121. Sayı: "Sünneti Terk Ettiğiniz Zaman Helak Olursunuz!"Bu Sayıyı Satın Al
Konu resmiBirinci Söz(12)
Risale-i Nur

بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحٰيمِ وَ بِهٰ نَسْتَعٰينُ اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ رَبِّ الْعَالَمٰينَ وَ الصَّلاَةُ وَ السَّلاَمُ عَلٰى سَيِّدِنَا مُحَمَّدٍ وَ عَلٰى آلِهٰ وَ صَحْبِهٰ اَجْمَعٰيَن Aşağıda manaları verilen fakat ekseriyetle yerinde anlaşılmayan kelimeler tasnif edilmiştir. Aynı zamanda bu kelimeler izah edilirken kâinat kitabındaki hangi faaliyetle örtüştüğü esas alınmıştır. Bil Ey Nefsim 191- Bu cümlede insanın en birinci mu­hatabı ve talebesi, kendi nefsi olduğu vur­gulanmaktadır. Çünkü kendi nefsini ikna edemeyen başkasını ikna edemez. Öyle ise meseleye en evvel nefsinden başlamak lazımdır. 192- Nefis insandaki zevk ve lezzetin men­baıdır. Her şeyden kendisine zevk, lezzet ve pay çıkarır. Bundan dolayı aldığı zevk ve lezzetine mani olacak her şeyi kendisine düşman bilir. Hatta Rabbini dahi tanımak istemez. 193- İşte bu yüzden “Ey nefsim, sen en evvel kendi Halık’ını bil, tanı!” diyerek hitap ediyor. Yani senin ademden varlık dairesine çıkman O Zat-ı Zülcelalin irade ve kudretiyle olduğu gibi aldığın bütün lezzet ve zevkleri yaratan, senin Rabbin ve Halık’ındır. Önce nefsimize O’nu anlatmak tanıtmak zorundayız. 194- Nefsimiz Rabbini tanır ve kabul eder­se onu sevmeye başlar. Tanıdıktan sonra itaat etmeyi de öğretmek lazımdır. Çünkü Rabbini tanımayan bir nefis her fiilinin başında ‘Ben!’ der. Ben diyerek Allah’a in­tisabını keser. Her amelini kendine isnat ederek bir lezzet payı çıkarır. Eğer Bismillah dese ve O’na intisabını bilse, O’nun ismini söyleyip ihtiyacını arz eder. Şu Mübarek Kelime İslam Nişanı Olduğu Gibi, 195- İslam nimeti; Kelam sıfatından gelen şeriat-ı suğra (küçük şeriat) kanunlarından ibarettir. Bu hükümler beşerin hareket ve ef’allerini intizam altına alan kanunlardır. Sünnet-i seniye ve ahlak-ı Muhammediye (asm) ise o kanunların tatbik ve icrasının tezahüründen ibarettir. Hem ahlak-ı İlahi­ye ile muttasıf olmaktır. Öyle ise İslam, Muhammed (asm) Efendimizin dinidir. Ah­lak-ı İlahiyeye teslim ve tabi olmaktır. De­mek “Bismillah” kelimesini söylemek, Müs­lü­man olduğumuzun en birinci alametidir. Bütün Mevcudatın Lisan-ı Haliyle Vird’i Zebanıdir. 196- Lisan-ı kâl: Konuşma dilidir. Sadece beşere mahsustur. Dolayısıyla Cenab-ı Hakk’ ın tekellüm sıfatının muhatabı insan­dır. 197- Lisan-ı hâl: Bir şahsın ruhundaki gizli kemalatını, ilim vasıtasıyla her an sanatında tezahür ettirmesidir. Kendi namına eserinin konuşması veya konuşturulmasıdır. 198- Mesela, Mimar Sinan’a: “Sen mimar mısın” diye sorsak; o da konuşarak dese ki. “Evet, ben dâhi bir mimarım.” Biz mimar Sinan’ın doğru söylediğini varsayarak ona inanırız. Fakat yine de “Acaba öyle mi?” diye bir şüphe aklımızda kalır. 199- Eğer biz Mimar Sinan’ın eserlerine ba­karak dâhiyane sanat harikalarını müşahe­de etsek, Mimar Sinan’ı görmeden onun ne kadar büyük bir mimar olduğunu anlarız ve şüphesiz tasdik ederiz. Demek Mimar Sinan, eserini kendi ruhundaki mimarlık dehasına ayinedarlık edecek şekilde terbiye ettiği için, eserleri de onun mimarlığını lisanı haliyle ilan eder. 200- Aynen bu misal gibi, kâinat kitabı Cenab-ı Hakkın nihayetsiz enva-ı kema­latına ayinedarlık edecek şekilde terbiye edildiği için, kâinat kitabı O zatın kema­latını lisan-ı hal diliyle ilan eder. İşte Kur’an-ı Mu’cizü’l-Beyan kâinat kitabında lisan-ı hal diliyle tezahür eden kemalat-ı İlahiye’yi lisan-ı kale tercüme ederek ile ilan eder. Peygamber Efendimiz (asm) da o Kur’an’ın mübelliğidir. 201- Hâlbuki maddiyyun ve tabiiyyun as­rının fen ve felsefe adamları Kur’an’ı ve hadis-i şerifi bilimsel kabul etmiyorlar: “O diyanetin işidir. Biz bilim adamlarıyız. Bili­me dayanmayan ve nakli meseleler bizim için esas olmaz” diye Kur’an’ın hükmünü reddediyorlar. 202- Öyleyse ancak ilimle, fenle, delille, hüccetle ve burhanla akıllarını ikna etmek mümkündür. Yani tabiiyyunlar kâinat ki­tabını okurken yanlış anlayarak içinde boğulduklarından; elbette doğru okuyabil­meleri için ders vermek lazımdır ki ikna olup ilzam olsunlar. İşte Risale-i Nur bu sistem üzerine yazılmış harika bir tefsirdir.  Bismillah Ne Büyük Tükenmez Bir Kuvvet, Ne Çok Bitmez Bir Bereket Olduğunu Anlamak İstersen; Şu Temsili Hikâyeciğe Bak Dinle Şöyle ki 203- Kuvvet: Duran bir cismi harekete geçi­ren ve hareketli bir şeyi durduran enerji­dir. Kuvvet, tesir ettiği şeyin haricindedir. Mesela, kalemi hareket ettiren kuvvet, ka­leme hariçten müdahale eden kâtibe aittir veya binanın taşlarını intizamla dizen kuv­vet, binanın haricindeki ustanın işidir veya ayinenin içindeki cilve, hariçten ona tecelli eden semadaki güneşe mahsustur. 204- Aynen öyle de; kâinatı halk ve icat eden kudret ve bereket dahi kâinatın had­siz derecede haricinden ve fevkinden ona te­celli eder. 205- Kudret: Doğrudan doğruya Daire-i Vücub’un kemalatından birinin unvanı­dır. Kuvvet ise, o kudretin kâinattaki tecelli ve cilveleridir. Kudret, semadaki güneşin ziyasına misaldir. Kuvvet ise, ayine içine tecelli edip tezahür eden güneşe misaldir. 206- Bereket: Bolluk, feyiz, Cenab-ı Hakk’ ın lütuf ve ihsanı. 207- Bismillah kelimesi ise gizli bir define olan kuvvet ve bereketin masdarı (kaynağı ve membaı)’dır. 208- İntisap nedir? Başta izah edildiği gibi, kelime manası, bir yere veya bir kimseye mensup olmak maiyetine girmek ve bağ­lanmaktır. Mesela, ayinenin içindeki akse­den misali güneşin vücudu ve bekası, se­madaki güneşe intisap etmesiyle müm­kün­dür. Gelecek izahta intisap eden kim­se­nin neler kazanacağı veya etmeyenin neler kay­bedeceği izah edilmiştir.

Muammer YANIK 01 Aralık
Konu resmiİslâm'da Nesh
İtikad

مَا نَنْسَخْ مِنْ آيَةٍ أَوْ نُنْسِهَا نَأْتِ بِخَيْرٍ مِّنْهَا أَوْ مِثْلِهَا أَلَمْ تَعْلَمْ أَنَّ اللهَ عَلَىَ كُلِّ شَيْءٍ قَدِيرٌ “(Biz) bir ayetin hükmünü kaldırır veya onu unutturursak, ondan daha hayırlısını veya benzerini getiririz. Bilmez misin ki şübhesiz Allah, her şeye hakkıyla gücü Bu ayet-i kerimede açık olarak ifa­de edildiği gibi, İslam dininde ve Kur’an-ı Azimuşşan’da nesh vardır. Yani nasıl ki İslamiyet ile sair dinler yü­rür­­lük­ten kaldırılıp nesh edilmiştir. Öyle de bir ayetin açık bir hükmü, başka bir ayet veya hadisle yürürlükten kaldırıldığı gi­bi, bir hadis-i şerifin de hükmü başka bir hadis-i şerif veya ayetle nesh edilmiştir. Şer’i ıstılahta; hükmün kalkmasına nesh, hükmü kaldırana nasih, hükmü kalkmış olana da mensuh denilir. “Şer‘î ıstılahta nesh, herhangi bir hükmün yerine, sonradan başka bir şer‘î hükmün be­yan edilmesi ve böylelikle, evvelki hük­mün vaktinin sona ermesidir. Nesh, ebe­di­ye­tine hükmedilmemiş emir ve yasak­lara mahsustur.”2 Evet, nesh edilen ve unut­tu­rulan ayetler vardır. Hadis-i şerifle de ol­sa, nesh yine Allah Teâlâ’nın emri iledir. Çünkü: إِنْ هُوَ إِلَّا وَحْيٌ يُوحَى “O (onun o söyledikleri) bildirilen vahiyden başka bir şey değildir.”   3 ayetinin emrine göre; Resulullahın (sav) dine ait sözleri, ayetler ve hadis-i kudsiler gibi ya açık vahiy veya hadis-i şerifler gibi zımnî vahiydir. Yani manası Cenab-ı Hakk’tan la­fız ve kelimeleri ise Peygamberimiz (sav)’e aittir.  Zira Kur’an-ı Kerim’de tenezzülat-ı İlahi­ye vardır. Yani Cenab-ı Hak insanların se­vi­ye­sinde ve onların anlayabileceği şekilde on­larla konuşuyor. Mesela: İçkiyi yasak eden ayetlerde insanlar için büyük bir ders vardır. Çünkü insanlara ağır gelebilecek şekilde bir anda yasak ederek kesip atmıyor. Onların fıtratlarının gereği olarak, hazmettirerek bu hükmü onlara kabul ettiriyor. İnsanların da yaptıkları tebliğde böyle bir yolu takip et­melerini onlara ders veriyor. Hem bu nesih meselesi, Cenab-ı Hak sanki bir yanlış yap­mış da sonradan bu yanlışın farkına varıp onu düzeltmiş demek değildir; belki son­suz merhamet ve şefkatiyle muhatapları olan insanların eksik olan kabiliyetlerine ve ih­tiyaçlarını gidermeye binaendir. Bediüzzaman Hazretleri de bu mesele­nin bir hikmetini şöyle açıklıyor: “Evet me­vâsim-i erbaada (dört mevsim­de) giye­cek, yiyecek ve sâir ilaçların tebed­dülü­ne (değişmesine) lü­zum ve ihtiyaç hâsıl olduğu gibi, bir şah­sın yaşayış devre­lerinde, ta‘lim ve terbi­ye key­fiyeti (şekli, du­ru­mu) tebeddül eder (de­ğişir). Keza­lik (bunun gibi), hikmet ve mas­­­la­­hatın iktizâsı (gereği) üzerine, ömr-i be­­­­­şe­rin (insan ömrünün) mertebelerine gö­­­­­re ah­kâm-ı fer‘iyede (esâsa âid olmayan hü­­­­­­küm­­lerde) tebeddül (değişme) vardır. Çün­­­­­ki fer‘î hükümlerden biri, bir zamanda mas­­­­lahat (faydalı) iken, diğer bir zamana gö­re mazarrat (zararlı) olur. Veya bir ilâç, bir şahsa deva iken, şahs-ı âhara (başka şah­sa) dâ’ (hastalık)olur. Bu sırdandır ki Kur’ân, fer‘î hükümlerden bir kısmını nesh etmiştir. Yani vakitleri bitti, nöbet başka hükümlere geldi, diye hükmetmiştir.”4 Mensuh, bir ayet-i kerimenin hükmünün son bulması ve başka bir ayet-i kerimenin onun yerine devreye girmesi demektir. Nesh olan yani hükmü son bulan ayet-i kerime ise, sadece hüküm noktasında yaptığı vazi­feyi başka ayet-i kerimeye bırakır. Fakat se­vap kazandırmak, ayet olarak değer ve kıy­metini muhafaza etmek ve o hükmün dışındaki başka manaları ifade etmek gibi birçok cihetlerde yine kudsiyetini muhafaza eder. Yoksa o ayet iptal olmuş, değer ve kıy­metini kaybetmiş değildir. Mesela: Ordu hareket halinde iken kuman­dan herhangi bir askere sancak taşıma va­zifesini verir. Daha sonra gerektiğinde o vazifeyi başka bir askere devreder. Nasıl ki o vazifeyi bırakan asker, yalnız sancağı taşıma vazifesini bırakıp asker olarak diğer bütün vazifelerini de görmek suretiyle devam edi­yor. Veyahut terhis olmuş bir asker her ne kadar askerlik vazifesi bittiyse de insan ol­ma değerini ve dini olan bütün vecibeleri­ni yerine getirir, devam eder; insanlık değer ve kıymetini kaybetmez. Öyle de Kuran’da yazılı nesh edilmiş bir ayet, Kuran’da yazılı ise, gördüğü vazifelerden bir vazifesinin hük­mü kalktı ise de; o asker gibi askerliğe ait diğer bütün vazifeleri devam ediyor. Kâfirun Suresi gibi: “Sizin dininiz size, be­nim dinim de bana” vazifesi kalkmıştır. Fakat hadis-i şeriflerde onu, dört defa okumanın bir hatim sevabını kazandırması ve her bir harfinin birçok sevap getirmesi gibi daha birçok vazifeleri devam etmektedir. Veyahut bir ayet veya bir sure Kuran’da yazılma­yan, nesh olmuş ayetlerden ise, terhis edilmiş asker gibi, ayet özelliğini ve kutsiyetini ay­nen muhafaza eder. Kıymetsiz ve değersiz bir duruma düşmez. Buna örnek ise, recm ayeti gibi ayetler ve semavi kitaplardır. Çün­kü Kur’an-ı Azimüşşan, sair semavi ki­tapları nesh ettiği halde, onlar değerden düşmüyorlar; o kitapların bozulmamış hal­lerine inanmak her mümine farzdır. Mensuh Üç Kısımdır5 Birincisi: Yazılması da okunması da kalk­mış olandır. Nitekim Hazret-i Enes (ra) riva­yet ediyor ki, Berae Suresiyle beraber uzun bir sure vardı. Asr-ı Saadette bir dönem onu okurduk. Daha sonra Müslümanların arasında o sure nesh oldu. Ancak o sureden, sahabeler arasında, bu ayetin Kur’an’da ya­zılması değil de sadece okunması kaldı. “Eğer âdemoğlunun iki vadi dolusu altını olsa onlarla birlikte üçüncüsünü de iste­yecektir. Eğer üç olsa dördüncüsünü de isteyecektir. Âdemoğlunun karnını ancak toprak doyurur. Elbette Allah (cc) tevbe edenlerin tevbesini kabul eder.” İkincisi: Yazılması nesh olmuş, fakat hük­mü bakidir. Mesela: “(Evlenmiş olarak) zina yapan ihtiyar, erkek veya kadını şiddetli bir azab olarak recmediniz. Şüphesiz ki Allah (cc) aziz ve hakîmdir.” Üçüncüsü: Hükmü mensuh olarak son bul­muş, fakat Kur’an-ı Kerim’de yazılı olan­lardır. Kâfirun Suresi gibi; bunun birçok örneği vardır. Hulasa: Cenabı Hakk’ın kelâmı olan Kur’an-ı Azimüşşan’da bir şeyi anlama­dıysak, o eksiği Kur’an-ı Kerim’e de­­­­ğil, acizliğimize vermemiz gerekmektedir. 1400 seneden beri bütün beşeriyet, Kuran’da bir abe­siyet ve yanlışlık bulamamıştır. Bu ne­sih meselesini, ayrıntılı bir şekilde anla­mak isteyenler, bunu teferruatlı olarak an­latan ve itimad edilen tefsir kitaplarına ba­kabilirler. Kaynaklar: 1- Bakara, 1062- Kurtubî, c. 1/2, 62,653- Necm, 44- İşârâtü’l-İ‘câz, 445- Bkz. Kamus-u Okyanus

Zakir ÇETİN 01 Aralık
Konu resmiEvliya Çelebi Yolu
Tarih

Dua edip dedim tarihin ey daniş! Bu mebnanınZemin durdukça dursun bu bina-yı asuman-asa Evliya Çelebi Seyahatnamesi Osmanlı klasik dönemi ile ilgili bir­çok ma­lumatı, Evliya Çelebi’nin se­yahatna­me­sin­den öğrendik. O, meş­­hur rüyasını gördü ve yollara revan ol­du. Kadim dünyayı gezdi. Birçok hadi­se­­ye şahit oldu. On ciltlik muh­teşem ese­ri­­ni vücuda getirdi. 1600’lü yılların dün­ya­sını gayet sevimli ve samimi bir dille gü­nümüze yansıttı. O devirlerde yaşayan insanların dünyaya bakışını birinci elden okuyabilme fırsatını bize tanıdı. Sa­dece rü­yasını anlatırken kullandığı dil bile, bir Osmanlı vatandaşının hayata bakışını gös­termesi açısından çok önemlidir. İslam me­deniyetinin Osmanlı yorumunun izleri­ni se­ya­hatnamenin her yerinde görmek müm­kündür. Evliya Çelebi, rüyasında Eminönü’ndeki Ahi Çelebi Camiinde olduğunu görür. Rü­yasını anlatmaya başlamadan önce Ahi Çelebi Camiinin helal mal ile inşa edildi­ğini de ayrıca belirtir. Sadece bu ifadesi bile Osmanlı devrindeki medeniyet anla­yı­şını göstermesi açısından önemlidir. Yediğin­den içtiğine, giydiğinden oturduğu veya bulunduğu mekâna kadar haram olan bir şeye bulaşmadan yaşamaya çalışan insan­ların zamanıdır o devirler. Camiler inşa edi­lirken, bir taşının bile abdestsiz yerine konulmadığı dönemlerdir. Bu hassasiyet, mi­marından ustasına, işçisinden esnafına, me­murundan amirine herkeste vardı. Evliya Çelebi’nin ifadelerinde de bu hassasiyetin parıltılarını görebiliyoruz. Rüyasında Ahi Çelebi Camiinde nurlu bir cemaat görür ve onlarla birlikte Sabah Na­mazının sünnetini kılar. Mesleği müez­zinlik olan Evliya Çelebi, minberin hemen yanında oturmaktadır. Farz kılınana kadar olan süreçte bu nurlu cemaat, Salavat-ı Şerife getirmekle meşguldürler. Evliya Çelebi de hayran hayran onları seyretmektedir. Bir müddet sonra, Evliya Çelebi bu cemaatten en yakınında oturanına ismini sorar. Bu mübarek zat, isminin Sa’d bin Ebi Vakkas (ra) olduğunu söyler. Evliya Çelebi, işte o zaman anlar ki; etrafındakiler Sahabelerdir ve Peygamber Efendimizi (asm) beklemek­tedirler. Bu tafsilatlı rüyanın sonunda, Pey­gamber Efendimizi (asm) görünce ‘Şefaat Ya Resulallah!’ diyeceğine ‘Seyahat Ya Re­sulallah!’ der ve Resulullah’ın (asm) hem şefaatini kazanarak hem de seyahat duasını alarak macerasına başlar. Seyahatinin ba­şında böyle bir rüya görmesi, onu yaptığı işin hayırlı olduğu konusunda tatmin eder. Evliya Çelebi’nin rüyasına göre Peygam­ber Efendimiz’in (asm) ve Ashabının manen İstanbul’a gelmelerinin hikmeti, Ruslara karşı yaptıkları savaşlarında Tatar Ordusuna yardım etmektir. İşte genel hatlarıyla belirtmeye çalıştığı­mız bu rüya, Evliya Çelebi’nin Seyahatnamesi­ne bakış açımızın nasıl olması gerektiğini de netleştirmektedir. Seyahatnameye Osman­lı maneviyatı ile bakılması gerekmektedir. Yüz­yılların getirdiği İslam medeniyeti biri­ki­minin bakış açısı da asla göz ardı edil­me­melidir. Evliya Çelebi ve anlattıkları bu bakış açısıyla değerlendirilmelidir. Seyahatnamede İstanbul Surları Evliya Çelebi, seyahatnamesinde ilk olarak İstanbul’u anlatmaktadır. İstanbul’u anlat­ma­ya da ilk olarak İstanbul surlarından başlar. Yaşadığı devirde bakımsız kalan İs­tanbul surlarının tamir ediliş hikâyesini ise şöyle anlatır: Evliya Çelebi’nin babası Mehmed Zıllî ibn-i Derviş, Osmanlı Sara­yının Kuyumcu basışıydı. O sebeple üst dü­zey devlet erkânını tanır ve onlarla de­vamlı görüşürdü. Sultan 4. Murad, Van Se­­ferindeyken İstanbul’da yerine vekâleten Kaymakam olarak Bayram Paşa’yı bırakmış­tı. İşte Evliya Çelebi’nin babası Mehmed Zıllî, saltanat kaymakamı Bayram Paşa ile bir sohbet esnasında iken, İstanbul’un surlarının çok harab vaziyette olduğunu ve derhal tamir edilmesi gerektiğini söyler. Hatta Padişah seferden dönmeden bu ta­mirat işi tamamlanabilirse, muzaffer Pa­di­şah’a bir hediye gibi olacağını ifade eder. Bu teklifi kabul eden Bayram Paşa, derhal Suriçi ve Bilad-ı Selase kadılarına, Mimarbaşı’ya, Şehreminine ve İstanbul’un 4700 mahallesinin imamlarına haber salar. Herkesin el ele verip, İstanbul surlarının tamirine yardımcı olmalarını ister. Bu çağ­rı, karşılığını bulur ve çok kısa zamanda İstanbul surları ve Galata surları tamir edilir. Burada dikkat çeken bir ayrıntı var. O da İstanbul’un 4700 mahallesinin bulunması meselesidir. Osmanlı İstanbul’unda her üç dört sokak, bir mahalleyi oluştururdu. Ve bu mahallelerin yöneticilerine imam denilirdi. Her mahallenin aynı zamanda bir mescidi de vardı. Bu mescidlerde namaz kıldırmak için görevliler bulunurdu. Bura­daki imam tabiri ile, mahalle camiinin ima­mından değil mahallenin yöneticisinden bahsedilmektedir. Mahalle imamları, ma­hal­ledeki sorunların çözümünde de birinci derecede rol oynarlardı. Küçük sorun­ları, kadıya gitmeden mahalle içinde halleder, çözüme kavuştururlardı. O sebeple, Bay­ram Paşa’nın 4700 mahallenin imamına ha­ber gönderip onlardan da yardım istemesi, doğ­rudan bütün İstanbulluların bu konuda seferber olması içindi. Bu sayede, yaklaşık 22 km’yi geçen İstanbul surları ve Galata surları, vakitlice tamir edilebilmişti. Surların tamirinin tarihi, hicri 1044 (Mila­di: 1634-1635) senesi olup; şu beyitle tarih düşülmüştü: “Dua edip dedim tarihin ey daniş! Bu mebnanın Zemin durdukça dursun bu bina-yı asuman-asa” Çifte Bayram Surların tamirinin bitamamiha bitirilme­si­­nin ardından, Sultan 4. Murad’ın Van Se­­ferinden de muzafferiyet haberi gelince, İs­tanbul için adeta çifte bayram olur. Ve gün­lerce kutlamalar yapılır. Evliya Çe­le­­bi’ nin ifadesiyle, Van Seferinin muzaf­fe­ri­yetle ta­mam­lanması ile birlikte İstanbul­luların ge­ce­leri Miraç Gecesi, gündüzleri Kurban Bay­ramı gibi oldu. Yedi gün, yedi gece Hü­seyin Baykara fasılları yapıldı. Hü­seyin Bay­kara, Timur Devletinin hüküm­dar­­ların­dandı. Türkçe ve Farsça şiirler yaz­­­mış olan Hüseyin Baykara’nın yazdığı Türkçe şiirler, kendi adıyla anılan divanında top­lanmıştır. Evliya Çelebi Yolu Evliya Çelebi, seyahatine ilk olarak İstan­bul’dan başlar. Ve ilk yaptığı işlerden biri de İstanbul’un surlarının etrafını adımlamak olmuştur. İstanbul surlarının dışını adım­layıp, adımlarını tek tek sayan Evliya Çele­bi; surların toplam uzunluğunun 30 bin adım olduğunu ifade etmektedir. Osmanlı zamanında adım, yaklaşık 75 cm’ye tekabül eden bir uzunluk ölçüsüydü. Restore edil­miş kısımları ile birlikte, bir kısmı tamamen yıkılmış ve bir kısmı da harap vaziyette olan İstanbul Surlarının güzergâhını hâlihazırda çok rahat gözlemleyebiliyoruz. Ve bugün de hesaplayarak doğrulayabileceğimiz gibi, sur­ların dıştan toplam uzunluğu yaklaşık 22 km’yi geçmektedir. Bu ölçüme İstanbul Surlarına göre gayet kısa olan Galata Surları dâhil değildir. Evliya Çelebi, surları adım adım sayarak turlarken, her bir kapının ara­sındaki mesafeyi de yine adım ölçüsüyle ve­ri­yor. İstanbul surlarının üzerindeki kule­leri de sayıyor ve surların üzerinde toplam 400 kule olduğunu ifade ediyor. Üç sıra sur olduğu için de genel toplamda 1225 kule olduğunu belirtiyor. Kulelerden bah­se­derken, kiminin dört köşeli, kiminin yu­varlak, kiminin de altı köşeli olduğunu söy­lüyor. İstanbul Surlarının Kapıları Evliya Çelebi, İstanbul’un bütün kapılarının isimlerini tek tek sayarak, her bir kapının arasındaki mesafeyi de belirtmiştir. Buna göre İstanbul’un Sur-ı Sultani kapıları dâhil 39 kapısı vardı ve aralarındaki mesafe ise şu şekildeydi: -Yedikule Köşkünden Yedikule Kapısına 1000 adım -Yedikule Kapısından Silivri Kapısına 2010 adım -Silivri Kapısından Bab-ı Cedid’e 1000 adım -Bab-ı Cedid’den Bab-ı Top’a 2900 adım -Bab-ı Top’dan Bab-ı Edirne’ye 1000 adım -Bab-ı Edirne’den Eğri Kapı’ya 900 adım -Eğri Kapıdan Eyyub-i Ensari’ye 1000 adım -Eyyub-i Ensari’den Balat Kapısına 700 adım -Balat Kapısından Bab-ı Fener’e 900 adım -Bab-ı Fener’den Petro Kapısına 600 adım -Petro Kapısından Yeni Kapıya 100 adım -Yeni Kapıdan Aya Kapısına 300 adım -Aya Kapısından Cibali Kapısına 400 adım -Cibali Kapısından Unkapanı’na 400 adım -Unkapanı’ndan Ayazma Kapısına 400 adım -Ayazma Kapısından Hatab Kapısına 400 adım -Hatab Kapısından Zindan Kapısına 300 adım -Zindan Kapısından Balık Pazarı Kapısına 400 adım -Balık Pazarı Kapısından Yeni Cami Kapısına 300 adım -Yeni Cami Kapısından Bab-ı Şehid’e 300 adım -Topkapı Sarayı’nın dört bir yanındaki kapılar (Sur-ı Sultani Kapıları): Kireçcibaşı Kapısı, Yalı Kapı, Top Kapısı, Uğrak Kapı, Balıkçılar Kapısı, İç Ahır Kapısı, Bayezid Han Kapısı, Bab-ı Hümayun, Servi Kapısı, Sokullu Mehmed Paşa Kapısı, Bab-ı Süleyman Han, Demir Kapı -İç Ahır Kapısından Dış Ahır Kapısına 300 adım -Dış Ahır Kapısından Çatladı’ya 1300 adım -Çatladı’dan Kum Kapıya 1200 adım -Kum Kapıdan Langa Kapısına 1400 adım -Langa Kapısından Davud Paşa Kapısına     1600 adım -Davud Paşa Kapısından Samatya Kapısına 800 adım -Samatya Kapısından Narlı Kapıya 1600 adım -Narlı Kapıdan Yedikule’ye 2000 adım Evliya Çelebi Yolu Projesi Evliya Çelebi’nin babası Mehmed Zıllî, Bay­ram Paşa’ya İstanbul surlarından bah­sederken, surların 9 kere tahrib olduğunu ve bunun neticesinde 9 kere tamir edil­diğini ifade etmişti. Bayram Paşa’nın salta­nat kaymakamı iken yaptırdığı tamirat ise 10.’su olmuştu. Günümüzde ise surların ki­mi yerleri restore edilmiş olsa da, bir kısmı tamamen yıkılmış, bir kısmı da tahrib ol­muş vaziyettedir. Surların bu harab hali, İs­tanbul’un fethinden kalma bir hal de değildir. Sadece Sultan 4. Murad zamanında Bayram Paşa tarafından yaptırılan tamirat bile bu durumu açıkça göstermektedir. O sebeple surların tamir edilmeyerek mevcud halinde bırakılması, tarihi açıdan da yan­lış olsa gerek. Evliya Çelebi’nin, surları bü­tün kapılarının arasındaki mesafeyi de he­saplayarak adım adım belirtmesi, sur­ların yüzyıllardır mevki olarak değişime uğ­­ra­madan günümüze kadar geldiğini is­bat etmektedir. Eğer İstanbul surlarının ta­mamı restore edilerek, Evliya Çelebi gibi adım adım gezmeye imkân verecek bir proje gerçekleştirilebilirse, hem surların atıl vaziyeti ortadan kalkacak hem de İstanbul için kültür turizmi bağlamında ciddi bir ge­lir imkânı ortaya çıkaracaktır. Surların tamamı restore edilip, cadde geçen kısımlarının da dıştan kale görünümlü de­mir köprülerle birleştirilmesi durumunda aynı Çin Seddi gibi üzerinde yürüme im­kânı doğacaktır. 2-3 km’de bir konulacak turnikelerle isteyen istediği yerden girip çı­kabilecektir. Bu sayede İstanbul’un Sur içi bölgesinin güvenliğine de katkı sağlanmış olacaktır. Bu sur üstü yürüyüş parkuruna da Evliya Çelebi Yolu ismi verilerek, hem Evliya Çelebi gibi büyük bir değerimiz yad edilmiş olacak hem de dünyaya tanıtılmış olacaktır. İstanbul’a da ciddi bir maddi kat­kı sağlanmış olacaktır. Ayrıca sur üstünde­ki yürüyüş güzergâhı boyunca Evliya Çe­lebi’nin 10 ciltlik seyahatnamesinde belirt­tiği ve öne çıkan ilginç anlatımlar ve olaylar, tanıtım panolarıyla ziyaretçilerin görüşüne sunulabilir. Bize bu kadar bilgiyi yüzyıllar öncesinden aktaran bu değerimizi dünyaya hakkıyla tanıtmamıza da bir katkısı olacaktır.

Arif Emre GÜNDÜZ 01 Aralık
Konu resmiGökyüzünün Yıldızlarını (ra) Tanımaya "Değer"
İnsan

 “Eğer siz sahabeyi görseydiniz ‘Onlar deli midir?’ derdiniz. Onlar sizi görseydi ‘Bunlar Müslüman değiller mi?’ derlerdi.” Alemlere rahmet olarak gönderilen Pey­­­­gamberimizin (sav) gül bahçesi­nin ilk mevsimindeki manevi he­ye­ca­nın, Hasan-ı Basri’nin lisanından dile ge­tirilişi… Rahmetullahi aleyh… Gö­nül­­lerin­­­­den Peygamber aşkının tüm sıcak­lı­ğıy­la hissedildiği, gözlerinden Allah el­çi­sini gör­me­nin şerefinin ter ü tazeliğinin yan­sıdı­ğı, yüzün üzerindeki sahabenin Kur’ an ve sün­neti yaşayışının tabiince tespiti ve kı­yası…  Vurgulanan aslında asrısaadetin yıldız­ların­dan ahir zamana uzanan nebevi zincirin ilk halkasının Hz. Peygamber’e (sav) olan bağlılığı ve muhabbeti…  Sadece 14 asrı de­ğil, her asrı taşıyacak bir kuvvetle Allah re­sulüne yapışması…  *** Evet, onlar (ra) hatıra geldiğinde, gönül sa­raylarımızda belki de ilk okunan Allah Resulünün (sav) mübarek lisanının meşk edildiği “Ashabım yıldızlar gibidir.” levhası­dır… “Sadakte!” (sav) Her biri, aklının ve kalbinin ışığını ve dahi yüreğinin ısısını Kâinatın güneşinden alan yıldızlardır onlar (ra)… Onlara (ra) yansıyan aynı ışığı ve ısıyı, onlardan alarak her bir halka daha bir sıkı kenetlendi öncekilere. Asırlar iki emanetin rengiyle asr-ı saadetteki iklimine büründü. Ru-yı zeminde bu renk, bazı zaman zahirde soluklaşsa da kul ha­tasından, sath-ı gönüllerden kurulu coğraf­yalarda hiç değişmedi kaderin adaletiyle… Onların (ra) her biri büyük bir değer oldu… Bugün her zamankinden daha muhtaç ol­duğumuz imanı ve ahlaki değerleri taşıdı. Zamanın keşmekeşliği içerisinde çalkanan kalplerimizi en güzel hâlde sabitlemek için; gönül otağımızın kubbesindeki pusulamı­za farklı saatlerde ve şartlarda yön gösteren yıldızlarımızı takip etmeliyiz. Ki, farklı mizaçlardaki bizler, yüreklerimizin ihtiyacı olan ve sahiplenmemiz gereken ah­laki değerlerin yönünü de yıldız-tesmiye bu “değer”lerle şaşırmadan bulabilelim, takip edebilelim. *** Evet, onların (ra) her birisinde Gül-i Rana­dan (sav) bir ıtır var. Bazen Hz. Ebubekir’den sadakat olarak… Hz. Ömer’den adalet olarak… Hz. Osman’ dan hayâ… Hz. Ali’den cesaret olarak… Radıyallahü anhüm. Bazen de uhuvvet, ihlas, fedakârlık kaplar toplu vuran Müslüman yürekleri, ashap­tan tatlı bir esintiyle…  Çünkü aynı bahçeden neşr olan bu kokunun emsaliyle, benzer mana güzellikleri taşınır, iman bağıyla bir­birlerine rabt edilmiş gönüllere… Hem de çok keskin ve ait oldukları her bir sahabe­nin ittibaıyla ve ismiyle müsemma olarak. Hâl böyleyken başka başka olsa da zamanlar ve zeminler, tek millet olan ümmetin gönül ülkesinin semaları Resulün gül kokusu ile boyanır. Madem onun (asm) boyasıyla –sünnetiyle- boyanmışlar… O vakit (Resulullahla) bil­meli, (Resulullahla) tanımalı, (Resulul­lah­la) sevmeli, (sünnete sahip çıkma adına) ta­kip etmeliyiz Asr-ı Saadete çıkan/ çıkaran adımlarını. “Eğer Allah’ı seviyorsanız…” emrine itaat ve müjdesine nail olabilmek adına! Yaşa­nan asırda “kardeşlerim” hitabına maz­har olabil­mek adına! Veda’daki iki büyük Pey­gamber emanetine nasıl sahip çıkılacağını okumak adına! *** Evet, onlar (ra) örnek bize… Resulün na­sıl örnek alınacağı hususunda numune-i imtisal… ‘Allah’ın Habibi ile bir aradayken, beraber yaşıyorken edeb nasıl olur’ talim ve terbi­yesi onlarda (ra). Hem de hayâ ihtarı bu güzel sözün beraberine “Ya Hu!” lafzını dillendirerek, hallendirerek, fiillendirerek. Evvelen salavatlarla ihya edilen her dem’in anında, öncesinde ve ardında. Yine ittiba ile huzur-ı İlahinin tahatturunda olundukda “baş başa, baş da …” hakikatinin tesiriyle ömür hattında nefislerin te’dibinde. *** Sahip olunan tüm iyilikler ve güzellikler, bütün nimetler bizlere Allah’ın lütfudur, ih­sanıdır. Unutmadık, unutmayız inşallah! Bize Kur’an ahlakını ihsan eden Yüce Yara­danımıza binlerce hamd u senalar olsun. Kur’an ahlakı ile ahlaklanan Efendimize yıldızlar adedince selam olsun! Rabbimizin emrettiği itaat ile her biri ona (sav) benzeyen, nurunu ondan (sav) alan ve onun (sav) sahip olduğu Kur’an ahlakıyla ahlaklanan; emaneti taşımada ümmete reh­ber olan Sahabe Efendilerimizden, Rabbi­miz ebeden razı olsun.

İbrahim SARITAŞ 01 Aralık
Konu resmiKaderde Ensar Olmak Varsa
Risale-i Nur

“Zalim izzetinde mazlum zilletinde kalıp buradan göçüp gidiyorlar. Demek bir mahkeme-i kübraya bırakılıyorlar.”  Üstad Bediüzzaman Said Nursi Haz­retleri bir mazlumun zalimden he­sap soracağı, zalimin mazlumun kar­­şı­sında çaresiz kalacağı o günü, bu cüm­leler ile ifade etmişti. Müslüman zulüm görmez, sadece imtihan olur. Cenab-ı Hak biz müminleri uyarmak, imtihan etmek, Ce­henneminden muhafaza eylemek ve bel­ki de Cennetteki makamını arttırmak niyeti ile farklı musibet ve sıkıntılar gönderir. Bu, onun engin rahmetinin nişanelerindendir. Âlemlere rahmet olarak gönderilen Peygam­berimiz Hazret-i Muhammed Sallallahu Aley­­hi ve Sellem, günahsız olmasına, Habi­bul­lah olmasına rağmen en büyük acıyı, ezayı ve cefayı da o görmüştür. Henüz doğmadan ba­basını kaybeden Kutlu Nebi, 6 yaşında da annesini kaybetmişti.  En sevdiklerini bir bir Cenab-ı Hakk’ın yolunda feda etmişti. Amcası Hamza’yı, dedesi Abdulmuttalib’i, eşi Hatice annemizi,  amcası Ebu Talib’i en sıkıntılı zamanlarında kaybetmişti. Başına işkembeler dökülmüştü, Taif’te taşlanmıştı. Türlü Sıkıntılara maruz kalan Nebi’nin ta­bi ki de dertsiz ümmeti olmayacaktı. Çile ümmeti, dert ümmeti olmak başlıca ka­der yazgımız olmalıydı.  Ve öyle de oldu. *** Farklı ülkelerdeki Müslüman kardeşlerimiz de belki de tarihte eşine az rastlanılmış zu­lümlere maruz kaldılar. Ülkelerinden ayrıl­mak zorunda kaldılar. Evlatlarını, kardeş­lerini, anne ve babalarını göz göre göre kay­bettiler. Çocuklar doktor, öğretmen, mü­hen­dis olmak istiyorlar iken, kader Mülteci olmayı nasip etmiştir. Mültecilik, hep başkalarının yaşayacağı bir hikâyedir. Muhtemelen onlar için de öyley­di. Ama şimdi evlerinden, şehirlerinden ve ülkelerinden uzakta, gelecekte ne olacağını bilemez durumdalar (herkes gibi). Suriyeli 2 milyon kişiden söz ediyoruz. Çoğu çocuk, genç ve kadın... Hayalini kurabildikleri bir gelecekleri var mı? (Hayal içinde olanların kaçı gerçeğine ulaşabiliyor kısmını da akıl­dan uzak tutmamak lazım. Kolayda olan zorda olandan daha sağlam durumda ya da tersi durum söz konusu değildir!) 2. Dünya Savaşı’ndan bu yana dünyanın karşılaştığı en büyük insanî felaket diye tanımlıyor Birleşmiş Milletler Mülteciler Yüksek Komiseri, Suriyelilerin başına ge­len­­leri. II. Dünya Savaşı’ndan bu yana dün­ya­daki mülteci sayısı ilk defa 50 milyonu aş­mış. 2 milyondan fazla mülteciyi kabul eden Türkiye ise, dünyada mülteci kabul eden en büyük ülke olarak tescilleniyor. *** 2011’den bu tarafa Suriye’den Türkiye’ye gelen 2 milyon kişiden 100 bini ‘vatansız çocuklar’ olarak dünyaya gelmiş. Sınırları aşıp gelenlerin %53’ü ise 18 yaş altı ço­cuklardan oluşuyor. Onların hepsi birer in­san! Ve barınma, beslenme, ısınma, sağlık, dil ve iletişim, sosyal ilişkiler ve çalışma gibi temel ihtiyaçları var. Türkiye, ‘geçici koruma’ statüsü ile elinden geleni yapmaya çalışıyor o kardeşlerimiz için.  Fakat tablo uluslararası alanda öy­lesi­ne umutsuz ki… BM Yüksek Komiseri, mev­cut krizin uluslararası toplumun çözüm ka­pa­sitesini aştığını söylüyor. (Ne demekse!) Dünya öyle büyük çelişkilerle dolu ki, bir yanda yazlık-kışlık, üç-dört evi olanlar, di­ğer yanda dünyanın yersiz yurtsuzları. Bir yanda yılda 10 milyon insanın açlıktan öl­düğü, diğer tarafta 1,3 milyar ton gıda israfı olan bir dünya... Bir yanda iletişim ve haberleşme o kadar gelişmişken ve her gün en ince detaylarına kadar vakıf olduğu­muz zulüm ve haksızlık enformasyonuna muhatap kalırken, diğer yanda büyük bir vurdumduymazlık ve görmezden gelme durumları... Dünyanın çelişkileri bitmiyor. Diyar-ı imti­handır deyip elden geleni ardımıza koyma­mak, elimizin ermediği yerde dua ve sabır ile amel etmek düşüyor payımıza. Mülteci kardeşlerimize sahip çıkmak, on­ların yanında olmak vazifemizdir. Nihayet on­lar gönül coğrafyamızdan can evimize hicret ediyorlar. Tıpkı Peygamberimizin Mek­ke’den Medine’ye “hicret” edişi gibi… Biz­lere Ensar olmak düşer. Çünkü bizler Müs­lümanız. Çünkü bizler insanız. Muhacir kar­deşlerimize ev sahipliği yapmalıyız ki bir gün –Allah göstermesin- aynı imtihana biz­ler de duçar olursak, Rabbimiz o günümüzü bu günümüze bağışlasın. Madem bize ensar, kardeşlerimize muhacir olmak düştü; kaderimize razı olalım ki ke­derden emin olalım. Unutmamak gerekir ki mülk ancak Allah’ındır. Ve dönüş ancak onadır.

Muhammed Vahap YOLCU 01 Aralık
Konu resmiHimmeti Milleti Olanın, Kıymeti Milleti Kadardır
Risale-i Nur

Himmet, kalp isteği ile gösterilen ciddi gayret demektir. Bir insanın himmeti, yani kalbî gayreti neye yönelirse, o yöneldiği şeyin önem derecesine göre insan da kıymet kazanır. Bu yönüyle himmet, insanın kıymetini belirleyen bir ölçüdür. Himmeti uyandıran en etkili sebep­lerden birisi, milliyet fikridir. Milli­yet fikri ile uyanmış bir kişinin himmeti, bütün milleti olur. Adeta millet küçülür, o kişi olur ve kalbine yerleşir. Bu hususta Bediüzzaman Hazretleri’nin şu şöy­le demektedir: “Kimin himmeti mil­leti ise o kimse tek başıyla küçük bir millettir.”1 Himmeti, milletinin menfaat­leri olan bir kişinin canı, ne kadar tatlı ve kıymetli de olsa, milletini daha ziyade tatlı ve büyük bilir. Bin ruhu da olsa, milleti için feda etmekle iftihar eder. Zerreyi Dağa Dönüştüren ve Arslanı Til­kiye Mağlûp Ettiren Sır Bir insan, fıtraten ne kadar yiğit ve kah­ra­man da olsa, eğer İslâmî milliyet2 fikriyle himmeti uyanmazsa, o fıtrî olan yiğitliğini cüzî bir menfaat uğruna veya şahsî bir garaz adına veya bir tek şahıs yoluna veya bir grup insanın namusu için sarf eder. Himmeti küçük ve kısa olduğu için elbette tatlı ha­yatını böyle küçük şeylere feda edemez. Arslan fıtratlı iken, himmetini sarf edeceği yüksek hedefler peşinde koş(a)mayan in­sanlardan oluşan bir toplum, düşmanları karşısında korkak ve sefil bir duruma düş­meye ve mağlûp olmaya mahkûmdur. Özellikle de Türk ve Kürt milletlerinde, ha­­kikaten harikulade bir yiğitlik ve kahra­manlık kabiliyeti bulunmaktadır. Fakat him­metleri, İslâmî milliyet fikriyle uyanmazsa, küçük bir maddî menfaat uğruna veya cüzî ve göreceli bir şeref yoluna veya “Fi­lan yiğittir!” övgüsüne mazhar olmak adı­na veya ağasının namusunu yüceltmek he­sabıyla hayatını hafife alır. Adeta dağın fa­re doğurması gibi, o harikulâde olan kahra­man­­lık ve yiğitlik seciyesi bir hiç uğruna heba olur gider. Hâlbuki İslâmî milliyet fikri ile Türkün ve Kürdün himmeti uyansa, o fıtratlarında olan kahramanlık seciyesi, bütün âleme mey­dan okuyup kendini tasdik ettirecek ve İslâm adına kahramanlık destanları yaza­cak­tır. Küçük bir maddî kazanç uğruna, seve seve hayatını hafife alacak kadar cesur ve yiğit olanlar, ebedi hazineler değerinde olan İslâmiyet milliyetine, binler ruhu da olsa, binler şevkle seve seve feda etmez mi? Ben Ölsem de Milletim Sağ Olsun! Bütün güzel şeylerimiz gayr-ı Müslimlerin eline geçtiği gibi ahlâkî değerlerimizi de yi­ne onlar çalmışlar. Sanki yüksek ahlâkımız, bizim nezdimizde revaç bulmadığından, bi­ze darılıp onlara iltica etmiş gibidir. Buna karşılık gayr-i Müslimlerin rezil ahlâkları da kendileri içinde revaç bulmadığından, bi­zim cehaletimizin pazarına getirilmiş gibi­dir. Maalesef büyük bir hayretle görmekteyiz ki Batı’nın günümüzdeki maddî kalkınma ve ilerlemesinin en temel esası, şahıslara “Ben ölsem de milletim sağ olsun!” dedirten yüksek hasletleridir. Hakikatte bu haslet, hak dinin bir gereği olduğu halde, ne yazık ki Batılılar bu âlî hasleti bizden çalmışlar. Bundan dolayıdır ki onların bir fedaisi, “Ben ölsem de milletim sağ olsun yeter. Çün­kü milletimin içinde, ebedi bir manevî hayatım vardır” diyerek milleti ve mukaddesatı uğruna büyük fedakârlıkları göze almakta ve yüksek bir himmetle hizmet etmektedir. Sayıca az da olsalar, bu yüksek himmetle büyük başarılar kazanmakta ve Müslümanlara maddeten galip gelip on­ları mağlûp etmektedirler. Bütün sefaletlerin ve bencilliklerin esası, “Ben öldükten sonra dünya ne olursa olsun. İsterse tufan olsun” veya “Ben su­suz­luktan ölürsem, tek damla yağmur bi­le yağmasın!” dedirten anlayıştır. Bu an­layış, maalesef bugün Müslümanların himmeti­nin elini tutmuş rehberlik etmektedir. Biz Müslümanlara yakışan ve -hak olan di­nimizin bir gereği olarak- ruhumuzla, canı­mız­la, vicdanımızla, fikrimizle ve bütün kuv­vetimizle dememiz gereken şudur: “Biz ölsek de milletimiz olan İslâmiyet ilele­bet bâkidir. Milletim sağ olsun. Ahiret sevabı bana kâfidir. Milletin hayatındaki hayat-ı maneviyem beni yaşatır, âlem-i ulvîde (cennette) beni mütelezziz eder (lezzetlendirir). Ölüm, Nevruz günü­müz­dür, baharımızdır.” Kaynaklar: 1- Hutbe-i Şâmiye2- İslâmî milliyet: Millet olarak sadece kendi ır­kın­dan olanları değil, bütün Müslümanları dün­ya­da ve ahirette hakiki kardeşler olarak görüp, mil­leti bilmek.

Mustafa TOPÖZ 01 Aralık
Konu resmiAsıl Vazife
Risale-i Nur

Ülke olarak yakın zamanda çok önemli süreçlerden geçtik, geçiyoruz. Bulunduğumuz coğrafyada son derece hararetli ve hareketli hadiseler yaşanıyor. Bunları takip etmekte bile zorlanıyor insanlar. Ülke ve dünya meseleleri bizleri ziyadesiyle meşgul ediyor. Meşguliyetlerimizin çokluğundan -farkına varmadan- mesul olduğumuz şeylerden kopup uzaklaşıyoruz. Asli vazifelerimizi, dünyevi meşguliyetler bahanesiyle ihmal edebiliyoruz. Bu durum aynı zamanda kişiye ayrı bir mesuliyeti yüklüyor. Tam da bu noktada, sevgili üstadımızın benzer durumdaki bir talebesini ikaz ettiği mektup hatırımıza geliyor.  Risale-i Nur talebelerinin mesul ol­du­ğu ve meşgul olması gereken hiz­­­­met dairesinin önemini şöyle an­­­la­tı­­yor Bediüzzaman Hazretleri: “Aziz kar­­deş­lerim, siz kat’î biliniz ki, Risale-i Nur ve şakirdlerinin meşgul oldukları va­zi­fe, rû-yı zemindeki bütün muazzam mesâilden daha büyüktür. Onun için, dün­yevî merak-âver meselelere bakıp, va­zife-i bâkiyenizde fütur (usanç) getirmeyiniz.”1 Hz. Üstad, Nur talebelerinin sair ehl-i dün­ya gibi davranamayacağını, eğer olayları takipte onlar gibi ölçüyü kaçırırlarsa hiz­met noktasında zarar göreceklerini şu cümlelerle ifade ediyor: “Elhasıl: Ehl-i da­lâlet, muvakkat hayata karşı mücadele ediyorlar. Bizler, ölüme karşı nur-u Kur’ân ile cidaldeyiz. Onların en büyük me­­selesi, muvakkat olduğu için, bizim me­selemizin en küçüğüne -bekaya baktığı için- mukabil gelmiyor. Madem onlar diva­ne­likleriyle bizim muazzam meseleleri­mize tenezzül edip karışmıyorlar; biz, neden kudsî vazifemizin zararına onların küçük meselelerini merakla takip ediyoruz?”2  Said Nursi Hazretleri talebesini tecrübe et­tik­ten sonra, şu cümlelerle ikaz ederek yanlıştan döndürdüğünü ifade ediyor: “Ri­sale-i Nur’un bir talebesini tecrübe ettim. Acaba bu heyecan, şimdiki siyasete karşı ne fikirdedir diye, boğazlar hakkında bir boşboğazlığı münasebetiyle bir iki şey sordum. Baktım, alâkadarâne ve bilerek cevap verdi. Kalben, “Yazık!” dedim. “Bu vazife-i nuriyede zararı olacak.” Sonra şiddetle ikaz ettim.”3 Şimdi bu açıklamalar ışığında bazı hizmet ölçülerine temas edelim. Ölçü: Risale-i Nur talebeleri milletin imanına hizmet ettiklerinden en mühim bir vazifeyi îfâ ediyorlar. Dünyevi ve din ile ilgili diğer meseleler, iman meselesinden sonra gelmelidir. Fazilet noktasında imana hizmetten daha faziletli bir amel yoktur. Bir rivayette imana hizmetin önemi şöyle anlatılıyor: “Sehl İbnu Sa'd (ra) anlatıyor: "Resulullah (Aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki: “Allaha yemin olsun ki, senin yol göstermenle bir tek kişiye hidayet verilmesi, senin için kıymetli develerden müteşekkil sürülere sahip olmandan daha hayırlıdır.” “Bazı rivayetlerde “Senin sayende bir adamın hidayete gelmesi, senin için üzerine güneşin doğup, battığı her şeyden daha hayırlıdır.” buyrulmuştur.4 Ölçü: Nur talebeleri, öncelikle mesul oldukları vazifelerle meşgul olmalıdırlar. Ak­si halde meşgul olduklarından mesul olurlar. Her bir nur talebesinin vazifesi, kendi imanıyla beraber başkalarının da imanını kur­tarmaya çalışmaktır. Dünyevi, malayani, afaki meseleler nur talebelerinin uhrevi hiz­metlerinin önüne geçip onları engellerse manen büyük zarar verir. Belki de lüzumsuz meşguliyet, ister istemez onların bazı gü­nah­lara girmelerine sebebiyet verir.               2. Dün­ya Harbini ve gelişmeleri talebelerine hiç sor­mayan Bediüzzaman Hazretlerine, ta­le­beleri bu ilgisizliğinin sebebini sorduklarında şu cevabı alırlar: “Risâle-i Nur şâkirdlerinin vazifeleri iman olduğundan, hayat meseleleri onları çok alakadar et­mez ve merakla baktırmaz. İşte bu haki­kate binaen, değil on üç ay, belki on üç sene dahi bakmasam hakkım var. Sizler baktınız, günahlardan başka ne kazandınız? Ben bakmadım, ne kaybettim?”5 Ölçü: Nur talebeleri için dünyevi, siyasi meseleleri uhrevi vazifelere tercih etmek, manevi zararların yanı sıra ümitsizliğe ve moral bozukluğuna da sebep olabilmektedir. Elbette gelişmeler takip edilebilir. Fakat ölçüyü kaçırmamak gerekir. Hizmet aksamamalıdır. Çünkü siyasi çalkantılı hadiseleri aşırı derecede dikkatle ve merakla takip, akıl ve kalp selametini zedeler. Geniş dairelerde insanın etkisi zayıftır. Bu da ümitsizliğe yol açabilir. (Devam edecek) Kaynaklar: 1- Emirdağ Lahikası-1, 39. Altınbaşak Neşriyat.2- Emirdağ Lahikası-1, 39. Altınbaşak Neşriyat3- Emirdağ Lahikası-1, 39. Altınbaşak Neşriyat4- Ebu Dâvud, Buhârî, Müslim 5- Kastamonu Lahikası, 263. Altınbaşak Neşriyat

Zafer ZENGİN 01 Aralık
Konu resmiRisale-i Nur'un Risalelerini Tanıyoruz 12
Risale-i Nur

Kimlik:Risalenin İsmi/İsimleri : 15. Şua, el-Hüccetü’z-Zehra Telif Tarihi ve Yeri : 1949 / Afyon HapishanesiDili : TürkçeKonusu : Tevhidle ilgili hadis-i şerifin tefsiri, Fatiha Suresinin tevhid açısından tefsiri, Hz. Muhammed’in (sav) peygamberlik delilleri, ilm-i ilahinin delilleri, ilahi iradenin delilleri, ilahi kudretin delilleri, Tahiyyat duasının tevhid açısından tefsiri  Müellife Göre Değeri : 56 sayfalık görünürde küçük hakikatte çok büyük, çok kuvvetli ve çok geniş bir risaledir. Üstadın tefekkür hayatının hem Risale-i Nurun tahkikinin ilme’l-yakin ve ayne’l-yakin birlikteliğinden çıkan iman ve Kur’an dersidir. Risalenin Metodu : Naklî deliller, otoriter şahsiyetleri delil gösterme, Müşahede-i âlem ile istidlal, temsil, istifhâm-ı inkârî, psikolojik deliller, tecrübe, tarihi gerçeklikler, kıyas, burhan-ı limmî, burhan-ı innî, mucize, ahlak, icma, kozmolojik delil, intizam delili, hikmet delili, inayet delili, yaratılış delili, mantık ilmi delilleri   ÖZET Birinci işaret:  Bu işarette Cenabı Hak­kın rububiyetini, ulûhiyetini ve kül­lî ihsanlarını tanıttırmakla ve on­lara kullukla karşılık veren Hz. Muham­med’in (sav) kâinatta güneşin lüzumu gibi lazım olduğu anlatılmaktadır. Hz. Muhammed’in (sav) peygamberliğine ve insanlığın övüncü olduğuna bu kâinat, Müslümanlar ve ümmetin elde ettiği tüm güzelliklerinin bir mislinin onun amel def­terine yazılması peygamberliğine bir delildir. İkinci işaret: Bu işarette Hz. Muhammed’in (sav) peygamberliğini on bir farklı yönden is­pat eden deliller ele alınmaktadır. Bunlar onun: - Okuma-yazma bilmemesi - Tecrübesiz ve bir anda herkesi hayrette bı­rakan bir din ile ortaya çıkması - Söz, fiil ve hallerinden ortaya çıkan İsla­mi­yet’in insanların akıl, ruh ve nefislerini her vakit terbiye etmesi - Getirdiği şeriatın Müslümanları âdil olarak idare etmesi - İman ve itikadı - Ubudiyeti - Duaları - Allah’a yakarışları - İnsanları dine davet etmesindeki sağlam ve metin duruşu - Tüm insanları davet etmesi peygamberliği­ni ispat ettiğini göstermektedir. Üçüncü İşaret: Bu işarette onun peygam­berliğini ispat eden üç farklı delil anlatıl­maktadır. - Hz. Muhammed’in (sav) beş parmağından suyun akması, ayın ikiye yarılması, attığı bir avuç toprakla düşman ordusunun dağılma­sı gibi hissî mucizeleri - Dost ve düşmanın ittifakıyla en yüksek ah­laka sahip olması - Onun en yüksek kemalatta olması pey­gamberliğini gösteren delillerdir. Dördüncü İşaret: Bu işarette onun pey­gamberliğinin farklı bir delili anlatılmakta­dır. Bu delil de: - Kur’an-ı Kerim’in sayısız hakikatleri ve delilleri onun peygamber olduğunu ispat etmektedir. Beşinci İşaret: Onun harika olan müna­ca­tı peygamberliğine bir delildir. Onlardan birisi Cevşen münacatı ki - Marifetullahta ileri giden tüm ariflerin ona bu konuda yetişememesi - Cenabı Hakkın yüce isimlerini kapsaması - Bir yönüyle Kur’an-ı Kerim’den alınan bir münacat olması onun peygamberliğini göstermektedir. - Altıncı İşaret: Hz. Muhammed’den (sav) önce gelen peygamberlerin onu müjdele­me­si ve peygamberliğinden önce gerçekle­şen harikulade haller onun peygamberliğini gös­teren bir delildir. - Yedinci İşaret: Risale-i Nurun onun pey­gamberliğini gösteren yüzlerce delili sun­ması onun peygamberliğini ispat eden diğer bir delildir. - Sekizinci İşaret: Hz. Muhammed’in (sav) kendisinden sonra olacağını haber ver­diği olayların gerçekleşmesi onun peygam­ber­liğini gösteren başka bir delildir. - Dokuzuncu İşaret: Onun mübarek âli ve o soydan gelen büyük evliyaların ittifak, keşf ve müşahede ile kesin bir itikatla onun peygamberliğini ifade etmelerinden ibaret olan bir diğer delildir. - Onuncu İşaret: Hz. Muhammed’in (sav) her halini araştırarak bilen ve kabi­le­leri­ne muhalefet ederek iman eden sahabe top­lu­luğunun şehadeti onun peygam­berli­ğinin bir delilidir. - On Birinci İşaret: Asfiya ve Sıddıklardan olan tüm müçtehitler, âlimler, imamlar, İbn Sinalar, İbn Rüşdlerin onun peygamberliği­ne olan şehadeti peygamberliğini ispat eden başka bir delildir. - On İkinci İşaret: Ümmetin bir kısmını manevi irşatlarıyla istikamette tutan ve en derin tahkik ehli olan aktapların onun pey­gamberliğine olan şehadeti farklı bir delildir. - On Üçüncü İşaret: Hz. Muhammed’den (sav) önce yaşamış olan başta peygamberler olmak üzere kâhinlerin, âriflerin, hâtiflerin ittifak ederek onun peygamberliğini haber verme­leri onun peygamber olduğunu göste­ren bir delildir. - On Dördüncü İşaret: Kâinatın yaratılış gayesini bildirmek, varlığın anlamını ve değerini, her şeyin nereden geldiğini, dün­ya­daki işini ve nereye gideceğini, âlem ve içinde bulunan varlığın manasını, hikmet­lerini bildirecek bir mürşide duyulan ihtiyaç onun peygamberliğini gösteren kozmolojik bir delildir. - On Beşinci İşaret: Yüce Allah’ın onun peygamberliğine olan şehadetidir. Yani Kur’an-ı Kerim’i ona vahiy etmesi, muci­ze­ler vermesi, onu himaye etmesi ve tehlike­ler­den koruması, onu muvaffak etmesi, di­ni­ni devam ettirmesi, İslamiyet’i yayması, onu bütün varlıklardan üstün kılması, en yük­sek bir şahsiyeti ona vermesi, insanlığın beşte birini ona ümmet yapması onun pey­gamber olduğunu gösteren büyük bir delildir. 

Muhammed AYDIN 01 Aralık
Konu resmiTevbe, Dikeni Gül Etmektir
İnsan

Sözlükte “Allah’a dönüş ve yöneliş” anlamına gelen tövbe, dini terim olarak “Günahtan Allah’a dönme” anlamındadır.1 Yani tövbe; insanların işlediği günahlardan sonra pişmanlık duyup bir daha yapmamak üzere Allah’tan af dilemesidir.  Yüce Allah Kur’an-ı Kerim’de “Gerçek­ten (biz) insanı, en güzel bir biçim­de yarattık”2 buyurarak insanı en gü­zel bir surette yarattığını belirtmektedir. İnsan­oğlu bu dünyada temel ihtiyaçlarını karşılayabilecek şekilde yaratılmış mükem­mel bir varlıktır. İnsanoğlunun bu kadar mükemmel işleyen yapısına rağmen fıtrî olarak hata yapabilmektedir. İnsanın ken­di iradesi vardır ve nefis taşımaktadır. “Muhak­kak ki nefis kötülükleri emreder”3 ayetinin sırrınca biz insanoğlunu sürekli kötülüğe sevk etmeye çalışan bir “nefis” taşımaktayız. Bundan dolayıdır ki, Yüce Allah birçok ayet­te biz insanların tövbe etmesini ve töv­­be­leri bağışlayacağını buyurmuşlardır: “Şübhesiz ki ben, tövbe eden ve iman edip salih amel işleyen, sonra da hidayette (sebat edip, sabırlı) olan kimseye karşı elbette çok mağfiret ediciyim.”4 Ayetten de anlaşıldığı üzere, Yüce Allah, tövbe eden kimselerin günahlarını bağışlayacağını vaat etmiştir. Peygamberlerin Tövbesi İnsanlara rehber olarak gönderilen peygam­ber­lerin dahi Yüce Allah’a bol bol tövbe et­tikleri kutsal kitabımız olan Kur’an-ı Ke­rim’de yer almaktadır. Mesela; ilk peygam­ber olan Hz. Âdem cennetten çıkarılıp yer­yüzüne gönderildikten sonra Allah’a sü­rekli tövbe etmiş ve yüce Allah da Hz. Âdem’in tövbesini kabul etmiştir: “Nihayet Âdem, Rabbinden bir takım kelimeler aldı (ve onlarla yalvardı, tövbe etti), bunun üze­rin (Rabbi) tövbesini kabul etti. Çünkü Tev­vab (tövbeleri çok kabul eden), Rahim (merha­meti bol olan) ancak O’dur.”5 Sahabelerden Hz. Vahşinin Tövbesi Vahşi’yi diken iken gül eden, tövbesi idi. Vak­­tiyle bir köle olan Vahşi, Uhud sa­va­şın­da Hz. Peygamberin (sav) amcası ve sütkar­de­şi olan Hz. Hamza’yı uzaktan attığı mız­rak­la şe­hit etmişti. Aradan uzun yıllar ge­çer ve Hz. Peygamber (sav) Vahşi’yi İslam’a davet için mek­tuplar gönderir. Vahşi, Hz. Pey­gam­ber’in (sav) gönderdiği mektuba cevaben bir­çok gü­nah işlediğini, zina yaptığını, adam öl­dürdüğünü ve İslam’da bunun ağır ceza­­larla karşılık bulduğunu söyler: “Ya Mu­­ham­med beni nasıl İslam’a çağırıyor­sun? Adam öldürenin, şirk koşanın, zina yapa­nın cezaya çarptırılacağını, kıyamet günü de aza­bının katmerleşeceğini, o azab içinde hor ve hakir olarak kalacağını söyleyen sen değil misin? Ben bunların hepsini yaptım, benim için çıkış yolu bulabilir misin?”6 Bu cevabın üzerine Yüce Allah şu ayeti indi­rir: “Ancak tövbe edip iman eden ve salih bir amel ile amel eden müstesna. İşte on­lar var ya, Allah onların kötülüklerini iyi­lik­lere çevirir. Çünkü Allah, Gafur (çok ba­ğış­layan)dır, Rahim (çok merhamet eden)dir.”7 Bu mektuplaşma ve en son olarak da Vahşi’nin Medine’ye Hz. Peygamberi (sav) ziyarete gelmesiyle Vahşi Müslüman olur. Diken hükmünde olan Vahşi, tövbesi ile güle döner. Hazret-i Vahşi olur. Hz. Pey­gamber’in (sav) vefatından sonra ortaya çı­kan yalancı peygamber olan Müseyleme ile ya­pılan savaşta Halid b. Velid’in ordusunda Müseyleme’yi bizzat öldürür.  Risale-i Nurlarda Tövbe Üstad Bediüzzaman Risale-i Nurların bir­çok yerinde tövbenin öneminden ve fazi­le­tin­den söz etmiştir. İkinci Lem’ada8 ko­nu Eyüp (as) peygamberin sabrıdır. Üs­tad bu bahiste her bir günahın içinde küf­re gidecek bir yol olduğunu, eğer bu gü­nah tövbe ile yok edilmeye çalışılmazsa ma­nevi bir yılan olarak ısıracağını ve in­kâra kadar gidebileceği şeklinde uyarıda bulunur. Ve şöyle bir misalle izah eder: “Hem mesela farz namazını kılmayan ve vazife-i ubudiyyetini yerine getirmeyen ve küçük bir amirinden küçük bir vazifesizlik yüzünden aldığı tekdirden (azarlanma) mü­teessir olan bir âdem, Sultan-ı ezel ve ebe­din mükerrer emirlerine karşı farzında yap­tığı bir tembellik, büyük bir sıkıntı verir. Ve o sıkıntıdan arzu eder ve manen der: ‘Keşke o vazife-i ubudiyyet bulunmasa idi.’ Bu arzudan bir manevi adevet-i İlahiyeyi işmam eden bir inkâr arzusu uyanır.”9 Bazen insanların aklına gelen cehennem kor­kusu hayatında aldığı lezzetlerin derecesini düşürebilir. Öyle ki maddi lezzetlerin ya­nın­da manevi lezzetler de azalmaya başlar. Farz ibadetlerini eksiksiz yerine getirmeye ça­lı­şan bir insan, cehenneme gireceğini ta­hay­­yül ettiğinde, yaptığı o ibadetlerden al­­­dı­ğı manevi feyzin düştüğünü fark eder. Ba­­­zen de gün olur ki günah işleyen bir in­san yine cehennem korkusuyla bunun ma­­­­ne­vi sıkıntısını üzerinde hisseder. Üs­tad Bediüzzaman On Birinci Şua’da10 bu du­ru­mun bizleri korkutmamasını, ce­hen­nem korkusunun manevi lezzetleri kaçır­ma­dığını söyler. Çünkü tövbe kapısıyla gi­rildiğinde Allah’ın rahmetinin zuhur bu­la­cağını şöyle ifade eder:“Cehennem fik­ri geç­miş iman meyvelerinin lezzetlerini kor­kusuyla kaçırmıyor. Çünkü hadsiz rah­met-i Rabbaniye, o korkan âdeme der: “Bana gel tövbe kapısıyla gir.” Ta cehennemin vü­­cu­du, değil korkutmak, belki sana cen­netin lezzetlerini tam bildirsin. Ve senin ve hukuklarına tecavüz edilen hadsiz mah­­­­­lûkatın intikamlarını alsın. Sizi keyif­len­dirsin.”11 Netice İnsan maddi-manevi çok güzel cihazlarla süslenmiş, mükemmel bir biçimde yaratıl­mıştır. Bu haliyle bir gül gibidir.  Ancak gül­deki diken misali nefis taşıyan insan hata yapmaya, günah işlemeye meyillidir. Takva yani günahlardan sakınmak evladır. Fakat bir şekilde günah işlemiş ise, o günahlardan sonra Allah’ın rahmetine sığınıp ondan töv­be ve istiğfar ile mağfiret dilememizdir. Günahlarımız diken ise, tövbelerimiz de o günahlarımızı sevaba çevirecek bir gül gibidir. Bilinmelidir ki Allah’ın tövbe kapısı her za­man açık ve rahmet denizi sonsuzdur. Onun bizi bağışlaması, rahmet denizinden bir damla gibidir. Denizden bir damlanın eksilmesi rahmet hazinesini eksiltmez.  Yüce Allah yaptığımız ve yapacağımız töv­belerimizi dergah-ı izzetinde kabul buyur­sun. Bizleri yaptığımız hatalardan ve işlediği­miz günahlardan sonra pişman olan sami­mi ve ihlaslı kullarından eylesin. Amin... Kaynaklar: 1- Fîruzabâdî, Muhammed b.Ya’kub, el-Kâmû­su’l-Muhît, Beyrut 1991, I, 166; Cevherî, İsmail b.Hammad, es-Sıhah fi’l-Lüga ve’l-Ulûm, Beyrut 1974, I, 146; İbn Manzur, Ce ma leddin Mu­hammed b.Mükerrem, Lisanu’l-Arab, Beyrut 1990, I, 233.2- Tin, 43- Yusuf, 534- Ta-Ha, 825- Bakara, 376- Şeyh Muhammed Yusuf Kandehlevi, Hayatü’s-Sahabe Peygamberimiz ve İlk Müslümanlar, 1. Cilt, Tercüme: Sıtkı Gülle, Divan Yayınları, İstanbul, 1987, s. 447- Şeyh Muhammed Yusuf Kandehlevi, Hayatü’s-Sahabe Peygamberimiz ve İlk Müslümanlar,1.Cilt, Tercüme: Sıtkı Gülle, Divan Yayınları, İstanbul, 1987, s. 448- Bediüzzaman Said Nursi, Risale-i Nur Külli­yatı, Lemalar-.2. Lema, Altınbaşak Neşriyat, İs­tanbul, 2007, s. 159- Bediüzzaman Said Nursi, a.g.e, s.15.10- Bediüzzaman Said Nursi, Risale-i Nur Kül­li­yatı, Şualar, 11. Şua, Altınbaşak Neşriyat, İstanbul, 2009, s. 19211- Age. s. 223

Ogün PEÇENEK 01 Aralık
Konu resmiAhlaktan Soyutlanmış Kodların Tezahürü: Batının İkiyüzlülüğü
İnsan

Gerek toplum bilimi, gerek siyaset bilimi, gerekse uluslararası ilişkiler gibi bilim alanlarında kimi yaklaşımlar; toplumsal ve siyasal bir takım olmuş hadiselerin sebeplerini, olmuş hadiselerin sebeplerinin arka planına bağlı olarak da henüz olmamış hadiselere ilişkin muhtemel öngörülerini tezleştirir veya teorileştirirken, “insan doğasını” yani bir diğer ifade ile “insan fıtratını” merkeze almaktadırlar. İnsan doğasından hareketle topluma, toplumdan hareketle devlete, devletten uluslararası sisteme kadar genişleyen bu analiz düzeyinin tarihi binlerce yıl öncesine kadar uzanmaktadır. M.Ö. 4. yy’da yaşayan Aristo’dan, M.S. 16. yy’da yaşayan Hob­bes’a, M.S. 16. yy’da yaşayan Mac­hiavelli’den 20. yy’da yaşamış olan Mor­genthau’ya kadar pek çok düşünür insan doğasını yani fıtratını referans alarak bir takım idealizasyonlar ortaya koymuşlardır. İdeal insandan ideal uluslararası yapıya ka­dar geniş bir yelpazede yer alan ve birbiri ile ilintili olan bu tasvirler, insanın kendisini, bir diğer insanı veya insanların teşekkül et­tirdiği toplumsal organizasyonları tanıma ve tanıtma bağlamında hem bir tespit, hem de insanların veya devletlerin bir diğerine karşı tutum ve tedbirini belirleyen bir kıla­vuz olagelmiştir. Bütün bu karmaşık yapıyı anlamlandırma noktasında hadiselere yuka­rı­dan bakma iddiasında olan sosyal bilimler için ise; bir referans, bir araç ve bir nokta-i istinat kabul edilmiştir. Özetle iki-üç kelimeye sığdırılabilecek “in­san nedir?” veya “insan doğası nedir?” sor­gu­la­masından neşet eden cevaplar, bugün insanlık tarihi içerisinde en temel birikim alanlarından birisidir. Bu sorgulama ve cevap­lamalar, insana dünyada bir konum­lan­dırma işlevi de görmektedir. Bu bağ­lam­­da ideal insanın başkalarına iyilik yap­mak­tan zevk alan insan olduğunu ifade eden Aristo ve iyi olanı mutlu olmak için in­sana bir amaç olarak tanımlayan Platon gi­bi düşünürlerin yaklaşımları, bugüne ka­dar uzantıları süren bir medeniyetin temel taşı olmuştur. Sonraki dönemlerde geniş çerçevede in­san­­­­­lığın, dar çerçevede Batı Dünyasının ge­­­­­çir­­­diği değişimlere bağlı olarak kimi za­­­­­man bu değişimlerin öncüsü, kimi za­man değişimlerin ürünü olan pek çok fi­lo­zof tarihte yerini almıştır. Örneğin Or­ta Çağ Avrupa’sından çıkış arayan bir coğ­­raf­yanın insanlarını Aydınlanma çağı ola­rak nitelendirilen ve etkileri bugün bile sü­regelen döneme taşıyan, yani o gün­den bu­gün ki modernizmi inşa eden düşü­nür­ler, birbirinden farklılıklar içeren geniş bir yelpazede yer almaktadırlar. Bu geniş yel­pazede birbirinin tezatı yaklaşımlar ol­duğu kadar, birbirini besleyen, birbiri ile örtüşen düşünceler de söz konusudur.  İnsanı insanın kurdu olarak tanımlayan Hobbes’tan, insanın hayat-mülkiyet-özgür­lük gibi doğal hakları olduğunu ifade eden Locke’a; insanın kötü ve bencil olduğun­dan hareketle, kötülüğü ve bencilliği ikti­darı elinde bulunduran insanlara da teşmil eden, yönetimi ahlaki ilkelerden soyutlayan Mac­hiavelli’den; insanların doğa halinin eşit­likçi, özgür, barış ve mutluluk halinde ol­du­ğunu ifade eden Rousseau’ya kadar ör­nekleri çoğaltmak mümkündür. 1798-1853 yıllarında yaşamış olan ve Batıda gelişmekte olan toplumun bütün insanlık için örnek olduğunu, insanlığın Batıyı ta­kip edeceğini söyleyen Auguste Comte, dün­­yada hiçbir şeyin başkasının hakkın­dan daha kutsal olmadığını, ne pahasına olursa olsun asla ahlaktan taviz verilmemesi gerektiğini söyleyen ve 1724 -1804 yılları arasında yaşamış olan Immanuel Kant gibi örnekler bir medeniyetin revizyonistleri olarak Avrupa nezdinde bir iftihar ve itibar vesilesi olarak kabul edilmektedir. Devasa bir felsefe, devasa bir sosyoloji, devasa bir siyaset bilimi alanını oluşturan bu çeşitliliğin, uluslararası ilişkilerin hem pratik olarak nitelendirilen güncel hadiseler, hem de teorik olarak nitelendirilen düşün­sel alanında da izdüşümü bulunmaktadır. Yukarıda sayılan veya sayılmayan pek çok düşünürden ilham alan uluslararası ilişkiler teorisyenleri, insanlığın geçirdiği iki büyük dünya savaşının sebeplerini sorgularken, yine insanın özünü, fıtratını, yani insanın “iyi” veya “kötü” olarak nitelendirilmesini hareket noktası olarak almışlardır. İnsanlar neden savaşırlar sorusuna idealist olarak nitelendirilen düşünürler, insanın özünde iyi olduğunu, uygun şartlarda bir sistem veya mekanizma inşa edilirse, insanın özü­ne uygun barışçı ve işbirliği ile hareket ede­ceğini dile getirirken, realistler olarak ni­te­lendirilen bir diğer grup düşünürler, insanın kötü, çatışmacı ve çıkarcı olduğunu kuvvetle vurgulamışlardır. Burada bir parantez açarak şunu belirtmek gerekir ki; bu temel veriler üzerinden bizim dikkat çekmek istediğimiz husus ise daha farklı olacaktır. Zira devasa bilim alanları­nın tartışa geldiği konuları veya kabul ettiği varsayımları doğrulamak-yanlışlamak veya tartışmaya açmak, çözüme bağlamak bu yazının hacmi ve kapsamı dışındadır. Parantezi kapatarak şöyle özetleyebiliriz ki, insanların, toplumların, devletlerin davra­nışlarını insanların özünün belirlediği, in­san­ların özünün ise “iyi” veya “kötü” oldu­ğu noktasında farklı yaklaşımların bulundu­ğudur. İnsan, toplum ve devlet üzerine analizler yap­mış olan ve Avrupa’nın bugünkü özgür­lük, refah, gelişmişlik, demokrasi düze­yin­de doğrudan payı bulunduğu kabul edi­len Mill, Locke, Rousseau, Kant, Comte gibi düşünürler Batı medeniyeti nezdin­de bir iftihar vesilesi kabul edilmekte ve sosyal bilimler vasıtasıyla da bir mihenk olarak bütün insanlığın istifadesine arz edilmektedir. Ancak teorik siyaset bir tarafa bırakılıp, pra­tik siyaset alanına dönüldüğünde insan­lık bambaşka bir Batı ile yüz yüze kalmak­tadır. Comte’un örnek alınacak dediği, da­hası örnek alınacak olarak hayal ettiği Avrupa, dünün dünyasında insanlığın gör­düğü en büyük iki dünya savaşının hem sebebi, hem faili, hem zalimi, hem maz­lumu olmuştur. Bugünün dünyasında, baş­ta coğrafi olmak üzere, kendi toplumsal zihninde tasavvur ettiği düşünsel sınırları içerisinde farklı, dünyanın geri kalan diğer coğrafyalarına farklı politikalar benimseyen, bu farklılığı tutum ve söylemlerine yansıtan, bu itibarla Kant’ın ahlaki ilkelerine rağmen kendisini “ikiyüzlü olmak” “çifte standartlı davranmak” ile konumlandıran bir Batı. Locke’un, insanların doğa/fıtri halinde var kabul ettiği “özgürlük-yaşam-mülkiyet” ola­­­rak mad­­delendirdiği haklar arasında yer alan, en azından “hayat” hakkını muhafaza et­­­mek için Suriye’den kaçanlara yönelik ge­liş­­­tir­­diği söylem ve eylem birlikteliği, bu­nun yanı sıra yine Türkiye’ye yönelik her türlü terör faaliyetleri karşısında sergilediği tutum, Machiavelli’nin ahlaktan soyutladığı kodların tezahürüdür. Batı medeniyetini bu şekilde konumlan­dıran karar alıcılar, kimin “insanlık” tanı­mı kapsamında, medeniyetlerinin hangi veç­hesi altında yer almaktadırlar. Rousseau’nun mu? Hobbes’un mu? Lock’un mu? Kant’ın-Comte’un mu? Machiavelli’nin mi? Pratik güncel siyaset sahasında gösterilen ikiyüzlülüğün arka planını, Kant, Comte, Locke, Rousseau ile iftihar etmek, Aristo, Platon, Kant, Comte, Locke, Rousseau gibi düşünüyor görünmek, Hobbes gibi düşün­mek, Machiavelli gibi davranmak oluştur­maktadır. Burada tarihe not olarak düşülmesi gereken ve bir başka medeniyetin, bir başka düşünce geleneğinin tezahürü olan bir hadisenin arka planını, bir başka yazıya havale ederek, bir başka makalenin başlangıcını, mukayeseye imkân tanıması cihetiyle bu yazının sonu olarak bitirmek gerekmektedir. Tarih: 20 Eylül 2016 Yer: Birleşmiş Milletler Genel Kurulu Türkiye Cumhuriyeti Cumhurbaşkanı Tay­yip Erdoğan: “Suriye'deki insani kriz 6. yılı­na girdi. Vatanlarını terk etmek zorunda ka­lan Suriyelileri evimizde misafir ediyoruz. Bu insanlara karşı insani ve vicdani görevimizi yapacağız. Dünya ve Batı almayabilir ama biz alacağız. Çünkü biz insanız…”

Ahmet Hüsrev ÇELİK 01 Aralık
Konu resmiAllah’ı Seviyorsanız Peygambere (sav  ) Uyacaksınız!
İtikad

Rabbimiz Kur’an-ı Hakim’de: “(Ha­bîbim, ya Muhammed!) De ki: ‘Eğer Allah'ı seviyorsanız, o hâlde ba­na tâbi olun ki, Allah (da) sizi sevsin ve günah­larınızı size bağışlasın!’ Çünkü Allah, Gafûr (çok bağışlayan)dır, Rahîm (çok merhamet eden)dir.” buyurarak, Efendimiz (sav)’in İs­lam ve insanlık açısından ehemmiyetini or­taya koymuştur. Elbette “Karıncayı emirsiz, arıyı yasubsuz bırakmayan kudret-i ezeliye, elbette beşe­ri Nebîsiz bırakmaz”dı ve bırakmadı. Hate­mü’l-Enbiya olarak Muhammed Mustafa (sav)’i beşerin selameti için gönderdi. Gelişiyle anın ve zamanın gidişatını, anla­yışını değiştiren Peygamberimiz (sav), 63 senelik hayatları hitam bulmazdan evvel, son­radan Asr-ı Saadet ismiyle yâd edilip, Efen­dimiz (sav)’in ifadesiyle örnek alınacak olan ve bizzat Efendimizin elinde yetişen güzi­de insan topluluğuna, Veda Hutbesinde şöy­le sesleniyordu: “Ey müminler! Size iki emanet bırakıyorum, onlara sarılıp uydukça yolunuzu hiç şaşır­maz­sınız. O emanetler, Allah’ın kitabı Kur’ an-ı Kerim ve Peygamberin (sav) sünnetidir. Müminler! Sözümü iyi dinleyiniz ve iyi belleyiniz! “Yarın beni sizden soracaklar, ne diyeceksiniz?” Sahabe-i Kiram birden şöyle dediler: “Allah’ın elçiliğini ifa ettiniz, vazifenizi hakkıyla yerine getirdiniz, bize vasiyet ve nasihatte bulundunuz, diye şe­hadet ederiz!” Bunun üzerine Resul-i Ekrem Efendimiz (sav) şehadet parmağını kaldırdı, sonra da ce­maatin üzerine çevirip indirdi ve söyle buyurdu: “Şahid ol, ya Rab! Şahid ol, ya Rab! Şahid ol, ya Rab!” Şimdi bazı kendini bilmezler çıkıp sünneti, hadisi, şeairi hatta peygamberi ve ötesini sor­­gulama alçaklığında hareket ediyorlar. Sor­­gulama hafif kaldı, inkâra kadar götü­rü­yor­­lar. Sanki İslamiyet bin senedir anla­şıl­ma­mış da bunlar anlıyormuş gibi insanları kendi arzu ve isteklerine, dünyanın siyase­tine ve felsefesine çekiyorlar. Ve maalesef ne Diyanet ne de sivil inisi­ya­­tifler bu konuda gerekli duruşu göstere­memektedir. Aksine medya bu adamlara ça­nak tutuyor ve her gün ayrı bir ortamda müf­sit fikirlerini safi insanların zihinlerine zerk ediyorlar. İslamiyet küresel güçlerin elinde şekillenip kendi siyasetlerine alet edilecek hale asla gelmeyecektir. Kurumlar olmasa, halkın safi vicdanı buna geçit vermeyecektir inşallah. İrfan Mektebi Dergisi olarak buna sessiz ka­lamazdık. Şimdi sizleri konu hakkında ya­zılan makalelerle baş başa bırakıyoruz. Cenab-ı Hak bizi ve cümle Müslüman­ları ihlastan, imandan, takvadan, sünnet-i se­niy­­­ye­­den ayırmasın!

Metin UÇAR 01 Aralık
Konu resmiBismillah
Risale-i Nur

Her hayrın başı, islamın nişanı, mev­cudatın zikridir Bismillah. Acizlerin kudreti, fakirlerin rahme­ti, zayıf­ların kuvvetidir “Bismillah”... Tılsımlı, müşkil, sırlarla dolu hayatın haki­katlerinin miftahıdır “Bismillah”... İnsanı taciz eden nihayetsiz acizlik, fakirlik ve kusuruna rağmen onu halife-i ruy-u zemin eden iksirdir “Bismillah”... Ateşi gülistana, asayı ejderhaya, hüdhüdü Sü­­leyman’a, şemsi, kameri fahri kâinata ram eden nurdur “Bismillah”... Verene, alana, başlayana, işleyene saadet-i dareyndir “Bismillah”... Furkan-ı Hakîmin çekirdeğidir “Bismillah” Kendinden tenvir eden bir kelamdır “Bis­millah” Kudret-i ilahiyenin taalluk ve tesirini celp eden muavindir “Bismillah” Bütün sıfat-ı kemaliyeyi tazammun eden bir sadeftir “Bismillah” Kâinattaki teavün, tesanüd, teanuk, teca­vüb­den tezahür eden sikke-i tevhid-i ulûhi­yettir “Bismillah” Ferşi arşa bağlayan, insanı arşa ulaştıran bir yoldur “Bismillah” Ehadiyet ve vahidiyeti irae eden sikkedir “Bismillah” Mübarek kitapların ve işlerin mebdeidir “Bismillah” Bir tek ayet olduğu halde yüz on dört defa nazil olan beyan-ı İlahidir “Bismillah” Esrar-ı rahmet ve envar-ı rahimiyyettir “Bis­millah” Hazine-i Rahmetin en birinci anahtarıdır “Bismillah” Kulun idrakine muhtaç olduğu sırdır “Bis­millah” Menba: Risale-i Nur; 1. Söz, 14. Lema ve İşaratü’l-İcaz eserlerinden

Ali SEMERCİ 01 Aralık
Konu resmiSedef Kakma
Kültür ve Medeniyet

Sedef, içinden inci çıkan istiridye kabu­ğudur. Pek çok deniz kabuğunda bu­lu­nan ve sedefçilikte kullanılan sert, hâ­kim rengi beyaz olmakla beraber ışığa göre gökkuşağı renkleri havi parıltılı maddedir. Sedef kakma, sedefçilik ya da sedef işleme olarak bilinen teknikte sedef, ahşap üzerine açılan çukur veya oymalara yerleştirilir ve tahtaya temas eden yüzeyden düşmelerini önleyecek yapıştırıcılar sürülür ya da se­deflerin etrafı madeni tellerle çevrilir. Sedef kakmacılık işine sedefkârî, sedef kakma ya­pan ustaya sedefkâr denilmektedir. Bağa, fil­dişi, kemik, altın ve gümüş gibi kıymetli madenler de sedefkârlıkta kullanılan malze­melerdir. Hammaddesi, midye kabuğu, çeşitli teller ve ceviz ağacı olan Sedef ve Sedefkârlık sanatı, eski dönemlerde Uzak Doğu ve Güney As­ya’da Hint Sanatında sedef süslemelere rast­lansa da, Ortadoğu ülkelerinde doğmuş ve XV. yüzyıldan sonra Osmanlılara geçmiş­tir. Sedefin en yaygın ve en gelişmiş şek­liyle Osmanlı-Türk Sanatında görüldüğü bilinmektedir. Sedefçilik asırlarca değişik mo­tif ve desenlerle zenginleştirilerek mimari yapılarda, günlük kullanım eşyalarında ve silah süslemelerinde kullanılmıştır. Sedef işçiliği, genellikle “oyma” ve “kakma” usulleriyle yapılmaktadır. Kakma tekniği ile yapılan sedef işçiliğinde kullanılan ağaç genellikle cevizdir. Renkler kızıl ve siyah olup kullanılan motiflerde çeşitli geo­met­rik desenler bir arada görülür. Bağa, fil­dişi, kemik, altın ve gümüş gibi kıymetli madenler sedefkârlıkta kullanılan sedef dı­şındaki diğer malzemelerdir. Osmanlı’da rağbet gören sedefkârlık örnek­leri; Kur’ân-ı Kerîm mahfazaları, saltanat kayıkları, her türlü silah kabzaları, hattat hokka takımı, kavukluk, nalın, rahle, ta­bure, cami minberi, vaaz kürsüsü, kapı ve pencere kanatları, sandukalarda ve daha bir çok kullanılan eşyalar üzerinde sedefi görmek mümkündür. Fatih Sultan Meh­med Han’ın cenaze töreninden bahsedilir­ken, tabut’unun som sedeften yapılmış olduğu ifade edilmektedir. XV. yüzyılda Topkapı Sarayı’nda abanoz ve sedef işi öğ­reten atölyeler olduğu ve burada sedefçilik öğretildiği kaydedilmiştir. Türk ve İslâm Eserleri Müzesi’nde bulunan XVI. yüzyıla ait en güzel eserlerden biri (En­vanter nr. 2), dört dilimli kemerli yüksek ayak üzerine oturan dörtgen prizma gövdeli ve kubbe kapaklı Kur’ân-ı Kerîm mahfaza­sı dönemin en önemli eserleri arasındadır; yine Türk ve İslâm Eserleri Müzesi’nde bu­lunan, bütün yüzeyi geometrik motifli sedef ve bağa kakmalarla bezenmiş sekiz­gen gövdeli ve kubbe kapaklı bir Kur’ân-ı Ke­rîm mahfazasında (Envanter nr. 19) Dalgıç Ahmed imzası bulunmaktadır. 16. yüzyılın başlarında yetişen Dalgıç Ah­med ve Sultan Ahmed Camii ve Külliyesi’ni yapan Mehmed Ağa gibi mimarlar aynı zamanda birer sedefkârdı. III. Mehmed’in türbesinin sedefli kapılarında ve Hassa Mi­marları Ocağı’nda sedefkârlık ve mimarlığı yine bir sedefkâr olan ustası Mimar Si­nan’dan öğrenen Mehmed Ağa daha çok Sedefkâr lakabıyla bilinir. Bu yüzyıldan kalma önemli sedefkârlık eserleri arasında Sultan Ahmed Camii, Yenicami ile Topkapı Sarayı’nın çeşitli kapıları yer almaktadır. Kendisi de bir marangoz ve sedefkâr olan II. Abdülhamid, Yıldız Sarayı’nda bir atölye kur­muş ve burada sedef işi birçok eser ya­pıl­mıştır. Sedefkârî eserler İstanbul, Şam, Ku­­düs veya Viyana işi gibi yapıldıkları yere gö­re isimlendirilir. Bunlar arasında bazı kü­çük üslûp farklılıkları vardır. Günümüzde se­def kakmalı kutu ve mobilya yapımında Şam, eski geleneğini devam ettirmektedir.

Mustafa YILMAZ 01 Aralık
Konu resmiSünneti Terk Ettiğiniz Zaman Helak Olursunuz!
İtikad

İslam dünyasının bazı dönemleri çok buhranlı geçmiştir. İçinde bulundu­ğu­muz dönem de ciddi buhranların ya­şandığı bir dönemdir. Bu sıkıntıların hem maddi hem manevi ayağı bulunmaktadır. Maddi tarafını zaten net bir şekilde gör­mek­teyiz. Manevi cephesine gelince, İs­lam kültürünün en temelde iki ana kaynağı olan Kur’an ve sünnet-i seniyyeye de bir kı­sım şüphelerle yaklaşılmaktadır. Fakat bu iki kaynağa hücum edilirken sünnetin ön planda tutulduğunu görmekteyiz. Çünkü Kur’an-ı Kerimi açıklayan, Kur’an’ın an­laşılmasını sağlayan ve yeni hükümler ge­tiren sünnet tarafı inkâr edilirse, bunun bir sonraki aşamasının Kur’an-ı Kerim olduğu şüphesizdir. Çünkü temelde Kur’ an’ın etrafında zırh olan şeyler; devlet, sün­net-i seniyye ve hakiki İslam âlimleridir. Kur’an-ı Kerim’e savaş açan zihniyetler, ön­celikle İslam âlimlerini itibarsızlaştırıp daha sonra sünnet-i seniyyeye hadisler üzerinden hücum ederek sünnetin elini zayıflatmayı hedeflemektedirler. Binaenaleyh Üstad Bediüzzaman’ın sün­net-i seniyyeye dair bir kısım izahlarıyla be­ra­­ber, İmam Suyuti’nin hadislerin İslamiyet’te ye­rini anlatan ‘Miftâhu’l-Cenne Fi’l-İhti­cac Bi’s-Sünne’ eserinden kısaca iktibaslar yapıp ayrıca içerdeki malumatı kendimize göre başlıklandırarak ve bir kısım yerlere de kendi fikrimizden katarak sünnetin ehem­miyetine dair olan bu yazıyı kaleme aldık. Yazıda kısaca sünnet-i seniyyenin ne oldu­ğunu ve hangi kısımlara ayrıldığını beyan edeceğiz. Daha sonra Kur’an-ı Kerim’de Hz. Peygamber’e (sav) itaati emreden ayetleri ele alacağız. Ayrıca Hz. Peygamber’e (sav) han­gi yetkilerin verildiğini ele alacağız. Daha sonra Hz. Peygamber’e (sav) itaati emreden bir kısım hadisleri ele alacağız. Ayrıca bu hadislerden ve bu ayetlerden sahabenin ne anladığını anlamaya çalışacağız. Çünkü Sa­habe nesli, vahye en yakın ve her halleriyle İslam dünyasına manevi rehber olmaları cihetiyle, bu ayetleri ve bu hadisleri en iyi anlayanlar elbette onlar olmuştur. Sünnetin Tarifi Sünnet kelimesi sözlükte; yol, usul, âdet, iyi veya kötü bir kimsenin alışkanlık haline getirdiği davranışlar manasına gelmektedir. Hadis âlimlerine göre sünnet, Hz. Peygam­ber’den (sav) söz, fiil, takrir, fiziki ve ahlaki vasıf olarak nakledilen her şeydir.1 Şu hadis-i şerifte de sünnet bu manada kul­lanılmıştır: “Her kim güzel bir yol açarsa, onun ve onunla amel edeceklerin sevabı o kimseye aittir. Onunla amel edenlerin se­vabından eksilme olmaz. Her kim de kö­tü bir yol açarsa, onun ve onunla amel edecek­lerin günahı o kimseye aittir. Onunla amel eden­lerin günahlarından bir eksilme olmaz.”2 Sünnetin Kısımları Sünnet-i seniyyeyi düşünürken çok ge­niş anlamda düşünmek durumundayız. Çün­kü tariften anlaşıldığı üzere Peygamber (sav)’in söyledikleri (kavli), yaptığı işler (fiili) ve ya­nında yapıldığı zaman sükût veya tasvip et­mesi (takriri), hatta yaratılışına ve ahlakına dair her şey sünnetin içerisinde zikredilir. Olaya böyle geniş pencereden bakan Üstad Bediüzzaman sünnetin kısımlarını şöyle ifa­de etmektedir. Sünnet-i seniyyenin meratibi var. Bir kısmı vâcibdir, terkedilmez. O kısım, şeriat-ı gar­ra’da tafsilatıyla beyan edilmiş. Onlar muh­ke­mattır, hiç bir cihette tebeddül etmez. Bir kısmı da, nevafil nev’indendir. Nevafil kısmı da, iki kısımdır. Bir kısım, ibadete tabi olan sünnet-i seniyyelerdir. Onlar da şeriat kitaplarında beyan edilmiştir. On­ların tağyiri bidattir. Diğer kısmı, “âdab” ta­bir ediliyor ki, siyer-i seniyye kitaplarında zikre­dilmiştir. Onlara muhalefete, bid’a de­nilmez.3 Farz ve Vacip Olan Kısmı l    Bunlar bizim farz olarak bildiğimiz ibadetlerdir. l    Terkleri mümkün değildir. Terk eden günahkar olur. l    Bunların tebdili mümkün değildir. l    Esasları Kur’an-ı Kerim’de belirlenmiş, tafsilatları sünneti seniyyede izah edilmiştir. l    Beş vakit namaz, zekat, oruç, tesettür vs.. Hanefi ulemasınca da sünnet genellikle iki kısma ayrılmış, birinci kısmı sünnet-i müekkede (te’kid edilmiş kuvvetli sünnet) ikinci kısmı ise, sünet-i gayr-i müekkede tabir edilmiştir. Sünnet-i müekkedeye özel­lik­le şeaire taalluk eden sünnetler ezan gibi, namazın cemaatle kılınması gibi, sabah na­mazının iki rekât sünneti gibi misaller ve­rilmiştir. Gayr-i müekkede sünnete ise ikin­di ve yatsı namazının dört rekât sünnet­leri gibi misaller verilmiştir. Ayrıca Hanefi âlimler sünnet-i hüda, sün­net-i zâide gibi iki kısma ayırarak, sün­net-i hüdanın sünnet-i müekkede gibi güç­lü sün­netlere verilen isim olarak zikret­mişler­dir. Sün­net-i zâideye ise daha çok, Üstad Be­diüz­zaman’ın da ifâde ettiği, ikinci kıs­mın ikinci kısmı olan âdat sünnetler şek­linde ifâde et­mişlerdir. Burada Üstad Be­di­­üz­­za­man’ın tak­siminde en önemli ay­­rım, sün­netin vacip olan kısmından bahset­me­sidir. Üstad, sünnet-i seniyye içinde en mühim olanlarının, İslamiyet alametleri olan şeaire taalluk eden sünnetler olduğunu ifade etmiştir. Tarihte İslamiyet’e darbe vur­mak isteyenlerin öncelikle şeairi ortadan kaldırmaya çalışmak istemeleri de, bu tarz sünnetlerin ne kadar ehemmiyetli olduğunu ortaya koymaktadır. Hz. Peygambere (sav) İtaati Emreden Ayetler Hepimizin malumu, mümin bir kimseye gereken, Kur’an-ı Kerim’de emredilen ayet­leri kalbinde en ufak bir tereddüt göster­meden tamamıyla tasdik etmesidir. Bizim için, bir hükmün ana kaynağı mühimdir. Bu kaynak Kur’an’ı Kerim ise, itaat bizim üzerimize farzdır. Hz. Peygamber’e (sav) itaati emreden de Kur’an-ı Kerim’dir. Hiç­bir hüküm olmasaydı, Kur’an-ı Ke­rim’de bu konuya dair tekbir ayet de ol­say­dı, biz­ler hiç tereddüt etmeden Pey­gam­beri­mize (sav) itaat ederdik. Hz. Pey­gam­ber’e (sav) itaatten kastın Kur’an-ı Kerim ve sün­net-i seniyye olduğu aşikârdır. Çünkü bu itaati emreden ayetlerde Allah’a itaat edin ve Resulüne itaat edin ifadeleri var­dır. Allah’a itaati Kur’an-ı Kerim’e râci olduğu, Hz. Peygamber’e (sav) itaatin ise sünnet-i seniyye olduğu net bir şekilde anlaşılmaktadır. Bununla beraber Kur’an’ı Kerim’de onlarca ayet doğrudan Peygamber (sav)’e itaat etmekten ve isyan et­mekten kaçınmaktan bahsetmektedir. Ay­­­­rı­­ca eski kavimlerden Peygamberlere (as) itaat eden­lerin necat bulmaları ve is­yan eden­­­lerin daha dünyada iken cezaya çarp­­tı­rıl­­maları da bu manada anlaşılmalıdır. İtaati emreden ayetlerden bir kısmı aşağıdaki gibidir: - Ey iman edenler! Allah’a itaat edin; pey­gam­bere ve sizden olan ülü’l-emre (emir sâ­hibi idarecilerinize) de itaat edin! O hâlde bir şey hakkında ihtilâfa düşerseniz, Allah’a ve ahiret gününe iman ediyorsanız, artık onu Allah’a ve peygambere arz edin! Bu hem hayırlı, hem de netice itibarıyla daha güzeldir.4 - “Kim Resule itaat ederse Allah’a itaat et­miş olur.” Kim de (ondan) yüz çevirir­se, zaten seni onların üzerine bir muha­fız (bek­çi olarak)göndermedik.5 - Bunlar Allah’ın hudududur. Artık kim Al­lah’a ve Resulüne itaat ederse, (Allah) onu altlarından nehirler akan Cennetlere koyar; orada ebedî olarak kalıcıdırlar. Ve işte bü­yük kurtuluş budur.6 - Kim de Allah’a ve Resulüne isyan eder ve O’nun hududunu aşarsa, (Allah) onu içinde ebedî olarak kalıcı olduğu bir ateşe koyar ve onun için aşağılayıcı bir azab vardır.7 - Biz hiçbir Peygamberi, Allah’ın izniyle ken­disine itaat edilmesinden başka bir mak­­­­­satla göndermedik. Ve gerçekten on­lar (gü­­nah işleyerek) nefislerine zulmet­tik­­leri za­­man, sana gelip de Allah’tan mağ­fi­ret is­te­­selerdi (ve) peygamber de on­lar için ba­ğış­lanma dileseydi, şübhesiz Allah’ı, Tev­vâb (tevbelerini kabul edici), Ra­hîm (yal­va­rış­larına merhamet edici) ola­rak bulurlardı! .8 - “Fakat hayır! Rabbine yemin olsun ki, (on­lar) aralarında çıkan karışık işler husu­sunda seni hakem yapıp, sonra da verdiğin hü­kümden dolayı kendi (gönül)lerinde hiç­bir sıkıntı duymadan tam bir teslimiyetle teslim olmadıkça iman etmiş olmazlar!”9 - (Habibim, ya Muhammed!) De ki: “Eğer Al­lah’ı seviyorsanız, o hâlde bana tâbi’ olun ki, Allah (da) sizi sevsin ve günahlarınızı si­­ze bağışlasın!” Çünki Allah, Gafûr (çok ba­ğış­layan)dır, Rahîm (çok merhamet eden)dir.10 Yukarıdaki ayeti Üstad Bediüzzaman kısaca şöyle tefsir etmiştir: “Eğer Allah’a muhabbetiniz varsa, Habibul­lah’a ittiba edilecek. Eğer ittiba edilmezse, netice veriyor ki, Allah’a muhabbetiniz yok­tur. Eğer muhabbetullah varsa, netice verir ki; Habibullah’ın sünnet-i seniyyesine itti­baı intac eder. Evet, Cenab-ı Hakk’a iman eden, elbette ona itaat edecek.”11 Başka bir yerde ise Allah sevgisinin, sünnet-i se­niyyeye uymayı netice vereceğini şöyle ifa­­de etmiştir: “Muhabbetullah, sünnet-i se­niy­­yenin ittibaını istilzam edip intac eder.”12 Hz. Peygamber’e (sav) olan muhabbetin de yine sünnete uymaktan geçtiğini şöy­lece ifâde eder: “O’na iştiyak ve meyl ve mu­habbet, O’nun (sav) sünnet-i seniyyesine ve şeriat-ı garrasına ittiba’ iledir.”13 Son olarak da Üstad Bediüzzaman’ın bu ko­nuya dair kısa fakat harika bir ifadesiyle itaat meselesini bitirmiş olalım: “Cenab-ı Hakk’a iman eden, elbette ona itaat edecek. Ve itaat yolları içinde en mak­bulü ve en müstakimi ve en kısası, bila-şübhe Habibullah’ın gösterdiği ve takib et­tiği yoldur.”14 Hadislerde Sünnete Uymanın Emredilmesi Kur’an-ı Kerim’de nasıl Resul-ü Ekrem’e (sav) uymayı emrediyorsa aynı zamanda bir kısım Hadis-i şeriflerde de bu husus dile getirilmektedir. Bu hadislerden birkaç tanesi şöyledir: “Size iki şey bırakıyorum (bunlara tutunur­sanız) asla dalâlete düşmezsiniz: Allah’ın ki­tabı ve sünnetim. Bu ikisi kıyamette hav­za kadar ayrılmadan beraberce gelecek­lerdir.”15 “Yüz çevirenler hariç ümmetimin tamamı cennete girecektir. “Sordular: Ya Resûlal­lah! Kimdir o yüz çevirenler?” Cevap verdi­ler: “Bana itaat eden cennete girer, isyan eden de yüz çevirmiş olur.”16 İlim üçtür: Şeriatı anlatan kitap Resûlul­lah’tan (sav) varid olan sünnet, bir de “bil­miyorum” demek.17 “Size öyle bir zaman gelecek ki, şu üç şeyden daha kıymetli bir şey olmayacak: Helal para, güvenilir ünsiyet edilen kardeş, amel edilen sünnet.”18 Beyhâki İbn Abbas’tan nakille Resûlullah (sav)’in şöyle buyurduğunu nakleder: “Kur’ân’da bir husus size bildirildiği zaman, herkes onunla amel etmek zorundadır. Hiç kimsenin onu terk etme özür yoktur. Eğer Allah’ın kitabında o husus yoksa varid olan sünnetim geçerlidir. Eğer sünnetimde de yoksa ashabımın sözleri geçerlidir. Çünkü ashabım gökteki yıldızlar gibidir. Hangisine uyarsanız hidayete erersiniz. Ashabımın ih­tilafı ise sizin için rahmettir.”19 İslam Büyüklerinin Sünnete Dair Bir Kısım Sözleri Bu bölümde ise sünnetin ehemmiyetine dair, İslam büyüklerinden bir kısım sözlere yer vereceğiz: Hz. Ali (ra): “Din akla göre olsaydı, meshin mestin üs­tünden ziyade altına olması daha münasip olurdu. Fakat ben Resûlullah’ın (sav) mestin üstüne mesh yaptığını gördüm.”20 İbn Ömer (ra): “Ümmet sünnete sarılığı sürece doğru yol­dan sapmaz.”21 Urve (rh): “Sünnete tabi olmak dinin esasıdır.”22 Amir (rh): “Sünneti terk ettiğiniz zaman helak olursu­nuz.”23 Rebi’den: “Şafii’nin (ra) şöyle dediğini duydum. Kitabımda Hz. Peygamber’in (sav) sünnetine aykırı bir şey bulursanız, Resûlullah’ın (sav) sünnetini alın, benim dediğimi bırakın.”24 HZ. PEYGAMBERİN (SAV) VAZİFELERİ Hz. Peygamber’in (sav) son elçi olarak gel­mesi ve cihanşümul bir dava ile ortaya çık­ması elbette Kâinatın efendisinin birçok va­zifesi olmasını da beraberinde getirmiş­tir. Biz­ler Resul-ü Ekrem (sav)’in bütün va­zifelerini ele almaktan ziyade birileri tara­fından en çok itiraz edilen hüküm koyma yetkisini ele alacağız. Bununla birlikte Hz. Peygamber’in (sav) başlıca şu vazifeleri bu­lunmaktadır: 1- Tebliğ 2- Tebyin (açıklama) - Mücmel ayetleri açıklamak - Müşkil ayetleri açıklamak - Umumilik ifade eden ayetleri tahsis etmek - Mutlak ifadeleri takyid etmek - Hükümleri teyid etmek 3- Tezkiye (Ahlakıyla insanların manen te­mizlenmelerine vesile olmak) 4- Kur’an’da bulunmayan hükümler koymak.25 Hz. Peygamberin (sav) Hüküm Koyma Yetkisi Bir kısımları, Hz. Peygamber’e (sav) itaati emreden ayetleri bir şekilde yorumlarken hüküm koyma yetkisini ise tamamen in­kâr etmek yoluna gitmektedirler. Hâlbu­ki Kur’an-ı Kerim’de bazı ayetler hüküm koy­ma yetkisini net bir şekilde ortaya koy­maktadır. Bunlardan bir tanesi Haşr Su­resi 7. ayettir. Şimdi bu ayeti Sahabe Efen­dilerimizin nasıl anladıklarını görmek için, iki kıssa ile sizi baş başa bırakıyorum. Beyhakî Habib b. Ebi Fedale el-Mekki ‘den senediyle şu rivayeti nakleder. İmran b. Husayn (ra) ilgili hadisler ışığında şefaati anlatır. Oradakilerden bir tanesi: “Ey Ebu Nuceyd! Siz bizlere hadisler anlatı­yorsunuz fakat biz bunlarla ilgili Kur’an’da bir asıl bulamıyoruz”, deyince İmran kızar ve adama şöyle der: “Sen Kur’an’ı okudun mu?” “Evet.” “Peki, Kur’ân’ın hiçbir yerinde yatsı na­mazının farzının dört, akşamınkinin üç, sa­bahınkinin iki, öğleyle ikindininkinin de dört rekât olduğuna rastladın mı?” “Hayır.” “Peki, bunları kimden öğrendiniz? Bizden öğrenmediniz mi? Biz de Resûlullah (sav)’den öğrenmedik mi? Peki Kur’an’da kırk koyunda bir koyun, şu kadar deveye şu ka­dar dirheme şu kadar zekât düştüğüne rast­ladın mı?” “Hayır.” “Peki, bunları kimden öğrendiniz? Bizden öğ­ren­mediniz mi? Biz de Resûlullahtan (sav) öğrenmedik mi? Keza Kur’ ân’da “Son­ra (vücutlarındaki) kirlerini gidersinler, adak­larını yerine getirsinler ve Beyt-i Atîk’ı (Kâ’be’yi) tavâf etsinler!”    26 ayetini oku­ma­dınız mı? Peki, orada Kâ’be’yi yedi defa ta­vaf edin, makamın arasında ki iki rekât na­maz kılın diye bir ifadeye rastladınız mı? Aynı şekilde Allah Rasulü’nün (sav) buyur­duğu şu hususular Kur’an’da var mı?” “Zekât tahsildarının bir yerde konaklaması ve toplayıp getirilecek kimseyi zekât malla­rı­nın bulunduğu mahallelere gönderilmesi, ze­kât tahsildarının uzak bir yerde konaklayıp zekâtın yanına getirilmesini emretmesi, kız kardeşlerini birbirlerine vererek mehirsiz evlenmek İslam’da yoktur.” Peki, Allah Teâlâ Kur’an’da şöyle buyurdu, duymadınız mı? “Peygamber size ne verdiyse, artık onu alın; si­ze neyi de yasakladıysa, ondan hemen kaçı­nın!”    27 İmran (ra) daha sonra şöyle söyler; “Sizin bilginizin olmadığı Resûlullahtan öğ­rendiğimiz daha başka şeyler de var.”28 Diğer kıssa ise şöyledir: Buhari ve Müslim’de İbn Mesud’dan şöyle dediğini rivayet eder: “Dövme yapana, yaptırana, güzelleşmek için kaşlarını yolan, dişlerini inceltene, Al­lah’ın yarattığı şekli değiştirenlere Allah lanet etsin.” İbn Mes’ud’un (ra) bu sözü Benu Esed’den Ümmü Ya’kub adlı bir kadına ulaşınca, kal­kıp gelir. “Bana gelen habere göre şöyle dermişsin” der. İbn Mes’ud da (ra): “Resûlullah’ın (sav) lanet ettiğine ben niye lanet etmeyeyim ki? Hem Kur’ân’da bu hu­sus geçmiyor mu ki” deyince, kadın: “İki kapak arasını okudum, fakat bu dediği­ni mushafta bulamadım” der. İbn Mesud da şöyle der: “Okusaydın bulurdun. Sen Kur’ân’da: ‘Pey­gamber size neyi verdiyse onu alın, ne­den de yasakladıysa ondan sakının’29 ayetini okumadın mı?” “Okudum.” “(Gördün mü işte ) Resûllullah (sav), (benim saydığım) şeyleri yasaklamıştır.”30 Bu iki kıssa bizlere, Sahabe Efendilerimizin bu ayetten, Hz. Peygamber’in (sav) sözleri­ne itaat etmeyi anladıklarını net bir şekilde ortaya koymaktadır. Ayrıca başka bir kıssa da Ahzap Suresi 36. ayet-i celile ile ilgilidir. Tâvusa ikindiden sonraları iki rekât (nafile) namaz kılıyordu. İbn Abbas (ra) ona bu namazı bırakmasını tavsiye edince, “Bırakmam” der. İbn Abbas da (ra)ona şöyle der: “Resûlullah (sav) ikindiden sonra (nafile) na­maz kılınmasını yasaklamışlardır. Bu kıl­dı­ğın namazda sevap mı kazanıyorsun yok­sa azaba mı uğrayacaksın bilemiyorum.31 Çün­kü Allah Teâlâ Kur’an’da şöyle buyuruyor: ‘Allah ve Resulü bir işe hüküm verdiği za­man, artık ne mümin bir erkek, ne de mümin bir kadın için (o hükme muhalif) işlerinde ken­di­lerine (başka bir yolu) seçme hakkı yok­tur! Ve her kim Allah’a ve Resulüne isyan ederse, artık muhakkak ki apaçık bir sapıklık ile dalâlete düşmüş olur.’32 Burada da Sahabe Efendilerimiz içerisinde Kur’an-ı Kerimi en iyi anlayanlardan biri olan ve Resûl-i Ekrem Efendimizin (sav) dua­sına mazhar olmuş İbn Abbas (ra) Pey­gam­ber Efendimizin (sav) verdiği hüküm­lere it­tiba etmenin zaruri olduğunu bize ders vermektedir. Ayrıca Kur’an-ı Kerim’de, Cenab-ı Hak Pey­­gamber’in (sav) bir hüküm koyduğu za­man nasıl bir tavır takınacağımızı şu ayet-i celi­lelerle ifade etmektedir. “Aralarında hü­küm vermesi için Allah’a ve Resulüne çağı­rıldıkları zaman, müminlerin sözü ancak: ‘İşittik ve itaat ettik!’ demeleridir. İşte bunlar, gerçekten kurtuluşa erenlerdir.”    33 Son olarak da bu konu ile ilgili A’raf Su­resinde Peygamber (sav)’in hüküm koyma yetkisi şu ifadelerle net bir şekilde ortaya konmaktadır. “(O peygamber) onlara iyili­ği emreder ve onları kötülükten yasaklar; hem onlara temiz şeyleri helâl, pis şeyleri ise üzerlerine haram kılar.” Bu ayetin sonu ise müminlere çok güzel ölçü vermektedir: “Artık ona iman eden, ona hürmet eden, ona yardım eden ve onun­la be­ra­ber indirilen nûra (Kur’ân’a) tâbi’ olanlar var ya, işte onlar gerçekten kurtuluşa erenlerdir!”  34 Hadisin Delil Oluşunu İnkâr Edenin Durumu İmam Suyuti (rh) yazmış olduğu kitabın baş taraflarında hadislerin delil olduğunu kabul etmeyenlere karşı bir kısım şeyler söyleye­rek daha sonra İmam Şafii’den (ra) bir olay nakleder: “Allah size merhamet etsin. Şunu bilesiniz ki, Usûl ilminde maruf olan şart­ları taşıyan –kavli olsun fiili olsun– hadisler hüccettir. Resûlullah’ın hadislerini inkâr eden kimse küfre girer ve İslam dairesinden çı­kar, Yahudilerle Hıristiyanlarla veyahut ta Allah’ın murad ettiği diğer kâfir fıkralarla beraber haşr olunur.”35 İmam Şafii (ra) bir gün bir hadis rivayet eder ve “sahihtir” der. Birisi: Ey Ebû Abdillah! Sende aynı kanaatte mi­sin?” diye laf edince, bozulur ve şöyle der: “Ey adam! Sen beni hiç Hristiyan olarak gör­dün mü? Bana kiliseden çıkarken rastladın mı? Belim de Hristiyan zünnarına şahid ol­dun mu? Hem Resûlullah (sav) hadis riva­yet edeceğim, hem de aynı görüşte olma­yacağım ha!”36 Üstad Bediüzzaman ise sünnete ittiba et­meyenler için şöyle demektedir: “Sünnete it­tiba etmeyen, tembellik eder ise, hasaret-i azîme; ehemmiyetsiz görür ise, cinâyet-i azî­me; tekzibi işmam eden tenkid ise, dalâlet-i azîmedir.”37 SADECE KUR’AN’LA AMEL EDİLMESİNİ SÖYLEYENLERİN CEHALETLERİNİN ORTAYA KONUŞU Her asırda bir şekilde kendine taraftar bu­lan, bir kısım yerlerde kendilerini Kur’ aniy­yun olarak ifade eden, biz yalnızca Kur’an’da bulduğumuza tabi oluruz diyen zavallı gruplar olmuştur. Bu grupların ortak özellikleri, samimiyetten yoksun olmaları, bu ifadeleri kullanırken de bilerek veya bil­meyerek Kur’an-ı Kerim’deki birçok ayeti inkâr etmeleridir. Ayrıca yüzlerindeki soğukluk, İslam üm­metini kabul edememe ve sünnet-i seniy­yenin nurundan istifade edememek de bun­ların ortak özelliklerindendir. Böyle bir grubun varlığından Peygamber (sav) bah­set­miştir. Dikkat edilirse bu anlayış, asrı­mızda bulunmakla birlikte, daha önce anla­tı­lan iki kıssadan anlaşıldığı üzere, tabiin döneminde de bulunmuş ve bir kısım sa­habelerle tartışmışlardır. Bu adamların ortak özelliklerinden birisi ise, hakikatleri istediğiniz kadar anlatın, ayet­leri tevil etmeleri ve hadisleri hafife almaları veya inkâr etmeleri olarak görmekteyiz. Bu olay Beyhaki’nin Süfyan’dan (ra) naklettiği şu olayı hatırımıza getirmektedir: “Onun emrine aykırı davrananlar, başları­na bir bela gelmesinden… sakınsınlar”38 aye­tinde geçen beladan muradın, Allah’ın (cc) kalplerini mühürlemesi olduğunu nak­leder.39 Ayrıca sünnetin delil oluşu sabit olmasaydı, Resulullah Efendimiz (sav) veda hutbesinde orada bulunanlara dini hususları öğrettik­ten sonra şöyle buyurmazdı: “Burada bulunanlarınız bulunmayanlara ak­tarsın. Çünkü aktarılan bazı kimseler din­leyenden daha iyi anlar.”40 Beyhaki sonra şu hadisi zikreder: “Bizden işittiği hadisi işittiği gibi rivayet edenin Allah yüzünü ağartsın, çünkü ken­disine aktarılan bazı kimseler, dinleyenden daha iyi beller.”41 Hz. Peygamber’in (sav), Hadisleri İnkâr Edecek Kimselerden Haber Vermesi Hz. Peygamber (sav) ümmetin içerisinden çıkacak, fakat hadisleri kabul etmeyecek bir kısım şahısları, nazar-ı nübüvvetle görmüş ve onlardan haber vermiştir. O rivayetlerden bir tanesi şöyledir: “İyi bilin ki bana Kur’ân ve onunla bera­ber bir misli verildi. Yine iyi bilin ki ba­na Kur’ ân ve onunla beraber bir misli verildi. Keza bilesiniz ki karnı tok kişinin koltuğuna kurulup şöyle demesi yakındır. Size sadece Kur’ân yeter. Kur’ân’da helal olarak bulduğunuzu helal sayın. Haram olarak bulduğunuzu da haram sayın. Şunu bilesiniz ki ehli eşek tırnaklı hayvan ve zimmilerin yitik malı sizlere haramdır.”42 Bu Asırda Sünnet-i Seniyyeye Uymanın Ehemmiyeti Sünnet-i seniyyeye uymak her dönemde ehemmiyetlidir. Fakat bazı dönemler var­dır ki, -nasıl ki harp zamanında düşmanın karşısında bir saat nöbet başka zamanlara nispeten yüz saat kıymetinde olabilir- ay­nen bunun gibi sünnet-i seniyyeye düşman­lığın daha çok olduğu böyle dönemlerde sünnet-i seniyyeye uymak daha büyük bir ehemmiyete haizdir. Bunun içindir ki hadi­­si şerifte, “Ümmetimin fesada gittiği dö­nem­de sünnet-i seniyyeme sımsıkı sarılana yüz şehid sevabı vardır.”43 buyurulmuştur. Üs­tad Bediüzzaman bunu şu veciz ifâde ile beyan etmiştir. “Fesad-ı ümmet zamanında sünnet-i se­niy­yenin küçük bir âdâbına müraat et­mek, ehemmiyetli bir takvayı ve kuvvetli bir imanı ihsas ediyor.”44 Ayrıca Üstad Bediüzzaman istiâze bahsinde şeytanın desiselerini saydıktan sonra, şey­tana karşı zırhın takva olduğunu, siperin ise sünnet-i seniyye olduğunu şöyle ifâde etmektedir. “Ey ehl-i iman! Bu müthiş düşmanlarınıza karşı zırhınız: Kur’ân’ın tezgâhında yapı­lan takvadır. Ve siperiniz, Resul-ü Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm’ın sünnet-i seniyye­sidir. Ve silahınız, istiaze ve istiğfar ve hıfz-ı İlahiyeye ilticadır”.45 Hadis-i şerifte ise, bu asırda sünnete uyanlar şu şekilde müjdelenmiştir: “Ümmetin son demlerinde bir topluluk bu­lunacak onlara öncekilere verilen sevaplar kadar sevap verilecektir. Bunlar münkirleri reddedip, fitneci topluluklarla savaşacaklar.” İbrahim b. Mûsâ ‘ya sordular: “Onlar kimlerdir?” “Onlar ehl-i hadistir. ‘Resûlullah şunu ya­pın şunu da yapmayın buyurdu’ diye söy­leyeceklerdir.”46 Sünnet-i Seniyye’nin Kazandırdıkları - “Ümmetimin fesada gittiği dönemde sün­net-i seniyyeme sımsıkı sarılana yüz şehid sevabı vardır”47 hadis-i şerifinin işaretiyle yüz şehid sevabını kazandırabilir. - Üstadın ifadesiyle “Sünnet-i seniyyeye it­tibaı kendine âdet eden, âdâtını ibadete çevirir, bütün ömrünü semeredar ve se­vab­dar yapabilir.”48 Bu ifadelerden anla­şı­lı­yor ki sünnet-i seniyyenin âdetler tabir et­ti­ğimiz en küçük kısmı bile ehemmi­yet­lidir. Çünkü ittiba ettiğimiz her sünnet, ha­yatımızın her adımını Peygamberimizin (sav) yolunda olmasından dolayı ömrümüzü bereketlendirir ve her adımımız bizim için bir cennet meyvesi ve bir sevap kapısı olur. - Sünnet-i seniyyeye ittiba eden, edebi elde eder. Çünkü “Sünnet-i seniyye, edebdir. Hiç bir meselesi yoktur ki altında bir nur, bir edeb bulunmasın!”49 Ayrıca Cenab-ı Hak edebin bütün güzelliklerini Resul-ü Ekrem’de (sav) bir araya toplamıştır. - Sünnet-i seniyyeye her uyduğumuzda Re­sul-ü Ekrem (sav)’i hatırlarız. Bu hatırlama aynı zamanda Cenabı Hakkı hatırlamamıza bir vesile olur. - Sünnet-i seniyyeye ittiba eden, hem dünya hem ahiret saadetine mazhar olur. Bunu Üstad Bediüzzaman şöyle ifade etmiştir: “Sün­net-i seniyye, saadet-i dâreynin te­mel ta­şıdır ve kemâlâtın madeni ve menbaıdır.”50 Elbette sünnet-i seniyyeye uymanın kazan­dırdıkları bunlardan ibaret değildir. Biz yal­nız numune için birkaç misal verdik. Konuyla ilgili daha geniş malumat almak isteyenler, İmam Suyuti’nin (rh) ilgili kita­bına, özellikle bu asrın idrakine konuşan Üstad Bediüzzaman’ın 11. Lem’a risalesine müracaat etsinler. Biz o büyük bahçeler­den birkaç meyveyi sunduk. Cenab-ı Hak istifade etmeyi nasip eylesin. Cenab-ı Hak bizleri Resûl-ü Ekrem (sav)’in sünnet-i seniyyesine hakkıyla ittiba edenler­den eylesin. Âmin. Kaynaklar: 1- Ahmet Yücel, Hadis usulü, s. 372- Ahmed bin Hanbel, el-Müsned, c. 31, s. 5363- Lem’alar, s. 54-554- Nisa, 595- Nisa,806- Nisa, 137- Nisa, 148- Nisa, 649- Nisa, 6510- Al-i İmran, 3111- Lem’alar, s. 5412- Lem’alar, s. 5413- Zülfikâr, s. 26214- Lem’alar, s. 5415- Hâkim, Müstedrek, I, 93, vd.; Miftâhu’l-Cenne Fi’l-İhticac Bi’s-Sünne’ (Sünnetin İslam’ da­ki Yeri), İmam Suyuti, trc. Enbiya Yıldırım, s. 27 16- Buhari, el-İ’tisam, bab no: 2, vd.; age. s.3517- Et-Taberâni, el-Mu’cemu’l-Evsat, II, 7 vd; age. s. 8318- Et-Taberâni, el-Mu’cemu’l-Evsat, I, 96 vd; age. s. 8419- Beyhaki, el-Medhal, s. 163; el-Hatib, el-Kifaye, s. 16520- Ebû Davud, et-Tahare, bab no: 63 vd; age. s. 7321- Beyhaki, el-Medhal, s. 194; agy.22- Beyhaki, age. s. 195; agy.23- Beyhaki, age. s. 198; agy.24- Beyhaki, age. s. 198; age. s. 7525- Teferruatlı bilgi için bkz. Ahmet Yücel, Hadis Usulü, s. 19-3126- Hac, 2927- Haşr,728- Delâlilu’n-Nübüvve, 1/27, age. s. 24,2529- Haşr,730- age. s. 3631- age. s. 5132- Ahzab,3633- Nur, 51 34- Araf,15735- Age. s. 1836- Age. s.18, Ebu Nuaym, vd.37- Lem’alar, s. 6138- Nur, 6339- Age, s. 3640- Buhari, İlm, bab no: 9, vd; age. s. 2241- Tirmizi, İlm, h.no:2657, Beyhaki,, I, s. 23, vd; age. s. 2242- Beyhaki, Sünenu’l-Kübra, c. 4, s. 332, vd; age. s. 2643- Emâli-i İbn Bişran, c.1, s. 21844- Lem’alar, s. 5145- Lem’alar, s. 7246- Ahmed bin Hanbel, el-Müsned, c. 4, s. 62 vd. age. s. 10047- Emâli-i İbn Bişran, c.1, s. 21848- Lem’alar, s. 5149- Lem’alar, s. 5550- Lem’alar, s. 58

Enes ÇALIK 01 Aralık
Konu resmiTarihten Sayfalar
Tarih

Darende Ulu Camii Malatya’nın Darende ilçesi, Zaviye Ma­hallesi’nde bulunan Ulu Caminin ki­tabesi bulunmadığından yapım tarihi bilin­memektedir. Dulkadiroğluları zamanında, XIV. yüzyılda yapıldığı ileri sürülmüşse de bu iddia kesinlik kazanamamıştır. Cami­nin doğu ve kuzey duvarları ve mina­resi dışında, günümüze gelememiştir. Kalıntı­ları­na dayanılarak caminin kesme taş ve moloz taştan dikdörtgen planlı olduğu an­laşılmaktadır. İbadet mekânı içerisindeki pa­yelerle beş sahna ayrılmıştır. Bu camiden günümüze gelebilen minare kesme taştan olup, kare kaide üzerine yuvarlak gövdeli­dir. Alt bölümü sekizgen, üst bölümü on­al­tıgen olan gövdenin ortasına bir de taş kuşak yerleştirilmiştir. Tek şerefeli olan mi­narenin külah kısmı da yıkılmıştır. Kendi haline terk edilen cami bir süre depo ola­rak kullanılmış, daha sonra restore edilmiş ve çevre düzenlemesi yapılmıştır. Bugünkü caminin üzeri geniş bir çatı ile örtülmüş önüne de yuvarlak kemerli bir son cemaat yeri eklenmiştir. “Âlem-i İslâm’dan senin ruhuna yağacak rahmet dualarını düşün” Kur’ân’ın gözle görülen bir nevi lem’a-i i’câziyeyi, beş-altı Mushaf’ta işaretler yap­tım, hatt-ı Arabî-i Kur’ânîleri mükemmel olan kardeşlerime taksim ettim. Bunların içinde hatt-ı Arabî-i Kur’ân’da Hüsrev on­lara yetişe­mediği hâlde, birden umum o kâtiblere ve hatt-ı Arabî muallimine te­fev­vuk eyledi. Ve hatt-ı Arabî’de, en müm­taz kardeşlerimizden on derece geç­ti. Umumen onlar tasdik edip: “Evet biz­den geçti, biz ona yetişemiyoruz” de­di­ler. Demek Hüsrev’in kalemi, Kur’ân-ı Mu’ciz’ül-Beyân’ın ve Risâle-i Nûr’un mu­cizevâri kerametleri ve harikalarıdır. Ey Hüsrev! Senin yazdığın mucizeli iki Kur’ân-ı Azîmüşşân’ın bu havalide husûsan Ramazan-ı Şerif’de sana kazandırdıkları sevâbları ve tah­sin ve tebriklerini, inşâal­lah yakında tab’a (baskıya) girmesiyle, Âlem-i İslâm’dan senin ruhuna yağacak rah­met duâlarını düşün, Al­lah’a şükreyle. (Be­dîüz­zaman Saîd Nursî, Kas­tamonu La­hikası) “Ben incirin celâli değilim, rahmet dualarını düşün” Prof. Dr. Sadettin Ökten, Türkiye’nin ilk İmam Hatip Lisesi Müdürü olan babası Celâleddîn Ökten ile ilgili şöyle bir hatırasını anlatıyor: “Lise çağlarındayım, Ve­­fa Lisesinde okuyorum, babam velim. Karne getiriyorum, malum o zamanlar kar­neyi velî imzalıyor. Velî adını ben ‘Ce­lâlettin’ yazmışım. Götürdüm karneyi, im­zalayacak. Şöyle baktı bir an karneye ve sonra ‘Ben dinsiz Celâl miyim?’ dedi. Ben tabiî anlamadım ne demek istediğini. Daha bastırarak bir daha söyledi. Yine anlamadım neyi kasttettiğini. Tabiî anlamayışım sonucu kulaklarıma kadar kızarıyorum. ‘Ben’ dedi ‘Celâleddîn. Benim adım, Celâlettin değil, ‘tin’ değil, ‘din’. Ben incirin celâli değilim, dinin celâliyim ben!’ Ve karneyi imzaladı.” (Sadettin Ökten, Hayatımdan Portreler, Sayfa 14) 11 Aralık 1911 İlk Masa Tenisi Turnuvası     İngiltere’de düzenlendi Masa tenisinin salon tenisi adıyla bi­li­nen en eski şekli, 1880’li yıllarda Hin­distan ve Güney Afrika’daki İngiliz ordu­su tarafından oynanırdı. 1890’lı yıllarda İn­gil­tere’de bu oyunun diğer versiyonları ge­liş­tirildi. Bunlar “whiff whaff” ve “gossima” gi­bi değişik isimlere sahiptiler ve Parker Brot­hers firması masaya kurulabilen portatif net, dışı file kaplı küçük bir top ve minya­tür raketlerden oluşan salon tenisi kitleri sat­­maya başladı. 1900 yılında Amerika’yı zi­yaret eden İngiliz James Gibb, dönerken yanında bazı içi boş selüloid toplardan ge­tirdi ve arkadaşlarıyla salon tenisini bu top­ları kullanarak oynamaya başladı. Gibb, topun rakete ve masaya çarptığı zaman çıkar­dığı sesi temsil eden “ping pong” ismini kul­lanmaya başladı. Fakat 1901 yılında İn­giliz spor ekipmanları üreticisi olan John Jacques “Ping Pong” ismini kendi adına tes­cil ettirdi ve bu ismin Amerika haklarını Par­ker Brothers firmasına sattı. Onlar da ye­ni kitlerini bu isimle çıkardılar. 01 Aralık 1402 Timur, İzmir’i kuşattı Ankara Savaşını kazanan Timur, 14. Yüz­yıl ortalarından itibaren Hristiyan­ların eline geçen İzmir’i almaya karar ver­di. İzmir’de Rodos Şövalyeleri hüküm sür­mekteydi. İzmirliler, işgal için gelenleri önemsemedi. Bu yüzden kuşatmanın ilk gününde teslim olmalarını isteyen be­yaz bayrağın, ikinci günde zorla zapt edile­ceklerini ihtar eden kırmızı bayrağın ve üçüncü gününde yağmayı ve talanı ih­tar eden siyah bayrağın dalgalanmasını umur­samadılar. Timur, kalenin temel­lerin­deki lağım açma çalışmaları devam ederken, or­du­sunun büyük kısmına çevre tepelerden söktürdüğü kayaları limanın girişine taşı­tı­yordu. Birkaç gün değil, birkaç yıl ay­nı bi­çimde çalışılsa bile liman girişinin en­gel­lenemeyeceğini düşünen İzmir halkı, bo­şuna bir çaba olarak gördükleri çalışma bit­tiğinde kayaların limanın girişini kesmek için değil, limana giriş çıkış yapan gemi­lere top atışı yapmak gayesiyle kurulacak iskeleye temel işlevini yerine getirmek için kayaların limanın girişine konulduklarını anlayacaklardı. Asıl dehşet, lağımcıların yo­ğun çabası sonucu kale burçları aynı anda havaya uçurulurken içeriye giren Timur’un askerlerinin kestiği başlar top mermisi ola­rak limandaki gemilere atılırken yaşandı. Rodos Şövalyeleri ve onlara yardıma gelen gemiler, denizin üstünü kaplayan kesik baş­lardan dehşete kapılarak limandan uzak­laştılar. Bir süre limanın uzaklarında gezin­dikten sonra gözden kayboldular. İki haf­talık kuşatmadan sonra İzmir alındı. 19 Aralık 1941 Ekmeğin karneye bağlanmasına karar verildi Türkiye, II. Dünya Savaşına girmediği hal­­de savaşın sıkıntılarını yakından his­set­miştir. Savaş çıkma ihtimaline karşı er­kek nüfusun büyük bir bölümünün silah altına alınması ülkedeki buğday üretimini düşürdü. Bu sebeble un tüketimini kont­rol altına almak için ekmek karnesi uygu­lamasına karar verildi ve 13 Ocak 1942 tarihinde uygulama başladı. Mahalle muh­tarları hanedeki kişi sayısı kadar karne ve­riyorlardı. Kişi başı günlük 375 gr. ekmek alınabiliyordu. Yedi yaşından küçük çocuk­lara ise bu miktarın yarısı veriliyordu.  

Ahmed Said GÜNDÜZ 01 Aralık
Konu resmiDikkat Edin!
İnsan

İnsanlardan öyleleri de vardır ki, ken­dileri inanan kimseler olmadıkları hâl­de: “Allah’a ve ahiret gününe iman et­tik” derler. Allah’ı ve iman edenleri al­datmaya çalışırlar. Hâlbuki sâdece kendilerini aldatırlar da far­kına varmazlar. Kalblerinde bir hastalık (nifak) vardır, Al­lah da hastalıklarını artırmıştır. Ve (imanları hakkında) yalan söylemekte olduklarından dolayı, onlar için (pek) elemli bir azab vardır.1 Onlara: “Yeryüzünde fesad çıkarmayın!” de­nildiği zaman ise: “Biz ancak ıslah edici kim­seleriz” derler. Dikkat edin! Şübhesiz ki onlar, müfsidlerin (bozguncuların) ta ken­dileridir, fakat idrak etmezler. Onlara: “İnsanların (müminlerin) iman et­tiği gibi iman edin!” denildiği zaman ise: “Biz, sefihlerin (beyinsizlerin) iman ettiği gibi mi inanıyoruz?”2 derler. Dikkat edin! Muhakkak ki sefih olanlar ancak onlardır, fakat bilmiyorlar. Ve iman edenlerle karşılaştıkları zaman: “(Biz de) iman ettik!” derler. Şeytanlarıyla (reisleriyle) baş başa kaldıkları zaman ise: “Gerçekten biz sizinle beraberiz; biz (onlarla) ancak alay edicileriz!” derler. (Bilakis) Allah onlarla alay eder ve onlara mühlet verir (de), azgınlıkları içinde boca­layıp dururlar. İşte onlar, hidayete karşılık dalâleti satın alanlardır. Fakat ticaretleri (onlara) kâr getirmemiştir. (Onlar, o zarardan kurtulmak için) doğru yolu bulmuş kimseler de değillerdir. (Bakara 9-16) 1- “Münafıkların azablarının mezkûr cinayetleri arasında yalnız kizb (yalan) ile vasıflandırılması, kizbin şiddet-i kubh ve çirkinliğine işarettir. Bu işaret dahi kizbin ne kadar tesirli bir zehir oldu­ğuna bir şâhid-i sadıktır.” (İşârâtü’l-İ‘câz, 85) 2- “Nifaklarının (ikiyüzlülüklerinin) icabıyla bu sözlerinde de münafıklık yapıyorlar. Zira bu söz­lerinin zahirinden (dışından): ‘Biz divaneler de­ğiliz, nasıl sefihler (akılsızlar) gibi olacağız?’ di­ye bir mana çıkar. Bâtınından (iç yüzünden) ise: ‘Nasıl ekserîsi fukara ve nazarımızda sefih olan müminler gibi olacağız?’ diye diğer bir mana çıkı­yor.” (İşârâtü’l-İ‘câz, 91)

İrfan MEKTEBİ 01 Aralık
Konu resmiŞefaat Hak mıdır?
İnsan

Şefaatin kelime manası: Seyyid Şerif Cürcani, Tarifat’ta şöyle der: “Şefaat, hakkında cinayet –büyük bir cürüm– vuku bulan günahların affını istemektir.” Tehanevi: “Tazarru yoluyla başkasının menfaati için ondan zararın kalkmasını veya hayırlı bir duruma nail olması için istekte bulunmak” manasını verir. (Keşşafu Istılahatu’l-Fünun, c. 1, s. 1034)   Kamus-u Muhitin mütercimi Asım Efendi şöyle der: Müellifin Ba­sair’de beyanına göre ( شفاعه شفع )   manasınadır, bir kimseye nâsır ve muîn, yahut ondan sâil ve tâlip olarak mukarenet ve inzimam manasına olup, badehu ‘mücrim veya muhtaç hakkında dilek eylemek’te isti’mal olundu. Hülasa şefaat; yardım, başkası hakkında di­lekte bulunmak, aracı olmak manalarına gelmektedir. Günümüzde şefaat, -daha çok- Peygam­be­rimizin (sav) mahşerde ümmetinin affı için Cenab-ı Hak’dan dilekte bulunması, dua etmesi anlamına gelmektedir. Şefaati İnkâr Edenler Bilindiği kadarıyla İslâm tarihinde, “mahşer gününde Peygamberimiz (sav)’in (veya di­ğer peygamberlerin) ümmetine şefaat ede­ce­ğini” inkâr eden tek fırka mutezile fırka­sıdır. Ehl-i sünnet âlimleri pek çok akli ve nakli delillerle, sapık mutezile fırkasının bu düşüncesini çürütmüş ve onları sustur­muştu. Günümüzde de mutezile fırkasına benzer tarzda şefaati inkâr eden veya bun­ların tesirinde kalarak çoklukla “Şefaat hak mıdır?” diye soranlara rastlıyoruz. Burada şefaatin hak olduğuna dair, ayet ve hadis­leri zikrederek, konuya açıklık getirmeye çalışalım.   Mahşer Yerinde Şefaat Mahşer meydanında toplanacak insanları üç kısma ayırabiliriz. Kâfirler, günahları çok olup, muvakkat de olsa cehennemi hak et­miş olanlar; sevapları çok olup cenneti hak etmiş olanlar. Kâfirler, küfürlerinden dolayı affa müstahak değillerdir. Onlar affedilmeyecek, onlara kimse şefaat de etmeyecektir. Şefaati red­de­den bazı ayetler vardır ve bu ayetler ehl-i küfre yöneliktir. Mesela şu ayet: “Şe­faatçilerin şefaati onlara (kâfirlere) fayda vermez.” (Müddessir, 48) Sevapları çok olup, cenneti hak etmiş olan­lara gelince, zaten onların şefaate ihtiyaçları yoktur. Günahları çok olup, cehenneme girebile­cek kimselere gelince, Kur’ân’da ve pek çok hadislerde, bu insanların bir kısmı­na, Peygamberimizin (sav) –veya başka peygam­ber­lerin- affedilmeleri için aracı olacağına (yani şefaat edeceğine) dair ifadeler vardır. Burada ilk önce şefaate delil olacak ayetleri zikredelim: 1- O gün, Rahmanın katında söz ve izin alan­dan başkası şefaat edemeyecektir. (Mer­yem, 87) 2- O gün Rahmanın izin verdiği ve sözün­den razı olduğu kimseden başkasının şefaati fayda vermez. (Taha, 109) 3- Allah’ın huzurunda onun izin verdiği kimseden başkasının şefaati fayda vermez. (Sebe, 23) 4- İzni olmadan onun huzurunda kim şefaat edebilir? (Bakara, 255) 5- Onun izni olmadan hiç bir kimse şefaat edemez. (Yunus, 3) 6- Ondan başka taptıkları ilahlar (kimse­ye) şefaat edemezler; ancak (Allah’ı) bile­rek şahitlik edenler müstesna. (Zuhruf, 86) (Burada istisna edilenler İsa (as) ve Üzeyr (as) ile meleklerdir.)  7- Göklerde nice melekler vardır ki, Allah, dilediği ve razı olduğu kimse için (şefaate) izin vermedikçe, onların şefaatleri hiçbir fayda vermez. (Necm, 26) 8- Onlar (melekler) onun razı olduğu kim­seden başkasına şefaat etmezler ve onun heybetinden korkarlar. (Enbiya, 28) Buraya kadar sıraladığımız ayetlerde, “şefaat olmayacak” denilmiyor. Ancak “Allah’ın izin verdiği, razı olduğu kimseler şefaat ede­cek” deniliyor.  Peygamberimiz (sav) ve Şefaat Nisa Suresinin 64. ayetinde şöyle buyrulur: “Eğer onlar (günah işleyerek) nefislerine zul­­mettikleri zaman sana gelip Allah'tan mağ­firet dileseler ve peygamber de onlar için mağfiret dileseydi, Allah'ı, Tevvab ve Ra­hîm (tevbeleri çok kabul edici ve mer­hamet sahibi) bulurlardı. Muhammed Suresinin 19. ayetinde de şöy­le buyrulur: “(Ey Muhammed!) Hem ken­di günahın için, hem de mümin erkek ve mümin kadınlar için Allah’tan mağfiret di­le.” Peygamberimize (sav) “mağfiret dile” diye­rek ya­pılan emir, onun duasının kabul edi­le­­­ce­ği­ne işarettir. Çünkü Allah (cc) hem “mağ­fi­ret dile” deyip, hem de kabul etme­mez­lik yap­maz. Bu mağfiret isteği, dünya­da ve­ya ahi­rette olsa fark etmez. Bunu “yalnız­ca dün­­ya­daki duadır” demek de delilsiz bir iddiadır ve yanlıştır. Peygamberlerin mahşerde şefaatlerinden ka­sıt, onların ümmetlerinin affı için ara­cı olmaları, dua etmeleridir. Zaten şefaat kelimesinin dua ve aracı olmak manaları­na geldiğini yukarıda zikretmiştik. “Peygam­berler mahşer yerinde dua edemezler” demek, delilsiz bir iddiadır. Üstelik ayet ve hadislere de muhalif olduğundan teh­likelidir. Maide Suresinin sonunda İsa (as)’ın mah­şerde şöyle diyeceği zikredilir: “Eğer onlara azap edersen, şüphe yok ki onlar senin kullarındır. Eğer onlara mağfiret edersen, şüphe yok ki Azîz ve Hakîm olan ancak sensin.” (Maide, 118) Bu ifadeler bir duadır. İsa (as) dua ediyorsa âlemlere rahmet olarak gönderilen Muhammed (sav)’in de ondan daha geniş ve şümullü, ümmetinin affı için dua etmesi ve bu duanın kabulü de inkâr edilmemelidir. Zaten, “Umulur ki Rabbin seni Makam-ı Mahmud’a (övülecek bir makama) ulaştı­rır.” (İsra, 79) ayetini âlimler şefaat ola­rak tefsir etmişlerdir. İmam Suyuti “Ed-Dür­rü’l-Mensur” adlı tefsirinde “Makam-ı Mah­mud”un şefaat-ı uzma olduğuna dair yirmi hadis-i şerif zikretmiştir. (Age. c. 5, s. 324) Şefaat Hakkındaki Hadisler Peygamberimizin kıyamet günü şefaat ede­ceğine dair hadisleri, Buhari, Müslim başta olmak üzere, pek çok hadis âlimi rivayet etmiştir. İslâm âleminde en geniş hadis ko­leksiyonu olarak kabul edilen, Kenzü’l-Ummal’in 14. cildinin (390-415) ve (628-640) sayfaları arası, şefaate dair hadislerle doludur. Ve hadislerin toplamı (86)’dır. Bu 86 hadisin toplamı, kalbinde iman ve insaf olan herkese bir kanaat verecek ma­hiyettedir. Kettani mütevatir hadisleri topladı­ğı “Naz­mü’l-Mütenasir Fi’l-Ehadisi’l-Mütevatir” ad­­lı ki­tabında, Peygamberimiz (sav)’in, “Her pey­gam­berin Allah katında makbul bir dua­sı var­dır. Her peygamber duasını dün­ya­da yaptı. Ben ise duamı, kıyamette üm­me­time şefaat için sakladım” hadisinin “Ebu Hureyre, Enes, Cabir, Abdullah b. Amr, Ubade b. Samit, Ebu Said El-Hudri, Abdurrahman b. Ebi Ukayl (Radiyallahü anhüm ecmain)” tarafından sahih olarak rivayet edildiğini ve bu hadisin mütevatir olduğunu söyler. Ayrıca mahşer yerinin dehşetinde, insan­ların peygamberlere müracaatı ve sonunda Peygamberimize (sav) gelip şefaat dileğinde bu­lunmalarıyla ilgili meşhur hadis, 12 saha­beden nakledilmiş mütevatir bir hadistir. Bu mevzuda tafsilat için Kettani’nin mez­kûr kitabına müracaat edilebilir. Kur’ân’ı tefsir ederken Kur’ân’ı Kur’ân’la, daha sonra hadisle, daha sonra sahabe sö­züyle tefsir etmek, bütün âlimlerin kabul ettiği bir usuldür. Kur’ân ayetlerini, sahih hadislere müracaat etmeden veya onlara muhalefet ederek tefsir etmek, dalalettir. Hülasa; buraya kadar zikrettiğimiz ayetler ve hadisler Allah’ın razı olduğu ve izin ver­diği kimselerin mahşer yerinde şefaat ede­ceklerini ayan beyan ortaya koyuyor. Kur’ân’da Umumilik ve Hususilik Şefaatı inkâr edenlerin bir kısmı, bazı ayet­leri yanlış anladıkları için şefaati inkâr edi­yorlar. Onların yanlış anladıkları ayetlere geçmeden önce, Kur’ân’ı doğru anlamak için, Kur’ân’ın anlatım tekniklerinden biri­ne dikkat çekmek istiyoruz. Kur’ân’ın bazı ifadeleri vardır ki, zahiren umumilik ifade ederse de, hakikatte onların istisnaları veya tahsis edilen durumları var­dır. Umumi olan bir hüküm bazen baş­ka bir ayetle veya hadislerle tahsis edilir, hususi­leştirilir. (Fakat bir delil olmadan da tahsise gidilmez.) Bunu bilmeyenler, o ayetlerden yola çıkarak yanlış hüküm verirler ve sapı­tırlar. Üstelik onların fikirlerini kabul et­me­yenleri sapıklıkla suçlarlar. (Bu şefaat konusunda olduğu gibi!) Mesela Kur’ân’ın pek çok ayeti “Zekât verin” şeklindedir. Zekât emri zahiren bü­tün Müslümanlara yönelik umumi bir emir iken, hakikatte yalnızca zenginlere yö­nelik hususi bir emirdir. Keza Âl-i İmran 97. ayeti şöyledir: “Yoluna (oraya gitmeye) gücü yeten bir kimsenin Kâbe’yi haccet­me­si, insanlar üzerinde Allah’ın bir hakkıdır.” Burada “insan” kelimesi umumidir. Hâlbuki çocuklar ve deliler de insan oldukları halde, onlar müstesnadır. Maide suresi 38. ayette “Hırsız erkek ve hırsız kadının elini kesin” ayeti umumidir. Bu ifadenin zahirine göre yumurta çalanın da elini kesmek gerekir. Hâlbuki hadislerin ifadesiyle bu umumi ifade “belli bir miktarla” tahsis edilmiştir. Bakara suresinin 173. ayetinde “meyte” yani “ölü hayvan etinin” haram kılındığı belirtilir. Balık eti bu ayete göre haram olmalıydı. Hâlbuki hadis-i şerifler balık etinin caiz olduğunu belirterek ayeti tahsis etmiştir. Boşanmış kadınların 3 hayız müddeti bek­lemesini emreden Bakara Suresinin 228. ayeti umumi iken, Ahzab Suresinin 49. aye­ti nikâhlanılan fakat kendileriyle zifafa gi­ril­meyen kadınların iddet beklemeyeceğini ifade etmekle, umumi ifadeyi tahsis etmiştir. Kur’ân’ın bir yerde umumi zikrettiği, fakat bunun hemen ardından veya başka bir yerde tahsis ettiği ayetlere dair usul-i fıkıh kitaplarında pek çok örnek vardır. Burada üzerinde durduğumuz şefaat ko­nusu da, bazı ayetlerde umumi olarak nef­yedilmiştir. Fakat bu ayetler zahiren umumi ise de, onun da istisnai, hususi durumları vardır. Yukarıda zikrettiğimiz ayetler, şefaati umumi olarak nefyeden ayetleri “Ancak Allah’ın izin verdikleri müstesna” ifadeleriyle tahsis etmektedir. (Taha suresinin 109. ayeti şöyle der: “O gün Rahmanın izin verdiği ve sö­zünden razı olduğu kimseden başkasının şefaati fayda vermez.”) Şefaati inkâr edenler şu ayeti bize delil olarak sunacaklardır. “Ey iman edenler! İçinde ne bir alış-veriş, ne bir dostluk ne de bir şefaat bulunan bir gün gelmeden önce, sizi rızıklandırdığımız şeylerden (Allah yo­lunda) sarf edin. Kâfirler zalimlerin ta ken­dileridir.” (Bakara, 254) Hâlbuki bu ayet, devamındaki 255. ayet ya­ni “İzni olmadan onun huzurunda kim şe­faat edebilir?” ayetiyle tahsis edilmiştir. Ya­ni ayet (Allah’ın izni olmadan şefaat yok) ma­nasındadır. Buna benzer ayetleri de hep bu ölçüye göre değerlendirmek gerekir.

İdris TÜZÜN 01 Aralık
Konu resmiKuva-yı İnsaniye Tahdid Edilmediğinden Cinayeti Büyük Olur
Risale-i Nur

Hayvanın hilafına, insandaki kuvveler, fıtrî tahdid olmamış. Onda çıkan hayr u şerr, lâ-yetenahî gider. Onda olan hodgâmlık, bundan çıkan hodbinlik, gurur, inad birleşse; öyle günah oluyor (haşiye) ki beşer şimdiye kadar ona isim bulmamış. Cehennemin lüzumuna delil olduğu gibi, cezası da yalnız Cehennem olabilir. Hem meselâ: Bir adam, tek yalancı sözünü doğru göstermek için, İslâm'ın felâketini kalben arzu eder. Şu zaman da gösterdi: Cehennem lüzumsuz olmaz, Cennet ucuz değildir. Bediüzzaman Hazretleri bu bölümde insanoğlunun yapacağı kötülüklerin, zulümlerin, cinayetlerin, hatalarının kaynağını ve bu olumsuzlukların ne kadar büyük olabileceğini göstermektedir. Ona gö­re insanın cisminin küçük olması yapaca­ğı kötülüklerin küçük olması anlamına gel­me­mektedir. Evet, insan cisim itibarıyla kü­çük bir varlık olabilir. Lakin fiilleri bütün âlem­le ilgili olabilmektedir. Yeryüzünde in­­san eliyle yapılan zulümleri, kötülükleri gör­dük­çe çoğu zaman kendimize sorarız. İnsan nasıl bu hale gelebilir? Nasıl bu kadar kö­tü olabilir? Nasıl bir canavar olabilir? İşte Hz. Üstad çözümünü bulamadığımız ve can sıkan bu sorulara bu bölümde cevap ver­mektedir. Hz. Üstada göre yüce Allah tarafından, hay­vanların kabiliyetlerine yaratılıştan bir sınır çizilmiştir. Hayvanlar yüce Allah tarafın­dan verilen bu sınırlı yeteneklere uygun işler görürler. Onun dışına çıkmazlar.  Bundan dolayıdır ki hayvanların yapabilecekleri işler sınırlıdır. Hâlbuki insanın yetenek­leri­ne ve duygularına böyle bir sınır ko­nulmamıştır. Çok iyi ve faydalı bir insan olabileceği gibi çok zararlı bir canavara dahi dönüşebilmektedir. Âdeta insan, melek gibi hatta meleklerden öteye geçebilirken diğer taraftan da zehirlemekten lezzet alan bir ferd olabilmektedir. Hz. Üstad, insanın kabiliyetlerinde bir hu­dudun olmamasını, Cenab-ı Hakkın bütün isimlerinin nihayetsiz tecellilerine bir ayine olması hikmetiyle açıklamaktadır. Mesela insan bütün dünya kendisine verilse doymak bilmeyen bir hırsa sahiptir. İnsan sevdiği bir şeyi ona tapacak ve onu ilah edinecek kadar ileriye taşıyabilir. Kendi menfaatini binlerce insanın veya milletin zararında görebilir. Tek bir ferd tarihe, insanlığa, geleceğe fayda­lı olabilir. İnsan yüce Allah’ın isimlerinin son­­suz tecellilerini anlamak için verilen bu ka­biliyet ve duygularını veriliş amacına uy­gun kullanmazsa firavun, nemrut, şed­dat, cebbar bir hale gelebilir. Sınır konul­mayan bu kabiliyet ve duygularını veriliş amacına uygun kullandığı takdirde insan­ların rehberleri hükmünde olan birer yıl­dız olabilirler. Öyleyse insanın sınır konul­mayan bu duyu ve kabiliyetlerden sonsuz bir hayır veya sonsuz bir şer çıkabilir. Eğer insanda gurur, inat, bencillik, olumsuz dü­şünceler bir araya gelirse öyle günahlar, zu­lümler, kötülükler, cinayetler işleyebiliyor ki sözlüklerde buna karşılık gelecek bir ke­li­meye rastlamak mümkün olmuyor. İşte insanın bu hali, sonsuz bir Cehennem aza­bının varlığına da delil olmaktadır. Çünkü böyle bir nisanın işlediği bu büyük suçun cezası bu dünyada verilemez. Çünkü bu Dünya geçici, kısa, fani bir yerdir. Sınırlı süre içerisinde cezalandırılabilir. Hâlbuki kabiliyet ve duygularını kötülükte kulla­nan insanlar sonsuz kötülükler işleme ka­bi­li­yetini taşıyabilirler. Ellerinden gelse işle­yebilirler. Öyleyse bunların cezası sonsuz bir âlemde verilebilir. Bazen Hayır, Şerre Vasıta Olur Havastaki meziyet filhakika sebebdir te­vazu, mahviyete. Olmuş maatteessüf se­beb tahakküme, tekebbüre hem il­let. Fakirlerdeki aczi, âmilerdeki fakrı filhakika sebebdir ihsan ve merhamete. Lâkin maatteessüf müncer olmuştur şim­di, zillet ve esarete. Bir şeyde hâsıl olan mehasin ve şerefse; Havas ve rüesaya o şey peşkeş edilir. O şeyden neş'et eden seyyiat ve şerr ise; efrad ve hem avama taksim, tevzi' edilir. Aşiret-i galibde hâsıl olan şerefse; “Hasan Ağa, âferin!” Hâsıl olan şerr ise; efrada olur nefrin. Beşerde şerr-i hazîn!.. Hz. Üstad toplumsal ayrışmanın, çatışma­nın, ötekileştirmenin ve zedelenen ilişkilerin kaynağını ve membaını göstermektedir. Zi­ra ona göre bir toplumun okuryazar, seç­kin, ileri gelen veya idarecilerin sahip ol­duğu meziyetler, topluma hizmet içindir. Mütevazı olmaları içindir. Bu meziyetler hizmet edilmek değil, hizmet etmek için­dir. Kendini üstün görmek, baskı sebebi saymak veya kibirlenmek için değil, alçak gönüllülükle insanlığa hizmet etmek içindir.  Hâlbuki tarihe baktığımızda veya pratikte toplumun önünde görünen bu kesim, te­va­zu’ yerine bu özelliklerini toplumun üze­­rinde bir üstünlük sebebi olarak görmüş­lerdir. Bu meziyetler hizmet etmek için kul­lanılması gerekirken hizmet edilen konum­da görülmüştür. Tevazu ile dallarını aşağı sarkıtan meyveli ağaç gibi olması gereken bu insanlar, kavak ağaçları gibi dik olmayı tercih etmişlerdir. Bu meziyetler sayesinde onlar, ulaşılmaz olmayı ve başkalarını kü­çüm­semeyi tercih etmişlerdir. Halkın, muh­taçların, mazlumun, küçüğün acizlikleri ve fakirlikleri, merhamet edilmeye, elinden tu­tulmaya, yardımına koşulmaya sebep iken maalesef ötekileştirilmeyi, itilip kakılmayı, baskı altında ezilmeyi, zulüm altında in­le­meyi sonuç vermiştir. Haysiyet, şeref, onur gibi insani değerlerinin zedelenmesini do­ğur­muştur. Demek insanın sahip olduğu me­ziyetler hizmet içindir. Yardıma koşmak içindir. El uzatmak içindir. Yoksa hizmet edil­mek için değildir. Yardımına koşulmak için değildir. Eli sıkarak yumruk yapmak için değildir. Kısacası meziyetler, bir üstün­lük sebebi değildir. Konumuzla ilgili olarak toplumumuzda çok yanlış bir algı daha bulunmaktadır. Bir­likte elde edilen ve kazanılan bir başarıyı yal­nız toplumun ileri gelenlerinden bilmek, başarıyı onlara vermektir. “O başardı, ben başardım” demektir. “Biz başardık, siz ba­şar­dınız, onlar başardı” denmez. Başarı pay­laşılmaz. Hâlbuki bir başarısızlık ha­linde suç takım/mesai/iş arkadaşlarına atı­lır. Onlar kötülenir. Kısacası başarı kişisel­leş­tirilirken başarısızlık herkesleştirilir. Bedi­üzzaman Hazretleri bunu güzel örneklerle şöyle açıklamaktadır: Mesela, bir tabur ga­lebe çalsa, şan ve şeref kumandana verilir, taksim edilmez. Mağlûp olduğu vakit, sey­yie tabura taksim edilir. Meselâ bir aşiret namuskârane bir iş etse, “Aferin Hasan Ağa” derler. Fenalık ettikleri vakit, “Tuh! Ne pis aşiretmiş” diyecekler. Bu yanlış algının tedavisi ise başarının herkese ait olduğunu bilmek ve herkesi tebrik etmek, başarısızlığın ise lidere ait olduğunu düşünmek ve halkı tenkit etmemektir.  Sonuç olarak denilebilir ki toplumda görü­len kötülüklerin, ayrışmaların, ötekileştir­me­­nin kaynağında meziyet sahibi insan­ların me­ziyetlerinin kibir, bencillik ve üstün­lük duy­guları olarak anlaşılmasında yatmakta­dır.

Muhlis KÖRPE 01 Aralık