
بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحٰيمِ وَ بِهٰ نَسْتَعٰينُ اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ رَبِّ الْعَالَمٰينَ وَ الصَّلاَةُ وَ السَّلاَمُ عَلٰى سَيِّدِنَا مُحَمَّدٍ وَ عَلٰى آلِهٰ وَ صَحْبِهٰ اَجْمَعٰيَن Aşağıda manaları verilen fakat ekseriyetle yerinde anlaşılmayan kelimeler tasnif edilmiştir. Aynı zamanda bu kelimeler izah edilirken kâinat kitabındaki hangi faaliyetle örtüştüğü esas alınmıştır. Bil Ey Nefsim 191- Bu cümlede insanın en birinci muhatabı ve talebesi, kendi nefsi olduğu vurgulanmaktadır. Çünkü kendi nefsini ikna edemeyen başkasını ikna edemez. Öyle ise meseleye en evvel nefsinden başlamak lazımdır. 192- Nefis insandaki zevk ve lezzetin menbaıdır. Her şeyden kendisine zevk, lezzet ve pay çıkarır. Bundan dolayı aldığı zevk ve lezzetine mani olacak her şeyi kendisine düşman bilir. Hatta Rabbini dahi tanımak istemez. 193- İşte bu yüzden “Ey nefsim, sen en evvel kendi Halık’ını bil, tanı!” diyerek hitap ediyor. Yani senin ademden varlık dairesine çıkman O Zat-ı Zülcelalin irade ve kudretiyle olduğu gibi aldığın bütün lezzet ve zevkleri yaratan, senin Rabbin ve Halık’ındır. Önce nefsimize O’nu anlatmak tanıtmak zorundayız. 194- Nefsimiz Rabbini tanır ve kabul ederse onu sevmeye başlar. Tanıdıktan sonra itaat etmeyi de öğretmek lazımdır. Çünkü Rabbini tanımayan bir nefis her fiilinin başında ‘Ben!’ der. Ben diyerek Allah’a intisabını keser. Her amelini kendine isnat ederek bir lezzet payı çıkarır. Eğer Bismillah dese ve O’na intisabını bilse, O’nun ismini söyleyip ihtiyacını arz eder. Şu Mübarek Kelime İslam Nişanı Olduğu Gibi, 195- İslam nimeti; Kelam sıfatından gelen şeriat-ı suğra (küçük şeriat) kanunlarından ibarettir. Bu hükümler beşerin hareket ve ef’allerini intizam altına alan kanunlardır. Sünnet-i seniye ve ahlak-ı Muhammediye (asm) ise o kanunların tatbik ve icrasının tezahüründen ibarettir. Hem ahlak-ı İlahiye ile muttasıf olmaktır. Öyle ise İslam, Muhammed (asm) Efendimizin dinidir. Ahlak-ı İlahiyeye teslim ve tabi olmaktır. Demek “Bismillah” kelimesini söylemek, Müslüman olduğumuzun en birinci alametidir. Bütün Mevcudatın Lisan-ı Haliyle Vird’i Zebanıdir. 196- Lisan-ı kâl: Konuşma dilidir. Sadece beşere mahsustur. Dolayısıyla Cenab-ı Hakk’ ın tekellüm sıfatının muhatabı insandır. 197- Lisan-ı hâl: Bir şahsın ruhundaki gizli kemalatını, ilim vasıtasıyla her an sanatında tezahür ettirmesidir. Kendi namına eserinin konuşması veya konuşturulmasıdır. 198- Mesela, Mimar Sinan’a: “Sen mimar mısın” diye sorsak; o da konuşarak dese ki. “Evet, ben dâhi bir mimarım.” Biz mimar Sinan’ın doğru söylediğini varsayarak ona inanırız. Fakat yine de “Acaba öyle mi?” diye bir şüphe aklımızda kalır. 199- Eğer biz Mimar Sinan’ın eserlerine bakarak dâhiyane sanat harikalarını müşahede etsek, Mimar Sinan’ı görmeden onun ne kadar büyük bir mimar olduğunu anlarız ve şüphesiz tasdik ederiz. Demek Mimar Sinan, eserini kendi ruhundaki mimarlık dehasına ayinedarlık edecek şekilde terbiye ettiği için, eserleri de onun mimarlığını lisanı haliyle ilan eder. 200- Aynen bu misal gibi, kâinat kitabı Cenab-ı Hakkın nihayetsiz enva-ı kemalatına ayinedarlık edecek şekilde terbiye edildiği için, kâinat kitabı O zatın kemalatını lisan-ı hal diliyle ilan eder. İşte Kur’an-ı Mu’cizü’l-Beyan kâinat kitabında lisan-ı hal diliyle tezahür eden kemalat-ı İlahiye’yi lisan-ı kale tercüme ederek ile ilan eder. Peygamber Efendimiz (asm) da o Kur’an’ın mübelliğidir. 201- Hâlbuki maddiyyun ve tabiiyyun asrının fen ve felsefe adamları Kur’an’ı ve hadis-i şerifi bilimsel kabul etmiyorlar: “O diyanetin işidir. Biz bilim adamlarıyız. Bilime dayanmayan ve nakli meseleler bizim için esas olmaz” diye Kur’an’ın hükmünü reddediyorlar. 202- Öyleyse ancak ilimle, fenle, delille, hüccetle ve burhanla akıllarını ikna etmek mümkündür. Yani tabiiyyunlar kâinat kitabını okurken yanlış anlayarak içinde boğulduklarından; elbette doğru okuyabilmeleri için ders vermek lazımdır ki ikna olup ilzam olsunlar. İşte Risale-i Nur bu sistem üzerine yazılmış harika bir tefsirdir. Bismillah Ne Büyük Tükenmez Bir Kuvvet, Ne Çok Bitmez Bir Bereket Olduğunu Anlamak İstersen; Şu Temsili Hikâyeciğe Bak Dinle Şöyle ki 203- Kuvvet: Duran bir cismi harekete geçiren ve hareketli bir şeyi durduran enerjidir. Kuvvet, tesir ettiği şeyin haricindedir. Mesela, kalemi hareket ettiren kuvvet, kaleme hariçten müdahale eden kâtibe aittir veya binanın taşlarını intizamla dizen kuvvet, binanın haricindeki ustanın işidir veya ayinenin içindeki cilve, hariçten ona tecelli eden semadaki güneşe mahsustur. 204- Aynen öyle de; kâinatı halk ve icat eden kudret ve bereket dahi kâinatın hadsiz derecede haricinden ve fevkinden ona tecelli eder. 205- Kudret: Doğrudan doğruya Daire-i Vücub’un kemalatından birinin unvanıdır. Kuvvet ise, o kudretin kâinattaki tecelli ve cilveleridir. Kudret, semadaki güneşin ziyasına misaldir. Kuvvet ise, ayine içine tecelli edip tezahür eden güneşe misaldir. 206- Bereket: Bolluk, feyiz, Cenab-ı Hakk’ ın lütuf ve ihsanı. 207- Bismillah kelimesi ise gizli bir define olan kuvvet ve bereketin masdarı (kaynağı ve membaı)’dır. 208- İntisap nedir? Başta izah edildiği gibi, kelime manası, bir yere veya bir kimseye mensup olmak maiyetine girmek ve bağlanmaktır. Mesela, ayinenin içindeki akseden misali güneşin vücudu ve bekası, semadaki güneşe intisap etmesiyle mümkündür. Gelecek izahta intisap eden kimsenin neler kazanacağı veya etmeyenin neler kaybedeceği izah edilmiştir.

مَا نَنْسَخْ مِنْ آيَةٍ أَوْ نُنْسِهَا نَأْتِ بِخَيْرٍ مِّنْهَا أَوْ مِثْلِهَا أَلَمْ تَعْلَمْ أَنَّ اللهَ عَلَىَ كُلِّ شَيْءٍ قَدِيرٌ “(Biz) bir ayetin hükmünü kaldırır veya onu unutturursak, ondan daha hayırlısını veya benzerini getiririz. Bilmez misin ki şübhesiz Allah, her şeye hakkıyla gücü Bu ayet-i kerimede açık olarak ifade edildiği gibi, İslam dininde ve Kur’an-ı Azimuşşan’da nesh vardır. Yani nasıl ki İslamiyet ile sair dinler yürürlükten kaldırılıp nesh edilmiştir. Öyle de bir ayetin açık bir hükmü, başka bir ayet veya hadisle yürürlükten kaldırıldığı gibi, bir hadis-i şerifin de hükmü başka bir hadis-i şerif veya ayetle nesh edilmiştir. Şer’i ıstılahta; hükmün kalkmasına nesh, hükmü kaldırana nasih, hükmü kalkmış olana da mensuh denilir. “Şer‘î ıstılahta nesh, herhangi bir hükmün yerine, sonradan başka bir şer‘î hükmün beyan edilmesi ve böylelikle, evvelki hükmün vaktinin sona ermesidir. Nesh, ebediyetine hükmedilmemiş emir ve yasaklara mahsustur.”2 Evet, nesh edilen ve unutturulan ayetler vardır. Hadis-i şerifle de olsa, nesh yine Allah Teâlâ’nın emri iledir. Çünkü: إِنْ هُوَ إِلَّا وَحْيٌ يُوحَى “O (onun o söyledikleri) bildirilen vahiyden başka bir şey değildir.” 3 ayetinin emrine göre; Resulullahın (sav) dine ait sözleri, ayetler ve hadis-i kudsiler gibi ya açık vahiy veya hadis-i şerifler gibi zımnî vahiydir. Yani manası Cenab-ı Hakk’tan lafız ve kelimeleri ise Peygamberimiz (sav)’e aittir. Zira Kur’an-ı Kerim’de tenezzülat-ı İlahiye vardır. Yani Cenab-ı Hak insanların seviyesinde ve onların anlayabileceği şekilde onlarla konuşuyor. Mesela: İçkiyi yasak eden ayetlerde insanlar için büyük bir ders vardır. Çünkü insanlara ağır gelebilecek şekilde bir anda yasak ederek kesip atmıyor. Onların fıtratlarının gereği olarak, hazmettirerek bu hükmü onlara kabul ettiriyor. İnsanların da yaptıkları tebliğde böyle bir yolu takip etmelerini onlara ders veriyor. Hem bu nesih meselesi, Cenab-ı Hak sanki bir yanlış yapmış da sonradan bu yanlışın farkına varıp onu düzeltmiş demek değildir; belki sonsuz merhamet ve şefkatiyle muhatapları olan insanların eksik olan kabiliyetlerine ve ihtiyaçlarını gidermeye binaendir. Bediüzzaman Hazretleri de bu meselenin bir hikmetini şöyle açıklıyor: “Evet mevâsim-i erbaada (dört mevsimde) giyecek, yiyecek ve sâir ilaçların tebeddülüne (değişmesine) lüzum ve ihtiyaç hâsıl olduğu gibi, bir şahsın yaşayış devrelerinde, ta‘lim ve terbiye keyfiyeti (şekli, durumu) tebeddül eder (değişir). Kezalik (bunun gibi), hikmet ve maslahatın iktizâsı (gereği) üzerine, ömr-i beşerin (insan ömrünün) mertebelerine göre ahkâm-ı fer‘iyede (esâsa âid olmayan hükümlerde) tebeddül (değişme) vardır. Çünki fer‘î hükümlerden biri, bir zamanda maslahat (faydalı) iken, diğer bir zamana göre mazarrat (zararlı) olur. Veya bir ilâç, bir şahsa deva iken, şahs-ı âhara (başka şahsa) dâ’ (hastalık)olur. Bu sırdandır ki Kur’ân, fer‘î hükümlerden bir kısmını nesh etmiştir. Yani vakitleri bitti, nöbet başka hükümlere geldi, diye hükmetmiştir.”4 Mensuh, bir ayet-i kerimenin hükmünün son bulması ve başka bir ayet-i kerimenin onun yerine devreye girmesi demektir. Nesh olan yani hükmü son bulan ayet-i kerime ise, sadece hüküm noktasında yaptığı vazifeyi başka ayet-i kerimeye bırakır. Fakat sevap kazandırmak, ayet olarak değer ve kıymetini muhafaza etmek ve o hükmün dışındaki başka manaları ifade etmek gibi birçok cihetlerde yine kudsiyetini muhafaza eder. Yoksa o ayet iptal olmuş, değer ve kıymetini kaybetmiş değildir. Mesela: Ordu hareket halinde iken kumandan herhangi bir askere sancak taşıma vazifesini verir. Daha sonra gerektiğinde o vazifeyi başka bir askere devreder. Nasıl ki o vazifeyi bırakan asker, yalnız sancağı taşıma vazifesini bırakıp asker olarak diğer bütün vazifelerini de görmek suretiyle devam ediyor. Veyahut terhis olmuş bir asker her ne kadar askerlik vazifesi bittiyse de insan olma değerini ve dini olan bütün vecibelerini yerine getirir, devam eder; insanlık değer ve kıymetini kaybetmez. Öyle de Kuran’da yazılı nesh edilmiş bir ayet, Kuran’da yazılı ise, gördüğü vazifelerden bir vazifesinin hükmü kalktı ise de; o asker gibi askerliğe ait diğer bütün vazifeleri devam ediyor. Kâfirun Suresi gibi: “Sizin dininiz size, benim dinim de bana” vazifesi kalkmıştır. Fakat hadis-i şeriflerde onu, dört defa okumanın bir hatim sevabını kazandırması ve her bir harfinin birçok sevap getirmesi gibi daha birçok vazifeleri devam etmektedir. Veyahut bir ayet veya bir sure Kuran’da yazılmayan, nesh olmuş ayetlerden ise, terhis edilmiş asker gibi, ayet özelliğini ve kutsiyetini aynen muhafaza eder. Kıymetsiz ve değersiz bir duruma düşmez. Buna örnek ise, recm ayeti gibi ayetler ve semavi kitaplardır. Çünkü Kur’an-ı Azimüşşan, sair semavi kitapları nesh ettiği halde, onlar değerden düşmüyorlar; o kitapların bozulmamış hallerine inanmak her mümine farzdır. Mensuh Üç Kısımdır5 Birincisi: Yazılması da okunması da kalkmış olandır. Nitekim Hazret-i Enes (ra) rivayet ediyor ki, Berae Suresiyle beraber uzun bir sure vardı. Asr-ı Saadette bir dönem onu okurduk. Daha sonra Müslümanların arasında o sure nesh oldu. Ancak o sureden, sahabeler arasında, bu ayetin Kur’an’da yazılması değil de sadece okunması kaldı. “Eğer âdemoğlunun iki vadi dolusu altını olsa onlarla birlikte üçüncüsünü de isteyecektir. Eğer üç olsa dördüncüsünü de isteyecektir. Âdemoğlunun karnını ancak toprak doyurur. Elbette Allah (cc) tevbe edenlerin tevbesini kabul eder.” İkincisi: Yazılması nesh olmuş, fakat hükmü bakidir. Mesela: “(Evlenmiş olarak) zina yapan ihtiyar, erkek veya kadını şiddetli bir azab olarak recmediniz. Şüphesiz ki Allah (cc) aziz ve hakîmdir.” Üçüncüsü: Hükmü mensuh olarak son bulmuş, fakat Kur’an-ı Kerim’de yazılı olanlardır. Kâfirun Suresi gibi; bunun birçok örneği vardır. Hulasa: Cenabı Hakk’ın kelâmı olan Kur’an-ı Azimüşşan’da bir şeyi anlamadıysak, o eksiği Kur’an-ı Kerim’e değil, acizliğimize vermemiz gerekmektedir. 1400 seneden beri bütün beşeriyet, Kuran’da bir abesiyet ve yanlışlık bulamamıştır. Bu nesih meselesini, ayrıntılı bir şekilde anlamak isteyenler, bunu teferruatlı olarak anlatan ve itimad edilen tefsir kitaplarına bakabilirler. Kaynaklar: 1- Bakara, 1062- Kurtubî, c. 1/2, 62,653- Necm, 44- İşârâtü’l-İ‘câz, 445- Bkz. Kamus-u Okyanus

Dua edip dedim tarihin ey daniş! Bu mebnanınZemin durdukça dursun bu bina-yı asuman-asa Evliya Çelebi Seyahatnamesi Osmanlı klasik dönemi ile ilgili birçok malumatı, Evliya Çelebi’nin seyahatnamesinden öğrendik. O, meşhur rüyasını gördü ve yollara revan oldu. Kadim dünyayı gezdi. Birçok hadiseye şahit oldu. On ciltlik muhteşem eserini vücuda getirdi. 1600’lü yılların dünyasını gayet sevimli ve samimi bir dille günümüze yansıttı. O devirlerde yaşayan insanların dünyaya bakışını birinci elden okuyabilme fırsatını bize tanıdı. Sadece rüyasını anlatırken kullandığı dil bile, bir Osmanlı vatandaşının hayata bakışını göstermesi açısından çok önemlidir. İslam medeniyetinin Osmanlı yorumunun izlerini seyahatnamenin her yerinde görmek mümkündür. Evliya Çelebi, rüyasında Eminönü’ndeki Ahi Çelebi Camiinde olduğunu görür. Rüyasını anlatmaya başlamadan önce Ahi Çelebi Camiinin helal mal ile inşa edildiğini de ayrıca belirtir. Sadece bu ifadesi bile Osmanlı devrindeki medeniyet anlayışını göstermesi açısından önemlidir. Yediğinden içtiğine, giydiğinden oturduğu veya bulunduğu mekâna kadar haram olan bir şeye bulaşmadan yaşamaya çalışan insanların zamanıdır o devirler. Camiler inşa edilirken, bir taşının bile abdestsiz yerine konulmadığı dönemlerdir. Bu hassasiyet, mimarından ustasına, işçisinden esnafına, memurundan amirine herkeste vardı. Evliya Çelebi’nin ifadelerinde de bu hassasiyetin parıltılarını görebiliyoruz. Rüyasında Ahi Çelebi Camiinde nurlu bir cemaat görür ve onlarla birlikte Sabah Namazının sünnetini kılar. Mesleği müezzinlik olan Evliya Çelebi, minberin hemen yanında oturmaktadır. Farz kılınana kadar olan süreçte bu nurlu cemaat, Salavat-ı Şerife getirmekle meşguldürler. Evliya Çelebi de hayran hayran onları seyretmektedir. Bir müddet sonra, Evliya Çelebi bu cemaatten en yakınında oturanına ismini sorar. Bu mübarek zat, isminin Sa’d bin Ebi Vakkas (ra) olduğunu söyler. Evliya Çelebi, işte o zaman anlar ki; etrafındakiler Sahabelerdir ve Peygamber Efendimizi (asm) beklemektedirler. Bu tafsilatlı rüyanın sonunda, Peygamber Efendimizi (asm) görünce ‘Şefaat Ya Resulallah!’ diyeceğine ‘Seyahat Ya Resulallah!’ der ve Resulullah’ın (asm) hem şefaatini kazanarak hem de seyahat duasını alarak macerasına başlar. Seyahatinin başında böyle bir rüya görmesi, onu yaptığı işin hayırlı olduğu konusunda tatmin eder. Evliya Çelebi’nin rüyasına göre Peygamber Efendimiz’in (asm) ve Ashabının manen İstanbul’a gelmelerinin hikmeti, Ruslara karşı yaptıkları savaşlarında Tatar Ordusuna yardım etmektir. İşte genel hatlarıyla belirtmeye çalıştığımız bu rüya, Evliya Çelebi’nin Seyahatnamesine bakış açımızın nasıl olması gerektiğini de netleştirmektedir. Seyahatnameye Osmanlı maneviyatı ile bakılması gerekmektedir. Yüzyılların getirdiği İslam medeniyeti birikiminin bakış açısı da asla göz ardı edilmemelidir. Evliya Çelebi ve anlattıkları bu bakış açısıyla değerlendirilmelidir. Seyahatnamede İstanbul Surları Evliya Çelebi, seyahatnamesinde ilk olarak İstanbul’u anlatmaktadır. İstanbul’u anlatmaya da ilk olarak İstanbul surlarından başlar. Yaşadığı devirde bakımsız kalan İstanbul surlarının tamir ediliş hikâyesini ise şöyle anlatır: Evliya Çelebi’nin babası Mehmed Zıllî ibn-i Derviş, Osmanlı Sarayının Kuyumcu basışıydı. O sebeple üst düzey devlet erkânını tanır ve onlarla devamlı görüşürdü. Sultan 4. Murad, Van Seferindeyken İstanbul’da yerine vekâleten Kaymakam olarak Bayram Paşa’yı bırakmıştı. İşte Evliya Çelebi’nin babası Mehmed Zıllî, saltanat kaymakamı Bayram Paşa ile bir sohbet esnasında iken, İstanbul’un surlarının çok harab vaziyette olduğunu ve derhal tamir edilmesi gerektiğini söyler. Hatta Padişah seferden dönmeden bu tamirat işi tamamlanabilirse, muzaffer Padişah’a bir hediye gibi olacağını ifade eder. Bu teklifi kabul eden Bayram Paşa, derhal Suriçi ve Bilad-ı Selase kadılarına, Mimarbaşı’ya, Şehreminine ve İstanbul’un 4700 mahallesinin imamlarına haber salar. Herkesin el ele verip, İstanbul surlarının tamirine yardımcı olmalarını ister. Bu çağrı, karşılığını bulur ve çok kısa zamanda İstanbul surları ve Galata surları tamir edilir. Burada dikkat çeken bir ayrıntı var. O da İstanbul’un 4700 mahallesinin bulunması meselesidir. Osmanlı İstanbul’unda her üç dört sokak, bir mahalleyi oluştururdu. Ve bu mahallelerin yöneticilerine imam denilirdi. Her mahallenin aynı zamanda bir mescidi de vardı. Bu mescidlerde namaz kıldırmak için görevliler bulunurdu. Buradaki imam tabiri ile, mahalle camiinin imamından değil mahallenin yöneticisinden bahsedilmektedir. Mahalle imamları, mahalledeki sorunların çözümünde de birinci derecede rol oynarlardı. Küçük sorunları, kadıya gitmeden mahalle içinde halleder, çözüme kavuştururlardı. O sebeple, Bayram Paşa’nın 4700 mahallenin imamına haber gönderip onlardan da yardım istemesi, doğrudan bütün İstanbulluların bu konuda seferber olması içindi. Bu sayede, yaklaşık 22 km’yi geçen İstanbul surları ve Galata surları, vakitlice tamir edilebilmişti. Surların tamirinin tarihi, hicri 1044 (Miladi: 1634-1635) senesi olup; şu beyitle tarih düşülmüştü: “Dua edip dedim tarihin ey daniş! Bu mebnanın Zemin durdukça dursun bu bina-yı asuman-asa” Çifte Bayram Surların tamirinin bitamamiha bitirilmesinin ardından, Sultan 4. Murad’ın Van Seferinden de muzafferiyet haberi gelince, İstanbul için adeta çifte bayram olur. Ve günlerce kutlamalar yapılır. Evliya Çelebi’ nin ifadesiyle, Van Seferinin muzafferiyetle tamamlanması ile birlikte İstanbulluların geceleri Miraç Gecesi, gündüzleri Kurban Bayramı gibi oldu. Yedi gün, yedi gece Hüseyin Baykara fasılları yapıldı. Hüseyin Baykara, Timur Devletinin hükümdarlarındandı. Türkçe ve Farsça şiirler yazmış olan Hüseyin Baykara’nın yazdığı Türkçe şiirler, kendi adıyla anılan divanında toplanmıştır. Evliya Çelebi Yolu Evliya Çelebi, seyahatine ilk olarak İstanbul’dan başlar. Ve ilk yaptığı işlerden biri de İstanbul’un surlarının etrafını adımlamak olmuştur. İstanbul surlarının dışını adımlayıp, adımlarını tek tek sayan Evliya Çelebi; surların toplam uzunluğunun 30 bin adım olduğunu ifade etmektedir. Osmanlı zamanında adım, yaklaşık 75 cm’ye tekabül eden bir uzunluk ölçüsüydü. Restore edilmiş kısımları ile birlikte, bir kısmı tamamen yıkılmış ve bir kısmı da harap vaziyette olan İstanbul Surlarının güzergâhını hâlihazırda çok rahat gözlemleyebiliyoruz. Ve bugün de hesaplayarak doğrulayabileceğimiz gibi, surların dıştan toplam uzunluğu yaklaşık 22 km’yi geçmektedir. Bu ölçüme İstanbul Surlarına göre gayet kısa olan Galata Surları dâhil değildir. Evliya Çelebi, surları adım adım sayarak turlarken, her bir kapının arasındaki mesafeyi de yine adım ölçüsüyle veriyor. İstanbul surlarının üzerindeki kuleleri de sayıyor ve surların üzerinde toplam 400 kule olduğunu ifade ediyor. Üç sıra sur olduğu için de genel toplamda 1225 kule olduğunu belirtiyor. Kulelerden bahsederken, kiminin dört köşeli, kiminin yuvarlak, kiminin de altı köşeli olduğunu söylüyor. İstanbul Surlarının Kapıları Evliya Çelebi, İstanbul’un bütün kapılarının isimlerini tek tek sayarak, her bir kapının arasındaki mesafeyi de belirtmiştir. Buna göre İstanbul’un Sur-ı Sultani kapıları dâhil 39 kapısı vardı ve aralarındaki mesafe ise şu şekildeydi: -Yedikule Köşkünden Yedikule Kapısına 1000 adım -Yedikule Kapısından Silivri Kapısına 2010 adım -Silivri Kapısından Bab-ı Cedid’e 1000 adım -Bab-ı Cedid’den Bab-ı Top’a 2900 adım -Bab-ı Top’dan Bab-ı Edirne’ye 1000 adım -Bab-ı Edirne’den Eğri Kapı’ya 900 adım -Eğri Kapıdan Eyyub-i Ensari’ye 1000 adım -Eyyub-i Ensari’den Balat Kapısına 700 adım -Balat Kapısından Bab-ı Fener’e 900 adım -Bab-ı Fener’den Petro Kapısına 600 adım -Petro Kapısından Yeni Kapıya 100 adım -Yeni Kapıdan Aya Kapısına 300 adım -Aya Kapısından Cibali Kapısına 400 adım -Cibali Kapısından Unkapanı’na 400 adım -Unkapanı’ndan Ayazma Kapısına 400 adım -Ayazma Kapısından Hatab Kapısına 400 adım -Hatab Kapısından Zindan Kapısına 300 adım -Zindan Kapısından Balık Pazarı Kapısına 400 adım -Balık Pazarı Kapısından Yeni Cami Kapısına 300 adım -Yeni Cami Kapısından Bab-ı Şehid’e 300 adım -Topkapı Sarayı’nın dört bir yanındaki kapılar (Sur-ı Sultani Kapıları): Kireçcibaşı Kapısı, Yalı Kapı, Top Kapısı, Uğrak Kapı, Balıkçılar Kapısı, İç Ahır Kapısı, Bayezid Han Kapısı, Bab-ı Hümayun, Servi Kapısı, Sokullu Mehmed Paşa Kapısı, Bab-ı Süleyman Han, Demir Kapı -İç Ahır Kapısından Dış Ahır Kapısına 300 adım -Dış Ahır Kapısından Çatladı’ya 1300 adım -Çatladı’dan Kum Kapıya 1200 adım -Kum Kapıdan Langa Kapısına 1400 adım -Langa Kapısından Davud Paşa Kapısına 1600 adım -Davud Paşa Kapısından Samatya Kapısına 800 adım -Samatya Kapısından Narlı Kapıya 1600 adım -Narlı Kapıdan Yedikule’ye 2000 adım Evliya Çelebi Yolu Projesi Evliya Çelebi’nin babası Mehmed Zıllî, Bayram Paşa’ya İstanbul surlarından bahsederken, surların 9 kere tahrib olduğunu ve bunun neticesinde 9 kere tamir edildiğini ifade etmişti. Bayram Paşa’nın saltanat kaymakamı iken yaptırdığı tamirat ise 10.’su olmuştu. Günümüzde ise surların kimi yerleri restore edilmiş olsa da, bir kısmı tamamen yıkılmış, bir kısmı da tahrib olmuş vaziyettedir. Surların bu harab hali, İstanbul’un fethinden kalma bir hal de değildir. Sadece Sultan 4. Murad zamanında Bayram Paşa tarafından yaptırılan tamirat bile bu durumu açıkça göstermektedir. O sebeple surların tamir edilmeyerek mevcud halinde bırakılması, tarihi açıdan da yanlış olsa gerek. Evliya Çelebi’nin, surları bütün kapılarının arasındaki mesafeyi de hesaplayarak adım adım belirtmesi, surların yüzyıllardır mevki olarak değişime uğramadan günümüze kadar geldiğini isbat etmektedir. Eğer İstanbul surlarının tamamı restore edilerek, Evliya Çelebi gibi adım adım gezmeye imkân verecek bir proje gerçekleştirilebilirse, hem surların atıl vaziyeti ortadan kalkacak hem de İstanbul için kültür turizmi bağlamında ciddi bir gelir imkânı ortaya çıkaracaktır. Surların tamamı restore edilip, cadde geçen kısımlarının da dıştan kale görünümlü demir köprülerle birleştirilmesi durumunda aynı Çin Seddi gibi üzerinde yürüme imkânı doğacaktır. 2-3 km’de bir konulacak turnikelerle isteyen istediği yerden girip çıkabilecektir. Bu sayede İstanbul’un Sur içi bölgesinin güvenliğine de katkı sağlanmış olacaktır. Bu sur üstü yürüyüş parkuruna da Evliya Çelebi Yolu ismi verilerek, hem Evliya Çelebi gibi büyük bir değerimiz yad edilmiş olacak hem de dünyaya tanıtılmış olacaktır. İstanbul’a da ciddi bir maddi katkı sağlanmış olacaktır. Ayrıca sur üstündeki yürüyüş güzergâhı boyunca Evliya Çelebi’nin 10 ciltlik seyahatnamesinde belirttiği ve öne çıkan ilginç anlatımlar ve olaylar, tanıtım panolarıyla ziyaretçilerin görüşüne sunulabilir. Bize bu kadar bilgiyi yüzyıllar öncesinden aktaran bu değerimizi dünyaya hakkıyla tanıtmamıza da bir katkısı olacaktır.

“Eğer siz sahabeyi görseydiniz ‘Onlar deli midir?’ derdiniz. Onlar sizi görseydi ‘Bunlar Müslüman değiller mi?’ derlerdi.” Alemlere rahmet olarak gönderilen Peygamberimizin (sav) gül bahçesinin ilk mevsimindeki manevi heyecanın, Hasan-ı Basri’nin lisanından dile getirilişi… Rahmetullahi aleyh… Gönüllerinden Peygamber aşkının tüm sıcaklığıyla hissedildiği, gözlerinden Allah elçisini görmenin şerefinin ter ü tazeliğinin yansıdığı, yüzün üzerindeki sahabenin Kur’ an ve sünneti yaşayışının tabiince tespiti ve kıyası… Vurgulanan aslında asrısaadetin yıldızlarından ahir zamana uzanan nebevi zincirin ilk halkasının Hz. Peygamber’e (sav) olan bağlılığı ve muhabbeti… Sadece 14 asrı değil, her asrı taşıyacak bir kuvvetle Allah resulüne yapışması… *** Evet, onlar (ra) hatıra geldiğinde, gönül saraylarımızda belki de ilk okunan Allah Resulünün (sav) mübarek lisanının meşk edildiği “Ashabım yıldızlar gibidir.” levhasıdır… “Sadakte!” (sav) Her biri, aklının ve kalbinin ışığını ve dahi yüreğinin ısısını Kâinatın güneşinden alan yıldızlardır onlar (ra)… Onlara (ra) yansıyan aynı ışığı ve ısıyı, onlardan alarak her bir halka daha bir sıkı kenetlendi öncekilere. Asırlar iki emanetin rengiyle asr-ı saadetteki iklimine büründü. Ru-yı zeminde bu renk, bazı zaman zahirde soluklaşsa da kul hatasından, sath-ı gönüllerden kurulu coğrafyalarda hiç değişmedi kaderin adaletiyle… Onların (ra) her biri büyük bir değer oldu… Bugün her zamankinden daha muhtaç olduğumuz imanı ve ahlaki değerleri taşıdı. Zamanın keşmekeşliği içerisinde çalkanan kalplerimizi en güzel hâlde sabitlemek için; gönül otağımızın kubbesindeki pusulamıza farklı saatlerde ve şartlarda yön gösteren yıldızlarımızı takip etmeliyiz. Ki, farklı mizaçlardaki bizler, yüreklerimizin ihtiyacı olan ve sahiplenmemiz gereken ahlaki değerlerin yönünü de yıldız-tesmiye bu “değer”lerle şaşırmadan bulabilelim, takip edebilelim. *** Evet, onların (ra) her birisinde Gül-i Ranadan (sav) bir ıtır var. Bazen Hz. Ebubekir’den sadakat olarak… Hz. Ömer’den adalet olarak… Hz. Osman’ dan hayâ… Hz. Ali’den cesaret olarak… Radıyallahü anhüm. Bazen de uhuvvet, ihlas, fedakârlık kaplar toplu vuran Müslüman yürekleri, ashaptan tatlı bir esintiyle… Çünkü aynı bahçeden neşr olan bu kokunun emsaliyle, benzer mana güzellikleri taşınır, iman bağıyla birbirlerine rabt edilmiş gönüllere… Hem de çok keskin ve ait oldukları her bir sahabenin ittibaıyla ve ismiyle müsemma olarak. Hâl böyleyken başka başka olsa da zamanlar ve zeminler, tek millet olan ümmetin gönül ülkesinin semaları Resulün gül kokusu ile boyanır. Madem onun (asm) boyasıyla –sünnetiyle- boyanmışlar… O vakit (Resulullahla) bilmeli, (Resulullahla) tanımalı, (Resulullahla) sevmeli, (sünnete sahip çıkma adına) takip etmeliyiz Asr-ı Saadete çıkan/ çıkaran adımlarını. “Eğer Allah’ı seviyorsanız…” emrine itaat ve müjdesine nail olabilmek adına! Yaşanan asırda “kardeşlerim” hitabına mazhar olabilmek adına! Veda’daki iki büyük Peygamber emanetine nasıl sahip çıkılacağını okumak adına! *** Evet, onlar (ra) örnek bize… Resulün nasıl örnek alınacağı hususunda numune-i imtisal… ‘Allah’ın Habibi ile bir aradayken, beraber yaşıyorken edeb nasıl olur’ talim ve terbiyesi onlarda (ra). Hem de hayâ ihtarı bu güzel sözün beraberine “Ya Hu!” lafzını dillendirerek, hallendirerek, fiillendirerek. Evvelen salavatlarla ihya edilen her dem’in anında, öncesinde ve ardında. Yine ittiba ile huzur-ı İlahinin tahatturunda olundukda “baş başa, baş da …” hakikatinin tesiriyle ömür hattında nefislerin te’dibinde. *** Sahip olunan tüm iyilikler ve güzellikler, bütün nimetler bizlere Allah’ın lütfudur, ihsanıdır. Unutmadık, unutmayız inşallah! Bize Kur’an ahlakını ihsan eden Yüce Yaradanımıza binlerce hamd u senalar olsun. Kur’an ahlakı ile ahlaklanan Efendimize yıldızlar adedince selam olsun! Rabbimizin emrettiği itaat ile her biri ona (sav) benzeyen, nurunu ondan (sav) alan ve onun (sav) sahip olduğu Kur’an ahlakıyla ahlaklanan; emaneti taşımada ümmete rehber olan Sahabe Efendilerimizden, Rabbimiz ebeden razı olsun.

“Zalim izzetinde mazlum zilletinde kalıp buradan göçüp gidiyorlar. Demek bir mahkeme-i kübraya bırakılıyorlar.” Üstad Bediüzzaman Said Nursi Hazretleri bir mazlumun zalimden hesap soracağı, zalimin mazlumun karşısında çaresiz kalacağı o günü, bu cümleler ile ifade etmişti. Müslüman zulüm görmez, sadece imtihan olur. Cenab-ı Hak biz müminleri uyarmak, imtihan etmek, Cehenneminden muhafaza eylemek ve belki de Cennetteki makamını arttırmak niyeti ile farklı musibet ve sıkıntılar gönderir. Bu, onun engin rahmetinin nişanelerindendir. Âlemlere rahmet olarak gönderilen Peygamberimiz Hazret-i Muhammed Sallallahu Aleyhi ve Sellem, günahsız olmasına, Habibullah olmasına rağmen en büyük acıyı, ezayı ve cefayı da o görmüştür. Henüz doğmadan babasını kaybeden Kutlu Nebi, 6 yaşında da annesini kaybetmişti. En sevdiklerini bir bir Cenab-ı Hakk’ın yolunda feda etmişti. Amcası Hamza’yı, dedesi Abdulmuttalib’i, eşi Hatice annemizi, amcası Ebu Talib’i en sıkıntılı zamanlarında kaybetmişti. Başına işkembeler dökülmüştü, Taif’te taşlanmıştı. Türlü Sıkıntılara maruz kalan Nebi’nin tabi ki de dertsiz ümmeti olmayacaktı. Çile ümmeti, dert ümmeti olmak başlıca kader yazgımız olmalıydı. Ve öyle de oldu. *** Farklı ülkelerdeki Müslüman kardeşlerimiz de belki de tarihte eşine az rastlanılmış zulümlere maruz kaldılar. Ülkelerinden ayrılmak zorunda kaldılar. Evlatlarını, kardeşlerini, anne ve babalarını göz göre göre kaybettiler. Çocuklar doktor, öğretmen, mühendis olmak istiyorlar iken, kader Mülteci olmayı nasip etmiştir. Mültecilik, hep başkalarının yaşayacağı bir hikâyedir. Muhtemelen onlar için de öyleydi. Ama şimdi evlerinden, şehirlerinden ve ülkelerinden uzakta, gelecekte ne olacağını bilemez durumdalar (herkes gibi). Suriyeli 2 milyon kişiden söz ediyoruz. Çoğu çocuk, genç ve kadın... Hayalini kurabildikleri bir gelecekleri var mı? (Hayal içinde olanların kaçı gerçeğine ulaşabiliyor kısmını da akıldan uzak tutmamak lazım. Kolayda olan zorda olandan daha sağlam durumda ya da tersi durum söz konusu değildir!) 2. Dünya Savaşı’ndan bu yana dünyanın karşılaştığı en büyük insanî felaket diye tanımlıyor Birleşmiş Milletler Mülteciler Yüksek Komiseri, Suriyelilerin başına gelenleri. II. Dünya Savaşı’ndan bu yana dünyadaki mülteci sayısı ilk defa 50 milyonu aşmış. 2 milyondan fazla mülteciyi kabul eden Türkiye ise, dünyada mülteci kabul eden en büyük ülke olarak tescilleniyor. *** 2011’den bu tarafa Suriye’den Türkiye’ye gelen 2 milyon kişiden 100 bini ‘vatansız çocuklar’ olarak dünyaya gelmiş. Sınırları aşıp gelenlerin %53’ü ise 18 yaş altı çocuklardan oluşuyor. Onların hepsi birer insan! Ve barınma, beslenme, ısınma, sağlık, dil ve iletişim, sosyal ilişkiler ve çalışma gibi temel ihtiyaçları var. Türkiye, ‘geçici koruma’ statüsü ile elinden geleni yapmaya çalışıyor o kardeşlerimiz için. Fakat tablo uluslararası alanda öylesine umutsuz ki… BM Yüksek Komiseri, mevcut krizin uluslararası toplumun çözüm kapasitesini aştığını söylüyor. (Ne demekse!) Dünya öyle büyük çelişkilerle dolu ki, bir yanda yazlık-kışlık, üç-dört evi olanlar, diğer yanda dünyanın yersiz yurtsuzları. Bir yanda yılda 10 milyon insanın açlıktan öldüğü, diğer tarafta 1,3 milyar ton gıda israfı olan bir dünya... Bir yanda iletişim ve haberleşme o kadar gelişmişken ve her gün en ince detaylarına kadar vakıf olduğumuz zulüm ve haksızlık enformasyonuna muhatap kalırken, diğer yanda büyük bir vurdumduymazlık ve görmezden gelme durumları... Dünyanın çelişkileri bitmiyor. Diyar-ı imtihandır deyip elden geleni ardımıza koymamak, elimizin ermediği yerde dua ve sabır ile amel etmek düşüyor payımıza. Mülteci kardeşlerimize sahip çıkmak, onların yanında olmak vazifemizdir. Nihayet onlar gönül coğrafyamızdan can evimize hicret ediyorlar. Tıpkı Peygamberimizin Mekke’den Medine’ye “hicret” edişi gibi… Bizlere Ensar olmak düşer. Çünkü bizler Müslümanız. Çünkü bizler insanız. Muhacir kardeşlerimize ev sahipliği yapmalıyız ki bir gün –Allah göstermesin- aynı imtihana bizler de duçar olursak, Rabbimiz o günümüzü bu günümüze bağışlasın. Madem bize ensar, kardeşlerimize muhacir olmak düştü; kaderimize razı olalım ki kederden emin olalım. Unutmamak gerekir ki mülk ancak Allah’ındır. Ve dönüş ancak onadır.

Himmet, kalp isteği ile gösterilen ciddi gayret demektir. Bir insanın himmeti, yani kalbî gayreti neye yönelirse, o yöneldiği şeyin önem derecesine göre insan da kıymet kazanır. Bu yönüyle himmet, insanın kıymetini belirleyen bir ölçüdür. Himmeti uyandıran en etkili sebeplerden birisi, milliyet fikridir. Milliyet fikri ile uyanmış bir kişinin himmeti, bütün milleti olur. Adeta millet küçülür, o kişi olur ve kalbine yerleşir. Bu hususta Bediüzzaman Hazretleri’nin şu şöyle demektedir: “Kimin himmeti milleti ise o kimse tek başıyla küçük bir millettir.”1 Himmeti, milletinin menfaatleri olan bir kişinin canı, ne kadar tatlı ve kıymetli de olsa, milletini daha ziyade tatlı ve büyük bilir. Bin ruhu da olsa, milleti için feda etmekle iftihar eder. Zerreyi Dağa Dönüştüren ve Arslanı Tilkiye Mağlûp Ettiren Sır Bir insan, fıtraten ne kadar yiğit ve kahraman da olsa, eğer İslâmî milliyet2 fikriyle himmeti uyanmazsa, o fıtrî olan yiğitliğini cüzî bir menfaat uğruna veya şahsî bir garaz adına veya bir tek şahıs yoluna veya bir grup insanın namusu için sarf eder. Himmeti küçük ve kısa olduğu için elbette tatlı hayatını böyle küçük şeylere feda edemez. Arslan fıtratlı iken, himmetini sarf edeceği yüksek hedefler peşinde koş(a)mayan insanlardan oluşan bir toplum, düşmanları karşısında korkak ve sefil bir duruma düşmeye ve mağlûp olmaya mahkûmdur. Özellikle de Türk ve Kürt milletlerinde, hakikaten harikulade bir yiğitlik ve kahramanlık kabiliyeti bulunmaktadır. Fakat himmetleri, İslâmî milliyet fikriyle uyanmazsa, küçük bir maddî menfaat uğruna veya cüzî ve göreceli bir şeref yoluna veya “Filan yiğittir!” övgüsüne mazhar olmak adına veya ağasının namusunu yüceltmek hesabıyla hayatını hafife alır. Adeta dağın fare doğurması gibi, o harikulâde olan kahramanlık ve yiğitlik seciyesi bir hiç uğruna heba olur gider. Hâlbuki İslâmî milliyet fikri ile Türkün ve Kürdün himmeti uyansa, o fıtratlarında olan kahramanlık seciyesi, bütün âleme meydan okuyup kendini tasdik ettirecek ve İslâm adına kahramanlık destanları yazacaktır. Küçük bir maddî kazanç uğruna, seve seve hayatını hafife alacak kadar cesur ve yiğit olanlar, ebedi hazineler değerinde olan İslâmiyet milliyetine, binler ruhu da olsa, binler şevkle seve seve feda etmez mi? Ben Ölsem de Milletim Sağ Olsun! Bütün güzel şeylerimiz gayr-ı Müslimlerin eline geçtiği gibi ahlâkî değerlerimizi de yine onlar çalmışlar. Sanki yüksek ahlâkımız, bizim nezdimizde revaç bulmadığından, bize darılıp onlara iltica etmiş gibidir. Buna karşılık gayr-i Müslimlerin rezil ahlâkları da kendileri içinde revaç bulmadığından, bizim cehaletimizin pazarına getirilmiş gibidir. Maalesef büyük bir hayretle görmekteyiz ki Batı’nın günümüzdeki maddî kalkınma ve ilerlemesinin en temel esası, şahıslara “Ben ölsem de milletim sağ olsun!” dedirten yüksek hasletleridir. Hakikatte bu haslet, hak dinin bir gereği olduğu halde, ne yazık ki Batılılar bu âlî hasleti bizden çalmışlar. Bundan dolayıdır ki onların bir fedaisi, “Ben ölsem de milletim sağ olsun yeter. Çünkü milletimin içinde, ebedi bir manevî hayatım vardır” diyerek milleti ve mukaddesatı uğruna büyük fedakârlıkları göze almakta ve yüksek bir himmetle hizmet etmektedir. Sayıca az da olsalar, bu yüksek himmetle büyük başarılar kazanmakta ve Müslümanlara maddeten galip gelip onları mağlûp etmektedirler. Bütün sefaletlerin ve bencilliklerin esası, “Ben öldükten sonra dünya ne olursa olsun. İsterse tufan olsun” veya “Ben susuzluktan ölürsem, tek damla yağmur bile yağmasın!” dedirten anlayıştır. Bu anlayış, maalesef bugün Müslümanların himmetinin elini tutmuş rehberlik etmektedir. Biz Müslümanlara yakışan ve -hak olan dinimizin bir gereği olarak- ruhumuzla, canımızla, vicdanımızla, fikrimizle ve bütün kuvvetimizle dememiz gereken şudur: “Biz ölsek de milletimiz olan İslâmiyet ilelebet bâkidir. Milletim sağ olsun. Ahiret sevabı bana kâfidir. Milletin hayatındaki hayat-ı maneviyem beni yaşatır, âlem-i ulvîde (cennette) beni mütelezziz eder (lezzetlendirir). Ölüm, Nevruz günümüzdür, baharımızdır.” Kaynaklar: 1- Hutbe-i Şâmiye2- İslâmî milliyet: Millet olarak sadece kendi ırkından olanları değil, bütün Müslümanları dünyada ve ahirette hakiki kardeşler olarak görüp, milleti bilmek.

Ülke olarak yakın zamanda çok önemli süreçlerden geçtik, geçiyoruz. Bulunduğumuz coğrafyada son derece hararetli ve hareketli hadiseler yaşanıyor. Bunları takip etmekte bile zorlanıyor insanlar. Ülke ve dünya meseleleri bizleri ziyadesiyle meşgul ediyor. Meşguliyetlerimizin çokluğundan -farkına varmadan- mesul olduğumuz şeylerden kopup uzaklaşıyoruz. Asli vazifelerimizi, dünyevi meşguliyetler bahanesiyle ihmal edebiliyoruz. Bu durum aynı zamanda kişiye ayrı bir mesuliyeti yüklüyor. Tam da bu noktada, sevgili üstadımızın benzer durumdaki bir talebesini ikaz ettiği mektup hatırımıza geliyor. Risale-i Nur talebelerinin mesul olduğu ve meşgul olması gereken hizmet dairesinin önemini şöyle anlatıyor Bediüzzaman Hazretleri: “Aziz kardeşlerim, siz kat’î biliniz ki, Risale-i Nur ve şakirdlerinin meşgul oldukları vazife, rû-yı zemindeki bütün muazzam mesâilden daha büyüktür. Onun için, dünyevî merak-âver meselelere bakıp, vazife-i bâkiyenizde fütur (usanç) getirmeyiniz.”1 Hz. Üstad, Nur talebelerinin sair ehl-i dünya gibi davranamayacağını, eğer olayları takipte onlar gibi ölçüyü kaçırırlarsa hizmet noktasında zarar göreceklerini şu cümlelerle ifade ediyor: “Elhasıl: Ehl-i dalâlet, muvakkat hayata karşı mücadele ediyorlar. Bizler, ölüme karşı nur-u Kur’ân ile cidaldeyiz. Onların en büyük meselesi, muvakkat olduğu için, bizim meselemizin en küçüğüne -bekaya baktığı için- mukabil gelmiyor. Madem onlar divanelikleriyle bizim muazzam meselelerimize tenezzül edip karışmıyorlar; biz, neden kudsî vazifemizin zararına onların küçük meselelerini merakla takip ediyoruz?”2 Said Nursi Hazretleri talebesini tecrübe ettikten sonra, şu cümlelerle ikaz ederek yanlıştan döndürdüğünü ifade ediyor: “Risale-i Nur’un bir talebesini tecrübe ettim. Acaba bu heyecan, şimdiki siyasete karşı ne fikirdedir diye, boğazlar hakkında bir boşboğazlığı münasebetiyle bir iki şey sordum. Baktım, alâkadarâne ve bilerek cevap verdi. Kalben, “Yazık!” dedim. “Bu vazife-i nuriyede zararı olacak.” Sonra şiddetle ikaz ettim.”3 Şimdi bu açıklamalar ışığında bazı hizmet ölçülerine temas edelim. Ölçü: Risale-i Nur talebeleri milletin imanına hizmet ettiklerinden en mühim bir vazifeyi îfâ ediyorlar. Dünyevi ve din ile ilgili diğer meseleler, iman meselesinden sonra gelmelidir. Fazilet noktasında imana hizmetten daha faziletli bir amel yoktur. Bir rivayette imana hizmetin önemi şöyle anlatılıyor: “Sehl İbnu Sa'd (ra) anlatıyor: "Resulullah (Aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki: “Allaha yemin olsun ki, senin yol göstermenle bir tek kişiye hidayet verilmesi, senin için kıymetli develerden müteşekkil sürülere sahip olmandan daha hayırlıdır.” “Bazı rivayetlerde “Senin sayende bir adamın hidayete gelmesi, senin için üzerine güneşin doğup, battığı her şeyden daha hayırlıdır.” buyrulmuştur.4 Ölçü: Nur talebeleri, öncelikle mesul oldukları vazifelerle meşgul olmalıdırlar. Aksi halde meşgul olduklarından mesul olurlar. Her bir nur talebesinin vazifesi, kendi imanıyla beraber başkalarının da imanını kurtarmaya çalışmaktır. Dünyevi, malayani, afaki meseleler nur talebelerinin uhrevi hizmetlerinin önüne geçip onları engellerse manen büyük zarar verir. Belki de lüzumsuz meşguliyet, ister istemez onların bazı günahlara girmelerine sebebiyet verir. 2. Dünya Harbini ve gelişmeleri talebelerine hiç sormayan Bediüzzaman Hazretlerine, talebeleri bu ilgisizliğinin sebebini sorduklarında şu cevabı alırlar: “Risâle-i Nur şâkirdlerinin vazifeleri iman olduğundan, hayat meseleleri onları çok alakadar etmez ve merakla baktırmaz. İşte bu hakikate binaen, değil on üç ay, belki on üç sene dahi bakmasam hakkım var. Sizler baktınız, günahlardan başka ne kazandınız? Ben bakmadım, ne kaybettim?”5 Ölçü: Nur talebeleri için dünyevi, siyasi meseleleri uhrevi vazifelere tercih etmek, manevi zararların yanı sıra ümitsizliğe ve moral bozukluğuna da sebep olabilmektedir. Elbette gelişmeler takip edilebilir. Fakat ölçüyü kaçırmamak gerekir. Hizmet aksamamalıdır. Çünkü siyasi çalkantılı hadiseleri aşırı derecede dikkatle ve merakla takip, akıl ve kalp selametini zedeler. Geniş dairelerde insanın etkisi zayıftır. Bu da ümitsizliğe yol açabilir. (Devam edecek) Kaynaklar: 1- Emirdağ Lahikası-1, 39. Altınbaşak Neşriyat.2- Emirdağ Lahikası-1, 39. Altınbaşak Neşriyat3- Emirdağ Lahikası-1, 39. Altınbaşak Neşriyat4- Ebu Dâvud, Buhârî, Müslim 5- Kastamonu Lahikası, 263. Altınbaşak Neşriyat

Kimlik:Risalenin İsmi/İsimleri : 15. Şua, el-Hüccetü’z-Zehra Telif Tarihi ve Yeri : 1949 / Afyon HapishanesiDili : TürkçeKonusu : Tevhidle ilgili hadis-i şerifin tefsiri, Fatiha Suresinin tevhid açısından tefsiri, Hz. Muhammed’in (sav) peygamberlik delilleri, ilm-i ilahinin delilleri, ilahi iradenin delilleri, ilahi kudretin delilleri, Tahiyyat duasının tevhid açısından tefsiri Müellife Göre Değeri : 56 sayfalık görünürde küçük hakikatte çok büyük, çok kuvvetli ve çok geniş bir risaledir. Üstadın tefekkür hayatının hem Risale-i Nurun tahkikinin ilme’l-yakin ve ayne’l-yakin birlikteliğinden çıkan iman ve Kur’an dersidir. Risalenin Metodu : Naklî deliller, otoriter şahsiyetleri delil gösterme, Müşahede-i âlem ile istidlal, temsil, istifhâm-ı inkârî, psikolojik deliller, tecrübe, tarihi gerçeklikler, kıyas, burhan-ı limmî, burhan-ı innî, mucize, ahlak, icma, kozmolojik delil, intizam delili, hikmet delili, inayet delili, yaratılış delili, mantık ilmi delilleri ÖZET Birinci işaret: Bu işarette Cenabı Hakkın rububiyetini, ulûhiyetini ve küllî ihsanlarını tanıttırmakla ve onlara kullukla karşılık veren Hz. Muhammed’in (sav) kâinatta güneşin lüzumu gibi lazım olduğu anlatılmaktadır. Hz. Muhammed’in (sav) peygamberliğine ve insanlığın övüncü olduğuna bu kâinat, Müslümanlar ve ümmetin elde ettiği tüm güzelliklerinin bir mislinin onun amel defterine yazılması peygamberliğine bir delildir. İkinci işaret: Bu işarette Hz. Muhammed’in (sav) peygamberliğini on bir farklı yönden ispat eden deliller ele alınmaktadır. Bunlar onun: - Okuma-yazma bilmemesi - Tecrübesiz ve bir anda herkesi hayrette bırakan bir din ile ortaya çıkması - Söz, fiil ve hallerinden ortaya çıkan İslamiyet’in insanların akıl, ruh ve nefislerini her vakit terbiye etmesi - Getirdiği şeriatın Müslümanları âdil olarak idare etmesi - İman ve itikadı - Ubudiyeti - Duaları - Allah’a yakarışları - İnsanları dine davet etmesindeki sağlam ve metin duruşu - Tüm insanları davet etmesi peygamberliğini ispat ettiğini göstermektedir. Üçüncü İşaret: Bu işarette onun peygamberliğini ispat eden üç farklı delil anlatılmaktadır. - Hz. Muhammed’in (sav) beş parmağından suyun akması, ayın ikiye yarılması, attığı bir avuç toprakla düşman ordusunun dağılması gibi hissî mucizeleri - Dost ve düşmanın ittifakıyla en yüksek ahlaka sahip olması - Onun en yüksek kemalatta olması peygamberliğini gösteren delillerdir. Dördüncü İşaret: Bu işarette onun peygamberliğinin farklı bir delili anlatılmaktadır. Bu delil de: - Kur’an-ı Kerim’in sayısız hakikatleri ve delilleri onun peygamber olduğunu ispat etmektedir. Beşinci İşaret: Onun harika olan münacatı peygamberliğine bir delildir. Onlardan birisi Cevşen münacatı ki - Marifetullahta ileri giden tüm ariflerin ona bu konuda yetişememesi - Cenabı Hakkın yüce isimlerini kapsaması - Bir yönüyle Kur’an-ı Kerim’den alınan bir münacat olması onun peygamberliğini göstermektedir. - Altıncı İşaret: Hz. Muhammed’den (sav) önce gelen peygamberlerin onu müjdelemesi ve peygamberliğinden önce gerçekleşen harikulade haller onun peygamberliğini gösteren bir delildir. - Yedinci İşaret: Risale-i Nurun onun peygamberliğini gösteren yüzlerce delili sunması onun peygamberliğini ispat eden diğer bir delildir. - Sekizinci İşaret: Hz. Muhammed’in (sav) kendisinden sonra olacağını haber verdiği olayların gerçekleşmesi onun peygamberliğini gösteren başka bir delildir. - Dokuzuncu İşaret: Onun mübarek âli ve o soydan gelen büyük evliyaların ittifak, keşf ve müşahede ile kesin bir itikatla onun peygamberliğini ifade etmelerinden ibaret olan bir diğer delildir. - Onuncu İşaret: Hz. Muhammed’in (sav) her halini araştırarak bilen ve kabilelerine muhalefet ederek iman eden sahabe topluluğunun şehadeti onun peygamberliğinin bir delilidir. - On Birinci İşaret: Asfiya ve Sıddıklardan olan tüm müçtehitler, âlimler, imamlar, İbn Sinalar, İbn Rüşdlerin onun peygamberliğine olan şehadeti peygamberliğini ispat eden başka bir delildir. - On İkinci İşaret: Ümmetin bir kısmını manevi irşatlarıyla istikamette tutan ve en derin tahkik ehli olan aktapların onun peygamberliğine olan şehadeti farklı bir delildir. - On Üçüncü İşaret: Hz. Muhammed’den (sav) önce yaşamış olan başta peygamberler olmak üzere kâhinlerin, âriflerin, hâtiflerin ittifak ederek onun peygamberliğini haber vermeleri onun peygamber olduğunu gösteren bir delildir. - On Dördüncü İşaret: Kâinatın yaratılış gayesini bildirmek, varlığın anlamını ve değerini, her şeyin nereden geldiğini, dünyadaki işini ve nereye gideceğini, âlem ve içinde bulunan varlığın manasını, hikmetlerini bildirecek bir mürşide duyulan ihtiyaç onun peygamberliğini gösteren kozmolojik bir delildir. - On Beşinci İşaret: Yüce Allah’ın onun peygamberliğine olan şehadetidir. Yani Kur’an-ı Kerim’i ona vahiy etmesi, mucizeler vermesi, onu himaye etmesi ve tehlikelerden koruması, onu muvaffak etmesi, dinini devam ettirmesi, İslamiyet’i yayması, onu bütün varlıklardan üstün kılması, en yüksek bir şahsiyeti ona vermesi, insanlığın beşte birini ona ümmet yapması onun peygamber olduğunu gösteren büyük bir delildir.

Sözlükte “Allah’a dönüş ve yöneliş” anlamına gelen tövbe, dini terim olarak “Günahtan Allah’a dönme” anlamındadır.1 Yani tövbe; insanların işlediği günahlardan sonra pişmanlık duyup bir daha yapmamak üzere Allah’tan af dilemesidir. Yüce Allah Kur’an-ı Kerim’de “Gerçekten (biz) insanı, en güzel bir biçimde yarattık”2 buyurarak insanı en güzel bir surette yarattığını belirtmektedir. İnsanoğlu bu dünyada temel ihtiyaçlarını karşılayabilecek şekilde yaratılmış mükemmel bir varlıktır. İnsanoğlunun bu kadar mükemmel işleyen yapısına rağmen fıtrî olarak hata yapabilmektedir. İnsanın kendi iradesi vardır ve nefis taşımaktadır. “Muhakkak ki nefis kötülükleri emreder”3 ayetinin sırrınca biz insanoğlunu sürekli kötülüğe sevk etmeye çalışan bir “nefis” taşımaktayız. Bundan dolayıdır ki, Yüce Allah birçok ayette biz insanların tövbe etmesini ve tövbeleri bağışlayacağını buyurmuşlardır: “Şübhesiz ki ben, tövbe eden ve iman edip salih amel işleyen, sonra da hidayette (sebat edip, sabırlı) olan kimseye karşı elbette çok mağfiret ediciyim.”4 Ayetten de anlaşıldığı üzere, Yüce Allah, tövbe eden kimselerin günahlarını bağışlayacağını vaat etmiştir. Peygamberlerin Tövbesi İnsanlara rehber olarak gönderilen peygamberlerin dahi Yüce Allah’a bol bol tövbe ettikleri kutsal kitabımız olan Kur’an-ı Kerim’de yer almaktadır. Mesela; ilk peygamber olan Hz. Âdem cennetten çıkarılıp yeryüzüne gönderildikten sonra Allah’a sürekli tövbe etmiş ve yüce Allah da Hz. Âdem’in tövbesini kabul etmiştir: “Nihayet Âdem, Rabbinden bir takım kelimeler aldı (ve onlarla yalvardı, tövbe etti), bunun üzerin (Rabbi) tövbesini kabul etti. Çünkü Tevvab (tövbeleri çok kabul eden), Rahim (merhameti bol olan) ancak O’dur.”5 Sahabelerden Hz. Vahşinin Tövbesi Vahşi’yi diken iken gül eden, tövbesi idi. Vaktiyle bir köle olan Vahşi, Uhud savaşında Hz. Peygamberin (sav) amcası ve sütkardeşi olan Hz. Hamza’yı uzaktan attığı mızrakla şehit etmişti. Aradan uzun yıllar geçer ve Hz. Peygamber (sav) Vahşi’yi İslam’a davet için mektuplar gönderir. Vahşi, Hz. Peygamber’in (sav) gönderdiği mektuba cevaben birçok günah işlediğini, zina yaptığını, adam öldürdüğünü ve İslam’da bunun ağır cezalarla karşılık bulduğunu söyler: “Ya Muhammed beni nasıl İslam’a çağırıyorsun? Adam öldürenin, şirk koşanın, zina yapanın cezaya çarptırılacağını, kıyamet günü de azabının katmerleşeceğini, o azab içinde hor ve hakir olarak kalacağını söyleyen sen değil misin? Ben bunların hepsini yaptım, benim için çıkış yolu bulabilir misin?”6 Bu cevabın üzerine Yüce Allah şu ayeti indirir: “Ancak tövbe edip iman eden ve salih bir amel ile amel eden müstesna. İşte onlar var ya, Allah onların kötülüklerini iyiliklere çevirir. Çünkü Allah, Gafur (çok bağışlayan)dır, Rahim (çok merhamet eden)dir.”7 Bu mektuplaşma ve en son olarak da Vahşi’nin Medine’ye Hz. Peygamberi (sav) ziyarete gelmesiyle Vahşi Müslüman olur. Diken hükmünde olan Vahşi, tövbesi ile güle döner. Hazret-i Vahşi olur. Hz. Peygamber’in (sav) vefatından sonra ortaya çıkan yalancı peygamber olan Müseyleme ile yapılan savaşta Halid b. Velid’in ordusunda Müseyleme’yi bizzat öldürür. Risale-i Nurlarda Tövbe Üstad Bediüzzaman Risale-i Nurların birçok yerinde tövbenin öneminden ve faziletinden söz etmiştir. İkinci Lem’ada8 konu Eyüp (as) peygamberin sabrıdır. Üstad bu bahiste her bir günahın içinde küfre gidecek bir yol olduğunu, eğer bu günah tövbe ile yok edilmeye çalışılmazsa manevi bir yılan olarak ısıracağını ve inkâra kadar gidebileceği şeklinde uyarıda bulunur. Ve şöyle bir misalle izah eder: “Hem mesela farz namazını kılmayan ve vazife-i ubudiyyetini yerine getirmeyen ve küçük bir amirinden küçük bir vazifesizlik yüzünden aldığı tekdirden (azarlanma) müteessir olan bir âdem, Sultan-ı ezel ve ebedin mükerrer emirlerine karşı farzında yaptığı bir tembellik, büyük bir sıkıntı verir. Ve o sıkıntıdan arzu eder ve manen der: ‘Keşke o vazife-i ubudiyyet bulunmasa idi.’ Bu arzudan bir manevi adevet-i İlahiyeyi işmam eden bir inkâr arzusu uyanır.”9 Bazen insanların aklına gelen cehennem korkusu hayatında aldığı lezzetlerin derecesini düşürebilir. Öyle ki maddi lezzetlerin yanında manevi lezzetler de azalmaya başlar. Farz ibadetlerini eksiksiz yerine getirmeye çalışan bir insan, cehenneme gireceğini tahayyül ettiğinde, yaptığı o ibadetlerden aldığı manevi feyzin düştüğünü fark eder. Bazen de gün olur ki günah işleyen bir insan yine cehennem korkusuyla bunun manevi sıkıntısını üzerinde hisseder. Üstad Bediüzzaman On Birinci Şua’da10 bu durumun bizleri korkutmamasını, cehennem korkusunun manevi lezzetleri kaçırmadığını söyler. Çünkü tövbe kapısıyla girildiğinde Allah’ın rahmetinin zuhur bulacağını şöyle ifade eder:“Cehennem fikri geçmiş iman meyvelerinin lezzetlerini korkusuyla kaçırmıyor. Çünkü hadsiz rahmet-i Rabbaniye, o korkan âdeme der: “Bana gel tövbe kapısıyla gir.” Ta cehennemin vücudu, değil korkutmak, belki sana cennetin lezzetlerini tam bildirsin. Ve senin ve hukuklarına tecavüz edilen hadsiz mahlûkatın intikamlarını alsın. Sizi keyiflendirsin.”11 Netice İnsan maddi-manevi çok güzel cihazlarla süslenmiş, mükemmel bir biçimde yaratılmıştır. Bu haliyle bir gül gibidir. Ancak güldeki diken misali nefis taşıyan insan hata yapmaya, günah işlemeye meyillidir. Takva yani günahlardan sakınmak evladır. Fakat bir şekilde günah işlemiş ise, o günahlardan sonra Allah’ın rahmetine sığınıp ondan tövbe ve istiğfar ile mağfiret dilememizdir. Günahlarımız diken ise, tövbelerimiz de o günahlarımızı sevaba çevirecek bir gül gibidir. Bilinmelidir ki Allah’ın tövbe kapısı her zaman açık ve rahmet denizi sonsuzdur. Onun bizi bağışlaması, rahmet denizinden bir damla gibidir. Denizden bir damlanın eksilmesi rahmet hazinesini eksiltmez. Yüce Allah yaptığımız ve yapacağımız tövbelerimizi dergah-ı izzetinde kabul buyursun. Bizleri yaptığımız hatalardan ve işlediğimiz günahlardan sonra pişman olan samimi ve ihlaslı kullarından eylesin. Amin... Kaynaklar: 1- Fîruzabâdî, Muhammed b.Ya’kub, el-Kâmûsu’l-Muhît, Beyrut 1991, I, 166; Cevherî, İsmail b.Hammad, es-Sıhah fi’l-Lüga ve’l-Ulûm, Beyrut 1974, I, 146; İbn Manzur, Ce ma leddin Muhammed b.Mükerrem, Lisanu’l-Arab, Beyrut 1990, I, 233.2- Tin, 43- Yusuf, 534- Ta-Ha, 825- Bakara, 376- Şeyh Muhammed Yusuf Kandehlevi, Hayatü’s-Sahabe Peygamberimiz ve İlk Müslümanlar, 1. Cilt, Tercüme: Sıtkı Gülle, Divan Yayınları, İstanbul, 1987, s. 447- Şeyh Muhammed Yusuf Kandehlevi, Hayatü’s-Sahabe Peygamberimiz ve İlk Müslümanlar,1.Cilt, Tercüme: Sıtkı Gülle, Divan Yayınları, İstanbul, 1987, s. 448- Bediüzzaman Said Nursi, Risale-i Nur Külliyatı, Lemalar-.2. Lema, Altınbaşak Neşriyat, İstanbul, 2007, s. 159- Bediüzzaman Said Nursi, a.g.e, s.15.10- Bediüzzaman Said Nursi, Risale-i Nur Külliyatı, Şualar, 11. Şua, Altınbaşak Neşriyat, İstanbul, 2009, s. 19211- Age. s. 223

Gerek toplum bilimi, gerek siyaset bilimi, gerekse uluslararası ilişkiler gibi bilim alanlarında kimi yaklaşımlar; toplumsal ve siyasal bir takım olmuş hadiselerin sebeplerini, olmuş hadiselerin sebeplerinin arka planına bağlı olarak da henüz olmamış hadiselere ilişkin muhtemel öngörülerini tezleştirir veya teorileştirirken, “insan doğasını” yani bir diğer ifade ile “insan fıtratını” merkeze almaktadırlar. İnsan doğasından hareketle topluma, toplumdan hareketle devlete, devletten uluslararası sisteme kadar genişleyen bu analiz düzeyinin tarihi binlerce yıl öncesine kadar uzanmaktadır. M.Ö. 4. yy’da yaşayan Aristo’dan, M.S. 16. yy’da yaşayan Hobbes’a, M.S. 16. yy’da yaşayan Machiavelli’den 20. yy’da yaşamış olan Morgenthau’ya kadar pek çok düşünür insan doğasını yani fıtratını referans alarak bir takım idealizasyonlar ortaya koymuşlardır. İdeal insandan ideal uluslararası yapıya kadar geniş bir yelpazede yer alan ve birbiri ile ilintili olan bu tasvirler, insanın kendisini, bir diğer insanı veya insanların teşekkül ettirdiği toplumsal organizasyonları tanıma ve tanıtma bağlamında hem bir tespit, hem de insanların veya devletlerin bir diğerine karşı tutum ve tedbirini belirleyen bir kılavuz olagelmiştir. Bütün bu karmaşık yapıyı anlamlandırma noktasında hadiselere yukarıdan bakma iddiasında olan sosyal bilimler için ise; bir referans, bir araç ve bir nokta-i istinat kabul edilmiştir. Özetle iki-üç kelimeye sığdırılabilecek “insan nedir?” veya “insan doğası nedir?” sorgulamasından neşet eden cevaplar, bugün insanlık tarihi içerisinde en temel birikim alanlarından birisidir. Bu sorgulama ve cevaplamalar, insana dünyada bir konumlandırma işlevi de görmektedir. Bu bağlamda ideal insanın başkalarına iyilik yapmaktan zevk alan insan olduğunu ifade eden Aristo ve iyi olanı mutlu olmak için insana bir amaç olarak tanımlayan Platon gibi düşünürlerin yaklaşımları, bugüne kadar uzantıları süren bir medeniyetin temel taşı olmuştur. Sonraki dönemlerde geniş çerçevede insanlığın, dar çerçevede Batı Dünyasının geçirdiği değişimlere bağlı olarak kimi zaman bu değişimlerin öncüsü, kimi zaman değişimlerin ürünü olan pek çok filozof tarihte yerini almıştır. Örneğin Orta Çağ Avrupa’sından çıkış arayan bir coğrafyanın insanlarını Aydınlanma çağı olarak nitelendirilen ve etkileri bugün bile süregelen döneme taşıyan, yani o günden bugün ki modernizmi inşa eden düşünürler, birbirinden farklılıklar içeren geniş bir yelpazede yer almaktadırlar. Bu geniş yelpazede birbirinin tezatı yaklaşımlar olduğu kadar, birbirini besleyen, birbiri ile örtüşen düşünceler de söz konusudur. İnsanı insanın kurdu olarak tanımlayan Hobbes’tan, insanın hayat-mülkiyet-özgürlük gibi doğal hakları olduğunu ifade eden Locke’a; insanın kötü ve bencil olduğundan hareketle, kötülüğü ve bencilliği iktidarı elinde bulunduran insanlara da teşmil eden, yönetimi ahlaki ilkelerden soyutlayan Machiavelli’den; insanların doğa halinin eşitlikçi, özgür, barış ve mutluluk halinde olduğunu ifade eden Rousseau’ya kadar örnekleri çoğaltmak mümkündür. 1798-1853 yıllarında yaşamış olan ve Batıda gelişmekte olan toplumun bütün insanlık için örnek olduğunu, insanlığın Batıyı takip edeceğini söyleyen Auguste Comte, dünyada hiçbir şeyin başkasının hakkından daha kutsal olmadığını, ne pahasına olursa olsun asla ahlaktan taviz verilmemesi gerektiğini söyleyen ve 1724 -1804 yılları arasında yaşamış olan Immanuel Kant gibi örnekler bir medeniyetin revizyonistleri olarak Avrupa nezdinde bir iftihar ve itibar vesilesi olarak kabul edilmektedir. Devasa bir felsefe, devasa bir sosyoloji, devasa bir siyaset bilimi alanını oluşturan bu çeşitliliğin, uluslararası ilişkilerin hem pratik olarak nitelendirilen güncel hadiseler, hem de teorik olarak nitelendirilen düşünsel alanında da izdüşümü bulunmaktadır. Yukarıda sayılan veya sayılmayan pek çok düşünürden ilham alan uluslararası ilişkiler teorisyenleri, insanlığın geçirdiği iki büyük dünya savaşının sebeplerini sorgularken, yine insanın özünü, fıtratını, yani insanın “iyi” veya “kötü” olarak nitelendirilmesini hareket noktası olarak almışlardır. İnsanlar neden savaşırlar sorusuna idealist olarak nitelendirilen düşünürler, insanın özünde iyi olduğunu, uygun şartlarda bir sistem veya mekanizma inşa edilirse, insanın özüne uygun barışçı ve işbirliği ile hareket edeceğini dile getirirken, realistler olarak nitelendirilen bir diğer grup düşünürler, insanın kötü, çatışmacı ve çıkarcı olduğunu kuvvetle vurgulamışlardır. Burada bir parantez açarak şunu belirtmek gerekir ki; bu temel veriler üzerinden bizim dikkat çekmek istediğimiz husus ise daha farklı olacaktır. Zira devasa bilim alanlarının tartışa geldiği konuları veya kabul ettiği varsayımları doğrulamak-yanlışlamak veya tartışmaya açmak, çözüme bağlamak bu yazının hacmi ve kapsamı dışındadır. Parantezi kapatarak şöyle özetleyebiliriz ki, insanların, toplumların, devletlerin davranışlarını insanların özünün belirlediği, insanların özünün ise “iyi” veya “kötü” olduğu noktasında farklı yaklaşımların bulunduğudur. İnsan, toplum ve devlet üzerine analizler yapmış olan ve Avrupa’nın bugünkü özgürlük, refah, gelişmişlik, demokrasi düzeyinde doğrudan payı bulunduğu kabul edilen Mill, Locke, Rousseau, Kant, Comte gibi düşünürler Batı medeniyeti nezdinde bir iftihar vesilesi kabul edilmekte ve sosyal bilimler vasıtasıyla da bir mihenk olarak bütün insanlığın istifadesine arz edilmektedir. Ancak teorik siyaset bir tarafa bırakılıp, pratik siyaset alanına dönüldüğünde insanlık bambaşka bir Batı ile yüz yüze kalmaktadır. Comte’un örnek alınacak dediği, dahası örnek alınacak olarak hayal ettiği Avrupa, dünün dünyasında insanlığın gördüğü en büyük iki dünya savaşının hem sebebi, hem faili, hem zalimi, hem mazlumu olmuştur. Bugünün dünyasında, başta coğrafi olmak üzere, kendi toplumsal zihninde tasavvur ettiği düşünsel sınırları içerisinde farklı, dünyanın geri kalan diğer coğrafyalarına farklı politikalar benimseyen, bu farklılığı tutum ve söylemlerine yansıtan, bu itibarla Kant’ın ahlaki ilkelerine rağmen kendisini “ikiyüzlü olmak” “çifte standartlı davranmak” ile konumlandıran bir Batı. Locke’un, insanların doğa/fıtri halinde var kabul ettiği “özgürlük-yaşam-mülkiyet” olarak maddelendirdiği haklar arasında yer alan, en azından “hayat” hakkını muhafaza etmek için Suriye’den kaçanlara yönelik geliştirdiği söylem ve eylem birlikteliği, bunun yanı sıra yine Türkiye’ye yönelik her türlü terör faaliyetleri karşısında sergilediği tutum, Machiavelli’nin ahlaktan soyutladığı kodların tezahürüdür. Batı medeniyetini bu şekilde konumlandıran karar alıcılar, kimin “insanlık” tanımı kapsamında, medeniyetlerinin hangi veçhesi altında yer almaktadırlar. Rousseau’nun mu? Hobbes’un mu? Lock’un mu? Kant’ın-Comte’un mu? Machiavelli’nin mi? Pratik güncel siyaset sahasında gösterilen ikiyüzlülüğün arka planını, Kant, Comte, Locke, Rousseau ile iftihar etmek, Aristo, Platon, Kant, Comte, Locke, Rousseau gibi düşünüyor görünmek, Hobbes gibi düşünmek, Machiavelli gibi davranmak oluşturmaktadır. Burada tarihe not olarak düşülmesi gereken ve bir başka medeniyetin, bir başka düşünce geleneğinin tezahürü olan bir hadisenin arka planını, bir başka yazıya havale ederek, bir başka makalenin başlangıcını, mukayeseye imkân tanıması cihetiyle bu yazının sonu olarak bitirmek gerekmektedir. Tarih: 20 Eylül 2016 Yer: Birleşmiş Milletler Genel Kurulu Türkiye Cumhuriyeti Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan: “Suriye'deki insani kriz 6. yılına girdi. Vatanlarını terk etmek zorunda kalan Suriyelileri evimizde misafir ediyoruz. Bu insanlara karşı insani ve vicdani görevimizi yapacağız. Dünya ve Batı almayabilir ama biz alacağız. Çünkü biz insanız…”

Rabbimiz Kur’an-ı Hakim’de: “(Habîbim, ya Muhammed!) De ki: ‘Eğer Allah'ı seviyorsanız, o hâlde bana tâbi olun ki, Allah (da) sizi sevsin ve günahlarınızı size bağışlasın!’ Çünkü Allah, Gafûr (çok bağışlayan)dır, Rahîm (çok merhamet eden)dir.” buyurarak, Efendimiz (sav)’in İslam ve insanlık açısından ehemmiyetini ortaya koymuştur. Elbette “Karıncayı emirsiz, arıyı yasubsuz bırakmayan kudret-i ezeliye, elbette beşeri Nebîsiz bırakmaz”dı ve bırakmadı. Hatemü’l-Enbiya olarak Muhammed Mustafa (sav)’i beşerin selameti için gönderdi. Gelişiyle anın ve zamanın gidişatını, anlayışını değiştiren Peygamberimiz (sav), 63 senelik hayatları hitam bulmazdan evvel, sonradan Asr-ı Saadet ismiyle yâd edilip, Efendimiz (sav)’in ifadesiyle örnek alınacak olan ve bizzat Efendimizin elinde yetişen güzide insan topluluğuna, Veda Hutbesinde şöyle sesleniyordu: “Ey müminler! Size iki emanet bırakıyorum, onlara sarılıp uydukça yolunuzu hiç şaşırmazsınız. O emanetler, Allah’ın kitabı Kur’ an-ı Kerim ve Peygamberin (sav) sünnetidir. Müminler! Sözümü iyi dinleyiniz ve iyi belleyiniz! “Yarın beni sizden soracaklar, ne diyeceksiniz?” Sahabe-i Kiram birden şöyle dediler: “Allah’ın elçiliğini ifa ettiniz, vazifenizi hakkıyla yerine getirdiniz, bize vasiyet ve nasihatte bulundunuz, diye şehadet ederiz!” Bunun üzerine Resul-i Ekrem Efendimiz (sav) şehadet parmağını kaldırdı, sonra da cemaatin üzerine çevirip indirdi ve söyle buyurdu: “Şahid ol, ya Rab! Şahid ol, ya Rab! Şahid ol, ya Rab!” Şimdi bazı kendini bilmezler çıkıp sünneti, hadisi, şeairi hatta peygamberi ve ötesini sorgulama alçaklığında hareket ediyorlar. Sorgulama hafif kaldı, inkâra kadar götürüyorlar. Sanki İslamiyet bin senedir anlaşılmamış da bunlar anlıyormuş gibi insanları kendi arzu ve isteklerine, dünyanın siyasetine ve felsefesine çekiyorlar. Ve maalesef ne Diyanet ne de sivil inisiyatifler bu konuda gerekli duruşu gösterememektedir. Aksine medya bu adamlara çanak tutuyor ve her gün ayrı bir ortamda müfsit fikirlerini safi insanların zihinlerine zerk ediyorlar. İslamiyet küresel güçlerin elinde şekillenip kendi siyasetlerine alet edilecek hale asla gelmeyecektir. Kurumlar olmasa, halkın safi vicdanı buna geçit vermeyecektir inşallah. İrfan Mektebi Dergisi olarak buna sessiz kalamazdık. Şimdi sizleri konu hakkında yazılan makalelerle baş başa bırakıyoruz. Cenab-ı Hak bizi ve cümle Müslümanları ihlastan, imandan, takvadan, sünnet-i seniyyeden ayırmasın!

Her hayrın başı, islamın nişanı, mevcudatın zikridir Bismillah. Acizlerin kudreti, fakirlerin rahmeti, zayıfların kuvvetidir “Bismillah”... Tılsımlı, müşkil, sırlarla dolu hayatın hakikatlerinin miftahıdır “Bismillah”... İnsanı taciz eden nihayetsiz acizlik, fakirlik ve kusuruna rağmen onu halife-i ruy-u zemin eden iksirdir “Bismillah”... Ateşi gülistana, asayı ejderhaya, hüdhüdü Süleyman’a, şemsi, kameri fahri kâinata ram eden nurdur “Bismillah”... Verene, alana, başlayana, işleyene saadet-i dareyndir “Bismillah”... Furkan-ı Hakîmin çekirdeğidir “Bismillah” Kendinden tenvir eden bir kelamdır “Bismillah” Kudret-i ilahiyenin taalluk ve tesirini celp eden muavindir “Bismillah” Bütün sıfat-ı kemaliyeyi tazammun eden bir sadeftir “Bismillah” Kâinattaki teavün, tesanüd, teanuk, tecavübden tezahür eden sikke-i tevhid-i ulûhiyettir “Bismillah” Ferşi arşa bağlayan, insanı arşa ulaştıran bir yoldur “Bismillah” Ehadiyet ve vahidiyeti irae eden sikkedir “Bismillah” Mübarek kitapların ve işlerin mebdeidir “Bismillah” Bir tek ayet olduğu halde yüz on dört defa nazil olan beyan-ı İlahidir “Bismillah” Esrar-ı rahmet ve envar-ı rahimiyyettir “Bismillah” Hazine-i Rahmetin en birinci anahtarıdır “Bismillah” Kulun idrakine muhtaç olduğu sırdır “Bismillah” Menba: Risale-i Nur; 1. Söz, 14. Lema ve İşaratü’l-İcaz eserlerinden

Sedef, içinden inci çıkan istiridye kabuğudur. Pek çok deniz kabuğunda bulunan ve sedefçilikte kullanılan sert, hâkim rengi beyaz olmakla beraber ışığa göre gökkuşağı renkleri havi parıltılı maddedir. Sedef kakma, sedefçilik ya da sedef işleme olarak bilinen teknikte sedef, ahşap üzerine açılan çukur veya oymalara yerleştirilir ve tahtaya temas eden yüzeyden düşmelerini önleyecek yapıştırıcılar sürülür ya da sedeflerin etrafı madeni tellerle çevrilir. Sedef kakmacılık işine sedefkârî, sedef kakma yapan ustaya sedefkâr denilmektedir. Bağa, fildişi, kemik, altın ve gümüş gibi kıymetli madenler de sedefkârlıkta kullanılan malzemelerdir. Hammaddesi, midye kabuğu, çeşitli teller ve ceviz ağacı olan Sedef ve Sedefkârlık sanatı, eski dönemlerde Uzak Doğu ve Güney Asya’da Hint Sanatında sedef süslemelere rastlansa da, Ortadoğu ülkelerinde doğmuş ve XV. yüzyıldan sonra Osmanlılara geçmiştir. Sedefin en yaygın ve en gelişmiş şekliyle Osmanlı-Türk Sanatında görüldüğü bilinmektedir. Sedefçilik asırlarca değişik motif ve desenlerle zenginleştirilerek mimari yapılarda, günlük kullanım eşyalarında ve silah süslemelerinde kullanılmıştır. Sedef işçiliği, genellikle “oyma” ve “kakma” usulleriyle yapılmaktadır. Kakma tekniği ile yapılan sedef işçiliğinde kullanılan ağaç genellikle cevizdir. Renkler kızıl ve siyah olup kullanılan motiflerde çeşitli geometrik desenler bir arada görülür. Bağa, fildişi, kemik, altın ve gümüş gibi kıymetli madenler sedefkârlıkta kullanılan sedef dışındaki diğer malzemelerdir. Osmanlı’da rağbet gören sedefkârlık örnekleri; Kur’ân-ı Kerîm mahfazaları, saltanat kayıkları, her türlü silah kabzaları, hattat hokka takımı, kavukluk, nalın, rahle, tabure, cami minberi, vaaz kürsüsü, kapı ve pencere kanatları, sandukalarda ve daha bir çok kullanılan eşyalar üzerinde sedefi görmek mümkündür. Fatih Sultan Mehmed Han’ın cenaze töreninden bahsedilirken, tabut’unun som sedeften yapılmış olduğu ifade edilmektedir. XV. yüzyılda Topkapı Sarayı’nda abanoz ve sedef işi öğreten atölyeler olduğu ve burada sedefçilik öğretildiği kaydedilmiştir. Türk ve İslâm Eserleri Müzesi’nde bulunan XVI. yüzyıla ait en güzel eserlerden biri (Envanter nr. 2), dört dilimli kemerli yüksek ayak üzerine oturan dörtgen prizma gövdeli ve kubbe kapaklı Kur’ân-ı Kerîm mahfazası dönemin en önemli eserleri arasındadır; yine Türk ve İslâm Eserleri Müzesi’nde bulunan, bütün yüzeyi geometrik motifli sedef ve bağa kakmalarla bezenmiş sekizgen gövdeli ve kubbe kapaklı bir Kur’ân-ı Kerîm mahfazasında (Envanter nr. 19) Dalgıç Ahmed imzası bulunmaktadır. 16. yüzyılın başlarında yetişen Dalgıç Ahmed ve Sultan Ahmed Camii ve Külliyesi’ni yapan Mehmed Ağa gibi mimarlar aynı zamanda birer sedefkârdı. III. Mehmed’in türbesinin sedefli kapılarında ve Hassa Mimarları Ocağı’nda sedefkârlık ve mimarlığı yine bir sedefkâr olan ustası Mimar Sinan’dan öğrenen Mehmed Ağa daha çok Sedefkâr lakabıyla bilinir. Bu yüzyıldan kalma önemli sedefkârlık eserleri arasında Sultan Ahmed Camii, Yenicami ile Topkapı Sarayı’nın çeşitli kapıları yer almaktadır. Kendisi de bir marangoz ve sedefkâr olan II. Abdülhamid, Yıldız Sarayı’nda bir atölye kurmuş ve burada sedef işi birçok eser yapılmıştır. Sedefkârî eserler İstanbul, Şam, Kudüs veya Viyana işi gibi yapıldıkları yere göre isimlendirilir. Bunlar arasında bazı küçük üslûp farklılıkları vardır. Günümüzde sedef kakmalı kutu ve mobilya yapımında Şam, eski geleneğini devam ettirmektedir.

İslam dünyasının bazı dönemleri çok buhranlı geçmiştir. İçinde bulunduğumuz dönem de ciddi buhranların yaşandığı bir dönemdir. Bu sıkıntıların hem maddi hem manevi ayağı bulunmaktadır. Maddi tarafını zaten net bir şekilde görmekteyiz. Manevi cephesine gelince, İslam kültürünün en temelde iki ana kaynağı olan Kur’an ve sünnet-i seniyyeye de bir kısım şüphelerle yaklaşılmaktadır. Fakat bu iki kaynağa hücum edilirken sünnetin ön planda tutulduğunu görmekteyiz. Çünkü Kur’an-ı Kerimi açıklayan, Kur’an’ın anlaşılmasını sağlayan ve yeni hükümler getiren sünnet tarafı inkâr edilirse, bunun bir sonraki aşamasının Kur’an-ı Kerim olduğu şüphesizdir. Çünkü temelde Kur’ an’ın etrafında zırh olan şeyler; devlet, sünnet-i seniyye ve hakiki İslam âlimleridir. Kur’an-ı Kerim’e savaş açan zihniyetler, öncelikle İslam âlimlerini itibarsızlaştırıp daha sonra sünnet-i seniyyeye hadisler üzerinden hücum ederek sünnetin elini zayıflatmayı hedeflemektedirler. Binaenaleyh Üstad Bediüzzaman’ın sünnet-i seniyyeye dair bir kısım izahlarıyla beraber, İmam Suyuti’nin hadislerin İslamiyet’te yerini anlatan ‘Miftâhu’l-Cenne Fi’l-İhticac Bi’s-Sünne’ eserinden kısaca iktibaslar yapıp ayrıca içerdeki malumatı kendimize göre başlıklandırarak ve bir kısım yerlere de kendi fikrimizden katarak sünnetin ehemmiyetine dair olan bu yazıyı kaleme aldık. Yazıda kısaca sünnet-i seniyyenin ne olduğunu ve hangi kısımlara ayrıldığını beyan edeceğiz. Daha sonra Kur’an-ı Kerim’de Hz. Peygamber’e (sav) itaati emreden ayetleri ele alacağız. Ayrıca Hz. Peygamber’e (sav) hangi yetkilerin verildiğini ele alacağız. Daha sonra Hz. Peygamber’e (sav) itaati emreden bir kısım hadisleri ele alacağız. Ayrıca bu hadislerden ve bu ayetlerden sahabenin ne anladığını anlamaya çalışacağız. Çünkü Sahabe nesli, vahye en yakın ve her halleriyle İslam dünyasına manevi rehber olmaları cihetiyle, bu ayetleri ve bu hadisleri en iyi anlayanlar elbette onlar olmuştur. Sünnetin Tarifi Sünnet kelimesi sözlükte; yol, usul, âdet, iyi veya kötü bir kimsenin alışkanlık haline getirdiği davranışlar manasına gelmektedir. Hadis âlimlerine göre sünnet, Hz. Peygamber’den (sav) söz, fiil, takrir, fiziki ve ahlaki vasıf olarak nakledilen her şeydir.1 Şu hadis-i şerifte de sünnet bu manada kullanılmıştır: “Her kim güzel bir yol açarsa, onun ve onunla amel edeceklerin sevabı o kimseye aittir. Onunla amel edenlerin sevabından eksilme olmaz. Her kim de kötü bir yol açarsa, onun ve onunla amel edeceklerin günahı o kimseye aittir. Onunla amel edenlerin günahlarından bir eksilme olmaz.”2 Sünnetin Kısımları Sünnet-i seniyyeyi düşünürken çok geniş anlamda düşünmek durumundayız. Çünkü tariften anlaşıldığı üzere Peygamber (sav)’in söyledikleri (kavli), yaptığı işler (fiili) ve yanında yapıldığı zaman sükût veya tasvip etmesi (takriri), hatta yaratılışına ve ahlakına dair her şey sünnetin içerisinde zikredilir. Olaya böyle geniş pencereden bakan Üstad Bediüzzaman sünnetin kısımlarını şöyle ifade etmektedir. Sünnet-i seniyyenin meratibi var. Bir kısmı vâcibdir, terkedilmez. O kısım, şeriat-ı garra’da tafsilatıyla beyan edilmiş. Onlar muhkemattır, hiç bir cihette tebeddül etmez. Bir kısmı da, nevafil nev’indendir. Nevafil kısmı da, iki kısımdır. Bir kısım, ibadete tabi olan sünnet-i seniyyelerdir. Onlar da şeriat kitaplarında beyan edilmiştir. Onların tağyiri bidattir. Diğer kısmı, “âdab” tabir ediliyor ki, siyer-i seniyye kitaplarında zikredilmiştir. Onlara muhalefete, bid’a denilmez.3 Farz ve Vacip Olan Kısmı l Bunlar bizim farz olarak bildiğimiz ibadetlerdir. l Terkleri mümkün değildir. Terk eden günahkar olur. l Bunların tebdili mümkün değildir. l Esasları Kur’an-ı Kerim’de belirlenmiş, tafsilatları sünneti seniyyede izah edilmiştir. l Beş vakit namaz, zekat, oruç, tesettür vs.. Hanefi ulemasınca da sünnet genellikle iki kısma ayrılmış, birinci kısmı sünnet-i müekkede (te’kid edilmiş kuvvetli sünnet) ikinci kısmı ise, sünet-i gayr-i müekkede tabir edilmiştir. Sünnet-i müekkedeye özellikle şeaire taalluk eden sünnetler ezan gibi, namazın cemaatle kılınması gibi, sabah namazının iki rekât sünneti gibi misaller verilmiştir. Gayr-i müekkede sünnete ise ikindi ve yatsı namazının dört rekât sünnetleri gibi misaller verilmiştir. Ayrıca Hanefi âlimler sünnet-i hüda, sünnet-i zâide gibi iki kısma ayırarak, sünnet-i hüdanın sünnet-i müekkede gibi güçlü sünnetlere verilen isim olarak zikretmişlerdir. Sünnet-i zâideye ise daha çok, Üstad Bediüzzaman’ın da ifâde ettiği, ikinci kısmın ikinci kısmı olan âdat sünnetler şeklinde ifâde etmişlerdir. Burada Üstad Bediüzzaman’ın taksiminde en önemli ayrım, sünnetin vacip olan kısmından bahsetmesidir. Üstad, sünnet-i seniyye içinde en mühim olanlarının, İslamiyet alametleri olan şeaire taalluk eden sünnetler olduğunu ifade etmiştir. Tarihte İslamiyet’e darbe vurmak isteyenlerin öncelikle şeairi ortadan kaldırmaya çalışmak istemeleri de, bu tarz sünnetlerin ne kadar ehemmiyetli olduğunu ortaya koymaktadır. Hz. Peygambere (sav) İtaati Emreden Ayetler Hepimizin malumu, mümin bir kimseye gereken, Kur’an-ı Kerim’de emredilen ayetleri kalbinde en ufak bir tereddüt göstermeden tamamıyla tasdik etmesidir. Bizim için, bir hükmün ana kaynağı mühimdir. Bu kaynak Kur’an’ı Kerim ise, itaat bizim üzerimize farzdır. Hz. Peygamber’e (sav) itaati emreden de Kur’an-ı Kerim’dir. Hiçbir hüküm olmasaydı, Kur’an-ı Kerim’de bu konuya dair tekbir ayet de olsaydı, bizler hiç tereddüt etmeden Peygamberimize (sav) itaat ederdik. Hz. Peygamber’e (sav) itaatten kastın Kur’an-ı Kerim ve sünnet-i seniyye olduğu aşikârdır. Çünkü bu itaati emreden ayetlerde Allah’a itaat edin ve Resulüne itaat edin ifadeleri vardır. Allah’a itaati Kur’an-ı Kerim’e râci olduğu, Hz. Peygamber’e (sav) itaatin ise sünnet-i seniyye olduğu net bir şekilde anlaşılmaktadır. Bununla beraber Kur’an’ı Kerim’de onlarca ayet doğrudan Peygamber (sav)’e itaat etmekten ve isyan etmekten kaçınmaktan bahsetmektedir. Ayrıca eski kavimlerden Peygamberlere (as) itaat edenlerin necat bulmaları ve isyan edenlerin daha dünyada iken cezaya çarptırılmaları da bu manada anlaşılmalıdır. İtaati emreden ayetlerden bir kısmı aşağıdaki gibidir: - Ey iman edenler! Allah’a itaat edin; peygambere ve sizden olan ülü’l-emre (emir sâhibi idarecilerinize) de itaat edin! O hâlde bir şey hakkında ihtilâfa düşerseniz, Allah’a ve ahiret gününe iman ediyorsanız, artık onu Allah’a ve peygambere arz edin! Bu hem hayırlı, hem de netice itibarıyla daha güzeldir.4 - “Kim Resule itaat ederse Allah’a itaat etmiş olur.” Kim de (ondan) yüz çevirirse, zaten seni onların üzerine bir muhafız (bekçi olarak)göndermedik.5 - Bunlar Allah’ın hudududur. Artık kim Allah’a ve Resulüne itaat ederse, (Allah) onu altlarından nehirler akan Cennetlere koyar; orada ebedî olarak kalıcıdırlar. Ve işte büyük kurtuluş budur.6 - Kim de Allah’a ve Resulüne isyan eder ve O’nun hududunu aşarsa, (Allah) onu içinde ebedî olarak kalıcı olduğu bir ateşe koyar ve onun için aşağılayıcı bir azab vardır.7 - Biz hiçbir Peygamberi, Allah’ın izniyle kendisine itaat edilmesinden başka bir maksatla göndermedik. Ve gerçekten onlar (günah işleyerek) nefislerine zulmettikleri zaman, sana gelip de Allah’tan mağfiret isteselerdi (ve) peygamber de onlar için bağışlanma dileseydi, şübhesiz Allah’ı, Tevvâb (tevbelerini kabul edici), Rahîm (yalvarışlarına merhamet edici) olarak bulurlardı! .8 - “Fakat hayır! Rabbine yemin olsun ki, (onlar) aralarında çıkan karışık işler hususunda seni hakem yapıp, sonra da verdiğin hükümden dolayı kendi (gönül)lerinde hiçbir sıkıntı duymadan tam bir teslimiyetle teslim olmadıkça iman etmiş olmazlar!”9 - (Habibim, ya Muhammed!) De ki: “Eğer Allah’ı seviyorsanız, o hâlde bana tâbi’ olun ki, Allah (da) sizi sevsin ve günahlarınızı size bağışlasın!” Çünki Allah, Gafûr (çok bağışlayan)dır, Rahîm (çok merhamet eden)dir.10 Yukarıdaki ayeti Üstad Bediüzzaman kısaca şöyle tefsir etmiştir: “Eğer Allah’a muhabbetiniz varsa, Habibullah’a ittiba edilecek. Eğer ittiba edilmezse, netice veriyor ki, Allah’a muhabbetiniz yoktur. Eğer muhabbetullah varsa, netice verir ki; Habibullah’ın sünnet-i seniyyesine ittibaı intac eder. Evet, Cenab-ı Hakk’a iman eden, elbette ona itaat edecek.”11 Başka bir yerde ise Allah sevgisinin, sünnet-i seniyyeye uymayı netice vereceğini şöyle ifade etmiştir: “Muhabbetullah, sünnet-i seniyyenin ittibaını istilzam edip intac eder.”12 Hz. Peygamber’e (sav) olan muhabbetin de yine sünnete uymaktan geçtiğini şöylece ifâde eder: “O’na iştiyak ve meyl ve muhabbet, O’nun (sav) sünnet-i seniyyesine ve şeriat-ı garrasına ittiba’ iledir.”13 Son olarak da Üstad Bediüzzaman’ın bu konuya dair kısa fakat harika bir ifadesiyle itaat meselesini bitirmiş olalım: “Cenab-ı Hakk’a iman eden, elbette ona itaat edecek. Ve itaat yolları içinde en makbulü ve en müstakimi ve en kısası, bila-şübhe Habibullah’ın gösterdiği ve takib ettiği yoldur.”14 Hadislerde Sünnete Uymanın Emredilmesi Kur’an-ı Kerim’de nasıl Resul-ü Ekrem’e (sav) uymayı emrediyorsa aynı zamanda bir kısım Hadis-i şeriflerde de bu husus dile getirilmektedir. Bu hadislerden birkaç tanesi şöyledir: “Size iki şey bırakıyorum (bunlara tutunursanız) asla dalâlete düşmezsiniz: Allah’ın kitabı ve sünnetim. Bu ikisi kıyamette havza kadar ayrılmadan beraberce geleceklerdir.”15 “Yüz çevirenler hariç ümmetimin tamamı cennete girecektir. “Sordular: Ya Resûlallah! Kimdir o yüz çevirenler?” Cevap verdiler: “Bana itaat eden cennete girer, isyan eden de yüz çevirmiş olur.”16 İlim üçtür: Şeriatı anlatan kitap Resûlullah’tan (sav) varid olan sünnet, bir de “bilmiyorum” demek.17 “Size öyle bir zaman gelecek ki, şu üç şeyden daha kıymetli bir şey olmayacak: Helal para, güvenilir ünsiyet edilen kardeş, amel edilen sünnet.”18 Beyhâki İbn Abbas’tan nakille Resûlullah (sav)’in şöyle buyurduğunu nakleder: “Kur’ân’da bir husus size bildirildiği zaman, herkes onunla amel etmek zorundadır. Hiç kimsenin onu terk etme özür yoktur. Eğer Allah’ın kitabında o husus yoksa varid olan sünnetim geçerlidir. Eğer sünnetimde de yoksa ashabımın sözleri geçerlidir. Çünkü ashabım gökteki yıldızlar gibidir. Hangisine uyarsanız hidayete erersiniz. Ashabımın ihtilafı ise sizin için rahmettir.”19 İslam Büyüklerinin Sünnete Dair Bir Kısım Sözleri Bu bölümde ise sünnetin ehemmiyetine dair, İslam büyüklerinden bir kısım sözlere yer vereceğiz: Hz. Ali (ra): “Din akla göre olsaydı, meshin mestin üstünden ziyade altına olması daha münasip olurdu. Fakat ben Resûlullah’ın (sav) mestin üstüne mesh yaptığını gördüm.”20 İbn Ömer (ra): “Ümmet sünnete sarılığı sürece doğru yoldan sapmaz.”21 Urve (rh): “Sünnete tabi olmak dinin esasıdır.”22 Amir (rh): “Sünneti terk ettiğiniz zaman helak olursunuz.”23 Rebi’den: “Şafii’nin (ra) şöyle dediğini duydum. Kitabımda Hz. Peygamber’in (sav) sünnetine aykırı bir şey bulursanız, Resûlullah’ın (sav) sünnetini alın, benim dediğimi bırakın.”24 HZ. PEYGAMBERİN (SAV) VAZİFELERİ Hz. Peygamber’in (sav) son elçi olarak gelmesi ve cihanşümul bir dava ile ortaya çıkması elbette Kâinatın efendisinin birçok vazifesi olmasını da beraberinde getirmiştir. Bizler Resul-ü Ekrem (sav)’in bütün vazifelerini ele almaktan ziyade birileri tarafından en çok itiraz edilen hüküm koyma yetkisini ele alacağız. Bununla birlikte Hz. Peygamber’in (sav) başlıca şu vazifeleri bulunmaktadır: 1- Tebliğ 2- Tebyin (açıklama) - Mücmel ayetleri açıklamak - Müşkil ayetleri açıklamak - Umumilik ifade eden ayetleri tahsis etmek - Mutlak ifadeleri takyid etmek - Hükümleri teyid etmek 3- Tezkiye (Ahlakıyla insanların manen temizlenmelerine vesile olmak) 4- Kur’an’da bulunmayan hükümler koymak.25 Hz. Peygamberin (sav) Hüküm Koyma Yetkisi Bir kısımları, Hz. Peygamber’e (sav) itaati emreden ayetleri bir şekilde yorumlarken hüküm koyma yetkisini ise tamamen inkâr etmek yoluna gitmektedirler. Hâlbuki Kur’an-ı Kerim’de bazı ayetler hüküm koyma yetkisini net bir şekilde ortaya koymaktadır. Bunlardan bir tanesi Haşr Suresi 7. ayettir. Şimdi bu ayeti Sahabe Efendilerimizin nasıl anladıklarını görmek için, iki kıssa ile sizi baş başa bırakıyorum. Beyhakî Habib b. Ebi Fedale el-Mekki ‘den senediyle şu rivayeti nakleder. İmran b. Husayn (ra) ilgili hadisler ışığında şefaati anlatır. Oradakilerden bir tanesi: “Ey Ebu Nuceyd! Siz bizlere hadisler anlatıyorsunuz fakat biz bunlarla ilgili Kur’an’da bir asıl bulamıyoruz”, deyince İmran kızar ve adama şöyle der: “Sen Kur’an’ı okudun mu?” “Evet.” “Peki, Kur’ân’ın hiçbir yerinde yatsı namazının farzının dört, akşamınkinin üç, sabahınkinin iki, öğleyle ikindininkinin de dört rekât olduğuna rastladın mı?” “Hayır.” “Peki, bunları kimden öğrendiniz? Bizden öğrenmediniz mi? Biz de Resûlullah (sav)’den öğrenmedik mi? Peki Kur’an’da kırk koyunda bir koyun, şu kadar deveye şu kadar dirheme şu kadar zekât düştüğüne rastladın mı?” “Hayır.” “Peki, bunları kimden öğrendiniz? Bizden öğrenmediniz mi? Biz de Resûlullahtan (sav) öğrenmedik mi? Keza Kur’ ân’da “Sonra (vücutlarındaki) kirlerini gidersinler, adaklarını yerine getirsinler ve Beyt-i Atîk’ı (Kâ’be’yi) tavâf etsinler!” 26 ayetini okumadınız mı? Peki, orada Kâ’be’yi yedi defa tavaf edin, makamın arasında ki iki rekât namaz kılın diye bir ifadeye rastladınız mı? Aynı şekilde Allah Rasulü’nün (sav) buyurduğu şu hususular Kur’an’da var mı?” “Zekât tahsildarının bir yerde konaklaması ve toplayıp getirilecek kimseyi zekât mallarının bulunduğu mahallelere gönderilmesi, zekât tahsildarının uzak bir yerde konaklayıp zekâtın yanına getirilmesini emretmesi, kız kardeşlerini birbirlerine vererek mehirsiz evlenmek İslam’da yoktur.” Peki, Allah Teâlâ Kur’an’da şöyle buyurdu, duymadınız mı? “Peygamber size ne verdiyse, artık onu alın; size neyi de yasakladıysa, ondan hemen kaçının!” 27 İmran (ra) daha sonra şöyle söyler; “Sizin bilginizin olmadığı Resûlullahtan öğrendiğimiz daha başka şeyler de var.”28 Diğer kıssa ise şöyledir: Buhari ve Müslim’de İbn Mesud’dan şöyle dediğini rivayet eder: “Dövme yapana, yaptırana, güzelleşmek için kaşlarını yolan, dişlerini inceltene, Allah’ın yarattığı şekli değiştirenlere Allah lanet etsin.” İbn Mes’ud’un (ra) bu sözü Benu Esed’den Ümmü Ya’kub adlı bir kadına ulaşınca, kalkıp gelir. “Bana gelen habere göre şöyle dermişsin” der. İbn Mes’ud da (ra): “Resûlullah’ın (sav) lanet ettiğine ben niye lanet etmeyeyim ki? Hem Kur’ân’da bu husus geçmiyor mu ki” deyince, kadın: “İki kapak arasını okudum, fakat bu dediğini mushafta bulamadım” der. İbn Mesud da şöyle der: “Okusaydın bulurdun. Sen Kur’ân’da: ‘Peygamber size neyi verdiyse onu alın, neden de yasakladıysa ondan sakının’29 ayetini okumadın mı?” “Okudum.” “(Gördün mü işte ) Resûllullah (sav), (benim saydığım) şeyleri yasaklamıştır.”30 Bu iki kıssa bizlere, Sahabe Efendilerimizin bu ayetten, Hz. Peygamber’in (sav) sözlerine itaat etmeyi anladıklarını net bir şekilde ortaya koymaktadır. Ayrıca başka bir kıssa da Ahzap Suresi 36. ayet-i celile ile ilgilidir. Tâvusa ikindiden sonraları iki rekât (nafile) namaz kılıyordu. İbn Abbas (ra) ona bu namazı bırakmasını tavsiye edince, “Bırakmam” der. İbn Abbas da (ra)ona şöyle der: “Resûlullah (sav) ikindiden sonra (nafile) namaz kılınmasını yasaklamışlardır. Bu kıldığın namazda sevap mı kazanıyorsun yoksa azaba mı uğrayacaksın bilemiyorum.31 Çünkü Allah Teâlâ Kur’an’da şöyle buyuruyor: ‘Allah ve Resulü bir işe hüküm verdiği zaman, artık ne mümin bir erkek, ne de mümin bir kadın için (o hükme muhalif) işlerinde kendilerine (başka bir yolu) seçme hakkı yoktur! Ve her kim Allah’a ve Resulüne isyan ederse, artık muhakkak ki apaçık bir sapıklık ile dalâlete düşmüş olur.’32 Burada da Sahabe Efendilerimiz içerisinde Kur’an-ı Kerimi en iyi anlayanlardan biri olan ve Resûl-i Ekrem Efendimizin (sav) duasına mazhar olmuş İbn Abbas (ra) Peygamber Efendimizin (sav) verdiği hükümlere ittiba etmenin zaruri olduğunu bize ders vermektedir. Ayrıca Kur’an-ı Kerim’de, Cenab-ı Hak Peygamber’in (sav) bir hüküm koyduğu zaman nasıl bir tavır takınacağımızı şu ayet-i celilelerle ifade etmektedir. “Aralarında hüküm vermesi için Allah’a ve Resulüne çağırıldıkları zaman, müminlerin sözü ancak: ‘İşittik ve itaat ettik!’ demeleridir. İşte bunlar, gerçekten kurtuluşa erenlerdir.” 33 Son olarak da bu konu ile ilgili A’raf Suresinde Peygamber (sav)’in hüküm koyma yetkisi şu ifadelerle net bir şekilde ortaya konmaktadır. “(O peygamber) onlara iyiliği emreder ve onları kötülükten yasaklar; hem onlara temiz şeyleri helâl, pis şeyleri ise üzerlerine haram kılar.” Bu ayetin sonu ise müminlere çok güzel ölçü vermektedir: “Artık ona iman eden, ona hürmet eden, ona yardım eden ve onunla beraber indirilen nûra (Kur’ân’a) tâbi’ olanlar var ya, işte onlar gerçekten kurtuluşa erenlerdir!” 34 Hadisin Delil Oluşunu İnkâr Edenin Durumu İmam Suyuti (rh) yazmış olduğu kitabın baş taraflarında hadislerin delil olduğunu kabul etmeyenlere karşı bir kısım şeyler söyleyerek daha sonra İmam Şafii’den (ra) bir olay nakleder: “Allah size merhamet etsin. Şunu bilesiniz ki, Usûl ilminde maruf olan şartları taşıyan –kavli olsun fiili olsun– hadisler hüccettir. Resûlullah’ın hadislerini inkâr eden kimse küfre girer ve İslam dairesinden çıkar, Yahudilerle Hıristiyanlarla veyahut ta Allah’ın murad ettiği diğer kâfir fıkralarla beraber haşr olunur.”35 İmam Şafii (ra) bir gün bir hadis rivayet eder ve “sahihtir” der. Birisi: Ey Ebû Abdillah! Sende aynı kanaatte misin?” diye laf edince, bozulur ve şöyle der: “Ey adam! Sen beni hiç Hristiyan olarak gördün mü? Bana kiliseden çıkarken rastladın mı? Belim de Hristiyan zünnarına şahid oldun mu? Hem Resûlullah (sav) hadis rivayet edeceğim, hem de aynı görüşte olmayacağım ha!”36 Üstad Bediüzzaman ise sünnete ittiba etmeyenler için şöyle demektedir: “Sünnete ittiba etmeyen, tembellik eder ise, hasaret-i azîme; ehemmiyetsiz görür ise, cinâyet-i azîme; tekzibi işmam eden tenkid ise, dalâlet-i azîmedir.”37 SADECE KUR’AN’LA AMEL EDİLMESİNİ SÖYLEYENLERİN CEHALETLERİNİN ORTAYA KONUŞU Her asırda bir şekilde kendine taraftar bulan, bir kısım yerlerde kendilerini Kur’ aniyyun olarak ifade eden, biz yalnızca Kur’an’da bulduğumuza tabi oluruz diyen zavallı gruplar olmuştur. Bu grupların ortak özellikleri, samimiyetten yoksun olmaları, bu ifadeleri kullanırken de bilerek veya bilmeyerek Kur’an-ı Kerim’deki birçok ayeti inkâr etmeleridir. Ayrıca yüzlerindeki soğukluk, İslam ümmetini kabul edememe ve sünnet-i seniyyenin nurundan istifade edememek de bunların ortak özelliklerindendir. Böyle bir grubun varlığından Peygamber (sav) bahsetmiştir. Dikkat edilirse bu anlayış, asrımızda bulunmakla birlikte, daha önce anlatılan iki kıssadan anlaşıldığı üzere, tabiin döneminde de bulunmuş ve bir kısım sahabelerle tartışmışlardır. Bu adamların ortak özelliklerinden birisi ise, hakikatleri istediğiniz kadar anlatın, ayetleri tevil etmeleri ve hadisleri hafife almaları veya inkâr etmeleri olarak görmekteyiz. Bu olay Beyhaki’nin Süfyan’dan (ra) naklettiği şu olayı hatırımıza getirmektedir: “Onun emrine aykırı davrananlar, başlarına bir bela gelmesinden… sakınsınlar”38 ayetinde geçen beladan muradın, Allah’ın (cc) kalplerini mühürlemesi olduğunu nakleder.39 Ayrıca sünnetin delil oluşu sabit olmasaydı, Resulullah Efendimiz (sav) veda hutbesinde orada bulunanlara dini hususları öğrettikten sonra şöyle buyurmazdı: “Burada bulunanlarınız bulunmayanlara aktarsın. Çünkü aktarılan bazı kimseler dinleyenden daha iyi anlar.”40 Beyhaki sonra şu hadisi zikreder: “Bizden işittiği hadisi işittiği gibi rivayet edenin Allah yüzünü ağartsın, çünkü kendisine aktarılan bazı kimseler, dinleyenden daha iyi beller.”41 Hz. Peygamber’in (sav), Hadisleri İnkâr Edecek Kimselerden Haber Vermesi Hz. Peygamber (sav) ümmetin içerisinden çıkacak, fakat hadisleri kabul etmeyecek bir kısım şahısları, nazar-ı nübüvvetle görmüş ve onlardan haber vermiştir. O rivayetlerden bir tanesi şöyledir: “İyi bilin ki bana Kur’ân ve onunla beraber bir misli verildi. Yine iyi bilin ki bana Kur’ ân ve onunla beraber bir misli verildi. Keza bilesiniz ki karnı tok kişinin koltuğuna kurulup şöyle demesi yakındır. Size sadece Kur’ân yeter. Kur’ân’da helal olarak bulduğunuzu helal sayın. Haram olarak bulduğunuzu da haram sayın. Şunu bilesiniz ki ehli eşek tırnaklı hayvan ve zimmilerin yitik malı sizlere haramdır.”42 Bu Asırda Sünnet-i Seniyyeye Uymanın Ehemmiyeti Sünnet-i seniyyeye uymak her dönemde ehemmiyetlidir. Fakat bazı dönemler vardır ki, -nasıl ki harp zamanında düşmanın karşısında bir saat nöbet başka zamanlara nispeten yüz saat kıymetinde olabilir- aynen bunun gibi sünnet-i seniyyeye düşmanlığın daha çok olduğu böyle dönemlerde sünnet-i seniyyeye uymak daha büyük bir ehemmiyete haizdir. Bunun içindir ki hadisi şerifte, “Ümmetimin fesada gittiği dönemde sünnet-i seniyyeme sımsıkı sarılana yüz şehid sevabı vardır.”43 buyurulmuştur. Üstad Bediüzzaman bunu şu veciz ifâde ile beyan etmiştir. “Fesad-ı ümmet zamanında sünnet-i seniyyenin küçük bir âdâbına müraat etmek, ehemmiyetli bir takvayı ve kuvvetli bir imanı ihsas ediyor.”44 Ayrıca Üstad Bediüzzaman istiâze bahsinde şeytanın desiselerini saydıktan sonra, şeytana karşı zırhın takva olduğunu, siperin ise sünnet-i seniyye olduğunu şöyle ifâde etmektedir. “Ey ehl-i iman! Bu müthiş düşmanlarınıza karşı zırhınız: Kur’ân’ın tezgâhında yapılan takvadır. Ve siperiniz, Resul-ü Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm’ın sünnet-i seniyyesidir. Ve silahınız, istiaze ve istiğfar ve hıfz-ı İlahiyeye ilticadır”.45 Hadis-i şerifte ise, bu asırda sünnete uyanlar şu şekilde müjdelenmiştir: “Ümmetin son demlerinde bir topluluk bulunacak onlara öncekilere verilen sevaplar kadar sevap verilecektir. Bunlar münkirleri reddedip, fitneci topluluklarla savaşacaklar.” İbrahim b. Mûsâ ‘ya sordular: “Onlar kimlerdir?” “Onlar ehl-i hadistir. ‘Resûlullah şunu yapın şunu da yapmayın buyurdu’ diye söyleyeceklerdir.”46 Sünnet-i Seniyye’nin Kazandırdıkları - “Ümmetimin fesada gittiği dönemde sünnet-i seniyyeme sımsıkı sarılana yüz şehid sevabı vardır”47 hadis-i şerifinin işaretiyle yüz şehid sevabını kazandırabilir. - Üstadın ifadesiyle “Sünnet-i seniyyeye ittibaı kendine âdet eden, âdâtını ibadete çevirir, bütün ömrünü semeredar ve sevabdar yapabilir.”48 Bu ifadelerden anlaşılıyor ki sünnet-i seniyyenin âdetler tabir ettiğimiz en küçük kısmı bile ehemmiyetlidir. Çünkü ittiba ettiğimiz her sünnet, hayatımızın her adımını Peygamberimizin (sav) yolunda olmasından dolayı ömrümüzü bereketlendirir ve her adımımız bizim için bir cennet meyvesi ve bir sevap kapısı olur. - Sünnet-i seniyyeye ittiba eden, edebi elde eder. Çünkü “Sünnet-i seniyye, edebdir. Hiç bir meselesi yoktur ki altında bir nur, bir edeb bulunmasın!”49 Ayrıca Cenab-ı Hak edebin bütün güzelliklerini Resul-ü Ekrem’de (sav) bir araya toplamıştır. - Sünnet-i seniyyeye her uyduğumuzda Resul-ü Ekrem (sav)’i hatırlarız. Bu hatırlama aynı zamanda Cenabı Hakkı hatırlamamıza bir vesile olur. - Sünnet-i seniyyeye ittiba eden, hem dünya hem ahiret saadetine mazhar olur. Bunu Üstad Bediüzzaman şöyle ifade etmiştir: “Sünnet-i seniyye, saadet-i dâreynin temel taşıdır ve kemâlâtın madeni ve menbaıdır.”50 Elbette sünnet-i seniyyeye uymanın kazandırdıkları bunlardan ibaret değildir. Biz yalnız numune için birkaç misal verdik. Konuyla ilgili daha geniş malumat almak isteyenler, İmam Suyuti’nin (rh) ilgili kitabına, özellikle bu asrın idrakine konuşan Üstad Bediüzzaman’ın 11. Lem’a risalesine müracaat etsinler. Biz o büyük bahçelerden birkaç meyveyi sunduk. Cenab-ı Hak istifade etmeyi nasip eylesin. Cenab-ı Hak bizleri Resûl-ü Ekrem (sav)’in sünnet-i seniyyesine hakkıyla ittiba edenlerden eylesin. Âmin. Kaynaklar: 1- Ahmet Yücel, Hadis usulü, s. 372- Ahmed bin Hanbel, el-Müsned, c. 31, s. 5363- Lem’alar, s. 54-554- Nisa, 595- Nisa,806- Nisa, 137- Nisa, 148- Nisa, 649- Nisa, 6510- Al-i İmran, 3111- Lem’alar, s. 5412- Lem’alar, s. 5413- Zülfikâr, s. 26214- Lem’alar, s. 5415- Hâkim, Müstedrek, I, 93, vd.; Miftâhu’l-Cenne Fi’l-İhticac Bi’s-Sünne’ (Sünnetin İslam’ daki Yeri), İmam Suyuti, trc. Enbiya Yıldırım, s. 27 16- Buhari, el-İ’tisam, bab no: 2, vd.; age. s.3517- Et-Taberâni, el-Mu’cemu’l-Evsat, II, 7 vd; age. s. 8318- Et-Taberâni, el-Mu’cemu’l-Evsat, I, 96 vd; age. s. 8419- Beyhaki, el-Medhal, s. 163; el-Hatib, el-Kifaye, s. 16520- Ebû Davud, et-Tahare, bab no: 63 vd; age. s. 7321- Beyhaki, el-Medhal, s. 194; agy.22- Beyhaki, age. s. 195; agy.23- Beyhaki, age. s. 198; agy.24- Beyhaki, age. s. 198; age. s. 7525- Teferruatlı bilgi için bkz. Ahmet Yücel, Hadis Usulü, s. 19-3126- Hac, 2927- Haşr,728- Delâlilu’n-Nübüvve, 1/27, age. s. 24,2529- Haşr,730- age. s. 3631- age. s. 5132- Ahzab,3633- Nur, 51 34- Araf,15735- Age. s. 1836- Age. s.18, Ebu Nuaym, vd.37- Lem’alar, s. 6138- Nur, 6339- Age, s. 3640- Buhari, İlm, bab no: 9, vd; age. s. 2241- Tirmizi, İlm, h.no:2657, Beyhaki,, I, s. 23, vd; age. s. 2242- Beyhaki, Sünenu’l-Kübra, c. 4, s. 332, vd; age. s. 2643- Emâli-i İbn Bişran, c.1, s. 21844- Lem’alar, s. 5145- Lem’alar, s. 7246- Ahmed bin Hanbel, el-Müsned, c. 4, s. 62 vd. age. s. 10047- Emâli-i İbn Bişran, c.1, s. 21848- Lem’alar, s. 5149- Lem’alar, s. 5550- Lem’alar, s. 58

Darende Ulu Camii Malatya’nın Darende ilçesi, Zaviye Mahallesi’nde bulunan Ulu Caminin kitabesi bulunmadığından yapım tarihi bilinmemektedir. Dulkadiroğluları zamanında, XIV. yüzyılda yapıldığı ileri sürülmüşse de bu iddia kesinlik kazanamamıştır. Caminin doğu ve kuzey duvarları ve minaresi dışında, günümüze gelememiştir. Kalıntılarına dayanılarak caminin kesme taş ve moloz taştan dikdörtgen planlı olduğu anlaşılmaktadır. İbadet mekânı içerisindeki payelerle beş sahna ayrılmıştır. Bu camiden günümüze gelebilen minare kesme taştan olup, kare kaide üzerine yuvarlak gövdelidir. Alt bölümü sekizgen, üst bölümü onaltıgen olan gövdenin ortasına bir de taş kuşak yerleştirilmiştir. Tek şerefeli olan minarenin külah kısmı da yıkılmıştır. Kendi haline terk edilen cami bir süre depo olarak kullanılmış, daha sonra restore edilmiş ve çevre düzenlemesi yapılmıştır. Bugünkü caminin üzeri geniş bir çatı ile örtülmüş önüne de yuvarlak kemerli bir son cemaat yeri eklenmiştir. “Âlem-i İslâm’dan senin ruhuna yağacak rahmet dualarını düşün” Kur’ân’ın gözle görülen bir nevi lem’a-i i’câziyeyi, beş-altı Mushaf’ta işaretler yaptım, hatt-ı Arabî-i Kur’ânîleri mükemmel olan kardeşlerime taksim ettim. Bunların içinde hatt-ı Arabî-i Kur’ân’da Hüsrev onlara yetişemediği hâlde, birden umum o kâtiblere ve hatt-ı Arabî muallimine tefevvuk eyledi. Ve hatt-ı Arabî’de, en mümtaz kardeşlerimizden on derece geçti. Umumen onlar tasdik edip: “Evet bizden geçti, biz ona yetişemiyoruz” dediler. Demek Hüsrev’in kalemi, Kur’ân-ı Mu’ciz’ül-Beyân’ın ve Risâle-i Nûr’un mucizevâri kerametleri ve harikalarıdır. Ey Hüsrev! Senin yazdığın mucizeli iki Kur’ân-ı Azîmüşşân’ın bu havalide husûsan Ramazan-ı Şerif’de sana kazandırdıkları sevâbları ve tahsin ve tebriklerini, inşâallah yakında tab’a (baskıya) girmesiyle, Âlem-i İslâm’dan senin ruhuna yağacak rahmet duâlarını düşün, Allah’a şükreyle. (Bedîüzzaman Saîd Nursî, Kastamonu Lahikası) “Ben incirin celâli değilim, rahmet dualarını düşün” Prof. Dr. Sadettin Ökten, Türkiye’nin ilk İmam Hatip Lisesi Müdürü olan babası Celâleddîn Ökten ile ilgili şöyle bir hatırasını anlatıyor: “Lise çağlarındayım, Vefa Lisesinde okuyorum, babam velim. Karne getiriyorum, malum o zamanlar karneyi velî imzalıyor. Velî adını ben ‘Celâlettin’ yazmışım. Götürdüm karneyi, imzalayacak. Şöyle baktı bir an karneye ve sonra ‘Ben dinsiz Celâl miyim?’ dedi. Ben tabiî anlamadım ne demek istediğini. Daha bastırarak bir daha söyledi. Yine anlamadım neyi kasttettiğini. Tabiî anlamayışım sonucu kulaklarıma kadar kızarıyorum. ‘Ben’ dedi ‘Celâleddîn. Benim adım, Celâlettin değil, ‘tin’ değil, ‘din’. Ben incirin celâli değilim, dinin celâliyim ben!’ Ve karneyi imzaladı.” (Sadettin Ökten, Hayatımdan Portreler, Sayfa 14) 11 Aralık 1911 İlk Masa Tenisi Turnuvası İngiltere’de düzenlendi Masa tenisinin salon tenisi adıyla bilinen en eski şekli, 1880’li yıllarda Hindistan ve Güney Afrika’daki İngiliz ordusu tarafından oynanırdı. 1890’lı yıllarda İngiltere’de bu oyunun diğer versiyonları geliştirildi. Bunlar “whiff whaff” ve “gossima” gibi değişik isimlere sahiptiler ve Parker Brothers firması masaya kurulabilen portatif net, dışı file kaplı küçük bir top ve minyatür raketlerden oluşan salon tenisi kitleri satmaya başladı. 1900 yılında Amerika’yı ziyaret eden İngiliz James Gibb, dönerken yanında bazı içi boş selüloid toplardan getirdi ve arkadaşlarıyla salon tenisini bu topları kullanarak oynamaya başladı. Gibb, topun rakete ve masaya çarptığı zaman çıkardığı sesi temsil eden “ping pong” ismini kullanmaya başladı. Fakat 1901 yılında İngiliz spor ekipmanları üreticisi olan John Jacques “Ping Pong” ismini kendi adına tescil ettirdi ve bu ismin Amerika haklarını Parker Brothers firmasına sattı. Onlar da yeni kitlerini bu isimle çıkardılar. 01 Aralık 1402 Timur, İzmir’i kuşattı Ankara Savaşını kazanan Timur, 14. Yüzyıl ortalarından itibaren Hristiyanların eline geçen İzmir’i almaya karar verdi. İzmir’de Rodos Şövalyeleri hüküm sürmekteydi. İzmirliler, işgal için gelenleri önemsemedi. Bu yüzden kuşatmanın ilk gününde teslim olmalarını isteyen beyaz bayrağın, ikinci günde zorla zapt edileceklerini ihtar eden kırmızı bayrağın ve üçüncü gününde yağmayı ve talanı ihtar eden siyah bayrağın dalgalanmasını umursamadılar. Timur, kalenin temellerindeki lağım açma çalışmaları devam ederken, ordusunun büyük kısmına çevre tepelerden söktürdüğü kayaları limanın girişine taşıtıyordu. Birkaç gün değil, birkaç yıl aynı biçimde çalışılsa bile liman girişinin engellenemeyeceğini düşünen İzmir halkı, boşuna bir çaba olarak gördükleri çalışma bittiğinde kayaların limanın girişini kesmek için değil, limana giriş çıkış yapan gemilere top atışı yapmak gayesiyle kurulacak iskeleye temel işlevini yerine getirmek için kayaların limanın girişine konulduklarını anlayacaklardı. Asıl dehşet, lağımcıların yoğun çabası sonucu kale burçları aynı anda havaya uçurulurken içeriye giren Timur’un askerlerinin kestiği başlar top mermisi olarak limandaki gemilere atılırken yaşandı. Rodos Şövalyeleri ve onlara yardıma gelen gemiler, denizin üstünü kaplayan kesik başlardan dehşete kapılarak limandan uzaklaştılar. Bir süre limanın uzaklarında gezindikten sonra gözden kayboldular. İki haftalık kuşatmadan sonra İzmir alındı. 19 Aralık 1941 Ekmeğin karneye bağlanmasına karar verildi Türkiye, II. Dünya Savaşına girmediği halde savaşın sıkıntılarını yakından hissetmiştir. Savaş çıkma ihtimaline karşı erkek nüfusun büyük bir bölümünün silah altına alınması ülkedeki buğday üretimini düşürdü. Bu sebeble un tüketimini kontrol altına almak için ekmek karnesi uygulamasına karar verildi ve 13 Ocak 1942 tarihinde uygulama başladı. Mahalle muhtarları hanedeki kişi sayısı kadar karne veriyorlardı. Kişi başı günlük 375 gr. ekmek alınabiliyordu. Yedi yaşından küçük çocuklara ise bu miktarın yarısı veriliyordu.

İnsanlardan öyleleri de vardır ki, kendileri inanan kimseler olmadıkları hâlde: “Allah’a ve ahiret gününe iman ettik” derler. Allah’ı ve iman edenleri aldatmaya çalışırlar. Hâlbuki sâdece kendilerini aldatırlar da farkına varmazlar. Kalblerinde bir hastalık (nifak) vardır, Allah da hastalıklarını artırmıştır. Ve (imanları hakkında) yalan söylemekte olduklarından dolayı, onlar için (pek) elemli bir azab vardır.1 Onlara: “Yeryüzünde fesad çıkarmayın!” denildiği zaman ise: “Biz ancak ıslah edici kimseleriz” derler. Dikkat edin! Şübhesiz ki onlar, müfsidlerin (bozguncuların) ta kendileridir, fakat idrak etmezler. Onlara: “İnsanların (müminlerin) iman ettiği gibi iman edin!” denildiği zaman ise: “Biz, sefihlerin (beyinsizlerin) iman ettiği gibi mi inanıyoruz?”2 derler. Dikkat edin! Muhakkak ki sefih olanlar ancak onlardır, fakat bilmiyorlar. Ve iman edenlerle karşılaştıkları zaman: “(Biz de) iman ettik!” derler. Şeytanlarıyla (reisleriyle) baş başa kaldıkları zaman ise: “Gerçekten biz sizinle beraberiz; biz (onlarla) ancak alay edicileriz!” derler. (Bilakis) Allah onlarla alay eder ve onlara mühlet verir (de), azgınlıkları içinde bocalayıp dururlar. İşte onlar, hidayete karşılık dalâleti satın alanlardır. Fakat ticaretleri (onlara) kâr getirmemiştir. (Onlar, o zarardan kurtulmak için) doğru yolu bulmuş kimseler de değillerdir. (Bakara 9-16) 1- “Münafıkların azablarının mezkûr cinayetleri arasında yalnız kizb (yalan) ile vasıflandırılması, kizbin şiddet-i kubh ve çirkinliğine işarettir. Bu işaret dahi kizbin ne kadar tesirli bir zehir olduğuna bir şâhid-i sadıktır.” (İşârâtü’l-İ‘câz, 85) 2- “Nifaklarının (ikiyüzlülüklerinin) icabıyla bu sözlerinde de münafıklık yapıyorlar. Zira bu sözlerinin zahirinden (dışından): ‘Biz divaneler değiliz, nasıl sefihler (akılsızlar) gibi olacağız?’ diye bir mana çıkar. Bâtınından (iç yüzünden) ise: ‘Nasıl ekserîsi fukara ve nazarımızda sefih olan müminler gibi olacağız?’ diye diğer bir mana çıkıyor.” (İşârâtü’l-İ‘câz, 91)

Şefaatin kelime manası: Seyyid Şerif Cürcani, Tarifat’ta şöyle der: “Şefaat, hakkında cinayet –büyük bir cürüm– vuku bulan günahların affını istemektir.” Tehanevi: “Tazarru yoluyla başkasının menfaati için ondan zararın kalkmasını veya hayırlı bir duruma nail olması için istekte bulunmak” manasını verir. (Keşşafu Istılahatu’l-Fünun, c. 1, s. 1034) Kamus-u Muhitin mütercimi Asım Efendi şöyle der: Müellifin Basair’de beyanına göre ( شفاعه شفع ) manasınadır, bir kimseye nâsır ve muîn, yahut ondan sâil ve tâlip olarak mukarenet ve inzimam manasına olup, badehu ‘mücrim veya muhtaç hakkında dilek eylemek’te isti’mal olundu. Hülasa şefaat; yardım, başkası hakkında dilekte bulunmak, aracı olmak manalarına gelmektedir. Günümüzde şefaat, -daha çok- Peygamberimizin (sav) mahşerde ümmetinin affı için Cenab-ı Hak’dan dilekte bulunması, dua etmesi anlamına gelmektedir. Şefaati İnkâr Edenler Bilindiği kadarıyla İslâm tarihinde, “mahşer gününde Peygamberimiz (sav)’in (veya diğer peygamberlerin) ümmetine şefaat edeceğini” inkâr eden tek fırka mutezile fırkasıdır. Ehl-i sünnet âlimleri pek çok akli ve nakli delillerle, sapık mutezile fırkasının bu düşüncesini çürütmüş ve onları susturmuştu. Günümüzde de mutezile fırkasına benzer tarzda şefaati inkâr eden veya bunların tesirinde kalarak çoklukla “Şefaat hak mıdır?” diye soranlara rastlıyoruz. Burada şefaatin hak olduğuna dair, ayet ve hadisleri zikrederek, konuya açıklık getirmeye çalışalım. Mahşer Yerinde Şefaat Mahşer meydanında toplanacak insanları üç kısma ayırabiliriz. Kâfirler, günahları çok olup, muvakkat de olsa cehennemi hak etmiş olanlar; sevapları çok olup cenneti hak etmiş olanlar. Kâfirler, küfürlerinden dolayı affa müstahak değillerdir. Onlar affedilmeyecek, onlara kimse şefaat de etmeyecektir. Şefaati reddeden bazı ayetler vardır ve bu ayetler ehl-i küfre yöneliktir. Mesela şu ayet: “Şefaatçilerin şefaati onlara (kâfirlere) fayda vermez.” (Müddessir, 48) Sevapları çok olup, cenneti hak etmiş olanlara gelince, zaten onların şefaate ihtiyaçları yoktur. Günahları çok olup, cehenneme girebilecek kimselere gelince, Kur’ân’da ve pek çok hadislerde, bu insanların bir kısmına, Peygamberimizin (sav) –veya başka peygamberlerin- affedilmeleri için aracı olacağına (yani şefaat edeceğine) dair ifadeler vardır. Burada ilk önce şefaate delil olacak ayetleri zikredelim: 1- O gün, Rahmanın katında söz ve izin alandan başkası şefaat edemeyecektir. (Meryem, 87) 2- O gün Rahmanın izin verdiği ve sözünden razı olduğu kimseden başkasının şefaati fayda vermez. (Taha, 109) 3- Allah’ın huzurunda onun izin verdiği kimseden başkasının şefaati fayda vermez. (Sebe, 23) 4- İzni olmadan onun huzurunda kim şefaat edebilir? (Bakara, 255) 5- Onun izni olmadan hiç bir kimse şefaat edemez. (Yunus, 3) 6- Ondan başka taptıkları ilahlar (kimseye) şefaat edemezler; ancak (Allah’ı) bilerek şahitlik edenler müstesna. (Zuhruf, 86) (Burada istisna edilenler İsa (as) ve Üzeyr (as) ile meleklerdir.) 7- Göklerde nice melekler vardır ki, Allah, dilediği ve razı olduğu kimse için (şefaate) izin vermedikçe, onların şefaatleri hiçbir fayda vermez. (Necm, 26) 8- Onlar (melekler) onun razı olduğu kimseden başkasına şefaat etmezler ve onun heybetinden korkarlar. (Enbiya, 28) Buraya kadar sıraladığımız ayetlerde, “şefaat olmayacak” denilmiyor. Ancak “Allah’ın izin verdiği, razı olduğu kimseler şefaat edecek” deniliyor. Peygamberimiz (sav) ve Şefaat Nisa Suresinin 64. ayetinde şöyle buyrulur: “Eğer onlar (günah işleyerek) nefislerine zulmettikleri zaman sana gelip Allah'tan mağfiret dileseler ve peygamber de onlar için mağfiret dileseydi, Allah'ı, Tevvab ve Rahîm (tevbeleri çok kabul edici ve merhamet sahibi) bulurlardı. Muhammed Suresinin 19. ayetinde de şöyle buyrulur: “(Ey Muhammed!) Hem kendi günahın için, hem de mümin erkek ve mümin kadınlar için Allah’tan mağfiret dile.” Peygamberimize (sav) “mağfiret dile” diyerek yapılan emir, onun duasının kabul edileceğine işarettir. Çünkü Allah (cc) hem “mağfiret dile” deyip, hem de kabul etmemezlik yapmaz. Bu mağfiret isteği, dünyada veya ahirette olsa fark etmez. Bunu “yalnızca dünyadaki duadır” demek de delilsiz bir iddiadır ve yanlıştır. Peygamberlerin mahşerde şefaatlerinden kasıt, onların ümmetlerinin affı için aracı olmaları, dua etmeleridir. Zaten şefaat kelimesinin dua ve aracı olmak manalarına geldiğini yukarıda zikretmiştik. “Peygamberler mahşer yerinde dua edemezler” demek, delilsiz bir iddiadır. Üstelik ayet ve hadislere de muhalif olduğundan tehlikelidir. Maide Suresinin sonunda İsa (as)’ın mahşerde şöyle diyeceği zikredilir: “Eğer onlara azap edersen, şüphe yok ki onlar senin kullarındır. Eğer onlara mağfiret edersen, şüphe yok ki Azîz ve Hakîm olan ancak sensin.” (Maide, 118) Bu ifadeler bir duadır. İsa (as) dua ediyorsa âlemlere rahmet olarak gönderilen Muhammed (sav)’in de ondan daha geniş ve şümullü, ümmetinin affı için dua etmesi ve bu duanın kabulü de inkâr edilmemelidir. Zaten, “Umulur ki Rabbin seni Makam-ı Mahmud’a (övülecek bir makama) ulaştırır.” (İsra, 79) ayetini âlimler şefaat olarak tefsir etmişlerdir. İmam Suyuti “Ed-Dürrü’l-Mensur” adlı tefsirinde “Makam-ı Mahmud”un şefaat-ı uzma olduğuna dair yirmi hadis-i şerif zikretmiştir. (Age. c. 5, s. 324) Şefaat Hakkındaki Hadisler Peygamberimizin kıyamet günü şefaat edeceğine dair hadisleri, Buhari, Müslim başta olmak üzere, pek çok hadis âlimi rivayet etmiştir. İslâm âleminde en geniş hadis koleksiyonu olarak kabul edilen, Kenzü’l-Ummal’in 14. cildinin (390-415) ve (628-640) sayfaları arası, şefaate dair hadislerle doludur. Ve hadislerin toplamı (86)’dır. Bu 86 hadisin toplamı, kalbinde iman ve insaf olan herkese bir kanaat verecek mahiyettedir. Kettani mütevatir hadisleri topladığı “Nazmü’l-Mütenasir Fi’l-Ehadisi’l-Mütevatir” adlı kitabında, Peygamberimiz (sav)’in, “Her peygamberin Allah katında makbul bir duası vardır. Her peygamber duasını dünyada yaptı. Ben ise duamı, kıyamette ümmetime şefaat için sakladım” hadisinin “Ebu Hureyre, Enes, Cabir, Abdullah b. Amr, Ubade b. Samit, Ebu Said El-Hudri, Abdurrahman b. Ebi Ukayl (Radiyallahü anhüm ecmain)” tarafından sahih olarak rivayet edildiğini ve bu hadisin mütevatir olduğunu söyler. Ayrıca mahşer yerinin dehşetinde, insanların peygamberlere müracaatı ve sonunda Peygamberimize (sav) gelip şefaat dileğinde bulunmalarıyla ilgili meşhur hadis, 12 sahabeden nakledilmiş mütevatir bir hadistir. Bu mevzuda tafsilat için Kettani’nin mezkûr kitabına müracaat edilebilir. Kur’ân’ı tefsir ederken Kur’ân’ı Kur’ân’la, daha sonra hadisle, daha sonra sahabe sözüyle tefsir etmek, bütün âlimlerin kabul ettiği bir usuldür. Kur’ân ayetlerini, sahih hadislere müracaat etmeden veya onlara muhalefet ederek tefsir etmek, dalalettir. Hülasa; buraya kadar zikrettiğimiz ayetler ve hadisler Allah’ın razı olduğu ve izin verdiği kimselerin mahşer yerinde şefaat edeceklerini ayan beyan ortaya koyuyor. Kur’ân’da Umumilik ve Hususilik Şefaatı inkâr edenlerin bir kısmı, bazı ayetleri yanlış anladıkları için şefaati inkâr ediyorlar. Onların yanlış anladıkları ayetlere geçmeden önce, Kur’ân’ı doğru anlamak için, Kur’ân’ın anlatım tekniklerinden birine dikkat çekmek istiyoruz. Kur’ân’ın bazı ifadeleri vardır ki, zahiren umumilik ifade ederse de, hakikatte onların istisnaları veya tahsis edilen durumları vardır. Umumi olan bir hüküm bazen başka bir ayetle veya hadislerle tahsis edilir, hususileştirilir. (Fakat bir delil olmadan da tahsise gidilmez.) Bunu bilmeyenler, o ayetlerden yola çıkarak yanlış hüküm verirler ve sapıtırlar. Üstelik onların fikirlerini kabul etmeyenleri sapıklıkla suçlarlar. (Bu şefaat konusunda olduğu gibi!) Mesela Kur’ân’ın pek çok ayeti “Zekât verin” şeklindedir. Zekât emri zahiren bütün Müslümanlara yönelik umumi bir emir iken, hakikatte yalnızca zenginlere yönelik hususi bir emirdir. Keza Âl-i İmran 97. ayeti şöyledir: “Yoluna (oraya gitmeye) gücü yeten bir kimsenin Kâbe’yi haccetmesi, insanlar üzerinde Allah’ın bir hakkıdır.” Burada “insan” kelimesi umumidir. Hâlbuki çocuklar ve deliler de insan oldukları halde, onlar müstesnadır. Maide suresi 38. ayette “Hırsız erkek ve hırsız kadının elini kesin” ayeti umumidir. Bu ifadenin zahirine göre yumurta çalanın da elini kesmek gerekir. Hâlbuki hadislerin ifadesiyle bu umumi ifade “belli bir miktarla” tahsis edilmiştir. Bakara suresinin 173. ayetinde “meyte” yani “ölü hayvan etinin” haram kılındığı belirtilir. Balık eti bu ayete göre haram olmalıydı. Hâlbuki hadis-i şerifler balık etinin caiz olduğunu belirterek ayeti tahsis etmiştir. Boşanmış kadınların 3 hayız müddeti beklemesini emreden Bakara Suresinin 228. ayeti umumi iken, Ahzab Suresinin 49. ayeti nikâhlanılan fakat kendileriyle zifafa girilmeyen kadınların iddet beklemeyeceğini ifade etmekle, umumi ifadeyi tahsis etmiştir. Kur’ân’ın bir yerde umumi zikrettiği, fakat bunun hemen ardından veya başka bir yerde tahsis ettiği ayetlere dair usul-i fıkıh kitaplarında pek çok örnek vardır. Burada üzerinde durduğumuz şefaat konusu da, bazı ayetlerde umumi olarak nefyedilmiştir. Fakat bu ayetler zahiren umumi ise de, onun da istisnai, hususi durumları vardır. Yukarıda zikrettiğimiz ayetler, şefaati umumi olarak nefyeden ayetleri “Ancak Allah’ın izin verdikleri müstesna” ifadeleriyle tahsis etmektedir. (Taha suresinin 109. ayeti şöyle der: “O gün Rahmanın izin verdiği ve sözünden razı olduğu kimseden başkasının şefaati fayda vermez.”) Şefaati inkâr edenler şu ayeti bize delil olarak sunacaklardır. “Ey iman edenler! İçinde ne bir alış-veriş, ne bir dostluk ne de bir şefaat bulunan bir gün gelmeden önce, sizi rızıklandırdığımız şeylerden (Allah yolunda) sarf edin. Kâfirler zalimlerin ta kendileridir.” (Bakara, 254) Hâlbuki bu ayet, devamındaki 255. ayet yani “İzni olmadan onun huzurunda kim şefaat edebilir?” ayetiyle tahsis edilmiştir. Yani ayet (Allah’ın izni olmadan şefaat yok) manasındadır. Buna benzer ayetleri de hep bu ölçüye göre değerlendirmek gerekir.

Hayvanın hilafına, insandaki kuvveler, fıtrî tahdid olmamış. Onda çıkan hayr u şerr, lâ-yetenahî gider. Onda olan hodgâmlık, bundan çıkan hodbinlik, gurur, inad birleşse; öyle günah oluyor (haşiye) ki beşer şimdiye kadar ona isim bulmamış. Cehennemin lüzumuna delil olduğu gibi, cezası da yalnız Cehennem olabilir. Hem meselâ: Bir adam, tek yalancı sözünü doğru göstermek için, İslâm'ın felâketini kalben arzu eder. Şu zaman da gösterdi: Cehennem lüzumsuz olmaz, Cennet ucuz değildir. Bediüzzaman Hazretleri bu bölümde insanoğlunun yapacağı kötülüklerin, zulümlerin, cinayetlerin, hatalarının kaynağını ve bu olumsuzlukların ne kadar büyük olabileceğini göstermektedir. Ona göre insanın cisminin küçük olması yapacağı kötülüklerin küçük olması anlamına gelmemektedir. Evet, insan cisim itibarıyla küçük bir varlık olabilir. Lakin fiilleri bütün âlemle ilgili olabilmektedir. Yeryüzünde insan eliyle yapılan zulümleri, kötülükleri gördükçe çoğu zaman kendimize sorarız. İnsan nasıl bu hale gelebilir? Nasıl bu kadar kötü olabilir? Nasıl bir canavar olabilir? İşte Hz. Üstad çözümünü bulamadığımız ve can sıkan bu sorulara bu bölümde cevap vermektedir. Hz. Üstada göre yüce Allah tarafından, hayvanların kabiliyetlerine yaratılıştan bir sınır çizilmiştir. Hayvanlar yüce Allah tarafından verilen bu sınırlı yeteneklere uygun işler görürler. Onun dışına çıkmazlar. Bundan dolayıdır ki hayvanların yapabilecekleri işler sınırlıdır. Hâlbuki insanın yeteneklerine ve duygularına böyle bir sınır konulmamıştır. Çok iyi ve faydalı bir insan olabileceği gibi çok zararlı bir canavara dahi dönüşebilmektedir. Âdeta insan, melek gibi hatta meleklerden öteye geçebilirken diğer taraftan da zehirlemekten lezzet alan bir ferd olabilmektedir. Hz. Üstad, insanın kabiliyetlerinde bir hududun olmamasını, Cenab-ı Hakkın bütün isimlerinin nihayetsiz tecellilerine bir ayine olması hikmetiyle açıklamaktadır. Mesela insan bütün dünya kendisine verilse doymak bilmeyen bir hırsa sahiptir. İnsan sevdiği bir şeyi ona tapacak ve onu ilah edinecek kadar ileriye taşıyabilir. Kendi menfaatini binlerce insanın veya milletin zararında görebilir. Tek bir ferd tarihe, insanlığa, geleceğe faydalı olabilir. İnsan yüce Allah’ın isimlerinin sonsuz tecellilerini anlamak için verilen bu kabiliyet ve duygularını veriliş amacına uygun kullanmazsa firavun, nemrut, şeddat, cebbar bir hale gelebilir. Sınır konulmayan bu kabiliyet ve duygularını veriliş amacına uygun kullandığı takdirde insanların rehberleri hükmünde olan birer yıldız olabilirler. Öyleyse insanın sınır konulmayan bu duyu ve kabiliyetlerden sonsuz bir hayır veya sonsuz bir şer çıkabilir. Eğer insanda gurur, inat, bencillik, olumsuz düşünceler bir araya gelirse öyle günahlar, zulümler, kötülükler, cinayetler işleyebiliyor ki sözlüklerde buna karşılık gelecek bir kelimeye rastlamak mümkün olmuyor. İşte insanın bu hali, sonsuz bir Cehennem azabının varlığına da delil olmaktadır. Çünkü böyle bir nisanın işlediği bu büyük suçun cezası bu dünyada verilemez. Çünkü bu Dünya geçici, kısa, fani bir yerdir. Sınırlı süre içerisinde cezalandırılabilir. Hâlbuki kabiliyet ve duygularını kötülükte kullanan insanlar sonsuz kötülükler işleme kabiliyetini taşıyabilirler. Ellerinden gelse işleyebilirler. Öyleyse bunların cezası sonsuz bir âlemde verilebilir. Bazen Hayır, Şerre Vasıta Olur Havastaki meziyet filhakika sebebdir tevazu, mahviyete. Olmuş maatteessüf sebeb tahakküme, tekebbüre hem illet. Fakirlerdeki aczi, âmilerdeki fakrı filhakika sebebdir ihsan ve merhamete. Lâkin maatteessüf müncer olmuştur şimdi, zillet ve esarete. Bir şeyde hâsıl olan mehasin ve şerefse; Havas ve rüesaya o şey peşkeş edilir. O şeyden neş'et eden seyyiat ve şerr ise; efrad ve hem avama taksim, tevzi' edilir. Aşiret-i galibde hâsıl olan şerefse; “Hasan Ağa, âferin!” Hâsıl olan şerr ise; efrada olur nefrin. Beşerde şerr-i hazîn!.. Hz. Üstad toplumsal ayrışmanın, çatışmanın, ötekileştirmenin ve zedelenen ilişkilerin kaynağını ve membaını göstermektedir. Zira ona göre bir toplumun okuryazar, seçkin, ileri gelen veya idarecilerin sahip olduğu meziyetler, topluma hizmet içindir. Mütevazı olmaları içindir. Bu meziyetler hizmet edilmek değil, hizmet etmek içindir. Kendini üstün görmek, baskı sebebi saymak veya kibirlenmek için değil, alçak gönüllülükle insanlığa hizmet etmek içindir. Hâlbuki tarihe baktığımızda veya pratikte toplumun önünde görünen bu kesim, tevazu’ yerine bu özelliklerini toplumun üzerinde bir üstünlük sebebi olarak görmüşlerdir. Bu meziyetler hizmet etmek için kullanılması gerekirken hizmet edilen konumda görülmüştür. Tevazu ile dallarını aşağı sarkıtan meyveli ağaç gibi olması gereken bu insanlar, kavak ağaçları gibi dik olmayı tercih etmişlerdir. Bu meziyetler sayesinde onlar, ulaşılmaz olmayı ve başkalarını küçümsemeyi tercih etmişlerdir. Halkın, muhtaçların, mazlumun, küçüğün acizlikleri ve fakirlikleri, merhamet edilmeye, elinden tutulmaya, yardımına koşulmaya sebep iken maalesef ötekileştirilmeyi, itilip kakılmayı, baskı altında ezilmeyi, zulüm altında inlemeyi sonuç vermiştir. Haysiyet, şeref, onur gibi insani değerlerinin zedelenmesini doğurmuştur. Demek insanın sahip olduğu meziyetler hizmet içindir. Yardıma koşmak içindir. El uzatmak içindir. Yoksa hizmet edilmek için değildir. Yardımına koşulmak için değildir. Eli sıkarak yumruk yapmak için değildir. Kısacası meziyetler, bir üstünlük sebebi değildir. Konumuzla ilgili olarak toplumumuzda çok yanlış bir algı daha bulunmaktadır. Birlikte elde edilen ve kazanılan bir başarıyı yalnız toplumun ileri gelenlerinden bilmek, başarıyı onlara vermektir. “O başardı, ben başardım” demektir. “Biz başardık, siz başardınız, onlar başardı” denmez. Başarı paylaşılmaz. Hâlbuki bir başarısızlık halinde suç takım/mesai/iş arkadaşlarına atılır. Onlar kötülenir. Kısacası başarı kişiselleştirilirken başarısızlık herkesleştirilir. Bediüzzaman Hazretleri bunu güzel örneklerle şöyle açıklamaktadır: Mesela, bir tabur galebe çalsa, şan ve şeref kumandana verilir, taksim edilmez. Mağlûp olduğu vakit, seyyie tabura taksim edilir. Meselâ bir aşiret namuskârane bir iş etse, “Aferin Hasan Ağa” derler. Fenalık ettikleri vakit, “Tuh! Ne pis aşiretmiş” diyecekler. Bu yanlış algının tedavisi ise başarının herkese ait olduğunu bilmek ve herkesi tebrik etmek, başarısızlığın ise lidere ait olduğunu düşünmek ve halkı tenkit etmemektir. Sonuç olarak denilebilir ki toplumda görülen kötülüklerin, ayrışmaların, ötekileştirmenin kaynağında meziyet sahibi insanların meziyetlerinin kibir, bencillik ve üstünlük duyguları olarak anlaşılmasında yatmaktadır.