst tabakayla sürekli bağlantıda olup onların nüfuzundan isti­fade etmek isteyen askerler, tacirler… Bu toplumsal taba­ka­laşmanın en altında olan ve sürekli zulme maruz kalan za­yıflar ve masumlar vardı. Her­halde hepimiz, toplumsal ha­yatı çok sıkıntılara sürük­le­yen Hindistan’daki toplum ta­bakalaşmalarını, yakın zamana kadar Güney Afrika’da olan şimdi ise Avrupa ülkelerinde ve kuzey Amerika’da renkten dolayı toplumda yaşanan olum- suz­lukları duymuşuzdur. Bu tarz toplumsal sıkıntılar cahi­liye dö­neminin kalıntıları ola­rak zikredilmektedir. İslamiyet’ten önce insanlık top­lumlarında bulunan bü­tün bu olumsuz durumlar, in­sanın fıt­­­ratıyla hiçbir şekilde ör­tüş­me­­­mekteydi. Çünkü Al­lah in­­­sanı şerefli ve yüce bir ga­ye için yarattı. O gaye de Allah’a kul ol­­­mak ibadet etmektir. İba­det kap­sayıcı manasıyla yer­yü­­zü­nün halifeliği demektir. Yer­yüzünün halifeliği ise yeryü­zünü imar etmeyi içine alan bir manadır. Bu yüce ve şerefli gaye ve hedefler insanlıktan ilk andan itibaren istenmektedir. O gaye ve hedef Âdem (as)’ı cennetten çıkarıp yeryüzüne yerleştirdi. Ve yine o hedef ve gaye Hz. Âdem’in tövbe ve yalvarışı için o kutsi kelimelerin inmesine vesile olup bir ümmet olmasını sağlamıştır. Kur’an-ı Kerim insanların         أمة واحدة tek ümmet ve Allah’ın razı olduğu din üzere olduğuna işaret etmektedir. Fakat insan Allah’a verdiği sözü unutup bazen Sırat-ı Müs­ta­kim­den ay­rı­lıyordu. İşte bura­da iman ye­ri­ne şirk ortaya çıkıyor ve Al­lah’ın muradı olan İttihat ve bir­lik yerine tefrika ve ayrılıklar baş­lıyor. Nübüvvet-i Muhammedî’nin Bi’seti ve İttihadın Başlaması Peygamber Efendimiz (asm) in­­­san­lığa gönderilmesi, insan­lık ta­rihi için yeni bir dö­ne­min baş­langıcıydı. Peygam­ber­­lerin so­nun­cusu ve önceki pey­gamber­lerin dinlerinin hü­küm­leri son bul­muştur. İn­san­lığa, bu uzun yolculukta saa­deti ve mutluluğu getirecek bir kitap getirmiştir. Bu kutsi nü­büvvet sadece bir kavim ve topluluk için değildi. Siyahıyla beyazıyla bütün in­sanlık için gönderilmiş ilahi bir mesajdı. Kur’an-ı Kerim’de Cenab-ı Al­lah bütün insanlık için şöyle buyurmaktadır: ( يَا أَيُّهَا النَّاسُ إِنَّا خَلَقْنَاكُم مِّن ذَكَرٍ وَأُنثَىٰ وَجَعَلْنَاكُمْ شُعُوبًا وَقَبَائِلَ لِتَعَارَفُوا إِنَّ أَكْرَمَكُمْ عِندَ اللَّهِ أَتْقَاكُمْ) Ve yine müminler için: ( إِنَّمَا الْمُؤْمِنُونَ إِخْوَةٌ فَأَصْلِحُوا بَيْنَ أَخَوَيْكُمْ), ( وَاعْتَصِمُواْ بِحَبْلِ اللّهِ جَمِيعاً وَلاَ تَفَرَّقُواْ) bu kutsi ilahi hitaba maz­har olmuşlardır. İşte Pey­gam­ber­lerin sonuncusu Hz. Mu­ham­med (asm), mümin­lerden bir vücut gibi olmalarını iste­mek­tedir. Eğer bir organ sıkıntıya maruz kalırsa diğer uzuvlar onu hissedip sıkıntısına ortak olurlar. Ve aynı zamanda kardeş olmalarını istiyor. Bu hakiki ve tam uhuvvet ile Âlemlerin Rabbi olan Allah’a tam kul­luklarını yerine getirebilirler. Peygamber Efendimizin (asm) oluş­tur­duğu örnek Peygamber top­lumu uhuvvet, birlik, yar­dım­laşma ve birbirine destek ol­ma esaslarının tecessüm etmiş ha­­li idi. Efendimiz (asm)’ın ya­nında yeryüzünün çeşitli mil­let­leri toplanmıştı. Arap, Fars, Rum, Habeşli milletler ay­nı mecliste oturup aynı hakikat­leri konuşuyorlardı. Hatta ca­­­hiliye döneminde satılıp alın­­­­makta olan Habeşli bir kö­­le Efendimizin (asm) ge­tir­di­ği toplum biçimi ile Tev­hit ke­li­meleri haykıran bir mü­nadi olmuştu. Medine-i Mü­nevvere’nin en yüksek yerine çıkıp tevhit ha­ki­katini bütün âleme haykır­maktaydı. Farslı Selman için Al-i Beyt’ten olma şerefini ver­miştir. Aynı zamanda İttihat-ı İslam’ın ehemmiyeti o meşhur şamil ve cami’ olan veda hutbe­sinde çok açık bir şekilde gö­rün­mek­­tedir. O beliğ ve şü­mul­lü hutbede Efendimiz (asm) bü­tün insanların Rableri bir, ba­baları bir… Her insan Âdem’ dendir (as). Âdem (as) ise top­raktandır. Vefatından (asm) sonra cahiliyeye dönüp top­lum­­sal tabakalaşma ve düş­man­lık yapmamalarını tavsiye bu­yurmuştur. Müslümanların Bugünkü Durumu Efendimiz (asm) gecesi gündüz gibi parlak olan tek bir ümmet bıraktıktan sonra refik-i alaya intikal etti. Kendisinden son­ra tek ümmet, tek devlet ve tek toplum bırakmıştır. Bu ör­nek toplum, Efendimizin (asm) ve­fatından sonra şeriata münasip bir tarzda halifeyi seçmiştir. Hü­lefa-yı Raşidin dönemi, pey­gamber menheci / yolu üzere ha­­­reket etti. İnsanların kalp­leri bu hilafet ve seçilen halife üze­rine ittihat etti. Hilafetin bit­me­siyle İslam toplumunda bir­­çok hayır da gaib olmaya baş­ladı. Buna rağmen İslam bir­­liği zaman zaman kendini gös­terip bu hayırlara vesile ol­muştur. Şam’da Emevi Dev­leti, Bağdat’ta Abbasi Devleti, Kur­tuba’da Endülüs Devleti, İs­tanbul’da Osmanlı Devleti… Bütün bunlar İttihat-ı İslam’ı ve tevhidi temsil etmekteydi. Bütün dünya İslam Devlet­lerine ve Müslümanlara saygı göstermekteydi. Tarih Harun Reşid’i altın say­fasına gökyüzündeki buluta şöy­le derken kaydetti: “Nerde ister­sen yağmuru indir. Neti­ce­sindeki bitkiler ve meyveler bana gelecektir.” Yine tarih Abbasi Halifesi Mu’ tesimi de altın sayfasına Rum­larla savaşa çıkarken kay­det­ti. Zulme maruz kalan Müs­lü­man bir hanımın yardım ta­lep etmesi üzerine orduları ha­rekete geçirip meşhur Umuriye savaşına giren Abbasi Halifesi. Bu hadiseyi Şair Ebu Temmam meşhur bir kasidesinde dile getirmiştir. Ve yine tarih Adalet ve Gü­cü bir arada toplayıp kalpleri ve devletleri fetheden Osman­lı Sul­­tanlarını altın sayfa­sı­na kay­det­ti. Devletleri fethetme­den kalp­leri fethederlerdi. İslam dev­letinin sınırlarını ufuklara kadar götürüp mescitler inşa edip kalplere iman kalelerini nakşettiler. Ancak vuku bulan hadiseler, Müs­­lü­manların durumlarını çe­­­şitli za­manlarda sıkıntıya sok­­­muş­tur. Tehlikeler birçok yer­­­den İslam’a hücum etmeye baş­­ladı. Haçlı birlikleri İslam Âle­­mi­ne fırsatını buldukça za­rar vermiştir. Mısır’ı, Şam’ı ve Anadolu’yu işgal edip küçük küçük devletler kurmuşlardı. Moğol tehlikesi giderek bü­yü­yüp Abbasi Devletinin baş­kenti olan Bağdat’ı işgal etti. Ve yavaş yavaş Şam’a ilerledi. Mısır’a da ulaşmak istedi yal­nız Memluklerin gücü en­gel ol­du. Sonra sömürge, mis­yo­nerlik, oryantalizm gi­bi fik­ri akımlar tek vücut olup Os­manlı Hilafetini so­na erdir­diler. Asya, Afrika kı­ta­sında İs­­lam topraklarını dev­letçiklere ayır­dılar. Birçok Afrika ülkesi İngiliz ve Fransız sömürgesi al­tına girdi. Sömürgeler bit­tik­­ten sonra bile birçok İs­lam ül­kesi fikri, siyasi ve kültürel sömürüye maruz kal­mış du­­rum­­­dalar. Batı esaretin­den tam ba­ğımsızlık ile kur­tula­ma­dılar. Bazen Arap bir­liği ve­ya İs­lam birliği için çe­şitli ça­­lış­malar yapıldı ama tam bir itikat ve sağlam İslam esas­larına dayanmadığı için on­lar da başarılı sonuçlar elde ede­mediler. Bilindiği üzere sömürge ülke­leri, İslam birliğini bozmak için çalışmaktadır. Bu çok açık bir şekilde Lawrence raporunda gö­rülmektedir. Bu raporu hazır­ladıktan sonra 1916 yılında İngiliz istihbaratına vermiştir. Raporda şu cümle nasıl bir çaba içinde olduklarını göz önüne sermektedir: “Bizim asıl he­defimiz Osmanlı Devletini yık­makla İslam birliğini da­ğıt­­maktır. Eğer Araplarla na­sıl muamele edeceğimizi bi­lir­­sek, onları her zaman siya­si istikrar­sızlıkların ve bir di­ğer İslam devletine karşı kin ve nefret edecek bir boyuta ge­tirebiliriz.” İşte bu ibareler çok açık bir şe­kilde Batının özellikle İngil­te­re’nin Osmanlı Hilafetini yık­mak için ne kadar çalıştığını göz­ler önüne seriyor. Çünkü o hilafet, bütün Müslümanların bir selamet limanı ve dayan­dık­ları noktaydı. Sonrasında her­kesçe malum olan entrikalar ile Türkiye’yi de karıştırmakta ve hilafetin ana esası ilan ittihadı, birliği yıkmaya çalışmaktadır. İttihat-ı İslam’ın Faktörleri İttihat-ı İslam’ın, Müslüman­ların geleceği için gerekliliğin ve ehemmiyetini anlayıp, idrak edebilip bunun gerçekleşmesi için hemfikir isek, şöyle bir soru akla geliyor: Bu İttihadın, birliğin faktörleri nelerdir? Bu İttihadı nasıl gerçekleştirip de As­ya’da, Afrika’da ve Orta­do­ğu’da bulunan İslam ülkelerini bir çatı altında toplayacağız? İslam âlemi olarak yaşadığımız en büyük problem ayrılık ve ittifaksızlıktır. Bu problem ise ön­ce­likle fikri ve anlayış prob­lemi olup akıl, kalp ve ma­ne­viyat ile doğrudan bağlantılıdır. Bu da şu manaya gelmektedir; bu problemi bizler iman ve itikat mahallinde çözebiliriz. Ya­ni İttihadın en önemli fak­tör­leri hedefte ittihat, akidede ittihat, liderde ittihat ve ka­nun­larda ittihat ve birliktir. (Ba­kınız: Ahmet bin Saad Elğa­mıdı- İslam Birliği Ve Esasları- Medine- 1405- s. 55) Dr. Nadiye Şerif Elumri ise İslam Kültürüne Bakış adlı ki­tabında şöyle demektedir: “Müs­lü­manlar bir Rabb’e iba­det ediyorlar, bir kıbleye yö­ne­liyorlar, bir amaç ve hedef olan Allah’ın rızasına yönelik çalışıyorlar, işte bunlar İttiha­dın en önemli gereklilikleridir.” Meşhur İngiliz tarihçi Arnold Toynbee bir dersinde şöyle söy­lediğini Muhammed Ku­tup Mu­asır Fikri Mezhepler ad­lı ki­tabında naklediyor: “Doğ­ru­dur, İslam birliği şu an uy­ku­dadır; ama uyuyan her an uyanabilir.” İttihat-ı İslam’ın Esası İmandır Görünüşe göre ayrılık ve itti­faksızlık sosyal ve siyasi bir has­talık olarak görünebilir, ancak temel sebebi yukarıda da ifade ettiğim gibi akideyle alakalı an­layış ve fikir problemidir. Top­lumsal, ekonomik ve siyasi bütün problemler bu tarz ma­nevi hastalılardan ortaya çık­maktadır. Hal böyleyken ya­pı­lacak kısa ve maddi ilaç­lar bu hastalıkları tedavi etme­mek­te­­­dir. İşi kökünden çözüp itti­ha­dı sağlamak için hastalığın te­mel taşlarına inmek gerekir. Bu hastalığın temeli ise iman zayıflığıdır. Veya Malik Bin Nebi’ hazretlerinin ifade ettiği gibi: “Sıcaklığını, faaliyetini kay­betmiş bir taklidi iman, müs­pet iman himmetini de kaybettirir.” (Malik Bin Nebi’- Tefekkürler- Düşünce Yayınları- 1979- s. 41) İman himmeti, insanı harekete geçirir. Zayıflıktan kuvvete in­ti­kal ettirir. Ayrılıktan, itti­fak­sızlıktan ittihada sevk eder. Ve yine bu himmet maneviyatta büyük geçişi gerçekleştirip, tak­­lidi imandan -İmam Be­di­üz­­zaman Hazretlerinin risa­le­­lerin­de çoklukla- tahkiki ima­na geçirir. Bu kıymetli ri­sa­­le­ler insanın imanını de­rin bir tefekkür ile her an ziya­de­leş­tirmektedir. Bu tahkiki iman yerleştikçe ve Marifetullah dai­resi genişledikçe, ittihat ve bir­lik hissi daha da artacaktır. Mü­minler arasındaki ittihat ile bir­likte büyük bir medeniyeti or­taya koyacaktır. Çünkü iman ma­nevi bir yakıt ve mo­tor me­sabesinde insanın vücu­dundaki ruh gibidir. Ruhsuz vücut nasıl bir mana ifade etmeyecekse za­yıf imanlı bir mümin de öyle bir mana ifade etmez. Bu noktada Risale-i Nur’un iman üzerinde bu kadar dur­ması dikkate şayandır. Hatta bazen insanın aklına geliyor: İman meselesi bu kadar önemli mi ki Risale-i Nur bu kadar üzerinde duruyor? Müslümanların sıkıntı çektiği başka problem yok mu ki Ri­sale-i Nur bu kadar buna ehem­­miyet veriyor? Bunun en ko­­lay cevabını Risale-i Nur li­­san-ı haliyle veriyor: Bü­tün prob­lemler iman ve tah­ki­­ki iman ile çözülür. İman za­yıf­lığı ve gevşekliği Müslü­man­ların sıkıntı çektiği bü­tün problemlerin temelini oluş­tu­rur. İmam Nursi, bütün bu problemler ve manevi hasta­lıklar için manevi bir doktor hükmündedir. Manevi bir dok­­­tor olarak Risale-i Nur gi­bi bir reçeteyi Kur’an ecza­ne­sinden bu asrın insanları­na takdim etmiştir. Tahkiki iman­­dan başka ittihat-ı İs­lam’a ulaştıracak başka bir yol yoktur. Bu vesileyle Ce­nab-ı Erhamürrahim’den bu kıymet­li eserlerin ümmetin has­talık­larına ilaç olması temenni edi­yorum. İttihat-ı İslam’ı bizlere en kısa zamanda nasip ve mü­yesser eylesin.

Nurullah TÜRKER 01 Mart
Konu resmiTarihten Sayfalar
Tarih

Yeni Camii ve Hünkâr Kasrı Eminönü’nde Mısır Çarşısı’nın karşısında olan Yeni Valide Camii Külliyesi, Osmanlı ta­rihi boyunca yapımı en uzun süren Külliye ol­ma özelliğine sahiptir. Sultan III. Murad’ın ha­nımı Safiye Sultan adına 1589 yılında in­şaatına başlanmış ve yapımı bir süre durdurulduktan sonra 1661 yılında Sultan IV. Mehmed’in annesi Valide Turhan Sultan tarafından yapımına tekrardan başlanmış ve 1663 yılına bir Cuma namazı sonrası açılmıştır. Yeni Camii Külliyesi inşasının uzun yıllar sürmesi, farklı mimarların yapıda payının olmasına sebep olmuştur. İlk yapılanmaya Mimar Sinan’ın talebesi Davud Ağa ile başlanmış ve daha sonra Dalgıç Ahmed Ağa’yla devam edilmiş ve tamamlamak yarım yüzyıl sonra Mustafa Ağa’ya nasip olmuştur. Yeni Valide Camii Külliyesi’nin ana yapıları Camii, Mısır Çarşısı, Türbe ve Hünkâr Kasrı’dır. Külliye’nin en güzel manzarasına sahip olan ve Valide Turhan Sultan için yaptırılan Hünkâr Kasrı’na Yeni Camii’nin kıble duvarının arkasındaki yokuştan çıkılır. Osmanlı klasik mimarisinin tüm güzelliğini yakalayan yapı; iki büyük oda, bir eyvan ve bir helâdan müteşekkildir. Kolaylık göstermek Ebu Huzeyfe’den (ra) rivayetle Peygamber Efendimiz (asm) bir Hadîs-i Kudsî’de şöyle dediler: “Kendisine mal ihsan buyurulan bir kimse, Allah’ın huzuruna geldi. Cenâb-ı Hak da ona: ‘Dünyada bu mal ile ne yaptın?’ diye sordu. (Râvî diyor ki: Hiç kimse Allah’a karşı hakikati gizleyemez) O adam: ‘Ya Rab! Sen bana mal verdin, insanlarla alış veriş ettim. Borçlulara karşı kolaylık göstermek âdetimdi. Hâli vakti yerinde olanlara kolaylık gösterir, darda olanlara da mühlet verirdim.’ dedi. Bunun üzerine Cenâb-ı Hak: ‘Ben kolaylık göstermeğe senden daha layığım’ dedi ve meleklerine: ‘Kulumun kusurlarını affediniz’ buyurdu.” (Sahîh-i Müslim ve Riyâzü’s-Sâlihîn) İmam Buharî (ra)  20 Temmuz 810 Cuma günü, Buhara’da dünyaya gelmiştir. Asıl adı Ebu Abdullah Muhammed bin İsmail’dir. Buharî 10 yaşına doğru muhaddislerden Hadis ilmini öğrenmeye başladı. On bir yaşlarında iken hocası Dahilî’nin rivayet sırasında yaptığı bazı hataları tashih etmesiyle dikkatleri çekti. On altı yaşına geldiği zaman Abdullah bin Mübarek ve Vekf’ bin Cerrah’ın kitaplarını tamamen ezberlemişti. Bu sırada annesi ve kardeşi Ahmed ile birlikte Hacc’a gitti. Hac sonrası onlar memleketlerine döndükleri halde Buharî Mekke’de kaldı ve Hallad bin Yahya, Humeydî gibi âlimlerden Hadis tahsil etti. Daha sonra bu maksatla ilim merkezlerini dolaşmaya başladı. Bağdat’a sekiz defadan fazla gitti ve her seferinde Ahmed bin Hanbel ile görüşüp ondan faydalandı. 1080 muhaddisden Hadis yazdı. Yüz binlerce Hadis derledi. El-Câmi’us-Sahîh adlı meşhur Hadis kitabında bu Hadislerin pek azı yer almaktadır. 90.000 talebe, derslerini dinledi. 1 Eylül 870 Cuma günü Semerkand’a 3 mil uzaklıkta bulunan Hartenk Kasabasında vefat etti. Türbesi Semerkand’dadır. 10 Mart 630 (19 Zilkade 8) Peygamber Efendimiz’in (asm) umre yapması -Ebû Hureyre’den (ra) rivayet edildiğine göre Resûlullah (asm) şöyle buyurdu: “Umre ibadeti, daha sonraki bir Umre’ye kadar işlenecek günahlara kefarettir. Mebrûr Hacc’ın karşılığı ise, ancak cennettir.” (Buhârî, “Umre”, 1; Müslim, “Hac”, 437. Ayrıca bk. Tirmizî, “Hac”, 88; Nesâî, “Menâsik”, 3, 5, 77; İbni Mâce, “Menâsik”, 3.) -Ebû Hureyre’den (ra) rivayet edildiğine göre Resûlullah (asm) şöyle buyurdu: “Hac ve Um­re yapanlar Allah’ın misafirleridir. O’ndan bir şey isterlerse, onlara cevap verir. Af isterlerse, onları affeder.” (İbn Mâce, “Menâsik”, 5) -Hz. Ömer’den (ra) rivayet edildiğine göre Re­sûlullah (asm) şöyle buyurdu: “Hac ve Umre’yi peşi peşine yapınız. Bu ikisi, körüğün; demir, altın ve gümüşün pasını yok ettiği gibi, fakirliği ve günahları yok eder. Mebrûr Hacc’ın sevabı ancak cennettir” (Tirmizî, “Hac”, 2; Nesâî, “Hac”, 6; İbn Mâce, “Menâsik”, 3) 23 Mart 1502 Osmanlı tarihçisi Aşıkpaşazâde vefat etti Asıl adı Derviş Ahmed’dir. 1398 senesinde Amasya’ya bağlı Elvan Çelebi Köyünde doğdu. Küçük yaştan itibaren tekke çevresinde yetişti, çok gezdi ve zamanın ünlü şahsiyetleriyle tanıştı. Fetret Devri’nin bazı olaylarına ve Sultan II. Murad’la Düzmece Mustafa arasındaki mücadeleye şahit oldu. Bir süre Konya’da Sadreddin Konevî Zaviyesi’nde misafir olarak kaldı ve Şeyh Abdüllatif el-Kudsî’den el aldı. 1437’de Hacc’a gitti. Dönüşte Mısır’a uğradı. Daha sonra Paşa Yiğitoğlu İshak Bey’in himayesinde bir müddet Üsküp’te kaldı. Sultân II. Murad’ın bazı seferlerine katıldı ve onun iltifatını kazandı. Fatih Sultan Mehmed’in, şehzadeleri Mustafa ve Bayezid’in sünnetleri münasebetiyle 1457 yılında Edirne’ de yaptırdığı şenliklere katıldı. Meşhur tarihini tamamladığı 1484 yılında yaşı seksen altı civarında idi. Onun büyük bir ihtimalle bu tarihten sonra vefat ettiği kabul edilmektedir. Mezarı da muhtemelen İstanbul’da Haydar mahallesinde büyük dedesi Âşık Paşa adına inşa ettirdiği cami haziresindedir. 20 Mart 1960 Bedîüzzaman Hazretleri’nin Isparta’dan Urfa’ya gidişi Bedîüzzaman Hazretleri, 1960 senesinin 19 Mart’ını 20 Mart’ına bağlayan gecesi, ateşler içerisinde uyurken bir ara gözlerini açıp talebelerine; “Arabayı hazırlayın, Urfa’ya gideceğiz” der. Sabah olduğunda hizmetini gören üç talebesiyle birlikte, saat 9’da Isparta’dan ayrılır. Bir rivayete göre, rüyasında kendisini Urfa’ya çağıran Hz. İbrahim Aleyhisselâm’ın davetine icabet etmek için yağmurlu bir havada, son menzili olan Urfa’ya doğru hareket ederler. Üstâd Hazretleri 21 Mart Pazartesi günü öğleye doğru Urfa’ya ulaştı ve İpek Palas Oteline yerleşti. Bu otelde kalmakta iken, 23 Mart günü ahiret âlemine irtihal etmiştir. Allah rahmet eylesin.  

Ahmed Said GÜNDÜZ 01 Mart
Konu resmiYeni Türkiye'de Manevi Eğitimin Yeri
Eğitim

Milli eğitimin en temel meselesi manevi eğitimdir. Zira dünya, küresel anlamda manevi bir buhran yaşıyor. Batı toplumlarında doğan manevi hastalıklar, veba salgını gibi yeryüzüne yayılıyor. Kitle iletişim vasıtalarının da etkisiyle sigara, alkol, uyuşturucu gibi zararlı alışkanlıklar her geçen gün katlanarak artıyor. Kötülükler âdeta küreselleşiyor. Bu müthiş sâri illetlere eğitim sistemimiz ne gibi tedbirlerle karşı koyacak? Batının tefessüh etmiş formülleriyle mi, millî ve manevi değerlerimizden güç alan, ahlaki değerlere sahip bir eğitim anlayışıyla mı?  Günümüz dünyasında başarı, seküler kültürün etkisiyle, sa­dece maddi alanlara odak­lan­mış durumdadır. Ne yazık ki çocuklarımızın en çok maddi başarıları takdir edilmektedir. Hâlbuki sosyal, sayısal, duygu­sal zekâya sahip olmak ve on­ları geliştirmeye çalışmak ne kadar önemli ise, ahlaki zekâya sahip olup bu değerleri hayata geçirmek, çok daha önemlidir. Dolayısıyla çocuklarımızın aka­de­mik başarısı teşvik ve takdir edilirken manevi sahadaki dav­ranışları da takdir edilip mükâ­fatlandırılmalıdır. Toplumun manevi çimentosu, harcı, o toplumun değerleridir. Bizim değerlerimiz, her döne­me hitap eden evrensel değer­lerdir. İstikbalin sağlıklı bir şekilde inşası adına, kültürel kod­ları­mızı, millî ve manevi değer­lerimizdeki sırlarımızı yeniden keşfedip; çocuklarımızı çağın ih­tiyaçlarına uygun bilimlerle teçhiz etmek ve onları manevi alanda yetiştirmek en temel vazifemizdir. Doğru bir eğitimi nesillerimize verme sa’y ü gayreti önemli bir adım olmakla beraber; eğitim­de hedeflere vasıl olmamız doğ­ru usulleri kullanmamıza bağ­lı­dır. Yaklaşık 150 yıldır eği­tim sistemimiz materyalist felsefeye göre düzenlendi. Fen ilimleri, dinî ilimlerden ayrış­tırıldı. Hâlbuki vicdanın ziya­sı dinî ilimler; aklın nuru, fen ilimleridir. Bu sebeple fen ilimleri ile dinî ilimler mez­cedilerek okutulmalıdır ki ku­şakların imani ve ahlaki inki­şa­fına vesile olsun. Kaliteli bir nesil, kaliteli bir eği­­timin sonucu ortaya çı­kar. Ne­­sillerimizi eğitimle olum­­suz­­­­­luklardan korumak, gelece­ği­­­mi­zi korumak anlamına gelir. Ma­nevi değerlerimizden besl­e­nen, hali hazırdaki ihtiyaçlara çö­züm üreten, süreklilik ve sür­­­dürülebilirlik arz eden; di­na­­mik, kökü mazide, dalları ati­­de, kuşatıcı ve kapsayıcı bir eğitim felsefesine ve eğitim sis­te­mine şiddetle ihtiyacımızın ol­duğu muhakkaktır. Bu eği­tim sistemine en kısa za­manda ka­vuşmak en büyük dile­ğimiz­dir. Müfredatta  Olmazsa Olmazlar Eğitimde Süreklilik Eğitimde “neyin, ne zaman” öğ­­retileceği oldukça önemli bir husustur. Anaokulundan yük­­­­­sek­öğretime kadar gerçek­le­şen eğitim süreçlerinin bir­bi­­ri­nin devamı olduğu ger­çe­ği dikkate alındığında, fark­lı ka­demelerdeki eğitim program­larına bir bütünün tamamlayıcı ögeleri olarak görmek gerekir. Eğitim programlarında millî ve manevi değerlerimize yer verilirken öğrencinin manevi gelişimi de göz önüne alın­malıdır. Anaokulundan üni­ver­siteye kadar manevi değer­leri esas alan eğitim progra­mı, kademeli bir şekilde uy­gulanmalıdır. Temel İlkelerde Düzenleme Yapılması Eğitimin temel ilkelerinden biri olan “bilimsellik”, mater­yalist anlayışa göre tanımlan­maktadır. Ders müfredatları, bir yaratıcının varlığını hesa­ba kat­madan her şeyin kendi­li­ğin­den olduğunu, tesadüfen mey­dana geldiğini veya her şeyi tabiatın var ettiği düşüncesini esas almaktadır. Bu bakış açısı devam ettikçe neslimizi saadete ulaştıracak müspet bir sonucun alınması mümkün değildir. Eğitim sisteminin temel ilke­lerinden olan “bilimsellik” kav­­ra­mı, İslam’ın tevhit inan­cı­na uygun olarak yeniden ta­nım­­lanmalı, ders programları, tev­hidi esas alan bir bakış açısıy­la ele alınmalıdır. Fen ilimleriy­le dinî ilimleri bütünleştirici bir yaklaşım, eğitim sistemimizin esaslarından olmalıdır. İmani (Yaratılış) Bakış Açılı Müfredat İmani bakış açısına göre var­lıkların ve olayların meydana gel­mesi, Allah’ın yaratmasına bağ­lıdır. Bütün olayların ger­çek­leşmesinde ilahi bir ilim, irade ve kudret hükmeder. Ders müfredatları, inançları­mız­­­la uyumlu olmalıdır. Tev­hit esa­­sına göre hazırlanan müf­re­dat, öğrencilerin inançlarıyla ba­rışık yetişmelerine, imani ve ahlaki gelişimlerinin daha hızlı olmasına zemin hazırlayacaktır. Nitekim tarihimiz, imani bakış açısıyla yetişmiş binlerce ilim adamı ve devlet büyüğümüzün başarılarına şahittir. Müfredat hazırlanırken önem arz eden diğer bir hu­sus da şu­dur: Türkiye’nin, İslam ül­ke­­lerine ve mazlum milletlere ön­­der olacak bir ruha ve mef­­kûreye sahip kuşaklara ih­ti­yacı vardır. Böyle milli ideal­lerin ger­­­­çekleşmesi; müfre­da­tın, mef­­kû­re sahibi bir neslin ye­tiş­­me­sine zemin hazırlayacak ma­hi­­yette olmasıyla mümkün­dür. Fen İlimleriyle Dinî İlimler Birlikte Verilmelidir “Vicdanın ziyası, ulûm-u di­niyedir. Aklın nuru, fünun-u medeniyedir. İkisinin imtiza­cıyla hakikat tecelli eder. O iki cenah ile talebenin him­meti pervaz eder. İftirak et­tikleri (ayrıldıkları) vakit, bi­rin­cisinde taassup, ikinci­sin­de hile ve şüphe tevellüt eder.” (Said Nursi) Dini ilimlerle fen ilimlerinin mezcedildiği eğitim sistemi önem­li bir ihtiyaçtır. Bu ihti­yaç tehir edilmemeli; gele­cek neslin maddi-manevi gelişi­mi­ni ve itminanını hedefleyen bir yaklaşımla bu sistem uygula­maya konmalıdır. Delillerini Kur’an’dan ve kâinat kitabından alan bir müfredat, iman esaslarını ispat edip nes­limizin taklidi imanlarını çok kısa sürede tahkiki imana dö­nüştürerek milyonlarca gen­ci­­mizin imani inkişafına ve­si­le olacaktır. Yalnız aklı de­ğil; kal­bi, ruhu ve diğer his­leri tat­min ederek kişisel ve top­lum­sal hastalıkları izaleye vesile olacaktır. Dini İlimlerle Fen İlimleri Nasıl Mezcedilir? Fen ilimlerinin yanında dini ilim­lerin verilmesi gereklidir, ancak yeterli değildir. Çün­kü dini ilimlerle mecz edil­me­yen ve materyalist bir an­layışla sunulan fen ilimleri, ma­ri­fe­tul­laha dönüşmez. Hâlbuki di­nî ilimlerle fen ilimlerinin mezcedilmesiyle Allah’ın varlı­ğı­na ve birliğine pencereler açı­lır. Mesela, coğrafya dersinde yeryüzü şekilleri konusu işle­nir­ken dağların özellikleri bi­limsel olarak anlatıldıktan son­­­ra şöyle bir paragraf ekle­ne­­­bi­lir: “Kur’an-ı Kerim dağ­ları, dünyayı sarsıntıdan ko­­­ruyan ve dünyanın den­ge­­sini muhafaza eden, içi ha­zine dolu direklere ben­zet­miştir. (Nebe, 6-7; Hicr, 19; Naziat, 32). Çünkü dağ­ların içinde canlılara lazım olan sular ve madenler gibi ih­tiyaç maddeleri hikmetli bir şekilde hazırlanmıştır. Bu hâl açık bir şekilde dağların; kud­reti, hikmeti ve cömertliği son­suz Rabbimizin hazineleri ol­duğunu gösterir.” İmani bakış açısıyla öğrenci, bü­tün hadisatın arkasında ila­hî bir ilim, irade ve kudretin hükmettiğini görür. Bu bakış açısı, eğitimde temel model olmalı; eğitim müfredatları ve malzemeleri, bu bakış açısıyla hazırlanmalıdır. Bu yöntemle bir insanın pozitif bilimleri öğ­renmesi ve özümsemesi, onun iman esaslarını daha iyi an­la­masına ciddi katkı sağlayacaktır. Okul Öncesinde Manevi Eğitim Çocuğun zihin gelişiminin en hızlı olduğu dönem 0-6 yaş aralığıdır. Bu itibarla kreşte ve anaokulunda çocuğun dini eğitim alması, onun manevi alt­yapısını oluşturmada en önem­li müessir/etken olacaktır. Dini hassasiyetleri olan öğren­ci velilerinin 3-6 yaş döne­min­deki çocuklarını bu yön­de eğitim veren kreşlere ve ana­okullarına gönderdikleri bili­nen bir gerçektir. Bu durum, halkımızın, çocukların manevi eğitimine verdiği önemi ve bu alanda eğitim veren kurumlara duyulan ihtiyacı göstermektedir. “Beşikten mezara ilim öğrenme” anlayışına sahip bir medeniye­tin mirasçılarıyız. Çocukların eğitim hayatının başında milli manevi değerlerle tanışmalarını sağlayacak, temel dini bilgileri öğrenmelerini temin edecek mev­zuat düzenlemesinin bir an önce yapılması milletimizin beklentisidir. Bu meyanda hizmet veren/ve­recek olan özel anaokulları da teşvik edilmelidir. Eğitim Müfredatı Öğren­ci­lerin Manevi Gelişimine Zarar Veren Unsurlardan Temizlenmelidir Dünyadaki zararlı düşünce akım­­­­ları, in­sanların düşün­ce dün­­­­ya­sını olumsuz etkile­mek­­­­­­­­­tedir. Özel­likle çocukluk ça­­­­ğında din eğitimi almamış ve­­­­ya ala­ma­mış öğrencilerin ma­ter­­­­yalist düşünce akımlarıyla yoğ­­­rulan müfredat ve eğitim ma­­ter­yal­leriyle karşı karşıya kal­­­ması, öğrencilerin saf zi­hin­­­lerinin bulanmasına ve bi­linç­al­tı dün­yalarının olum­suz şekil­lenmesine sebep ol­mak­ta­dır. Bilimsel yönden geçerlilik ka­zan­mamış, medeniyet tari­hi­­mizde yer bulamamış ev­rim ve tabiatçılık başta ol­mak üze­re birçok teori ve akı­mının müfredata ve eğitim ma­ter­yal­lerine sirayet etmesine meydan verilmemelidir. Osmanlı Türkçesi Zorunlu Ders Olmalıdır Önemli bir kültür mirasımız olan Osmanlı Türkçesinin, dil zev­kinin kazandırılmasında mü­­him bir yeri vardır. Erken yaş­­­­lar­dan itibaren öğretilecek Os­­­­man­lı Türkçesi, ecdadımızın mil­­­­li bir terbiye ile yoğrulmuş fi­­­kir ve his dünyasını yeni nesil­lerin akıl ve kalplerine taşıya­cak­tır. Arşivlerde bekleyen milyonlar­ca belge, kütüphanelerdeki yüz binlerce eser, dil şuuruna er­miş genç nesil tarafından gün ışığına çıkarılıp bilim ve sanat dünyasına kazandırılacaktır. Osmanlı Türkçesinin, okullar­da seçmeli ders olarak okutulma­sı güzel bir gelişmedir. Yaban­cı dil, ilkokul ikinci sınıftan itibaren okutulmaktadır. Ecda­dımızın konuşma ve yazı dili olan Osmanlı Türkçesinin en az bir yabancı dil kadar de­ğer kazanması gerekir. İlkokul bi­rinci sınıfta okuma yazma öğ­retildiği göz önünde bulun­durulduğunda ikinci sınıftan itibaren Osmanlı Türkçesinin eğitim programları içerisinde yer alması önemlidir. Bütün or­taokul ve liselerde ise zorunlu ders olarak okutulması isabetli bir karar olacaktır. Tarih ve Türk Dili ve Edebiyatı Derslerinin Prog­ram­ları Yeniden Yapılandırılmalıdır Muhteviyatı itibariyle Türk Di­li ve Edebiyatı ile Tarih dersle­ri büyük bir kültür mirasına sahiptir. Milli ve manevi değer­lerin işlenebileceği bu dersler­de ne yazık ki birçok konuya ye­te­ri kadar yer verilmemektedir. Bu iki kültür dersinin program­la­rı, öğrencilerin manevi gelişimi­ne katkı sağlayacak şekilde ye­niden düzenlenmelidir. Bu derslerin programlarında şu hu­­suslara dikkat edilmesi önem­­­­lidir: - İslam medeniyetinin ana kay­­nakları olan Kur’an-ı Kerim ve Hadis-i Şeriflerin edebiyat an­­layışı üzerindeki etkilerine yer verilmelidir. - Vesayet anlayışından sıyrı­la­rak Cumhuriyet dönemi mü­te­fekkirlerinden Cemil Meriç, Ah­met Kabaklı, Sezai Karakoç, Nu­ri Pakdil, Mehmed Niyazi, Ra­sim Özdenören, Sadettin Ök­­­ten, Osman Yüksel Serden­geç­ti, Bediuzzaman Said Nur­si baş­ta olmak üzere pek çok de­ğerli kalem erbabı şahsiyetlerin sanat ve fikir dünyamıza kat­kı­larına ve eserlerine yer veril­melidir. - Divan Edebiyatının sadece aşk edebiyatı gibi algılanması­­nın önüne geçilmelidir. Divan Ede­bi­yatı metinleri, manevi de­ğer­lerin kazandırılmasına vesile olacak şekilde belirlenmelidir. - Divan Edebiyatının sadece sa­ray çevresinde şekillenmediği, tespit edilen 5000 civarında di­­vanı olan şair olduğu, bu ede­­biyatın toplumun için­den çık­tığı örneklerle vurgu­lan­ma­lıdır. - Tarih dersi programı, ön­ce­likle yeni nesle tarih şuu­ru aşılayacak şekilde düzenlen­me­lidir. Tarih dersinin, tarihi ger­çeklere uygun bir şekilde ve­rilmesinin yanı sıra şanlı ta­ri­hi­mizde yaşanan olayların ar­kasındaki asil ve âli ruh ön pla­na çıkarılmalıdır. Önemli tarihi şahsiyetler rol model olarak su­nulmalı ve tarihi olayların arka planı ihmal edilmemelidir. - Tarih dersi programında, İs­lam tarihinin dünya tarihin­de­ki yeri mukayeseli olarak yer almalıdır. - Tarihimizde ilme, insan ve kadın haklarına ve çevreye verilen önem, tarihi belgelerle ortaya konmalıdır. - Tarih dersinde tarihi devir­lerin isimlendirilmesi ve yo­ru­mu yeniden yapılmalıdır. Ta­rih şeridi hazırlanırken peygam­ber­ler tarihi dikkate alınmalıdır. - “İnkılap Tarihi” dersinin is­mi “Cumhuriyet Dönemi Tari­hi” ya da “Yakın Dönem Tarihi” şeklinde değiştirilmelidir. Bütün Derslerde Peygambe­ri­mizin Güzel Ahlakı Model Olarak Sunulmalıdır Anaokulundan başlayarak bü­tün kademelerde ve dersler­de uygun metot, teknik ve ma­ter­yallerle öğrencilere peygam­ber sevgisi verilmelidir. Günümüz problemlerinin çö­zü­münde Peygamber Efendi­mizin hayatından ve güzel ah­lakından örnekler verilmelidir. Kendilerine rol-model arayan çocuklarımız ve gençlerimiz Pey­gamberimizin söz ve dav­ra­nışlarını örnek alarak kişilik­lerini şekillendirmelidir. Peygamberimizi örnek alarak ba­şarıya ulaşmış tarihi şahsiyet­lere yer verilmelidir. Peygamber Efendimizin hayatı­nı konu alan derslerde, mucize­lerine özel bir yer ayrılmalıdır. Mucizelerin, nübüvvet delili ol­du­ğu vurgulanmalı, mucize­ler hadis usulünce yorumlanarak konunun yanlış anlaşılmasına meydan verilmemelidir. Yeni eğitim anlayışının temel hedefi, dindar bir nesil yetiş­tirmektir. Günümüz problem­lerine çözüm üreten, iman ha­kikatlerini aklî ve mantıki bir surette izah ve ispat eden Risale-i Nur’u temel alan, “İman ve İslam Esasları” isim­li bir ders, programa alın­malıdır. Karma Eğitim Sosyal, psikolojik ve manevi açı­dan pek çok zararı tespit edi­len ve öğrencilerin başarısını olum­suz etkileyen karma eğitim mo­­deli iyi tahlil edilmelidir. Yüzyılın en büyük pedagojik yanlışı olan karma eğitimden Türkiye artık vazgeçmelidir. En azından ilk aşamada veli­lere (ve öğrencilere) karma ol­ma­­yan/tek cinsiyetli eğitimi seçme hakkı verilmelidir. İmam Hatip okullarında sözü edi­len uygulamanın kısmen gerçekleştirilmesinin güzel ne­ti­celeri gözlenmektedir. Karma eğitime kısa vadede al­ternatif olabilecek çarelerden biri de tek cinsiyetli eğitimi is­teyenlerin ikinci dört yıldan itibaren Açık Öğretime yön­lendirilmesidir. Millî ve mane­vi hassasiyeti olan ailelerin bu hassasiyetlerini muhafaza et­me­­si noktasında söz konusu im­kâ­nının sağlanması ailelerin sosyal hakları arasındadır. Ders Kitapları Evrim, tabiatçılık, maddecilik, tesadüfçülük gibi teorilerden beslenen bakış açıları, bu za­mana kadar bilimsellik adı al­tında ders kitaplarında yer al­dı. Bilhassa biyoloji kitap­larında hayatın tesadüflerle vü­­­­cuda geldiği düşüncesi iş­len­di. Hâlbuki kâinatın mey­da­na gelmesi, varlıkların olu­şu­­mu, özellikle de hayatın tesa­düflerle oluştuğu iddiası bilim tarafından ispat edilememiştir, edilmesi de mümkün değildir. O hâlde müfredat ve ders kitap­larında, tevhid temelli düşünce sistemi esas alınmalıdır. Ders kitapları, eğitim öğretim ortamında yüzbinlerce öğren­ci­ye hitap etmesi bakımından bü­yük önem taşımaktadır. Bu ki­tap­ların içeriğiyle öğrencinin fikir ve his dünyası inşa edil­mektedir. Dolayısıyla ders ki­ta­pları milli ve manevi değer­lerin kazanımına yönelik dü­zenlenmelidir. Millî ve manevi değerlerden uzak­laşmanın ve ahlaki yozlaş­manın temel sebeplerinden en önemlisi inanç zayıflığıdır. Ders kitapları hazırlanırken öğ­­ren­cileri bu yönden takviye ede­­cek kaynaklar referans alın­­­malıdır. İnsanların hayat­larında olumlu yönde değişik­lik­ler yaptığı, bireysel hayatta hu­zuru ve toplumsal hayatta asayişi sağladığı hiç kimsenin inkâr edemeyeceği bir gerçek olan -başta Risale-i Nur eser­leri olmak üzere- imani bakış açısına sahip, her biri kendi ba­şına manevi bir değer nite­liğindeki eserlerimizden yete­rince istifade edilmelidir. Kitaplarda bilgi ağırlıklı me­tin­ler ile diyalog ağırlıklı hikâ­ye tarzı metinlere birlikte yer verilmelidir. Bilgi metinlerinin ardından gelecek olan “hikâye, şiir ve piyes gibi metinler” hem öğrencinin zihin dünyasında makalelerin dile getirdiği haki­katleri misale dökecek, daha anlaşır kılacak hem de ders ortamında zevkli etkinliklere fırsat tanıyacaktır. Medeniyetimizin teşekkülünde önemli bir yere sahip şahsi­yet­lerin; hayatı, kişiliği, çalışmaları, hatıraları vs. ders kitaplarında yer almalıdır. Böylelikle model alınabilecek şahsiyetleri tanıma fırsatı bulan öğrencilerin ay­nı zamanda tarih bilinci de ge­li­şecektir. Ders kitaplarımız bir yandan millî ve manevi değerlerimizi takviye edici metinlerle zengin­leştirilirken diğer yandan ma­nevi gelişime zararlı ve değer­lerimizle çelişen içerikten arın­­dırılmalıdır. Manevi de­ğer­­lerimize yakışmayan görsel­lere yer verilmemelidir. Dilde, köken itibariyle yapılan ayrımcılığa son verilmelidir. Müf­redat ve kitap dilinde arı Türkçecilik, sadeleştirmecilik gi­bi dili çoraklaştıran, düşün­ce dünyamızı çölleştiren yanlış uy­gulamalardan vazgeçil­meli­dir. Özellikle ders kitap­larında bu­lunan “uydurukça” kelimeler ayıklanmalıdır. Müfredat ve ders kitaplarında, özellikle Din Kültürü ve Ah­lak Bilgisi derslerinde “Hz. Mu­­ham­med” yerine “Peygam­ber Efen­dimiz” gibi hürmet ve sa­hip­lenmeyi ifade eden keli­me­ler kullanılmalıdır. Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi, Hz. Muhammed’in Hayatı gibi dini temalı kitaplar öncelikle birinci el kaynaklar referans gösterilerek hazırlanmalıdır. Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi ile Dinler Tarihi dersinde yüzde doksan dokuzu Müslüman olan bir ülkede konuların taraf­sız­lık görüntüsüyle seküler bir şekilde verilmesi, diğer dinlerin batıl yönlerine hiç temas edil­memesi, İslam’ın da onlara mu­âdil bir din gibi sunulması bir tezattır. Geleneksel Sanatlarımıza Eğitim Programlarında Yer Verilmelidir Müfredatta, medeniyetimizin önemli birer kültür unsuru olan ve her biri manevi ter­biyeye katkı sağlayan İslam sanatlarına, kendi alanlarında tebarüz etmiş sanatçılara yer verilmelidir. Eğitimde Öğretmen Faktörü Eğitimin en önemli unsur­ların­­dan biri hiç şüphesiz öğ­ret­­­men­­dir. Öğrenciler, tecrü­be ve bil­gi birikimleri az ol­du­­­ğu için öğretmenlerinin ayak iz­lerin­­den giderek ken­di ki­şi­lik­­­lerini ge­­liş­tirirler. Çocuk­lar öğ­­ret­men­­leri­­ni model olarak gö­rür ve on­ların hareketlerini, ko­­nuş­malarını dik­­kat­­li­ce ta­kip eder­ler. İyiyi de kö­­tü­­yü de mık­na­tıs gibi çekerler. Bu iti­­bar­la öğ­ren­cilerin kişilik ge­li­şi­­minde öğ­retmenlerin rolü çok büyüktür. Özetle millî ve manevi değer­lerimizin hassasiyetini taşı­yan eğitim bilimcilerimiz, öğret­men­lerimiz, sivil toplum teşki­lat­larının mümtaz temsilcileri, eğitime gönül vermiş kişilerle işbirliği yapıp milli ve manevi değerlerimizden güç alan, ilim ve irfan kaynağı bir eğitim sisteminin kurulması elzemdir. Bu müfredat çalışmasının dev­letimiz ve milletimize hayırlara vesile olmasını Cenabı Haktan niyaz ediyor, milli eğitim ca­mia­sına başarılar diliyoruz.

Mustafa YANKIN 01 Mart
Konu resmiKadirşinaslık (‘Değer’bilirlik) Bakışı: Nimet Kabuğu Altında Şükrü Görebilmek
İnsan

İyilik bilen insanlar, nail oldukları nimeti, şükür çivisiyle mıhlarlar. Kimlere karşı nasıl ve ne kadar kadirşinas olabileceğimize yö­ne­lik birçok sual yöneltebilir, cevap­ları sıralayabiliriz. Lakin mühim olan, cevaplar için yö­nümüzü Rabbimizin kelamı­na Peygamberimizin örnek ha­ya­tına çevirmektir. Hak ve mut­lak olan, hakikati mihenk yap­maktır. Bir evlat olarak anne ve ba­ba­mıza karşı nasıl kadirşinas ola­biliriz? Cevap: Hayırlı ev­ladın vasıfları: “Ve Rabbin, ken­di­sin­den başkasına ibadet et­me­menizi ve ana-babaya iyilik et­meyi emretti. Eğer onlardan bi­ri veya her ikisi, senin yanında ihtiyarlığa erişirse, sakın onlara 'öf!' bile deme! Onları azarlama ve onlara güzel söz söyle!” Ümmet olarak Peygamberi­mi­ze (asm) karşı nasıl kadir­şi­nas olabiliriz? Cevap: Peygam­be­ri­mize (asm) itaat: “(Habibim, ya Mu­hammed!) De ki: 'Eğer Allah’ı seviyorsanız, o hâlde bana tabi' olun ki, Allah (da) sizi sevsin ve günahlarınızı size bağışla­sın!' Çünkü Allah, gafûr (çok bağışlayan)dır, ra­hîm (çok mer­hamet eden)dir.” Sual ve cevaplar devam eder, gider. Unutulmaması gereken en mü­him suallerden biri belki de en birincisi ise, insan için zir­ve olan “kulluk makamında” bek­lemededir: Bir kul olarak Rab­bimize karşı nasıl kadirşinas ola­biliriz? Cevap Rabbimizin kelamında, ‘şükür’ basamağında bekler: “Öy­le ise Allah’ın sizi rızık­lan­dır­dığı helâl ve temiz şeylerden yi­yin; eğer yalnız O’na kulluk edi­yorsanız, Allah’ın nimet(ler)ine şükredin!” Nimetlere ihtiyacını hisset! Nimet: Şükrün mukad­di­mesi Zemin sofrasında dizilmiş ve yayılmış çeşit çeşit lezzetler ta­şıyan nimetler… Cennet koku­su sinmiş, gözlerin görmediği, kulakların duymadığı, akıl ve hayalden geçmemiş; daha nice­leriyle ukbada devam edecek saadet vesilesi nimetler… İn­san­lık, iman, sıhhat-afiyet, ha­va-su, görmek-işitmek vs. had­siz nimetler… Her birine muhtacız: Haceti­mize leziz bir ekmek kâfi, Yüz­lerce, binlerce iştihamız ve his­simiz şahit. Şükür ki nimetleri ihsan eden, tüm ihtiyaçlarımızı bi­len Rah­man ve Rahim olan Rabbi­miz var! Nimet kabuğu içerisinde -ha­kiki muhtaçlığımız olan- şükür özüyle kendini gösteren lütf-u Rabbani var! Nimetin kıymetini takdir et! Nankör: (1) Bir çeşit diva­ne­lik. (2) Nimet verene karşı kör olmak, ekmek veren eli gör­memek. (3) Nan (Ekmek, Ni­met) + Kör (Kör, görmeyen) İhsan edilen ve ahirette deva­mıyla kıymet ve ulviyet kaza­nan onca nimetlerin kıymetini yok sayan yani. “Nimettir” di­yemeyen yani. Kulluk ülkesinin serhaddinde bulunup da içeriye baş uzatamayan yani… Her güzelliğe yürür iken ol­du­ğu gibi, ihsan edilen nimetlere şükürle mukabelede bulunur iken de; ilk basamak, ilk/ön şart def-i mefasiddir. Yani ek­me­ği görmeyen gözü/na­zarı (nan­kör­lüğü) ortadan kaldır­maktır. Elbette ihsan edilen nimetlerin kıymetini düşüren ‘nankörlük mana-yı ismi nazarından’ kur­tulmanın kendisi de bir ihsan­dır. Nimetleri nimet bilmektir. İhsan mührü taşıyan nimet­leri­nin her birinin kıymetini id­rak etmek de ayrıca büyük bir nimet! Nimetleri doğrudan doğruya Allah’tan bil! Mün’im-i Hakiki: Hakiki ni­met veren. Bir de “tenteneli bir perde” tabir edilen mecazi nimet verenler (sebepler) var. Bunu düşünme! Hakiki mün’imi düşün. İnsana hizmet için yaratılan ve ihsan edilen nimetleri; ilimsiz, şuur­suz, akıl sahibi olmayan pos­tacılarla sana ulaştıranı güzel isimleriyle tefekkür et. Rahman, Rahim, Rezzak, Muhsin vs. İşte bu tefekkür; gözün sahi­bi­nin gönlüne, ihsan edilen ni­metleri hakiki nimet veren ile beraber gösteren mana-yı har­fi nazarı kazandırır. Bakışın tesi­rini tecelligâh-ı İlahi olan, arş-ı Rahman olan kalb-i insana; ih­laslı ameli netice verecek derece tevcih eder. “İhsan edilen nimetlerin sahibi var! Zemin yüzü sofrasına da­vet edilmiş şuurlu ve şerefli mi­safirler olarak bu tüm nimetleri ondan bil!” der. Nimetten, nimetlendirenden ge­­­çe­rek hakiki nimet verene (mün’im-i hakikiye) (cc) biz­zat yönelmek = ‘Nimetin fi­yatı olan şükrün uyanıklık tuza­ğı ile nimeti avlayabilmek. Yarabbi! Nimetin kendisinden daha hoş olan şükrü seven­ler­den eyle bizi! Şükrü bıra­­kıp ni­met tarafına gitmek­ten sa­kınanlardan eyle bizi! Şük­rü­­nü örnek almakla, Peygam­be­ri­mizin sünnet-i seniyyesine it­ti­ba ile nimetlendir bizi! “Elhamdülillah, eşşükrü lillah”

İbrahim SARITAŞ 01 Mart
Konu resmiİslam’ın Ölçüsü (2)
Risale-i Nur

Bu yazıda “İtikadi fikir ayrılıkları hakkında İslam’ın ölçüsü nedir, Müslümanların sapkın düşünce akımlarına ve batıl inanç sahiplerine karşı nasıl davranmaları gerektiği” üzerinde durulacaktır. Ölçü: Müslümanlar batıl fikirlerden etki­len­­memek için öncelikle dini temel altya­pı­­­larını çok sağlam inşa etmelidir ki al­dan­masınlar. İslam’ın tarif ettiği “Sırat-ı Müs­takim” dosdoğru yolu bulanlar/bilenler her fik­ri, her hükmü kendi dini ölçüleriyle mu­ka­yese edebilir, tartabilirler. Mevlana hazret­lerinin pergel misalinde dediği gibi: “Bir aya­ğım sağlam bir şekilde şeriat üzerinde, diğer ayağım 72 milleti dolaşır” bir kemale erişirler. Zaten batıl fikirler çoğunlukla dini ölçülerden habersiz insanları etkisi altına alır. Bu durumda Müslümanların olmazsa olmazı Kur’an ve Sünnet ölçülerini iyi bilmeleridir. Ölçü: Tarih boyunca dinimizi tahrif et­mek için müfsit (bozguncu) insanlar çok çaba harcamıştır. İçeriden ve dışarıdan Müslü­man­lar arasında ihtilaflar çıkarmak için batıl fi­kirler halka dayatmak, kabul ettirilmek is­tenmiştir. Bu müfsitler, kimi zaman din adamı kisvesiyle, kimi zamanda otoriteyi emel­lerine alet ederek halka baskı yaparak batıl fikirlerini yaymaya çalışmışlardır. Bütün bu ifsat fikir ve hareketleri İslam’ın ana kaynakları olan Kur’an ve Sünnet ölçüleriyle çürütülmüş ve bertaraf edilmişlerdir. Burada Hazret-i Üs­tad’ın dikkat çektiği husus müfsitlerin ken­dilerini takdim etme usulleridir. “Hiçbir müf­­sid, ben müfsidim demez. Daima suret-i hak­­dan görünür. Yahud bâtılı hak görür. Evet, kim­­se demez, ayranım ekşidir.” Batılın sözcüleri kendilerini halka önce sev­dirirler. Halkın sevgisini kazanıncaya ka­dar “hak söz” söylerler. Onları kendilerine ta­­mamen inandırıp güvenlerini kazandıktan sonra sinsice zehirlerini akıtırlar. Bazen bâtılı hak zanneden ve kendi fikrini en doğru görüş olarak kabul eden ilim erbabı da insanları ifsat edebilir. İster bilerek ister bilmeyerek olsun ifsat edicilerden davalarına Kur’an ve Sünnetten delil getirmelerini istemeliyiz. Ri­vayet edildiğine göre Hz. Ömer (ra) halife olduğunda minberden halka şöyle der: “Ey müminler! Eğer bilerek veya bilmeyerek Pey­gamberin sünnetinden ayrılırsam ne yapar­sınız? Sahabelerden biri ayağa kalkarak: “Ya Emire’l-Müminin, o zaman şu eğri kılıcımız­la seni doğrultmasını biliriz.” dediğinde Hz. Ömer (ra) bu durumdan son derece memnun olup Allah’a şükreder. Bizim inancımıza göre peygamberlerden baş­ka herkes hata yapabilir. Hiç kimse hatasız değildir. Buna göre her fikrin Kur’an ve Sün­net eleğinden geçirilmesi elzemdir. Ancak bu şekilde ifsadın önüne geçilir. Zaten hiçbir müfsit fikir, delile dayanmaz. Ya zann-ı ga­liptir ya fikr-i batıldır yahut yalandır. Üstadın Hakikat Çekirdekleri’nde dediği gibi: “Bir tane sıdk (doğruluk), bir harman yalanları yakar. Bir tane hakikat, bir harman hayâlâta müreccahtır (tercih edilir).” Son olarak teknolojinin ve iletişimin altın ça­ğı­nı yaşadığı şu dönemde, müfsit fikirler her ta­rafta kolaylıkla yayılabiliyor. Sosyal medya aracılığıyla bir anda bütün dünyaya bir bilgi­yi aktarabildiğimiz zamanda yaşıyoruz. Bu im­kânları hak namına kullanmak noktasında Müs­lümanlara büyük vazifeler düşüyor. Hak­­kı hakikati her alanda neşretmenin ça­ba­sı içinde olmamız gerekmektedir. O sa­ha­­ları Hak ile doldurmazsak, batıl o yerleri ko­lay­lıkla istila edecektir. Nur talebeleri Bediüzzaman Hazretlerinin özellikle işaret ettiği: “Risâle-i Nûr, yalnız bir cüz’î tahrîbâtı ve bir küçük hâneyi ta’mîr etmiyor. Belki küllî bir tahrîbâtı ve İslâmiyet’i içine alan ve dağlar büyüklüğünde taşları bu­lunan bir muhît kal’ayı ta’mîr ediyor. Yalnız hususî bir kalbin ve hâs bir vicdanın ıslahına çalışmıyor. Belki bin seneden beri terâküm eden (biriken) ve tedârik edilen müfsid âlet­lerle dehşetli rahnelenen (yaralanan) kalb-i umûmî ve efkâr-ı âmmeyi ve umûmun ve bâhusus avâm-ı mü’minînin istinâdgâhları olan İslâmî esaslar ve cereyânlar ve şeâirler kı­rılmasıyla bozulmaya yüz tutan vicdân-ı umû­mîyi, Kur’ân’ın i’câzıyla; ve geniş yaraları­nı, Kur’ân’ın ve îmânın ilaçlarıyla tedâvi etme­ye çalışıyor.” İfadesindeki vazifelerini, her sa­ha­da ciddiyetle yapmaları gerekiyor. Çünkü me­­sele iman olunca vazife ihmal kaldırmıyor.

Zafer ZENGİN 01 Mart
Konu resmiCebir ve i‘tizâlde birer dâne-i hakîkat bulunur
Risale-i Nur

Cebir insanlarda hür bir irade ve kudretin olmadığını iddia eden ve insanın rüzgârın önünde bir yaprak gibi olup bütün işlerini yapmaya mecbur ve mahkûm olduğunu ileri süren, insanın fiillerinde insan iradesinin hiçbir rolü olmadığını düşünen fırkaya denir. Bu fırka iki gruba ayrılmaktadır. Kulun bütün fiillerini Allah’a isnad eden gruba Cebriye-i Hâlisa, kulun müessir olmayan bir kudrete sahip olduğunu söyleyen kısmına da Mutedil Cebriye denmektedir. İşte cebriye fırkası ve i‘tizâlde yani insanın hür iradesini kabul eden ve insanın kendi fiillerini ken­disinde bulunan bir kudretle meydana ge­tirdiğini/yarattığını ileri süren fırkanın adı­dır. İnsanın bir kudret sahibi olduğunu ve fillerini bu kudretle yarattığını iddia eden fırkadır. İşte cebir ve i’tizal fırkasında birer dâne-i hakîkat bulunur. Çünkü meslekler, mezhepler ve fırkalar ne kadar bâtıl da olsalar, merkezlerinde onların hayatı veya ruhu hükmünde olan bir hak ve bir hakikat bulunur. İnsanların bu fırkalara yönelmesinin nedeni de bu hakikattir. Fırkaların içinde hak olanlar bulunduğu gibi bâtıl/bidat fırkalar da mevcuttur. Hangisinin hak hangisinin bâtıl olduğu ise bir kısım prensiplerle tes­pit edilmektedir. Bediüzzaman'a göre bun­ların hak veya bâtıl oluşunu gösteren iki önemli ölçü vardır. Birincisi: Fırkaların hayatı ve ruhu hükmünde olan hakikatin onların eserlerine ve yaptıkları işlerine hük­metmesidir. İkincisi: Fırkanın olumlu (müs­bet) yönlerinin olumsuz yönlerinden faz­la olmasıdır. Bu iki ölçü bir fırkanın hak ol­duğunun göstergesidir.  Eğer o fırkanın içindeki hak ve hakikat, neticelerine hük­me­­de­miyor ve olumsuz yönleri olumlu ta­raf­larından fazla ise o meslek bâtıldır. Onun ehli, ehl-i bid'a ve ehl-i dalâlet olur. Ey olay ve nesnelerde hak ve hakikati bulmak isteyen tâlib-i hakîkat! Hem geçmişi Mâzîye hem musibetleri; müstakbeli geleceği ve ma‘siyeti günahları ve Cenabı Hakka karşı yapılan her türlü isyan ve itaatsizlikleri ayrı değerlendirir ve farklı görür şerîat. Her biri hakkında farklı hüküm verir. Mesela ilmî ve manevi olarak kendini geliştirmemiş halk, hem geçmişe, geçmişte yaşanmış olanlara Mâzîye, hem insanın karşı karşıya kaldığı musibetlere mesâibe kader tarafından bakar. Değerlendirir. “Kaderdir” der. Teselli bulur. Ümitsizliğin ilacıdır. Sıkıntısı hafifler. Yükü azalır. Kadere havale eder ve nazar olur kadere, burada söz olur cebriyenin. Demek cebriyenin fiilleri kadere havale etmesi düşüncesi halk arasında geçmiş olaylar ve musibetlerde kullanılmaktadır. Bu düşünce ise halkı ümitsizlikten kurtarmakta ve kederlerini azaltmaktadır. Çünkü geçmişte yaşanmış her şey vukuattır. İlahî iradenin tecellisi gerçekleşmiştir. Halk, ilahî iradenin onayı açısından bakar. İnsan geçmişte ken­di hatalı irade beyanlarından ders al­ma­lı­dır. Aynı hatalara düşmemelidir. Fakat pra­tikte halk, geçmişe yalnızca ilahî iradenin tecellisi noktasından bakar ve değerlendirir.  Müstakbel gelecek ve meâsîde günahlarda, insan sorumludur. Çünkü yüce Allah hür irade sahibi insana sorumluluklar yükler. Eğer insanın hür iradesi kabul edilmeyecek olursa yüce Allah’ın teklifi olan emir ve yasaklar, haram ve helaller, ibadetler, cennet ve cehennem anlamsız olur. İşte bu yönüyle nazar olur teklîfe, söz hakkı olur i‘tizâle. Çünkü i’tizal fırkası insanın iradesini kabul etmektedir. Kabul ettikleri bu irade, teklifi anlamlı hale getirmektedir. İ‘tizâl ile Cebir şurada barışırlar. Şu bâtıl mezheblerde birer dâne-i hakîkat mevcûddur, mündericdir, her iki fırkanın düşüncelerini bir yönüyle tatbik edebilecekleri mahsûs mahalli vardır. Her iki fırkanın Bâtıl olan uygulaması düşüncelerinin her yerde geçerli olduğunu iddia ederek genelleştirmesidir, ta‘mîmdir. İnsanın kendisini inciten, üzen, za­rar veren şeyleri defedecek ve ih­ti­yaçlarını giderecek kudretten mah­rum olması demek olan Acz ve sa­bırsızlık, şikâyet, sızlanma de­mek olan cez‘  ancak çaresizlerin bîçâ­re­lerin kârıdır Ger istersen mutlu, huzurlu ve güzel bir hayatı, çareleri bulunan şeyde acze yapışma. Çünkü çaresi bulunmaktadır. İnsana düşen kendi vazifesini yapmasıdır. İnsanın görevi ise kendisini gayesine ulaştıracak sebepleri yerine getirmesidir. Yani çalışmaktır. Emek­tir. Terlemektir. Neticeyi yaratmak ise Allah’a ait­tir. Fakat insanı neticeye götürecek sebep­lere uymak insanın işidir. İnsan işini terk etmemelidir. İşini bırakmamalıdır. Madem yüce Allah sebepleri yerine getirme işini insana vermiştir. Öyle ise insan çalışmasını ihmal etmemelidir. Bununla birlikte bir şeyin çaresinin olması dahi işaret etmektedir ki insan çalıştığı takdirde yüce Allah o işte insanı muvaffak kılacaktır. O işin olması için sebeplerini yaratmıştır. İnsana düşen o işin sebeplerini yerine getirmektir. Bu sayede amacına ulaşmaktır.  Ger istersen gönül rahatını, çaresi bulun­mayan şeyde sabırsızlık gösterip sızlanma demek olan ceza’ sarılma. Çünkü şikâyet etmek ve sızlanmak insanın derdine der­man değil bilakis acısını artırmaktadır. Acı­larını yenilemektedir. Zihinde sürekli ola­rak ıstıraplarını canlı tutmaktadır. Çaresi ol­mayan şeylerde şikâyet eden insan, sabrını tüketir. Hayat mücadelesinde zayıf düşer. Zira sabır gücünü içinde canlı tuttuğu sıkın­tıyı gidermek için kullanır. Bu da insanı zayıf kılar. Hayat yolunda çaresizlikler karşısında şikâye­ti huy edinenler, sahip olduklarının farkına varamazlar. Çünkü sızlanma insanda aciz ve zayıf olduğu düşüncesini meydana getirebi­lir. Böyle kişiler ise yeni bir şeyler düşünemez­ler. Üretken olamazlar. Kendilerinde derman bulamazlar. Bundan dolayı insan çaresi ol­ma­yan olaylar karşısında kendisini faz­la yıpratmamalıdır. Farklı alternatifler düşün­melidir. Yeni arayışlar içine girmelidir. Hem çaresizlik insana göredir. İnsanlar açı­sından bakıldığında çaresizlikler vardır. Hâl­buki yüce Allah tarafından olaylar değer­lendirildiğinde çaresizlik yoktur. İnsanı ça­resiz bırakan bir şey yüce Allah’ı asla aciz bırakamaz. Evet, insanın hangi derdi vardır ki dermanı Allah’ta olmasın? İnsanı âciz bırakan hangi engel vardır ki yüce Allah’ı çaresiz bıraksın? İnsanın hangi ihtiyacı var­dır ki yüce Allah’ın rahmet hazinesinde bulunmasın? Öyle insan kendisini çaresiz bırakan şeyler karşısında şikâyet ve sızlanma yerine yüce Allah’a yalvarmalıdır. Sabırsızlık göstermemelidir. Âcizliği ifade eden şikâyeti terk etmelidir.

Muhlis KÖRPE 01 Mart