
بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحٰيمِ وَ بِهٰ نَسْتَعٰينُ اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ رَبِّ الْعَالَمٰينَ وَ الصَّلاَةُ وَ السَّلاَمُ عَلٰى سَيِّدِنَا مُحَمَّدٍ وَ عَلٰى آلِهٰ وَ صَحْبِهٰ اَجْمَعٰيَن Aşağıda manaları verilen fakat ekseriyetle yerinde anlaşılmayan kelimeler tasnif edilmiştir. Aynı zamanda bu kelimeler izah edilirken kâinat kitabındaki hangi faaliyetle örtüştüğü esas alınmıştır. 133- “Hayr” kelimesinin içinde tefekküri bir seyahat yapalım. Tefekküri seyahata başlamadan önce belirtelim ki, Risale-i Nur içinde kullanılan kelimeler, Arapça sathi lügat manasıyla kullanılmamıştır. Belki o kelimenin kâinat kitabında imani hakikatlere temas eden noktaları tasavvur edilerek kullanılmıştır. 134- Hayr: Sevaplı amel ve hasenat demektir. Hasenat ise yapılan amelin karşılığının ahirette verilmesini ifade eder. Hâlbuki bir amelin karşılığının ahirette verileceğini peygamberlerden başka kimse bilemez. Cenab-ı Hak onlara bildirir. Onlar da bizlere tebliğ ederler. 135- Öyle ise; bir hükmün veya bir fiilin hayır ve sevap olması Peygamber Efendimizin (asm) tebliğine bakar ve onunla bilinir. Peygamber Efendimiz (asm) ise ne söylemişse; vahye istinaden söylemiştir. Vahiy ise ancak emr-i İlahiye bakar. Öyleyse Peygamber Efendimizin (asm) tebliğ ettiği her bir amel hayırdır. O da emr-i İlahiye istinad eder. Öyle ise her hayrın başı Allah’tır. 136- Kur’an, şeriat-ı Muhammediyenin (asm) temeli ve esasıdır. Kur’an, arş-ı azamdan, ism-i azamdan ve her bir ismin mertebe-i azamından nazil olmuştur. Bu sırdan dolayı her bir ayet-i kerime bütün Esma-i İlahiye’ye cami bir hitaptır. 137- Bu cami hitap, Peygamber Efendimizin (asm) mahiyetinde bulunan bütün istidatlarının her birini en münteha (son) kemalata kadar çıkarmıştır. Böylelikle o Habib-i Ekrem (asm) Kur’an’ın en birinci muhatabı olmuştur. Bu sırdan dolayı miraca en layık olan, o Zat (asm)’dır. 138- İşte mümin, Peygamber Efendimize (asm) iman ile intisaptan sonra feyz-i İlahiye mazhar olur. Her bir fiilini sünnet-i seniyyeye bağlamak suretiyle bütün istidatlarını inkişaf ettirip insan-ı kâmil mertebesine çıkar. Sünneti işlemekle Cenab-ı Hakk’ın bir isminin zılli (gölgesi) altına girer ve o boya ile boyanır. İşte Sıbgatullah, “Allah’ın boyasıyla boyanmak” budur. 139- Mesela temizlik bir sünnettir. İnsan o sünneti işlemekle hayra mazhar olmuştur. Aynı zamanda Habibullah’ın (asm) zılli altına girer. Hem Cenab-ı Hakk’ın koyduğu şeriat-ı Muhammediyeye (asm) itaat etmiş olur. Hem de ism-i Kuddüs’ün sıfatıyla sıfatlanmış ve o boya ile boyanmış olur. 140- Her bir sünnet-i seniyeyi işlemekle o sünnete bakan Esma-i İlahiyenin feyzinden gelen memnuniyet ve sürur ile şuunat-ı İlahiyeye bir mikyas ve mizan olur. 141- Adaletli olmak bir hayırdır ve ahirette karşılığı hasenat olarak verilecektir. Böyle amel etmek; hem sünnet-i seniyeye tabi olmaktır, hem şeriat-ı Muhammediye’ye (asm) ittiba etmektir, hem Allah’ın emrine tabi olmaktır, hem de adil sıfatıyla sıfatlanmak ve o boya ile boyanmaktır. 142- Böylece her bir sünnet-i seniyeye itaat etmek bizi doğrudan Cenab-ı Hakk’ın ahlakına bağlıyor ve o ahlak ile ahlaklandırıyor. Çünkü insanın yaratılışının asıl maksadı, ahlak-ı ilahiye ile muttasıf olmaktır (sıfatlanmaktır). 143- Peygamberlerin vazife-i asliyesi ise, Cenab-ı Hakk’a mahsus sıfat-ı kemaliyeyi izhar (açığa çıkarmak) etmektir. Yani reşha gibi sıfat-ı kemaliyeye ayine olmak ve ef’al (fiiller), akval (konuşmak), etvar (tavırlar) ile tezahür ettirmektir. 144- İnsan her bir Esma-i İlahiyenin iktiza ettiği fiili işlemekten bir manevi sürür, sevinç ve kalbî bir memnuniyet duyar. Böylece daire-i vücuba ait hudutsuz kemalatı kendisindeki lezzet manasıyla kıyas ederek şuunat-ı ilahiyeyi yavaş yavaş anlamaya başlar. Bu konu geniş olarak ism-i azamdan kayyumiyet bahsinde izah edilmiştir. 145- Reşha; kalbindeki madde-i kesifiye olan enaniyet, şems-i ezeliyenin nar-ı aşkı ile yanarak insaniyetin semasına uruç eden (yükselen) ve o ziya-yı esmanın cilvesiyle nura dönen peygamber mesleğidir. Bu meselenin detayını isteyenler, yirmi dördüncü söze baksınlar. 146- Buna binaen sünnet-i seniyeyi ehemmiyetsiz görüp terk eden adam, İslamiyet’i de terk eder. 147- Sonuç olarak hayr olan bir fiil: 1-Sünnet-i seniyenin her birisi Peygamber Efendimizin (asm) bir âdeti, 2-Şeriat-ı İslamiyeye hizmet, 3-Allah’ın bir hükmüne itaat, 4-Allah’ın her bir esmasının sıfatlarıyla sıfatlanmak, 5-Allah’ın ahlakıyla ahlaklanmak, 6-Sıbgatullah, Allah’ın boyası ile boyanmak olduğunu bilmelidir.

Sosyal psikologlar, liderlik konusunda değişik çalışmalar yapmışlardır. Burada otoriter, demokratik ve lakayt liderler hakkında yapılmış bir çalışma üzerinde durmak istiyoruz. Şöyle ki: İdareciler Üç Kısımdır Araştırmacılar çocuklardan oluşan üç ayrı gurup oluşturdular. Her guruba da yetişkinlerden üç ayrı lider tayin ettiler. Guruplardan birinin başına otoriter bir lider koydular. Bu gurupta neyin, ne zaman ve nasıl yapılacağına dair bütün kararlar lider tarafından verilmekteydi. Çocuklar, liderin söylediklerini tartışmasız kabul etmek zorundaydılar. Lider, çocukları ödüllendirirken yaptıkları işin kalite veya miktarı gibi tarafsız kriterler yerine daha çok, tutum veya sosyal davranışları gibi kişisel özelliklerine göre ya da rastgele ödüllendirmekteydi. İkinci gurubun başına ise demokratik bir lider konuldu. Bu lider, kararları kendisi vermiyor, yapılacak işleri gurupta tartışmaya açıyor, gurup halinde karar alınıyordu. Lider, her üyenin fikrini açıklamasını normal karşılıyordu. Üyeleri ödüllendirirken de tamamen tarafsız kriterler kullanıyordu. Üçüncü gurupta ise lakayt bir lider vardı. Lider, herkesi serbest bırakıyor, işle ilgilenmiyor, çocuklar kendi başlarına çalışıyorlardı. Kararlarda liderin pek katkısı olmuyordu. Faaliyetlerin neticesinde araştırmacılar bu üç gurubu, yapılan işin kalitesi, üyelerin memnuniyeti ve üyeler arası ilişkiler yönünden değerlendirdiler. Otoriter liderin olduğu gurupta yapılan iş miktar olarak diğerlerinden fazla olmakla beraber kalite yönünden o kadar üstün değildi. Üstelik lider guruptan ayrıldığında yapılan iş miktarında azalmalar olmaktaydı. Üyeler, lidere itaatkâr olmakla beraber, kendi aralarında geçimsiz ve saldırgan olmaktaydılar. Bilhassa lider başlarından ayrıldığında kavgalar oluyordu. Üyeler, lidere yaranabilmek için birbiriyle rekabete giriyorlardı. Ayrıca çocuklar çalışmalardan memnun kalmamışlardı. Demokratik gurupta ise tam tersi bir görünüm vardı. Çıkarılan iş miktarı, birinci guruba nisbetle az olmakla beraber, kalite yönünden daha üstündü. Liderin guruptan ayrılması işin kalite ve miktarında değişikliğe sebep olmamıştı. Çocuklar liderle ilişkilerinde rahat ve kendinden emin bir tutum içindeydiler. Kendi aralarında daha iyi geçindikleri ve birbirlerine yardımcı oldukları görülmüştü. Çocukların hepsi yapılan çalışmadan memnun kalmışlardı. Lakayt liderin olduğu gurupta ise çıkarılan işin miktarı ve kalitesi diğer iki guruba nisbetle daha az ve düşüktü. Çocuklar kendi aralarında iyi geçinemedikleri gibi, yaptıkları işten de memnun kalmamışlardı. Çalışma esnasında zorluklarla ve engellerle karşılaşıldığında otoriter liderin gurubunda kargaşa baş göstermiş, herkes birbirlerini suçlamıştır. İkinci gurupta ise zorluğun, engelin bir an önce ortadan kaldırılması için ortak bir çaba gösterilmiştir.1 *** Yönetim bilimlerinde yapılan çalışmalarda liderlerin genel hatlarıyla demokratik, otoriter ve lakayt liderler olduğunu göstermektedir. Yapılan bazı araştırmalar liderleri ‘işi önemseyen’, ‘insanı önemseyen’ (veya iş merkezli, insan merkezli) olmak üzere iki kısma ayırmışlardır. İşi önemseyen liderler, otoriter davranırlar. İnsanların duyguları onları ilgilendirmez. Onlar için önemli olan hedefe ulaşabilmektir. Bu yüzden astlarından mutlak bir itaat beklerler. Hataları affetmez, baskıcı bir üslup benimserler. Bunlar, yukarıda bahsi geçen otoriter liderlere örnek kabul edilebilir. İnsana önem veren liderler ise insanlara değer verirler. İnsanlar arası ilişkiler, iletişim, onlar için çok önemlidir. Bu liderleri de demokratik liderlere örnek kabul edebiliriz. Fakat bu liderlerin de iş ve disiplin konusunda hataları olabilmektedir. İdeal idareciler, iş ve insanlara değer verme konusunda denge oluşturabilen idarecilerdir. İslami Yönden Üç Kısım İdareci Yukarıdaki açıklamalara uygun olarak İslami yönden de idarecilerin üç kısım olduğunu söyleyebiliriz: Lakayt idareciler: İdarecilik, bir mesuliyeti üzerine almak demektir. Lakayt idareciler, bu mesuliyeti his etmezler ve idare ettikleri kimselerin dertleriyle ilgilenmez, lakayt davranırlar. Baskıcı idareciler: İdare ettikleri insanlara değer vermezler. Onlar için önemli olan iştir. Çoğu zaman aşırı disiplin anlayışıyla ifrat ederek zulme düşerler. İdeal idareciler: İdeal idareciler, hem idaresindekilerin dertleriyle ilgilenir hem de disiplin uygularlar. Bunları sırayla ele alalım. Lakayt İdareciler Lakayt idareciler, hem mesul oldukları işle hem de idare ettikleri insanların dertleriyle, problemleriyle ilgilenmeyen, idareciliğin imkânlarını kendi zevk ve safası için kullanan, hodgam kişilerdir. Kültürümüzün zenginliklerinden olup da unutulmuş iki kelimemiz vardır; ‘hodgam’ ve ‘diğergam’. Hodgam, egoist, yalnızca kendini düşünen, ben merkezli şahıslardır. Diğergam ise başkalarını düşünen, empati yeteneği olan şahıslardır. Pek çok ayet ve hadiste müminler diğergam olmaya teşvik edilmişlerdir. Örneğin şu hadislere bakalım: “Sizden birisi kendisi için istediğini, kardeşi için de istemedikçe (kâmil manada) iman etmiş olmaz”, “Komşusu açken kendisi tok olarak yatan bizden değildir”, “Müslümanların dertleriyle ilgilenmeyen onlardan değildir”2, “İnsanların hayırlısı insanlara faydalı olandır.” Bu hitaplar bütün Müslümanlara yönelik hitaplar ise de, bu özellikler daha çok idarecilerde olması gerekir. Yoksa vazifelerini hakkıyla yapamadıkları gibi manevi mesuliyetten de kurtulamazlar. Peygamberimiz, “Hepiniz çobansınız ve hepiniz sürünüzden mesulsünüz” der. Sürü, çoban için değil; çoban, sürü içindir. Sürü için tutulan bir çoban, sürüsüyle ilgilenmezse sürü aç kalabilir, hastalanan, ölen, kaybolan veya kurt tarafından parçalanan koyunlar olabilir. İdarecilik makamına getirilen şahıslar da emri altındakileri istihdam ederek zevk ü sefa ile saltanat sürmek için o makama getirilmemiştir. Tam tersine idareci, başlarına geçtiği insanlara hizmet etmek için o makama getirilmiştir. Peygamberimiz “Bir kavmin efendisi, onlara hizmet edendir” buyurmakla buna işaret eder. Bir idareci idarelerini deruhte ettiği insanların mesuliyetini omzunda hissetmeli, onların maddi, manevi ihtiyaçlarını düşünmeli, problemlerini çözmeli, dertlerine çareler aramalıdır. İslam’ın ilk halifesi Hz. Ebu Bekir, toplumda İslam ahkâmını tatbik etmeyen lakayt idarecilere şöyle beddua eder: “Kim ümmet-i Muhammed’in işlerinden birinin başına geçer ve onların içinde (gücü yettiği halde) Allah’ın kitabını ikame etmezse Allah’ın laneti onun üzerine olsun.”3 Mesuliyetini tam anlamıyla hissetmiş olan en ideal idareci Hz. Ömer’dir. Onun şu sözü meşhurdur: “Fırat Nehri’nin kenarında bir koyun kaybolarak ölse kıyamet gününde Allah’ın onu, benden sormasından korkarım.” Onun, hilafeti döneminde geceleyin kimsesiz, yaşlı ihtiyar kadınların ihtiyaçlarını temin ettiği rivayet edilir. Sahabelerden Talhâ (ra) bir gece evinden çıkan Hz. Ömer’i takip etti. Hz. Ömer, iki eve uğradı ve bunlarda bir müddet kaldıktan sonra çıktı. Sabah olunca Talhâ o evlerden birine gitti. Orada iki gözü kör ve kötürüm bir ihtiyar kadın, oturmaktaydı. Talhâ, kadına “Dün gece gelen kişi buraya niçin geliyor?” diye sordu. Kadın da “O kişi şu zamandan beri gelir ve benim ihtiyaçlarımı karşılar, ortalığı siler süpürür” diye cevap verdi. Bunun üzerine Talhâ kendi kendisine “Ey Talhâ! Anan senin matemini tutsun! Sen, Ömer’in sırlarını mı araştırıyorsun?” dedi.4 Hz. Ömer (ra), kendi mesuliyetini idrak etmiş biri olduğu gibi, kendi valilerinin de öyle olmasını isterdi. Bir yere vali tayin ettiğinde ona, cins atlara binip beyaz ekmek yemesini, ihtiyaç ve iş sahiplerine karşı kapılarını kapalı tutmasını ve ince elbiseler giymesini yasaklar; “Eğer bunlardan birini yapacak olursan azledilip cezaya çarptırılırsın” derdi. Daha sonra onu uğurlarken de şunları söylerdi: “Ben sana Müslümanlara dilediğince hükmetme ve karışma hakkı vermiyorum. Onların canlarına, mal ve namuslarına dokunamazsın. Senin görevin onların önlerine geçip namaz kıldırmak, alınan ganimetleri hakkınca taksim etmek ve aralarında adaletle hükmetmektir. Eğer altından kalkamayacağın bir şeyle karşılaşırsan onu bana gönder. Sakın askerlere ve Müslümanlara vurayım deme; çünkü korkaklaşırlar ve sen de onlardan beklediğin verimi alamazsın. Askerleri hudut boylarında dört aydan fazla bekletme ki fitneye düşüp ahlakları bozulmasın. Onlara büyüklük taslama ki sana gelip ihtiyaçlarını söyleyebilsinler!”5 Kendisine bir heyet geldiğinde idarecilerini “Hastayı ziyaret ediyor mu, kölelerin davetine icabet ediyor mu, kapısına gelenlere nasıl davranıyor?” diye sorardı. Gelenler idarecinin lehinde konuşurlarsa onu azletmezdi. Hz. Ali valilerinden Malik b. Eşter’e yazdığı mektubunda şöyle der: “İdaren altındaki insanlara uzun müddet görünmemezlik yapma; çünkü valilerin halktan saklanmaları bir çeşit sıkıntıdır ve bu halkı sıkar. Bu tür bir davranış valilerin idare işlerinde az bilgileri olduklarının delilidir. Halka görünmemek, onların birçok işleri hakkında bilgi edinmeye engel olur. Vali de bir insandır, halkla görüşmedikçe onların hallerini bilemez. Kendisinden gizli kalanları göremez. Şayet halk içinde senin onlara zulmettiğin kanaati yerleşmişse kendilerine gerçeği bildirerek ya da gerektiğinde özür dileyerek bu kanaati değiştir.”6 Mesul olduğu insanlarla ilgilenmeyip kendi zevk ü sefasıyla meşgul olan lakayt idarecilerin hükmettiği gurup veya toplumlarda kuvvetliler, zayıfları ezerler, problemler çözümsüz kalır, kargaşa ve sıkıntılar eksik olmaz. 4. Murad döneminde yaşayan ve Osmanlı ıslahatı için padişaha takdim ettiği risalesiyle meşhur olan Koçi Bey, Osmanlı Devleti’nin kemaline Kanuni zamanında eriştiğini, bununla beraber bozulmaların da yine onun zamanında başladığını söyler. Bu bozulmaların en mühimi olarak Koçi Bey, padişahların perde arkasına çekilmelerini gösterir. Hâlbuki Peygamberimiz ve Hülefa-yı Raşidin döneminde olduğu gibi, ilk Osmanlı sultanları halkla, beylerle ve komutanlarla iç içeydi. Divana bizzat padişah başkanlık ederdi. Padişah, bu yüzden her şeyden haberdar olur ve ona göre tedbirini alırdı. Kanuni ise bizzat divanda bulunmayı kaldırdı. Öyle ki, daha sonraları beyleri, komutanları bile padişahı tanıyamaz oldu. Bu ise liyakatsiz insanların başa geçmesine ve suiistimallere kapı açtı.7 *** Mesuliyeti idrak etme konusunda bazı hadisler şöyledir: “Hepiniz çobansınız ve hepiniz sürünüzden mesulsünüz. İnsanlar üzerinde idareci olan, onların çobanıdır ve o onlardan mesuldür. Kişi, ailesinin çobanıdır ve onlardan mesuldür. Kadın, kocasının evinin çobanıdır ve ondan mesuldür. Hizmetkâr, efendisine âid malın çobanıdır ve elinin altındakinden mesuldür. (Elhâsıl) her biriniz çobansınız ve her biriniz sürünüzden mesulsünüz.”8 “Hangi çoban sürüsüne merhamet etmezse Allah, ona cenneti haram kılar.”9 “On kişinin başına emir (idareci) tayin edilmiş bir kimse, mutlaka kıyamet günü onlardan sorguya çekilecektir.”10 “Kim Müslümanların işlerinden birinin başına geçer de onların ihtiyaçlarıyla ilgilenmezse Allah da onun ihtiyaçlarıyla ilgilenmez.”11 “Kim insanların işlerinden bir işin başına getirilir de zayıf ve ihtiyaç sahiplerinden o perdelenirse Allah da ondan kıyamet gününde perdelenir.”12 “Bir kul ki, Allah, onu halkı görüp gözetmek üzere vâli kılar da o, hayır-hâhâne irşâdiyle halkı muhâfaza etmezse, elbette o kişi cennet kokusu koklayamayacaktır.”13 “Kim insanların işlerinin başına getirilir de sonra oda kapısını fakirlere veya mazlumlara veya ihtiyaç sahiplerine kapatırsa, Allah Azze ve Celle de ona rahmetinin kapılarını onun ihtiyacı ve fakirliği anında, Allah’a çok ihtiyacı olduğu vakit kapatır.”14 “İnsanlardan perdelenen (onların ihtiyaçlarıyla ilgilenmeyen) ateşten (cehennemden) perdelenmez.”15 *** Baskıcı, Zalim İdareciler Zulüm ile abad olan, kahır ile berbad olur. Sille-i Hüdanın sesi duyulmaz. Bir vurdu mu, bir daha devası da olmaz. Yukarıda “Sürü, çoban için değil; çoban sürü içindir” dedik. Çobanın sürüyle ilgilenmemesi büyük felakettir. Fakat ondan daha büyük felaket, çobanın sürüye zulmetmesidir. Baskıcı, zalim idareciler, adeta çoban olmuş kurt gibidirler. Bu yüzden Mevlana kendisinden nasihat isteyen Selçuklu sultanına: “Sana ne diyeyim; çoban ol demişler, kurtluk ediyorsun; bekçi dikmişler, hırsızlığa girişiyorsun; Rahman, seni padişah yapmış, sen, şeytana uyuyorsun” demişti. Sadi Şirazi de şöyle der: “Nasıl ki kurt çobanlık edemezse zalim adam da padişahlık edemez. Zulmün temelini atan hükümdar, kendi mülk ve saltanat duvarının temelini yıkmış olur. Ahaliye zulmeden bir padişahın felaket gününde, dostları bile düşman kesilirler. Halkla iyi geçin! Halka iyi muamele et! Böyle yaparsan hasmının savaşından masun kalırsın. Çünkü adil bir hükümdarın bütün tebaası onun için bir ordu olur.”16 Baskıcı idareciler, sevdirerek teşvik ederek değil, daima baskıyla, tehditle, başa kakmayla iş yaptırma yönüne giderler. İnsanlara karşı anlayışlı değillerdir ve onların duygularını hesaba katmazlar. Empati, yani kendini başkasının yerine koyarak muhatabı anlama kabiliyetleri yoktur. Daima amirane hareket ederler ve kayıtsız, şartsız itaat beklerler. İkna etmeyi, sevdirmeyi, istişareyi düşünmezler. İstişare yapsalar da istişareleri göstermeliktir. İstişareye katılanlar, gurubu değil, başkanı ikna etmeye çalışırlar. İstişarelerden her zaman gurup kararı değil, başkanın kararı çıkar. Bu tür idareciler genelde sindirici insanlardır. İletişimleri tek yönlüdür. Denetleyici ve olumsuz olma eğilimindedirler. Hedefe varıldığı sürece, takipçilerinin tepki ve duyguları ile ilgilenmezler. Çoğu zaman astların yaptıkları işi kendilerine nispet ederek galibiyet ve başarıyı kendilerine, mağlubiyet ve başarısızlığı ise daima astlarına nispet ederler. Kendini beğenmiş, kibirli olduklarından, etraflarındaki insanlar mümkün mertebe onlarla yüz yüze gelmemeye çalışırlar. İnsanların onlara itaati, sevdiklerinden, istediklerinden değil, korktuklarından ve mecbur kaldıklarından dolayıdır. Baskıcı idareciler bindiği dalı kesen insanlara benzerler. Baskılardan dolayı çalıştırdıkları insanların şevkleri kırılır, moral ve iş performansı düşer. Çalışanlar, ilk fırsatta onları terk ederler. İşi terk edemeyenler de içten içe düşman olurlar. Fırsat ellerine geçince de onların aleyhine geçer, intikam alırlar. Bu yüzden “Mülk, küfürle devam eder; zulümle devam etmez” denilmiştir. Kur’ân’da da şöyle buyrulur: “Eğer katı kalpli ve kırıcı olsaydın etrafından dağılır giderlerdi.” (Al-i İmran, 159) Baskıcı idarecilerin başarı grafikleri bazen yükselse de eninde sonunda mutlaka düşüşe geçer. Onların başarıları hiçbir zaman devamlı değildir. Ziya Paşa’nın “Zâlim yine bir zulme giriftar olur âhir / Elbette olur ev yıkanın hanesi viran” dediği gibi, zulmün sonu vahimdir. İbn Haldun “Mukaddime”sinde “Zulüm, bayındır yerleri yıkar, yurdun bayındırlığını giderir” başlığı altında, zulmün zararlarını tafsilatla ve çarpıcı bir şekilde ortaya koyar. *** Peygamberimiz, konuyla ilgili olarak şöyle buyurur: “Kim bir Müslümana eziyet ederse o bana eziyet etmiş etmiştir. Kim de bana eziyet etmişse, o Allah’a eziyet etmiş demektir.”17 “Bir idareci on kişiye amirlik eden kişi bile olsa kıyamette elleri bağlı olarak gelecek, orada onu ancak yaptığı adalet çözecek veya zulmü onu helak edecektir.”18 “Allah, kimi halkın başına geçirip de o, zalim olarak ölürse Allah, onu cehenneme koyar.”19 “Her kim (dünyada) halka meşakkat ve zahmet verirse Allah da kıyamet gününde o kimseyi azap ile cezalandırır.”20 “Kıyamet gününde insanların en şiddetli azap çekeni, zalim idarecilerdir.”21 “Kıyamet gününde insanların Allah’a en sevgili ve meclis itibarıyla en yakın olanı adil idarecidir. İnsanların en nefret edileni, kızılanı ve en şiddetli azap göreni de zalim idarecidir.”22 “Allahım! Kim ümmetimin işlerinden birinin başına geçer de onlara zorluk çıkarırsa sen de ona zorluk çıkar. Kim ümmetimin işlerinden birinin başına geçer de onlara rıfkla, yumuşaklıkla muamele ederse sen de ona yumuşaklıkla muamele et!”23 “Allah, şöyle buyurdu: “Yardımcı arayıp da benden başka yardımcısı olmayan kimseye zulmedene karşı benim öfkem, gazabım da şiddetlendi.”24 İbn Abbas (ra), şöyle demiştir: Resûlüllah (sav), Muaz’ı Yemen’e gönderdiğinde ona “Mazlumun duasından kork! Muhakkak ki, onunla Allah arasında perde yoktur” buyurdu.25 “Üç kişinin duası reddedilmez (mutlaka kabul olur): Oruçlu iftar edinceye kadar, adaletli idareci ve mazlumun duası. Allah, mazlumun duasını bulutların üzerine yükseltir, ona semanın kapılarını açar ve Rab, “İzzetime yemin olsun ki bir müddet sonra da olsa sana mutlaka yardım edeceğim” der.26 (Bazı rivayetlerde mazlum; facir, günahkâr bile olsa duası kabul olunur denilmiştir.) “Zulüm etmeyiniz! Sonra dua edersiniz de duanız kabul edilmez, yağmur istersiniz yağmur yağmaz, yardım istersiniz size yardım da edilmez.”27 İdeal, Adil İdareciler İslam’ın ideal idarecileri, hem mesul oldukları işle, hem de emri altındaki insanların dertleriyle ilgilenen insanlardır. Onlar yapılması gereken işleri etrafındakilerle istişare ederek veya ikna ederek yaptırırlar. Şahsi, keyfi, baskıcı hareket etmezler. Onlar etraflarındakiler için güven, şevk, neşe, cesaret kaynağıdırlar. Onlar, –baskıcı liderlerin aksine- etraflarındaki insanların istidatlarını ortaya çıkarır, cesaretlendirir, beslerler. Başarısızlığı kendi üstlerine alırlar, fakat başarıyı guruba nispet ederek “Biz yaptık” derler. Disiplin gerektiği zaman disiplini uygularlar. Fakat disiplin uygularken adaletten ayrılmazlar. Onlar aynı zamanda idareleri altındaki insanların dertleriyle ilgilenen, ihtiyaçlarını gideren, problemlerine çareler arayan, onları seven ve onlar tarafından sevilen kimselerdir. Peygamberimiz (sav), onlar hakkında “İdarecilerinizin en hayırlısı, sizi seven ve sizin de kendisini sevdiğiniz, dua ettiğiniz, onların da size dua ettiği kimselerdir”28 buyurmuştur. Kaynaklar: 1- Bkz. Prof. Çiğdem Kağıtçıbaşı, Günümüzde İnsan ve İnsanlar, Evrim y, 11 Baskı, 2008, İst. s. 315. 2- Kenzü’l-Ummal, c. 9, s. 40, hn: 24836. (Taberani)3- Kenzü’l-Ummal, c. 5, s. 752, hn: 142874- M. Yusuf Kandehlevi, Hayatu’s-Sahabe, Akçağ Yayınları, Ank, 1997, c. 2, s. 130.5- Kenzü’l-Ummal, c. 5, s. 688, hn: 14197 (Beyhaki, Asım b. Ebi Nücüd’dan)6- Ehl-i Beyt Sevgisi. D.İ.B. y, 2006, Ank, s. 103.7- Koçi Bey Risalesi, Kültür ve Turizm Bakanlığı yayınları, Ankara, 1985, s. 87 vd. Cevdet Paşa da Koçi Bey’in anlattığına benzer şeylerden bahseder. Bkz. Ümid Meriç Yazan. Cevdet Paşa’nın Toplum ve Devlet Görüşü, İnsan y. İst. 1992, s,106. Ayrıca Bkz. İbn Haldun, Mukaddime, MEB y, c. 2, s. 86. vd. 8- Sahih-i Buhari, Kitabu’l-Ahkâm, Bab 1. / Sahih-i Müslim, Kitabu’l-İmare, Bab 5, hn: 1829 / (Ayrıca, Ahmed, Ebû Dâvud, Tirmizî)9- Kenzü’l-Ummal, c. 6, s. 21, hn: 14659.10- Kenzü’l-Ummal, c. 6, s. 24, hn: 14682.11- Kenzü’l-Ummal, c. 6, s. 25, hn: 14688.12- Müsned-i Ahmed, c. 5, s. 239.13- Sahih-i Buhari, Kitabu’l-Ahkâm, Bab 8. 14- Müsned-i Ahmed, c. 3, s. 480 / Sünen-i Tirmizî, Kitabu’l-Ahkâm, Bab 6, hn: 1332.15- Kenzü’l-Ummal, c. 6, s. 25, hn: 14686.16- Sadi-i Şirazi, Gülistan, Bedir y, İst. s. 38.17- Kenzü’l-Ummal, 43703.18- Sünen-i Darimi, Kitabu’s-Siyer, Bab 72, hn: 2518 / Müsned-i Ahmed, c. 5, s. 285 19- Ramuzu’l-Ehadis, hn: 4984.20- Kamil Miras, Tecrid-i Sarih, DİB y, c. 12, s. 318. 21- Kenzü’l-Ummal, c. 6, s. 5, hn: 14634. 22- Müsned-i Ahmed, c. 3, s. 55 /Et-Tergib ve’t-Terhib, c. 3, s. 167 / Sünen-i Tirmizî, Kitabu’l-Ahkâm, Bab 4, hn: 1329.23- Sahih-i Müslim, Kitabu’l-İmare, Bab 5, hn: 1828. Müsned-i Ahmed, c. 6, s. 62.24- Ed-Dürrü’l-Mensur, c. 2, s. 76. 25- Et-Tergib ve’t-Terhib, c. 3, s. 186.26- Et-Tergib ve’t-Terhib, c. 3, s. 187 (Ahmed, Tirmizî, ibn Mace)27- Et-Tergib ve’t-Terhib, c. 3, s. 184 (Taberani)28- Sahih-i Müslim, Kitabu’l-İmare, Bab 17, hn: 1855.

“Ey insanlar! Fâni, kısa, fâidesiz ömrünüzü bâkî, uzun, fâideli, meyvedar yapmak ister misiniz? Madem istemek, insaniyetin iktizasıdır. Bâkî-i Hakiki’nin yoluna sarf ediniz!” (3. Lem’a) Allah, insanı aciz ve fakir olarak yaratmıştır. Acz, insanın muhtaç olduğu şeyleri yapacak güç ve kuvvetin kendisinde yeterince olmamasıdır. Başka bir deyişle kişinin hastalık, bela, musibet, ihtiyarlık ve ölüm gibi şeylere karşı koyamamasıdır. Fakr ise, insanın muhtaç olması anlamına gelmektedir. Yani insanın ihtiyaçlarını yerine getirebilecek sermayesinin olmamasıdır. İnsan aciz olmakla birlikte hastalık, bela, musibet gibi sıkıntıları ve düşmanları çoktur. Hem insan fakir olmakla beraber sınırsız ihtiyaçları vardır. Bu ihtiyaçlarını karşılayabilmek için birinden yardım istemeye ve sıkıntılarından kurtulabilmek için birine sığınmaya ihtiyacı vardır. Bununla birlikte insanın fıtratına yerleştirilmiş yaşamak, evlenmek, makam elde etmek, eğlenmek gibi birçok arzu ve istekleri vardır. Yani insanın yaratılışında istemek ve talep etmek vardır. Yani Allah insanı bu şekilde yaratarak kendisine dua edilmesini ve Ona yönelmesini istemiştir. Çünkü, Dua, güçsüzlük ve ihtiyacını ortaya koyarak Allah’a yalvarma, bir şeyin olmasını veya olmamasını isteme, yakarış ve niyaz demektir. Dua, bir ibadettir. İnsanı Allah’a yaklaştırır ve kıymetini artırır. Nitekim Cenab-ı Hak, ayet-i kerimede “Duanız olmazsa ne ehemmiyetiniz var” buyurmaktadır.

Kimlik:Risalenin İsmi/İsimleri : el-Hutbetu’ş-Şâmiye, Devâu’l-Ye’s, Hutbe-i Şâmiye, Telif Tarihi ve Yeri : 1327/1911, ŞamDili : Arapça, 1371/1955 Türkçeye Tercüme Edilmiştir.Konusu : Müslümanların Geri Kalış Sebepleri ve Kurtuluş ÇareleriMüellife Göre Değeri :- İslam Dünyasının geleceği ile ilgili hakikatleri barındırmaktadır.- Şam Emevî Camiinde, Şam ulemasının ısrarıyla, içinde yüz ehl-i ilim bulunan on bin kişilik azîm bir cemaate verilen Arabî hutbedir.Risalenin Metodu : Müşahede, Otoriter şahsiyetleri delil gösterme, Nakli deliller, İstikra, Tarihî veriler Risale-i Nurun Muhalif Düşüncelere Karşı Mağlup Olmayışının Sırrı Risale-i Nur, dalalette manevi bir cehennem, imanda ise manevi bir cennet bulunduğunu ispat etmektedir. Günah, fenalık ve haram lezzetlerin içinde manevi acıları, hasenat ve İslamiyet’in emirlerini yerine getirmekte cennet lezzeti gibi manevi lezzetlerin olduğunu göstermektedir. Bu Zamanda Hükmeden İki Dehşetli Hal Birincisi: Akıl yerine duygularla hareket etmektir. Yarını düşünmeyen ve önündeki lezzetleri öteleyemeyen duyguların aklı ve düşünceyi etkisiz hale getirmesidir. Akıl yerine duygularıyla hareket eden insanı hatalarından döndürmenin en etkili yolu, aldığı lezzetindeki acıları gösterip duygularını susturmaktır. Yüce Allah’ın varlığını ve cehennemim geleceğini ispat etmek, çok az insanı gafletten uyandırmaktadır. İşte Risale-i Nur’da bulunan iman-küfür karşılaştırmaları, inkârın dünyadaki ürkütücü sonuçlarını göstermektedir. İnkâr ve günah yolunu tercih edenlerin dünyada da manevi cehennem azabı çektiklerini onlara hissettirmektedir. Bu sayede Risale-i Nur, gayr-i meşru lezzetlerden nefret ettirmektedir. Risale-i Nur, Müslümanların dünyada da manevi cennet lezzeti tattıklarını gösteriyor. İkincisi: Fen ve felsefeden gelen ateizm (mutlak inkâr) fikridir. Eskiden böyle inkârcılar oldukça az bulunduğundan âlimlerin dersleri halk için yeterli olmaktaydı. Şimdi ise İman esaslarını inkâr eden çok sayıda insan bulunmaktadır. Ebette bunlara karşı atom bombası gibi, bu dünyada onların düşünce temellerini parça parça edecek kutsi bir hakikat lâzımdır ki, onların saldırılarını durdursun ve bir kısmını imana getirsin. İşte Risale-i Nur, Allah’ın varlığına ve iman esaslarının ispatına yönelik sayısız deliller ortaya koymaktadır. İslam Dünyasının Geri Kalışının Altı Sebebi Avrupa’nın ilerlemesi ve Müslümanların geri kalması altı hastalıktan kaynaklanmaktadır. 1- Ümitsizlik 2- Doğruluğun kalkması 3- Düşmanca davranmayı sevmek 4- Birlik ve beraberliğimizi sağlayan manevi bağları bilmemek 5- İstibdat 6- Şahsî menfaatini düşünme Kur’an’dan alınan altı kelime ile bu hastalıklar tedavi edilir. Allah’ın Rahmetinden Ümidinizi Kesmeyiniz Birinci Kelime: Emel, yani rahmet-i İlâhiyeye kuvvetli ümid beslemek. İstikbâl, yalnız ve yalnız İslâmiyet’in olacak. Ve hâkim, hakaik-i Kur‘aniye ve imaniye olacak. İslamiyet’in esasları, hem manevi hem de maddi olarak ilerlemek için mükemmel bir kabiliyeti bulunmaktadır. Manevi ilerlemeye müsait olduğunu gerçek tarihi veriler şehadet etmektedir. Zira tarihe bakıldığında Müslümanlar, İslamiyet’in hakikatlerini yaşadığı ölçüde medeniyetler kurmuşlardır. Gevşedikleri ölçüde de gerileyip iç karışıklıklara ve mağlubiyetlere düşmüşlerdir. Diğer dinler de ise durum bunun tam tersinedir. Hz. Peygamberden günümüze kadar hiçbir Müslümanın aklen muhakeme ederek din değiştirdiği görülmemiştir. Lakin diğer din mensuplarından düşünce sonucunda çokça Müslüman olmuştur. Eğer Müslümanlar İslamiyet’in ve imanın hakikatlerinin güzelliğini yaşantılarıyla gösterebilseler, diğer din mensupları cemaatlerle İslamiyet’e girecektir. Belki bazı devletler ve kıtalar Müslüman olacaktır. İnsanlar savaşların, yaşanan büyük olaylar ve pozitif bilimlerin sayesinde dinsiz olarak yaşayamayacağını anlamıştır. İnsanın cevherini ve kabiliyetlerini keşfetmiştir. İnsan, yalnız bu hayatı yaşamak için yaratılmamıştır. Ebedi duyguları taşımaktadır. Sonsuz yaşamayı istemektedir. Bundan dolayıdır ki herkes, hak olan din arayışı içine girmiştir. İleride inkârcılığın ortaya çıkmasıyla bu ihtiyaç daha fazla hissedilmeye başlanacaktır. Kur’an-ı Kerim “Aklına bak, fikrine, kalbine müracaat et. Meşveret et, onunla görüş ki, bu hakikati bilesin” diyor. “Neden bakmıyorsunuz? İbret almıyor musunuz? Bakınız ki hakikati bilesiniz. Biliniz. Ve bil. Ve hakikatine dikkat et. Acaba neden beşer bilemiyorlar, cehl-i mürekkebe düşüyorlar? Neden taakkul etmiyorlar, divaneliğe düşerler? Neden bakmıyorlar, hakkı görmeye kör olmuşlar? Neden insan sergüzeşt-i hayatında hadisat-ı âlemden tahattur ve tefekkür etmiyor ki, istikamet yolunu bulsun? Neden tefekkür ve tedebbür ve aklen muhakeme etmiyorlar, dalâlete düşüyorlar? Ey insanlar! İbret alınız! Geçmiş kurûnlardan ibret alıp gelecek manevi belâlardan kurtulmaya çalışınız” manasında gelen ayetlerin bu cümlelerine kıyasen, çok ayetlerde beşeri, aklına ve fikriyle meşverete havale ediyor. Biz Kur’an şakirtleri olan Müslümanlar, burhana tâbi‘ oluyoruz. Akıl ve fikir ve kalbimizle hakaik-i imaniyeye giriyoruz. Başka dinlerin bazı efratları gibi ruhbanları taklit için burhanı bırakmıyoruz. Onun için akıl ve ilim ve fen hükmettiği istikbâlde, elbette burhan-ı aklîye istinat eden ve bütün hükümlerini akla tespit ettiren Kur’an hükmedecek. (Devam Edecek)

İbadet Edemeyenler Neden Edemiyor? Allah'ın insanı yaratmaktaki muradı, kendisine kulluk etmesidir. Fakat bu, Allah'ın muradı olduğu gibi, insanın kendi isteğiyle ibadet etmesi de Allah'ın muradıdır. Yani insanlar, melekler gibi seçme şansı olmaksızın ibadet edecek bir yaratılışta yaratılmamışlardır. Bu şekilde ibadet için melekler yeterlidir. İnsanın meleklerden farklılığı ve üstünlüğü, ibadeti, kendi tercihiyle, nefis ve şeytana galip gelerek gerçekleştirmesidir. Nefis ve şeytana galip gelerek ibadet yolunu seçen insanlar, meleklerden daha üstün makamlara çıkmakta ve Allah'ın en değerli, en yakın kulları olmaktalar. Fakat bazı insanlar, yaratılış maksatlarına uygun davranmayarak, bile bile nefis ve şeytanlarına uymakta, ibadeti terk etmektedir. Netice olarak, bazılarının ibadet edememesi, bunun insan iradesine bırakılmasından ve nefislerine mağlup olmalarından kaynaklanmaktadır. Bununla birlikte, herkes aklını kullanarak nefsine galip gelme şansına ömrünün sonuna kadar sahiptir. Allah’ın Bizim İbadetlerimize Ne İhtiyacı Var? Cenâb-ı Hak bizim ibadetimize muhtaç olmadığı gibi, hiçbir şeye de muhtaç değildir. Fakat ibadete muhtaç olan biziz. Çünkü manen hastayız. İbadet ise, manevi yaralarımıza bir ilaç hükmündedir. Acaba bir hasta, o hastalık hakkında, şefkatli bir doktorun ona faydalı ilaçları içirmek hususunda ettiği ısrara karşılık, ona dese ki, “Senin ne ihtiyacın var ki bana böyle ısrar ediyorsun?” Gayet manasız konuşmuş olmaz mı? İbadetlerin İmana Faydası Nedir? İbadetler; iman edilen meseleleri kuvvetli ve sabit kılarak meleke haline getirir. İbadet Allah’ın emirlerini yapmak ve yasaklarından sakınmak demektir. İbadet edilince vicdanda ve akılda olan iman hükümleri geliştirilmiş ve takviye edilmiş olur.

Peygamber (sav) dilini tutardı, ancak insanları birbirine sevdirecek, birbirleriyle kaynaştıracak şeyleri konuşurdu. Onları ürkütmez, kaçırmazdı. Her kavmin liderine önem verirdi; ikram ederdi. Bilahare onu onların üzerine vali tayin ederdi. Onun sırrını ve ahlâkını onlardan gizlemeden ona itaat etmelerini tavsiye ederdi. Güzel ahlakıyla ahlaklanmalarını tavsiye ederdi. Sevgili Peygamberimiz, Fahr-i Kâinat Efendimiz (sav)’in vücut özellikleri ve güzel ahlakı hakkında Rudanî’nin Cemu’l-Fevaid isimli hadis külliyatında, torunu Hz. Hasan (ra)’dan yapılan şu uzun rivayet çok güzeldir ve onun nasıl bir insan olduğunu ve ne kadar yüce bir ahlak üzere bulunduğunu çok güzel anlatıyor: Hasan bin Ali (ra)’dan: Peygamber’in şemailini (görünüşünü) anlatan biri olduğu için ve ben de onun anlatmasından hoşlandığım için, dayım olan Hind bin Ebî Hâle et-Temîmî’ye sordum. Allah Resulü (sav)’ibana şöyle vasıflandırdı: Allah Resulü (sav) çok yakışıklı ve alımlı idi. Mübarek yüzü ayın on dördündeki dolunay gibi parlardı. Orta boydan daha uzunca, uzun boydan biraz kısaca, başı büyük, saçı dalgalıydı. Saçları kendiliğinden iki yana ayrılırsa öylece bırakır toplamaz, bir taraf sarkarsa (yatarsa) da olduğu gibi bırakırdı. Saçlarını uzattığı zaman, kulak memelerini geçerdi. (Teni) beyaz renkli idi. Geniş alınlı idi. Kaşları gür idi. İki kaşı arasında öfkelendiği zaman beliren bir damar vardı. Burnu gayet güzel idi. Kaşlarına yakın kısmında (hafif) bir yükseklik, parlayan bir nur vardı. Dikkatli bakmayan kişi onu biraz kıvrık burunlu zannederdi. Gür sakallı, iri gözlü, düz yanaklı idi. Ağzı geniş, dişleri inci gibi parlaktı. Dişleri seyrek idi. Göbek kılı ince idi. Boynu sanki bir gümüş huzmesi idi. Endamı ve azalan uyumlu, mutedildi. Etleri kesinlikle sarkık değildi. Karnı ile göğsü eşit idi (yani göbeği çıkık değildi). İki omuzu arası geniş, omuz kemik başları kalın idi. Genel olarak kılsız, beyaz tenliydi, ancak boğazın bittiği yerden göbeğe kadar uzanan iplik gibi kılları vardı. İki memesi ve karnı kılsız idi. Kolları, omuzları ve göğsü biraz kıllı idi. Bilekleri uzun, el ayası geniş, el, ayak ve diğer azaları kalındı. Ayaklarının ortası çukurdu, (düz taban değildi.) Üstü ise düz olup üzerlerine (su?) döküldüğüne her tarafa yayılırdı. Giderken ağır ağır giderdi. Ölçülü ve dengeli bir yürüyüşe sahipti. Yavaş, vakur fakat süratli yürürdü, sanki yüksekten aşağıya iniyormuş gibi bir yürüyüşü vardı. Dönerken tüm vücuduyla dönerdi. Gözleri yere bakar bir durumda olurdu. Yere bakışı (yürürken) göğe bakışından çok ve daha uzundu. Bakışları son derece anlamlı idi. Ashabı ile yürürken onları önüne alırdı. Rastladığı kimseye selâmı ilk o verirdi. Dedim ki: ‘Biraz da onun konuşma şeklini anlat!’ Şöyle cevap verdi: Birbiri ardınca hüzünlü düşüncelere dalardı, daima düşünceli idi. Onun hiç rahatı yoktu. Lüzumsuz ve gereksiz konuşmazdı. Sükûtu uzun olurdu. Söze başlarken de bitirirken de dudakları ile konuşurdu. Efradını cami ağyarını mâni kelimelerle (az sözle çok mana ifade edecek şekilde) gayet güzel ve veciz konuşurdu. Sözlerinde ne fazlalık olurdu ve ne de eksiklik. Haşin değildi, hiç kimseyi küçümsemezdi. Az dahi olsa nimete önem verirdi. Yiyecek ve içecekleri ne överdi ve ne de zemmedip, beğenmezlik ederdi. Dünya ve dünyalık bir şey onu öfkelendirmezdi. Ancak haksızlık yapıldığında öfkelenir ve haksızlık giderilinceye kadar hiç bir şey öfkesini durdurmazdı. Hak ve hakikat bahis konusu oldu mu onu hiç kimse durduramazdı. Hiç kimseyi tanımaz gerçeği haykırırdı. Kendi nefsi için kızmaz ve onun için intikam almaya kalkışmazdı. İşaret ettiğinde, parmağı ile değil eliyle işaret ederdi. Bir şeye hayret edip şaştığı zaman avucunu (tersine) çevirirdi. Konuştuğu zaman, sağ elinin ayasını sol elinin başparmağıyla bitiştirirdi. Öfkelendiği zaman intikam almak ve azarlamaktan kaçınırdı. Güldüğünde gözlerini yumardı. Genellikle gülüşü tebessüm olur, dişleri dolu tanesi gibi parlardı. (Hz. Hasan diyor ki:) Epey zaman bunu Hüseyin’den gizledim. Sonra ona anlatınca, onun benden önce bunları ona (dayıma) sormuş olduğunu anladım, benim sorduklarımı o da sormuş. Babasına (Hz. Ali’ye), onun giriş, çıkış, oturuş ve kalkış şekillerini sormuş. Sormadık hiçbir şey bırakmamış. Hz. Hüseyin der ki: Babama Peygamber (sav)’in girişini sordum; şöyle dedi: Evine müsaade ile (haber vererek) girerdi. Evine girdiğinde zamanını üç kısma ayırırdı; bir kısmım Allah’a, bir kısmını ailesine, bir kısmını da kendisine. Sonra da insanlara ayırırdı. İleri gelen kimselerle de sade vatandaşlarla da eşit şekilde konuşurdu. Onlardan hiçbir şeyi saklamazdı. Ümmete seviyelerine göre muamele ederdi, herkese kendi durumuna göre değer verir, insanların dindeki faziletlerine önem verirdi. Dinde bilgili olanlara daha başka bakardı. İnsanlardan kimisinin bir, kimisinin iki, kimisinin de birçok hacetleri olurdu. Bunları da göz önünde tutar ve ona göre davranırdı. Onlarla ihtiyaç ve maslahatlarına göre meşgul olurdu. Kendilerine lâzım ve lâyık olanı onlara bildirirdi. Şöyle derdi: Burada bulunanlar bulunmayanlara ulaştırsın! Bana ihtiyacını ulaştırmaktan aciz olanların ihtiyaçlarını bana ulaştırın! Çünkü hacetini arz edemeyenlerin hacetini yetkiliye ulaştıranın Allah kıyamet gününde ayaklarını kaydırmaz. Daima doğrunun yanındaydı, başkasını kabul etmezdi. Yanına geçici olarak girerlerdi, çıktıklarında mutmain olarak çıkarlardı. Yanından birer delil ve kılavuz olarak çıkarlardı. (Hz. Hüseyin) dedi ki: Peygamber (sav) dilini tutardı, ancak insanları birbirine sevdirecek, birbirleriyle kaynaştıracak şeyleri konuşurdu. Onları ürkütmez, kaçırmazdı. Her kavmin liderine önem verirdi; ikram ederdi. Bilahare onu onların üzerine vali tayin ederdi. Onun sırrını ve ahlâkını onlardan gizlemeden ona itaat etmelerini tavsiye ederdi. Güzel ahlakıyla ahlaklanmalarını tavsiye ederdi. Ashabını özler, (göremediği zaman) sorardı. İnsanların durumlarının nasıl olduğunu, işlerinin ne âlemde olduğunu da sorardı. Güzele güzel, çirkine çirkin derdi. İşi daima dengeli idi. Tutarsız değildi. Gaflet ederler korkusuyla, (kendisi) kesinlikle gaflete düşmezdi. Bezerler, usanırlar diye lüzumundan fazla söz söylemezdi. Daima hazırlıklı ve temkinli olurdu. Hak ve hakikatten ayrılmaz, diğer insanların hakkı çiğnemelerine de müsaade etmezdi. Katındakilerin en üstün ve en iyileri, ihlas ve samimiyet bakımından en ileri olanlarıydı. Katında mertebe bakımından en büyükler, insanlarla iyi geçinen ve yardımlaşmayı başaran kimseler olurdu. Onun oturuşunu sorunca, şöyle dedi: Peygamber (sav) herhangi bir fayda söz konusu olmadan ne otururdu, ne de kalkardı. Kendisine özel yerler edinmezdi. Belirli oturma yerleri edinmekten insanları nehy ederdi. Bir kavmin yanına geldiğinde, meclisin bittiği yere ilişip otururdu. Böyle yapılmasını da emrederdi. (Birlikte) oturduğu kimselerin her biriyle ilgilenir, farklı muamele etliği izlenimini vermezdi. İhtiyacını gidermesi için onunla oturan veya onu ayakta tutan kimseye karşı sabırlı olur, o kişi ayrılmadıkça kendisi onu terk edip ayrılmazdı. Biri kendisinden bir şey istediğinde mutlaka onu verirdi, ya da tatlı sözler söyleyerek onu gönderirdi. Onun güler yüzlü oluşu ve herkese nazik davranışı âdeta onu halka bir baba yapmıştı. Herkes onun katında ve nazarında eşit idi. Onun meclisi; bir hilm (yumuşaklık), sabır, emanet (güven) ve hayâ meclisiydi. Onun meclisinde sesler yükselmez, namus ve ırzlar çiğnenmez, kimseye sataşılmazdı. Gayet dengeli, hayâlı idiler. Birbirlerine takva tavsiye ederlerdi. Son derece mütevazı idiler, küçükler büyüklere saygı gösterirlerken, büyükler de küçüklere sevgi ve şefkat gösterirlerdi. İhtiyacı olanları kendi nefislerine tercih ederler, garibe yardım elini uzatırlardı. Dedi ki: ‘Kendileriyle oturduğu kimselere karşı nasıl davranırdı? Şu cevabı verdi: Allah Resulü (sav) daima güler yüzlü, yumuşak huylu idi, sert ve kaba değildi. Gürültücü ve hayâsız değildi. Kusur arayan, gereksiz yere insanları öven değildi. Arzulamadığı şeylere kulak aşmazdı. Kimseyi umutsuz yapmazdı. Herkese ümitvar davranırdı. Üç şeyden uzak dururdu: 1-Lüzumsuz tartışmak. 2- Fazla konuşmak. 3- Kendisini ilgilendirmeyen şeylere ilgi duymak. İnsanlarla ilgili şu üç şeyden de uzak dururdu: 1- Kimseyi kötülemez. 2- Kimsenin kusurunu, 3- Mahremiyet ve ayıbını araştırmazdı. Ancak fayda umduğu şeyleri söylerdi. Konuştuğu zaman, yanındakiler sanki başlarında kuş varmış gibi başlarını eğerlerdi. Ancak o sükût buyurduğu zaman konuşurlardı. Yanında söz düellosu yapmazlardı. Yanında biri konuştuğu zaman herkes suspus onu dinlerlerdi. Sözünü bitirinceye dek müdahalede bulunmazlardı. Onların konuşmaları da bir başka idi. Onların güldükleri şeye o da gülerdi, hayret ettiklerine o da hayret ederdi. Gelen yabancının aşırı ve mantık dışı davranışlarını sabırla karşılardı, onu azarlamazdı. Ashâb bazen buna kızarlardı da o onları teskin eder, şöyle derdi: ‘Böyle kimseleri gördüğünüzde, onu irşad edin (yol gösterin)!’ Övgüyü ancak karşılığını verenden kabul ederdi. Kimsenin sözünü kesmezdi, bitirinceye kadar beklerdi. Adam ya bitirirdi ya da kalkıp giderdi. Dedi ki: Ona: ‘Peki suskunluğu nasıl idi?’ diye sordum. Cevab verdi: Onun sükûtu şu dört şeyi hedeflerdi: Hilm, temkin, takdir ve tefekkür (düşünmek). Takdiri; fark gözetmeksizin, insanlara bakmak ve aynı şekilde dinlemekti. Tezekkürü ya da tefekkürü hem fani (dünya) hem baki (ahiret) hakkında idi. Hilmi ise sabrında idi. Zira onu hiçbir şey kızdırmaz ve ürkütmezdi. Temkini dört şeyde tecelli ederdi: Kendisine uyulacak için en güzel şeyi almak, vazgeçirmek amacıyla kötüden uzak durmak, ümmeti İçin yararlı olan hususlarda ictihad etmek, dünya ve âhiret hayatlarını temin edecek hususlarda onlar için çalışmak. [Taberânî, Mu’cemu’I-Kebîr’de] Peygamber (sav) Medine yollarından geçerken her tarafı âdeta misk kokusu kaplardı. Buradan Allah Resulü geçmiş, denilirdi." [Ebü Ya’lâ, Bezzâr ve Mu’cemu’l-Evsat.]

Ne zaman bir sıkıntılı hâl başımıza gelse ya da ne zaman az veya çok bir zulme muhatab olsak, bizim için en büyük tesellîlerden birisi, Peygamber kıssalarını ve eski kavimlerden salih ve saliha kimselerin başlarından geçen hikmetli hadiseleri hatırlamakla olur. İnsan, bazen başına gelen sıkıntılı hâllerin tesiriyle, bazen de hedeflerine ve isteklerine ulaşamamış olmanın verdiği huzursuzlukla, manevî sıkıntılar çeker. Bu tür durumlarda kendine tesellî arar. Tesellîyi eğer meşrû dairede ararsa, başta Allah’a iman rüknü olmak üzere iman hakikatleri ona en büyük tesellîci olacaktır. Daha sonra Kur’ân-ı Kerîm’de zikredilen ve ardından daha teferruatlı halleriyle Hadîs-i Şerîflerden öğrenebildiğimiz Peygamber kıssaları ve salih kulların başlarından geçen hadiseler de bize tesellî vermektedir. Özellikle Peygamberlerin başlarından geçen kıssalar, bir insanın başından geçebilecek her türlü sıkıntı konusunda bizlere birer rehber durumundadır. Hz. Yusuf’un (as) Kıssası “Biz, bu Kur’ân’ı sana vahy etmekle, sana kıssaların en güzelini anlatıyoruz. Elbette (sen) ondan önce (bunlardan) habersiz olanlardan idin.” (Yusuf Suresi, 3) Yusuf Suresi 3. ayette ifade edildiği üzere Hz. Yusuf Aleyhisselam’ın başından geçenler, kıssaların en güzeli olarak, bizim için en büyük dersleri ve hikmetleri içinde barındırıyor. Kardeşleri tarafından kuyuya atılmasının ardından onu bulanlar tarafından bir köle olarak satılmıştır. İffetini korumak bahasına yıllarca hapiste yatmıştır. Ama sonunda Mısır’a Azîz olmuştur. Bu kıssa, hayatta yaşanabilecek en büyük sıkıntıları çeken ama tevekkülden, sabırdan vazgeçmeden istikâmet dairesinde kalan bir Peygamber’in yaşadıklarını anlatıyor. Bize, hayatımızda önümüze çıkabilecek sıkıntılar karşısında takınmamız gereken tavrı gösteriyor. Karşılığında bir takım olumsuzluklara da maruz kalsak, sınırlarını Allah’ın çizdiği helal dairesinden çıkmamamız gerektiğini ders veriyor. Yani hayatımızın bazı dönemlerinde birtakım sıkıntılar çeksek ve bazı hususlarda imtihan edilsek de Rabbimize sığınarak, O’na tevekkül etmekten hiçbir zaman vazgeçmememiz gerekiyor. Hz. Yusuf Aleyhisselâm, sabrının, tevekkülünün, iffetinin ve istikâmetli hayâtının mükâfatını görüyor. Biz de böyle davranırsak, sıkıntılı hallerimizden kurtulup, sâhil-i selâmete ulaşabiliriz. Bu sebeple bu mevzuda eskiler demişler ki, “Bu da Geçer Ya Hû!” ve yine demişler ki, “Takma Kafana!” Hz. Eyüb’ün (as) Kıssası “(Ey Habîbim!) Eyyûb’ü de (an)! Hani Rabbine: “Zarar gerçekten bana dokundu; sen merhametlilerin en merhametlisisin” diye nidâ etmişti. Bunun üzerine (biz de) onun duâsını kabûl etmiştik de kendisinde bulunan zararı (o hastalığı) açmış (kaldırmış)tık; katımızdan bir rahmet ve (bize) kulluk edenlere bir ibret olmak üzere, ona âilesini ve onlarla berâber bir mislini daha verdik.” (Enbiya Suresi, 83, 84) Hz. Eyüb Aleyhisselâm, bir beşerin hayatında yaşayabileceği en büyük belâlara muhatap olmuştur. Ama bu durum onu sabrından vazgeçirmemiştir. Yaşadığı sıkıntılar karşısında asla isyan etmemiştir. Hastalığı, diline ve kalbine sirayet edip de onu Allah’ı zikretmekten alıkoyunca; hastalığının şifası için dua etmiştir. Bu sebepledir ki; Cenâb-ı Hak, ondan aldığı bütün nimetlerini ona tekrar bahşetmiştir. Bütün mülkünü, evlâdını ve sağlığını kaybettiği hâlde isyan etmeden sabrettiği için, daha önce sahip olduğu nimetlere ziyadesiyle kavuşmuştur. Bu kadar hastalığa ve musibete karşı yıllarca sabreden Hz. Eyüb Aleyhisselâm, sabır kahramanı olarak anılagelmiştir. Onun bu sabrı, bütün musîbetzedelere ve sıkıntı içinde olanlara güzel bir örnektir. Ashâb-ı Uhdud Kıssası “(Ki müminlere işkence yapan) o Ashâb-ı Uhdûd, çırayla tutuşturulmuş o (çok şiddetli) ateş (hendeklerinin sahipleri) kahrolsun! O vakit onlar, onun üzerine (ateşin etrafında) oturmuş kimseler idiler. Ve onlar, müminlere yapmakta olduklarını seyredicilerdi! Ve onlardan (o müminlerden) sadece, Azîz (kudreti daima üstün olan), Hamîd (hamd edilmeye çok lâyık) olan Allah’a iman ettikleri için, (sadece bunun için) intikam aldılar. O (Allah) ki, göklerin ve yerin mülkü O’nundur. Ve Allah, her şeye hakkıyla şâhiddir. Şübhesiz ki mümin erkeklere ve mümin kadınlara (imanlarından vazgeçmeleri için) işkence edip de, sonra (yaptıklarına) tevbe etmeyenler yok mu, işte onlar için Cehennem azabı vardır, hem onlar için (bu dünyada da) yangın azabı vardır (ki o ateş, kendilerini de yakmıştır)! Muhakkak ki iman edip sâlih ameller işleyenler var ya, onlar için, altlarından ırmaklar akan Cennetler vardır! İşte büyük kurtuluş budur!” (Burûc Suresi, 4-11) Rivayetlere göre, zalim bir kralın memleketinde, imanlı bir rahibin yetiştirdiği bir çocuk, Cenâb-ı Hakk’ın kendisine verdiği harika hâl ile kendisine gelen her türlü hastaların dertlerine, iman etmeleri şartı ile derman oluyordu. Bunu öğrenen kral o rahibi ve sonunda da o çocuğu öldürttü. Ama insanlar çocuktaki harikuladeliği görerek Allah’a iman ettiler. Bunun üzerine kral onları içi ateş dolu hendeklerle çevrili bir meydana topladı. İmanından dönmeyenleri teker teker ateşe attı. En sonunda bu dehşetli zulmü seyretmek için kurduğu iskelelerin tutuşmasıyla o zalim kral ve avenesi de helâk oldular. (Celâleyn Şerhi, c. 8, s. 284) Burûc Suresinde anlatılan bu kıssa da, iman ve hakiki din davası için maddî ve manevî bütün varlıklarını feda eden ehl-i imana bir tesellidir. Zahiren güçlü görünen zalimler, yaptıkları zulümler ile aslında kendi kötü sonlarını hazırlamaktadırlar. O zalimlerin zulmüne uğrayan mazlum ehl-i iman ise ebedî cennetle mükâfatlandırılacaklardır. Öyleyse ne zaman bir sıkıntılı hâl başımıza gelse ya da ne zaman az veya çok bir zulme muhatab olsak, bizim için en büyük teselli, işte bu Peygamber kıssaları ve eski kavimlerden salih ve saliha kimselerin başlarından geçen hikmetli hadiselerdir. Bu kıssaları tahattur etmek, güzel bir teselli olur. Başımıza gelen sıkıntılı hâlleri kafamıza takmadan, “Bu da Geçer Ya Hû!” deyip; güzel bir sabır ile sabretmemize vesile olur. Peygamberlerin ve geçmiş ümmetlerin kıssalarının zikredilmesinin ve anlatılmasının hikmetlerinden biri de yerine gelmiş olur.

Yalnızlığımızı, kederimizi, derdimizi “huzura” çeviren Rabbim! Huzurunda “huzura” erdiğimiz Rabbim! Hani bazen yüreğindeki yük ağır gelir insana, anlatıp birileriyle paylaşmak, rahatlamak istersin. Paylaşınca sanki hafifleyecekmişsin gibi. Seni belki de sadece dinleyecek, anlamaya çalışacak birisine ihtiyaç hissedersin. Geçersin karşısına anlatırsın, anlatırsın, yüreğin kuş gibi çırpınır kendini ifade etmeye çalışırken. Yorulursun. Anlamaz seni, işitir ama duymaz hislerini; çünkü kalbinin kulakları sağırdır. Kapatmıştır yüreğinin kapılarını. Kalb duymazken, kulak işitse ne yazar. “Aman boş ver, takılma öyle şeylere, buna mı canını sıkıyorsun?” sözlerine muhatap olursun. Basite alır gönül kırgınlıklarını. Sonra susarsın. Anlaşılmamanın, anlatamamanın enkazıyla susarsın. Kapatırsın kendini kilitli odalara, gecenin karanlığında saklanmak istersin. Ruhunun feryadına, gözlerinden ığıl ığıl inen yaşlar tercüman olur. İşte o an anlarsın, o an hissedersin. Yalnızlıkta “varlığı” bulursun! Yalnızlıkta “huzuru” bulursun! Şimdi gerek yoktur cümlelere. Sen anlatmasan da seni senden daha iyi anlayan “biri” vardır. Kalbinin en küçük sızısını, aklının en küçük hatıratını bilen “biri”. En sevdiklerin bile senden yüz çevirirken seni asla bırakmayan “biri”. Ellerini açıp “Ey Rabbim!” dediğinde “Lebbeyk!” diyen “Erhamürrahimin” vardır. “O” hep vardı. Mümkün mü onsuz hayat bulabilmemiz? Ama sen şimdi anlıyorsun. Esbab sukut ettiğinde, sebebler arka çevirdiğinde fark ediyorsun. Görmeyen gözün, işitmeyen kulağın, anlamayan aklın, hissetmeyen kalbin şimdi görüyor, şimdi işitiyor, şimdi anlıyor ve hissediyor… Ey gönül, Rabbinden başka anlayan olur mu seni? Niye oyalanırsın çıkmaz sokaklarda! O nasıl bir lezzettir. Nasıl ruhi bir rahatlamadır. Vuslatın verdiği bir hal midir ki bu? Yoksa asıl aradığını bulmanın verdiği “huzur” mu? Bediüzzaman Hazretleri ne kadar da güzel ifade etmiş bu hali: “Duanın en güzel, en latif, en leziz, en hazır meyvesi neticesi şudur ki; dua eden adam bilir ki, birisi var ki onun sesini dinler, derdine derman yetiştirir, ona bakar, ünsiyet verir. Hem onun hadsiz ihtiyacatını yerine getirebilir ve onun hadsiz düşmanlarını defedebilir bir zatın huzurunda kendini tasavvur ederek, bir ferah bir inşirah duyup, dünya kadar ağır bir yükü üzerinden atıp, Elhamdülillahi Rabbilalemin” der.1 Elhamdülillah, Elhamdülillah, Elhamdülillah! Yalnızlığımızı, kederimizi, derdimizi “huzura” çeviren Rabbim! Huzurunda “huzura” erdiğimiz Rabbim! Niye koşar dururuz ki bizim gibi acizlerin peşinden, kendi derdine derman bulamayanlardan neden meded bekleriz? Hazret-i Üstad ne de güzel söylemiş: “Allah birdir. Başka şeylere müracaat edip yorulma. Onlara tezellül edip minnet çekme. Onlara temelluk edip boyun eğme. Onların arkasına düşüp zahmet çekme. Onlardan korkup titreme. Çünkü Sultan-ı kâinat birdir. Her şeyin anahtarı onun yanında, her şeyin dizgini onun elindedir. Her şey onun emriyle halledilir. Onu bulsan her matlubunu buldun, hadsiz minnetlerden ve korkulardan kurtuldun.”2 İşte reçete, işte kurtuluş rehberi! Ama unutuyoruz. Seni unuttuğumuz gibi sana dua etmeyi de unutuyoruz. Unutuyoruz acizliğimizi, hiçliğimizi, perişaniyetimizi. “Rabbinize yalvara yalvara ve için için dua edin!..”3, “Bana dua edin, size icabet edeyim...”4 “(Habibim, ya Muhammed!) Kullarım bana senden sorarsa, şüphe yok ki ben (onlara) pek yakınım. Bana dua ettiği zaman dua edenin duasına cevap veririm...”5 hitaplarını, davetlerini, emirlerini hep unutuyoruz. “Allah’ı unutan.. bu yüzden (Allah’ın da) onlara kendilerini unutturduğu kimseler gibi olmayın!”(6)6 hakikatini unutturma bize Allah’ım! Aslında başımıza gelen her şey sana açılan, sana ulaştıran bir kapı değil midir? Bizler için yeni fırsat kapıları değil midir? Rahat döşeğimizde gaflet yorganlarının altında en küçük şeylere nazlanır olduk. Şükür lisanı, şükür hali kalktı üzerimizden. “Lütfun da hoş, kahrın da hoş” cümleleri artık dökülmüyor dilimizden. Belki de birinci dersimizi unuttuk; “Güzel gören güzel düşünür. Güzel düşünen hayatından lezzet alır.” Mutsuzluklarımızı, başarısızlıklarımızı başkalarına yüklemekten ne zaman vazgeçeceğiz. Her sıkıntının bizi Rabbimize bağlayan bir ihsan, bir lütuf odluğunu görme vakti gelmedi mi artık? Haydi, indirelim artık gözlerimizdeki perdeleri! Etrafımızın nimetlerle dolu olduğunu artık fark edelim! Her sıkıntı bize hediyelerle sunulur. Yeter ki “görmeyi” bilelim! Sevgilinin kapısını “dua” ile çalmayı öğrenelim! Duamız, sevgimiz, huzurumuz daim olsun inşallah! Kaynaklar: 1- Osmanlıca Mektubat 1, 24. Mektup, 4. Nükte2- Osmanlıca Asa-yı Musa, 10. Hüccet-i İmaniye, 20. Mektubun 1. Makam, 2. Kelime3- A’raf, 554- Mü’min, 605- Bakara, 1866- Haşir, 19

Şehir; insan, mekân, doğa, zaman, varlıklar, işler ve ilişkiler düzleminde insan irfan, kültür ve medeniyetinin geliştirdiği, insan emeği ve aklının coğrafyaya işlenmiş eseridir. Şehirler toplu yaşamın, kuralların, kanunların, değerlerin ve hiyerarşinin olduğu en geniş anlamda mal ve hizmetlerin üretim ve ticaretinin yapıldığı yeni fikir, kültür ve yaşamların harmanlandığı güvenli ve huzurlu bir yaşam arzusuyla insanların sürekli bir umut, arayış ve caba ile imar ettiği büyük yerleşim alanlarıdır. Şehirlerde insanlar gibidirler doğarlar, büyürler, gelişirler, serpilirler ve zaman içerisinde yıpranırlar, eskirler, yaşlanırlar, çökerler, terkedilirler. Zamanın yıpratıcılığı, afetler, savaşlar ve göçler şehirlerin çehresini değiştirir, anlam haritalarını bozarlar, gidilen veya terk edilen yurtlara döndürürler. İnsanın sürekli aradığı; aşının devamı, yuvasının huzuru ve geleceğe bırakacağı bir miras olan nesillerinin adil, güvenli ve barışçıl bir ortamda yaşama ülküsüdür. Şehirler birey ve toplumun ortak hatıralarının, ümitlerinin ve değerlerinin yaşandığı mekânlardır. Şehirler insan, çevre ve kültürün birbirini etkileyerek, sürekli dönüştüğü yerlerdir. Doğanın kucağında, yaşamak için sürekli göç eden ve mücadele halinde olan insan, şehirle beraber yerleşik hayata geçmiş; iş bölümüne dayanan, daha üretken ve verimli, daha kurallara ve kanuna bağlı, daha dingin ve öngörülebilir bir yaşamın konfor ve emniyetine kavuşmuştur. Şehir ve ilişkiler Yatay şehirler geleneksel kadim kültürlerin yaşam biçimi olduğu kadar sakin, huzurlu ve üretken bireylerin yetişebileceği bir ortam olarak akılcı yerleşim politikalarının uygulandığı ülkelerde bugün dahi uygulanmaktadır. Burada toprak herkes tarafından erişilebilen ve kendi ihtiyacına göre evini inşa edebileceği bir mekândır. Toprak bu anlamda metalaşmamış ihtiyaca cevap veren, yatırım aracı olmayan üzerinde imar yasaları ile spekülatif kazanç aracına dönüştürülmeyen, herkesin mahrem ve bir şekilde mübarek olan yuvasını inşa edeceği bir alandır. İlişkiler yatay mimaride komşularla ve mahalleliyle anlamaya, tanımaya, yardımlaşma ve dayanışmaya açık insani bir iklimde gelişir. Herkes ortak yaşamın getirdiği bir bilgelik ve sorumlulukla, komşusunun acısı ve sevincini yüreğinde hisseder; doğum, düğün ve vefat günlerinde olduğu gibi. Dikey yapılaşma arazinin metalaştırıldığı, gayr-i menkul ve mülkün değer olarak insan emeğinin önüne geçtiği, dünyevileşme ve gösterişin öne çıktığı, toprağın spekülatif bir kazanca, ranta dönüştürüldüğü, mekânın mahremiyetinin yok edildiği bir yerde ve zamanda gelişir. Dikey yapılaşma, kozmopolit yaşamı besleyerek, ilişkilerde korunma ve sakınmaya yönelik davranışları ortaya çıkarır. Dikey yapılaşma ile beraber nüfus ve araç yoğunluğunda birim alanda artış oluşur. Buda davranışlarda ve ilişkilerde yozlaşma ve duyarsızlığın gelişiminin önüne açarak hürmet, saygı ve adalet duygularını baskı altına alır, duyarsızlığın ve merhametsizliğin kol gezdiği bir toplumsal yapıyı ortaya çıkarır. Çok katlı binalarla dünyanın her yerinde yerel kültürler baskı altına alınarak mimariden malzeme kullanımına, peyzajdan dekorasyona kadar yerel kültürün gelişimi önündeki bütün imkânlar sınırlanmaya ve ulus ötesi yapıların dünya halkları için biçtiği yaşam tarzları toplumlara dayatılmaktadır. Çok katlı binalarla, farklı toplumların kültür ve yaşam biçimlerine karşı adeta toplum mühendisliği yapılmaktadır. Günümüz mimarisi tüketim ve gösterişe dayalı, değerlerden arındırılmış, dünyevi bir yaşamı bütün kültürlere ve toplumlara dayatmaktadır. Havuzun etrafında, Fransız pencerelerden bakılarak inşa edilen bu mekân tasarrufu bizi bize yapan hayâ, edep, saygı ve hürmet duygularımızı tahrip ederek, her birimizi mekân içerisinde bir ayrıntıya, bir objeye indirgiyor. Herkes oturduğu site, kullandığı araç, tükettiği eşyalar kadar kendini değerli hissediyor ve aidiyetler inşa ediyor. İnsan Ölçekli Bina Şehrin merkezinde insanın barış, huzur, güven içerisinde sağlıklı ve yaşanabilir bir ortamda kendini gerçekleştirmesini sağlamak vardır. Binaların insan ölçeğinde, onun onurunu koruyacak boyutlarda inşa edilmesi gerekir. İnsan ölçeğinde şehrin yapılması demek özellikle insanların yaşadığı, 24 saat, 7 gün, 365 gün ve 1 ömür aileleriyle, çocuklarıyla, yaşlılarıyla, komşularıyla yaşayacağı bir mekân olarak tasarlamamız gerekir. İnsan ölçekli olarak şehri tasarlarken, şehirdeki mazlumları, mağdurları, güçsüzleri, zayıfları merkeze alarak, şehirde özümüzde olan merhametimizi ortaya çıkaracak şekilde mekânları oluşturmalıyız. Şehir her yaştan insanın kaynaştığı, birbirlerini anladığı, tanıdığı, yardımlaştığı, varlığından keyif duyduğu, varlığıyla eksikliğini tamamladığı, ortak hafızamızın ve geleceğimizin inşa edildiği mekândır. Bu öngörüyle bütün ayrıntılar ve mekânlar ve şehirde tasarlanmalıdır. Şehir yapmak bina yapmak değildir. Bütün bu binalar ve mekânlar bir araya geldiği zaman ortaya çıkan anlamlı ve uyumlu büyük resim şehirdir. Büyük resmi insanlar, binalar, mekânlar ve ilişkiler olarak göremezsek sağlıklı, sürdürülebilir ve yaşanabilir bir şehir inşa edemeyiz. Şehirde mesken ve işyeri mimarisinde ayrıma giderek, meskenlerin olduğu yerde az katlı yatay mimariyi desteklemeliyiz. Şehrin hem insan ölçekli olması, hem de insan yüzlü olması lazım. İnsan yüzlü olması şehirde insan ilişkilerinin rahmani olması, merhamet merkezli olması, insanın birbirine bakabilmesi ve fark edebilmesi anlamına geliyor. Yaşlı, engelli ve çocukları önceleyen “çocuk ve yaşlı dostu şehir” leri, bina mimarisi ve şehir planlaması ile ilişkilerimizi besleyen ve duyarlılığımızı artıran merhametli şehirler olarak inşa etmeliyiz. Her türlü yoğunlaşma şehirde sorunlar ortaya çıkarır. Çok katlı binaların olduğu, insanların yoğun yaşadığı mekânlarda da bir duyarsızlaşma, içe kapanma ve kendini koruma davranışı ortaya çıkıyor. Şehirlerimizi inşa ederken bireyin ruh ve akıl sağlığını koruyacak ve geliştirecek, anlam ve duygu bütünlüğünü sağlayacak şekilde olabildiğince, az katlı ve yoğunluklu olarak yeterince sosyal donatı alanlarıyla inşa etmeliyiz. Konut olarak kullandığımız binaların etrafında insanlara yaşam alanları sağlayacak yeşil dokuyu oluşturmalıyız. Olabilecek bir afet, deprem, savaş ve olağan üstü bir durumda insanlar kendi mesken alanları yakınında olabildiğince minimum ihtiyaçlarını karşılayabilecek bir üretim ve yaşam gücüne sahip olmalıdır. Ulusal güvenliğimiz acısından, olağanüstü durumlarda bir binanın ve şehrin kendi kendine yetebilmesi hayati ve stratejik öneme sahiptir. Çocuk ve Mekân Şehrin bütün unsurlarının insana hitap etmesi, onu kucaklaması, insana güven ve huzur vermesi lazımdır. Geleneksel mimaride bina insani ölçekte olduğundan çocuk evinden çıktığı zaman, çevrede veya bahçesinde arkadaşları ile oynayabiliyor ve okuluna yürüyerek gidebiliyordu. Çocuğun ilk sosyalleşme aşamasında evinden okuluna yürüyerek gidebilmesi sağlıklı bir sosyalleşme için önemlidir. Bu şekilde çocuk çevresindeki ilişkileri anlıyor, kendi sosyal çevresini kendisi gözlemleriyle yakalayabilme şansına sahip oluyor, kendine öz güven kazanıyor ve toplumsal ilişkileri okuyabiliyor. Okula giderken ve gelirken komşusunu tanıyor, mahalle arkadaşını görüyor, esnafı tanıyor, yaşlı amcayı görüyor, engelli birini görüyor ve hissediyor, selam alıp veriyor, çevresiyle etkin, çift yönlü ilişkiye geçerek, özgün ve şahsiyeti gelişebilen bir birey olabiliyor. Çocuklar için yapılan okulların, eğitim kademesine (anaokulu, ilk, orta ve lise) bağlı olarak onların vücut ölçülerine ve gelişimine uygun olarak inşa edilmesi gerekir. Okulların sınıf ve okul mevcutları çocuğun anlama ve katılma duygularını geliştirecek öğrenci yoğunluğunda olmalıdır. Her kademe eğitimde, öğrenci- bina ilişkisini sürdürülebilir ve çevresi ile etkin iletişime geçecek şekilde ayarlamamız gerekir. Okul mevcutlarını, anaokullarında 100 den fazla, ilköğretimde 250 den fazla, orta öğretimde 400 den fazla ve lisede 700 den fazla olmayacak büyüklükte, yeterince sosyal donatı alanı ile yapmamız gerekir. Geleceğimiz olan çocuklarımızın sağlıklı ve huzurlu bir ortamda eğitim alarak, kişisel bilgi ve becerilerini artırması, sağlıklı olarak sosyalleşmesi ve kişisel gelişimini sağlamada en önemli husus doğru ölçeklenmiş okul bina büyüklükleri ve yoğunluklarıdır. Ev ve okul mesafesi çocukların yürüyerek gidebileceği bir mesafede planlanmalıdır. Bu çocuğun kendisini ve çevresini tanımada, kendi özgüvenini geliştirmesinde ve sağlıklı sosyalleşmesinin önünde en önemli engellerden biridir. Anaokulundan liseye kadar servislerle çevresinden yalıtılmış olarak okula giden bir öğrencinin toplumsal gerçekleri anlaması ve yaşadığı toplumu ve çevreyi tanıması, sağlıklı ve dengeli bir birey olarak gelişmesi mümkün değildir. Sağlıklı bir birey olmanın yolu toplumsal gerçeklerle yüzleşen, sorumluk alan, aklı ve vicdanı hür birey olmayı sağlayacak, katılımın ve paylaşımın olduğu, sosyal çevrenin gerçekçi bir zeminde inşasına bağlıdır. Tek tip ve çok katlı binalar çocukların yaratıcı ve üretken bir zihne sahip olmasının önünde en önemli engellerden biridir. Daha çok sakınma, korunma ve güvenlik ekseninde inşa edilen bu yapılar, anlama, yaklaşma ve keşfetme duygularımızı törpülüyor. Bu bina yapısı çocuklarımızın merak ve hayret duygusunu engelleyerek üretken ve yaratıcı bir zihin yapısında geliştirmesini önlemektedir. Şehirde çocukların kaynaşacağı, oynayacağı, spor yapacağı, faklı melekelerini geliştirebileceği çocuk parkları, spor alanları, hobi, sanat ve kültür merkezlerinin içinde olduğu sosyal donatı alanları geliştirilmeli ve çeşitlendirilmelidir. İş Hayatı ve Emeğin Değeri Şehir aynı zamanda geçimimizi sağladığımız iş, sanayi ve ticaret yeridir. İnsanın şehirde değer üretirken ortay koyduğu tek değeri varlığı, zamanı ve emeğidir. İnsana hürmet ve emeğine değer veren bir sosyal ve ekonomik yapıyı şehirlerimizde inşa etmeliyiz. İnsan emeğinin değersizleştirildiği bir yerde insana hürmet ve insan haklarından söz edilemez. İnsanın varlığından dolayı en büyük ve anlamlı çıktısı olan emeğine saygı duymalı ve değer vermeliyiz. İnsana hürmeti merkez alan bir zaman kullanımı, mekan ve ilişki tasarımını yaptığımız her işte öncelemeliyiz. İnsanının ailesine ve sevdiklerine zaman ayırması, hem kendi gelişimi acısından hem de ondan beklentileri olan kişilerin gelişimi ve mutluluğu acısından önemlidir. Uzun çalışma saatleri arasında bu imkâna sahip olamayan bir birey ve ondan beklentileri olan sevdikleri gerekli paylaşımlara sahip olamadığından ruhsal ve sosyal gelişimini yeterince sağlayamamakta ve bu durum birçok çok sosyal, kültürel ve adli soruna yol açmaktadır. Kendisine ve ailesine yeterince zaman ayıramayan birey birçok ahlaki, vicdani, ruhsal ve de fiziksel sorunlar yaşamaktadır. Çalışma sürelerinin geldiğimiz bu otomasyon ve hız çağında tekrar gözden geçirilmesi gerekmektedir. Her şeyin daha çok üretime ve emeğin uzun süreli kullanımına bağlandığı bu ekonomik koşullarda sağlıklı birey, aile ve toplumunu gelişimi mümkün değildir. Çalışma saatleri ve günleri gözden geçirilerek daha adil ve insani bir çalışma ortamı oluşturulmalıdır. Bir günlük çalışma saatlerinin 7 saate ve aylık çalışma gününün 20 günü aşmayacak şekilde düzenlenmesi işlerde verimliliği artıracak, iş/aile/toplum barışını sağlayacak, yeni istihdam alanları oluşturacaktır. İnsanı değerli ve anlamlı kılmanın yolu, onun emeğine ve zamanına değer vermekten geçer. Emeğin karşılığı olan ücret insan onuruna yakışır adil, katlanılabilir ve hoşnutluğu sağlayacak bir ücret olmalıdır. Ücret- zaman değeri bireyin ve ailenin gelişimini sağlayacak toplumsal barış ve huzurumuzu artıracak, sağlıklı birey, aile ve toplumun inşasına imkân verecek şekilde adil ve hakça paylaşım temelli olmalıdır. İnsan ve Çevresi Doğal çevrenin iyileştirmesi Doğal çevrenin geliştirilmesi; su havzaları, deniz ve ormanların herkesin erişebileceği şekilde düzenlenmesi ve gelecek nesillerinde hakkı da düşünülerek korunup, geliştirilmesi gerekmektedir. Herkesin erişimine açık olarak şehir içerisinde semt parkı ve kent ormanları oluşturulması lazımdır. Ülkemizde özellikle İstanbul açısından konuşmamız gerekirse kent ormanlarına ve semt parklarına dönüştürülebilecek alanlar, gelir getirici projeler anlayışı içerisinde maalesef imara açılmıştır. Şehir içerisindeki olağan üstü durumlarda kullanabileceğimiz bu altın alanları yavaş yavaş kaybediyoruz. İnsan hırsının ve tamahının doğada yaptığı geri dönülmez tahribatı anlatan iki Kızıl dereli atasözünü hatırlatmada fayda var. “Son ağaç kesildiğinde, son nehir kuruduğunda, son balık öldüğünde beyaz adam; paranın yenmeyen bir şey olduğunu anlayacak.” Ve “Yeryüzü, bize atalarımızdan miras kalmadı, çocuklarımızdan ödünç aldık.” İnsani ve sosyal çevrenin geliştirilmesi İnsani bir sosyal çevrenin geliştirilmesinde mahalle, komşuluk ve esnaf ilişkileri çok önemlidir. Okul, cami, semt pazarındaki ilişkiler. Aidiyet, güven ve sosyal yardımlaşma ve dayanışma da aynı şekilde öneme sahiptir. “Yaşlılarınıza ve güçsüzlerinize dikkat ediniz zira siz onların sayesinde rızıklandırılıyorsunuz.” hadisinde Peygamberimiz bizi mazlum, mağdur ve masumlara duyarlı ve merhametli olmaya çağırıyor. Mahalle, komşuluk ve esnaf ilişkilerinin geliştirilmesi zengin bir sosyal çevrede yaşamamız için elzemdir. İnsanlarımızın toplu olarak kullandığı, hizmet aldığı okul ve camilerimizi katılımcı bir anlayışla imar edip yaşatmalıyız. Nesillerin kaynaştığı bir mekân olarak buralara her türlü destek ve ilgiyi göstermeli bize hizmet eden kurumlara vefalı olmalıyız. Şehre ve mekâna aidiyeti sağlayacak kişi, yapı ve kurumların varlığına saygılı ve geliştirici bir kültürel ortam geliştirilmeli ve desteklemeliyiz. Mahalledeki yalnız ve muhtaç kimselerin varlığından haberdar olup, onların ihtiyaçlarını gidermede bireysel ve kurumsal hizmetler geliştirmeliyiz. Tarihi ve Kültürel Çevre Şehirlerimizdeki şehre kimlik kazandıran toplumsal hafızamızın belirleyicisi mekân ve alanların gelecek nesillere korunarak aktarılmasına dikkat etmeliyiz. Bu çerçevede tarihi mekânların restore edilerek kullanıma açılması, Şehir siluetlerinin korunması noktasında özen gösterilmelidir. İstanbul’da Tarihi Yarımada içerisinde yapılacak değişimlerde Tarihi Yarımada kimliğini tekrar ortaya çıkarılması çok mühimdir. Yaşayan bir şehir olarak tarih ile yeni olanı uygun ve ahenkli bir şekilde şehirde harmanlamalıyız. Bütün zaman ve mekânı biz ve bizden sonrakiler, biz ve ötekiler kapsamında doğru bir şekilde kurgulayabilirsek gerçekten insani ve sürdürülebilir bir kentsel tasarımı ve yerleşim uygulamaları yapabilmiş oluruz. Mekân isimlerinde Türkçe isimlerin kullanılmasına özen göstermeliyiz. Şehirlerimizde gezerken hangi diyarda gezdiğimizin farkında değiliz. Ekonomik Çevre Şehirlerimizin ekonomik hayatına yön veren, insani ilişkilerin ve yardımlaşmanın yoğun olduğu, semt esnafını koruyacak şekilde AVM politikalarının gözden geçirilmesi gerekir. Gelir adaletinin bozulması, toplumda umut, heyecan ve merhametin azalması, emeğin bir değer olarak metalaştırılmasının önüne geçmeliyiz. Evlenme yaşının yükselmesi, boşanmaların artması ve ailenin çözülmesinin nedenleri iyi araştırılmalı ve aile kurumunu güçlendirecek ekonomi politikaları öncelenmelidir. Konut fiyatlarının artmasından dolayı konuta erişimin ve sahip olmanın zorlaşmasından dolayı borç altında ezilen halka yönelik sosyal politikalar iyileştirilmelidir. Konutun bir finansal araca dönüşmesini önleyecek ve bankaları konut finansmancısı olmaktan çıkarıp üretime ve iş geliştirmeye yönlendirmeliyiz. KOBİ ve küçük esnafın sermayesinin eğitim harcamalarına yönlenmesini önleyecek katılımcı ve adil bir eğitim sistemi oluşturmalıyız. Merhametli Şehirler Sivil toplum ve devlet el ele vererek adeta bir “imece anlayışı” ile evlerimizi ve yaşadığımız bütün mekânları büyük bir bilgelik içerisinde, gelecek nesillerin de hakkını düşünen erdemlilikle inşa etmeliyiz. Şehri “Herkes için şehir” anlayışı ile “merhametli bir şehir”e dönüştürmeliyiz. Düne saygı, bugüne adalet ve geleceğe miras olarak ne bırakıyoruz duyarlılığını kaybetmemeliyiz. Geleceğin şehirleri bulunduğu topografya ve coğrafyaya saygılı olmalıdır. Bizimle birlikte diğer canlılarında şehirde hakkı olduğunu unutmamalıyız. Şehirle beraber camilerimizi de daha işlevsel, daha estetik olarak zengin sosyal donatı alanları ile birlikte inşa etmeliyiz. Özellikle kadınlarımız için camiyi erişilebilir ve güvenli kılmalıyız. Çocukların çocukluklarını yaşayamadığı, yaşlıların kendilerini dinlendiremediği, herkesin adeta yalnızlığı ve itilmişliği yaşadığı merhametsiz ve ruhsuz binalar inşa ediyoruz. Bu binaların oluşturduğu şehirler insanı insan yapan anlama, katılma, duygulanma, merhamet, acıma, yardımlaşma ve dayanışma kültürünü ortadan kaldırarak insanları kategorize ederek yalıtıyor. Yaşlar arası bilgi/tecrübe ve duygu/sevgi paylaşımının olmadığı yerde rahmani bir insan kültürünün gelişimini sürdürebilmesi mümkün değildir. Bu gidişle bizi bekleyen çocuklar için kreş, gençler için yurtlar olduğu gibi yaşlıları için de adına “huzur evleri” denilen gerçekte “tecrit yurtları” olan mekânlar olacaktır. Böyle bir kültürün inşa edildiği zaman ve mekânda neslin devamını ve değer aktarımını sağlayan aile kurumunun varlığını sürdürebilmesi zor olacaktır. İnsanlığın varlığını sürdürebilmesi için geliştirdiği en değerli kurumu olan ailenin varlığı sağlıklı, huzurlu yuvaların ve komşuluk hukukunun geliştiği mekân ve şehirlerde serpilip gelecek zamanlara aktarılacaktır. İnsani olan yardımlaşma ve dayanışma duygularımız törpülenerek, rekabet ve acımasızlık üzerine inşa edilen bir kültürle dünyamız adeta bir arenaya çevriliyor. İnsanlığın içine sürüklendiği bu durum çevre felaketinden daha büyüktür. Biz dünyamızı kirlettiğimizi fark ettik ancak onu kirleten zihinlerimizi, gönüllerimizi, ahlak ve ilişkilerimizi arındırmadan içine girdiğimiz bu durumdan çıkışımız kolay olmayacaktır. İnsanı merhamet, sevgi, insaf ve adalet temelli bir erdem anlayış ile yeniden inşa ederek içine sürüklendiğimiz bu çıkmaz sokaktan kurtulabilir ve yeni yaşanabilir bir dünya, şehirler ve mekânlar kurabiliriz. Konutlarımızı insani ölçekte olabildiğince yatay olarak inşa etmeliyiz. Bütün konut olarak inşa ettiğimiz binalar çocuğu, genci, orta yaşlısı, yaşlısı ve engellisi ile erişilebilir olmalıdır. Yaşayan ve nefes alan her canlı şehirde kendisini yalnız hissetmemeli ve her mekâna kolayca erişebilir olmalıdır. İnsan mekân karşısında ezilmemeli ve onunla sürdürülebilir bir bağ kurabilmelidir. Dinamik insan ömrü ve statik binalar arasında sağlanacak sürdürülebilir ilişki şehirlerimizi daha huzurlu, güvenli ve yaşanabilir kılacaktır. Şehir herkes için bir barış ve emniyet yurdu olacaktır. İnsanlar merhametli olduğu kadar mekânlarda merhametli olabilir. Biyolojik varlığımızı sürdürebilmek için ekmek, suya ihtiyacımız olduğu kadar ilişkilerimizde farkındalık, yardımlaşma ve dayanışmayı sağlayacak mekân tasarımlarına şehirlerimizde ihtiyacımız vardır. “Herkes için şehir” anlayışı ile şehirlerimizi merhametli ve yaşanabilir kılabiliriz.

“Risâle-i Nûr’un mesleği ise vazîfesini yapar, Cenâb-ı Hakk’ın vazîfesine karışmaz. Vazîfesi teblîğdir. Kabul ettirmek, Cenâb-ı Hakk’ın vazîfesidir. Hem kemiyete ehemmiyet verilmez. Sen o havâlîde bir tek Âtıf’ı bulsan, yüzü bulmuş gibidir. Merak etme!” Üstad Bediüzzaman Hazretlerinin keyfiyet ve kemmiyet meselesine son derece önem verdiğini tarihçe-i hayatından ve Risale-i Nur’daki ifadelerden anlıyoruz. Malum olduğu üzere keyfiyet nitelik, değer, kalite anlamlarına gelirken; kemmiyet ise, nicelik ve sayıca durum anlamı taşımaktadır. Kaliteli, çağın gerektirdiği şekilde iyi yetişmiş donanımlı insana olan ihtiyaç her geçen gün artan hizmet faaliyetleri açısından açıkça görülmektedir. Bu da keyfiyet ve kemmiyet meselesini yeniden gündeme getirmektedir. Hazret-i Üstad gerek Eski Said döneminde gerekse Yeni Said döneminde talebelerinde hep keyfiyeti ön plana çıkarmıştı. Van’da yüz elli kadar talebesiyle Horhor Medresesinde yoğun ilmi çalışmalar yapıyordu. O, medreseye talebe alırken “Ölene kadar benimle kalacaksan seni alırım” diyordu. Böylece talebeye pazara kadar değil, mezara kadar hizmet idealini aşılıyordu. Birinci Dünya Savaşının çıkmasıyla, medresede ilmi çalışmalar yanında harp sanatıyla da iştigal edilmeye başlandı. Üstad, kendisine ölümüne bağlı yüz elli neferiyle harp sahasında adeta destan yazıyordu. Gönüllü alay kumandanı olarak katıldığı her çatışmada üstün başarılar elde etmişti. Sonunda Ruslara esir düştüğünde, o kahraman talebelerinden ancak birkaç tanesi hayatta kalabilmişti. Diğerleri üstatlarına verdikleri sözün gereğini yapmış, şehit olmuşlardı. O yıllarda Üstadımız, “Elli tane talebem olsa, Akdamar Adasına gitsem, on yıl onları yetiştirsem, dünyayı fethederdim” diyordu. Bu idealini gerçekleştirmesine –maalesef- savaşlar müsaade etmedi. Sonraki yıllarda Said Nursi Hazretlerinin sürgün hayatı başladı. Burdur, Isparta ve son olarak Barla’ya gönderildi. Burada da hep keyfiyetli talebe yetiştirmeye gayret etti. Talebede ilk aradığı şartlar sadakat, sebat, cesaret, ciddi gayretti. Talebe yetiştirmek zaman isteyen bir süreçtir. Bunun için aceleci olmamak gerekiyordu. Isparta’ya yazdığı bir mektupta şöyle diyordu: “Altı senedir Isparta’da ciddi talebelerin çıkmasına muntazırdım, bekliyordum. El-minnetü lillah, şimdi sizinle beraber birkaç tane çıkmaya başladı. Çünkü bir talebe, yüz dosta müreccahtır.”1 “Bazen bir adamın irşadı bin adamın irşadından evla olur” diyordu. Hasan Atıf ismindeki bir talebesi hakkında şunları söylemişti: “Risâle-i Nûr’un mesleği ise vazîfesini yapar, Cenâb-ı Hakk’ın vazîfesine karışmaz. Vazîfesi teblîğdir. Kabul ettirmek, Cenâb-ı Hakk’ın vazîfesidir. Hem kemiyete ehemmiyet verilmez. Sen o havâlîde bir tek Âtıf’ı bulsan, yüzü bulmuş gibidir. Merak etme!”2 Hakkı Ağabey ve Hulusi Ağabey’e yazdığı bir mektupta keyfiyet hakkında şu ifadelere yer vermişti: “İkiniz iki yüz talebeye mukabil olarak bana ihsan edilmişsiniz. Öyle ise, iki yüz talebe vazifesi görüyoruz, deyip iftihar ediniz ve şükrediniz.”3 Keyfiyetin zaman aldığını fakat neticede kemmiyetten daha ziyade faydalı olacağını şu şekilde izah ediyordu: “Kemiyet keyfiyete nisbeten ehemmiyetsiz olduğundan, hâlis bir hâdim olarak, hakikat-i ihlâs ile, her şeyin fevkinde hakaik-i imaniyeyi on adama ders vermek, büyük bir kutbiyetle binler adamı irşad etmekten daha ehemmiyetli görüyorum. Çünkü o on adam, tam o hakikati her şeyin fevkinde gördüklerinden, sebat edip, o çekirdekler hükmünde olan kalbleri, birer ağaç olabilirler. Fakat o binler adam, dünyadan ve felsefeden gelen şüpheler vesveselerle, o kutbun derslerini, ‘Hususî makamından ve hususî hissiyatından geliyor’ nazarıyla bakıp, mağlûp olarak dağıtılabilirler.”4 Buraya kadar alıntıladığımız ifadelerde hep keyfiyet üzerinde durulduğunu görüyoruz. Hazret-i Üstadın da hayatı boyunca keyfiyetli talebe yetiştirmeye azami gayret gösterdiğini biliyoruz. Hatta bunu daha sistematik bir şekilde yapabilmek için hayatı boyunca “Medresetü’z-Zehra” projesi için çalıştığını da gayet iyi biliyoruz. Üstadın zamanında bu ideali gerçekleştirmesine engel çoktu. Fakat ondan sonraki dönemlerde bu engeller bir bir ortadan kalktı. Hatta şu an devlet desteği almak bile mümkün. Peki, eksik olan ne? Niçin bu ideal gerçekleşmiyor? Bunun sorgulanması gerekiyor. Yukarıdaki ifadelerden çıkardığımız hizmet ölçülerini ve bu soruların cevabını da inşallah gelecek sayıda bulacaksınız. Kaynaklar: 1- Barla Lahikası, 336. Altınbaşak Neşriyat.2- Kastamonu Lahikası, 331. Altınbaşak Neşriyat.3- Barla Lahikası, 335. Altınbaşak Neşriyat.4- Emirdağ Lahikası, 122. Altınbaşak Neriyat

Nasıl olursanız, öyle idare edilirsiniz” buyurmuştu, Efendimiz (sav). 15 Temmuz akşamından itibaren Türkiye’de yaşayan 78 milyon insan, hep beraber bir kez daha dedi ki: “Hürriyetsiz yaşamam!” Böylesine azade, fakat Allah’a bağlı bir millet de; elbette bütün baskı ve kalkışmalara karşı hür, Hakk’a karşı bağlı bir idareyle nimetlendirilecektir. Allah, bu aziz millete esaret göstermedi, göstermesin inşallah. 15 Temmuz gecesi gerçekleşen menfur teşebbüs, bu milleti yeniden birbirine kenetlemiş, bir kez daha millet olma ruhunu teyit ederek tahkim etmiştir. Hamiyet-i milliye feveran etmiş; her fikir ve düşünceden, farklı anlayış ve tarikten insan, günlerce meydanları doldurarak hem reisini canı bahasına koruyan ve itaat eden hem de vatanından ve hürriyetinden asla taviz vermeyen bir millet olduğunu, bir kez daha bütün dünyanın yüzüne haykırmıştır. Bediüzzaman Hazretlerinin, ruhu karanlık cuntalara karşı sarf ettiği, “Ben ekmeksiz yaşarım, hürriyetsiz yaşayamam” sözünü, bugün bu millet, ruhu satılmış cuntalara ve hainlere karşı topyekûn ve gür bir sada ile ortaya koymuştur. Evet, Allah’a kul olmuş bir millet asla esir edilemez! İnanmış bir toplum, kat’a diz çöktürülemez! Hamiyeti âli bir millet, zinhar zillete boyun eğemez! Bu aziz millet, bunu dosta güven düşmana korku olacak bir kararlılıkla bittekrar izhar etmiştir, elhamdülillah. Bu millet, toplum ve lider ilişkisini, farklılıkların ayrıştırma değil bütünleşmeye sebep olduğunu, eğrinin değil doğrunun hâkim olduğunu yine ve yeniden hem kendi iliklerine kadar hissetmiş hem de herkese göstermiştir. Çürük bir patatesin bir çuval patatesi çürüttüğü, küçük bir urun tedbir alınmazsa bütün bedeni kuşattığı gibi; ruhu satılmış gayr-ı milli unsurların millet ve vatanı felakete sürükleyeceği herhalde bundan daha net anlaşılamazdı. Şimdi şu da net anlaşıldı ki, biz bir milletiz. Biz, bir’iz. Biz, beraberiz. Vatan, millet ve dinimiz için aynı safta, düşüncede, anlayış ve kararlılıkta aynı hedefe yürüyen insanlarız. İşittik ve itaat ettik düsturu ile devletine ve reisine bağlı, hedefe ulaşmada ön alma değil eksiği tamamlama gayreti içinde olan, bölüştürücü değil tamamlayıcı bireyleriz. Buralara vereceğimiz ağırlık ve katkı, hepimizi her anlamda güzel günlere taşıyacaktır. Kardeşlik ve müspet hareket, iyilik ve güzel meyveleri netice verecektir. İstiklal ve istikbalimiz, ittihad ve ittifakımızda, birbirimizi Allah için sevmekte hayat bulacaktır, inşallah. Allah bu millete ve memlekete ebediyen zeval vermesin! Âmin.

Hüsrev Efendi’nin Yazılarındaki Şirinlik Hüsrev Efendi’nin yazılarındaki şirinlik, Bedîüzzaman Hazretleri tarafından çok beğenilmiştir. Onun hattını, görenlerin ruhunu okşayan, manevî zevkler veren çok şirin yazılar olarak tarif etmiştir. Hakikaten de onun yazılarını gören herkes aynı duyguları itiraf etmektedir. Üstad’ın ifadelerine bu duyguları şöyle yansımıştır: “Bu defa bize yazdığın Mu’cizât-ı Ahmediye (asm) Risâlesi çok harika düşmüş. Kim ona bakıyor, bir zevk-i hakiki hisseder. Demek oluyor ki; manevî, hâlis, samimi hisler, maddî nakışlar suretinde kendini hissettiriyor. Bu sırra ben muttali olduğum vakit, kardeşim Galib dahi aynı hisse iştirak etti. Evet, bunun altında manevî tebessüm var diye, senin hattını kendi hattına tercihle mukabele etti.” (Bedîüzzaman Saîd Nursî ve Hayru’l-halefi Ahmed Hüsrev Altınbaşak, c. 1, s. 451) Kalenderhane Camii Fatih’te Vezneciler semtinde bulunan Kalenderhane Camii, ilk olarak Doğu Roma döneminde kilise olarak inşa ettirilmişti. Tahminî inşa tarihi, 9. yüzyıl ile 12. yüzyıl arasıdır. Fatih Sultan Mehmed, İstanbul’un fethinden sonra bu kiliseyi, ordudaki kalender adlı dervişlere tahsis ettiği için mekân Kalenderhane olarak anılır. 18. yüzyılda Babüssaade Ağası Maktul Beşir Ağa arafından camiye çevrilmiştir. Camiin ana mekânının ortası pandantifli kubbeyle örtülüdür ve bu ana kubbe, beşik tonozlarla desteklenerek tavan örtüsü ortaya çıkarılmıştır. Camiin duvarları taş ve tuğla karışımıdır. İç duvarlar renkli mermer kaplama ve kabartmalarla süslenmiştir. Şeyh Ahmed bin Hadraveyh Hz. (ks) Şeyh Ahmed bin Hadraveyh Hazretlerinin evine giren bir hırsız, evin her tarafını arayıp taradığı hâlde götürecek hiçbir şey bulamadı. Eli boş döneceği zaman Şeyh; “Ey genç! Şu kovayı alıp su doldur, abdest al ve namaz kılmakla meşgul ol, belki o zamana kadar evime bir şey gelir de sana veririm. Böylece evimden eli boş olarak dönmemiş olursun” dedi. Genç onun istediği gibi hareket etti. Sabah olunca ağanın biri yüz elli altın alıp şeyhin huzuruna getirdi. Şeyh gence; “Al bunu, bir gece namaz kılmanın karşılığı budur” dedi. Bunun üzerine gençte bir hâl baş gösterdi. Vücudu tir tir titriyor ve hıçkıra hıçkıra ağlıyor ve “Yolumu kaybetmişim. Aziz ve Celil Allah için bir gece iş yaptım, bana böyle ikramda bulundu” diyordu. Tevbe edip Allah Teâlâ’ya döndü, altınları kabul etmedi ve şeyhe intisâb etti. (Ferîdüddin Attar, Tezkiretü’l-Evliyâ, s. 329) 01 Ağustos 980İbn-i Sînâ Doğdu Asıl ismi Ebu Ali el-Hüseyin bin Abdullah bin Ali bin Sina’dır. 980 senesinde Buhara yakınındaki Efşene Köyünde dünyaya gelmiştir. İbn-i Sina, olağanüstü bir zekâya sahip olduğu için küçük yaşta dikkatleri üzerinde topladı. Önce Kur’ân’ı ezberledi; dil, edebiyat, akaid ve fıkıh öğrenimi gördü. İlk hocası Hanefî fakihi Ebu Muhammed İsmail bin Hüseyin ez-Zâhid’dir. Dinî ilimler sahasında çok yoğun bir okuma faaliyeti sürdüren ve yüksek bir düzeye ulaştığı anlaşılan İbn-i Sina ayrıca geometri, aritmetik ve felsefe eğitimi aldı. Ardından Ebu Sehl Îsâ bin Yahyâ el-Mesîhî ile Samanilerin saray hekimi Ebu Mansur Hasan bin Nuh el-Kumrî’den tıp eğitimi aldı. Meşhur bir felsefeci olduğu kadar, tıpta da büyük eserler ortaya koydu. İbn-i Sina, tıp alanındaki eserleriyle İslâm dünyasıyla birlikte Avrupa tıp geleneğini de derinden etkilemiştir. Onun Batı’daki etkisi 17. yüzyıla kadar devam etmiş ve eski Yunan tıp otoriteleri olan Hipokrat ile Galen’in şöhretini gölgede bırakmıştır. El-Kanun fi’t-Tıb ve Kitâbü’ş-şifâ, en bilinen eserlerindendir. 17 Ağustos 1945 Endonezya Bağımsızlığını İlan Etti Endonezya’nın temellerini Sumatra ve Cava Adaları ve civarlarındaki adalar ile Açe’deki Müslüman topluluklardan oluşan emirlikler meydana getirmektedir. Kendilerini yüzyıllarca Osmanlı Hilâfeti’ne bağlı olarak gören Sumatra, Cava ve Açeli Müslümanlar, Osmanlı Devletinden zaman zaman destek de görmüşlerdir. Gerek Hollandalıların gerekse de İngiltere’nin sömürgeleştirme çabalarına uzun zaman direnseler de 19. Yüzyılın ikinci yarısında sömürge konumuna düşmüşlerdir. Yedi düvelle mücadele eden Osmanlı Devletinden askerî bir yardım da alamamalarına rağmen, kendilerini her zaman Osmanlı’ya bağlı olarak görmüşlerdir. 17 Ağustos 1945’te bağımsızlığını ilan eden Endonezya Cumhuriyeti, Hollanda’nın boyunduruğundan tamamıyla çıkmıştır. 255 Milyon nüfusa sahip olan Endonezya’nın %90’ı Müslüman’dır. Ülke, 17508 adadan meydana gelmektedir. 23 Ağustos 1514Çaldıran Zaferi Yavuz Sultan Selim komutasındaki Osmanlı ordusu ile Şah İsmail komutasındaki Safevî ordusu arasında, Çaldıran Ovasında cereyan etmiştir. Şah İsmail, aslen Sünnî bir Türkmen iken, siyasî hedeflerine daha kolay ulaşabileceğini düşündüğü için Şiiliği kabul etmiş ve topladığı ordu ile önce İran’ı Şiileştirmiş, ardından da Anadolu’yu Şiileştirmeye çalışmıştır. Şiiliği kabul etmeyen Sünnî âlimleri ve Türkmenleri kılıçtan geçirmiştir. Sebep olduğu kargaşa ve yaptığı zulüm yüzünden 50 bin Müslüman’ın hayatını kaybettiği tahmin edilmektedir. Özellikle Tebriz ve Tokat’ta yaptığı zulümler, hâlâ ehl-i vicdanın gönlünde bir yaradır. Yavuz Sultan Selim bu zulmü durdurmak ve zapt etilmiş Anadolu şehirlerini kurtarabilmek için hazırladığı 100 bin kişilik Osmanlı ordusu ile Güney Azerbaycan’daki Çaldıran Ovasına geldi. Yavuz Sultan Selim, 23 Ağustos 1514 günü büyük bir zafer kazandı. Zaferden sonra Şiî ordugâhı, Şah İsmail’in hazineleri, hanımları ve emirleri Osmanlıların eline geçti. Çaldıran Zaferi’nden sonra Yavuz Sultan Selim, Tebriz’e hareket etti ve halka eman vererek 5 Eylül’de şehre girdi. Bir hafta kadar Tebriz’de kalan Sultan Selim, şahın hazinelerini ve bazı sanatkârları alarak İstanbul’a geri döndü.

Dimağda merâtib var, birbiriyle mültebis, ahkâmları muhtelif. Evvel tahayyül olur, sonra tasavvur gelir. Sonra gelir taakkul, sonra tasdîk ediyor. Sonra iz‘ân oluyor. Sonra gelir iltizâm, sonra i‘tikad gelir. İ‘tikadın başkadır, iltizâmın başkadır. Her birinden çıkar bir hâlet. Salâbet i‘tikaddan, taassub iltizâmdan, imtisâl iz‘ândan, tasdîkten iltizâm, taakkulde bîtaraf, bî-behre tasavvurda. Tahayyülde safsata hâsıl olur, mezcine eğer olmaz muktedir. Bâtıl şeyleri güzel tasvîr etmek her demde, sâfî olan zihinleri cerhdir, hem idlâli. Tasdik aşamasında zihnin edindiği ilim/bilgiyle farklı bilgilere ulaşma imkânı bulur. Bu ilmi/bilgiyi zihin iltizam etmek yani doğrulamak veya yanlışlamak ihtiyacı hisseder. Demek zihin doğrulamak veya yanlışlamakla ilmin/bilginin kendi hakkındaki ihtiyacını hissetmektedir. İz’ân aşamasında zihin, edindiği ilmi/bilgiyi iyice benimsediğinden ona imtisâl etmek yani gereğiyle amel etme ve uyma ihtiyacı hisseder. Yerine getirme gayreti gösterir. Demek oluyor ki insan iyice benimsediği bilgilerin gereğini yapma konusunda heyecan duymaktadır. İltizâm aşamasında zihin edindiği ilmi/bilgiyi kendisi için lüzumlu gördüğünden ona taassub göstererek sımsıkı sarılır. Onu bırakmak istemez. İ’tikâd aşamasında zihin edindiği ilim/bilgi hakkındaki tüm aykırı fikirleri çürütecek deliller bulduğundan sarsılamaz bir salâbet yani inanç taşımaktadır. Bediüzzaman Hazretleri Kelam İlminde Bilgi ve Mantık İlminde ilim başlıklarında anlatılan bu konuyu oldukça zengin bir şekilde ele aldığı görülmektedir. Kelam ve mantıkta ilmin tahayyül, tasavvur ve tasdik diye anılan üç mertebesi açıklanmaktadır. Hz. Üstad görüldüğü üzere ilmin yedi aşamasından söz ederek bunları ve hükümlerini açıklamaktadır.

Lugatte “âşikâr, iri, büyük” manalarına gelen celî, ıstılah olarak hat sanatında bir yazı cinsinin, meşk kaleminden daha kalın kalemle yazılan iri şekline verilen isimdir. Meselâ, sülüs yazısı normal olarak 2,5 mm’lik kalemle yazılır; bu ölçü aşılınca yazı celîleşmeye başlar. Kalem kalınlığı üç katına ulaşınca, yazı artık celî olur. Sülüs yazı ile celî yazı arasındaki ölçü ile yazılan yazıya da Türkçe’de tokça sülüs, Arapça’da sülüseyn adı verilmiştir. Celî yazının kalınlığının sınırı yoktur. Ayrıca, celî kelimesi bir yazı çeşidini değil, karakterini ifade eder. Sülüs ile celî sülüs harflerinin yapıları arasında fark olmamakla birlikte, celî sülüs harfleri daha olgun bir yapıdadır. Harfler büyüdüğünden, bünyeleri ve ayrıntıları çok iyi bir şekilde belirginleşmiş ve olgunlaşmıştır. Bu sebeple özelliklerini içermeyen celî yazılarda hatalar olduğu gibi ortaya çıkar, Bu noktaya işaretle, celî yazıların büyük hattatı Sâmi Efendi (1838 – 1912) “Celî yazmadıkça hattın esrârına vâkıf olunmaz” demiştir. Sülüs yazı, celîsine nisbetle daha narin, kıvrak ve hareketlidir. Dik çizgiler, celîye nisbetle sola daha yatıktır; celîde ise sülüse nisbetle daha diktir. Bu durum sülüs yazıya fazlaca işlerlik kazandırmıştır. Ayrıca aralarında önemli oranda olmasa bile, harf ölçülerinde bazı farklılıklar da vardır. Celî sülüste çanakların ölçüsü yarım nokta kadar küçüktür; sülüste vav harfinin çanağı dört nokta iken, celîde üç buçuk noktadan biraz fazladır. Sülüs daha ziyade satır olarak yazıldığı halde, celî sülüs istife en uygun gelen yazıdır. Sülüs yazı sadece büyütülmekle celî elde edilemeyeceği gibi, celî sülüs yazı da sadece küçültülmekle sülüs elde edilmez. İlki büyütülmüş sülüs, diğeri ise küçültülmüş celî sülüs olur. Celî yazıdaki incelik-kalınlıklar, harf aralıkları mesafeye ve mekâna göre ayarlanır. Bu sebeple celî yazı hayli maharet ister. Selçuklular’da Celî Yazı Selçuklular’da mimarî eserlerde celî sülüs ve kûfî kullanılmakla birlikte, celî sülüs daha çok tercih edilmiştir. Celî sülüs hem yalın hem de zemini süslü olarak kullanılmıştır. Bu dönemdeki celî sülüs yazıların ortak özelliği, harflerin cılız, dik harflerin yukarıdan aşağıya doğru incelmesidir. Ayrıca yazıda kalem hareketlerinin özelliklerini görmek mümkün değildir. Anadolu Selçukluları döneminde mimarî eserlerde kûfî, muhakkak ve celî sülüs yazı kullanılmıştır. Bu dönemden yazılarıyla dikkat çeken Divriği Ulu Camii (m.1129), Erzurum Çifte Minareli Medrese (m.1253), Konya Sırçalı Medrese (m.1242), Divriği Sitti Melik Türbesi (m.1195) kapı üstü yazıları celî sülüsle yazılmış olup zeminde kıvrıkdal rûmî ve geometrik desenlerle süslenmiştir. Osmanlı’da Celî Sülüs Osmanlı’dan önce Selçuklular da dahil, celî sülüs gerek harf yapısı gerek istif olarak basit bir durumda idi. Osmanlı’da Fatih devrine kadar, Selçuklu celî sülüsü tesirini devam ettirmiştir; istif hususundaki tesir ise XIII. yüzyıla kadar devam etmişse de, günden güne bir gelişme söz konusudur. Celî sülüste, Aklâm-ı sitte’de yakalanan başarıya ulaşılmaya çalışılmış, başlangıçta harfler XIX. yüzyıl celî harflerine göre basit olsalar da, Selçuklu celî sülüs harflerine göre, güzele doğru bir arayışa girildiği hemen farkedilir. Osmanlı celî sülüsü’nün ilk önemli ve güzel örnekleri Fatih devrinde görülür. Fatih devri hattatlarından Yahya Sûfî ve oğlu Ali b. Yahya Sûfî celî sülüste Râkım’a kadar geçen dönemde dikkati çeken sanatkârlardır. Ali Sûfî’nin, Fatih Camii ve Topkapı Sarayı Bab-ıhümâyun kitâbesi, kitâbe üstü müsennâ âyet sağ kapı yuvasındaki ayet ile sol kapı yuvasındaki ketebe yazıları şüphesiz Râkım’a kadar celî sülüsün en güzel örnekleri olarak görülür. Bu kitâbelerden, özellikle Bab-ı Hümâyûn yazılarında, harf yapısı olarak mükemmel bir seviye yakalanmıştır. Yazıda Osmanlı mektebinin kurucusu olan ve aklâm-ı sittenin olgunlaşmasını sağlayan Şeyh Hamdullah sülüs ve nesih eserlerinin yanında İstanbul Fîruz Ağa, Davud Paşa, Bâyezid camilerinin kitâbelerini celî sülüsle yazmıştır. Şeyh Hamdullah Efendi bu kitâbelerde harfleri satıra dizmiş, dik harflerin dengeli bir şekilde dağılmasına dikkat etmiştir. Bütün bu kitâbelerdeki harflerde, devrine göre kalem hareketlerini, harflerdeki canlılığı bir dereceye kadar görmek mümkündür. Bu kitâbelerdeki yazılar Osmanlı celî sülüsü’nün gelişme dönemi örneklerinden sayılabilir. Süleymaniye Camii (kubbe hariç) kitâbe ve diğer celî yazıları ile Edirne Selimiye Camii yazılarını yazan ve Ahmet Karahisârî mektebinin en kuvvetli temsilcisi olarak kabul edilen Hasan Çelebi’nin celîlerinde istif olarak Selçuklu celîsinin tesirleri görülmektedir. Harfler, üslûp olarak Osmanlı karakteri taşımakla birlikte, istif Selçuklu celisinin tesirindedir; dik harfler yan yana dizilmişlerdir. Harflerde önceki örneklere göre keskinlik ve gelişme olsa da, harflerdeki basitlik ve kütlük hâlâ devam etmektedir. Celî yazılardaki mükemmellik celî yazıların büyük hattatı Sâmi Efendi (1838 – 1912) ile nihai noktaya erişmiştir. Önemli Celî Sülüs Kitâbeler İznik Nilüfer Hatun İmareti(1388), İznik Yeşil Camii(1391), Bursa Yeşil Camii(1419), Edirne Üç Şerefeli Camii(1447), Fatih Camii(1470), Topkapı Sarayı Bab-ı Hümâyun Kapısı(1478), Fîruzağa Camii(1492), Davutpaşa Camii(1485), Muratpaşa Camii(1471), Bâyezid Camii(1506), Şehzade Camii(1548), Süleymaniye Camii(1557), Edirne Selimiye Camii(1575), Tophane Kılıçalipaşa Camii(1580), Sultan Ahmed Camii(1616), Üsküdar Yeni Valide Camii(1711), Bursa Emir Sultan Camii(1429), Ayasofya İmaret Kapısı…

İnsan fıtratına en uygun, meşru ve bereketli olan geçim yolları sanat, ziraat ve ticarettir. Bütün çeşitleriyle âmiriyet (idarecilik) ve memuriyet ise insan fıtratına uygun olmayan geçim yollarıdır. Hangi isim altında olursa olsun âmiriyeti, asıl gayesinden çıkarıp, sadece kendine geçim kaynağı haline getirenler (hilekârlar), bir çeşit mal toplayıcı, âciz ve dilencidir. Amiriyet ve memuriyet makamında olanlar, bu makamları sadece ve sadece hamiyet ve hizmet için istemelidirler. Devlete bağlılık, hizmet içindir. Maaş kapmak için değildir. Yani, vatanının ve milletinin şerefini koruma ve hizmet etmek içindir. Aksi takdirde, sadece geçimleri ve menfaatleri için bu makamları isteyenler, bir çeşit ‘çingenelik’ etmiş olurlar. Kolay bir geçim kaynağı olarak görüldüğünden, Müslümanlarca çoğunlukla tercih edilen âmiriyet ve memuriyet, millî servetin israf olmasına ve neslin zayi olmasına sebep olur. Çünkü rızkın ve zenginliğin en önemli vesileleri olan sanat, ziraat ve ticaret gayr-ı Müslimlerin elinde, âmiriyet ve memuriyet de Müslümanların elinde kalırsa servet, gayr-ı Müslim azınlıklarda toplanır. Şüphesiz ki gayr-ı Müslim azınlıkların sermayeyi elinde tuttuğu bir devletten, millî menfaatler yolunda kalkınma ve ilerleme beklenilmez. İşte bu sebeplerden dolayı gayr-ı Müslim azınlıkların âmir, memur ve asker olmalarında, zarurete yakın faydalar (maslahatlar) vardır. İslâm hukukunda buna ‘maslahat-ı mürsele’ denmektedir. Malikî mezhebine göre, bu gibi maslahat-ı mürseleler, şeriattaki hükümlere illet (asıl sebep) olabilirler. Yani Malikî mezhebine göre gayr-ı Müslimlerin idareci olmaları caizdir. Cumhurî İdarelerde Gayr-ı Müslimlerin İdareciliği Cumhurî idarelerde millet hâkim, hükûmet ise hizmetkârdır. Eğer cumhurî idare tam ve doğru tatbik edilirse valiler ve kaymakamlar millete reis değil, tam aksine milletin ücretli hizmetkârlarıdır. İslâm’da gayr-ı Müslimler, Müslümanlara reis olamazlar ama hizmetkâr olabilirler. Bir an için memuriyetin, bir nevi reislik ve ağalık olduğu farz edilse dahi yine de zararda değiliz. Ticarette bir lira harcayıp, bin lira kazanan bir kişi nasıl zararda değilse aynen öyle de gayr-ı Müslimlerden üç bin kişinin başımıza idareci ve reis olmaları, dünyanın farklı yerlerinde Müslümanlardan üç yüz bin kişinin reisliğine yol açar. Çünkü bu durum, küresel büyük ve güçlü devletlerin, Müslümanlar üzerindeki manevi baskılarının kalkmasına sebep olur. Daha önce de ifade edildiği gibi içimizdeki gayr-ı Müslimlerin hürriyeti, dünya genelindeki Müslümanların hürriyetinin hem bir şartı hem de bedelidir. Cumhurî İdarelerde Diyanet Dairesinin Vazifeleri Cumhurî idarelerde hilâfetin ilmî yönünü temsil eden Diyanet Dairesi (Osmanlı Devleti’ndeki Meşihat-ı İslâmiye) yüce, mukaddes, bağımsız ve denetleyici bir daire olmalıdır. Cumhurî idarelerde hâkim, şahıs değil, milletin ortak görüşünü ifade eden kamuoyudur. Bunun için fetva işlerine bakacak olan merci de şahıs değil, bir heyetten (Osmanlı’daki Fetva Eminliği) oluşmalıdır. Diyanet Dairesi bünyesinde kurulacak olan bu fetva heyeti, dört mezhepten kırk elli kadar araştırmacı ve tahkik ehli âlimden oluşmalıdır. Ancak böyle bir fetva heyeti, efkâr-ı âmmenin (kamuoyunun) ihtiyaçlarına cevap verebilir. Eğer fetva makamı, heyet değil de bir şahıstan oluşursa, bu şahıs ne kadar dâhi de olsa kamuoyu karşısında yetersiz kalacak ve kuşatıcı olamayacaktır. Çünkü tek bir şahsın, kamuoyuna ait her meseleyi bilmesi, kuşatıcı ve aydınlatıcı olması mümkün değildir. (Devam Edecek)

“Hay ve kayyum olan Allah’tan başka ilâh yoktur.”(Ali İmran, 2) HAYAT Allah’ın “Hay” ismiyle başlar hayat. Hayatla birlikte anılar ve yaşanmışlıklar… Akide şekeri tadında çocukluk anıları, öğrenciliğin en muzip tarafları, askerlik maceraları, gençlik serüvenleri, iş hayatında iniş ve çıkışlar ve daha başka her ne varsa us / akıl / zihin mandalına asılan askılar hükmündedir. Demem o ki hayatımızda eskimeyecek kadar yeniler olduğu gibi, yeni olup da eskiyen paçavra misal bir köşeye atılanlar da az değildir. Hayatın kardeşleri olan acı ve tatlı hadiseler yaşam kumbarasına atılan birer tecrübedir aslında. Ve hele ki arzu edilmeyen acılar kemale erme merdiveninde önemli bir basamak taşı… Şu var ki itiraz okları, musibeti veren kaynağa yöneltilmemiş olsun. Aksi durumda en ufak bir acı meltemi, gönül dünyamızı ve dimağımızı hırpalayıp mateme çevirmekten başka bir işe yaramaz. Çekirdeğin etrafında dönen elektronlar gibi, her mevcut, hayatın etrafında raks ederek dönüp durmakta. En edna arının bir varlığın bile etrafında toprak, hava, çiçek ve güneş pervaz edip dururken, şuur sahibi insanın etrafında kâinatın el pençe durmaması nasıl mümkün olabilir? Et ve kemikten külçe bir varlık değildir insan. İlintilidir, ilgilidir, hizmetlidir, hizmet edilendir. Habbesinden, kubbesine her ne varsa âlemde onlarla alakadarlığı vardır. Güneşi kendi mülkü zanneder. Ona doğar çünkü. Halı gibi serilir toprak altına. Göğün sinesinden süzülen yağmur tanelerinin altında ıslanır bir ömür. Yaralı bir kuş için bile duyduğu elem günlerce hafızasından silinmez. Bahar mevsiminde nergisler, papatyalar, güller onun için açılır, onun için rengârenk süslenir. En tatlı yemişler onun için sıraya girer. Gece ve gündüz de onun için bir birini kovalar. Seyir zevkini bile bozmayan kar taneleri -hani ahenkle ve bir birine değmeden inen beyaz kristaller- de onun içindir. Onlar onun için, o ise Yaradanı (Azze ve Celle) içindir. Şimdi tersinden bakalım. Zihninizi bir anda boşaltın, kaldırın aradaki şuuru. Göreceksiniz ki ne yıldızlar kalır geriye, ne galaksiler. Ne denizler kalır, ne karalar. Ne ölen için matem tutulur, ne doğan için sevinç gözyaşları dökülür. Derken peşi sıra renkler ölür; ne siyahın, ne beyazın hükmü kalır. Bir keresteden farkı kalmaz insanın. İşte bu nedenle hayat bir vücuda girdi mi sıklete gelmez, topal bir sineğin ağırlığı karşısında koca bir dağ… *** MEMAT Mazi, hal ve müstakbeli kuşatıcı, esir alıcı bir kanun olan ölüm, Âdem’den (as) başlayıp kıyamete değin de değişmeyecek. Onu ne zaferden zafere koşan Napolyonlar, ne alınmadık topraklar bırakmayan İskenderler, ne de bir sinek gibi milyonlarca insanın canına kıyan pes paye zalimler ölümü öldüremeyeceklerdir. Cenab-ı Hakkın kanunları genel bir hüküm olduğu halde bazen şuzuzat1 nevinden değişiklik gösterebilir. Mesela gök suyunu yutar, yağmur kesilir birden, her daim kavuran çöle bir saba rüzgârı arkadaşlık eder bir gün. Hiç umulmadık zamanlarda gece gündüze, gündüz geceye gark olabilir. Ayaksız, kolsuz insanları görürsünüz çevrenizde. Çift başlı koyunlar, kuzular doğar bazen. Hulasa hayvanatın, nebatatın ve dahi insanın her değişikliğine şahit olunur, olunur da bir tek ölüm gerçeğinde en ufak bir sapmanın olduğuna tanık olmazsınız. Zira “Her nefis ölümü tadacaktır.”2 diye vaat ediyor Mevlâ-i Müteal. Hal böyle iken maalesef herkes için cari olan bu kanun kişinin kendisine yahut yakınlarından birine isabet ettiği anda ancak anlamaya çalışır işin vahametini… Anlamak bilmekle başlar. Mahiyetini tam olarak bilemediğiniz bir olguyu kavrayamazsınız. İşte ehl-i tarikin yaptığı rabıta-i mevt, ölümün mahiyetini bilme ve anlama çabasının bir tezahürüdür. Bir köşeye çekilip, gözlerini kapayarak ölümü düşünen insan şöyle der lisan-ı haliyle: “Yoğunlaşan kalbim ve zihnim bana başka bir âlemin kapısını açmak üzere. İşte vaveylalar arasında ayrıldım dünyadan. Hayatta hayatlılara kök söktürmüştüm. Oysa şimdi gassalın elinde bir oyuncaktan farksızım. Musalla taşındayım şimdi. Namazıma durdular beni tanıyan, tanımayan herkes. Hepsi hakkını helal etse de homurdananları da görebiliyorum. Kırdığım kalpleri, yaptığım yanlış işleri düşündüğümde haksız da sayılmazlar hani. Ah, keşke hayatım toprak içine konulan beyaz kefenim gibi tertemiz olsaydı... İplerini çözdüler kefenimin. Tahtaları üst üste koyup toprağı üstüne döktüler bir bir. Görüyorum işte evlatlarım, eşim, akrabalarım, dostlarım, iş arkadaşlarım bir nefes kadar bana yakınlar. Lakin -uzayda kaybolup giden bir ses gibi- bir o kadar da uzaklar. Hani nerde evlerim, arabalarım, şanım, şöhretim, malım, mülküm… Deste deste paralarımın burada manevi meteliksizliğe dönüştüğüne şahit oldum. Zaman, “Kefenin cebi yoktur” sözünü nasıl da haklı çıkardı. Ve sonra gittiler gitmesi gerekenler. Ve sonra geldiler gelmesi gerekenler. Sordular, sorulması gerekenleri. Rabbim, dinim, peygamberim, milletim, kitabım, hayatım, nefsim, kıldığım ve kılmadığım namazım, tuttuğum ve tutmadığım orucum… Hâsılı burada en ince teferruatına kadar çekildim her türden hesaba.” Öteki âlemin eşiği olan kabri tahattur etmenin ne başı var, ne sonu… Biz burada keselim. Ölümle hesap verilebilir olmak, teyakkuzda/uyanık tutmaya yeter insanı. Bitip tükenmez arzular inkıtaa uğrar. Mevti hatırlama, kâmil insan olma yolunda merdivenleri birer birer değil, bir çırpıda aştırır. Efendimizin de, (sav) “Lezzetleri acılaştıran ölümü çokça zikrediniz” sözünü unutmamak gerekir. Lezzete dalmak boğdurur, lezzetten kaçmak yüzdürür. Aslında bir elzem olan rabıta-i mevt, sanıldığı kadar kolay bir hadise değildir. Zihnen istikbali hale getirmek bir zaman makinesi icat etmekten daha güç… Zira kastedilen hayali ve farazi bir ölüm yerine, gerçeğini koyabilme, idrak edebilme işidir. Bediüzzaman’a göre ise, “İhlâsı kazanmanın ve muhafaza etmenin en müessir bir sebebi, râbıta-i mevttir. Evet, ihlâsı zedeleyen ve riyaya ve dünyaya sevk eden, tûl-i emel olduğu gibi; riyadan nefret veren ve ihlâsı kazandıran, râbıta-i mevttir. Yani ölümünü düşünüp, dünyanın fâni olduğunu mülâhaza edip, nefsin desiselerinden kurtulmaktır.”3 Aslında mü’minin de, kâfirin de ölümü tahattur etmesi aynı gibi gözükse de okların iki ucu gibi farklı yönleri gösterir. İslamiyet’te ölüm, dönüşendir / dönüştürendir / değiştirendir / olgunlaştırandır. Gayri İslami bakışta ise cezadır / beladır / eritendir / yok edendir. *** ANNE Anneciğim, hiç kimse sevemez senin kadar sevdiğini. Şefkatin var. Merhametin dağlar kadar. Karnında taşırsın bin bir zahmetle beni. Dünyaya gelince de bitmez çektiğin. Ağlayışlarıma ağlar, gülüşlerime gül olursun. Gül kokarsın. Aziz Meryem gibi paksın. Nefessin her hayat gibi. İlk yürüdüğümde minik ellerimi tutan sendin. Büyüdüğümde de hep sen oldun. Bir sünger gibi dertleri çektin içine. Uçup giden rengimle neden hep sen soldun? Hastalandığımda günlerce sabahladın başucumda. Çorbama sevgini katıp da içirdin. Yanağıma dudaklarından önce yüreğin koymuştu öpücüğü. Ve hiçbir faninin taşımayacağı merhamet senin gönül dünyanda doldu, taştı. Merhamet pınarının yanında sebiller kurudu. Bana erdemi ilk sen öğretmiştin. Sabrı ise, sabrına şahit olurken öğrendim. Sözlerinle dile getirmesen de eş kıymetini, dost sıcaklığını, dava duygusunu hâl dilinden öğrendim. Zorlukta sığınağım oldun. Varlıkta neşem. Ak saçlarınla örttün bütün taşkınlıklarımı. Babamın öfke krizlerini bile sevgiyle ve teenniyle çözen ilk sen oldun. İçerlendiğin anlar olmadı değil, lakin kırmamak için kırılmayı tercih ettin. Fedakârlığın müntehası da sendeydi. Müddet-i hayatını benim için hiç çekinmeden harcayan da sendin. Feda ettin gecelerini, sonra gündüzlerini… Ben büyüyüp yaşlansam bile senin yanında hep çocuk kaldım anne… Anne saadetinden uzak bir öyküyle büyüyen çocuklar hep mahzun. Yetimhanelere bir sor, hapishanelerin soğuk duvarlarına bir ses ver duyacaksın pazarlıksız bir sevgiye ne denli aç olduklarını… Annem aydınlığım, annem cennettim. Dünya ve ahiret saadetim. *** ÇOCUK En küçük şeylerden en büyük mutluluklar duyabilmektir çocukluk. Yaşayışı yavan, sevinci tavandır çocuğun. Bir bab-ı reyyandır. Sıla kokan bir tendir. Hilesiz, hud’asız bir oluştur. Bitmeyen neşe kaynağıyla incelenmeye değer bir diriliş öyküsüdür. Yediği şekerde dünyanın tadını alan tek varlıktır o. Anne ve babanın yanındaki ağlayışları, sızlayışları ılgıt ılgıt esen bir meltem rüzgârıdır. Çocukluk… Güvercin taklasını, uzuneşeği oynamaktır doyasıya. Akşamları ateş yakarken; şarkı söylemektir. Alay ederek dünyayı sallamaktır, güle oynaya salıncakta sallanırken. İnsanın hayatında bir daha tadamayacağı bir tutkudur çocukluk… Sadece tozpembe bir hayata duyulan özlem de değildir çocukluk. Bayat ekmeği özlediği de olur, çaya çorbaya limon diye bağırdığı da. Hatta sevildiğini hissetmediği de... Ve kirli çamaşırlarıyla dayak yediği de… Ey kurumuş bir gül gibi solup giden çocukluğum! Sen bir uçurtmanın kanadına takılıp gittiğin gün, bütün iyi duygularımı da uçurup götürdün. Her neredeysen al da getir aşkımı, heyecanımı o sudan berrak temizliğimi… Meğer ne büyükmüşsün küçüklüğünle sen. Ne küçükmüşüz, büyüklüğümüzle biz… Seni küçüklüğünle küçük gören aklı er-mezler! Siz söyleyin, sözün burasında, hanginiz büyük, hanginiz küçük… Hangi çocuk bombalar yağdırır şehir üstüne… Hangi çocuk hayat tanımaz bebeklere bile… Kaprisleriniz ve kinleriniz yüzünden iyilikler çekildi sizden. Laklaklarla geçirdiğiniz ömrünüz işte çıkıverdi elinizden. Biriktirdiğiniz paralarla kuleler yapıp dağlara kaçtınız. Bir Nuh tufanı gelip de yutarsa sizi anlarsınız o zaman kaçırdığınız gemiyi… Şimdi bir kere daha söyleyin ey aklı ermezler! Düşünüp söyleyin. Hanginiz büyük, hanginiz küçük. Çocukların sözlerine tebessüm, gülücüklerine gül olun. Renkleri değişse bile sizin çocuklarınız onlar? Sevin onları kendinizi seviyorsanız. Gül bahçesidir onlar koklayabiliyorsanız… Neredesin ey geri dönülesi, sevilesi bergüzar. Neredesin ey merhametin kalbi. Neredeysen beni de oraya götür… Kaynaklar: 1- Şuzuzat; kaide ve kanun dışı kalmak, muhalif olmak anlamına gelir. Allah, kanunlarında uyguladığı nizam ve intizamla, kudretini ve işlerinde hiçbir tesadüf olmadığını gösterir. Kanunlarının dışına çıkarak uyguladığı fiilleriyle de, kendi kanunlarının mahkûmu olmadığını ispat eder. Buna şuzuzat denir. Allah şuzuzat ile her şeyin, her an kendi idaresinde ve kendine muhtaç olduğunu göstererek, tüm sebepleri de kendisinin yarattığını cinlere ve insanlara ilan eder. Bir bebeğin dünyaya gelebilmesi için anne ve babasının olması gerekir. Bu bir yaratılış kanunudur. Lakin Allah Hz. İsa’yı babasız dünyaya göndermiştir. Yani kendi koyduğu kanunlarının dışına çıkarak kanunlarının mahkûmu olmadığını kullarına ispat etmiştir. 2- (Âl-i İmrân, 3/185)3- Lemalar, sayfa 170,Osmanlıca