
Meksikalıların bir sözü var. “Bizi gömmeye çalıştılar ama tohum olduğumuzu bilmiyorlardı.” Dante Alighieri de diyor ki: “Her karanlık kendisini sonlandıracak şafağın tohumlarını içinde taşır.” Önemli olan, temel duygu ve fikri kaybetmemektir. Bizi biz yapan acı-tatlı ne varsa farkında olabilmek ve farkındalık oluşturabilmektir. Türkiye olarak çok önemli bir eşiğe geldik. Cumhurbaşkanlığı Sistemi için referanduma gidiyoruz. Buradaki tavır, bundan sonraki Türkiye’nin kaderini belirleyecek. Yeniden silkinişin ve bütün dünyaya kendimizi ifade edişin işareti olacak inşallah. Ümit ediyoruz ki kalbler, millet ve memleket için güzel ve iyi olacak bir neticede birleşir. İradesi kendisine tevdi edilen cumhur, başkanını kendi hür iradesiyle ve kararıyla belirleyebilir. 16 Nisana bakan bu önemli mesele, bir anlık bir karar ve gelişme değil elbette. Dante Alighieri’nin dediği gibi, bize ait olanları hiçbir zaman unutmayanlarla bu zamanlara geldik. Bahusus son on senede hemen her alanda millet ve memleket için –bedel ödemekle birlikte maddi-manevi- nice güzellikler yaşandı ve yaşanıyor. Demem o ki, -Sezai Karakoç’un ifadeleriyle- “İslam’ın temeli elbette inançtır. Aksiyon, toplumun müesseselerine uzaması sonucunda kendiliğinden doğacaktır. Ufak bir kadrodaki inanç, düşünceyi, düşünce, kütlenin şuuraltını zorlamış, bundan, kütle inancı belirmiştir. İşte, İslam, bu inanç temeli üzerinde hızla yükselecektir.” Hadiseyi sadece neticeler üzerinden değil, aksiyonu tetikleyen dinamikler açısından da görmek, ileriye hareketi besleyecek ve devamını sağlayacak en önemli amildir. Mezkûr gelişmelerden birisi de kapağa taşıdığımız müfredat meselesi. Bakanlık bunu cumhura arz etti ve fikirleri talep etti. İnsanımız ve kurumlarımız da bu meseleye bigâne kalmadı ve düşüncelerini ilgili bakanlığa iletmiş oldu. Bundan sonraki temennimiz, arz kolaylığında müspet taleplerin müfredata girmesi ve icrasının sağlanmasıdır. Biz de Uluslararası Eğitimciler Derneğimizin hazırladığı raporu sizlerle paylaşıyoruz. Ki dua hükmüne geçsin. Sezai Karakoç’un yukarıdaki ifadelerini tekrar zikredecek olursak temelde inanç vardır. Aksiyon inanç temellidir. İnancı olmayanın aksiyonu olmaz. Olsa da kontrolsüz aksiyon fayda vermez. Madem Yeni Türkiye en önemli gündemimiz, o zaman bizi asırlardır dünyaya hadim ve hâkim kılan temeli yani inancı bir an gözümüzün önünden ayırmamamız elzemdir. Elbette önemli olan diğer bir husus da, ülkenin kaderini belirleyen eğitimin müfredatında her yönüyle inancın yansıması ve neslimizin buna göre yetişmesi olmazsa olmaz olacaktır.

Bediüzzaman Hazretleri 1911 senesinde, Şam’da, içinde yüz ehl-i ilmin de olduğu on bin kişilik bir cemaate muazzam bir hutbe irat eder. Hutbede, sesini tüm dünyaya işittirmek istercesine şöyle demekteydi: “İstikbal yalnız ve yalnız İslâmiyet'in olacak. Ve hâkim, hakaik-i Kur’aniye ve imaniye olacak!” Bediüzzaman Hazretleri, bu büyük iddiasını, Osmanlı Devleti’nin yıkılmaya doğru giden son demlerinde, ulemanın dahi ümitsizlik içinde olduğu bir iklimde dile getiriyordu. O, bir iddianın süslü bir şekilde tasvirini yaparak bırakmaz; müdakkik bir âlime yakışacak tarzda çok kuvvetli delillerle o iddiasını ispat ederdi. Hazret-i Üstad, hakikatler üzerine bina ettiği için günümüze de bakar bir tarzda dersini tazeleyen meşhur hutbesinde, çok kuvvetli delillerle bu büyük iddiasını ispat etmiştir. Biz de bu çalışmamızla, ‘İslâm’ın maddî ve manevi olarak dünyaya hâkim olacağı’ iddiasının ispat edildiği delilleri, ara başlıklar şeklinde toparlayıp istifade edilmesini hedefledik. 1) İslâm Hakikatleri Bediüzzaman Hazretleri, istikbalde İslâm’ın hâkim olacağını ispat sadedinde ilk olarak, İslâm hakikatlerinin maddî ve manevi ilerlemeye elverişli bir kabiliyette olduğunu ifade eder. İslâm’ın fikrî ve amelî bütün hakikatleri, maddî ve manevi ilerlemeye elverişli bir kabiliyettedir. Hak olup, Hak’tan gelip, hak diyen, hakikati gösteren ve nuranî hikmeti neşreden İslâm hakikatleri ile kâinatın gerçekleri arasında hiçbir ihtilâf yoktur. İslâm’ın itikadî hakikatleri yani imanın 6 esası akla, kalbe, ruha, nefse, fikre ve hayale mükemmel bir istikamet verir ve tatmin eder. Yine İslâm’ın amelî hakikatleri yani ibadet ve muamelâtla ilgili hükümleri, şahsın ve toplumun maddî ve manevi terakkisini temin eder, toplumda asayişi netice verir, toplumdaki sınıflar arası sosyal dengeleri sağlar, adalet ve huzur ortamı oluşturur ve toplumda güzel ahlâkı hâkim kılar. 2) Tarihin Şahitliği Hazret-i Üstad, İslâm hakikatlerine sarılmanın ve yapışmanın derecesine göre Müslümanların maddeten ve manen kalkınacaklarına tarihi şahit göstermektedir. Yani tarih de bu davayı ispat eden bir delildir. Hazret-i Üstad, bu delili mealen şöyle izah etmektedir: Tarafsız ve doğru bilgileri nakleden tarih, bu hakikate en doğru şahittir. Tarih bize gösteriyor ki Müslümanlar, İslâm hakikatlerine sarıldıkları nispette ve o hakikatler kuvvet kazandığı ölçüde medenileşip kalkınmışlardır. Bu durumun tam tersine olarak, Müslümanlar, İslâm hakikatlerini yaşamak noktasında zafiyet gösterdikçe dâhilde ve hariçte pek çok sıkıntılar çekmişler ve gerileyip mağlûbiyetler yaşamışlardır. Yine tarih bize gösteriyor ki diğer dinlerin mensupları -Müslümanların tam aksine- dinlerini yaşamak noktasında zafiyet gösterdikçe, yani taassubu bıraktıkça medenileşmişler ve kalkınmışlardır. Dinlerine taassupla sarılmaları nispetinde de gerilemişler ve ihtilâllere maruz kalmışlardır. 3) Doğru Düşünen Akılların İslâm’a Yönelmesi Bediüzzaman Hazretleri, istikbalin İslâm’ın olacağına diğer bir delilin, bozulmamış, doğru düşünen ve doğru muhakeme eden sâlim akıllar olduğunu şöyle izah eder: Asr-ı Saadet’ten şimdiye kadar, bir Müslümanın, aklî muhakemeyle ve kesin delillerle, İslâmiyet’ten çıkıp başka bir dine girdiğini hiçbir tarih göstermemektedir. Cahil ve avam insanların, hiçbir delile dayanmadan ve başkalarını taklit ederek başka bir dine girmelerinin ise bu meselede bir önemi yoktur. Hiçbir dini kabul etmeyip dinsiz kalmak da başka bir meseledir. Hâlbuki diğer bütün dinlerin mensupları -hatta en ziyade dinlerine taassupla bağlı olan İngilizlerin ve eski Rusların- günden güne, bazı zamanlarda gruplar halinde, aklî ve mantıkî muhakemelerle ve kesin delillerle İslâmiyet’e girdiklerini tarih nakletmektedir. 4) İslâm’ı Doğru ve Güzel Temsil Etmenin Zorunluluğu İstikbalin İslâm’ın olabilmesi için en önemli sebeplerden birisi de İslâm ve imanın güzelliklerini yaşantısıyla gösterecek ve ilân edecek örnek bir toplum ortaya koyma zaruretidir. Bediüzzaman Hazretleri, bu gerçekleştiğinde cemaatler, devletler ve kıtalar halinde İslâm’a girişlerin olabileceğini büyük bir ümitle müjde vermektedir. 5) Uyanan Beşerin ‘Hak Dini’ Araması Bediüzzaman Hazretleri, son asırda iki dünya savaşı ve fen bilimlerinin ikazlarıyla beşerin gaflet uykusundan uyandığından ve hak dini aramaya başladığından hareketle, Kur’an’ı arayıp bulacaklarını mealen şöyle ifade etmektedir: Geçtiğimiz yüzyılda beşer, özellikle de fen ilimlerinin ikazlarıyla uyanmıştır. Kendi mahiyetini yeniden keşfetmiş ve mükemmel kabiliyetlere sahip olduğunu ve bu kabiliyetleriyle yalnızca bu kısacık ve dağdağalı dünya hayatı için yaratılmadığını, ebed için yaratıldığını, ebede uzanan arzular taşıdığını ve bu dar fâni dünyanın insanın nihayetsiz emel ve arzularını tatmine kâfi gelmediğini bir derece hissetmeye başlamıştır. Hatta insanın bir hizmetkârı olan hayaline “Seni, dünya saltanatı ile beraber bir milyon senelik bir ömür bekliyor. Fakat sürenin sonunda dirilmeyecek bir surette yok olacaksın” dense, hakiki insaniyetini kaybetmeyen ve uyanmış o insanın hayali, sevinip “Müjdeler olsun!” diyeceğine, derinden derine teessüf edip eyvahlar çekerek, ebedi saadetin bulunmamasına ağlayacaktır. İşte bunun içindir ki, herkesin kalbinde derinden derine bir din-i hakkı aramak meyli uyanmıştır. Her şeyden önce, ölüp yok olma ihtimaline karşı, hak dinin hakikatlerini arıyor ki kendini kurtarsın. Bu vaziyetteki beşer, elbette dinsiz ve başıboş yaşayamaz. En dinsiz olanlar bile dine iltica etmeye mecburdurlar. Çünkü beşer, fıtratındaki âcizlik ile beraber sayısız musibetlere ve inciten haricî ve dâhilî düşmanlara karşı bir dayanak noktası aramaktadır. Buna ilâveten beşer, fıtratındaki fakirlik ile beraber hesapsız ihtiyaçlarını karşılamak ve ebede kadar uzanan arzularını tatmin etmek için medet ve yardım alacağı bir merci aramaktadır. İşte uyanmış beşerin, yalnız ve yalnız Sâni-i Âlem olan Cenab-ı Hakk’ı tanımak ve iman etmek ve ahireti tasdik etmekten başka çaresi yoktur. Çünkü insanın kalb denilen o sedefinde hak dinin cevheri bulunmazsa, beşerin başında maddî ve manevi kıyametler kopacak ve mahlukatın en bedbahtı ve en perişanı olacaktır. Beşerin kalb ve ruhunun bu şiddetli ihtiyaçlarını, dinsizliğin ortaya çıkmasıyla yeryüzünün kıtaları ve devletleri de birer insan gibi hissetmeye başlamışlardır. 6) Kur’an’ın, Hükümlerini Akla İspat Etmesi Bediüzzaman Hazretleri, istikbalin İslâm’ ın olacağı iddiasına getirdiği bir diğer delil de Kur’an’ın, bütün hükümlerini akla ispat etmesi ve beşeri akletmeye ve tefekkür etmeye teşvik etmesi olduğunu söyler. Şöyle ki: Kur’an-ı Kerim, çok ayetlerinin başlarında ve sonlarında insanları düşünmeye, akıllarını kullanmaya, tefekküre, araştırmaya ve ibret almaya teşvik eder ki hakikati bulsunlar. Kur’an, aklı ve mantığı reddetmez. Bütün hükümlerini, akla ve mantığa ispat eder, kabul ve tasdik ettirir. “Neden bakmıyorsunuz? İbret almıyorsunuz? Bakınız ki, hakikati bilesiniz. Biliniz ve Bil! Acaba neden insanlar bilemiyorlar, cehl-i mürekkebe (cahilliğinin farkında olmayan bir cahilliğe) düşüyorlar? Neden akıl yürütmüyorlar, divaneliğe düşerler? Neden bakmıyorlar, hakkı görmekte kör mü olmuşlar? Neden insan hayatı boyunca şahit olduğu hadiseler, hatırlayıp tefekkür etmiyor ki istikamet yolunu bulsun? Neden insan tefekkür ve aklen muhakeme etmiyor, dalâlete düşüyor? Ey insanlar, ibret alınız! Geçmiş asırlardan ibret alıp gelecek manevi belâlardan kurtulmaya çalışınız” manasına gelen pek çok ayetlerde beşeri aklını kullanmaya, fikriyle istişare etmeye sevk eder. Hazret-i Üstad, yukarıdaki delillerden sonra, bütün dünyaya işittirmek istercesine mealen heyecanla şöyle seslenmektedir: “Biz Kur’an şakirtleri (talebeleri) olan Müslümanlar, burhana (delile) tâbi oluyoruz, akıl ve fikir ve kalbimizle hakaik-i imaniyeye (iman hakikatlerine) giriyoruz. Başka dinlerin bazı efradları (fertleri) gibi ruhbanları taklit için burhanı bırakmıyoruz. Onun için akıl ve ilim ve fen hükmettiği istikbalde, elbette burhan-ı aklîye (aklî delillere) istinat eden (dayanan) ve bütün hükümlerini akla tespit ettiren (ispat eden) Kur’an hükmedecek.” 7) İslâm Güneşine Engel Olan Perdelerin Açılmaya Başlaması Hazret-i Üstad, geçmiş asırlarda İslâm güneşinin bütün yeryüzünü nurlandırmasına engel olan bazı perdelerin açılmaya başladığını, İslâm’ın istikbale hâkim olacağına bir delil olarak gösterir. Şöyle ki: İslâm hakikatlerinin mazi kıtasını tamamen istilâ etmesine 8 dehşetli engeller perde oldular. Birinci Engel: Ortaçağ Avrupa insanının cehaleti. İkinci Engel: Ortaçağ Avrupa insanının o dönemdeki vahşi halleri. Üçüncü Engel: Ortaçağ Avrupa insanının dinlerine körü körüne ve taassupla bağlılıkları. Bu 3 engel bilginin ve medeniyetin güzellikleri ile kırıldı ve dağılmaya başladı. Dördüncü Engel: Papazların ve ruhanî liderlerin riyasetleri ve baskıları. Beşinci Engel: Avrupalıların bu ruhban sınıfını körü körüne taklit etmeleri. Bu 2 engel, hürriyet fikrinin yaygınlaşmasıyla ve hakikati araştırma meylinin artmasıyla sona ermeye başlıyor. Altıncı ve yedinci engeller, dâhilî engellerdir. Altıncı Engel: Müslüman milletlere uygulanan baskıcı yönetimler. Baskıcı yönetimlerin, kendilerine dayanarak devam ettiği şahısların çekilmesi ve istibdadın sona ermesi, istibdadı devam ettiren zihniyetin ve cemaatin de zamanla eriyip gideceğine işaret ettiğinden, bu engel de günümüzde artık tamamen kalkmak üzeredir. Yedinci Engel: Şeriata muhalefet etmemizden kaynaklanan kötü ve rezil ahlâkımız. Bu engel de İslâmî hizmet ve gayretin galeyana gelmesiyle ve kötü ahlâkın çirkin neticelerinin umuma görünmesiyle ortadan kalkmaya başlamış ve tam zeval bulacak inşallah. Sekizinci Engel: On dokuzuncu ve yirminci yüzyıllarda gelişen fen bilimlerince ortaya atılan ve ispat edilen meselelerin, İslâm hakikatlerine yüzeysel bakıştan kaynaklanan bazı manalara muhalif ve zıt zannedilmesi. Meselâ bilim adamları ve felsefeciler, sahih bir hadis-i şerifte geçen ve yeryüzüne Allah’ın emriyle nezaret eden ‘Sevr’ (öküz) ve ‘Hût’ (balık) isimlerindeki iki melâikeyi, dehşetli ve cismanî birer gerçek öküz ve balık zannettiklerinden İslâmiyet’e itiraz etmişler. Bu misalde olduğu gibi yüzlerce İslâmî mesele vardır ki, hakikatleri bilindikten sonra, en inatçı felsefeciler ve bilim adamları da teslim olup kabul etmek zorunda kalıyorlar. Bediüzzaman Hazretleri, bu hususta Risale-i Nur’un ne kadar tesirli bir hizmet gördüğünü mealen şöyle ifade eder: Risale-i Nur, 25. Söz olan Mucizât-ı Kur’aniye Risalesinde, bilim adamlarının ve felsefecilerin ilişip tenkit ettikleri bütün ayetlerin her birinin altında, Kur’an’ın bir mucizevî parıltısının olduğunu göstermiştir. Fen ve felsefecilerin tenkit ettikleri, Kur’an’ın o gibi cümle ve kelimelerinde fennin eli yetişmediği yüksek hakikatleri güneş gibi gösterip, en inatçı ve art niyetli felsefecileri dahi teslim olmaya mecbur etmiştir. Meydandadır, isteyen bakabilir ve baksın. Baksın ve görsün ki bu sekizinci engelin, Risale-i Nur’un elmas kılıç gibi hakikatleri karşısında nasıl tar u mar olduğunu görsün. Bediüzzaman Hazretleri, bazı araştırmacı İslâm âlimlerinin bu hususlarda eserler telif ettiklerini, bu eser telif çalışmalarının sekizinci engelin tamamen paramparça olacağına işaret ettiğini söylemektedir. Hazret-i Üstad, bu delilini şu tahlil ve temenni ile bitirir: Fen bilimlerinin, hakiki marifetin ve medeniyetin güzellikleri beşere kendini gösterdikçe, bütün insanlık âleminde hakikati araştırma meyli, insaf ve insan sevgisi hâkim olup, zikredilen 8 engeli tamamen parçalayıp kaldıracağını Allah’ın rahmetinden bekliyoruz. 8) Batılı Bazı Meşhur Felsefecilerin Tasdikleri ve İtirafları Bediüzzaman Hazretleri, istikbalin İslâm’ın olacağına bir delilin de Avrupa ve Amerika’nın zekâ tarlalarının en mükemmel mahsulâtı olarak gördüğü bazı dahi filozof ve devlet adamlarının Kur’an ve Resûl-ü Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm hakkındaki övgü ve tasdikleri olduğunu beyan eder. Şöyle ki: En katî fazilet; düşmanlarının dahi tasdik ettiği fazilettir. On dokuzuncu asrın ve Amerika kıtasının en meşhur filozofu Mister Carlyle, en yüksek sedasıyla, çekinmeyerek, feylesoflara ve Hıristiyan âlimlerine neşriyatıyla bağırarak böyle diyor, eserlerinde şöyle yazmış: “İslâmiyet gayet parlak bir ateş gibi doğdu. Sair dinleri kuru ağacın dalları gibi yuttu. Hem bu yutmak İslâmiyet’in hakkı imiş. Çünkü sair dinler -fakat Kur’an’ın tasdikine mazhar olmayan kısmı- hiç hükmündedir.” Hem Mister Carlyle yine diyor: “En evvel kulak verilecek sözlerin en lâyığı Muhammed’in (Aleyhissalâtü Vesselâm) sözüdür. Çünkü hakiki söz, onun sözleridir.” Hem yine diyor ki: “Eğer hakikat-i İslâmiyet’te şüphe etsen, bedihiyat ve zaruriyat-ı katiyede (delil istemeden apaçık zarurî ve açık olan bir şeyden) iştibah edersin (şüphe edersin). Çünkü en bedihî (açık ve net) ve zarurî bir hakikat ise İslâmiyet’tir.” Avrupa’nın on dokuzuncu yüzyılda en meşhur bir feylesofu ve devlet adamı olan Prens Bismarck diyor ki: “Ben bütün kütüb-ü semaviyeyi (semavî kitapları) tetkik ettim. Tahrif olmalarına binaen, beşerin saadeti için aradığım hakiki hikmeti bulamadım. Fakat Muhammed’in (Aleyhissalâtü Vesselâm) Kur’an’ını umum kitapların fevkinde gördüm. Her kelimesinde bir hikmet buldum. Bunun gibi beşerin saadetine hizmet edecek bir eser yoktur. Böyle bir eser, beşerin sözü olamaz. Bunu Muhammed’in (Aleyhissalâtü Vesselâm) sözüdür diyenler, ilmin zaruriyâtını inkâr etmiş olurlar. Yani, Kur’an Allah kelâmı olduğu bedihidir (açıktır).” Bediüzzaman Hazretleri, Amerika ve Avrupa’nın zekâ tarlalarının Mister Carlyle ve Bismarck gibi dâhi muhakkikleri mahsulât vermesine dayanarak, tam bir kanaatle şöyle müjde vermektedir: “Avrupa ve Amerika İslâmiyet’le hamiledir; günün birinde bir İslâmî devlet doğuracak. Nasıl ki Osmanlılar Avrupa ile hamile olup bir Avrupa devleti doğurdu.” 9) Müslümanların Kalplerindeki 5 Kuvvet İslâm’ın istikbalde maddeten de hâkim olacağı iddiasına Bediüzzaman Hazretleri’nin getirdiği en önemli delillerden birisi de Müslümanların kalbine yerleşmiş gayet kuvvetli ve kırılmaz 5 kuvvettir. Birincisi Kuvvet: İslâmiyet hakikatidir. İslâmiyet hakikati; bütün kemalâtın üstadı, iki milyar nefsi bir tek nefis hükmüne getirebilen, hakiki medeniyetle ve müspet ve doğru fenlerle teçhiz edilmiş olan ve hiçbir kuvvetin kendisini kıramayacağı bir özelliktedir. İkinci Kuvvet: Fakirlik ve ihtiyaçtır. Biz Müslümanlar, belimizi kıracak kadar fakir olmakla birlikte, aynı zamanda sınırsız ihtiyaçlar içerisindeyiz. Bu durum aleyhimize gibi görünmesine karşı, hakikatte lehimizedir. Çünkü fakirlik ve buna karşılık ihtiyaçlar, medeniyetin ve sanatın hakiki bir üstadıdır. Maddî kalkınma yolunda susmaz ve kırılmaz bir motor gücüdür. Üçüncü Kuvvet: Şeriat dairesindeki hürriyettir. Yani, insaniyete lâyık en yüksek kemâlâta olan meyil ve arzu ile cihazlanmış olmaktır. Çünkü gıpta, kıskançlık, rekabet, gafleti terk edip uyanık olmak, müsabaka şevki, yenilenme meyli ve medenileşme arzusuyla teçhiz edilmiş olan şer’î hürriyet; - İnsanlar önüne yüksek maksatlar koyup o maksatlara ulaşmak için insanların birbiriyle yarışmalarını ve o yolda çalışmalarını ders verip teşvik eder. - Baskıcı yönetimleri parça parça eder. - İnsandaki Allah yolunda çalışma gayreti, vatan sevgisi ve şehit olma özlemi gibi yüksek hisleri heyecana getirir. Dördüncü Kuvvet: İmanın iki neticesi olan şefkat ve yiğitlik duygularıdır. Yani, şer’î hürriyetin esasları olan zâlim ve müstebitlere dalkavukluk etmemek ve bîçarelere tahakküm edip büyüklenmemektir. Beşinci Kuvvet: İslâmî izzettir. Yani İslâm ile şereflenmekten gelen onurlu ve haysiyetli olma halidir. Bu hal, i’lâ-yı kelimetullahı (Allah’ın kelâmını yüceltmeyi) gerektirir. Bu zamanda i’lâ-yı kelimetullah da maddeten ileri gidip kalkınmaya ve hakiki medeniyete girmeye bağlıdır. 10) Batı Medeniyetinin Çürük Esasları Hutbe-i Şamiye’de istikbalin yalnız ve yalnız İslâm’ın olacağı davasına getirilen bir diğer delil de Avrupa medeniyetinin sonunu getirecek olan üzerine oturduğu bozuk esaslarıdır. Avrupa medeniyeti, fazilet ve hüda (hak üzere oluş ve doğruluk) üzerine değil; heves, hevâ, rekabet ve tahakküm üzerine bina edilmiştir. Bu bozuk ve çürük esaslar üzerine oturan Avrupa medeniyetinin şimdiye kadar kötülükleri iyiliklerine baskın gelmiş ve pek çok ihtilâlci komitelerle içi kurtlanmış bir ağaç hükmüne girmiştir. Bu durum, Asya medeniyetinin Avrupa medeniyetine galip geleceğine kuvvetli bir delildir. 11) Kâinatta Hükmeden Tekâmül Kanunu İstikbalin İslâm’ın olacağı hakikatine bir delil de bütün kâinatta ve beşer fıtratında hükmeden tekâmül meylidir. Yani her şeyin fıtratına yerleştirilen ve yaratıldığı andan, kendisine tayin edilen kemâl noktaya ulaşıncaya kadarki gelişip olgunlaşma meylidir. Bediüzzaman Hazretleri, bu delili mealen şöyle izah eder: Cenab-ı Hakk’ın bütün kâinatta hükmeden terbiyesini gösteren bu tekâmül kanunuyla, beşerin zulüm ve hatasıyla başına çabuk bir kıyamet kopmazsa, istikbalde hak ve hakikat, bir saadet-i dünyeviyeyi de gösterecek inşallah. Zaman, doğru bir çizgi üzerinde hareket etmiyor. Eğer böyle olsaydı, zamanın başı ve sonu birbirinden uzaklaşırdı. Belki zaman, yeryüzünün hareketi gibi bir daire içinde dönüyor. Bazen terakki ve yükselerek yaz ve bahar mevsimini gösterir. Bazen de tedennî ve alçalarak kış ve fırtına mevsimini gösterir. Her kıştan sonra bir bahar, her geceden sonra bir sabah olduğu gibi, beşerin dahi bir sabahı, bir baharı olacak inşallah. Hakikat-i İslâmiyenin güneşiyle, sulh-u umumî dairesinde hakikî medeniyeti görmeyi rahmet-i İlâhiyeden bekleyebilirsiniz.

Gün içinde çoğumuzun saatlerini alan sosyal medyanın patronu Facebook, 144 harfe sıkışmış olan Twitter, fotoğraf çukuru olan Instagram ve daha niceleri.. O kadar çok bağlanmışız ki ailemizi, akrabalarımızı, eşimizi dostumuzu unutur olduk. Unuttuğumuzla kalmadık, iletişimi engelleyen bir duruma geldiğinden dolayı en çokta aileye ve aile içi iletişime hem fiziksel hem de ruhsal olumsuz etkilerini görür olduk. Sinyal yok Bir gün ders sonrası fakülteden çıkmış, eve gitmek üzere metro istasyonuna doğru yürüyordum. Sabah gelirken yolda okumuş olduğum kitabıma devam etme niyetim vardı, merdivenlerden hızlı hızlı inip en azından bir koltuk boş bulurum diye acele etmiştim. Nihayet dediğim de olmuştu. Metroya binip arka taraflarda bir yer buldum, hemen oturup kitabımı okumaya başlamıştım bile. Beş altı istasyon bu şekilde devam etmiştim. Bir süre sonra gözlerim yorulmuş, kitabımı bırakmıştım. Koridorda duran gençlerin hali gözüme ilişmişti; kitabı kapatıp onları gözlemlemeye başladım. Başları eğik.. elleri havada.. akıllı telefonlarına dikkat kesilmişlerdi. Gün içinde okulda beraber olan o gençler şimdi birbirlerine yabancı gibi durup konuşmuyorlardı bile. Aradan çok geçmeden metro tünele girmiş kabindeki ışıkları açılmıştı. Nedense gençlerden birisinin, arkadaşı ile bir şeyler konuştuğunu fark ettim. Sohbet etmeye başlamış hatta diğerleri de merak edip onlara katılmıştı. Başları eğik dünyadan kopan o gençlere ne olmuştu da birbirleri ile sohbet etmeye başlamıştı? Telefonumu elime alıp “sinyal yok” yazısını görene kadar her şey benim için garipti aslında. Yeni fark etmiştim… Evet, aslında yukarıdaki anlatılan şeylere yabancı değiliz, gün içinde çoğumuzun saatlerini alan sosyal medyanın patronu Facebook, 144 harfe sıkışmış olan Twitter, fotoğraf çukuru olan Instagram ve daha niceleri.. O kadar çok bağlanmışız ki ailemizi, akrabalarımızı, eşimizi dostumuzu unutur olduk. Unuttuğumuzla kalmadık, iletişimi engelleyen bir duruma geldiğinden dolayı en çokta aileye ve aile içi iletişime hem fiziksel hem de ruhsal olumsuz etkilerini görür olduk. Ailenize ulaşılamıyor… Sosyal medya ve teknoloji, ekranda bireyi, farklı bir konuma ve mecraya yönlendirmektedir. Doğrusu bu sosyal olmak mı yoksa sosyal olabilme uğruna bizi insan yapan önemli değerlerin zamanla körelmesine hatta yok olmasına neden mi olmakta bunu iyi görmek gerekir. Kendi ailesinde sosyal olabilmeyi sağlayamayan bireylerin başkalarıyla ekran vasıtasıyla “sosyalleştim” diyebilmesi ciddi bir soru işaretidir. Ekranda gece 3’lere kadar gezinen, yazışan ve zaman öldüren birisi, sabahleyin geç kalkıyor ve günü uykuya emanet ediyorsa, burada bir sosyalleşme değil, açlığını bastırmak için bir arayış söz konusudur. Kültürel konumu ne olursa olsun, hatta mesleği ne olursa olsun, kendini ekran karşısında kontrol altına alamayan bireylere dönüşüyorsak ve bu dönüşümden dolayı aileler zarara uğruyorsa bırakın aile içi iletişimi, ailenin sağlam zeminlerden kaygan zeminlere geçmesine neden oluyoruz demektir. Yeme de paylaş Mesela teknolojinin diğer bir kamçısı olan akıllı telefonlar hayatımıza girdi gireli, sosyal medya ile yaptığımız paylaşımlar inanılmaz derecede arttı. Öyle ki, her pasta kesilmeden, her hediye verilmeden, her kıyafet giyilmeden, her sofra daha misafir oturmadan, kebaplar, tatlılar mideye gitmeden önce bir “klik”le dünya ile paylaşıma sunulabilir hale geldi. Daha olayı yaşamadan, lezzetini ya da elemini tatmadan önce paylaşımlar ve alınan “like-beğen” sayısı gündeme gelmeye başladı. Bazen manzara şuna benziyor: 4-5 yaşlarında küçük bir kız çocuğunun yeni bir elbise aldığında heyecanla arkadaşlarına “Ayşe baaak, annem bana ne aldı?” demesi, ya da aynı kız çocuğunun markette gezerken “Bana ne bana ne şundan da istiyorum, bundan da istiyorum” demesi gibi. Yani içimizde henüz büyümemiş olan tarafımızın kendini etrafa tanıtma, beğendirme hevesi ciddi ciddi kendini gösteriyor bu platformlarda. Öyle ki, eğer yapılan bir aktivite, gidilen bir mekan Instagramda ya da Facebookta paylaşılmasın, sanki bir “eksiklik” hasıl oluyor.. Arkadaşlar bir mekanda buluşuyorlar, siparişler veriliyor, gelen yemeklerin resimleri çekilip o anda herhangi bir sosyal paylaşım sitesinden yayınlanıyor, üzerine yorumlar yapılıyor.. Yemeklerin “paylaşma” hazzı bittikten sonra yeme faslı başlıyor.. Sonra belki bir de boş tabak paylaşımı.. Bir yere gidildiğinde, fotoğraf çekip yüklemekten ya da Foursquare programında check-in yapmaktan, fotoğrafa anında gelen yorumlara cevap yazmaktan gidilen gezilen yerden ne kadar tat alınıyor merak içindeyim. Onaylanmak duygusu İnsan olarak hepimizin yaradılışında nefsin hoşuna giden arzulara meyletme duygusu var, evet. Bu yiyecek, içecek, gezme, tozma, beğenilme, ün ve şan sahibi olma ve dahası olabilir. Ama sosyal medya ile tüm bunlara maalesef bir şey daha ekleniyor ki o da “onaylanmak” duygusu. Onaylanmak ve bununla bir tatmin sağlamak. “Kaç kişi beni takip ediyor, kaç tık aldım, kaç yorum yapıldı” .. “Beni taltif eden kaç mesaj geldi” gibi…Eleştiriye de genellikle kapalı olunup, olumsuz eleştiri yapan kişi bloklanıyor.. Bu eleştiri mesajlarını okuduğumda iki egonun savaşını izler gibi oluyorum açıkçası. Ya çocuklarımız! Diğer önemli bir meselemiz ise teknolojinin zararlarından etkilenmekte olan bizler ve “çocuklarımız”. Bizlerin kıyamadığı, yemeyip yedirdiği, giymeyip giydirdiği, parmağına bir diken battığında içimizin yandığı, ilk göz ağrımız olan çocuklarımız var ya hani, işte onlar nerde şu an sizlere soruyorum? Bilgisayarın başında mı? Telefonda mı yoksa? Televizyon başında mı? Tablette mi? Nerede çocuklarımız? Evet, belki çocuğumuzun oyun alanı olmayabilir, apartman dairelerinde gereğince onlara yaşam alanları sunmakta zorlanabiliyoruz bu bir gerçek. Zira çocuk koşmak ister değil mi? Çocuk gönlünce zıplamak ister, çocuk çığlık çığlığa bağırmak, toprağa karışmak, çamura batmak, kirlenmek, yağmur sonrası su birikintisine basıp defalarca zıplayıp o sesin ahengi ile ruhunu kaptırmak ister. Çocuk, hayret makamında fıtratına uygun bir hayat yaşamak ister değil mi? Peki, bizler neden çocuklarımızı medya ve teknoloji bataklığına içine bırakıyoruz? Neden ruhunun aktığı o coşkun nehre bir set çekiyoruz? Aile hayatımızda en çok yaptığımız hatalardan birisi de bilinçsiz bir şekilde çocuklarımızı medya ve teknolojinin önüne atmak. Onu susturmak için saatlerce aptal kutusunun önünde bırakmak. O küçük serçe parmağının yapısı bozulduğu halde telefonu eline verip susmasını beklemek. Tabletten bir oyun açıp, bitmek bilmez uygulamalara teslim etmek. Ve sonu olmayan çukura yavaşça bırakmak.. Anne ve Babalara sesleniyorum: çocuklar, şefkat ve merhamet ile kucaklanmak ister.. İnternet kafelerdeki sanal ortamlarda değil. Çocuklar anlayış ister.. Sosyal medyada aldığı like-beğen, yorumlardan değil. Çocuklar tepeden onlarla konuşan, adeta birer dev gibi onlara tepeden hitap eden büyükler değil, tıpkı Güzeller Güzeli Efendimiz (sav) gibi seviyelerine eğilip, muhatap alınmak ister… Çocuklar, gönül dünyalarını incitmeyen, kırmayan, onları teknolojinin kucağına atmayan, onları merhametle, sabırla kucaklayan anne, baba ve büyükler ister. Son söz yerine Sosyal medya; belirli bir süzgecin olmadığı bir içerik yığını ve bu yığının içinde yararlı şeyler olduğu kadar, zararlı olan şeylerin de bulunduğu bir yerdir. Kişisel gelişimini tamamlamamış bir çocuk bu zararlı içeriklerden etkilenip, psikolojik olarak zarar görebilir. Böylesi bir durum, hiçbir ebeveynin istemeyeceği bir şeydir. Hem küçük yaşlarda ahlakları bozulmakta hem de bu fikir karmaşıklığı geleceklerini olumsuz bir şekilde etkilemektedir. Öyleyse, ebeveynin üzerine çok büyük bir sorumluluk düşüyor. Eğer bu vatana, millete ve dinine hizmet edecek hayırlı bir evlat yetiştirmek istiyorsanız, çocuklarınızın sosyal medya ve teknolojinin zararlı sistemine bulaşmalarını ne kadar azaltabilirseniz azaltın. Bunun için de onlarla kütüphanelere gidin, kitap fuarlarını ziyaret edin, beraber kitap okuma saatleri yapın, uygun dergilere abone edin. (Çocuğa değer verilerek ismine bir dergi gelmesini sağlamak onu motive edecektir.) Çocuğumuzun eline bir kitap verdiğimizde siz de bir kitap okumaya başlayın; çocuk sıkılıp, vazgeçmeye çalıştığında sizi okuyor görünce o da okumaya devam etsin. Onlarla gezi saatleri düzenleyin, farklı etkinlikler yapın; bir hafta sonu beraber balık tutun, tohumlar alıp bahçenize ekin, hayvan barınağına gidip ziyaretler yapın, sıla-i rahime önem verin. Kısacası çocuğunuzu hayata kazandırın; televizyon ve bilgisayarın önüne bırakarak bitkisel hayata terk etmeyin! Bakınız Hz. Ali Efendimiz ‘Çocuklarınızla 7 yaşına kadar oynayın, onlarla çocuklaşın, 15 yaşına kadar onlarla arkadaşlık edin ve daha sonra onlarla istişare edin’ buyuruyor. Biz çocukları takdir etmezsek, takdir gördükleri yerleri, bize tercih ederler. Biz çocukları dinlemezsek, çocuklar kendilerini dinleyen / dinlemek zorunda kalan yerleri tercih ederler. Biz çocuklarla tartışmazsak, çocuklar rahatça tartışmalarda kendilerini ifade edebildikleri ortamları tercih ederler. Biz çocuklarla konuşmazsak, çocuklar rahatça konuşabildikleri ortamları tercih ederler. Kaynakça: 1-) http://www.cocukaile.net/sosyal-medya-neden-yaygin/-Fatih Akbaba, Pazar Sohbetleri, “Sosyal Medya ve Aile”Rabia Nazik, “Bir Analiz/Instagram ve Sosyal Medya Bize Ne Söylüyor”-Selva Sönmez, “Çocuklar Hayret Makamında Kucaklanmak İster”2-) Sosyal Medya Uzmanı Hakan İlbiz, Ebeveynlere Tavsiyeler, Yeni Akit Gazetesi

Risalenin İsmi : 10. Söz, Haşir Risalesi Telif Tarihi ve Yeri : 1928- Barla Dili : Türkçe Konusu : Yüce Allah’ın varlığını ispat etmek Yüce isim ve sıfatlarını ispat etmek Öldükten sonra dirilmeyi yani Haşri bu isim ve sıfatlar ile ispat etmek Risalenin Müellife Göre Değeri: l Yüzden fazla ayetin bir tefsiridir l En büyük dehaların akıl yoluyla ispat edemedikleri haşir konusunu halkın dahi anlayabileceği tarzda, gündüz katiyetinde ve aklî delillerle ispat eden bir risaledir l Haşrî inkar eden fikirleri tam kırdı ve susturdu. l Haşrî ispat eden son derece kuvvetli bir burhandır. l"Haşrin olacağına baharın geleceği kesinliğinde inanmazsan parmaklarını gözüme sok" diyecek derecede burhanlari ortaya koyan bir risaledir. l Kalbi, iman-ı kâmil derecesine çıkaracak burhanları sahip bir risaledir. l Keramet sahibi bir risaledir. Metodu : Temsilî Hikaye, Muhalif fikrin batıl sonuçlarını gösterme, Müşahede-i âlem ile istidlal, Burhan-ı innî, Burhan-ı limmî Bu risale on iki suret, dört işaret ve on iki hakikatten meydana gelmektedir. Suretler, hakikatlerde anlatılan konuların, temsilî hikâyeler olarak yazılmasından ibarettir. İşaretler bölümünde ise nefis ve kalbin, felsefe öğrencisi ve Kur’an talebesinin, İslam ümmeti ve küfür milletinin yüce Allah’ın varlığı ve sıfatları, Hz. Muhammed’in (sav) peygamberliği, insanın önemi ve değeri, öldükten sonra cismanî ve ruhanî olarak dirilişin delilleri olan temel düşünceleri mukayese edilmektedir. Birinci İşaret: Felsefe Şakirtlerinin, küfür milletinin ve nefs-i emarenin en müthiş dalaleti, Cenabı Hakkı tanımamaktır. Bir harfi kâtibsiz, bir kanunu hâkimsiz kabul etmeyen akıl, nasıl olur da her kelimesinde bir kitap, her harfinde bir kaside yazılı olan harika bir kitabı, kâtibsiz kabul edebilir? Öyle ise bu muhteşem âlem kitabının sahipsiz olması imkânsızdır. Çünkü bu âlem kitabının bir sayfası olan yeryüzünde milyonlarca kitap olan varlıklar yazılmıştır. Birer kelime olan ağaçlar, birer harf olan meyveler ve birer nokta olan çekirdeklere bakıldığında binlerce kitapların yazılı olduğu görülecektir. Öyle ise bu âlem, celal ve cemal, kudret ve hikmet sahibi yüce Allah tarafından yaratılan bir eser olduğuna iman etmelidir. Akıldan istifa etmemiş olan herkes bunu kabul eder. Bir hanenin ustasını kabul eden akıl, harika sanatlar, nakışlar ve süslemeleri olan bir sarayın mimarını elbette kabul edecektir. Öyle ise âlem sarayının da yaratıcısı olan Allah’a iman edilmelidir. Parlak şeylerde yansıyan güneş, gökteki güneşi gösterdiği gibi hikmetle değişen ve tazelenen muntazam kâinat da yüce yaratıcıyı göstermektedir. Aksi halde her bir atomda yaratıcının bütün özelliklerini kabul etmek gerekmektedir. Kısacası her şeyde yüce Allah’ın varlığının delilleri açıkça görülmektedir. İkinci İşaret: Ulûhiyet ve kâinatın müzeyyen hali peygamber göndermeyi gerektirir. Ulûhiyet, peygamber göndermeyi ister. Çünkü: - Kusursuz bir cemal kendini göstermek ister. - Mükemmel bir sanat, dikkatleri üzerine çektirecek bir dellal ister. - Âlemlerin rabbi olan yüce Allah’ın saltanatı ilan edici hem bir kul hem de peygamber bir zatı ister. - Her türlü ayıp, kusur, eksiklik ve çirkinlikten münezzeh olan ilahi zat, cemalinin güzelliğini ve güzelliğinin inceliklerini aynalarda görmek ister. - Acip ve değerli şeylerle dolu hazinesini halka gösteren bir zat, o hazine için sarraf bir tarif edici ve teşhir edici birini ister. Gizli kemalatını bildirmek ister. - Yüce Allah’ın isimlerinin kemalatını ifade eden mükemmel sanatlarla alemi doldurması bir muallim zatı ister. - Şu âlemin sahibi, kâinattaki her türlü değişimin maksadını, varlığın nereden gelip nereye gittiğini ve bu dünyadaki vazifesini bildirecek bir elçi ister. - Kendini kullarına tanıttıran ve sevdiren yüce Allah, nelerden razı olduğunu anlatacak bir elçi ister. - İnsanın, kesrete müptela ve küllî ubudiyete uygun yaratılışı, onu vahdete döndürecek bir elçi ister. Peygamberliğin bu ve benzer görevlerinden anlaşılıyor ki uluhiyet, risaletsiz olmaz. Âlemde yukarıda sayılan vazifeleri Hz. Muhammed’den (sav) daha güzel yapan birisi var mı? Hz. Muhammed (sav) bütün resullerin seyyididir. Bütün enbiyanın imamıdır. Bütün asfiyanın serveridir. Bütün mukarrebinin akrebidir. Bütün mahlukatın ekmelidir. Gösterdiği mucizelerden başka Kur’an-ı Kerim Onun (sav) peygamber olduğuna yeterli bir delildir. (Devam Edecek)

İttihad, cehaletle olmaz. İttihad, imtizac-ı efkârdır. Yani fikirlerin ve düşüncelerin birbiriyle kaynaşması ve uyuşmasıdır. Aynı fikirler, düşünceler ve duygular etrafında İslâm milletlerinin ortak bir duruş göstermesi ve birbirleriyle fikren uyuşarak ittifak halinde hareket etmeleri demektir. Bu da ancak bilgi ve marifetin nuruyla mümkündür. Bediüzzaman Hazretleri, bilinçli her Müslümanın lüzumlu görüp talep edeceği ittihad-ı İslâm’ın tarifini, 1911 senesi şartlarında ve zemininde şu ifadelerle resmetmektedir: İttihad-ı İslâm’ın; Hacerü’l-Esved’i: Kâbe-i Muazzama’dır. Işık saçan beyaz incisi: Ravza-ı Mutahhara’dır. Mekke-i Mükerremesi: Arap yarımadasıdır. Medine-i Münevveresi: Osmanlı Devleti’dir (İslâmî hürriyeti tam tatbik etmek kaydıyla). Şeyhlerden Beklenenler Müminleri hak yola irşat etmek ve insan-ı kâmil olmalarına vesile olmakla vazifeli olan şeyhlerin, kendilerine tâbi olan müminleri sevk, idare ve istihdam etmeleri, ücretlerini almaları anlamına gelmektedir. Artık tâbilerine hizmet etmek, şeyhlerin üzerlerine bir borçtur. Bediüzzaman Hazretleri, şeyhlerden beklediklerini şöyle sıralamaktadır: - Daima yüksek perdeden dile getirdikleri ve dillerinden hiç düşürmedikleri ihlası elde etmek. - En büyük cihat olan nefisle cihat etmek. - Zühdün manası olan şahsî menfaatleri terk etmek. - Daima iddiasında bulundukları ve İslâmiyet’in en esaslı seciyesi olan muhabbet (sevgi). - İnat, gıybet ve tarafgirlik gibi düşmanlık eken duyguları aralarından kaldırmaları gerekmektedir. Zira bir kısım sapkın bidat fırkalarının ve sahte şeyhlerin ortaya çıkmalarına sebep olmaktadırlar. Şeyhlerin Birbirini İnkâr Etmesini Zaman Nesh Etmiştir Maalesef ümmetin en büyük dâhilî problemlerinden birisi de tarafgirlik, haset ve inat duygularıyla diğer cemaat ve tarikatlara bakarak onları ötekileştirmek ve inkâr etmektir. Hatta adeta bir düstur gibi, diğer cemaat ve tarikatları sevmeyi ve onlarla dostane ilişkiler içinde olmayı haram olarak görmektir. Bediüzzaman Hazretleri içler acısı ve yürekler yakan bu halin ıslahı için mealen şu nasihatlerde bulunmaktadır: “Muhakkak ki müminler kardeştirler”1 ayeti, İlâhî bir kanundur. “Sizden hiçbiriniz kendisi için istediğini din kardeşi için de istemedikçe tam iman etmiş olamaz”2 hadis-i şerifi nebevî bir düsturdur. Bu ayet-i kerime ve şu hadis-i şerif varken nasıl bu birbirini inkâr meselesi doğru olabilsin? Allah kelâmı değil ki hükmü kaldırılmasın. İşte zaman onu nesh etmiştir, yani hükmünü ortadan kaldırmıştır. Bir şeyin zararı faydasından fazlaysa o şeyin kalkmasına cevaz ve fetva verilir. Nesh edilen bir hüküm ile de amel etmek caiz değildir. Şeyhlerin birbirini inkâr etmelerine, birbirlerinden gördükleri fenalıklar sebep olarak gösterilse dahi yine de bu durum, inkâr ve düşmanca davranışa haklı bir gerekçe olamaz. Çünkü muhabbeti gerektiren İslâmiyet ve insaniyet, Uhud Dağı gibidir. Düşmanlığı netice veren sebepler ise bazı küçük çakıl taşları gibidir. Muhabbeti düşmanlığa mağlup ettiren birisi, hakikat nazarında Uhud Dağı’nı bir çakıl taşından aşağı bir dereceye indirmek gibi ahmakçasına hareket etmiş olur. Bediüzzaman Hazretleri, bütün bu izahlardan sonra muhabbet meselesinde takip ettiği yol ve mezhebini şu cümlelerle özetler: “Benim mezhebim; muhabbete muhabbet etmektir, husumete husumet etmektir. Yani dünyada en sevdiğim şey muhabbet ve en darıldığım şey de husumet ve adavettir.” Veli Şeyhle Sahte Şeyhin Farkları Hakiki mürşit ve velinin 5 özelliği: 1- Akıl ve kalbin her ikisini de nurlandırıp birleştirmektir. 2- Mesleği muhabbettir. 3- En bariz özelliği, nefsani arzularını terk etmektir. 4- Huy ve karakteri, tevazu ve alçakgönüllülüktür. 5- Tarikatı, İslâm’ın muhafaza ve kuvvetlenmesi için gayret etmektir. Sahte şeyhin 4 özelliği: 1- Mesleği, başkasının noksanını göstererek kendi meziyetini ortaya koymaktır. 2- Başkalarına düşman olmayı telkin ederek kendini sevdirmeyi amaçlar. 3- Tarafgirlik duygusu ile birlik ve beraberliği bozar. 4- Gıybete meyletmeyi sonuç veren, kendine olan sevgiyi, başkasının husumetine bağlı gösterir. Bu özellikler bir kişide bulunuyorsa o kişi, şeyhlik taslayan bir ağa, kuzu postuna bürünmüş bir kurttur esasen. Dini kullanarak dünyayı avlamak peşindedir. Böyleleri ya uğursuz ve çirkin bir lezzete kanarak veya alçak ve süflî bir hevese tutularak veya yanlış bir içtihatla aldanarak kendisini iyi zannedip büyük şeyhlere ve mübarek zatlara sû-i zan yolunu açmışlardır. Kaynaklar: 1- Hücurât Suresi, 102- Müslim, İman: 71, 72; Buhârî, İman: 7

Minyatür, çok ince işlenmiş küçük boyutlu resimler ile bu tür resim sanatına verilen isimdir Minyatür, doğu ve batı dünyasında çok eskiden beri bilinen bir resim tarzıdır. Ama minyatürün bir doğu sanatı olduğunu, batıya doğudan geldiğini ileri sürenler vardır. Doğu ve batı minyatürleri resim sanatı yönünden hemen hemen birbirinin aynı olmakla birlikte renk, biçim ve konularda ayrılıklar görülür. Türkçede nakış, tasvir, resim sözcükleriyle anılan minyatürler, yazma kitapların metinlerinde anlatılan öykü, olay ya da bilgiyi resim diline aktarmak olarak tanımlanabilir. Yazılı metinlerin ya da sözlü aktarımların resim haline getirme geleneği çok eskilere gitmektedir. Bu gelenek İslâm dünyasında da benimsenerek sürdürülmüştür. Özellikle el yazması kitapların içinde hayat bulan minyatürler, yüzyıllar boyunca İslâm görsel kültürünün en yaygın unsuru olmuştur. Nakkaş ya da Musavvir adıyla bilinen minyatür sanatçılarının çalışma yöntemleri zaman ve coğrafya içinde değişmiş, yeni teknikler ve imkânlarla zenginleşmiştir. Minyatür, kitapları resimlemek amacıyla yapıldığından boyutları küçük tutulmuş olup bu ortak bir özelliktir. Doğu ve Türk minyatürlerinin özelliği, minyatürlerin çevresi çoğu kez “Tezhip” denen bezemeyle süslenirdi. Minyatürde sulu boyaya benzer bir boya kullanılırdı. Yalnız bu boyaların karışımında bir tür yapışkan olan Arap Zamkı biraz daha fazladır. Boyama işi için çeşitli ebat ve büyüklükte fırçalar kullanılırdı, fakat çizgileri çizmek ve ince ayrıntıları işlemek için yavru kedilerin tüylerinden yapılan ve “Tüykalem” denen çok ince zarif fırçalar kullanılırdı. Resim yapılacak kâğıdın üzerine Arap Zamkı katılmış üstübeç sürülürdü. Renklere saydamlık kazandırmak için de bu yüzeyin üzerine bir kat da altın tozu sürüldüğü olurdu. Bilinen en eski minyatürler Mısır'da rastlanan ve MÖ II. yüzyılda papirüs üzerine yapılan minyatürlerdir. Selçuklu döneminde minyatüre önem verilmiş, Selçuklular'ın İran ile ilişkileri nedeniyle minyatür sanatı İran etkisinde kalmıştır. Osmanlı minyatüründe İran tarzının etkili olması, doğudan gelen sanatçıların tesiriyledir. Kânûnî Sultan Süleyman Han zamanında sarayın Nakkaşbaşısı olan Şahkulu, Tebrizli’dir. Daha önce Nakkaşbaşı olan Velican da aynı şehirden gelip İstanbul'a yerleşmiştir. Topkapı Sarayı’nda, İranlı nakkaşların yanında Türk nakkaşlarının da bulunduğu bilinmektedir. Hatta bu nakkaşların iki ayrı atölyede çalışarak Nakkaş-ı İrânî, Nakkâş-ı Rûmî (Anadolu) olarak tasnif edildikleri bilinmektedir. Osmanlı nakkaş ve müzehhiblerinin aynı zamanda usta birer minyatürcü oldukları söylenmekteyse de yalnızca bir kaçının resim çizmekle meşgul oldukları, minyatürlerde bulunan imzalarından anlaşılmaktadır. On yedinci yüzyılda yaşayan Ünlü minyatürcü Levni'ye gelinceye kadar, birçok sanatçıya rastlanmaktaysa da, bu sanatçı Osmanlı minyatürünün zirvesini teşkil etmiştir. Sultan III. Ahmed'in Nakkaşbaşısı olan Levnî, Türk sanatında ayrı bir ekol olarak kabul edilir. O zamana kadar ulaşılamayan çizgi, şekil ve renklendirme ahengi görülen Levnî'nin eserlerinde renkler öncekilere göre daha soluk olmakla beraber, figürler daha zarif ve edâlıdır. Zamanımızdaki resim anlayışına daha yakın çizen Levnî, bu itibarla ayrı bir ekoldür. Levnî'den sonra, doğu tarzından uzaklaşan Osmanlı minyatür sanatı realizme meyleder. Tabiat unsurlarını stilize eden nakkaşlar azalmaya başlar, manzara ve çiçek resimlerine merak artar. Barok devrinde gittikçe bu temayül artar ve empresyonizme iyice yaklaşılır. XIX. yüzyıldan sonra Avrupa resimlerine meyl artmış ve binaların tavan, dolap ve duvarları manzara resimleri ile süslenmeye başlanmıştır. Sultan II. Mahmud Han devrinden sonra ise kitaplara minyatür çizme ananesi tamamen kalkmış ve bunun yerine duvara asmaya mahsus tablolar yapılmaya başlanmıştır.

Rol model bildiğimiz Rehber-i Ekmel (sav) ve Sahabelerinin nurunu ve ruhunu yeryüzünde ihya edelim. Kur’an ve Sünnet rehberliğinde ümmetin icmaı ile doğudan batıya, güneyden kuzeye va’d-i ilahiyi Allah’ın yardımıyla gerçekleştirelim. Resul-i Ekrem Efendimiz (sav), “Ümmetim mübarek bir ümmettir, evveli mi yoksa sonu mu daha iyidir bilinmez.” buyurmaktadır. Bu hadis-i şerifi yorumlayanlar, ümmetin başlangıcı ve sonu arasında bir benzerliğin olduğuna vurgu yapmışlardır. Ümmetin evvelinin yani Sahabe ve tâbiin Efendilerimizin iyiliği hakkında kanaatimiz tamdır. Bu hadis-i şerif, ahirin de evveli gibi hayırlı olacağına dair bir müjde vermektedir. Çünkü Müslümanların ilk asrını değerlendirdiğimizde, günümüze benzer şartları ve zorlukları görmekteyiz. İslam düşmanlarının dehşetli, şiddetli baskısı, hurafe, tahrifat, dalalet ve sapkınlıkların her tarafı istila etmesi, her iki ucun da en bariz benzerlikleri olarak karşımıza çıkmaktadır. İslamın ilk ortaya çıktığı dönemde Mekke’de Müslümanlar, putlara değil de Allah’a ibadet ettikleri ve O’nu birledikleri için; - Ötekileştirmeye, iftiraya, hakarete, işkenceye maruz kaldılar. - Kendi kabile ve aileleri tarafından dışlandılar. - Bir kabile ve aşirete mensup olmayanlar ölüme mahkum edildiler. - Açlıga, ambargoya, sosyal izolasyona tabi tutuldular. Müslümanları, maruz kaldıkları bu baskılar karşısında zahirde koruyup gözetecek hiç bir siyasi otorite ve güç yoktu. Bu sırada, Peygamberliğin on birinci yılında Medineli altı kişi yeni bir başlangıcın alt yapısını hazırladı. Akabe biatları ve Musab b. Umeyr’in Medine’deki çalışmalarıyla, Müslümanlara yeni bir dünyanın kapısı aralandı. Medineye hicretten sonra ise mücadele farklı bir boyut kazandı. Müslümanlar burada siyasi bir güç olarak ortaya çıktı. Hz. Peygamber (sav) siyasi bir kimlik kazandı. Mekke’de en önemeli ve tek proplem müşriklerken, bunlara Yahudi ve Hristiyanlar da eklendi. Siyasi güç karşısında zaafa uğrayan bir kısım İslam düşmanlarıysa, Müslümanlar arasına Müslüman kisvesiyle sızmaya başladı. Münafık olarak nitelendirilen bu kısım ise islam ümmeti için en tehlikeli grup olarak yadediliyordu. Hz. Peygamber (sav) Medine’de; - Ensar ve Muhacir arasında kardeşliği tesis etmeye, - Müşriklerin taarruzlarını önlemeye, - Hristiyan ve Yahudilerin hurafelerini temizlemeye, - Münafıkların hilelerine karşı tedbir almaya, - Civar kabile, topluluk ve devletlere İslam’ı tebliğ etmeye çalışıyordu. Yani zaman müthiş, düşmanlar dehşetli, baskılar şiddetli. Hz. İsa’dan (as) itibaren birikerek gelen hurafe, bidat ve sapkınlıklar her tarafı sarmıştı. Hz. Peygamber (sav) ve arkadaşları ise sayıca az, zayıf, fakir, kuvvetsiz... Bununla beraber Allah’ın omuzlarına yüklediği İslam davasını taşımakla mükelleftiler. Omuzuna yüklenen yükün kıymet, ehemmiyet ve büyüklüğünün farkında olan Sahabe Efendilerimiz (ra), bu zor şartlarda islam davasını nasıl ayağa kaldırdı? Onlara zafer kazandıran sır neydi? Bedir’de, Uhut’da, Hendek’de müşrikleri püskürten; Mute’de ezici çoğunluktaki Bizans ordusuna karşı koyan kudret nereden geliyordu? Sahabelerin (ra) bu suallere karşı ortaya koyduğu cevap ve yazdığı reçete ortadadır. İHLAS’ı en mühim bir esas, bir haslet, bir dayanak noktası, bir kurtarıcı olarak görmüşler. Maksatlarına ve hakikatlere ulaşmak işin kuvvetlerini Hak’ta ve ihlasta bilmişler. Dua ve ibadetlerinde ihlaslı olmayı yegâne kurtuluş çaresi görmüşlerdi. “Anam, babam tatlı canım sana feda olsun, Ya Resulallah” demişlerdi. Bunun ihlasla söylenen bir söz oldugunu Bedir, Uhut, Hendek, Hayber, Mute, Tebük gibi destanlaşan mücadelelerde canlarını siper ederek, servetlerinden vaz geçerek, eş ve evlatlarını gözü yaşlı bırakmayı göze alarak göstermişlerdir. İşte onlar; - Allah’ın dinini dünyevi menfaatleri için kullanmayarak, - Allah’ın rızasından başka rızayı gözetmeyerek, - Başarıyı Allah’ın lütfu, ihsanı bilerek, - Bir fabrikanın çarkları bir vücudun azaları gibi kardeş olarak, - Kuvveti Hakk’a tabi olmakta görerek, - Kardeşlerinin şereflerini kendi şerefleriyle bir tutarak, - Aynı saf üzere sımsıkı ayakta durarak, - Birbiriyle çekişmeyerek, - Gönülden hakka bağlı kimseler olarak, - Fazilet-füruşluk, malumat-füruşluk yapmayarak, - Nefsini isyanıyla örtmeyip, istiğfarla temizleyerek, - Nefsin kötülüklerine karşı Rahman’a sığınarak, - Dinde samimi kimseler olarak, - Ücretini yalnız Allah’tan bekleyerek muhlis kullardan olmuşlardır. İşte bu ihlasları netice vermiş; her açıdan üstün olan küffar önlerinde diz çökmüştür. İstatistikleri alt üst eden bu işin sırrını, saymış olduğumuz özellikleri içinde barındıran ihlasta aramak gerektir. Sahabenin küçük kardeşleri olan ahir zaman Müslümanlarının da yegâne kurtuluş çaresi, ihlastır. Zira aynen sahabelerde olduğu gibi günümüzde de düşman siyasi, askeri, teknik ve ekonomik açıdan çok güçlü. Zamanın fitnesi, kitle iletişim imkânlarının gelişmesiyle, çok tesirli ve etkili. İnananları manipüle edecek, dezenformasyona uğratacak, hurafe ve bidalara sokacak ziyadesiyle imkâna sahipler. Dünyanın nabzını tutan ve yeryüzünü bir köy gibi idare eden bu din düşmanı komite ve güçlere karşı âlem-i İslam’ın durumu ortada. İşte biz Müslümanlar, -sahabe misal- ihlasın tüm özelliklerini kendi ruhumuzda yaşayarak o kuvvete erişemezsek, rahmet-i ilahiyenin gelmesi gecikecektir. İşte bu rahmetin gecikmemesi için; - Makam, şöhret hırsını bir kenara atarak, - Korku kanatlarını kırarak, - Aç gözlülüğün tuzağından çıkarak, - “Bütün Müslümanlar kardeştir” düsturuyla hareket ederek, - Irkçı iblisle yoldaşlığı bırakarak, - “Ben” değil, “biz” diyerek, - Tenbellik ve atalet zincirini çözerek, - Hak namına keyfimizi bozarak yeni ve kutlu bir dünyanın kapılarını aralayalım. Rol model bildiğimiz Rehber-i Ekmel (sav) ve Sahabelerinin nurunu ve ruhunu yeryüzünde ihya edelim. Kur’an ve Sünnet rehberliğinde ümmetin icmaı ile doğudan batıya, güneyden kuzeye va’d-i ilahiyi Allah’ın yardımıyla gerçekleştirelim. Not: Bu yazıdan sonra Yirmi Birinci Lem’a ve Hucumat-ı Sitte Risalesi okunması önemli olacaktır. Zira bu yazı bu iki risaleden istifadeyle yazılmıştır.

Hayrat Vakfı İngiltere temsilciliği olarak geçtiğimiz hafta bir İngiliz okulunda tebliğ seminerleri verdik. Londra, Brighton, Southampton, Eastleigh, York, Basingstoke, Oxford ve Cambridge gibi pek çok şehirde, Kur’ân-ı Kerim Dersleri, Osmanlıca Kursları, Risale-i Nur İlim Meclisleri, Gençlik Seminerleri, çocuklar için hafta sonu okulları ile beraber gayrimüslimler için İslami bilgilendirme faaliyetleri üzerine yoğunlaşan vakıf bilgilendirme ve eğitim faaliyetleri yaptık. Dört Sınıfta Hz. İsa Aleyhisselam Okulların talebi üzerine İngiliz çocuklara Hz. İsa (as)’ı anlattık. Tamamı İngilizlerden oluşan okulun bulunduğu bölgede yaşayan Müslüman olmaması sebebiyle, öğretmenler, okullara Müslüman konuşmacılar davet ediyorlar. Biz de İngiliz okulunda, dört sınıfta, toplamda 100’e yakın ilkokul öğrencisi ile beraber öğretmenler, asistanlar, okul müdürü ve okul papazının da katıldığı eğitimler yaptık. Çok şükür eğitim ziyareti başarı ile tamamlandı. İslamiyet’e Göre Peygamberlik ve Delilleri İlkokul 4-5-6 ve 7. sınıflara Risale-i Nur temelli verilen derslerde, imanın şartları, peygamberlik nedir, peygamberlerin özellikleri, peygamberlerin mucizeleri, Hz. Meryem ve Hz. İsa (as) anlatıldı. Ayrıca çocuklara Kur’ân-ı Kerim’deki 19. Sure olan Meryem Suresi gösterilip surenin içeriği hakkında bilgi verdik. İncil’de Hz. Meryem hakkındaki bilgilerden daha fazla detay içeren Meryem Suresi, çocukların ve papazın çok ilgisini çekti. Sınıflarda Kur’an Tilaveti Ders verilen sınıflarda Arapça orijinal haliyle halk arasında Âmenerrasulu olarak bilinen Bakara Suresinin son iki ayetini okuduk ve mealini öğrencilerle paylaştık. İlk sınıfta Kur’an tilavetini dinleyen papazın diğer sınıfta daha yüksek sesle okunmasını talep etmesi üzerine, diğer bütün sınıflarda ayetler daha gür bir sada ile okundu, elhamdülillah. Papaz: “Sizden Öğrendiklerimi Cemaatime Anlatıyorum” Düzenli olarak yaptığımız ziyaretlerden memnuniyetini dile getiren Anglikan Kilisesi papazı, anlatılanlardan memnuniyetini şöyle dile getirdi: “Sizden öğrendiklerimi cemaatimle paylaşıyorum. Müslümanların kötü insanlar olmadıklarını görüyorum. Sizin bir gün de kilisemde konuşma yapıp bölge insanıyla tanışmanızı arzu ederim. Bu bölgede hiç Müslüman yok. İslamiyet, televizyondan gördüğümüz gibi değilmiş. Çok ortak yanımız varmış. Arkadaşlarımın da öğrenmesini isterim.” Okulun papazı, memnuniyetini belirtmekle beraber, gelecek seminerlerde çocukların kafalarını karıştıracak, temel mevzulara girilmesinden rahatsız olduğunu da dile getirdi. “İsa Aleyhisselam’a biz –haşa- ilah diyoruz, siz ise peygamber diyorsunuz. Bu büyük bir fark. Kafalarının karışmasından korkuyorum.” Yiyen, İçen, Uyuyan “İlah” Olamaz! Dersler esnasında pek çok sorular soran öğrencilerin en ilgi çeken soruları ise, İsa Aleyhisselam’ın neden ilah olamayacağı ile ilgili idi. Yiyen, içen, uyuyanların ilah olamayacağını öğrenen çocuklar papazın endişesini doğruladı. Tevhid inancının anlatıldığı derslerde papazın tedirgin hali gözlerden kaçmadı. Fakat çocukların gözlerinin içi gülüyordu. Hakiki Hz. İsa Kimdir? Hristiyanların, İsa Aleyhisselam’a –haşa- ilahlık vermesinin bir sebebi de, hastaları iyileştirmesi, ölüyü Allah’ın izniyle diriltmesi gibi mucizeleridir. Yaptığımız derslerde, mucizenin ulûhiyet alameti değil peygamberlerin nübüvvet delillerinden birisi olduğunu anlattık. Hemen her peygamberde bu mucizeli hallerin olduğunu, mucizelerin Allah’ın izniyle gerçekleştiğini vurguladık. Ayrıca, Hristiyanlıkta yanlış olarak inanılan ve temel bir doktrin olan bir mevzua da açıklık getirildi. Hristiyanlara göre, Âdem Aleyhisselam ile Havva validemizin cennetten çıkarılma sebebi olan günahın nesilden nesile aktarıldığına inanılır ve her çocuk günahkâr doğar. Hz. İsa Aleyhisselam’ı ilah olarak kabul etmedikçe günahları dökülmez inanışına karşı, İslamiyet’te her bebeğin günahsız ve safi doğduğu anlatıldı. Çocuklar Mucizeleri Çok Sevdi Sunumlar esnasında son peygamber olarak tevhid inancı ile birlikte Hz. Muhammed Aleyhissaletu Vesselam’ın Allah tarafından gönderildiği anlatıldı. Hz. Âdem, Hz. Nuh, Hz. İbrahim, Hz. Davud, Hz. Musa, Hz. İsa Aleyhisselamlar gibi Hz. Muhammed’in (sav) de Allah’ın kulu ve elçisi olduğu anlatıldı. Sevgili Peygamberimiz Hz. Muhammed Sallallahu Aleyhi ve Sellem Efendimizin mucizelerinin tiyatral ve hareketli bir biçimde anlatılmasını çok seven çocuklar, en çok şakk-ı kamer (ayın ikiye ayrılması) ve taşların konuşması mucizelerini sevdiler. Gelecek Dönem Tekrar İstiyoruz Okulda farklı görüşlerin dile getirilmesinin bir zenginlik olduğunu dile getiren okul müdürü, gelecek dönem de yeni bir konu ile seminerlere devam etme kararı aldı. Çocukların sizi görmesi bizim için çok önemli. Bizzat bir Müslüman ile yüz yüze konuşmalarını ve sorularını çekinmeden sormalarını önemsiyoruz, dedi. Anlattıklarınız bana da çok mantıklı geldi. Hz. İsa’nın peygamberler silsilesinin bir parçası olması gayet mantıklı. İlah olmadığı fikri üzerinde ben de ciddi düşünmeye başladım. Ayrıca okul müdürü, okulun özel bir noktasında ve en çok geçilen yerlerinden birinde İslamiyet köşesi hazırlattı. Okul gazetesi formatında hazırlanan köşede, bizim hazırladığımız yazılar ve resimler öğrencilerle paylaşılıyor. Ayrıca, bu köşede okul öğrencilerinin yaptığı mülakatlar da yer alıyor. Okul papazının, “Okulda benim için ayrılmış bir bölüm maalesef yok, müdür beyden bir köşe de ben talep ediyorum” demesine rağmen henüz olumlu bir cevap almış değil. Papaz, hususi görüşmemizde bana aynen şöyle dedi: “Bu ülke artık Hristiyan bir ülke değil. İnsanlar, Hristiyanlıktan koptular, yerine bir şey de koyamadılar. Modern eğlenceler onun yerini dolduramıyor. Bu toplumu ancak din kurtarabilir.” İslamiyet’e İlgi Artıyor İngiltere’de özellikle göçmen krizi ve Avrupa Birliği’nden çıkış sürecinde, ırkçılık artmış ve eğitimli insanlar arasında İslamiyet’e karşı teveccüh artmaya başladı. Ziyaretlerimizde çok temiz insanlarla karşılaşıyoruz. Daha önce, birinci söz, cennet, malını ve nefsini Allah’a satmak, sadaka ve zekât ile ilgili sunumlar yapmıştık. Özellikle çocuklar çok safiler ve Risale-i Nurları ilgiyle dinliyorlar. Hayrat Vakfı olarak, fisebilillah -karşılık beklemeksizin- Türkiye’de, Asya’da Avrupa’da, Afrika’da ve pek çok ülkede olduğu gibi İngiltere’de de tebliğ ve temsil faaliyetlerine devam ediyoruz. Gayret bizden, Tevfik Allah’tan.

Tıp Fakültesi yıllarım. Sene 1995. Henüz ikinci sınıf öğrencisiyim. Ehl-i iman ve sosyal açıdan aktif bir kısım öğrenciler tarafından bir dergi çıkarılmıştı fakültemizde. Bu dergi genellikle mizahi, magazin, sosyokültürel içerikte bir dergiydi. İçerisinde de “Allah” ism-i şerifi birkaç yerde cümle arasında geçmiş. Maşallah, inşallah tarzında. Bir ateist dördüncü sınıf tıp öğrencisi, bu dergiyi satmaya çalışan arkadaşlarla kavgaya tutuşmuş. “Siz hala bu devirde, bu bilim çağında –haşa- Allah mı diyorsunuz, çağdaş olun…” benzeri ifadelerle sataşması olmuş. Öfkeyle birbirlerinin üzerine yürümüşler. İmanlı tıp öğrencisi arkadaşlar ise bu ateiste birkaç kelam edip de susturamamışlar, ilzam edememişler. Öfkelendikçe de, ateisti masum-mağdur, kendilerini ise haksız konuma düşürmüşler. Bir vesile ile hadiseden haberdar oldum ve haberdar olduğum gibi de olay mahallinde buldum kendimi. Aramızda şu konuşmalar geçti. Ateist’e dedim: “Kendini her şeyi biliyor zannediyorsun ama esas bilmen gerekeni (Allah’ı) bilmiyorsun, bir de bilenleri tahkir ediyor, ezmeye kalkıyorsun. Gel sakince konuşalım, ben sana inşallah Allah’ın varlığını ispat ederim.” Ateist: “Allah’ın varlığı ispat edilemez!” Muhammed Said: “Allah’ın varlığının ispat edilebilir olduğunu da sana ispat ederim. Yeter ki sen ön yargısız ve sakince dinle.” Ateist: “Pekâlâ, buyur seni dinliyorum”. (Okulun bahçesine çıktık ve bahçedeki havuzun etrafında döne döne konuşmaya başladık.) Muhammed Said (23. Lema olan Tabiat risalesinden öğrendiği hakikatlerin ve misallerin feyziyle): “Sence bilgisayar mı üstündür insan beyni mi?” Ateist: “Elbette insan beyni üstündür.” Muhammed Said: “Peki neden?” Ateist: “Çünkü bilgisayarı da insan beyni üretmiştir.” Muhammed Said: “Çok doğru. Bak zekisin de! Allah zeka da vermiş! Peki, senin beynin 40 sene önce var mıydı?” Ateist: “Yoktu.” Muhammed Said: “Yani bilgisayardan daha üstün olan beynin sonradan oldu değil mi?” Ateist: “Evet.” Muhammed Said: “Peki bir bilgisayar; kendi kendine veya tesadüfen veya yüzyıllar içerisinde, rüzgarların esmesi, fırtınaların kopması, depremlerin sarsması gibi hadiselerle yani tabiat sayesinde, bütün o ince ince çiplerin, parçaların tam tamına olması gerektiği yere en uygun şekilde yerleşmesiyle oluşabilir mi? Buna ihtimal verilebilir mi? Ve buna inanana akıllı, aklı başında denilir mi?” Ateist: “Evet bilgisayar böyle oluşamaz. Buna inanana da akıllı denmez” manasında baş hareketleri ve tasdik eden bir vücut dili. Muhammed Said: “Madem oluşamaz ve buna inanan divanedir. Bilgisayardan çok daha üstün ve sonradan meydana gelmiş olan insan beyni, insana nispeten akılsız, kör, sağır, cahil sebepler, unsurlar, tabiat gibi çaresizler topluluğu mahlukların yaratması ile olur mu? Buna inanılır mı? Buna inanana akıllı denilir mi? Çağdaşlık bu saçmalığa inanmak mıdır? Hem yaratılmış olan, yaratıcı olamaz.” Ateist: “Pekâlâ, tamam, Allah var olabilir. Ancak var olabilir diye kesinlikle vardır hükmüne nasıl varabiliriz, bunu nasıl diyebiliriz?” Muhammed Said: “Bak şu elimdeki anahtara! Bu anahtarı ben elimden bıraksam “yere düşebilir” mi denilir yoksa “kesinlikle yere düşer” mi denilir? Aynen bunun gibi, bu yerçekimi kanunundan çok daha kesin bir kanun ve çok daha büyük bir hakikat var ki o da şudur (10. Söz olan Haşir risalesinin hakikatleri ve feyziyle): “Bir harf katipsiz, bir iğne ustasız, bir köy bile muhtarsız idarecisiz olmaz, olamaz. Hiç mümkün müdür ki bu muhteşem insan beyni ustasız olsun. Hiç mümkün müdür ki bu muhteşem muntazam kâinat sahipsiz, idarecisiz olsun. Yani kesinlikle ilim, irade, kudret sahibi sanatkâr bir Yaratıcı olmadan bu sanat şaheseri yaratılmışlar olamaz, oluşamaz. (32. Sözün hakikatleri ve feyziyle) Hem bak, dikkat et! Bütün varlıklar müthiş işler başarıyorlar. Kendileri cahil oldukları halde bütün atomlar birer deha gibi birer âlim gibi, hatta sonsuz ilim sahibi gibi hareket ediyorlar. Biz akıllı insanlar aynı anda iki işi yapamazken, bu kör, sağır, akılsız atomlar nereye girseler orayı mükemmel biliyor gibi adapte olup oranın işlerini görüyorlar. Mesela yediğin bir havuç ve onun atomları, hem gözüne girip görme işinde mükemmel eksiksiz çalışıyor, hem kalbine girip kalp kasında kalbin işini görebiliyor, hem karaciğere girip karaciğer fabrikasının akıl almaz yüzlerce fonksiyonunu icra edebiliyor vs. Madem okuduğumuz Fizyoloji, Anatomi vb. tıbbi ilimler bunu apaçık ispat ediyor ve sen de biliyorsun. O vakit ya diyeceksin ki bütün bu aciz, kör, sağır, cahil, camit atomlar-moleküller birer ilah gibi ilim, irade, kudret, görme vs. sıfatlara sahiptirler yani bunlar birer ilahtırlar veya mecburen diyeceksin ki tüm bu atomlar ve türevi olan tüm mahlûklar birer memurdurlar. Adeta inşaat malzemesidirler ve tüm bunların maddi gözle görünmeyen ama varlığı kuvvetle hissedilen bir ustası, bir mimarı, bir sanatkârı sonsuz ilim sahibi bir yaratanı vardır. Evet, bak şu bahçedeki basit esere! (Fıskiyeli süs havuzu) Bunun kendi kendine olması mümkün mü? Elbette değil. Peki, bu eseri yapan ustasını gördün mü? Görmedin. Peki, onu görmemen varlığını inkâr ettirir mi? Ettirmez ve şunu dedirtir: “Evet belki ben görmedim ama bu eseri yapan bir usta şu anda dünyada bir yerlerde mutlaka var.” Aynen bunun gibi: Maddi göz göremez lakin her şeyi mükemmel olarak yaratan ve Sani (Sanatkâr) olan Allah vardır ve birdir. Ve O bizleri çok sever, hem bizim her ihtiyacımızı verir, devamlı da veriyor” Ateist: “Bence öyle değil. Bence tüm atomlar birer ilahtır.” Muhammed Said: (32. Söz ışığında. EVET! RİSALE-İ NUR HAK SÖYLÜYOR): “Bir ilahı kabul etmeyen, bütün zerreleri ilah kabul etmeye mecbur olur. Aynen şimdi senin yaptığın gibi… Ve bu; safsatanın, saçmalamanın en zirvelerinde bir düşüncedir, bir hezeyandır. Hem sen daha bir saat önce ateist değil miydin? Yani bir ilaha bile inanmıyordun. Şimdi ise atomlar adedince ilahlar olduğunu iddia ediyorsun! Haydi hayırlısı! Şimdiden başla istersen tapınmaya. Kendi atıklarının atomlarına tapınmaya bile ömrün yetmez, bitiremezsin.” Giderek artan öfkesi bu son cümlelerle zirveye çıktı. Ancak son bir hamle ile beni zora düşürmek gayesiyle dedi: Ateist: “Peki haydi Allah’ı ispat ettin diyelim. Ahiretin varlığını ispat et de görelim.” Muhammed Said: “Hay! Hay! Bak şu hastane binamıza…” dememle sözümü kesmesi bir oldu. Ateist: “Sen de sürekli dünyadan örnek veriyorsun, ahiretle hastanenin ne alakası var?” Muhammed Said: “Dünyada yaşıyorum, nereden örnek vereydim? Cenab-ı Hak tüm hakikatlerin misallerini, numunelerini dünyada yaratmış. Dinlersen alakası neymiş anlarsın.” Ateist (Öfkeyle ve hışımla döndü ve giderken şöyle söylendi): “Bırak beni! Cehenneme gidersem giderim sana ne!” Muhammed Said: “Dur gitme! Biz Müslümanlar şefkatliyizdir. Senin cehenneme gitmeni istemiyorum. Beni dinle…” dedimse de çekti gitti. Ben de birkaç adım ardından attım ama daha fazla ısrar etmedim; peşini maddeten bıraktımsa da duayı gönderdim. Onun için Cenab-ı Hak’tan hidayet istedim. Elhamdülillah bir müddet sonra haberi geldi. Bir yakın arkadaşı bana şöyle haberini getirdi: Ateistin arkadaşı: “Senin konuştuğun o ateist var ya? Artık şöyle konuşuyor sağda solda: “Allah, Müslümanların zannettiği gibi korkulacak bir varlık değildir, sevilecek bir varlıktır.” Çok sevindim, şükürler olsun dedim. En azından ateistlikten kurtulmuş, deist olmuş. İnşallah zamanla ondan da kurtulmuştur, Müslüman olmuştur. Ateistin arkadaşına şöyle dedim: “Git ona de ki: Allah korkusu onun anladığı gibi değil. Haşa bir zalimden korkulması gibi değil. Allahu teala çok sevilecek bir varlıktır ve O’nun sevgisi çok kıymetlidir, o yüzden Müslümanlar O’nun sevgisini kaybetmekten, O’ndan uzaklaşmaktan, uzak kalmaktan korkuyorlar.” Rabbimize hadsiz hamdolsun ki Risale-i Nurların büyük tesirini, büyük faydasını, ne kadar isabetli ve hakikatli bir eser ve hepimize bir büyük mürşid olduğunu, dün gibi aklımda olan şu hatıra gibi niceleri ispat ediyor. Cenab-ı Hak’tan dileğim ve duam bizleri; “Ey Ali! Bil ki, senin elinle bir insanın hidayet bulması, güneşin üzerine doğduğu her şeyden daha hayırlıdır”. [Buhari, Sahih, Cihad, 4, 58; Müslim, Sahih, Fedâilu’l-Ashâb, Hadis no: 2406]. “Vallahi, senin hidayetinle (yol ve yön göstermenle, vesilenle) bir tek kişiye hidayet verilmesi, senin için kıymetli develerden müteşekkil sürülerden daha hayırlıdır.” [Ebû Davud, Sünen, ilim, 10, Hadis no: 366; Buharî, Sahih, Ashâbu’n-Nebî, 9; Müslim, Sahih, Fedâilu’l-Ashâb, 34, H. no: 2046] hadis-i şerif lerine mazhar olan bahtiyarlardan eylesin. Âmin.

“Her kim din işlerine (sünnetime) aid kırk Hadis hıfzedip ve yazıp ümmetime tebliğ ederse, Allah Teâlâ Hazretleri onu fakihler ve âlimler zümresinde haşr eder.” Hadis-i Şerif Abdullah bin Mübarek Hazretleri (ra), 736 senesinde Merv’ de dünyaya gelmiştir. Harezm Türklerinden Mübarek bin Vazıh’ın oğludur. Çocukluk ve gençlik yıllarını Merv’de geçirmiş ve ilk tahsilini de burada görmüştür. 23 yaşında ilim tahsili için seyahate çıkarak, devrinin en önemli ilim merkezlerini gezdi. Süfyan bin Uyeyne, Malik bin Enes ve Süfyan es-Sevri başta olmak üzere meşhur muhaddislerden Hadis okudu. 4 bin kişiden Hadis dinledi. Bunların içinde güvenilir bulduğu bin kişiden Hadis rivayet etti. İmam-ı Azam’dan fıkıh dersleri aldı ve fıkıhta daha ziyade onu takip etti. İmam Ahmed bin Hanbel, onun ders halkasına katılanlardandı. Ahmed bin Hanbel bir keresinde; bulunduğu devirde ilme ondan daha meraklı ve Hadis sahasında ondan daha büyük bir âlimin bulunmadığını söylemiştir. Kitaplarında yirmi binden fazla Hadis bulunmaktadır. Başta Hadis ilmini okuduğu hocaları olmak üzere, birçok muhaddis, ondan Hadis rivayet etmişlerdir. Kütüb-i Sitte’yi oluşturan Hadis kitaplarının müellifleri, ondan gelen Hadisleri güvenilir bulmaktadırlar. Hadis ilminin tabibi olarak görülmüş, Hadislerle ilgili ihtilafa düşüldüğünde ona danışılmıştır. Bir âlimin fıkhi bir görüşünden bahsedileceği zaman; “Bu, Ebû Hanife’nin görüşüdür” yerine “Bu, Ebû Hanife’nin Hadis’i anlayışı ve açıklamasıdır” denilmesini daha uygun bulurdu. Abbasi Halifelerinden Harun Reşid zamanında, Misis ve Tarsus dolaylarında Doğu Roma’ya karşı savaşmıştır. Maddi ve manevi hayatında zühdü esas alırdı ama ticaretle de uğraşır ve her sene yüz bin dirhem fakirlere dağıtırdı. Arkadaşlarını Hacc’a götürür ve bütün masraflarını kendi karşılardı. Birçok şiir de yazmış olan Abdullah bin Mübarek Hazretleri, yazdığı el-Erbaûn adlı eseriyle İslam tarihinde ilk Kırk Hadis kitabı yazan kişidir. Yazdığı on eserden dördü günümüze ulaşmıştır. 797 senesi Ramazan ayında Hicri olarak 63 yaşında iken Fırat Nehrinin kenarında bulunan Hit’de vefat etti ve oraya defnedildi. Menkıbeleri Hafız en-Nesefi, ölüm döşeğinde bulunan Abdullah bin Mübarek’in yanına girmişti. O sırada onun birisine şer’i meseleler yazdırdığını gördü. “Ya İmam! Hasta halinizde niçin fıkıh ile meşgul oluyorsunuz? Rahat etmeniz lazımdır” dedi. Bunun üzerine Hazret: “Olabilir ki, işitmediğim faydalı bir mesele ile karşılaşırım” buyurmuştur. (Hasan Hüsnü Erdem, İlahi Hadisler, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları, s. 72-73) Evinde oturup hadisle meşgul olmayı çok seven Abdullah bin Mübarek’e; “Bu yalnızlıktan rahatsızlık duymuyor musun?” diye sorulduğunda; “Peygamber Efendimiz (asm) ve ashabıyla birlikte iken nasıl yalnızlık duyarım!” karşılığını vermiştir. (İslam Ansiklopedisi, c. 1, s. 123) Abdullah bin Mübarek Hazretleri, bir gün Şam’a giderken yolda ölmüş bir merkep gördü. Yanı başında ayakta bir fakir de ağlıyordu. Abdullah bin Mübarek ona niye ağladığını sordu. Fakir cevap olarak: “Ben fakir bir kimse olup, çoluk çocuk sahibiyim. Bunu üç yüz dirheme almıştım. Bundan sonra ne yapacağımı düşünerek ağlıyorum!” dedi. Abdullah bin Mübarek: “Sen bunu sağ iken üç yüz dirheme almıştın. Şimdi ise bunu senden semeri ile beş yüz dirheme alıyorum” deyip beş yüz dirhemi sayarak ona teslim etti. O gece fakir, rüyasında mahşeri gördü. Baktı ki bahçeler, bağlar içerisinde bir merkep! Yularını ve palanını altın ve mercanlarla süslemişler. Yanı başında bir melek, şöyle nida ediyordu: “Kim buna binerse ona müjdeler olsun.” Fakir bunu duyunca, meleğin yanına gelip dedi ki: “Bu benim ölen merkebimdir. Bunu bana ver” Melek: “Evet, bu senindir. Fakat ölüsüne sabretmediğin için, şimdi başkasının oldu. Baksana, yuları üzerinde ne yazıyor?” dedi. Fakir yulara bakınca bir de ne görsün; ‘Bu Abdullah bin Mübarek Hazretlerinin bineğidir’ yazılıydı. Sonra fakir, uykudan uyanıp, hıçkıra hıçkıra ağlamaya başladı. Kendi kendine, “Bana yazıklar olsun bir hayvanın ölmesine bile sabredemedim” dedi. Hemen beş yüz dirhemi alıp, doğruca Abdullah bin Mübarek Hazretlerinin yanına gitti. Parasını geri vermek istedi ve dedi ki; “Ben satıştan vazgeçtim.” Hazret ise cevaben; “Sen akşam gördüğün rüya üzerine geldin. Ben de vazgeçtim. Beş yüz dirhemi de sana hediye ettim” buyurdu. (İslam Âlimleri Ansiklopedisi, Hicri 2. Asır Âlimleri)

İttihat-ı İslam’ın ehemmiyeti o meşhur şamil ve cami’ olan veda hutbesinde çok açık bir şekilde görünmektedir. O beliğ ve şümullü hutbede Efendimiz (asm) bütün insanların Rableri bir, babaları bir… Her insan Âdem’dendir (as). Âdem (as) ise topraktandır. Vefatından (asm) sonra cahiliyeye dönüp toplumsal tabakalaşma ve düşmanlık yapmamalarını tavsiye buyurmuştur. İslam dini ilim ve marifetten uzak olan geri kalmış, ümmi bir topluma geldi ve toplumu karanlıklardan aydınlığa çıkardı. Kendi aralarında savaş halindeyken, ihtilaf içindeyken birleştirdi. Maalesef güçlü zayıfı eziyordu, mal ve servet sahibi başkalarına zülüm edip mallarını haksız yere faiz ile yiyordu. Hatta Arap kabileleri birbirilerine zülüm etmekte iftihar ediyorlardı. Yaygın ve meşhur bir söz olarak şunu söylüyorlardı: “Kardeşin zalim de olsa mazlum da olsa ona yardım et.” Çok basit sebeplerden dolayı Dahis, Besûs gibi savaşları çıkarıyorlardı. Arap kabilelerini o zamanda saran siyasi, ekonomik, toplumsal zulümleri az çok hepimiz duymuşuzdur. Bu tarz problemler veya hayal dahi edemeyeceğimiz tarzda zulümler sadece Arap yarımadasında değil, o zamandaki birçok devlette benzer durumlar vardı. Dünya tarihi, İslam dini gelmeden önce sürekli savaşların ve gaddar meliklerin, ordu komutanlarının kendi şehvet duygularını doyurmak için şiddetli çatışmaların yaşandığı bir kayıt cihazından ibaretti. İnsanlığın bi’setten önce sıkıntı çektiği en bariz olaylar, toplumun en ince damarlarına kadar yerleşmiş olan asabiyetten ve tabakalaşmadan neş’et etmekteydi. Eşrafın, efendilerin, meliklerin olduğu bir tabaka vardı ve hemen altında üst tabakayla sürekli bağlantıda olup onların nüfuzundan istifade etmek isteyen askerler, tacirler… Bu toplumsal tabakalaşmanın en altında olan ve sürekli zulme maruz kalan zayıflar ve masumlar vardı. Herhalde hepimiz, toplumsal hayatı çok sıkıntılara sürükleyen Hindistan’daki toplum tabakalaşmalarını, yakın zamana kadar Güney Afrika’da olan şimdi ise Avrupa ülkelerinde ve kuzey Amerika’da renkten dolayı toplumda yaşanan olum- suzlukları duymuşuzdur. Bu tarz toplumsal sıkıntılar cahiliye döneminin kalıntıları olarak zikredilmektedir. İslamiyet’ten önce insanlık toplumlarında bulunan bütün bu olumsuz durumlar, insanın fıtratıyla hiçbir şekilde örtüşmemekteydi. Çünkü Allah insanı şerefli ve yüce bir gaye için yarattı. O gaye de Allah’a kul olmak ibadet etmektir. İbadet kapsayıcı manasıyla yeryüzünün halifeliği demektir. Yeryüzünün halifeliği ise yeryüzünü imar etmeyi içine alan bir manadır. Bu yüce ve şerefli gaye ve hedefler insanlıktan ilk andan itibaren istenmektedir. O gaye ve hedef Âdem (as)’ı cennetten çıkarıp yeryüzüne yerleştirdi. Ve yine o hedef ve gaye Hz. Âdem’in tövbe ve yalvarışı için o kutsi kelimelerin inmesine vesile olup bir ümmet olmasını sağlamıştır. Kur’an-ı Kerim insanların أمة واحدة tek ümmet ve Allah’ın razı olduğu din üzere olduğuna işaret etmektedir. Fakat insan Allah’a verdiği sözü unutup bazen Sırat-ı Müstakimden ayrılıyordu. İşte burada iman yerine şirk ortaya çıkıyor ve Allah’ın muradı olan İttihat ve birlik yerine tefrika ve ayrılıklar başlıyor. Nübüvvet-i Muhammedî’nin Bi’seti ve İttihadın Başlaması Peygamber Efendimiz (asm) insanlığa gönderilmesi, insanlık tarihi için yeni bir dönemin başlangıcıydı. Peygamberlerin sonuncusu ve önceki peygamberlerin dinlerinin hükümleri son bulmuştur. İnsanlığa, bu uzun yolculukta saadeti ve mutluluğu getirecek bir kitap getirmiştir. Bu kutsi nübüvvet sadece bir kavim ve topluluk için değildi. Siyahıyla beyazıyla bütün insanlık için gönderilmiş ilahi bir mesajdı. Kur’an-ı Kerim’de Cenab-ı Allah bütün insanlık için şöyle buyurmaktadır: ( يَا أَيُّهَا النَّاسُ إِنَّا خَلَقْنَاكُم مِّن ذَكَرٍ وَأُنثَىٰ وَجَعَلْنَاكُمْ شُعُوبًا وَقَبَائِلَ لِتَعَارَفُوا إِنَّ أَكْرَمَكُمْ عِندَ اللَّهِ أَتْقَاكُمْ) Ve yine müminler için: ( إِنَّمَا الْمُؤْمِنُونَ إِخْوَةٌ فَأَصْلِحُوا بَيْنَ أَخَوَيْكُمْ), ( وَاعْتَصِمُواْ بِحَبْلِ اللّهِ جَمِيعاً وَلاَ تَفَرَّقُواْ) bu kutsi ilahi hitaba mazhar olmuşlardır. İşte Peygamberlerin sonuncusu Hz. Muhammed (asm), müminlerden bir vücut gibi olmalarını istemektedir. Eğer bir organ sıkıntıya maruz kalırsa diğer uzuvlar onu hissedip sıkıntısına ortak olurlar. Ve aynı zamanda kardeş olmalarını istiyor. Bu hakiki ve tam uhuvvet ile Âlemlerin Rabbi olan Allah’a tam kulluklarını yerine getirebilirler. Peygamber Efendimizin (asm) oluşturduğu örnek Peygamber toplumu uhuvvet, birlik, yardımlaşma ve birbirine destek olma esaslarının tecessüm etmiş hali idi. Efendimiz (asm)’ın yanında yeryüzünün çeşitli milletleri toplanmıştı. Arap, Fars, Rum, Habeşli milletler aynı mecliste oturup aynı hakikatleri konuşuyorlardı. Hatta cahiliye döneminde satılıp alınmakta olan Habeşli bir köle Efendimizin (asm) getirdiği toplum biçimi ile Tevhit kelimeleri haykıran bir münadi olmuştu. Medine-i Münevvere’nin en yüksek yerine çıkıp tevhit hakikatini bütün âleme haykırmaktaydı. Farslı Selman için Al-i Beyt’ten olma şerefini vermiştir. Aynı zamanda İttihat-ı İslam’ın ehemmiyeti o meşhur şamil ve cami’ olan veda hutbesinde çok açık bir şekilde görünmektedir. O beliğ ve şümullü hutbede Efendimiz (asm) bütün insanların Rableri bir, babaları bir… Her insan Âdem’ dendir (as). Âdem (as) ise topraktandır. Vefatından (asm) sonra cahiliyeye dönüp toplumsal tabakalaşma ve düşmanlık yapmamalarını tavsiye buyurmuştur. Müslümanların Bugünkü Durumu Efendimiz (asm) gecesi gündüz gibi parlak olan tek bir ümmet bıraktıktan sonra refik-i alaya intikal etti. Kendisinden sonra tek ümmet, tek devlet ve tek toplum bırakmıştır. Bu örnek toplum, Efendimizin (asm) vefatından sonra şeriata münasip bir tarzda halifeyi seçmiştir. Hülefa-yı Raşidin dönemi, peygamber menheci / yolu üzere hareket etti. İnsanların kalpleri bu hilafet ve seçilen halife üzerine ittihat etti. Hilafetin bitmesiyle İslam toplumunda birçok hayır da gaib olmaya başladı. Buna rağmen İslam birliği zaman zaman kendini gösterip bu hayırlara vesile olmuştur. Şam’da Emevi Devleti, Bağdat’ta Abbasi Devleti, Kurtuba’da Endülüs Devleti, İstanbul’da Osmanlı Devleti… Bütün bunlar İttihat-ı İslam’ı ve tevhidi temsil etmekteydi. Bütün dünya İslam Devletlerine ve Müslümanlara saygı göstermekteydi. Tarih Harun Reşid’i altın sayfasına gökyüzündeki buluta şöyle derken kaydetti: “Nerde istersen yağmuru indir. Neticesindeki bitkiler ve meyveler bana gelecektir.” Yine tarih Abbasi Halifesi Mu’ tesimi de altın sayfasına Rumlarla savaşa çıkarken kaydetti. Zulme maruz kalan Müslüman bir hanımın yardım talep etmesi üzerine orduları harekete geçirip meşhur Umuriye savaşına giren Abbasi Halifesi. Bu hadiseyi Şair Ebu Temmam meşhur bir kasidesinde dile getirmiştir. Ve yine tarih Adalet ve Gücü bir arada toplayıp kalpleri ve devletleri fetheden Osmanlı Sultanlarını altın sayfasına kaydetti. Devletleri fethetmeden kalpleri fethederlerdi. İslam devletinin sınırlarını ufuklara kadar götürüp mescitler inşa edip kalplere iman kalelerini nakşettiler. Ancak vuku bulan hadiseler, Müslümanların durumlarını çeşitli zamanlarda sıkıntıya sokmuştur. Tehlikeler birçok yerden İslam’a hücum etmeye başladı. Haçlı birlikleri İslam Âlemine fırsatını buldukça zarar vermiştir. Mısır’ı, Şam’ı ve Anadolu’yu işgal edip küçük küçük devletler kurmuşlardı. Moğol tehlikesi giderek büyüyüp Abbasi Devletinin başkenti olan Bağdat’ı işgal etti. Ve yavaş yavaş Şam’a ilerledi. Mısır’a da ulaşmak istedi yalnız Memluklerin gücü engel oldu. Sonra sömürge, misyonerlik, oryantalizm gibi fikri akımlar tek vücut olup Osmanlı Hilafetini sona erdirdiler. Asya, Afrika kıtasında İslam topraklarını devletçiklere ayırdılar. Birçok Afrika ülkesi İngiliz ve Fransız sömürgesi altına girdi. Sömürgeler bittikten sonra bile birçok İslam ülkesi fikri, siyasi ve kültürel sömürüye maruz kalmış durumdalar. Batı esaretinden tam bağımsızlık ile kurtulamadılar. Bazen Arap birliği veya İslam birliği için çeşitli çalışmalar yapıldı ama tam bir itikat ve sağlam İslam esaslarına dayanmadığı için onlar da başarılı sonuçlar elde edemediler. Bilindiği üzere sömürge ülkeleri, İslam birliğini bozmak için çalışmaktadır. Bu çok açık bir şekilde Lawrence raporunda görülmektedir. Bu raporu hazırladıktan sonra 1916 yılında İngiliz istihbaratına vermiştir. Raporda şu cümle nasıl bir çaba içinde olduklarını göz önüne sermektedir: “Bizim asıl hedefimiz Osmanlı Devletini yıkmakla İslam birliğini dağıtmaktır. Eğer Araplarla nasıl muamele edeceğimizi bilirsek, onları her zaman siyasi istikrarsızlıkların ve bir diğer İslam devletine karşı kin ve nefret edecek bir boyuta getirebiliriz.” İşte bu ibareler çok açık bir şekilde Batının özellikle İngiltere’nin Osmanlı Hilafetini yıkmak için ne kadar çalıştığını gözler önüne seriyor. Çünkü o hilafet, bütün Müslümanların bir selamet limanı ve dayandıkları noktaydı. Sonrasında herkesçe malum olan entrikalar ile Türkiye’yi de karıştırmakta ve hilafetin ana esası ilan ittihadı, birliği yıkmaya çalışmaktadır. İttihat-ı İslam’ın Faktörleri İttihat-ı İslam’ın, Müslümanların geleceği için gerekliliğin ve ehemmiyetini anlayıp, idrak edebilip bunun gerçekleşmesi için hemfikir isek, şöyle bir soru akla geliyor: Bu İttihadın, birliğin faktörleri nelerdir? Bu İttihadı nasıl gerçekleştirip de Asya’da, Afrika’da ve Ortadoğu’da bulunan İslam ülkelerini bir çatı altında toplayacağız? İslam âlemi olarak yaşadığımız en büyük problem ayrılık ve ittifaksızlıktır. Bu problem ise öncelikle fikri ve anlayış problemi olup akıl, kalp ve maneviyat ile doğrudan bağlantılıdır. Bu da şu manaya gelmektedir; bu problemi bizler iman ve itikat mahallinde çözebiliriz. Yani İttihadın en önemli faktörleri hedefte ittihat, akidede ittihat, liderde ittihat ve kanunlarda ittihat ve birliktir. (Bakınız: Ahmet bin Saad Elğamıdı- İslam Birliği Ve Esasları- Medine- 1405- s. 55) Dr. Nadiye Şerif Elumri ise İslam Kültürüne Bakış adlı kitabında şöyle demektedir: “Müslümanlar bir Rabb’e ibadet ediyorlar, bir kıbleye yöneliyorlar, bir amaç ve hedef olan Allah’ın rızasına yönelik çalışıyorlar, işte bunlar İttihadın en önemli gereklilikleridir.” Meşhur İngiliz tarihçi Arnold Toynbee bir dersinde şöyle söylediğini Muhammed Kutup Muasır Fikri Mezhepler adlı kitabında naklediyor: “Doğrudur, İslam birliği şu an uykudadır; ama uyuyan her an uyanabilir.” İttihat-ı İslam’ın Esası İmandır Görünüşe göre ayrılık ve ittifaksızlık sosyal ve siyasi bir hastalık olarak görünebilir, ancak temel sebebi yukarıda da ifade ettiğim gibi akideyle alakalı anlayış ve fikir problemidir. Toplumsal, ekonomik ve siyasi bütün problemler bu tarz manevi hastalılardan ortaya çıkmaktadır. Hal böyleyken yapılacak kısa ve maddi ilaçlar bu hastalıkları tedavi etmemektedir. İşi kökünden çözüp ittihadı sağlamak için hastalığın temel taşlarına inmek gerekir. Bu hastalığın temeli ise iman zayıflığıdır. Veya Malik Bin Nebi’ hazretlerinin ifade ettiği gibi: “Sıcaklığını, faaliyetini kaybetmiş bir taklidi iman, müspet iman himmetini de kaybettirir.” (Malik Bin Nebi’- Tefekkürler- Düşünce Yayınları- 1979- s. 41) İman himmeti, insanı harekete geçirir. Zayıflıktan kuvvete intikal ettirir. Ayrılıktan, ittifaksızlıktan ittihada sevk eder. Ve yine bu himmet maneviyatta büyük geçişi gerçekleştirip, taklidi imandan -İmam Bediüzzaman Hazretlerinin risalelerinde çoklukla- tahkiki imana geçirir. Bu kıymetli risaleler insanın imanını derin bir tefekkür ile her an ziyadeleştirmektedir. Bu tahkiki iman yerleştikçe ve Marifetullah dairesi genişledikçe, ittihat ve birlik hissi daha da artacaktır. Müminler arasındaki ittihat ile birlikte büyük bir medeniyeti ortaya koyacaktır. Çünkü iman manevi bir yakıt ve motor mesabesinde insanın vücudundaki ruh gibidir. Ruhsuz vücut nasıl bir mana ifade etmeyecekse zayıf imanlı bir mümin de öyle bir mana ifade etmez. Bu noktada Risale-i Nur’un iman üzerinde bu kadar durması dikkate şayandır. Hatta bazen insanın aklına geliyor: İman meselesi bu kadar önemli mi ki Risale-i Nur bu kadar üzerinde duruyor? Müslümanların sıkıntı çektiği başka problem yok mu ki Risale-i Nur bu kadar buna ehemmiyet veriyor? Bunun en kolay cevabını Risale-i Nur lisan-ı haliyle veriyor: Bütün problemler iman ve tahkiki iman ile çözülür. İman zayıflığı ve gevşekliği Müslümanların sıkıntı çektiği bütün problemlerin temelini oluşturur. İmam Nursi, bütün bu problemler ve manevi hastalıklar için manevi bir doktor hükmündedir. Manevi bir doktor olarak Risale-i Nur gibi bir reçeteyi Kur’an eczanesinden bu asrın insanlarına takdim etmiştir. Tahkiki imandan başka ittihat-ı İslam’a ulaştıracak başka bir yol yoktur. Bu vesileyle Cenab-ı Erhamürrahim’den bu kıymetli eserlerin ümmetin hastalıklarına ilaç olması temenni ediyorum. İttihat-ı İslam’ı bizlere en kısa zamanda nasip ve müyesser eylesin.

Yeni Camii ve Hünkâr Kasrı Eminönü’nde Mısır Çarşısı’nın karşısında olan Yeni Valide Camii Külliyesi, Osmanlı tarihi boyunca yapımı en uzun süren Külliye olma özelliğine sahiptir. Sultan III. Murad’ın hanımı Safiye Sultan adına 1589 yılında inşaatına başlanmış ve yapımı bir süre durdurulduktan sonra 1661 yılında Sultan IV. Mehmed’in annesi Valide Turhan Sultan tarafından yapımına tekrardan başlanmış ve 1663 yılına bir Cuma namazı sonrası açılmıştır. Yeni Camii Külliyesi inşasının uzun yıllar sürmesi, farklı mimarların yapıda payının olmasına sebep olmuştur. İlk yapılanmaya Mimar Sinan’ın talebesi Davud Ağa ile başlanmış ve daha sonra Dalgıç Ahmed Ağa’yla devam edilmiş ve tamamlamak yarım yüzyıl sonra Mustafa Ağa’ya nasip olmuştur. Yeni Valide Camii Külliyesi’nin ana yapıları Camii, Mısır Çarşısı, Türbe ve Hünkâr Kasrı’dır. Külliye’nin en güzel manzarasına sahip olan ve Valide Turhan Sultan için yaptırılan Hünkâr Kasrı’na Yeni Camii’nin kıble duvarının arkasındaki yokuştan çıkılır. Osmanlı klasik mimarisinin tüm güzelliğini yakalayan yapı; iki büyük oda, bir eyvan ve bir helâdan müteşekkildir. Kolaylık göstermek Ebu Huzeyfe’den (ra) rivayetle Peygamber Efendimiz (asm) bir Hadîs-i Kudsî’de şöyle dediler: “Kendisine mal ihsan buyurulan bir kimse, Allah’ın huzuruna geldi. Cenâb-ı Hak da ona: ‘Dünyada bu mal ile ne yaptın?’ diye sordu. (Râvî diyor ki: Hiç kimse Allah’a karşı hakikati gizleyemez) O adam: ‘Ya Rab! Sen bana mal verdin, insanlarla alış veriş ettim. Borçlulara karşı kolaylık göstermek âdetimdi. Hâli vakti yerinde olanlara kolaylık gösterir, darda olanlara da mühlet verirdim.’ dedi. Bunun üzerine Cenâb-ı Hak: ‘Ben kolaylık göstermeğe senden daha layığım’ dedi ve meleklerine: ‘Kulumun kusurlarını affediniz’ buyurdu.” (Sahîh-i Müslim ve Riyâzü’s-Sâlihîn) İmam Buharî (ra) 20 Temmuz 810 Cuma günü, Buhara’da dünyaya gelmiştir. Asıl adı Ebu Abdullah Muhammed bin İsmail’dir. Buharî 10 yaşına doğru muhaddislerden Hadis ilmini öğrenmeye başladı. On bir yaşlarında iken hocası Dahilî’nin rivayet sırasında yaptığı bazı hataları tashih etmesiyle dikkatleri çekti. On altı yaşına geldiği zaman Abdullah bin Mübarek ve Vekf’ bin Cerrah’ın kitaplarını tamamen ezberlemişti. Bu sırada annesi ve kardeşi Ahmed ile birlikte Hacc’a gitti. Hac sonrası onlar memleketlerine döndükleri halde Buharî Mekke’de kaldı ve Hallad bin Yahya, Humeydî gibi âlimlerden Hadis tahsil etti. Daha sonra bu maksatla ilim merkezlerini dolaşmaya başladı. Bağdat’a sekiz defadan fazla gitti ve her seferinde Ahmed bin Hanbel ile görüşüp ondan faydalandı. 1080 muhaddisden Hadis yazdı. Yüz binlerce Hadis derledi. El-Câmi’us-Sahîh adlı meşhur Hadis kitabında bu Hadislerin pek azı yer almaktadır. 90.000 talebe, derslerini dinledi. 1 Eylül 870 Cuma günü Semerkand’a 3 mil uzaklıkta bulunan Hartenk Kasabasında vefat etti. Türbesi Semerkand’dadır. 10 Mart 630 (19 Zilkade 8) Peygamber Efendimiz’in (asm) umre yapması -Ebû Hureyre’den (ra) rivayet edildiğine göre Resûlullah (asm) şöyle buyurdu: “Umre ibadeti, daha sonraki bir Umre’ye kadar işlenecek günahlara kefarettir. Mebrûr Hacc’ın karşılığı ise, ancak cennettir.” (Buhârî, “Umre”, 1; Müslim, “Hac”, 437. Ayrıca bk. Tirmizî, “Hac”, 88; Nesâî, “Menâsik”, 3, 5, 77; İbni Mâce, “Menâsik”, 3.) -Ebû Hureyre’den (ra) rivayet edildiğine göre Resûlullah (asm) şöyle buyurdu: “Hac ve Umre yapanlar Allah’ın misafirleridir. O’ndan bir şey isterlerse, onlara cevap verir. Af isterlerse, onları affeder.” (İbn Mâce, “Menâsik”, 5) -Hz. Ömer’den (ra) rivayet edildiğine göre Resûlullah (asm) şöyle buyurdu: “Hac ve Umre’yi peşi peşine yapınız. Bu ikisi, körüğün; demir, altın ve gümüşün pasını yok ettiği gibi, fakirliği ve günahları yok eder. Mebrûr Hacc’ın sevabı ancak cennettir” (Tirmizî, “Hac”, 2; Nesâî, “Hac”, 6; İbn Mâce, “Menâsik”, 3) 23 Mart 1502 Osmanlı tarihçisi Aşıkpaşazâde vefat etti Asıl adı Derviş Ahmed’dir. 1398 senesinde Amasya’ya bağlı Elvan Çelebi Köyünde doğdu. Küçük yaştan itibaren tekke çevresinde yetişti, çok gezdi ve zamanın ünlü şahsiyetleriyle tanıştı. Fetret Devri’nin bazı olaylarına ve Sultan II. Murad’la Düzmece Mustafa arasındaki mücadeleye şahit oldu. Bir süre Konya’da Sadreddin Konevî Zaviyesi’nde misafir olarak kaldı ve Şeyh Abdüllatif el-Kudsî’den el aldı. 1437’de Hacc’a gitti. Dönüşte Mısır’a uğradı. Daha sonra Paşa Yiğitoğlu İshak Bey’in himayesinde bir müddet Üsküp’te kaldı. Sultân II. Murad’ın bazı seferlerine katıldı ve onun iltifatını kazandı. Fatih Sultan Mehmed’in, şehzadeleri Mustafa ve Bayezid’in sünnetleri münasebetiyle 1457 yılında Edirne’ de yaptırdığı şenliklere katıldı. Meşhur tarihini tamamladığı 1484 yılında yaşı seksen altı civarında idi. Onun büyük bir ihtimalle bu tarihten sonra vefat ettiği kabul edilmektedir. Mezarı da muhtemelen İstanbul’da Haydar mahallesinde büyük dedesi Âşık Paşa adına inşa ettirdiği cami haziresindedir. 20 Mart 1960 Bedîüzzaman Hazretleri’nin Isparta’dan Urfa’ya gidişi Bedîüzzaman Hazretleri, 1960 senesinin 19 Mart’ını 20 Mart’ına bağlayan gecesi, ateşler içerisinde uyurken bir ara gözlerini açıp talebelerine; “Arabayı hazırlayın, Urfa’ya gideceğiz” der. Sabah olduğunda hizmetini gören üç talebesiyle birlikte, saat 9’da Isparta’dan ayrılır. Bir rivayete göre, rüyasında kendisini Urfa’ya çağıran Hz. İbrahim Aleyhisselâm’ın davetine icabet etmek için yağmurlu bir havada, son menzili olan Urfa’ya doğru hareket ederler. Üstâd Hazretleri 21 Mart Pazartesi günü öğleye doğru Urfa’ya ulaştı ve İpek Palas Oteline yerleşti. Bu otelde kalmakta iken, 23 Mart günü ahiret âlemine irtihal etmiştir. Allah rahmet eylesin.

Milli eğitimin en temel meselesi manevi eğitimdir. Zira dünya, küresel anlamda manevi bir buhran yaşıyor. Batı toplumlarında doğan manevi hastalıklar, veba salgını gibi yeryüzüne yayılıyor. Kitle iletişim vasıtalarının da etkisiyle sigara, alkol, uyuşturucu gibi zararlı alışkanlıklar her geçen gün katlanarak artıyor. Kötülükler âdeta küreselleşiyor. Bu müthiş sâri illetlere eğitim sistemimiz ne gibi tedbirlerle karşı koyacak? Batının tefessüh etmiş formülleriyle mi, millî ve manevi değerlerimizden güç alan, ahlaki değerlere sahip bir eğitim anlayışıyla mı? Günümüz dünyasında başarı, seküler kültürün etkisiyle, sadece maddi alanlara odaklanmış durumdadır. Ne yazık ki çocuklarımızın en çok maddi başarıları takdir edilmektedir. Hâlbuki sosyal, sayısal, duygusal zekâya sahip olmak ve onları geliştirmeye çalışmak ne kadar önemli ise, ahlaki zekâya sahip olup bu değerleri hayata geçirmek, çok daha önemlidir. Dolayısıyla çocuklarımızın akademik başarısı teşvik ve takdir edilirken manevi sahadaki davranışları da takdir edilip mükâfatlandırılmalıdır. Toplumun manevi çimentosu, harcı, o toplumun değerleridir. Bizim değerlerimiz, her döneme hitap eden evrensel değerlerdir. İstikbalin sağlıklı bir şekilde inşası adına, kültürel kodlarımızı, millî ve manevi değerlerimizdeki sırlarımızı yeniden keşfedip; çocuklarımızı çağın ihtiyaçlarına uygun bilimlerle teçhiz etmek ve onları manevi alanda yetiştirmek en temel vazifemizdir. Doğru bir eğitimi nesillerimize verme sa’y ü gayreti önemli bir adım olmakla beraber; eğitimde hedeflere vasıl olmamız doğru usulleri kullanmamıza bağlıdır. Yaklaşık 150 yıldır eğitim sistemimiz materyalist felsefeye göre düzenlendi. Fen ilimleri, dinî ilimlerden ayrıştırıldı. Hâlbuki vicdanın ziyası dinî ilimler; aklın nuru, fen ilimleridir. Bu sebeple fen ilimleri ile dinî ilimler mezcedilerek okutulmalıdır ki kuşakların imani ve ahlaki inkişafına vesile olsun. Kaliteli bir nesil, kaliteli bir eğitimin sonucu ortaya çıkar. Nesillerimizi eğitimle olumsuzluklardan korumak, geleceğimizi korumak anlamına gelir. Manevi değerlerimizden beslenen, hali hazırdaki ihtiyaçlara çözüm üreten, süreklilik ve sürdürülebilirlik arz eden; dinamik, kökü mazide, dalları atide, kuşatıcı ve kapsayıcı bir eğitim felsefesine ve eğitim sistemine şiddetle ihtiyacımızın olduğu muhakkaktır. Bu eğitim sistemine en kısa zamanda kavuşmak en büyük dileğimizdir. Müfredatta Olmazsa Olmazlar Eğitimde Süreklilik Eğitimde “neyin, ne zaman” öğretileceği oldukça önemli bir husustur. Anaokulundan yükseköğretime kadar gerçekleşen eğitim süreçlerinin birbirinin devamı olduğu gerçeği dikkate alındığında, farklı kademelerdeki eğitim programlarına bir bütünün tamamlayıcı ögeleri olarak görmek gerekir. Eğitim programlarında millî ve manevi değerlerimize yer verilirken öğrencinin manevi gelişimi de göz önüne alınmalıdır. Anaokulundan üniversiteye kadar manevi değerleri esas alan eğitim programı, kademeli bir şekilde uygulanmalıdır. Temel İlkelerde Düzenleme Yapılması Eğitimin temel ilkelerinden biri olan “bilimsellik”, materyalist anlayışa göre tanımlanmaktadır. Ders müfredatları, bir yaratıcının varlığını hesaba katmadan her şeyin kendiliğinden olduğunu, tesadüfen meydana geldiğini veya her şeyi tabiatın var ettiği düşüncesini esas almaktadır. Bu bakış açısı devam ettikçe neslimizi saadete ulaştıracak müspet bir sonucun alınması mümkün değildir. Eğitim sisteminin temel ilkelerinden olan “bilimsellik” kavramı, İslam’ın tevhit inancına uygun olarak yeniden tanımlanmalı, ders programları, tevhidi esas alan bir bakış açısıyla ele alınmalıdır. Fen ilimleriyle dinî ilimleri bütünleştirici bir yaklaşım, eğitim sistemimizin esaslarından olmalıdır. İmani (Yaratılış) Bakış Açılı Müfredat İmani bakış açısına göre varlıkların ve olayların meydana gelmesi, Allah’ın yaratmasına bağlıdır. Bütün olayların gerçekleşmesinde ilahi bir ilim, irade ve kudret hükmeder. Ders müfredatları, inançlarımızla uyumlu olmalıdır. Tevhit esasına göre hazırlanan müfredat, öğrencilerin inançlarıyla barışık yetişmelerine, imani ve ahlaki gelişimlerinin daha hızlı olmasına zemin hazırlayacaktır. Nitekim tarihimiz, imani bakış açısıyla yetişmiş binlerce ilim adamı ve devlet büyüğümüzün başarılarına şahittir. Müfredat hazırlanırken önem arz eden diğer bir husus da şudur: Türkiye’nin, İslam ülkelerine ve mazlum milletlere önder olacak bir ruha ve mefkûreye sahip kuşaklara ihtiyacı vardır. Böyle milli ideallerin gerçekleşmesi; müfredatın, mefkûre sahibi bir neslin yetişmesine zemin hazırlayacak mahiyette olmasıyla mümkündür. Fen İlimleriyle Dinî İlimler Birlikte Verilmelidir “Vicdanın ziyası, ulûm-u diniyedir. Aklın nuru, fünun-u medeniyedir. İkisinin imtizacıyla hakikat tecelli eder. O iki cenah ile talebenin himmeti pervaz eder. İftirak ettikleri (ayrıldıkları) vakit, birincisinde taassup, ikincisinde hile ve şüphe tevellüt eder.” (Said Nursi) Dini ilimlerle fen ilimlerinin mezcedildiği eğitim sistemi önemli bir ihtiyaçtır. Bu ihtiyaç tehir edilmemeli; gelecek neslin maddi-manevi gelişimini ve itminanını hedefleyen bir yaklaşımla bu sistem uygulamaya konmalıdır. Delillerini Kur’an’dan ve kâinat kitabından alan bir müfredat, iman esaslarını ispat edip neslimizin taklidi imanlarını çok kısa sürede tahkiki imana dönüştürerek milyonlarca gencimizin imani inkişafına vesile olacaktır. Yalnız aklı değil; kalbi, ruhu ve diğer hisleri tatmin ederek kişisel ve toplumsal hastalıkları izaleye vesile olacaktır. Dini İlimlerle Fen İlimleri Nasıl Mezcedilir? Fen ilimlerinin yanında dini ilimlerin verilmesi gereklidir, ancak yeterli değildir. Çünkü dini ilimlerle mecz edilmeyen ve materyalist bir anlayışla sunulan fen ilimleri, marifetullaha dönüşmez. Hâlbuki dinî ilimlerle fen ilimlerinin mezcedilmesiyle Allah’ın varlığına ve birliğine pencereler açılır. Mesela, coğrafya dersinde yeryüzü şekilleri konusu işlenirken dağların özellikleri bilimsel olarak anlatıldıktan sonra şöyle bir paragraf eklenebilir: “Kur’an-ı Kerim dağları, dünyayı sarsıntıdan koruyan ve dünyanın dengesini muhafaza eden, içi hazine dolu direklere benzetmiştir. (Nebe, 6-7; Hicr, 19; Naziat, 32). Çünkü dağların içinde canlılara lazım olan sular ve madenler gibi ihtiyaç maddeleri hikmetli bir şekilde hazırlanmıştır. Bu hâl açık bir şekilde dağların; kudreti, hikmeti ve cömertliği sonsuz Rabbimizin hazineleri olduğunu gösterir.” İmani bakış açısıyla öğrenci, bütün hadisatın arkasında ilahî bir ilim, irade ve kudretin hükmettiğini görür. Bu bakış açısı, eğitimde temel model olmalı; eğitim müfredatları ve malzemeleri, bu bakış açısıyla hazırlanmalıdır. Bu yöntemle bir insanın pozitif bilimleri öğrenmesi ve özümsemesi, onun iman esaslarını daha iyi anlamasına ciddi katkı sağlayacaktır. Okul Öncesinde Manevi Eğitim Çocuğun zihin gelişiminin en hızlı olduğu dönem 0-6 yaş aralığıdır. Bu itibarla kreşte ve anaokulunda çocuğun dini eğitim alması, onun manevi altyapısını oluşturmada en önemli müessir/etken olacaktır. Dini hassasiyetleri olan öğrenci velilerinin 3-6 yaş dönemindeki çocuklarını bu yönde eğitim veren kreşlere ve anaokullarına gönderdikleri bilinen bir gerçektir. Bu durum, halkımızın, çocukların manevi eğitimine verdiği önemi ve bu alanda eğitim veren kurumlara duyulan ihtiyacı göstermektedir. “Beşikten mezara ilim öğrenme” anlayışına sahip bir medeniyetin mirasçılarıyız. Çocukların eğitim hayatının başında milli manevi değerlerle tanışmalarını sağlayacak, temel dini bilgileri öğrenmelerini temin edecek mevzuat düzenlemesinin bir an önce yapılması milletimizin beklentisidir. Bu meyanda hizmet veren/verecek olan özel anaokulları da teşvik edilmelidir. Eğitim Müfredatı Öğrencilerin Manevi Gelişimine Zarar Veren Unsurlardan Temizlenmelidir Dünyadaki zararlı düşünce akımları, insanların düşünce dünyasını olumsuz etkilemektedir. Özellikle çocukluk çağında din eğitimi almamış veya alamamış öğrencilerin materyalist düşünce akımlarıyla yoğrulan müfredat ve eğitim materyalleriyle karşı karşıya kalması, öğrencilerin saf zihinlerinin bulanmasına ve bilinçaltı dünyalarının olumsuz şekillenmesine sebep olmaktadır. Bilimsel yönden geçerlilik kazanmamış, medeniyet tarihimizde yer bulamamış evrim ve tabiatçılık başta olmak üzere birçok teori ve akımının müfredata ve eğitim materyallerine sirayet etmesine meydan verilmemelidir. Osmanlı Türkçesi Zorunlu Ders Olmalıdır Önemli bir kültür mirasımız olan Osmanlı Türkçesinin, dil zevkinin kazandırılmasında mühim bir yeri vardır. Erken yaşlardan itibaren öğretilecek Osmanlı Türkçesi, ecdadımızın milli bir terbiye ile yoğrulmuş fikir ve his dünyasını yeni nesillerin akıl ve kalplerine taşıyacaktır. Arşivlerde bekleyen milyonlarca belge, kütüphanelerdeki yüz binlerce eser, dil şuuruna ermiş genç nesil tarafından gün ışığına çıkarılıp bilim ve sanat dünyasına kazandırılacaktır. Osmanlı Türkçesinin, okullarda seçmeli ders olarak okutulması güzel bir gelişmedir. Yabancı dil, ilkokul ikinci sınıftan itibaren okutulmaktadır. Ecdadımızın konuşma ve yazı dili olan Osmanlı Türkçesinin en az bir yabancı dil kadar değer kazanması gerekir. İlkokul birinci sınıfta okuma yazma öğretildiği göz önünde bulundurulduğunda ikinci sınıftan itibaren Osmanlı Türkçesinin eğitim programları içerisinde yer alması önemlidir. Bütün ortaokul ve liselerde ise zorunlu ders olarak okutulması isabetli bir karar olacaktır. Tarih ve Türk Dili ve Edebiyatı Derslerinin Programları Yeniden Yapılandırılmalıdır Muhteviyatı itibariyle Türk Dili ve Edebiyatı ile Tarih dersleri büyük bir kültür mirasına sahiptir. Milli ve manevi değerlerin işlenebileceği bu derslerde ne yazık ki birçok konuya yeteri kadar yer verilmemektedir. Bu iki kültür dersinin programları, öğrencilerin manevi gelişimine katkı sağlayacak şekilde yeniden düzenlenmelidir. Bu derslerin programlarında şu hususlara dikkat edilmesi önemlidir: - İslam medeniyetinin ana kaynakları olan Kur’an-ı Kerim ve Hadis-i Şeriflerin edebiyat anlayışı üzerindeki etkilerine yer verilmelidir. - Vesayet anlayışından sıyrılarak Cumhuriyet dönemi mütefekkirlerinden Cemil Meriç, Ahmet Kabaklı, Sezai Karakoç, Nuri Pakdil, Mehmed Niyazi, Rasim Özdenören, Sadettin Ökten, Osman Yüksel Serdengeçti, Bediuzzaman Said Nursi başta olmak üzere pek çok değerli kalem erbabı şahsiyetlerin sanat ve fikir dünyamıza katkılarına ve eserlerine yer verilmelidir. - Divan Edebiyatının sadece aşk edebiyatı gibi algılanmasının önüne geçilmelidir. Divan Edebiyatı metinleri, manevi değerlerin kazandırılmasına vesile olacak şekilde belirlenmelidir. - Divan Edebiyatının sadece saray çevresinde şekillenmediği, tespit edilen 5000 civarında divanı olan şair olduğu, bu edebiyatın toplumun içinden çıktığı örneklerle vurgulanmalıdır. - Tarih dersi programı, öncelikle yeni nesle tarih şuuru aşılayacak şekilde düzenlenmelidir. Tarih dersinin, tarihi gerçeklere uygun bir şekilde verilmesinin yanı sıra şanlı tarihimizde yaşanan olayların arkasındaki asil ve âli ruh ön plana çıkarılmalıdır. Önemli tarihi şahsiyetler rol model olarak sunulmalı ve tarihi olayların arka planı ihmal edilmemelidir. - Tarih dersi programında, İslam tarihinin dünya tarihindeki yeri mukayeseli olarak yer almalıdır. - Tarihimizde ilme, insan ve kadın haklarına ve çevreye verilen önem, tarihi belgelerle ortaya konmalıdır. - Tarih dersinde tarihi devirlerin isimlendirilmesi ve yorumu yeniden yapılmalıdır. Tarih şeridi hazırlanırken peygamberler tarihi dikkate alınmalıdır. - “İnkılap Tarihi” dersinin ismi “Cumhuriyet Dönemi Tarihi” ya da “Yakın Dönem Tarihi” şeklinde değiştirilmelidir. Bütün Derslerde Peygamberimizin Güzel Ahlakı Model Olarak Sunulmalıdır Anaokulundan başlayarak bütün kademelerde ve derslerde uygun metot, teknik ve materyallerle öğrencilere peygamber sevgisi verilmelidir. Günümüz problemlerinin çözümünde Peygamber Efendimizin hayatından ve güzel ahlakından örnekler verilmelidir. Kendilerine rol-model arayan çocuklarımız ve gençlerimiz Peygamberimizin söz ve davranışlarını örnek alarak kişiliklerini şekillendirmelidir. Peygamberimizi örnek alarak başarıya ulaşmış tarihi şahsiyetlere yer verilmelidir. Peygamber Efendimizin hayatını konu alan derslerde, mucizelerine özel bir yer ayrılmalıdır. Mucizelerin, nübüvvet delili olduğu vurgulanmalı, mucizeler hadis usulünce yorumlanarak konunun yanlış anlaşılmasına meydan verilmemelidir. Yeni eğitim anlayışının temel hedefi, dindar bir nesil yetiştirmektir. Günümüz problemlerine çözüm üreten, iman hakikatlerini aklî ve mantıki bir surette izah ve ispat eden Risale-i Nur’u temel alan, “İman ve İslam Esasları” isimli bir ders, programa alınmalıdır. Karma Eğitim Sosyal, psikolojik ve manevi açıdan pek çok zararı tespit edilen ve öğrencilerin başarısını olumsuz etkileyen karma eğitim modeli iyi tahlil edilmelidir. Yüzyılın en büyük pedagojik yanlışı olan karma eğitimden Türkiye artık vazgeçmelidir. En azından ilk aşamada velilere (ve öğrencilere) karma olmayan/tek cinsiyetli eğitimi seçme hakkı verilmelidir. İmam Hatip okullarında sözü edilen uygulamanın kısmen gerçekleştirilmesinin güzel neticeleri gözlenmektedir. Karma eğitime kısa vadede alternatif olabilecek çarelerden biri de tek cinsiyetli eğitimi isteyenlerin ikinci dört yıldan itibaren Açık Öğretime yönlendirilmesidir. Millî ve manevi hassasiyeti olan ailelerin bu hassasiyetlerini muhafaza etmesi noktasında söz konusu imkânının sağlanması ailelerin sosyal hakları arasındadır. Ders Kitapları Evrim, tabiatçılık, maddecilik, tesadüfçülük gibi teorilerden beslenen bakış açıları, bu zamana kadar bilimsellik adı altında ders kitaplarında yer aldı. Bilhassa biyoloji kitaplarında hayatın tesadüflerle vücuda geldiği düşüncesi işlendi. Hâlbuki kâinatın meydana gelmesi, varlıkların oluşumu, özellikle de hayatın tesadüflerle oluştuğu iddiası bilim tarafından ispat edilememiştir, edilmesi de mümkün değildir. O hâlde müfredat ve ders kitaplarında, tevhid temelli düşünce sistemi esas alınmalıdır. Ders kitapları, eğitim öğretim ortamında yüzbinlerce öğrenciye hitap etmesi bakımından büyük önem taşımaktadır. Bu kitapların içeriğiyle öğrencinin fikir ve his dünyası inşa edilmektedir. Dolayısıyla ders kitapları milli ve manevi değerlerin kazanımına yönelik düzenlenmelidir. Millî ve manevi değerlerden uzaklaşmanın ve ahlaki yozlaşmanın temel sebeplerinden en önemlisi inanç zayıflığıdır. Ders kitapları hazırlanırken öğrencileri bu yönden takviye edecek kaynaklar referans alınmalıdır. İnsanların hayatlarında olumlu yönde değişiklikler yaptığı, bireysel hayatta huzuru ve toplumsal hayatta asayişi sağladığı hiç kimsenin inkâr edemeyeceği bir gerçek olan -başta Risale-i Nur eserleri olmak üzere- imani bakış açısına sahip, her biri kendi başına manevi bir değer niteliğindeki eserlerimizden yeterince istifade edilmelidir. Kitaplarda bilgi ağırlıklı metinler ile diyalog ağırlıklı hikâye tarzı metinlere birlikte yer verilmelidir. Bilgi metinlerinin ardından gelecek olan “hikâye, şiir ve piyes gibi metinler” hem öğrencinin zihin dünyasında makalelerin dile getirdiği hakikatleri misale dökecek, daha anlaşır kılacak hem de ders ortamında zevkli etkinliklere fırsat tanıyacaktır. Medeniyetimizin teşekkülünde önemli bir yere sahip şahsiyetlerin; hayatı, kişiliği, çalışmaları, hatıraları vs. ders kitaplarında yer almalıdır. Böylelikle model alınabilecek şahsiyetleri tanıma fırsatı bulan öğrencilerin aynı zamanda tarih bilinci de gelişecektir. Ders kitaplarımız bir yandan millî ve manevi değerlerimizi takviye edici metinlerle zenginleştirilirken diğer yandan manevi gelişime zararlı ve değerlerimizle çelişen içerikten arındırılmalıdır. Manevi değerlerimize yakışmayan görsellere yer verilmemelidir. Dilde, köken itibariyle yapılan ayrımcılığa son verilmelidir. Müfredat ve kitap dilinde arı Türkçecilik, sadeleştirmecilik gibi dili çoraklaştıran, düşünce dünyamızı çölleştiren yanlış uygulamalardan vazgeçilmelidir. Özellikle ders kitaplarında bulunan “uydurukça” kelimeler ayıklanmalıdır. Müfredat ve ders kitaplarında, özellikle Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi derslerinde “Hz. Muhammed” yerine “Peygamber Efendimiz” gibi hürmet ve sahiplenmeyi ifade eden kelimeler kullanılmalıdır. Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi, Hz. Muhammed’in Hayatı gibi dini temalı kitaplar öncelikle birinci el kaynaklar referans gösterilerek hazırlanmalıdır. Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi ile Dinler Tarihi dersinde yüzde doksan dokuzu Müslüman olan bir ülkede konuların tarafsızlık görüntüsüyle seküler bir şekilde verilmesi, diğer dinlerin batıl yönlerine hiç temas edilmemesi, İslam’ın da onlara muâdil bir din gibi sunulması bir tezattır. Geleneksel Sanatlarımıza Eğitim Programlarında Yer Verilmelidir Müfredatta, medeniyetimizin önemli birer kültür unsuru olan ve her biri manevi terbiyeye katkı sağlayan İslam sanatlarına, kendi alanlarında tebarüz etmiş sanatçılara yer verilmelidir. Eğitimde Öğretmen Faktörü Eğitimin en önemli unsurlarından biri hiç şüphesiz öğretmendir. Öğrenciler, tecrübe ve bilgi birikimleri az olduğu için öğretmenlerinin ayak izlerinden giderek kendi kişiliklerini geliştirirler. Çocuklar öğretmenlerini model olarak görür ve onların hareketlerini, konuşmalarını dikkatlice takip ederler. İyiyi de kötüyü de mıknatıs gibi çekerler. Bu itibarla öğrencilerin kişilik gelişiminde öğretmenlerin rolü çok büyüktür. Özetle millî ve manevi değerlerimizin hassasiyetini taşıyan eğitim bilimcilerimiz, öğretmenlerimiz, sivil toplum teşkilatlarının mümtaz temsilcileri, eğitime gönül vermiş kişilerle işbirliği yapıp milli ve manevi değerlerimizden güç alan, ilim ve irfan kaynağı bir eğitim sisteminin kurulması elzemdir. Bu müfredat çalışmasının devletimiz ve milletimize hayırlara vesile olmasını Cenabı Haktan niyaz ediyor, milli eğitim camiasına başarılar diliyoruz.

İyilik bilen insanlar, nail oldukları nimeti, şükür çivisiyle mıhlarlar. Kimlere karşı nasıl ve ne kadar kadirşinas olabileceğimize yönelik birçok sual yöneltebilir, cevapları sıralayabiliriz. Lakin mühim olan, cevaplar için yönümüzü Rabbimizin kelamına Peygamberimizin örnek hayatına çevirmektir. Hak ve mutlak olan, hakikati mihenk yapmaktır. Bir evlat olarak anne ve babamıza karşı nasıl kadirşinas olabiliriz? Cevap: Hayırlı evladın vasıfları: “Ve Rabbin, kendisinden başkasına ibadet etmemenizi ve ana-babaya iyilik etmeyi emretti. Eğer onlardan biri veya her ikisi, senin yanında ihtiyarlığa erişirse, sakın onlara 'öf!' bile deme! Onları azarlama ve onlara güzel söz söyle!” Ümmet olarak Peygamberimize (asm) karşı nasıl kadirşinas olabiliriz? Cevap: Peygamberimize (asm) itaat: “(Habibim, ya Muhammed!) De ki: 'Eğer Allah’ı seviyorsanız, o hâlde bana tabi' olun ki, Allah (da) sizi sevsin ve günahlarınızı size bağışlasın!' Çünkü Allah, gafûr (çok bağışlayan)dır, rahîm (çok merhamet eden)dir.” Sual ve cevaplar devam eder, gider. Unutulmaması gereken en mühim suallerden biri belki de en birincisi ise, insan için zirve olan “kulluk makamında” beklemededir: Bir kul olarak Rabbimize karşı nasıl kadirşinas olabiliriz? Cevap Rabbimizin kelamında, ‘şükür’ basamağında bekler: “Öyle ise Allah’ın sizi rızıklandırdığı helâl ve temiz şeylerden yiyin; eğer yalnız O’na kulluk ediyorsanız, Allah’ın nimet(ler)ine şükredin!” Nimetlere ihtiyacını hisset! Nimet: Şükrün mukaddimesi Zemin sofrasında dizilmiş ve yayılmış çeşit çeşit lezzetler taşıyan nimetler… Cennet kokusu sinmiş, gözlerin görmediği, kulakların duymadığı, akıl ve hayalden geçmemiş; daha niceleriyle ukbada devam edecek saadet vesilesi nimetler… İnsanlık, iman, sıhhat-afiyet, hava-su, görmek-işitmek vs. hadsiz nimetler… Her birine muhtacız: Hacetimize leziz bir ekmek kâfi, Yüzlerce, binlerce iştihamız ve hissimiz şahit. Şükür ki nimetleri ihsan eden, tüm ihtiyaçlarımızı bilen Rahman ve Rahim olan Rabbimiz var! Nimet kabuğu içerisinde -hakiki muhtaçlığımız olan- şükür özüyle kendini gösteren lütf-u Rabbani var! Nimetin kıymetini takdir et! Nankör: (1) Bir çeşit divanelik. (2) Nimet verene karşı kör olmak, ekmek veren eli görmemek. (3) Nan (Ekmek, Nimet) + Kör (Kör, görmeyen) İhsan edilen ve ahirette devamıyla kıymet ve ulviyet kazanan onca nimetlerin kıymetini yok sayan yani. “Nimettir” diyemeyen yani. Kulluk ülkesinin serhaddinde bulunup da içeriye baş uzatamayan yani… Her güzelliğe yürür iken olduğu gibi, ihsan edilen nimetlere şükürle mukabelede bulunur iken de; ilk basamak, ilk/ön şart def-i mefasiddir. Yani ekmeği görmeyen gözü/nazarı (nankörlüğü) ortadan kaldırmaktır. Elbette ihsan edilen nimetlerin kıymetini düşüren ‘nankörlük mana-yı ismi nazarından’ kurtulmanın kendisi de bir ihsandır. Nimetleri nimet bilmektir. İhsan mührü taşıyan nimetlerinin her birinin kıymetini idrak etmek de ayrıca büyük bir nimet! Nimetleri doğrudan doğruya Allah’tan bil! Mün’im-i Hakiki: Hakiki nimet veren. Bir de “tenteneli bir perde” tabir edilen mecazi nimet verenler (sebepler) var. Bunu düşünme! Hakiki mün’imi düşün. İnsana hizmet için yaratılan ve ihsan edilen nimetleri; ilimsiz, şuursuz, akıl sahibi olmayan postacılarla sana ulaştıranı güzel isimleriyle tefekkür et. Rahman, Rahim, Rezzak, Muhsin vs. İşte bu tefekkür; gözün sahibinin gönlüne, ihsan edilen nimetleri hakiki nimet veren ile beraber gösteren mana-yı harfi nazarı kazandırır. Bakışın tesirini tecelligâh-ı İlahi olan, arş-ı Rahman olan kalb-i insana; ihlaslı ameli netice verecek derece tevcih eder. “İhsan edilen nimetlerin sahibi var! Zemin yüzü sofrasına davet edilmiş şuurlu ve şerefli misafirler olarak bu tüm nimetleri ondan bil!” der. Nimetten, nimetlendirenden geçerek hakiki nimet verene (mün’im-i hakikiye) (cc) bizzat yönelmek = ‘Nimetin fiyatı olan şükrün uyanıklık tuzağı ile nimeti avlayabilmek. Yarabbi! Nimetin kendisinden daha hoş olan şükrü sevenlerden eyle bizi! Şükrü bırakıp nimet tarafına gitmekten sakınanlardan eyle bizi! Şükrünü örnek almakla, Peygamberimizin sünnet-i seniyyesine ittiba ile nimetlendir bizi! “Elhamdülillah, eşşükrü lillah”

Bu yazıda “İtikadi fikir ayrılıkları hakkında İslam’ın ölçüsü nedir, Müslümanların sapkın düşünce akımlarına ve batıl inanç sahiplerine karşı nasıl davranmaları gerektiği” üzerinde durulacaktır. Ölçü: Müslümanlar batıl fikirlerden etkilenmemek için öncelikle dini temel altyapılarını çok sağlam inşa etmelidir ki aldanmasınlar. İslam’ın tarif ettiği “Sırat-ı Müstakim” dosdoğru yolu bulanlar/bilenler her fikri, her hükmü kendi dini ölçüleriyle mukayese edebilir, tartabilirler. Mevlana hazretlerinin pergel misalinde dediği gibi: “Bir ayağım sağlam bir şekilde şeriat üzerinde, diğer ayağım 72 milleti dolaşır” bir kemale erişirler. Zaten batıl fikirler çoğunlukla dini ölçülerden habersiz insanları etkisi altına alır. Bu durumda Müslümanların olmazsa olmazı Kur’an ve Sünnet ölçülerini iyi bilmeleridir. Ölçü: Tarih boyunca dinimizi tahrif etmek için müfsit (bozguncu) insanlar çok çaba harcamıştır. İçeriden ve dışarıdan Müslümanlar arasında ihtilaflar çıkarmak için batıl fikirler halka dayatmak, kabul ettirilmek istenmiştir. Bu müfsitler, kimi zaman din adamı kisvesiyle, kimi zamanda otoriteyi emellerine alet ederek halka baskı yaparak batıl fikirlerini yaymaya çalışmışlardır. Bütün bu ifsat fikir ve hareketleri İslam’ın ana kaynakları olan Kur’an ve Sünnet ölçüleriyle çürütülmüş ve bertaraf edilmişlerdir. Burada Hazret-i Üstad’ın dikkat çektiği husus müfsitlerin kendilerini takdim etme usulleridir. “Hiçbir müfsid, ben müfsidim demez. Daima suret-i hakdan görünür. Yahud bâtılı hak görür. Evet, kimse demez, ayranım ekşidir.” Batılın sözcüleri kendilerini halka önce sevdirirler. Halkın sevgisini kazanıncaya kadar “hak söz” söylerler. Onları kendilerine tamamen inandırıp güvenlerini kazandıktan sonra sinsice zehirlerini akıtırlar. Bazen bâtılı hak zanneden ve kendi fikrini en doğru görüş olarak kabul eden ilim erbabı da insanları ifsat edebilir. İster bilerek ister bilmeyerek olsun ifsat edicilerden davalarına Kur’an ve Sünnetten delil getirmelerini istemeliyiz. Rivayet edildiğine göre Hz. Ömer (ra) halife olduğunda minberden halka şöyle der: “Ey müminler! Eğer bilerek veya bilmeyerek Peygamberin sünnetinden ayrılırsam ne yaparsınız? Sahabelerden biri ayağa kalkarak: “Ya Emire’l-Müminin, o zaman şu eğri kılıcımızla seni doğrultmasını biliriz.” dediğinde Hz. Ömer (ra) bu durumdan son derece memnun olup Allah’a şükreder. Bizim inancımıza göre peygamberlerden başka herkes hata yapabilir. Hiç kimse hatasız değildir. Buna göre her fikrin Kur’an ve Sünnet eleğinden geçirilmesi elzemdir. Ancak bu şekilde ifsadın önüne geçilir. Zaten hiçbir müfsit fikir, delile dayanmaz. Ya zann-ı galiptir ya fikr-i batıldır yahut yalandır. Üstadın Hakikat Çekirdekleri’nde dediği gibi: “Bir tane sıdk (doğruluk), bir harman yalanları yakar. Bir tane hakikat, bir harman hayâlâta müreccahtır (tercih edilir).” Son olarak teknolojinin ve iletişimin altın çağını yaşadığı şu dönemde, müfsit fikirler her tarafta kolaylıkla yayılabiliyor. Sosyal medya aracılığıyla bir anda bütün dünyaya bir bilgiyi aktarabildiğimiz zamanda yaşıyoruz. Bu imkânları hak namına kullanmak noktasında Müslümanlara büyük vazifeler düşüyor. Hakkı hakikati her alanda neşretmenin çabası içinde olmamız gerekmektedir. O sahaları Hak ile doldurmazsak, batıl o yerleri kolaylıkla istila edecektir. Nur talebeleri Bediüzzaman Hazretlerinin özellikle işaret ettiği: “Risâle-i Nûr, yalnız bir cüz’î tahrîbâtı ve bir küçük hâneyi ta’mîr etmiyor. Belki küllî bir tahrîbâtı ve İslâmiyet’i içine alan ve dağlar büyüklüğünde taşları bulunan bir muhît kal’ayı ta’mîr ediyor. Yalnız hususî bir kalbin ve hâs bir vicdanın ıslahına çalışmıyor. Belki bin seneden beri terâküm eden (biriken) ve tedârik edilen müfsid âletlerle dehşetli rahnelenen (yaralanan) kalb-i umûmî ve efkâr-ı âmmeyi ve umûmun ve bâhusus avâm-ı mü’minînin istinâdgâhları olan İslâmî esaslar ve cereyânlar ve şeâirler kırılmasıyla bozulmaya yüz tutan vicdân-ı umûmîyi, Kur’ân’ın i’câzıyla; ve geniş yaralarını, Kur’ân’ın ve îmânın ilaçlarıyla tedâvi etmeye çalışıyor.” İfadesindeki vazifelerini, her sahada ciddiyetle yapmaları gerekiyor. Çünkü mesele iman olunca vazife ihmal kaldırmıyor.

Cebir insanlarda hür bir irade ve kudretin olmadığını iddia eden ve insanın rüzgârın önünde bir yaprak gibi olup bütün işlerini yapmaya mecbur ve mahkûm olduğunu ileri süren, insanın fiillerinde insan iradesinin hiçbir rolü olmadığını düşünen fırkaya denir. Bu fırka iki gruba ayrılmaktadır. Kulun bütün fiillerini Allah’a isnad eden gruba Cebriye-i Hâlisa, kulun müessir olmayan bir kudrete sahip olduğunu söyleyen kısmına da Mutedil Cebriye denmektedir. İşte cebriye fırkası ve i‘tizâlde yani insanın hür iradesini kabul eden ve insanın kendi fiillerini kendisinde bulunan bir kudretle meydana getirdiğini/yarattığını ileri süren fırkanın adıdır. İnsanın bir kudret sahibi olduğunu ve fillerini bu kudretle yarattığını iddia eden fırkadır. İşte cebir ve i’tizal fırkasında birer dâne-i hakîkat bulunur. Çünkü meslekler, mezhepler ve fırkalar ne kadar bâtıl da olsalar, merkezlerinde onların hayatı veya ruhu hükmünde olan bir hak ve bir hakikat bulunur. İnsanların bu fırkalara yönelmesinin nedeni de bu hakikattir. Fırkaların içinde hak olanlar bulunduğu gibi bâtıl/bidat fırkalar da mevcuttur. Hangisinin hak hangisinin bâtıl olduğu ise bir kısım prensiplerle tespit edilmektedir. Bediüzzaman'a göre bunların hak veya bâtıl oluşunu gösteren iki önemli ölçü vardır. Birincisi: Fırkaların hayatı ve ruhu hükmünde olan hakikatin onların eserlerine ve yaptıkları işlerine hükmetmesidir. İkincisi: Fırkanın olumlu (müsbet) yönlerinin olumsuz yönlerinden fazla olmasıdır. Bu iki ölçü bir fırkanın hak olduğunun göstergesidir. Eğer o fırkanın içindeki hak ve hakikat, neticelerine hükmedemiyor ve olumsuz yönleri olumlu taraflarından fazla ise o meslek bâtıldır. Onun ehli, ehl-i bid'a ve ehl-i dalâlet olur. Ey olay ve nesnelerde hak ve hakikati bulmak isteyen tâlib-i hakîkat! Hem geçmişi Mâzîye hem musibetleri; müstakbeli geleceği ve ma‘siyeti günahları ve Cenabı Hakka karşı yapılan her türlü isyan ve itaatsizlikleri ayrı değerlendirir ve farklı görür şerîat. Her biri hakkında farklı hüküm verir. Mesela ilmî ve manevi olarak kendini geliştirmemiş halk, hem geçmişe, geçmişte yaşanmış olanlara Mâzîye, hem insanın karşı karşıya kaldığı musibetlere mesâibe kader tarafından bakar. Değerlendirir. “Kaderdir” der. Teselli bulur. Ümitsizliğin ilacıdır. Sıkıntısı hafifler. Yükü azalır. Kadere havale eder ve nazar olur kadere, burada söz olur cebriyenin. Demek cebriyenin fiilleri kadere havale etmesi düşüncesi halk arasında geçmiş olaylar ve musibetlerde kullanılmaktadır. Bu düşünce ise halkı ümitsizlikten kurtarmakta ve kederlerini azaltmaktadır. Çünkü geçmişte yaşanmış her şey vukuattır. İlahî iradenin tecellisi gerçekleşmiştir. Halk, ilahî iradenin onayı açısından bakar. İnsan geçmişte kendi hatalı irade beyanlarından ders almalıdır. Aynı hatalara düşmemelidir. Fakat pratikte halk, geçmişe yalnızca ilahî iradenin tecellisi noktasından bakar ve değerlendirir. Müstakbel gelecek ve meâsîde günahlarda, insan sorumludur. Çünkü yüce Allah hür irade sahibi insana sorumluluklar yükler. Eğer insanın hür iradesi kabul edilmeyecek olursa yüce Allah’ın teklifi olan emir ve yasaklar, haram ve helaller, ibadetler, cennet ve cehennem anlamsız olur. İşte bu yönüyle nazar olur teklîfe, söz hakkı olur i‘tizâle. Çünkü i’tizal fırkası insanın iradesini kabul etmektedir. Kabul ettikleri bu irade, teklifi anlamlı hale getirmektedir. İ‘tizâl ile Cebir şurada barışırlar. Şu bâtıl mezheblerde birer dâne-i hakîkat mevcûddur, mündericdir, her iki fırkanın düşüncelerini bir yönüyle tatbik edebilecekleri mahsûs mahalli vardır. Her iki fırkanın Bâtıl olan uygulaması düşüncelerinin her yerde geçerli olduğunu iddia ederek genelleştirmesidir, ta‘mîmdir. İnsanın kendisini inciten, üzen, zarar veren şeyleri defedecek ve ihtiyaçlarını giderecek kudretten mahrum olması demek olan Acz ve sabırsızlık, şikâyet, sızlanma demek olan cez‘ ancak çaresizlerin bîçârelerin kârıdır Ger istersen mutlu, huzurlu ve güzel bir hayatı, çareleri bulunan şeyde acze yapışma. Çünkü çaresi bulunmaktadır. İnsana düşen kendi vazifesini yapmasıdır. İnsanın görevi ise kendisini gayesine ulaştıracak sebepleri yerine getirmesidir. Yani çalışmaktır. Emektir. Terlemektir. Neticeyi yaratmak ise Allah’a aittir. Fakat insanı neticeye götürecek sebeplere uymak insanın işidir. İnsan işini terk etmemelidir. İşini bırakmamalıdır. Madem yüce Allah sebepleri yerine getirme işini insana vermiştir. Öyle ise insan çalışmasını ihmal etmemelidir. Bununla birlikte bir şeyin çaresinin olması dahi işaret etmektedir ki insan çalıştığı takdirde yüce Allah o işte insanı muvaffak kılacaktır. O işin olması için sebeplerini yaratmıştır. İnsana düşen o işin sebeplerini yerine getirmektir. Bu sayede amacına ulaşmaktır. Ger istersen gönül rahatını, çaresi bulunmayan şeyde sabırsızlık gösterip sızlanma demek olan ceza’ sarılma. Çünkü şikâyet etmek ve sızlanmak insanın derdine derman değil bilakis acısını artırmaktadır. Acılarını yenilemektedir. Zihinde sürekli olarak ıstıraplarını canlı tutmaktadır. Çaresi olmayan şeylerde şikâyet eden insan, sabrını tüketir. Hayat mücadelesinde zayıf düşer. Zira sabır gücünü içinde canlı tuttuğu sıkıntıyı gidermek için kullanır. Bu da insanı zayıf kılar. Hayat yolunda çaresizlikler karşısında şikâyeti huy edinenler, sahip olduklarının farkına varamazlar. Çünkü sızlanma insanda aciz ve zayıf olduğu düşüncesini meydana getirebilir. Böyle kişiler ise yeni bir şeyler düşünemezler. Üretken olamazlar. Kendilerinde derman bulamazlar. Bundan dolayı insan çaresi olmayan olaylar karşısında kendisini fazla yıpratmamalıdır. Farklı alternatifler düşünmelidir. Yeni arayışlar içine girmelidir. Hem çaresizlik insana göredir. İnsanlar açısından bakıldığında çaresizlikler vardır. Hâlbuki yüce Allah tarafından olaylar değerlendirildiğinde çaresizlik yoktur. İnsanı çaresiz bırakan bir şey yüce Allah’ı asla aciz bırakamaz. Evet, insanın hangi derdi vardır ki dermanı Allah’ta olmasın? İnsanı âciz bırakan hangi engel vardır ki yüce Allah’ı çaresiz bıraksın? İnsanın hangi ihtiyacı vardır ki yüce Allah’ın rahmet hazinesinde bulunmasın? Öyle insan kendisini çaresiz bırakan şeyler karşısında şikâyet ve sızlanma yerine yüce Allah’a yalvarmalıdır. Sabırsızlık göstermemelidir. Âcizliği ifade eden şikâyeti terk etmelidir.