117. Sayı: "Hürriyetsiz Yaşamam!"Bu Sayıyı Satın Al
Konu resmiBirinci Söz(8)
Risale-i Nur

بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحٰيمِ وَ بِهٰ نَسْتَعٰينُ اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ رَبِّ الْعَالَمٰينَ وَ الصَّلاَةُ وَ السَّلاَمُ عَلٰى سَيِّدِنَا مُحَمَّدٍ وَ عَلٰى آلِهٰ وَ صَحْبِهٰ اَجْمَعٰيَن Aşağıda manaları verilen fakat ekseriyetle yerinde anlaşılmayan kelimeler tasnif edilmiştir. Aynı zamanda bu kelimeler izah edilirken kâinat kitabındaki hangi faaliyetle örtüştüğü esas alınmıştır. 133- “Hayr” kelimesinin içinde tefekküri bir seyahat yapalım. Tefekküri seyahata baş­lamadan önce belirtelim ki, Risale-i Nur içinde kullanılan kelimeler, Arapça sathi lügat manasıyla kullanılmamıştır. Bel­ki o kelimenin kâinat kitabında imani ha­ki­katlere temas eden noktaları tasavvur edi­lerek kullanılmıştır. 134- Hayr: Sevaplı amel ve hasenat demek­tir. Hasenat ise yapılan amelin karşılığının ahirette verilmesini ifade eder. Hâlbuki bir amelin karşılığının ahirette verileceğini pey­gamberlerden başka kimse bilemez. Cenab-ı Hak onlara bildirir. Onlar da bizlere tebliğ ederler. 135- Öyle ise; bir hükmün veya bir fiilin hayır ve sevap olması Peygamber Efendi­mizin (asm) tebliğine bakar ve onunla bi­linir. Peygamber Efendimiz (asm) ise ne söylemişse; vahye istinaden söylemiştir. Va­hiy ise ancak emr-i İlahiye bakar. Öyleyse Peygamber Efendimizin (asm) tebliğ ettiği her bir amel hayırdır. O da emr-i İlahiye istinad eder. Öyle ise her hayrın başı Allah’tır. 136- Kur’an, şeriat-ı Muhammediyenin (asm) temeli ve esasıdır.  Kur’an, arş-ı azam­dan, ism-i azamdan ve her bir ismin mer­te­be-i azamından nazil olmuştur. Bu sırdan do­layı her bir ayet-i kerime bütün Esma-i İlahiye’ye cami bir hitaptır. 137- Bu cami hitap, Peygamber Efendi­mizin (asm) mahiyetinde bulunan bütün istidatlarının her birini en münteha (son) kemalata kadar çıkarmıştır. Böylelikle o Habib-i Ekrem (asm) Kur’an’ın en birinci muhatabı olmuştur. Bu sırdan dolayı mi­raca en layık olan, o Zat (asm)’dır. 138- İşte mümin, Peygamber Efendimize (asm) iman ile intisaptan sonra feyz-i İlahi­ye mazhar olur. Her bir fiilini sünnet-i se­niyyeye bağlamak suretiyle bütün isti­dat­larını inkişaf ettirip insan-ı kâmil merte­besine çıkar. Sünneti işlemekle Cenab-ı Hakk’ın bir isminin zılli (gölgesi) altına gi­rer ve o boya ile boyanır. İşte Sıbgatullah, “Allah’ın boyasıyla boyanmak” budur. 139- Mesela temizlik bir sünnettir. İnsan o sünneti işlemekle hayra mazhar olmuş­tur. Aynı zamanda Habibullah’ın (asm) zıl­li altına girer. Hem Cenab-ı Hakk’ın koy­duğu şeriat-ı Muhammediyeye (asm) itaat etmiş olur. Hem de ism-i Kuddüs’ün sıfa­tıyla sıfatlanmış ve o boya ile boyanmış olur. 140- Her bir sünnet-i seniyeyi işlemekle o sünnete bakan Esma-i İlahiyenin feyzinden gelen memnuniyet ve sürur ile şuunat-ı İlahiyeye bir mikyas ve mizan olur. 141- Adaletli olmak bir hayırdır ve ahirette karşılığı hasenat olarak verilecektir. Böyle amel etmek; hem sünnet-i seniyeye tabi olmaktır, hem şeriat-ı Muhammediye’ye (asm) ittiba etmektir, hem Allah’ın emri­ne tabi olmaktır, hem de adil sıfatıyla sıfat­lan­mak ve o boya ile boyanmaktır. 142- Böylece her bir sünnet-i seniyeye itaat etmek bizi doğrudan Cenab-ı Hakk’ın ah­lakına bağlıyor ve o ahlak ile ahlak­lan­dı­rıyor. Çünkü insanın yaratılışının asıl mak­sadı, ahlak-ı ilahiye ile muttasıf olmak­tır (sıfatlanmaktır). 143- Peygamberlerin vazife-i asliyesi ise, Ce­­nab-ı Hakk’a mahsus sıfat-ı kemaliyeyi iz­har (açığa çıkarmak) etmektir. Yani reşha gibi sıfat-ı kemaliyeye ayine olmak ve ef’al (fiiller), akval (konuşmak), etvar (tavırlar) ile tezahür ettirmektir. 144- İnsan her bir Esma-i İlahiyenin ik­tiza ettiği fiili işlemekten bir manevi sü­rür, sevinç ve kalbî bir memnuniyet duyar. Böylece daire-i vücuba ait hudutsuz kemalatı kendisindeki lezzet manasıyla kıyas ederek şuunat-ı ilahiyeyi yavaş yavaş anlamaya başlar. Bu konu geniş olarak ism-i azamdan kayyumiyet bahsinde izah edilmiştir. 145- Reşha; kalbindeki madde-i kesifiye olan ena­niyet, şems-i ezeliyenin nar-ı aşkı ile ya­na­rak insaniyetin semasına uruç eden (yükselen) ve o ziya-yı esmanın cilvesiyle nura dönen peygamber mesleğidir. Bu me­selenin detayını isteyenler, yirmi dördüncü söze baksınlar. 146- Buna binaen sünnet-i seniyeyi ehem­miyetsiz görüp terk eden adam, İslamiyet’i de terk eder. 147- Sonuç olarak hayr olan bir fiil: 1-Sünnet-i seniyenin her birisi Peygamber Efendimizin (asm) bir âdeti, 2-Şeriat-ı İslamiyeye hizmet, 3-Allah’ın bir hükmüne itaat, 4-Allah’ın her bir esmasının sıfatlarıyla sı­fat­lanmak, 5-Allah’ın ahlakıyla ahlaklanmak, 6-Sıbgatullah, Allah’ın boyası ile boyanmak olduğunu bilmelidir.

Muammer YANIK 01 Temmuz
Konu resmiHerkes Az-Çok İdarecidir: Peki, Nasıl?
İnsan

Sosyal psikologlar, liderlik konusunda değişik çalışmalar yapmışlardır. Burada otoriter, demokratik ve lakayt liderler hakkında yapılmış bir çalışma üzerinde durmak istiyoruz. Şöyle ki: İdareciler Üç Kısımdır Araştırmacılar çocuklardan oluşan üç ay­rı gurup oluşturdular. Her guruba da yetişkinlerden üç ayrı lider tayin ettiler. Guruplardan birinin başına otoriter bir li­der koydular. Bu gurupta neyin, ne zaman ve nasıl yapılacağına dair bütün kararlar li­der tarafından verilmekteydi. Çocuklar, li­derin söylediklerini tartışmasız kabul et­mek zorundaydılar. Lider, çocukları ödül­len­dirirken yaptıkları işin kalite veya mik­tarı gibi tarafsız kriterler yerine daha çok, tutum veya sosyal davranışları gibi ki­şi­sel özelliklerine göre ya da rastgele ödül­lendirmekteydi. İkinci gurubun başına ise demokratik bir lider konuldu. Bu lider, kararları kendisi vermiyor, yapılacak işleri gurupta tartışmaya açıyor, gurup halinde karar alınıyordu. Lider, her üyenin fikrini açıklamasını normal kar­şılıyordu. Üyeleri ödüllendirirken de tama­men tarafsız kriterler kullanıyordu. Üçüncü gurupta ise lakayt bir lider var­dı. Lider, herkesi serbest bırakıyor, işle il­gi­lenmiyor, çocuklar kendi başlarına çalı­şıyorlardı. Kararlarda liderin pek katkısı olmuyordu. Faaliyetlerin neticesinde araştırmacılar bu üç gurubu, yapılan işin kalitesi, üyelerin memnuniyeti ve üyeler arası ilişkiler yö­nünden değerlendirdiler. Otoriter liderin olduğu gurupta yapılan iş miktar olarak diğerlerinden fazla olmakla beraber kalite yönünden o kadar üstün değildi. Üstelik lider guruptan ayrıldığında yapılan iş miktarında azalmalar olmaktaydı. Üyeler, lidere itaatkâr olmakla beraber, ken­­di aralarında geçimsiz ve saldırgan ol­mak­taydılar. Bilhassa lider başlarından ay­­rıl­dı­ğında kavgalar oluyordu. Üyeler, li­de­re ya­­ranabilmek için birbiriyle rekabete giri­yorlardı. Ayrıca çocuklar ça­lış­malardan memnun kalma­mışlardı. Demokratik gurupta ise tam tersi bir gö­rü­nüm vardı. Çıkarı­lan iş mik­tarı, birinci gu­ruba nisbetle az ol­mak­la bera­ber, kali­te yö­nünden daha üstün­dü. Liderin gurup­tan ayrıl­ması işin kalite ve mik­­tarında deği­şikliğe se­bep ol­mamıştı. Çocuklar li­der­­le ilişkilerinde ra­hat ve kendinden emin bir tutum için­­­dey­­diler. Ken­di ara­­larında da­ha iyi geçin­dik­leri ve birbir­lerine yardımcı ol­­duk­ları görülmüştü. Ço­cuk­ların hepsi ya­pı­lan çalışma­dan memnun kalmışlardı. Lakayt liderin olduğu gurupta ise çıkarılan işin miktarı ve kalitesi diğer iki guruba nis­betle daha az ve düşüktü. Çocuklar ken­di aralarında iyi geçinemedikleri gibi, yap­tık­ları işten de memnun kalmamışlardı. Çalışma esnasında zorluklarla ve engellerle karşılaşıldığında otoriter liderin gurubunda kargaşa baş göstermiş, herkes birbirlerini suçlamıştır. İkinci gurupta ise zorluğun, engelin bir an önce ortadan kaldırılması için ortak bir çaba gösterilmiştir.1 *** Yönetim bilimlerinde yapılan çalışmalarda li­derlerin genel hatlarıyla demokratik, otoriter ve lakayt liderler olduğunu göstermektedir. Yapılan bazı araştırmalar liderleri ‘işi önem­seyen’, ‘insanı önemseyen’ (veya iş merkezli, insan merkezli) olmak üzere iki kısma ayır­mışlardır. İşi önemseyen liderler, otoriter davranırlar. İnsanların duyguları onları ilgilendirmez. On­lar için önemli olan hedefe ulaşabilmektir. Bu yüzden astlarından mutlak bir itaat bek­lerler. Hataları affetmez, baskıcı bir üslup benimserler. Bunlar, yukarıda bahsi geçen otoriter liderlere örnek kabul edilebilir. İnsana önem veren liderler ise insanlara değer verirler. İnsanlar arası ilişkiler, ileti­şim, onlar için çok önemlidir. Bu liderleri de demokratik liderlere örnek kabul edebi­liriz. Fakat bu liderlerin de iş ve disiplin ko­nusunda hataları olabilmektedir. İdeal idareciler, iş ve insanlara değer verme konusunda denge oluşturabilen idarecilerdir. İslami Yönden Üç Kısım İdareci Yukarıdaki açıklamalara uygun olarak İslami yönden de idarecilerin üç kısım olduğunu söyleyebiliriz: Lakayt idareciler: İdarecilik, bir mesuliyeti üzerine almak demektir. Lakayt idareciler, bu mesuliyeti his etmezler ve idare ettikleri kimselerin dertleriyle ilgilenmez, lakayt davranırlar. Baskıcı idareciler: İdare ettikleri insanlara değer vermezler. Onlar için önemli olan iştir. Çoğu zaman aşırı disiplin anlayışıyla ifrat ederek zulme düşerler. İdeal idareciler: İdeal idareciler, hem ida­resindekilerin dertleriyle ilgilenir hem de disiplin uygularlar. Bunları sırayla ele alalım. Lakayt İdareciler Lakayt idareciler, hem mesul oldukları işle hem de idare ettikleri insanların dertleriyle, problemleriyle ilgilenmeyen, idareciliğin im­kânlarını kendi zevk ve safası için kulla­nan, hodgam kişilerdir. Kültürümüzün zenginliklerinden olup da unutulmuş iki kelimemiz vardır; ‘hodgam’ ve ‘diğergam’. Hodgam, egoist, yalnızca ken­dini düşünen, ben merkezli şahıslardır. Diğergam ise başkalarını düşünen, empati yeteneği olan şahıslardır. Pek çok ayet ve hadiste müminler diğergam olmaya teşvik edilmişlerdir. Örneğin şu hadislere bakalım: “Sizden birisi kendisi için istediğini, kardeşi için de istemedikçe (kâmil manada) iman etmiş olmaz”, “Komşusu açken kendisi tok olarak yatan bizden değildir”, “Müslüman­ların dertleriyle ilgilenmeyen onlardan de­ğildir”2, “İnsanların hayırlısı insanlara fay­dalı olandır.” Bu hitaplar bütün Müslümanlara yönelik hitaplar ise de, bu özellikler daha çok idare­cilerde olması gerekir. Yoksa vazifelerini hak­kıyla yapamadıkları gibi manevi mesuli­yetten de kurtulamazlar. Peygamberimiz, “Hepiniz çobansınız ve hepiniz sürünüzden mesulsünüz” der. Sürü, çoban için değil; çoban, sürü içindir. Sürü için tutulan bir çoban, sürüsüyle ilgi­lenmezse sürü aç kalabilir, hastalanan, ölen, kaybolan veya kurt tarafından parçalanan koyunlar olabilir. İdarecilik makamına getirilen şahıslar da em­ri altındakileri istihdam ederek zevk     ü sefa ile saltanat sürmek için o makama getirilmemiştir. Tam tersine idareci, baş­ları­na geçtiği insanlara hizmet etmek için o ma­kama getirilmiştir. Peygamberimiz “Bir kavmin efendisi, onlara hizmet edendir” buyurmakla buna işaret eder. Bir idareci idarelerini deruhte ettiği insan­ların mesuliyetini omzunda hissetmeli, on­ların maddi, manevi ihtiyaçlarını düşünme­li, problemlerini çözmeli, dertlerine çareler aramalıdır. İslam’ın ilk halifesi Hz. Ebu Bekir, top­lumda İslam ahkâmını tatbik etmeyen la­kayt idarecilere şöyle beddua eder: “Kim ümmet-i Muhammed’in işlerinden birinin başına geçer ve onların içinde (gücü yettiği halde) Allah’ın kitabını ikame etmezse Al­lah’ın laneti onun üzerine olsun.”3 Mesuliyetini tam anlamıyla hissetmiş olan en ideal idareci Hz. Ömer’dir. Onun şu sö­zü meşhurdur: “Fırat Nehri’nin kenarında bir koyun kaybolarak ölse kıyamet gü­nünde Allah’ın onu, benden sormasından korkarım.” Onun, hilafeti döneminde geceleyin kim­sesiz, yaşlı ihtiyar kadınların ihtiyaçlarını temin ettiği rivayet edilir. Sahabelerden Talhâ (ra) bir gece evinden çıkan Hz. Ömer’i takip etti. Hz. Ömer, iki eve uğradı ve bunlarda bir müddet kaldık­tan sonra çıktı. Sabah olunca Talhâ o evler­den birine gitti. Orada iki gözü kör ve kötü­rüm bir ihtiyar kadın, oturmaktaydı. Talhâ, kadına “Dün gece gelen kişi buraya niçin geliyor?” diye sordu. Kadın da “O kişi şu zamandan beri gelir ve benim ihtiyaçlarımı karşılar, ortalığı siler süpürür” diye cevap verdi. Bunun üzerine Talhâ kendi kendisine “Ey Talhâ! Anan senin matemini tutsun! Sen, Ömer’in sırlarını mı araştırıyorsun?” dedi.4 Hz. Ömer (ra), kendi mesuliyetini idrak etmiş biri olduğu gibi, kendi valilerinin de öyle olmasını isterdi. Bir yere vali tayin ettiğinde ona, cins atlara binip beyaz ek­mek yemesini, ihtiyaç ve iş sahiplerine karşı kapılarını kapalı tutmasını ve ince elbise­ler giymesini yasaklar; “Eğer bunlardan biri­ni yapacak olursan azledilip cezaya çarptırı­lırsın” derdi. Daha sonra onu uğurlarken de şunları söylerdi: “Ben sana Müslümanlara dilediğince hük­metme ve karışma hakkı vermiyorum. Onların canlarına, mal ve namuslarına do­kunamazsın. Senin görevin onların önleri­ne geçip namaz kıldırmak, alınan ganimet­leri hakkınca taksim etmek ve aralarında adaletle hükmetmektir. Eğer altından kalka­mayacağın bir şeyle karşılaşırsan onu bana gönder. Sakın askerlere ve Müslümanlara vurayım deme; çünkü korkaklaşırlar ve sen de onlardan beklediğin verimi alamazsın. Askerleri hudut boylarında dört aydan faz­la bekletme ki fitneye düşüp ahlakları bo­zulmasın. Onlara büyüklük taslama ki sana gelip ihtiyaçlarını söyleyebilsinler!”5 Kendisine bir heyet geldiğinde idarecileri­ni “Hastayı ziyaret ediyor mu, kölelerin da­vetine icabet ediyor mu, kapısına gelenlere nasıl davranıyor?” diye sorardı. Gelenler ida­­­recinin lehinde konuşurlarsa onu azlet­mezdi. Hz. Ali valilerinden Malik b. Eşter’e yazdığı mektubunda şöyle der: “İdaren altındaki insanlara uzun müddet görünmemezlik yapma; çünkü valilerin halk­­tan saklanmaları bir çeşit sıkıntıdır ve bu halkı sıkar. Bu tür bir davranış valilerin ida­re işlerinde az bilgileri olduklarının deli­lidir. Halka görünmemek, onların bir­çok işleri hakkında bilgi edinmeye en­gel olur. Vali de bir insandır, halkla gö­rüş­medikçe onların hallerini bilemez. Ken­disinden gizli kalanları göremez. Şayet halk içinde senin onlara zulmettiğin kanaati yerleşmişse kendilerine gerçeği bildirerek ya da gerektiğinde özür dileyerek bu kanaati değiştir.”6 Mesul olduğu insanlarla ilgilenmeyip ken­di zevk ü sefasıyla meşgul olan lakayt ida­recilerin hükmettiği gurup veya toplumlar­da kuvvetliler, zayıfları ezerler, problemler çözümsüz kalır, kargaşa ve sıkıntılar eksik olmaz. 4. Murad döneminde yaşayan ve Osman­lı ıslahatı için padişaha takdim ettiği risa­lesiyle meşhur olan Koçi Bey, Osmanlı Dev­leti’nin kemaline Kanuni zamanında eriş­tiğini, bununla beraber bozulmaların da yi­ne onun zamanında başladığını söyler. Bu bozulmaların en mühimi olarak Koçi Bey, padişahların perde arkasına çekil­me­lerini gösterir. Hâlbuki Peygamberimiz ve Hülefa-yı Raşidin döneminde olduğu gibi, ilk Osmanlı sultanları halkla, beylerle ve komutanlarla iç içeydi. Divana bizzat pa­dişah başkanlık ederdi. Padişah, bu yüz­den her şeyden haberdar olur ve ona gö­re tedbirini alırdı. Kanuni ise bizzat di­vanda bulunmayı kaldırdı. Öyle ki, daha son­ra­ları beyleri, komutanları bile padişahı tanı­yamaz oldu. Bu ise liyakatsiz insanların başa geçmesine ve suiistimallere kapı açtı.7 *** Mesuliyeti idrak etme konusunda bazı hadisler şöyledir: “Hepiniz çobansınız ve hepiniz sürünüz­den mesulsünüz. İnsanlar üzerinde ida­reci olan, onların çobanıdır ve o onlar­dan mesuldür. Kişi, ailesinin çoba­nı­dır ve onlardan mesuldür. Kadın, ko­ca­sı­nın evinin çobanıdır ve ondan mesul­dür. Hizmetkâr, efendisine âid malın çobanıdır ve elinin altındakinden mesul­dür. (Elhâsıl) her biriniz çobansınız ve her biriniz sürünüzden mesulsünüz.”8 “Hangi çoban sürüsüne merhamet etmezse Allah, ona cenneti haram kılar.”9 “On kişinin başına emir (idareci) tayin edil­miş bir kimse, mutlaka kıyamet günü onlar­dan sorguya çekilecektir.”10 “Kim Müslümanların işlerinden birinin ba­­­­şına geçer de onların ihtiyaçlarıyla ilgi­len­­­­mezse Allah da onun ihtiyaçlarıyla ilgi­lenmez.”11 “Kim insanların işlerinden bir işin başına getirilir de zayıf ve ihtiyaç sahiplerinden o perdelenirse Allah da ondan kıyamet gü­nünde perdelenir.”12 “Bir kul ki, Allah, onu halkı görüp gözet­mek üzere vâli kılar da o, hayır-hâhâne ir­şâdiyle halkı muhâfaza etmezse, elbette o kişi cennet kokusu koklayamayacaktır.”13 “Kim insanların işlerinin başına getirilir de sonra oda kapısını fakirlere veya mazlum­lara veya ihtiyaç sahiplerine kapatırsa, Allah Azze ve Celle de ona rahmetinin kapılarını onun ihtiyacı ve fakirliği anında, Allah’a çok ihtiyacı olduğu vakit kapatır.”14 “İnsanlardan perdelenen (onların ihtiyaç­la­rıyla ilgilenmeyen) ateşten (cehennemden) perdelenmez.”15 *** Baskıcı, Zalim İdareciler Zulüm ile abad olan, kahır ile berbad olur. Sille-i Hüdanın sesi duyulmaz. Bir vurdu mu, bir daha devası da olmaz. Yukarıda “Sürü, çoban için değil; çoban sürü içindir” dedik. Çobanın sürüyle ilgi­lenmemesi büyük felakettir. Fakat ondan daha büyük felaket, çobanın sürüye zul­metmesidir. Baskıcı, zalim idareciler, adeta çoban ol­muş kurt gibidirler. Bu yüzden Mevlana kendisinden nasihat isteyen Selçuklu sul­tanına: “Sana ne diyeyim; çoban ol de­miş­ler, kurtluk ediyorsun; bekçi dikmişler, hır­sızlığa girişiyorsun; Rahman, seni padişah yapmış, sen, şeytana uyuyorsun” demişti. Sadi Şirazi de şöyle der: “Nasıl ki kurt ço­banlık edemezse zalim adam da padişahlık edemez. Zulmün temelini atan hükümdar, kendi mülk ve saltanat duvarının temelini yıkmış olur. Ahaliye zulmeden bir padi­şahın felaket gününde, dostları bile düş­man kesilirler. Halkla iyi geçin! Halka iyi muamele et! Böyle yaparsan hasmının sa­va­şından masun kalırsın. Çünkü adil bir hükümdarın bütün tebaası onun için bir ordu olur.”16 Baskıcı idareciler, sevdirerek teşvik ederek değil, daima baskıyla, tehditle, başa kak­mayla iş yaptırma yönüne giderler. İnsan­lara karşı anlayışlı değillerdir ve onların duy­gularını hesaba katmazlar. Empati, yani ken­dini başkasının yerine koyarak muhatabı an­lama kabiliyetleri yoktur. Daima ami­rane hareket ederler ve kayıtsız, şartsız itaat beklerler. İkna etmeyi, sevdirmeyi, isti­şareyi düşünmezler. İstişare yapsalar da isti­şa­re­leri göstermeliktir. İstişareye katılanlar, gurubu değil, başkanı ikna etmeye çalışırlar. İstişarelerden her zaman gurup kararı değil, başkanın kararı çıkar. Bu tür idareciler genelde sindirici insanlar­dır. İletişimleri tek yönlüdür. Denetleyici ve olumsuz olma eğilimindedirler. Hedefe varıldığı sürece, takipçilerinin tepki ve duy­guları ile ilgilenmezler. Çoğu zaman ast­ların yaptıkları işi kendilerine nispet ede­rek galibiyet ve başarıyı kendilerine, mağ­lu­biyet ve başarısızlığı ise daima astlarına nispet ederler. Kendini beğenmiş, kibirli olduklarından, et­raflarındaki insanlar mümkün mertebe onlarla yüz yüze gelmemeye çalışırlar. İn­sanların onlara itaati, sevdiklerinden, iste­diklerinden değil, korktuklarından ve mec­bur kaldıklarından dolayıdır. Baskıcı idareciler bindiği dalı kesen insan­lara benzerler. Baskılardan dolayı çalıştırdık­ları insanların şevkleri kırılır, moral ve iş performansı düşer. Çalışanlar, ilk fırsatta onları terk ederler. İşi terk edemeyenler de içten içe düşman olurlar. Fırsat ellerine geçince de onların aleyhine geçer, intikam alırlar. Bu yüzden “Mülk, küfürle devam eder; zulümle devam etmez” denilmiştir. Kur’ân’da da şöyle buyrulur: “Eğer katı kalp­li ve kırıcı olsaydın etrafından dağılır giderlerdi.” (Al-i İmran, 159) Baskıcı idarecilerin başarı grafikleri bazen yükselse de eninde sonunda mutlaka düşüşe geçer. Onların başarıları hiçbir zaman de­vamlı değildir. Ziya Paşa’nın “Zâlim yine bir zulme giriftar olur âhir / Elbette olur ev yıkanın hanesi viran” dediği gibi, zulmün sonu vahimdir. İbn Haldun “Mukaddime”sinde “Zulüm, ba­yındır yerleri yıkar, yurdun bayındırlığını giderir” başlığı altında, zulmün zararlarını tafsilatla ve çarpıcı bir şekilde ortaya koyar. *** Peygamberimiz, konuyla ilgili olarak şöyle buyurur: “Kim bir Müslümana eziyet ederse o bana eziyet etmiş etmiştir. Kim de bana eziyet etmişse, o Allah’a eziyet etmiş demektir.”17 “Bir idareci on kişiye amirlik eden kişi bile olsa kıyamette elleri bağlı olarak gelecek, orada onu ancak yaptığı adalet çözecek ve­ya zulmü onu helak edecektir.”18 “Allah, kimi halkın başına geçirip de o, zalim olarak ölürse Allah, onu cehenneme koyar.”19 “Her kim (dünyada) halka meşakkat ve zah­met verirse Allah da kıyamet gününde o kimseyi azap ile cezalandırır.”20 “Kıyamet gününde insanların en şiddetli azap çekeni, zalim idarecilerdir.”21 “Kıyamet gününde insanların Allah’a en sevgili ve meclis itibarıyla en yakın olanı adil idarecidir. İnsanların en nefret edileni, kızılanı ve en şiddetli azap göreni de zalim idarecidir.”22 “Allahım! Kim ümmetimin işlerinden birinin başına geçer de onlara zorluk çıkarırsa sen de ona zorluk çıkar. Kim ümmetimin işlerinden birinin başına geçer de onlara rıfkla, yumuşaklıkla muamele ederse sen de ona yumuşaklıkla muamele et!”23 “Allah, şöyle buyurdu: “Yardımcı arayıp da benden başka yardımcısı olmayan kimseye zulmedene karşı benim öfkem, gazabım da şiddetlendi.”24 İbn Abbas (ra), şöyle demiştir: Resûlüllah (sav), Muaz’ı Yemen’e gönderdiğinde ona “Mazlumun duasından kork! Muhakkak ki, onunla Allah arasında perde yoktur” buyurdu.25 “Üç kişinin duası reddedilmez (mutlaka ka­bul olur): Oruçlu iftar edinceye kadar, adaletli idareci ve mazlumun duası. Allah, mazlumun duasını bulutların üzerine yük­seltir, ona semanın kapılarını açar ve Rab, “İzzetime yemin olsun ki bir müddet sonra da olsa sana mutlaka yardım edeceğim” der.26 (Bazı rivayetlerde mazlum; facir, günahkâr bile olsa duası kabul olunur denilmiştir.) “Zulüm etmeyiniz! Sonra dua edersiniz de duanız kabul edilmez, yağmur istersiniz yağmur yağmaz, yardım istersiniz size yar­dım da edilmez.”27 İdeal, Adil İdareciler İslam’ın ideal idarecileri, hem mesul ol­dukları işle, hem de emri altındaki insan­ların dertleriyle ilgilenen insanlardır. Onlar yapılması gereken işleri etrafındaki­lerle istişare ederek veya ikna ederek yap­tırırlar. Şahsi, keyfi, baskıcı hareket etmez­ler. Onlar etraflarındakiler için güven, şevk, neşe, cesaret kaynağıdırlar. Onlar, –baskıcı liderlerin aksine- etraflarındaki insanların istidatlarını ortaya çıkarır, cesaretlendirir, bes­lerler. Başarısızlığı kendi üstlerine alırlar, fa­kat başarıyı guruba nispet ederek “Biz yaptık” derler. Disiplin gerektiği zaman disiplini uygularlar. Fakat disiplin uygu­larken adaletten ayrılmazlar. Onlar aynı zamanda idareleri altındaki in­sanların dertleriyle ilgilenen, ihtiyaçlarını gi­deren, problemlerine çareler arayan, onları se­ven ve onlar tarafından sevilen kimselerdir. Peygamberimiz (sav), onlar hakkında “İda­recilerinizin en hayırlısı, sizi seven ve si­zin de kendisini sevdiğiniz, dua ettiğiniz, onların da size dua ettiği kimselerdir”28 buyurmuştur. Kaynaklar: 1- Bkz. Prof. Çiğdem Kağıtçıbaşı, Günümüzde İnsan ve İnsanlar, Evrim y, 11 Baskı, 2008, İst. s. 315. 2- Kenzü’l-Ummal, c. 9, s. 40, hn: 24836. (Taberani)3- Kenzü’l-Ummal, c. 5, s. 752, hn: 142874- M. Yusuf Kandehlevi, Hayatu’s-Sahabe, Akçağ Yayınları, Ank, 1997, c. 2, s. 130.5- Kenzü’l-Ummal, c. 5, s. 688, hn: 14197 (Beyhaki, Asım b. Ebi Nücüd’dan)6- Ehl-i Beyt Sevgisi. D.İ.B. y, 2006, Ank, s. 103.7- Koçi Bey Risalesi, Kültür ve Turizm Bakanlığı yayınları, Ankara, 1985, s. 87 vd. Cevdet Paşa da Koçi Bey’in anlattığına benzer şeylerden bahseder. Bkz. Ümid Meriç Yazan. Cevdet Paşa’nın Toplum ve Devlet Görüşü, İnsan y. İst. 1992, s,106. Ayrıca Bkz. İbn Haldun, Mukaddime, MEB y, c. 2, s. 86. vd. 8- Sahih-i Buhari, Kitabu’l-Ahkâm, Bab 1. / Sahih-i Müslim, Kitabu’l-İmare, Bab 5, hn: 1829 / (Ayrıca, Ahmed, Ebû Dâvud, Tirmizî)9- Kenzü’l-Ummal, c. 6, s. 21, hn: 14659.10- Kenzü’l-Ummal, c. 6, s. 24, hn: 14682.11- Kenzü’l-Ummal, c. 6, s. 25, hn: 14688.12- Müsned-i Ahmed, c. 5, s. 239.13- Sahih-i Buhari, Kitabu’l-Ahkâm, Bab 8. 14- Müsned-i Ahmed, c. 3, s. 480 / Sünen-i Tirmizî, Kitabu’l-Ahkâm, Bab 6, hn: 1332.15- Kenzü’l-Ummal, c. 6, s. 25, hn: 14686.16- Sadi-i Şirazi, Gülistan, Bedir y, İst. s. 38.17- Kenzü’l-Ummal, 43703.18- Sünen-i Darimi, Kitabu’s-Siyer, Bab 72, hn: 2518 / Müsned-i Ahmed, c. 5, s. 285 19- Ramuzu’l-Ehadis, hn: 4984.20- Kamil Miras, Tecrid-i Sarih, DİB y, c. 12, s. 318. 21- Kenzü’l-Ummal, c. 6, s. 5, hn: 14634. 22- Müsned-i Ahmed, c. 3, s. 55 /Et-Tergib ve’t-Terhib, c. 3, s. 167 / Sünen-i Tirmizî, Kitabu’l-Ahkâm, Bab 4, hn: 1329.23- Sahih-i Müslim, Kitabu’l-İmare, Bab 5, hn: 1828. Müsned-i Ahmed, c. 6, s. 62.24- Ed-Dürrü’l-Mensur, c. 2, s. 76. 25- Et-Tergib ve’t-Terhib, c. 3, s. 186.26- Et-Tergib ve’t-Terhib, c. 3, s. 187 (Ahmed, Tirmizî, ibn Mace)27- Et-Tergib ve’t-Terhib, c. 3, s. 184 (Taberani)28- Sahih-i Müslim, Kitabu’l-İmare, Bab 17, hn: 1855. 

İdris TÜZÜN 01 Temmuz
Konu resmiİstemek İnsanın İktizasıdır
İnsan

 “Ey insanlar! Fâni, kısa, fâidesiz ömrünüzü bâkî, uzun, fâideli, meyvedar yapmak ister misiniz? Madem istemek, insaniyetin iktizasıdır. Bâkî-i Hakiki’nin yoluna sarf ediniz!” (3. Lem’a) Allah, insanı aciz ve fakir olarak ya­ratmıştır. Acz,  insanın muhtaç olduğu şeyleri yapacak güç ve kuvvetin kendisinde ye­te­rince olmamasıdır. Başka bir deyişle kişi­nin hastalık, bela, musibet, ihtiyarlık ve ölüm gibi şeylere karşı koyamamasıdır. Fakr ise, insanın muhtaç olması anlamına gel­mektedir. Yani insanın ihtiyaçlarını yerine getirebilecek sermayesinin olmamasıdır. İnsan aciz olmakla birlikte hastalık, bela, mu­sibet gibi sıkıntıları ve düşmanları çok­tur. Hem insan fakir olmakla beraber sınır­sız ihtiyaçları vardır. Bu ihtiyaçlarını karşılayabilmek için bi­rinden yardım istemeye ve sıkıntılarından kurtulabilmek için birine sığınmaya ihtiyacı vardır. Bununla birlikte insanın fıtratına yerleş­ti­rilmiş yaşamak, evlenmek, makam elde et­mek, eğlenmek gibi birçok arzu ve istekleri vardır. Yani insanın yaratılışında istemek ve talep etmek vardır. Yani Allah insanı bu şekilde yaratarak kendisine dua edilmesini ve Ona yönelmesini istemiştir. Çünkü, Dua, güçsüzlük ve ihtiyacını ortaya koyarak Allah’a yalvarma, bir şeyin olmasını veya ol­mamasını isteme, yakarış ve niyaz demektir. Dua, bir ibadettir.  İnsanı Allah’a yaklaştırır ve kıymetini artırır. Nitekim Cenab-ı Hak, ayet-i kerimede “Duanız olmazsa ne ehem­miyetiniz var” buyurmaktadır.

İrfan MEKTEBİ 01 Temmuz
Konu resmiHutbe-i Şâmiye Özeti
Risale-i Nur

Kimlik:Risalenin İsmi/İsimleri : el-Hutbetu’ş-Şâmiye, Devâu’l-Ye’s, Hutbe-i Şâmiye, Telif Tarihi ve Yeri : 1327/1911, ŞamDili : Arapça, 1371/1955 Türkçeye Tercüme Edilmiştir.Konusu  : Müslümanların Geri Kalış Sebepleri ve Kurtuluş ÇareleriMüellife Göre Değeri :- İslam Dünyasının geleceği ile ilgili hakikatleri barındırmaktadır.- Şam Emevî Camiinde, Şam ulemasının ısrarıyla, içinde yüz   ehl-i ilim bulunan on bin kişilik azîm bir cemaate verilen  Arabî hutbedir.Risalenin Metodu : Müşahede, Otoriter şahsiyetleri delil gösterme, Nakli deliller,    İstikra, Tarihî veriler Risale-i Nurun Muhalif Düşüncelere Karşı Mağlup Olmayışının Sırrı Risale-i Nur, dalalette manevi bir ce­hen­nem, imanda ise manevi bir cen­net bulundu­ğu­nu ispat etmek­tedir. Günah, fenalık ve haram lezzet­lerin içinde manevi acıları, hasenat ve İslamiyet’in emir­lerini yerine getirmekte cennet lezzeti gibi manevi lezzetlerin ol­duğunu göstermektedir. Bu Zamanda Hükmeden İki Dehşetli Hal Birincisi: Akıl yerine duygularla hareket etmektir. Yarını düşünmeyen ve önündeki lezzetleri öteleyemeyen duyguların aklı ve düşünceyi etkisiz hale getirmesidir. Akıl yerine duygularıyla hareket eden insanı ha­talarından döndürmenin en etkili yolu, al­dığı lezzetindeki acıları gösterip duyguları­nı susturmaktır. Yüce Allah’ın varlığını ve cehennemim geleceğini ispat etmek, çok az insanı gafletten uyandırmaktadır. İş­te Risale-i Nur’da bulunan iman-küfür kar­şılaştırmaları, inkârın dünyadaki ürkütü­cü sonuçlarını göstermektedir. İnkâr ve gü­nah yolunu tercih edenlerin dünyada da manevi cehennem azabı çektiklerini on­lara hissettirmektedir. Bu sayede Risale-i Nur, gayr-i meşru lezzetlerden nefret et­tir­mektedir.  Risale-i Nur, Müslümanların dün­ya­da da manevi cennet lezzeti tattık­larını gösteriyor. İkincisi: Fen ve felsefeden gelen ateizm (mutlak inkâr) fikridir. Eskiden böyle in­kârcılar oldukça az bulunduğundan âlim­lerin dersleri halk için yeterli olmaktaydı. Şimdi ise İman esaslarını inkâr eden çok sayıda insan bulunmaktadır. Ebette bun­lara karşı atom bombası gibi, bu dünyada onların düşünce temellerini parça parça edecek kutsi bir hakikat lâzımdır ki, onların saldırılarını durdursun ve bir kısmını imana getirsin. İşte Risale-i Nur, Allah’ın varlığına ve iman esaslarının ispatına yönelik sayısız deliller ortaya koymaktadır. İslam Dünyasının  Geri Kalışının Altı Sebebi Avrupa’nın ilerlemesi ve Müslümanların geri kalması altı hastalıktan kaynaklanmaktadır. 1- Ümitsizlik 2- Doğruluğun kalkması 3- Düşmanca davranmayı sevmek 4- Birlik ve beraberliğimizi sağlayan manevi bağları bilmemek 5- İstibdat 6- Şahsî menfaatini düşünme Kur’an’dan alınan altı kelime ile bu has­talıklar tedavi edilir. Allah’ın Rahmetinden Ümidinizi Kesmeyiniz Birinci Kelime: Emel, yani rahmet-i İlâ­hiyeye kuvvetli ümid beslemek. İstikbâl, yalnız ve yalnız İslâmiyet’in olacak. Ve hâkim, hakaik-i Kur‘aniye ve imaniye ola­cak. İslamiyet’in esasları, hem manevi hem de maddi olarak ilerlemek için mükemmel bir kabiliyeti bulunmaktadır. Manevi iler­lemeye müsait olduğunu gerçek tarihi ve­ri­ler şehadet etmektedir. Zira tarihe ba­kıl­dı­ğında Müslümanlar, İslamiyet’in haki­kat­­lerini yaşadığı ölçüde medeniyetler kur­­muşlardır. Gevşedikleri ölçüde de geri­leyip iç karışıklıklara ve mağlubiyetlere düşmüşlerdir. Diğer dinler de ise durum bunun tam tersinedir. Hz. Peygamberden günümüze kadar hiçbir Müslümanın aklen muhakeme ederek din değiştirdiği görülmemiştir. Lakin diğer din mensuplarından düşünce sonucunda çok­ça Müslüman olmuştur. Eğer Müslümanlar İslamiyet’in ve imanın hakikatlerinin güzel­liğini yaşantılarıyla gösterebilseler, diğer din mensupları cemaatlerle İslamiyet’e gi­re­­cek­tir. Belki bazı devletler ve kıtalar Müs­lü­man olacaktır. İnsanlar savaşların, yaşanan büyük olaylar ve pozitif bilimlerin sayesinde dinsiz ola­rak yaşayamayacağını anlamıştır. İnsanın cev­he­rini ve kabiliyetlerini keşfetmiştir. İn­san, yalnız bu hayatı yaşamak için yaratıl­ma­mış­tır. Ebedi duyguları taşımaktadır. Sonsuz ya­şamayı istemektedir. Bundan dolayıdır ki herkes, hak olan din arayışı içine girmiştir. İleride inkârcılığın ortaya çıkmasıyla bu ih­tiyaç daha fazla hissedilmeye başlanacaktır. Kur’an-ı Kerim “Aklına bak, fikrine, kalbi­ne müracaat et. Meşveret et, onunla gö­rüş ki, bu hakikati bilesin” diyor. “Neden bak­mıyorsunuz? İbret almıyor musunuz? Ba­kı­nız ki hakikati bilesiniz. Biliniz. Ve bil. Ve hakikatine dikkat et. Acaba neden beşer bilemiyorlar, cehl-i mürekkebe dü­şü­yorlar? Neden taakkul etmiyorlar, divane­liğe düşerler? Neden bakmıyorlar, hakkı görmeye kör olmuşlar? Neden insan ser­güzeşt-i hayatında hadisat-ı âlemden tahat­tur ve tefekkür etmiyor ki, istikamet yolu­nu bulsun? Neden tefekkür ve tedebbür ve aklen muhakeme etmiyorlar, dalâlete dü­şüyorlar? Ey insanlar! İbret alınız! Geçmiş kurûnlardan ibret alıp gelecek manevi be­lâlardan kurtulmaya çalışınız” manasında gelen ayetlerin bu cümlelerine kıyasen, çok ayetlerde beşeri, aklına ve fikriyle meşverete havale ediyor. Biz Kur’an şakirtleri olan Müslümanlar, bur­hana tâbi‘ oluyoruz. Akıl ve fikir ve kal­bimizle hakaik-i imaniyeye giriyoruz. Başka dinlerin bazı efratları gibi ruhbanları taklit için burhanı bırakmıyoruz. Onun için akıl ve ilim ve fen hükmettiği istikbâlde, elbet­te burhan-ı aklîye istinat eden ve bütün hüküm­lerini akla tespit ettiren Kur’an hükmedecek.                 (Devam Edecek)

Muhammed AYDIN 01 Temmuz
Konu resmiİbadet Hakkında 3 Soru
İbadet

İbadet Edemeyenler Neden Edemiyor? Allah'ın insanı yaratmaktaki muradı, ken­disine kulluk etmesidir. Fakat bu, Allah'ın muradı olduğu gibi, insanın kendi isteğiyle ibadet etmesi de Allah'ın muradıdır. Ya­ni insanlar, melekler gibi seçme şansı ol­mak­sızın ibadet edecek bir yaratılışta ya­ra­tılmamışlardır. Bu şekilde ibadet için me­lekler yeterlidir. İnsanın meleklerden farklılığı ve üstünlüğü, ibadeti, kendi tercihiyle, nefis ve şeytana ga­lip gelerek gerçekleştirmesidir. Nefis ve şeytana galip gelerek ibadet yolunu se­çen insanlar, meleklerden daha üstün ma­kamlara çıkmakta ve Allah'ın en değerli, en yakın kulları olmaktalar. Fakat bazı insanlar, yaratılış maksatlarına uy­gun davranmayarak, bile bile nefis ve şey­tanlarına uymakta, ibadeti terk etmekte­dir. Netice olarak, bazılarının ibadet edememesi, bunun insan iradesine bırakılmasından ve nefislerine mağlup olmalarından kaynak­lanmaktadır. Bununla birlikte, herkes aklı­nı kullanarak nefsine galip gelme şansına ömrünün sonuna kadar sahiptir. Allah’ın Bizim İbadetlerimize Ne İhtiyacı Var? Cenâb-ı Hak bizim ibadetimize muh­taç olmadığı gibi, hiçbir şeye de muh­taç değildir. Fakat ibadete muhtaç olan biziz. Çünkü manen hastayız. İba­det ise, manevi yaralarımıza bir ilaç hükmündedir. Acaba bir hasta, o hastalık hakkında, şefkatli bir dok­torun ona faydalı ilaçları içirmek hu­susunda ettiği ısrara karşılık, ona dese ki, “Senin ne ihtiyacın var ki bana böyle ısrar ediyorsun?” Gayet manasız konuşmuş olmaz mı? İbadetlerin İmana Faydası Nedir? İbadetler;  iman edilen meseleleri kuvvetli ve sabit kılarak meleke haline getirir. İbadet Al­lah’ın emirlerini yapmak ve yasaklarından sakınmak demektir. İbadet edilince vic­danda ve akılda olan iman hükümleri geliştirilmiş ve takviye edilmiş olur.  

İrfan MEKTEBİ 01 Temmuz
Konu resmiOlmasaydın Ol/a/mazdık!
İnsan

Peygamber (sav) dilini tutardı, ancak insanları birbirine sevdirecek, birbirleriyle kaynaştıracak şeyleri konuşurdu. Onları ürkütmez, kaçırmazdı. Her kavmin liderine önem verirdi; ikram ederdi. Bilahare onu onların üzerine vali tayin ederdi. Onun sırrını ve ahlâkını onlardan gizlemeden ona itaat etmelerini tavsiye ederdi. Güzel ahlakıyla ahlaklanmalarını tavsiye ederdi. Sevgili Peygamberimiz, Fahr-i Kâinat Efendimiz (sav)’in vücut özellikleri ve güzel ahlakı hakkında Rudanî’nin Cemu’l-Fevaid isimli hadis külliyatında, to­runu Hz. Hasan (ra)’dan yapılan şu uzun ri­vayet çok güzeldir ve onun nasıl bir insan olduğunu ve ne kadar yüce bir ahlak üzere bulunduğunu çok güzel anlatıyor: Hasan bin Ali (ra)’dan: Peygamber’in şemailini (görünüşünü) anla­tan biri olduğu için ve ben de onun anlatma­sından hoşlandığım için, dayım olan Hind bin Ebî Hâle et-Temîmî’ye sordum. Allah Resulü (sav)’ibana şöyle vasıflandırdı: Allah Resulü (sav) çok yakışıklı ve alımlı idi. Mübarek yüzü ayın on dördündeki dolunay gibi parlardı. Orta boydan daha uzunca, uzun boydan biraz kısaca, başı büyük, saçı dalgalıydı. Saçları kendiliğinden iki yana ayrılırsa öy­lece bırakır toplamaz, bir taraf sarkarsa (ya­tarsa) da olduğu gibi bırakırdı. Saçlarını uzattığı zaman, kulak memelerini geçerdi. (Teni) beyaz renkli idi. Geniş alınlı idi. Kaş­ları gür idi. İki kaşı arasında öfkelendiği zaman beliren bir damar vardı. Burnu gayet güzel idi. Kaşlarına yakın kıs­mında (hafif) bir yükseklik, parlayan bir nur vardı. Dikkatli bakmayan kişi onu bi­raz kıvrık burunlu zannederdi. Gür sakallı, iri gözlü, düz yanaklı idi. Ağzı geniş, dişleri inci gibi parlaktı. Dişleri seyrek idi. Göbek kılı ince idi. Boynu sanki bir gümüş huz­mesi idi. Endamı ve azalan uyumlu, mutedildi. Etleri kesinlikle sarkık değildi. Karnı ile göğsü eşit idi (yani göbeği çıkık değildi). İki omuzu arası geniş, omuz kemik başları kalın idi. Genel olarak kılsız, beyaz tenliydi, ancak boğazın bittiği yerden göbeğe kadar uzanan iplik gibi kılları vardı. İki memesi ve karnı kılsız idi. Kolları, omuzları ve göğsü biraz kıllı idi. Bilekleri uzun, el ayası geniş, el, ayak ve diğer azaları kalındı. Ayaklarının ortası çu­kurdu, (düz taban değildi.) Üstü ise düz olup üzerlerine (su?) döküldüğüne her tarafa yayılırdı. Giderken ağır ağır gi­derdi. Ölçülü ve dengeli bir yürüyüşe sa­hipti. Yavaş, vakur fakat süratli yürürdü, sanki yüksekten aşağıya iniyormuş gibi bir yürüyüşü vardı. Dönerken tüm vücuduyla dönerdi. Gözleri yere bakar bir durumda olurdu. Yere bakışı (yürürken) göğe bakışından çok ve daha uzundu. Bakışları son derece anlamlı idi. Ashabı ile yürürken onları önüne alırdı. Rastladığı kimseye selâmı ilk o verirdi. Dedim ki: ‘Biraz da onun konuşma şeklini anlat!’ Şöyle cevap verdi: Birbiri ardınca hüzünlü düşüncelere dalardı, daima düşünceli idi. Onun hiç rahatı yoktu. Lüzumsuz ve gereksiz konuşmazdı. Sükûtu uzun olurdu. Söze başlarken de bitirirken de dudakları ile konuşurdu. Efradını cami ağyarını mâni kelimelerle (az sözle çok mana ifade edecek şekilde) gayet güzel ve veciz konuşurdu. Sözlerinde ne fazlalık olurdu ve ne de eksiklik. Haşin değildi, hiç kimseyi küçümsemezdi. Az dahi olsa nimete önem verirdi. Yiyecek ve içecekleri ne överdi ve ne de zemmedip, beğenmezlik ederdi. Dünya ve dünyalık bir şey onu öfkelendirmezdi. Ancak hak­sızlık yapıldığında öfkelenir ve haksızlık giderilinceye kadar hiç bir şey öfkesini dur­durmazdı. Hak ve hakikat bahis konusu oldu mu onu hiç kimse durduramazdı. Hiç kimseyi tanımaz gerçeği haykırırdı. Kendi nefsi için kızmaz ve onun için intikam almaya kalkışmazdı. İşaret ettiğinde, parmağı ile değil eliyle işa­ret ederdi. Bir şeye hayret edip şaştığı za­man avucunu (tersine) çevirirdi. Konuştuğu zaman, sağ elinin ayasını sol elinin başpar­mağıyla bitiştirirdi. Öfkelendiği zaman in­tikam almak ve azarlamaktan kaçınırdı. Gül­düğünde gözlerini yumardı. Genellikle gü­lü­şü tebessüm olur, dişleri dolu tanesi gi­bi parlardı. (Hz. Hasan diyor ki:) Epey zaman bunu Hüseyin’den gizledim. Sonra ona anlatınca, onun benden önce bunları ona (dayıma) sormuş olduğunu anladım, benim sorduk­larımı o da sormuş. Babasına (Hz. Ali’ye), onun giriş, çıkış, otu­ruş ve kalkış şekillerini sormuş. Sormadık hiçbir şey bırakmamış. Hz. Hüseyin der ki: Babama Peygamber (sav)’in girişini sordum; şöyle dedi: Evine müsaade ile (haber vererek) girerdi. Evine girdiğinde zamanını üç kısma ayırır­dı; bir kısmım Allah’a, bir kısmını ailesine, bir kısmını da kendisine. Sonra da insanlara ayırırdı. İleri gelen kimselerle de sade vatan­daşlarla da eşit şekilde konuşurdu. Onlardan hiçbir şeyi saklamazdı. Ümmete seviyelerine göre muamele ederdi, herkese kendi durumuna göre değer verir, insanların dindeki faziletlerine önem verirdi. Dinde bilgili olanlara daha başka bakardı. İnsanlardan kimisinin bir, kimisinin iki, ki­misinin de birçok hacetleri olurdu. Bunları da göz önünde tutar ve ona göre davranırdı. Onlarla ihtiyaç ve maslahatlarına göre meş­gul olurdu. Kendilerine lâzım ve lâyık olanı onlara bildirirdi. Şöyle derdi: Burada bulunanlar bulunma­yanlara ulaştırsın! Bana ihtiyacını ulaştır­mak­tan aciz olanların ihtiyaçlarını bana ulaştırın! Çünkü hacetini arz edemeyen­lerin hacetini yetkiliye ulaştıranın Allah kı­yamet gününde ayaklarını kaydırmaz. Dai­ma doğrunun yanındaydı, başkasını kabul etmezdi. Yanına geçici olarak girerlerdi, çık­tıklarında mutmain olarak çıkarlardı. Ya­nından birer delil ve kılavuz olarak çıkar­lardı. (Hz. Hüseyin) dedi ki: Peygamber (sav) dilini tutardı, ancak in­sanları birbirine sevdirecek, birbirleriyle kay­naştıracak şeyleri konuşurdu. Onları ürkütmez, kaçırmazdı. Her kavmin liderine önem verirdi; ikram ederdi. Bilahare onu onların üzerine vali tayin ederdi. Onun sırrını ve ahlâkını onlardan gizlemeden ona itaat etmelerini tavsiye ederdi. Güzel ahlakıyla ahlaklanmalarını tavsiye ederdi. Ashabını özler, (göremediği zaman) sorardı. İnsanların durumlarının nasıl olduğunu, işlerinin ne âlemde olduğunu da sorardı. Güzele güzel, çirkine çirkin derdi. İşi daima dengeli idi. Tutarsız değildi. Gaflet ederler korkusuyla, (kendisi) kesinlikle gaflete düşmezdi. Bezerler, usanırlar diye lüzumundan fazla söz söylemezdi. Daima hazırlıklı ve temkinli olurdu. Hak ve hakikatten ayrılmaz, diğer insanların hakkı çiğnemelerine de müsaade etmezdi. Katındakilerin en üstün ve en iyileri, ihlas ve samimiyet bakımından en ileri olanlarıydı. Katında mertebe bakımından en büyükler, insanlarla iyi geçinen ve yardımlaşmayı başaran kimseler olurdu. Onun oturuşunu sorunca, şöyle dedi: Peygamber (sav) herhangi bir fayda söz ko­nusu olmadan ne otururdu, ne de kalkardı. Kendisine özel yerler edinmezdi. Belirli oturma yerleri edinmekten insanları nehy ederdi. Bir kavmin yanına geldiğinde, meclisin bittiği yere ilişip otururdu. Böyle yapılmasını da emrederdi. (Birlikte) oturduğu kimselerin her biriyle ilgilenir, farklı muamele etliği izlenimini vermezdi. İhtiyacını gidermesi için onunla oturan veya onu ayakta tutan kimseye karşı sabırlı olur, o kişi ayrılmadıkça kendisi onu terk edip ayrılmazdı. Biri kendisinden bir şey istediğinde mutlaka onu verirdi, ya da tatlı sözler söyleyerek onu gönderirdi. Onun güler yüzlü oluşu ve herkese nazik davranışı âdeta onu halka bir baba yapmış­tı. Herkes onun katında ve nazarında eşit idi. Onun meclisi; bir hilm (yumuşaklık), sabır, emanet (güven) ve hayâ meclisiydi. Onun meclisinde sesler yükselmez, namus ve ırzlar çiğnenmez, kimseye sataşılmazdı. Gayet dengeli, hayâlı idiler. Birbirlerine tak­va tavsiye ederlerdi. Son derece müte­vazı idiler, küçükler büyüklere saygı gös­terirlerken, büyükler de küçüklere sevgi ve şefkat gösterirlerdi. İhtiyacı olanları kendi nefislerine tercih ederler, garibe yardım eli­ni uzatırlardı. Dedi ki: ‘Kendileriyle oturduğu kimselere karşı nasıl davranırdı? Şu cevabı verdi: Allah Resulü (sav) daima güler yüzlü, yumuşak huylu idi, sert ve kaba değildi. Gürültücü ve hayâsız değil­di. Kusur arayan, gereksiz yere insanları öven değildi. Arzulamadığı şeylere kulak aşmazdı. Kimseyi umutsuz yapmazdı. Her­kese ümitvar davranırdı. Üç şeyden uzak dururdu: 1-Lüzumsuz tartışmak. 2- Fazla konuşmak. 3- Kendisini ilgilendirmeyen şeylere ilgi duy­­mak. İnsanlarla ilgili şu üç şeyden de uzak dururdu: 1- Kimseyi kötülemez. 2- Kimsenin kusurunu, 3- Mahremiyet ve ayıbını araştırmazdı. An­­cak fayda umduğu şeyleri söylerdi. Konuş­tuğu zaman, yanındakiler sanki başlarında kuş varmış gibi başlarını eğerlerdi. Ancak o sükût buyurduğu zaman konuşurlardı. Yanında söz düellosu yapmazlardı. Yanında biri konuştuğu zaman herkes suspus onu dinlerlerdi. Sözünü bitirinceye dek müda­halede bulunmazlardı. Onların konuşma­ları da bir başka idi. Onların güldükleri şeye o da gülerdi, hay­ret ettiklerine o da hayret ederdi. Gelen ya­bancının aşırı ve mantık dışı davranışlarını sabırla karşılardı, onu azarlamazdı. Ashâb bazen buna kızarlardı da o onları teskin eder, şöyle derdi: ‘Böyle kimseleri gördüğünüzde, onu irşad edin (yol gösterin)!’ Övgüyü an­cak karşılığını verenden kabul ederdi. Kim­senin sözünü kesmezdi, bitirinceye kadar beklerdi. Adam ya bitirirdi ya da kalkıp giderdi. Dedi ki: Ona: ‘Peki suskunluğu nasıl idi?’ diye sordum. Cevab verdi: Onun sükûtu şu dört şeyi he­deflerdi: Hilm, temkin, takdir ve tefekkür (düşünmek). Takdiri; fark gözetmeksizin, insanlara bak­mak ve aynı şekilde dinlemekti. Tezekkü­rü ya da tefekkürü hem fani (dünya) hem baki (ahiret) hakkında idi. Hilmi ise sab­rında idi. Zira onu hiçbir şey kızdırmaz ve ürkütmezdi. Temkini dört şeyde tecelli ederdi: Kendi­sine uyulacak için en güzel şeyi almak, vaz­geçirmek amacıyla kötüden uzak durmak, ümmeti İçin yararlı olan hususlarda ictihad etmek, dünya ve âhiret hayatlarını temin edecek hususlarda onlar için çalışmak. [Ta­berânî, Mu’cemu’I-Kebîr’de] Peygamber (sav) Medine yollarından geçer­ken her tarafı âdeta misk kokusu kaplardı. Buradan Allah Resulü geçmiş, denilirdi." [Ebü Ya’lâ, Bezzâr ve Mu’cemu’l-Evsat.]

İrfan MEKTEBİ 01 Temmuz
Konu resmiTakma Kafana
İnsan

Ne zaman bir sıkıntılı hâl başımıza gelse ya da ne zaman az veya çok bir zulme muhatab olsak, bizim için en büyük tesellîlerden birisi, Peygamber kıssalarını ve eski kavimlerden salih ve saliha kimselerin başlarından geçen hikmetli hadiseleri hatırlamakla olur. İnsan, bazen başına gelen sıkıntılı hâl­lerin tesiriyle, bazen de hedeflerine ve isteklerine ulaşamamış olmanın ver­diği huzursuzlukla, manevî sıkıntılar çe­ker. Bu tür durumlarda kendine tesellî arar. Tesellîyi eğer meşrû dairede ararsa, baş­ta Allah’a iman rüknü olmak üzere iman hakikatleri ona en büyük tesellîci olacaktır. Daha sonra Kur’ân-ı Kerîm’de zikredi­len ve ardından daha teferruatlı halleriyle Ha­dîs-i Şerîflerden öğrenebildiğimiz Peygamber kıs­sa­ları ve salih kulların başlarından geçen ha­diseler de bize tesellî vermektedir. Özel­likle Peygamberlerin başlarından geçen kıssalar, bir insanın başından geçebilecek her türlü sıkıntı konusunda bizlere birer rehber du­rumundadır. Hz. Yusuf’un (as) Kıssası “Biz, bu Kur’ân’ı sana vahy etmekle, sana kıs­sa­ların en güzelini anlatıyoruz. Elbette (sen) ondan önce (bunlardan) habersiz olanlardan idin.” (Yusuf Suresi, 3) Yusuf Suresi 3. ayette ifade edildiği üzere Hz. Yusuf Aleyhisselam’ın başından geçen­ler, kıssaların en güzeli olarak, bizim için en büyük dersleri ve hikmetleri içinde barındırıyor. Kardeşleri tarafından kuyuya atılmasının ardından onu bulanlar tara­fından bir köle olarak satılmıştır. İffetini korumak bahasına yıllarca hapiste yatmıştır. Ama sonunda Mısır’a Azîz olmuştur. Bu kıssa, hayatta yaşanabilecek en büyük sı­kıntıları çeken ama tevekkülden, sabır­dan vazgeçmeden istikâmet dairesinde kalan bir Peygamber’in yaşadıklarını anlatıyor. Bi­ze, hayatımızda önümüze çıkabilecek sı­kıntı­­lar karşısında takınmamız gereken tav­rı gösteriyor. Karşılığında bir takım olum­­suzluklara da maruz kalsak, sınır­larını Al­lah’ın çizdiği helal dairesinden çık­ma­ma­mız gerektiğini ders veriyor. Yani haya­tı­mı­zın bazı dönemlerinde birtakım sıkıntılar çek­sek ve bazı hususlarda imtihan edilsek de Rab­bimize sığınarak, O’na tevekkül et­mekten hiçbir zaman vazgeçmememiz gere­kiyor. Hz. Yusuf Aleyhisselâm, sabrının, tevekkü­lünün, iffetinin ve istikâmetli hayâtının mü­kâfatını görüyor. Biz de böyle davranırsak, sıkıntılı hallerimizden kurtulup, sâhil-i se­lâmete ulaşabiliriz. Bu sebeple bu mevzuda eskiler demişler ki, “Bu da Geçer Ya Hû!” ve yine demişler ki, “Takma Kafana!” Hz. Eyüb’ün (as) Kıssası “(Ey Habîbim!) Eyyûb’ü de (an)! Hani Rab­bi­ne: “Zarar gerçekten bana dokundu; sen mer­­ha­metlilerin en merhametlisisin” diye nidâ et­­­­­­miş­ti. Bunun üzerine (biz de) onun duâsını ka­­­­­bûl etmiştik de kendisinde bulunan zararı (o has­­talığı) açmış (kaldırmış)tık; katımızdan bir rah­met ve (bize) kulluk edenlere bir ibret ol­mak üzere, ona âilesini ve onlarla berâber bir mis­lini daha verdik.” (Enbiya Suresi, 83, 84) Hz. Eyüb Aleyhisselâm, bir beşerin haya­tında yaşayabileceği en büyük belâlara mu­hatap olmuştur. Ama bu durum onu sab­rından vazgeçirmemiştir. Yaşadığı sı­kın­tılar karşısında asla isyan etmemiştir. Has­talığı, diline ve kalbine sirayet edip de onu Allah’ı zikretmekten alıkoyunca; has­talığının şifası için dua etmiştir. Bu sebepledir ki; Cenâb-ı Hak, ondan aldığı bütün nimetlerini ona tekrar bahşetmiştir. Bütün mülkünü, evlâ­dını ve sağlığını kay­bettiği hâlde isyan et­meden sabrettiği için, daha önce sahip ol­duğu nimetlere ziya­de­siyle kavuşmuştur. Bu kadar hastalığa ve musibete karşı yıllarca sabreden Hz. Eyüb Aleyhisselâm, sabır kah­ramanı olarak anıla­gelmiştir. Onun bu sab­rı, bütün musîbet­zedelere ve sıkıntı içinde olanlara güzel bir örnektir. Ashâb-ı Uhdud Kıssası “(Ki müminlere işkence yapan) o Ashâb-ı Uh­dûd, çırayla tutuşturulmuş o (çok şiddetli) ateş (hendeklerinin sahipleri) kahrolsun! O vakit onlar, onun üzerine (ateşin etrafında) oturmuş kimseler idiler. Ve onlar, müminlere yapmakta olduklarını seyredicilerdi! Ve onlardan (o mü­minlerden) sadece, Azîz (kudreti daima üstün olan), Hamîd (hamd edilmeye çok lâyık) olan Allah’a iman ettikleri için, (sadece bunun için) intikam aldılar. O (Allah) ki, göklerin ve yerin mülkü O’nundur. Ve Allah, her şe­ye hakkıyla şâhiddir. Şübhesiz ki mümin er­keklere ve mümin kadınlara (imanlarından vazgeçmeleri için) işkence edip de, sonra (yap­tıklarına) tevbe etmeyenler yok mu, işte onlar için Cehennem azabı vardır, hem onlar için (bu dünyada da) yangın azabı vardır (ki o ateş, kendilerini de yakmıştır)! Muhakkak ki iman edip sâlih ameller işleyenler var ya, onlar için, altlarından ırmaklar akan Cennetler vardır! İşte büyük kurtuluş budur!” (Burûc Suresi, 4-11) Rivayetlere göre, zalim bir kralın memle­ketinde, imanlı bir rahibin yetiştirdiği bir çocuk, Cenâb-ı Hakk’ın kendisine verdiği harika hâl ile kendisine gelen her türlü hastaların dertlerine, iman etmeleri şartı ile derman oluyordu. Bunu öğrenen kral o rahibi ve sonunda da o çocuğu öldürttü. Ama insanlar çocuktaki harikuladeliği gö­rerek Allah’a iman ettiler. Bunun üzerine kral onları içi ateş dolu hendeklerle çevrili bir meydana topladı. İmanından dönmeyenleri teker teker ateşe attı. En sonunda bu dehşetli zulmü seyretmek için kurduğu iskelelerin tutuşmasıyla o zalim kral ve avenesi de helâk oldular. (Celâleyn Şerhi, c. 8, s. 284) Burûc Suresinde anlatılan bu kıssa da, iman ve hakiki din davası için maddî ve manevî bütün varlıklarını feda eden ehl-i imana bir tesellidir. Zahiren güçlü görünen zalimler, yaptıkları zulümler ile aslında kendi kötü sonlarını hazırlamaktadırlar. O zalimlerin zul­müne uğrayan mazlum ehl-i iman ise ebedî cennetle mükâfatlandırılacaklardır. Öy­­­leyse ne zaman bir sıkıntılı hâl başımıza gel­­­se ya da ne zaman az veya çok bir zulme mu­­­hatab olsak, bizim için en büyük te­selli, işte bu Peygamber kıssaları ve eski ka­vimlerden salih ve saliha kimselerin baş­­­larından geçen hikmetli hadiselerdir. Bu kıssaları tahattur etmek, güzel bir te­sel­li olur. Başımıza gelen sıkıntılı hâlleri ka­famıza takmadan, “Bu da Geçer Ya Hû!” de­yip; güzel bir sabır ile sabretmemize ve­sile olur. Peygamberlerin ve geçmiş üm­met­lerin kıs­salarının zikredilmesinin ve an­latılmasının hikmetlerinden biri de yerine gelmiş olur.

Arif Emre GÜNDÜZ 01 Temmuz
Konu resmiYalnızlık mı, Huzur mu?
İnsan

Yalnızlığımızı, kederimizi, derdimizi “hu­zura” çeviren Rabbim! Huzurunda “hu­zura” erdiğimiz Rabbim! Hani bazen yüreğindeki yük ağır ge­lir insana, anlatıp birileriyle pay­laş­­­­­mak, rahatlamak istersin. Paylaşınca sanki hafifleyecekmişsin gibi. Seni belki de sadece dinleyecek, anlamaya çalışacak birisine ihtiyaç hissedersin. Geçersin kar­şısına anlatırsın, anlatırsın, yüreğin kuş gibi çırpınır kendini ifade etmeye çalışırken. Yo­rulursun. Anlamaz seni, işitir ama duymaz hislerini; çünkü kalbinin kulakları sağırdır. Kapatmıştır yüreğinin kapılarını. Kalb duy­mazken, kulak işitse ne yazar. “Aman boş ver, takılma öyle şeylere, buna mı canını sıkıyorsun?” sözlerine muhatap olursun. Basite alır gönül kırgınlıklarını. Sonra su­sarsın. Anlaşılmamanın, anlatamamanın en­­­ka­zıyla susarsın. Kapatırsın kendini kilitli oda­­lara, gecenin karanlığında saklanmak istersin. Ruhunun feryadına, gözlerinden ığıl ığıl inen yaşlar tercüman olur. İşte o an anlarsın, o an hissedersin. Yalnızlıkta “varlığı” bulursun! Yalnızlıkta “huzuru” bulursun! Şimdi gerek yoktur cümlelere. Sen anlat­masan da seni senden daha iyi anlayan “biri” vardır. Kalbinin en küçük sızısını, ak­lının en küçük hatıratını bilen “biri”. En sevdiklerin bile senden yüz çevirirken seni asla bırakmayan “biri”. Ellerini açıp “Ey Rabbim!” dediğinde “Lebbeyk!” diyen “Er­hamürrahimin”  vardır. “O” hep vardı. Mümkün mü onsuz hayat bulabilmemiz? Ama sen şimdi anlıyorsun. Esbab sukut ettiğinde, sebebler arka çevir­diğinde fark ediyorsun. Görmeyen gözün, işitmeyen kulağın, anlamayan aklın, hisset­meyen kalbin şimdi görüyor, şimdi işitiyor, şimdi anlıyor ve hissediyor… Ey gönül, Rabbinden başka anlayan olur mu seni? Niye oyalanırsın çıkmaz sokaklarda! O nasıl bir lezzettir. Nasıl ruhi bir ra­hat­lamadır. Vuslatın verdiği bir hal midir ki bu? Yoksa asıl aradığını bulmanın verdiği “hu­zur” mu? Bediüzzaman Hazretleri ne kadar da güzel ifade etmiş bu hali: “Duanın en güzel, en latif, en leziz, en hazır meyvesi neticesi şu­dur ki; dua eden adam bilir ki, birisi var ki onun sesini dinler, derdine derman yetiştirir, ona bakar, ünsiyet verir. Hem onun had­siz ihtiyacatını yerine getirebilir ve onun hadsiz düşmanlarını defedebilir bir zatın huzurunda kendini tasavvur ederek, bir ferah bir inşirah duyup, dünya kadar ağır bir yükü üzerinden atıp, Elhamdülillahi Rabbilalemin” der.1 Elhamdülillah, Elhamdülillah, Elhamdü­lillah! Yalnızlığımızı, kederimizi, derdimizi “hu­zura” çeviren Rabbim! Huzurunda “hu­zura” erdiğimiz Rabbim! Niye koşar dururuz ki bizim gibi aciz­lerin peşinden, kendi derdine derman bu­la­ma­yanlardan neden meded bekleriz? Haz­ret-i Üstad ne de güzel söylemiş: “Allah bir­dir. Başka şeylere müracaat edip yorulma. Onlara tezellül edip minnet çekme. Onlara temelluk edip boyun eğme. Onların arka­sına düşüp zahmet çekme. Onlardan kor­kup titreme. Çünkü Sultan-ı kâinat bir­dir. Her şeyin anahtarı onun yanında, her şeyin dizgini onun elindedir. Her şey onun emriyle halledilir. Onu bulsan her mat­lu­bunu buldun, hadsiz minnetlerden ve kor­kulardan kurtuldun.”2 İşte reçete, işte kurtuluş rehberi! Ama unutuyoruz. Seni unuttuğumuz gibi sana dua etmeyi de unutuyoruz. Unutuyo­ruz acizliğimizi, hiçliğimizi, perişaniyeti­mizi. “Rabbinize yalvara yalvara ve için için dua edin!..”3, “Bana dua edin, size icabet edeyim...”4 “(Habibim, ya Muhammed!) Kul­­­larım bana senden sorarsa, şüphe yok ki ben (onlara) pek yakınım. Bana dua ettiği za­­man dua edenin duasına cevap veririm...”5 hitap­­larını, davetlerini, emirlerini hep unu­tuyoruz. “Allah’ı unutan.. bu yüzden (Allah’ın da) onlara kendilerini unutturduğu kimseler gibi olmayın!”(6)6 hakikatini unutturma bize Allah’ım! Aslında başımıza gelen her şey sana açılan, sana ulaştıran bir kapı değil midir? Bizler için yeni fırsat kapıları değil midir? Rahat döşeğimizde gaflet yorganlarının al­­tında en küçük şeylere nazlanır olduk. Şü­kür lisanı, şükür hali kalktı üzerimizden. “Lütfun da hoş, kahrın da hoş” cümleleri artık  dökülmüyor dilimizden. Belki de bi­rinci dersimizi unuttuk; “Güzel gören güzel düşünür. Güzel düşünen hayatından lezzet alır.” Mutsuzluklarımızı, başarısızlıklarımızı baş­ka­ları­na yük­lemekten ne zaman vazgeçe­ceğiz. Her sıkıntının bizi Rabbimize bağ­layan bir ihsan, bir lütuf odluğunu görme vakti gelmedi mi artık? Haydi, indirelim artık gözlerimizdeki per­deleri! Etrafımızın nimetlerle dolu olduğu­nu artık fark edelim! Her sıkıntı bize hediyelerle sunulur. Yeter ki “görmeyi” bilelim! Sevgilinin kapısını “dua” ile çalmayı öğrenelim! Duamız, sevgimiz, huzurumuz daim olsun inşallah! Kaynaklar: 1- Osmanlıca Mektubat 1, 24. Mektup, 4. Nükte2- Osmanlıca Asa-yı Musa, 10. Hüccet-i İmaniye, 20. Mektubun 1. Makam, 2. Kelime3- A’raf, 554- Mü’min, 605- Bakara, 1866- Haşir, 19

Elif Hüma ARSLAN 01 Temmuz
Konu resmiYaşanabilir Merhametli Şehirler
Kültür ve Medeniyet

Şehir; insan, mekân, doğa, zaman, varlıklar, işler ve ilişkiler düzleminde insan irfan, kültür ve medeniyetinin geliştirdiği, insan emeği ve aklının coğrafyaya işlenmiş eseridir. Şehirler toplu yaşamın, kuralların, kanunların, değerlerin ve hiyerarşinin olduğu en geniş anlamda mal ve hizmetlerin üretim ve ticaretinin yapıldığı yeni fikir, kültür ve yaşamların harmanlandığı güvenli ve huzurlu bir yaşam arzusuyla insanların sürekli bir umut, arayış ve caba ile imar ettiği büyük yerleşim alanlarıdır. Şehirlerde insanlar gibidirler doğarlar, bü­yürler, gelişirler, serpilirler ve za­­man içeri­sinde yıpranırlar, eskirler, yaş­la­nır­­lar, çöker­ler, terkedilirler. Zamanın yıp­ra­­tıcılığı, afet­ler, savaşlar ve göçler şehirlerin çehresini de­ğiştirir, anlam haritalarını bo­zarlar, gidi­len veya terk edilen yurtlara dön­dürürler. İn­sanın sürekli aradığı; aşının devamı, yu­vasının huzuru ve geleceğe bı­ra­kacağı bir miras olan nesillerinin adil, gü­venli ve ba­rışçıl bir ortamda yaşama ül­küsüdür. Şehirler birey ve toplumun ortak hatıra­larının, ümitlerinin ve değerlerinin yaşan­dığı mekânlardır. Şehirler insan, çevre ve kültürün birbirini etkileyerek, sürekli dö­nüştüğü yerlerdir. Doğanın kucağında, ya­şamak için sürekli göç eden ve mücadele ha­linde olan insan, şehirle beraber yerleşik hayata geçmiş; iş bölümüne dayanan, daha üretken ve verimli, daha kurallara ve kanu­na bağlı, daha dingin ve öngörülebilir bir yaşamın konfor ve emniyetine kavuşmuştur. Şehir ve ilişkiler Yatay şehirler geleneksel kadim kültürlerin yaşam biçimi olduğu kadar sakin, huzurlu ve üretken bireylerin yetişebileceği bir or­tam olarak akılcı yerleşim politikalarının uy­gulandığı ülkelerde bugün dahi uygu­lan­maktadır. Burada toprak herkes tara­fından erişilebilen ve kendi ihtiyacına göre evini inşa edebileceği bir mekândır. Toprak bu anlamda metalaşmamış ihtiyaca cevap veren, yatırım aracı olmayan üzerinde imar yasaları ile spekülatif kazanç aracına dönüş­tü­rülmeyen, herkesin mahrem ve bir şekilde mübarek olan yuvasını inşa edeceği bir alan­dır. İlişkiler yatay mimaride komşular­la ve mahalleliyle anlamaya, tanımaya, yar­dımlaşma ve dayanışmaya açık insani bir iklimde gelişir. Herkes ortak yaşamın ge­tir­diği bir bilgelik ve sorumlulukla, komşu­sunun acısı ve sevincini yüreğinde hisseder; doğum, düğün ve vefat günlerinde olduğu gibi. Dikey yapılaşma arazinin metalaştırıldığı, gayr-i menkul ve mülkün değer olarak insan emeğinin önüne geçtiği, dünyevileşme ve gösterişin öne çıktığı, toprağın spekülatif bir kazanca, ranta dönüştürüldüğü, me­kânın mahremiyetinin yok edildiği bir yerde ve zamanda gelişir. Dikey yapılaşma, kozmopolit yaşamı besleyerek, ilişkilerde ko­runma ve sakınmaya yönelik davranışları ortaya çıkarır. Dikey yapılaşma ile beraber nüfus ve araç yoğunluğunda birim alanda artış oluşur. Buda davranışlarda ve ilişkiler­de yozlaşma ve duyarsızlığın gelişiminin önüne açarak hürmet, saygı ve adalet duy­gularını baskı altına alır, duyarsızlığın ve merhametsizliğin kol gezdiği bir toplumsal yapıyı ortaya çıkarır. Çok katlı binalarla dünyanın her yerinde yerel kültürler baskı altına alınarak mima­riden malzeme kullanımına, peyzajdan de­korasyona kadar yerel kültürün gelişimi önündeki bütün imkânlar sınırlanmaya ve ulus ötesi yapıların dünya halkları için biçti­ği yaşam tarzları toplumlara dayatılmakta­dır. Çok katlı binalarla, farklı toplumların kül­tür ve yaşam biçimlerine karşı adeta toplum mühendisliği yapılmaktadır. Günümüz mimarisi tüketim ve gösterişe dayalı, değerlerden arındırılmış, dünyevi bir yaşamı bütün kültürlere ve toplumlara da­yatmaktadır. Havuzun etrafında, Fransız pen­cerelerden bakılarak inşa edilen bu me­kân tasarrufu bizi bize yapan hayâ, edep, saygı ve hürmet duygularımızı tahrip ederek, her birimizi mekân içerisinde bir ayrıntıya, bir objeye indirgiyor. Herkes oturduğu site, kullandığı araç, tükettiği eşyalar kadar ken­dini değerli hissediyor ve aidiyetler inşa ediyor. İnsan Ölçekli Bina Şehrin merkezinde insanın barış, huzur, gü­­ven içerisinde sağlıklı ve yaşanabilir bir or­tamda kendini gerçekleştirmesini sağla­­mak vardır. Binaların insan ölçeğinde, onun onu­runu koruyacak boyutlarda inşa edilme­si ge­rekir. İnsan ölçeğinde şehrin yapılması demek özellikle insanların yaşadığı, 24 saat, 7 gün, 365 gün ve 1 ömür aileleriyle, çocuk­larıyla, yaşlılarıyla, komşularıyla yaşayacağı bir mekân olarak tasarlamamız gerekir. İnsan ölçekli olarak şehri tasarlarken, şehirdeki maz­lumları, mağdurları, güçsüzleri, zayıfları merkeze alarak, şehirde özümüzde olan mer­hametimizi ortaya çıkaracak şekilde me­kân­ları oluşturmalıyız. Şehir her yaştan in­sanın kaynaştığı, birbirlerini anladığı, tanı­dığı, yar­­dımlaştığı, varlığından keyif duyduğu, var­lığıyla eksikliğini tamamladığı, ortak ha­fı­zamızın ve geleceğimizin inşa edildiği me­kân­dır. Bu öngörüyle bütün ayrıntılar ve mekânlar ve şehirde tasarlanmalıdır. Şehir yapmak bina yapmak değildir. Bütün bu binalar ve mekânlar bir araya geldiği za­man ortaya çıkan anlamlı ve uyumlu büyük resim şehirdir. Büyük resmi insanlar, bina­lar, mekânlar ve ilişkiler olarak göremezsek sağlıklı, sürdürülebilir ve yaşanabilir bir şe­hir inşa edemeyiz. Şehirde mesken ve işyeri mimarisinde ayrıma giderek, meskenlerin olduğu yerde az katlı yatay mimariyi des­teklemeliyiz.  Şehrin hem insan ölçekli olması, hem de insan yüzlü olması lazım. İnsan yüzlü ol­ması şehirde insan ilişkilerinin rahmani ol­ması, merhamet merkezli olması, insanın birbirine bakabilmesi ve fark edebilmesi an­­lamına geliyor. Yaşlı, engelli ve çocukları ön­­celeyen “çocuk ve yaşlı dostu şehir” leri, bina mimarisi ve şehir planlaması ile ilişki­lerimizi besleyen ve duyarlılığımızı artıran merhametli şehirler olarak inşa etmeliyiz. Her türlü yoğunlaşma şehirde sorunlar or­taya çıkarır. Çok katlı binaların olduğu, insanların yoğun yaşadığı mekânlarda da bir duyarsızlaşma, içe kapanma ve ken­di­ni koruma davranışı ortaya çıkıyor. Şehir­lerimizi inşa ederken bireyin ruh ve akıl sağlığını koruyacak ve geliştirecek, anlam ve duygu bütünlüğünü sağlayacak şekilde olabildiğince, az katlı ve yoğunluklu ola­rak yeterince sosyal donatı alanlarıyla inşa etmeliyiz. Konut olarak kullandığımız binaların etra­fında insanlara yaşam alanları sağlayacak yeşil dokuyu oluşturmalıyız. Olabilecek bir afet, deprem, savaş ve olağan üstü bir du­rumda insanlar kendi mesken alan­ları ya­kınında olabildiğince minimum ihti­yaç­larını karşılayabilecek bir üretim ve yaşam gücüne sahip olmalıdır. Ulusal güvenliği­miz acısından, olağanüstü durumlarda bir binanın ve şehrin kendi kendine yetebilme­si hayati ve stratejik öneme sahiptir. Çocuk ve Mekân Şehrin bütün unsurlarının insana hitap et­mesi, onu kucaklaması, insana güven ve huzur vermesi lazımdır. Geleneksel mi­ma­ride bina insani ölçekte olduğundan ço­cuk evinden çıktığı zaman, çevrede veya bah­çe­sinde arkadaşları ile oynayabiliyor ve oku­lu­na yürüyerek gidebiliyordu. Çocuğun ilk sosyalleşme aşamasında evinden okuluna yü­rüyerek gidebilmesi sağlıklı bir sosyalleş­me için önemlidir. Bu şekilde çocuk çevresinde­ki ilişkileri anlıyor, kendi sosyal çevresini kendisi gözlemleriyle yakalayabilme şansı­na sahip oluyor, kendine öz güven kazanı­yor ve toplumsal ilişkileri okuyabiliyor. Okula giderken ve gelirken komşusunu tanıyor, ma­­halle arkadaşını görüyor, esnafı tanıyor, yaşlı amcayı görüyor, engelli birini görüyor ve hissediyor, selam alıp veriyor, çevresiyle etkin, çift yönlü ilişkiye geçerek, özgün ve şahsiyeti gelişebilen bir birey olabiliyor. Çocuklar için yapılan okulların, eğitim ka­demesine (anaokulu, ilk, orta ve lise) bağ­lı olarak onların vücut ölçülerine ve gelişi­mine uygun olarak inşa edilmesi gerekir.  Okulların sınıf ve okul mevcutları çocuğun anlama ve katılma duygularını geliştirecek öğrenci yoğunluğunda olmalıdır. Her ka­de­me eğitimde, öğrenci- bina ilişkisini sür­dürülebilir ve çevresi ile etkin iletişime ge­çecek şekilde ayarlamamız gerekir. Okul mev­cutlarını, anaokullarında 100 den faz­la, ilköğretimde 250 den fazla, orta öğre­timde 400 den fazla ve lisede 700 den fazla olmayacak büyüklükte, yeterince sos­yal do­­natı alanı ile yapmamız gerekir. Gelece­ği­miz olan çocuklarımızın sağlıklı ve huzur­lu bir ortamda eğitim alarak, kişisel bilgi ve becerilerini artırması, sağlıklı olarak sos­yalleşmesi ve kişisel gelişimini sağlamada en önemli husus doğru ölçeklenmiş okul bina büyüklükleri ve yoğunluklarıdır. Ev ve okul mesafesi çocukların yürüyerek gidebileceği bir mesafede planlanmalıdır. Bu çocuğun kendisini ve çevresini tanıma­da, kendi özgüvenini geliştirmesinde ve sağ­­­lıklı sosyalleşmesinin önünde en önemli engel­lerden biridir. Anaokulundan liseye ka­­dar servislerle çevresinden yalıtılmış ola­rak okula giden bir öğrencinin toplumsal ger­çekleri anlaması ve yaşadığı toplumu ve çev­reyi tanıması, sağlıklı ve dengeli bir birey olarak gelişmesi mümkün değildir. Sağlıklı bir birey olmanın yolu toplumsal gerçekler­le yüzleşen, sorumluk alan, aklı ve vicdanı hür birey olmayı sağlayacak, katılımın ve paylaşımın olduğu, sosyal çevrenin gerçekçi bir zeminde inşasına bağlıdır. Tek tip ve çok katlı binalar çocukların ya­ratıcı ve üretken bir zihne sahip olmasının önünde en önemli engellerden biridir. Da­ha çok sakınma, korunma ve güvenlik ek­seninde inşa edilen bu yapılar, anlama, yak­laşma ve keşfetme duygularımızı törpülü­yor. Bu bina yapısı çocuklarımızın merak ve hayret duygusunu engelleyerek üretken ve yaratıcı bir zihin yapısında geliştirmesini önlemektedir. Şehirde çocukların kayna­şa­cağı, oynayacağı, spor yapacağı, faklı mele­ke­lerini geliştirebileceği çocuk parkları, spor alanları, hobi, sanat ve kültür merkezleri­nin içinde olduğu sosyal donatı alanları ge­liştirilmeli ve çeşitlendirilmelidir. İş Hayatı ve Emeğin Değeri Şehir aynı zamanda geçimimizi sağladığı­mız iş, sanayi ve ticaret yeridir. İnsanın şehir­de değer üretirken ortay koyduğu tek değeri var­lığı, zamanı ve emeğidir. İnsana hürmet ve emeğine değer veren bir sosyal ve ekono­mik yapıyı şehirlerimizde inşa etmeliyiz. İnsan emeğinin değersizleştirildiği bir yer­de insana hürmet ve insan haklarından söz edilemez. İnsanın varlığından dolayı en büyük ve an­lamlı çıktısı olan emeğine saygı duymalı ve değer vermeliyiz. İnsana hürmeti merkez alan bir zaman kullanımı, mekan ve ilişki tasarımını yaptığımız her işte öncelemeliyiz. İnsanının ailesine ve sevdiklerine zaman ayırması, hem kendi gelişimi acısından hem de ondan beklentileri olan kişilerin gelişimi ve mutluluğu acısından önemlidir. Uzun çalışma saatleri arasında bu imkâna sahip olamayan bir birey ve ondan beklentileri olan sevdikleri gerekli paylaşımlara sahip olamadığından ruhsal ve sosyal gelişimini yeterince sağlayamamakta ve bu durum bir­çok çok sosyal, kültürel ve adli soruna yol açmaktadır. Kendisine ve ailesine ye­terince zaman ayıramayan birey birçok ahlaki, vicdani, ruhsal ve de fiziksel sorunlar yaşamaktadır. Çalışma sürelerinin geldiğimiz bu otomas­yon ve hız çağında tekrar gözden geçiril­mesi gerekmektedir. Her şeyin daha çok üretime ve emeğin uzun süreli kullanımına bağlandığı bu ekonomik koşullarda sağlıklı birey, aile ve toplumunu gelişimi mümkün değildir. Çalışma saatleri ve günleri gözden geçirilerek daha adil ve insani bir çalışma ortamı oluşturulmalıdır. Bir günlük çalışma saatlerinin 7 saate ve aylık çalışma gününün 20 günü aşmayacak şekilde düzenlenmesi işlerde verimliliği artıracak, iş/aile/toplum barışını sağlayacak, yeni istihdam alanları oluşturacaktır. İnsanı değerli ve anlamlı kıl­manın yolu, onun emeğine ve zamanına değer vermekten geçer. Emeğin karşılığı olan ücret insan onuru­na yakışır adil, katlanılabilir ve hoşnutluğu sağlayacak bir ücret olmalıdır. Ücret- zaman değeri bireyin ve ailenin gelişimini sağla­ya­cak toplumsal barış ve huzurumuzu ar­tı­racak, sağlıklı birey, aile ve toplumun in­şasına imkân verecek şekilde adil ve hakça paylaşım temelli olmalıdır. İnsan ve Çevresi Doğal çevrenin iyileştirmesi Doğal çevrenin geliştirilmesi; su havzaları, deniz ve ormanların herkesin erişebileceği şekilde düzenlenmesi ve gelecek nesillerinde hakkı da düşünülerek korunup, geliştiril­mesi gerekmektedir. Herkesin erişimine açık olarak şehir içerisinde semt parkı ve kent ormanları oluşturulması lazımdır. Ül­kemizde özellikle İstanbul açısından ko­nuş­mamız gerekirse kent ormanlarına ve semt parklarına dönüştürülebilecek alanlar, gelir getirici projeler anlayışı içerisinde maalesef imara açılmıştır. Şehir içerisindeki olağan üstü durumlarda kullanabileceğimiz bu al­tın alanları yavaş yavaş kaybediyoruz. İnsan hırsının ve tamahının doğada yaptığı geri dönülmez tahribatı anlatan iki Kızıl dereli atasözünü hatırlatmada fayda var. “Son ağaç kesildiğinde, son nehir kuru­duğunda, son balık öldüğünde beyaz adam; paranın yenmeyen bir şey olduğunu anla­yacak.” Ve “Yeryüzü, bize atalarımızdan mi­ras kalmadı, çocuklarımızdan ödünç aldık.” İnsani ve sosyal çevrenin geliştirilmesi İnsani bir sosyal çevrenin geliştirilme­sinde mahalle, komşuluk ve esnaf ilişki­leri çok önemlidir. Okul, cami, semt pa­zarında­ki ilişkiler. Aidiyet, güven ve sos­yal yar­dım­laşma ve dayanışma da aynı şe­kilde öne­me sahiptir. “Yaşlılarınıza ve güç­süz­leri­nize dik­kat ediniz zira siz onların sa­ye­sinde rı­zık­landırılıyorsunuz.” hadisinde Pey­­gam­be­rimiz bizi mazlum, mağdur ve ma­­sum­lara duyarlı ve merhametli olmaya ça­­ğı­­rıyor. Mahalle, komşuluk ve esnaf ilişkilerinin geliştirilmesi zengin bir sosyal çevrede yaşa­mamız için elzemdir. İnsanlarımızın toplu olarak kullandığı, hizmet aldığı okul ve camilerimizi katılımcı bir anlayışla imar edip yaşatmalıyız. Nesillerin kaynaştığı bir mekân olarak buralara her türlü destek ve ilgiyi göstermeli bize hizmet eden kurum­lara vefalı olmalıyız. Şehre ve mekâna aidiyeti sağlayacak kişi, yapı ve kurumların varlığına saygılı ve ge­liş­tirici bir kültürel ortam geliştirilmeli ve desteklemeliyiz. Mahalledeki yalnız ve muh­taç kimselerin varlığından haberdar olup, on­ların ihtiyaçlarını gidermede bireysel ve kurumsal hizmetler geliştirmeliyiz. Tarihi ve Kültürel Çevre Şehirlerimizdeki şehre kimlik kazandıran toplumsal hafızamızın belirleyicisi mekân ve alanların gelecek nesillere korunarak ak­tarılmasına dikkat etmeliyiz. Bu çerçevede tarihi mekânların restore edilerek kullanıma açılması, Şehir siluetlerinin korunması nok­tasında özen gösterilmelidir. İstanbul’da Tarihi Yarımada içerisinde ya­pı­lacak değişimlerde Tarihi Yarımada kim­li­ğini tekrar ortaya çıkarılması çok mü­him­dir. Yaşayan bir şehir olarak tarih ile yeni olanı uygun ve ahenkli bir şekilde şe­hirde harmanlamalıyız. Bütün zaman ve mekânı biz ve bizden sonrakiler, biz ve ötekiler kapsamında doğru bir şekilde kur­gu­layabilirsek gerçekten insani ve sür­dürülebilir bir kentsel tasarımı ve yerleşim uygulamaları yapabilmiş oluruz. Mekân isimlerinde Türkçe isimlerin kulla­nılmasına özen göstermeliyiz. Şehirlerimiz­de gezerken hangi diyarda gezdiğimizin far­kında değiliz. Ekonomik Çevre Şehirlerimizin ekonomik hayatına yön ve­ren, insani ilişkilerin ve yardımlaşmanın yo­ğun olduğu, semt esnafını koruyacak şekil­de AVM politikalarının gözden geçirilmesi gerekir. Gelir adaletinin bozulması, toplumda umut, heyecan ve merhametin azalması, emeğin bir değer olarak metalaştırılmasının önüne geçmeliyiz. Evlenme yaşının yükselmesi, boşanmaların artması ve ailenin çözülmesinin nedenleri iyi araştırılmalı ve aile kurumunu güçlendire­cek ekonomi politikaları öncelenmelidir. Konut fiyatlarının artmasından dolayı ko­nuta erişimin ve sahip olmanın zorlaş­ma­sından dolayı borç altında ezilen halka yö­nelik sosyal politikalar iyileştirilmelidir. Ko­nutun bir finansal araca dönüşmesini ön­­leyecek ve bankaları konut finansmancı­sı ol­maktan çıkarıp üretime ve iş geliştirme­ye yönlendirmeliyiz. KOBİ ve küçük esnafın sermayesinin eği­tim harcamalarına yönlenmesini önleyecek katılımcı ve adil bir eğitim sistemi oluştur­malıyız. Merhametli Şehirler Sivil toplum ve devlet el ele vererek adeta bir “imece anlayışı” ile evlerimizi ve yaşadığı­mız bütün mekânları büyük bir bilgelik içerisinde, gelecek nesillerin de hakkını dü­şünen erdemlilikle inşa etmeliyiz. Şehri “Herkes için şehir” anlayışı ile “merhametli bir şehir”e dönüştürmeliyiz. Düne saygı, bugüne adalet ve geleceğe miras olarak ne bırakıyoruz duyarlılığını kaybetmemeliyiz. Geleceğin şehirleri bulunduğu topograf­ya ve coğrafyaya saygılı olmalıdır. Bizimle bir­lik­­te diğer canlılarında şehirde hakkı oldu­ğu­­nu unutmamalıyız. Şehirle beraber camileri­mi­zi de daha işlevsel, daha estetik olarak zen­gin sosyal donatı alanları ile birlikte inşa etmeliyiz. Özellikle kadınlarımız için camiyi erişilebilir ve güvenli kılmalıyız. Çocukların çocukluklarını yaşayamadığı, yaş­­lıların kendilerini dinlendiremediği, her­ke­sin adeta yalnızlığı ve itilmişliği yaşadığı mer­hametsiz ve ruhsuz binalar inşa ediyo­ruz. Bu binaların oluşturduğu şehirler insanı insan yapan anlama, katılma, duygulan­ma, merhamet, acıma, yardımlaşma ve da­yanışma kültürünü ortadan kaldırarak in­sanları kategorize ederek yalıtıyor. Yaşlar arası bilgi/tecrübe ve duygu/sevgi pay­laşımının olmadığı yerde rahmani bir in­san kültürünün gelişimini sürdürebilme­si mümkün değildir. Bu gidişle bizi bekle­yen çocuklar için kreş, gençler için yurtlar olduğu gibi yaşlıları için de adına “huzur evleri” denilen gerçekte “tecrit yurtları” olan mekânlar olacaktır. Böyle bir kültürün inşa edildiği zaman ve mekânda neslin de­vamını ve değer aktarımını sağlayan aile kurumunun varlığını sürdürebilmesi zor olacaktır. İnsanlığın varlığını sürdürebilmesi için ge­liştirdiği en değerli kurumu olan ailenin varlığı sağlıklı, huzurlu yuvaların ve kom­şuluk hukukunun geliştiği mekân ve şehir­lerde serpilip gelecek zamanlara aktarı­la­caktır. İnsani olan yardımlaşma ve dayanışma duy­­gularımız törpülenerek, rekabet ve acı­masızlık üzerine inşa edilen bir kültürle dünyamız adeta bir arenaya çevriliyor. İn­sanlığın içine sürüklendiği bu durum çevre felaketinden daha büyüktür. Biz dünya­mızı kirlettiğimizi fark ettik ancak onu kirle­ten zihinlerimizi, gönüllerimizi, ahlak ve ilişkilerimizi arındırmadan içine girdiğimiz bu durumdan çıkışımız kolay olmayacak­tır. İnsanı merhamet, sevgi, insaf ve adalet temelli bir erdem anlayış ile yeniden inşa ederek içine sürüklendiğimiz bu çıkmaz so­kaktan kurtulabilir ve yeni yaşanabilir bir dünya, şehirler ve mekânlar kurabiliriz. Konutlarımızı insani ölçekte olabildiğince yatay olarak inşa etmeliyiz. Bütün konut olarak inşa ettiğimiz binalar çocuğu, genci, orta yaşlısı, yaşlısı ve engellisi ile erişilebilir olmalıdır. Yaşayan ve nefes alan her canlı şehirde kendisini yalnız hissetmemeli ve her mekâna kolayca erişebilir olmalıdır. İnsan mekân karşısında ezilmemeli ve onunla sür­dürülebilir bir bağ kurabilmelidir. Di­na­mik insan ömrü ve statik binalar ara­sında sağlanacak sürdürülebilir ilişki şe­hir­­lerimizi daha huzurlu, güvenli ve ya­şanabilir kılacaktır. Şehir herkes için bir ba­rış ve emniyet yurdu olacaktır. İnsanlar mer­hametli olduğu kadar mekânlarda mer­hametli olabilir. Biyolojik varlığımızı sür­dürebilmek için ekmek, suya ihtiyacımız olduğu kadar ilişkilerimizde farkındalık, yar­dımlaşma ve dayanışmayı sağlayacak me­kân tasarımlarına şehirlerimizde ihtiyacı­mız vardır. “Herkes için şehir” anlayışı ile şehirlerimizi merhametli ve yaşanabilir kıla­biliriz.

Avni ÇEBİ 01 Temmuz
Konu resmiRisale-i Nurdan İstifade Mertebeleri
Risale-i Nur

“Risâle-i Nûr’un mesleği ise vazîfesini yapar, Cenâb-ı Hakk’ın vazîfesine karışmaz. Vazîfesi teblîğdir. Kabul ettirmek, Cenâb-ı Hakk’ın vazîfesidir. Hem kemiyete ehemmiyet verilmez. Sen o havâlîde bir tek Âtıf’ı bulsan, yüzü bulmuş gibidir. Merak etme!” Üstad Bediüzzaman Hazretlerinin key­fiyet ve kemmiyet meselesine son derece önem verdiğini tarihçe-i hayatından ve Risale-i Nur’daki ifadelerden anlıyoruz. Malum olduğu üzere keyfiyet nitelik, değer, kalite anlamlarına gelirken; kemmiyet ise, nicelik ve sayıca durum anlamı taşımaktadır. Kaliteli, çağın gerektirdiği şekilde iyi yetişmiş donanımlı insana olan ihtiyaç her geçen gün artan hizmet faaliyetleri açısından açıkça görülmektedir. Bu da keyfiyet ve kemmiyet meselesini yeniden gündeme getirmektedir. Hazret-i Üstad gerek Eski Said döneminde gerekse Yeni Said döneminde talebelerinde hep keyfiyeti ön plana çıkarmıştı. Van’da yüz elli kadar talebesiyle Horhor Medresesinde yoğun ilmi çalışmalar yapıyordu. O, medreseye talebe alırken “Ölene kadar benimle kalacaksan seni alırım” diyordu. Böylece talebeye pazara kadar değil, mezara kadar hizmet idealini aşılıyordu. Birinci Dünya Savaşının çıkmasıyla, medresede ilmi çalışmalar yanında harp sanatıyla da iştigal edilmeye başlandı. Üstad, kendisine ölümüne bağlı yüz elli neferiyle harp sahasında adeta destan yazıyordu. Gönüllü alay kumandanı olarak katıldığı her çatışmada üstün başarılar elde etmişti. Sonunda Ruslara esir düştüğünde, o kahraman talebelerinden ancak birkaç tanesi hayatta kalabilmişti. Diğerleri üstatlarına verdikleri sözün gereğini yapmış, şehit olmuşlardı. O yıllarda Üstadımız, “Elli tane talebem olsa, Akdamar Adasına gitsem, on yıl onları yetiştirsem, dünyayı fethederdim” diyordu. Bu idealini gerçekleştirmesine –maalesef- savaşlar müsaade etmedi. Sonraki yıllarda Said Nursi Hazretlerinin sürgün hayatı başladı. Burdur, Isparta ve son olarak Barla’ya gönderildi. Burada da hep keyfiyetli talebe yetiştirmeye gayret etti. Talebede ilk aradığı şartlar sadakat, sebat, cesaret, ciddi gayretti. Talebe yetiştirmek zaman isteyen bir süreçtir. Bunun için aceleci olmamak gerekiyordu. Isparta’ya yazdığı bir mektupta şöyle diyordu: “Altı senedir Isparta’da ciddi talebelerin çıkmasına muntazırdım, bekliyordum. El-minnetü lillah, şimdi sizinle beraber birkaç tane çıkmaya başladı. Çünkü bir talebe, yüz dosta müreccahtır.”1 “Bazen bir adamın irşadı bin adamın irşadından evla olur” diyordu. Hasan Atıf ismindeki bir talebesi hakkında şunları söylemişti: “Risâle-i Nûr’un mesleği ise vazîfesini yapar, Cenâb-ı Hakk’ın vazîfesine karışmaz. Vazîfesi teblîğdir. Kabul ettirmek, Cenâb-ı Hakk’ın vazîfesidir. Hem kemiyete ehemmiyet verilmez. Sen o havâlîde bir tek Âtıf’ı bulsan, yüzü bulmuş gibidir. Merak etme!”2 Hakkı Ağabey ve Hulusi Ağabey’e yazdığı bir mektupta keyfiyet hakkında şu ifadelere yer vermişti: “İkiniz iki yüz talebeye mukabil olarak bana ihsan edilmişsiniz. Öyle ise, iki yüz talebe vazifesi görüyoruz, deyip iftihar ediniz ve şükrediniz.”3 Keyfiyetin zaman aldığını fakat neticede kemmiyetten daha ziyade faydalı olacağını şu şekilde izah ediyordu: “Kemiyet keyfiyete nisbeten ehem­­mi­yet­siz olduğundan, hâ­lis bir hâdim ola­rak, hakikat-i ihlâs ile, her şeyin fevkinde hakaik-i imaniyeyi on adama ders ver­mek, büyük bir kutbiyetle binler adamı irşad etmekten daha ehemmiyetli görüyorum. Çünkü o on adam, tam o hakikati her şeyin fevkinde gördüklerinden, sebat edip, o çekirdekler hükmünde olan kalbleri, birer ağaç olabilirler. Fakat o binler adam, dünyadan ve felsefeden gelen şüpheler vesveselerle, o kutbun derslerini, ‘Hususî makamından ve hususî hissiyatından geliyor’ nazarıyla bakıp, mağlûp olarak dağıtılabilirler.”4 Buraya kadar alıntıladığımız ifadelerde hep keyfiyet üzerinde durulduğunu görüyoruz. Hazret-i Üstadın da hayatı boyunca key­fiyetli talebe yetiştirmeye azami gayret gös­terdiğini biliyoruz. Hatta bunu daha siste­matik bir şekilde yapabilmek için hayatı boyunca “Medresetü’z-Zehra” projesi için çalıştığını da gayet iyi biliyoruz. Üstadın zamanında bu ideali gerçekleştirmesine engel çoktu. Fakat ondan sonraki dönemlerde bu engeller bir bir ortadan kalktı. Hatta şu an devlet desteği almak bile mümkün. Peki, eksik olan ne? Niçin bu ideal gerçekleşmiyor? Bunun sorgulanması gerekiyor. Yukarıdaki ifadelerden çıkardığımız hizmet ölçülerini ve bu soruların cevabını da inşallah gelecek sayıda bulacaksınız. Kaynaklar: 1- Barla Lahikası, 336. Altınbaşak Neşriyat.2- Kastamonu Lahikası, 331. Altınbaşak Neşriyat.3- Barla Lahikası, 335. Altınbaşak Neşriyat.4- Emirdağ Lahikası, 122. Altınbaşak Neriyat

Zafer ZENGİN 01 Temmuz
Konu resmi“Hürriyetsiz yaşamam!”
Kültür ve Medeniyet

Nasıl olursanız, öyle idare edilirsi­niz” buyurmuştu, Efendimiz (sav). 15 Tem­muz akşamından itibaren Tür­kiye’de yaşayan 78 milyon insan, hep be­ra­ber bir kez daha dedi ki: “Hürriyetsiz yaşamam!” Böylesine azade, fakat Allah’a bağlı bir millet de; elbette bütün baskı ve kalkışmalara karşı hür, Hakk’a karşı bağlı bir idareyle nimetlendirilecektir. Allah, bu aziz millete esaret göstermedi, göstermesin inşallah. 15 Temmuz gecesi gerçekleşen menfur te­şebbüs, bu milleti yeniden birbirine ke­netlemiş, bir kez daha millet olma ruhunu teyit ederek tahkim etmiştir. Hamiyet-i mil­liye feveran etmiş; her fikir ve düşün­ce­den, farklı anlayış ve tarikten insan, gün­lerce meydanları doldurarak hem reisini ca­nı bahasına koruyan ve itaat eden hem de vatanından ve hürriyetinden asla taviz ver­meyen bir millet olduğunu, bir kez daha bü­tün dünyanın yüzüne haykırmıştır. Bediüzzaman Hazretlerinin, ruhu karanlık cuntalara karşı sarf ettiği, “Ben ekmeksiz yaşarım, hürriyetsiz yaşayamam” sözünü, bugün bu millet, ruhu satılmış cuntalara ve hainlere karşı topyekûn ve gür bir sada ile ortaya koymuştur. Evet, Allah’a kul olmuş bir millet asla esir edilemez! İnanmış bir toplum, kat’a diz çöktürülemez! Hamiyeti âli bir millet, zinhar zillete boyun eğemez! Bu aziz millet, bunu dosta güven düşmana korku olacak bir kararlılıkla bittekrar izhar etmiştir, elhamdülillah. Bu millet, toplum ve lider ilişkisini, fark­lılıkların ayrıştırma değil bütünleşmeye se­bep olduğunu, eğrinin değil doğrunun hâ­kim olduğunu yine ve yeniden hem kendi iliklerine kadar hissetmiş hem de herkese göstermiştir. Çürük bir patatesin bir çuval patatesi çü­rüttüğü, küçük bir urun tedbir alınmazsa bütün bedeni kuşattığı gibi; ruhu satılmış gayr-ı milli unsurların millet ve vatanı fe­lakete sürükleyeceği herhalde bundan daha net anlaşılamazdı. Şimdi şu da net anlaşıldı ki, biz bir milletiz. Biz, bir’iz. Biz, beraberiz. Vatan, millet ve dinimiz için aynı safta, düşüncede, anla­yış ve kararlılıkta aynı hedefe yürüyen in­sanlarız. İşittik ve itaat ettik düsturu ile devletine ve reisine bağlı, hedefe ulaşmada ön alma değil eksiği tamamlama gayreti içinde olan, bölüştürücü değil tamamlayıcı bireyleriz. Buralara vereceğimiz ağırlık ve katkı, hepi­mizi her anlamda güzel günlere taşıyacak­tır. Kardeşlik ve müspet hareket, iyilik ve güzel meyveleri netice verecektir. İstiklal ve istikbalimiz, ittihad ve ittifakımızda, bir­bi­rimizi Allah için sevmekte hayat bula­caktır, inşallah. Allah bu millete ve memlekete ebediyen ze­val vermesin! Âmin.

Metin UÇAR 01 Temmuz
Konu resmiTarihten Sayfalar
Tarih

Hüsrev Efendi’nin Yazılarındaki Şirinlik Hüsrev Efendi’nin yazılarındaki şirin­­lik, Bedîüzzaman Hazretleri tarafından çok be­ğenilmiştir. Onun hattını, görenlerin ru­hu­nu okşayan, manevî zevkler veren çok şirin yazılar olarak tarif etmiştir. Ha­kikaten de onun yazılarını gören herkes aynı duyguları itiraf etmektedir. Üstad’ın ifadelerine bu duyguları şöyle yansımıştır: “Bu defa bize yazdığın Mu’cizât-ı Ahmedi­ye (asm) Risâlesi çok harika düşmüş. Kim ona bakıyor, bir zevk-i hakiki hisseder. Demek oluyor ki; manevî, hâlis, samimi hisler, maddî nakışlar suretinde kendini hissettiriyor. Bu sırra ben muttali olduğum vakit, kardeşim Galib dahi aynı hisse iştirak etti. Evet, bunun altında manevî tebessüm var diye, senin hattını kendi hattına tercihle mukabele etti.” (Bedîüzzaman Saîd Nursî ve Hayru’l-halefi Ahmed Hüsrev Altınbaşak, c. 1, s. 451) Kalenderhane Camii Fatih’te Vezneciler semtinde bulunan Ka­­lenderhane Camii, ilk olarak Doğu Ro­ma döneminde kilise olarak inşa ettiril­mişti. Tahminî inşa tarihi, 9. yüzyıl ile 12. yüzyıl arasıdır. Fatih Sultan Mehmed, İs­tanbul’un fethinden sonra bu kiliseyi, or­dudaki kalender adlı dervişlere tahsis ettiği için mekân Kalenderhane olarak anılır. 18. yüzyılda Babüssaade Ağası Maktul Be­şir Ağa arafından camiye çevrilmiştir. Ca­miin ana mekânının ortası pandantifli kub­bey­le örtülüdür ve bu ana kubbe, beşik to­noz­larla desteklenerek tavan örtüsü ortaya çı­karılmıştır. Camiin duvarları taş ve tuğla karışımıdır. İç duvarlar renkli mermer kap­lama ve kabartmalarla süslenmiştir. Şeyh Ahmed bin Hadraveyh Hz. (ks) Şeyh Ahmed bin Hadraveyh Hazretlerinin evine giren bir hırsız, evin her tarafını arayıp taradığı hâlde götürecek hiçbir şey bulamadı. Eli boş döneceği zaman Şeyh; “Ey genç! Şu kovayı alıp su doldur, abdest al ve namaz kılmakla meşgul ol, belki o zamana kadar evime bir şey gelir de sana veririm. Böylece evimden eli boş olarak dönmemiş olursun” dedi. Genç onun istediği gibi hareket etti. Sabah olunca ağanın biri yüz elli altın alıp şeyhin huzuruna getirdi. Şeyh gence; “Al bunu, bir gece namaz kılmanın karşılığı budur” dedi. Bunun üzerine gençte bir hâl baş gösterdi. Vücudu tir tir titriyor ve hıçkıra hıçkıra ağlıyor ve “Yolumu kay­betmişim. Aziz ve Celil Allah için bir gece iş yaptım, bana böyle ikramda bulundu” diyordu. Tevbe edip Allah Teâlâ’ya döndü, altınları kabul etmedi ve şeyhe intisâb etti. (Ferîdüddin Attar, Tezkiretü’l-Evliyâ, s. 329)   01 Ağustos 980İbn-i Sînâ Doğdu Asıl ismi Ebu Ali el-Hüseyin bin Ab­dul­lah bin Ali bin Sina’dır. 980 se­nesinde Bu­hara yakınındaki Efşene Kö­yün­de dün­yaya gelmiştir. İbn-i Sina, ola­ğan­üstü bir zekâya sahip ol­duğu için küçük yaşta dik­katleri üzerinde topladı. Önce Kur’ân’ı ez­berledi; dil, ede­biyat, akaid ve fıkıh öğ­re­nimi gördü. İlk hocası Hanefî fakihi Ebu Muhammed İsmail bin Hüseyin ez-Zâ­hid’dir. Dinî ilim­ler sahasında çok yo­ğun bir okuma faa­li­yeti sürdüren ve yüksek bir düzeye ulaş­tı­ğı anlaşılan İbn-i Sina ayrıca geometri, aritmetik ve felsefe eğitimi aldı. Ardından Ebu Sehl Îsâ bin Yahyâ el-Mesîhî ile Samanilerin saray hekimi Ebu Mansur Hasan bin Nuh el-Kumrî’den tıp eğitimi aldı. Meşhur bir felsefeci olduğu kadar, tıpta da büyük eserler ortaya koydu. İbn-i Sina, tıp alanındaki eserleriyle İslâm dün­yasıyla birlikte Avrupa tıp geleneğini de derinden etkilemiştir. Onun Batı’daki et­kisi 17. yüzyıla kadar devam etmiş ve eski Yunan tıp otoriteleri olan Hipokrat ile Galen’in şöhretini gölgede bırakmıştır. El-Kanun fi’t-Tıb ve Kitâbü’ş-şifâ, en bilinen eserlerindendir. 17 Ağustos 1945      Endonezya Bağımsızlığını İlan Etti Endonezya’nın temellerini Sumatra ve Ca­va Adaları ve civarlarındaki adalar ile Açe’deki Müslüman topluluklardan olu­şan emirlikler meydana getirmektedir. Ken­di­leri­ni yüzyıllarca Osmanlı Hilâfeti’ne bağ­lı olarak gören Sumatra, Cava ve Açeli Müs­­lümanlar, Osmanlı Devletinden za­man za­­man destek de görmüşlerdir. Ge­rek Hol­­landalıların gerekse de İngil­te­re’nin sömürgeleştirme çabalarına uzun zaman direnseler de 19. Yüzyılın ikinci yarısında sömürge konumuna düşmüş­ler­dir.  Yedi düvelle mücadele eden Osman­lı Devletinden askerî bir yardım da alama­malarına rağmen, kendilerini her zaman Osmanlı’ya bağlı olarak görmüşlerdir. 17 Ağustos 1945’te bağımsızlığını ilan eden Endonezya Cumhuriyeti, Hollanda’nın bo­yunduruğundan tamamıyla çıkmıştır. 255 Milyon nüfusa sahip olan Endonezya’nın %90’ı Müslüman’dır. Ülke, 17508 adadan meydana gelmektedir. 23 Ağustos 1514Çaldıran Zaferi Yavuz Sultan Selim komutasındaki Os­manlı ordusu ile Şah İsmail komu­ta­sındaki Safevî ordusu arasında, Çaldıran Ovasında cereyan etmiştir. Şah İsmail, aslen Sünnî bir Türkmen iken, siyasî hedeflerine daha kolay ulaşabileceğini düşündüğü için Şiiliği kabul etmiş ve topladığı ordu ile önce İran’ı Şiileştirmiş, ardından da Anadolu’yu Şiileştirmeye çalışmıştır. Şiiliği kabul etme­yen Sünnî âlimleri ve Türkmenleri kılıçtan geçirmiştir. Sebep olduğu kargaşa ve yaptı­ğı zulüm yüzünden 50 bin Müslüman’ın hayatını kaybettiği tahmin edilmektedir. Özellikle Tebriz ve Tokat’ta yaptığı zulüm­ler, hâlâ ehl-i vicdanın gönlünde bir yara­dır. Yavuz Sultan Selim bu zulmü durdur­mak ve zapt etilmiş Anadolu şehirlerini kur­tarabilmek için hazırladığı 100 bin kişilik Osmanlı ordusu ile Güney Azerbaycan’daki Çaldıran Ovasına geldi. Yavuz Sultan Se­lim, 23 Ağustos 1514 günü büyük bir za­fer kazandı. Zaferden sonra Şiî ordugâhı, Şah İsmail’in hazineleri, hanımları ve emir­leri Osmanlıların eline geçti. Çaldıran Za­feri’nden sonra Yavuz Sultan Selim, Tebriz’e hareket etti ve halka eman vererek 5 Eylül’de şehre girdi. Bir hafta kadar Tebriz’de kalan Sultan Selim, şahın hazinelerini ve bazı sa­natkârları alarak İstanbul’a geri döndü.  

Ahmed Said GÜNDÜZ 01 Temmuz
Konu resmi “Dimağda merâtib-i ilim muhtelifedir, mültebise”
Risale-i Nur

Dimağda merâtib var, birbiriyle mültebis, ahkâmları muhtelif. Evvel tahayyül olur, sonra tasavvur gelir. Sonra gelir taakkul, sonra tasdîk ediyor. Sonra iz‘ân oluyor. Sonra gelir iltizâm, sonra i‘tikad gelir. İ‘tikadın başkadır, iltizâmın başkadır. Her birinden çıkar bir hâlet. Salâbet i‘tikaddan, taassub iltizâmdan, imtisâl iz‘ândan, tasdîkten iltizâm, taakkulde bîtaraf, bî-behre tasavvurda. Tahayyülde safsata hâsıl olur, mezcine eğer olmaz muktedir. Bâtıl şeyleri güzel tasvîr etmek her demde, sâfî olan zihinleri cerhdir, hem idlâli. Tasdik aşamasında zihnin edindiği ilim/bilgiyle farklı bilgilere ulaşma imkânı bulur. Bu ilmi/bilgiyi zihin iltizam etmek yani doğrulamak veya yanlışlamak ihtiyacı hisseder. Demek zihin doğrulamak veya yanlışlamakla ilmin/bilginin kendi hakkındaki ihtiyacını hissetmektedir. İz’ân aşamasında zihin, edindiği ilmi/bilgiyi iyice benimsediğinden ona imtisâl etmek yani gereğiyle amel etme ve uyma ihtiyacı hisseder. Yerine getirme gayreti gösterir. Demek oluyor ki insan iyice benimsediği bilgilerin gereğini yapma konusunda heyecan duymaktadır. İltizâm aşamasında zihin edindiği ilmi/bilgiyi kendisi için lüzumlu gördüğünden ona taassub göstererek sımsıkı sarılır. Onu bırakmak istemez. İ’tikâd aşamasında zihin edindiği ilim/bilgi hakkındaki tüm aykırı fikirleri çürütecek deliller bulduğundan sarsılamaz bir salâbet yani inanç taşımaktadır.  Bediüzzaman Hazretleri Kelam İlminde Bilgi ve Mantık İlminde ilim başlıklarında anlatılan bu konuyu oldukça zengin bir şekilde ele aldığı görülmektedir. Kelam ve mantıkta ilmin tahayyül, tasavvur ve tasdik diye anılan üç mertebesi açıklanmaktadır. Hz. Üstad görüldüğü üzere ilmin yedi aşamasından söz ederek bunları ve hükümlerini açıklamaktadır.   

Muhlis KÖRPE 01 Temmuz
Konu resmiCelî Sülüs Kitâbeler
Tarih

Lugatte “âşikâr, iri, büyük” manalarına gelen celî, ıstılah olarak hat sanatında bir yazı cinsinin, meşk kaleminden daha kalın kalemle yazılan iri şekline verilen isimdir. Meselâ, sülüs yazısı normal olarak 2,5 mm’lik kalemle yazılır; bu ölçü aşılınca yazı celîleşmeye başlar. Kalem kalınlığı üç katına ulaşınca, yazı artık celî olur. Sülüs yazı ile celî yazı arasındaki ölçü ile yazılan yazıya da Türkçe’de tokça sülüs, Arapça’da sülüseyn adı verilmiştir. Celî yazının kalınlığının sı­nırı yoktur. Ayrıca, celî kelimesi bir yazı çe­şidini değil, karakterini ifade eder. Sülüs ile celî sülüs harflerinin yapıları ara­sında fark olmamakla birlikte, celî sü­lüs harfleri daha olgun bir yapıdadır. Harf­ler büyüdüğünden, bünyeleri ve ayrıntı­ları çok iyi bir şekilde belirginleşmiş ve ol­gun­laş­mış­tır. Bu sebeple özelliklerini içer­meyen celî yazılarda hatalar olduğu gi­bi ortaya çı­kar, Bu noktaya işaretle, celî ya­zıların bü­yük hattatı Sâmi Efendi (1838 – 1912) “Celî yaz­­madıkça hattın esrârına vâkıf olunmaz” demiştir. Sülüs yazı, celîsine nisbetle daha narin, kıv­rak ve hareketlidir. Dik çizgiler, celîye nis­betle sola daha yatıktır; celîde ise sülüse nisbetle daha diktir. Bu durum sülüs ya­zıya fazlaca işlerlik kazandırmıştır. Ayrıca aralarında önemli oranda olmasa bile, harf ölçülerinde bazı farklılıklar da vardır. Celî sülüste çanakların ölçüsü yarım nokta ka­dar küçüktür; sülüste vav harfinin ça­nağı dört nokta iken,  celîde üç buçuk nok­ta­dan biraz fazladır. Sülüs daha ziyade satır olarak yazıldığı halde, celî sülüs istife en uygun gelen yazıdır. Sülüs yazı sadece bü­yütülmekle celî elde edilemeyeceği gibi, celî sülüs yazı da sadece küçültülmekle sülüs elde edilmez. İlki büyütülmüş sülüs, diğeri ise küçültülmüş celî sülüs olur. Celî yazıdaki incelik-kalınlıklar, harf aralıkları mesafeye ve mekâna göre ayarlanır. Bu sebeple celî yazı hayli maharet ister. Selçuklular’da Celî Yazı Selçuklular’da mimarî eserlerde celî sülüs ve kûfî kullanılmakla birlikte, celî sülüs daha çok tercih edilmiştir. Celî sülüs hem yalın hem de zemini süslü olarak kullanılmıştır. Bu dönemdeki celî sülüs yazıların ortak özelli­ği, harflerin cılız, dik harflerin yukarıdan aşağıya doğru incelmesidir. Ayrıca yazıda kalem hareketlerinin özelliklerini görmek mümkün değildir.   Anadolu Selçukluları döneminde mimarî eserlerde kûfî, muhakkak ve celî sülüs yazı kullanılmıştır. Bu dönemden yazılarıyla dik­kat çeken Divriği Ulu Camii (m.1129), Erzurum Çifte Minareli Medrese (m.1253),  Konya Sırçalı Medrese (m.1242), Divriği Sitti Melik Türbesi (m.1195) kapı üstü ya­zıları celî sülüsle yazılmış olup zeminde kıv­rıkdal rûmî ve geometrik desenlerle süs­lenmiştir. Osmanlı’da Celî Sülüs Osmanlı’dan önce Selçuklular da dahil, celî sülüs gerek harf yapısı gerek istif olarak basit bir durumda idi. Osmanlı’da Fatih devrine kadar, Selçuklu celî sülüsü tesirini devam ettirmiştir; istif hususundaki tesir ise XIII. yüzyıla kadar devam etmişse de, günden gü­ne bir gelişme söz konusudur. Celî sü­lüste, Aklâm-ı sitte’de yakalanan başarıya ula­şıl­maya çalışılmış, başlangıçta harfler XIX. yüz­yıl celî harflerine göre basit olsalar da, Sel­çuklu celî sülüs harflerine göre, güzele doğ­ru bir arayışa girildiği hemen farkedilir. Osmanlı celî sülüsü’nün ilk önemli ve güzel örnekleri Fatih devrinde görülür. Fatih dev­ri hattatlarından Yahya Sûfî ve oğlu Ali b. Yahya Sûfî celî sülüste Râkım’a kadar geçen dönemde dikkati çeken sanatkârlardır. Ali Sûfî’nin, Fatih Camii ve Topkapı Sarayı Bab-ıhümâyun kitâbesi, kitâbe üstü müsennâ âyet sağ kapı yuvasındaki ayet ile sol kapı yu­vasındaki ketebe yazıları şüphesiz Râkım’a kadar celî sülüsün en güzel örnekleri ola­rak görülür. Bu kitâbelerden, özellikle Bab-ı Hü­mâyûn yazılarında, harf yapısı olarak mükemmel bir seviye yakalanmıştır. Yazıda Osmanlı mektebinin kurucusu olan ve aklâm-ı sittenin olgunlaşmasını sağlayan Şeyh Hamdullah sülüs ve nesih eserlerinin yanında İstanbul Fîruz Ağa, Davud Paşa, Bâyezid camilerinin kitâbelerini celî sülüs­le yazmıştır. Şeyh Hamdullah Efendi bu kitâbelerde harfleri satıra dizmiş, dik harf­lerin dengeli bir şekilde dağılmasına dik­kat etmiştir. Bütün bu kitâbelerdeki harf­lerde, devrine göre kalem hareketlerini, harf­lerdeki canlılığı bir dereceye kadar görmek müm­kündür. Bu kitâbelerdeki yazılar Osman­lı celî sülüsü’nün gelişme dönemi örnek­lerinden sayılabilir. Süleymaniye Camii (kubbe hariç) kitâbe ve diğer celî yazıları ile Edirne Selimiye Camii yazılarını yazan ve Ahmet Karahisârî mektebinin en kuvvetli temsilcisi olarak kabul edilen Hasan Çelebi’nin celîlerinde istif olarak Selçuklu celîsinin tesirleri görül­mektedir. Harfler, üslûp olarak Osmanlı karakteri taşımakla birlikte, istif Selçuklu celisinin tesirindedir; dik harfler yan yana dizilmişlerdir. Harflerde önceki örneklere göre keskinlik ve gelişme olsa da, harflerdeki basitlik ve kütlük hâlâ devam etmektedir. Celî yazılardaki mükemmellik celî yazıların büyük hattatı Sâmi Efendi (1838 – 1912) ile nihai noktaya erişmiştir. Önemli Celî Sülüs Kitâbeler İznik Nilüfer Hatun İmareti(1388), İznik Yeşil Camii(1391), Bursa Yeşil Camii(1419), Edirne Üç Şerefeli Camii(1447), Fatih Camii(1470), Topkapı Sarayı Bab-ı Hümâ­yun Kapısı(1478), Fîruzağa Camii(1492), Davutpaşa Camii(1485), Muratpaşa Ca­mii(1471), Bâyezid Camii(1506), Şehza­­de Camii(1548), Süleymaniye Camii(1557), Edirne Selimiye Camii(1575), Tophane Kı­­lıçalipaşa Camii(1580), Sultan Ah­med Ca­­mii(1616), Üsküdar Yeni Valide Ca­mii(1711), Bursa Emir Sultan Camii(1429), Ayasofya İmaret Kapısı…

Mustafa YILMAZ 01 Temmuz
Konu resmiÂmiriyet ve Memuriyetin İslâm’daki Yeri
Risale-i Nur

İnsan fıtratına en uygun, meşru ve bereketli olan geçim yolları sanat, ziraat ve ticarettir. Bütün çeşitleriyle âmiriyet (idarecilik) ve memuriyet ise insan fıtratına uygun olmayan geçim yollarıdır. Hangi isim altında olursa olsun âmiriyeti, asıl gayesinden çıkarıp, sadece kendine geçim kaynağı haline getirenler (hilekârlar), bir çeşit mal toplayıcı, âciz ve dilencidir.  Amiriyet ve memuriyet makamında olanlar, bu makamları sadece ve sa­dece hamiyet ve hizmet için isteme­li­dirler. Devlete bağlılık, hizmet içindir. Maaş kapmak için değildir. Yani, vatanının ve mil­letinin şerefini koruma ve hizmet etmek içindir. Aksi takdirde, sadece geçimleri ve menfaatleri için bu makamları isteyenler, bir çeşit ‘çingenelik’ etmiş olurlar. Kolay bir geçim kaynağı olarak görül­dü­ğünden, Müslümanlarca çoğunlukla tercih edilen âmiriyet ve memuriyet, millî serve­tin israf olmasına ve neslin zayi olmasına se­bep olur. Çünkü rızkın ve zenginliğin en önemli vesileleri olan sanat, ziraat ve ticaret gayr-ı Müslimlerin elinde, âmiriyet ve me­muriyet de Müslümanların elinde kalırsa ser­vet, gayr-ı Müslim azınlıklarda toplanır. Şüp­hesiz ki gayr-ı Müslim azınlıkların ser­ma­yeyi elinde tuttuğu bir devletten, millî menfaatler yolunda kalkınma ve ilerleme beklenilmez. İşte bu sebeplerden dolayı gayr-ı Müslim azınlıkların âmir, memur ve asker olma­larında, zarurete yakın faydalar (maslahatlar) vardır. İslâm hukukunda buna ‘maslahat-ı mürsele’ denmektedir. Malikî mezhebine gö­re, bu gibi maslahat-ı mürseleler, şeriat­ta­ki hükümlere illet (asıl sebep) olabilirler. Ya­ni Malikî mezhebine göre gayr-ı Müslim­lerin idareci olmaları caizdir. Cumhurî İdarelerde Gayr-ı Müslimlerin İdareciliği Cumhurî idarelerde millet hâkim, hükûmet ise hizmetkârdır. Eğer cumhurî idare tam ve doğru tatbik edilirse valiler ve kaymakamlar millete reis değil, tam aksine milletin ücretli hizmetkârlarıdır. İslâm’da gayr-ı Müslimler, Müslümanlara reis olamazlar ama hizmet­kâr olabilirler.  Bir an için memuriyetin, bir nevi reislik ve ağalık olduğu farz edilse dahi yine de zarar­da değiliz. Ticarette bir lira harcayıp, bin lira kazanan bir kişi nasıl zararda değilse aynen öyle de gayr-ı Müslimlerden üç bin kişinin başımıza idareci ve reis olmaları, dünyanın farklı yerlerinde Müslümanlardan üç yüz bin kişinin reisliğine yol açar. Çünkü bu durum, küresel büyük ve güçlü devletlerin, Müslümanlar üzerindeki manevi baskıları­nın kalkmasına sebep olur. Daha önce de ifade edildiği gibi içimizdeki gayr-ı Müslimlerin hürriyeti, dünya genelindeki Müslümanların hürriyetinin hem bir şartı hem de bedelidir. Cumhurî İdarelerde Diyanet Dairesinin Vazifeleri Cumhurî idarelerde hilâfetin ilmî yönünü temsil eden Diyanet Dairesi (Osmanlı Dev­leti’ndeki Meşihat-ı İslâmiye) yüce, mukaddes, bağımsız ve denetleyici bir daire olmalıdır. Cumhurî idarelerde hâkim, şahıs değil, milletin ortak görüşünü ifade eden kamuoyudur. Bunun için fetva işlerine bakacak olan merci de şahıs değil, bir he­yetten (Osmanlı’daki Fetva Eminliği) oluş­­malıdır. Diyanet Dairesi bünyesinde ku­­ru­lacak olan bu fetva heyeti, dört mez­hepten kırk elli kadar araştırmacı ve tah­kik ehli âlimden oluşmalıdır. Ancak böy­le bir fetva heyeti, efkâr-ı âmmenin (kamu­oyunun) ihtiyaçlarına cevap verebilir. Eğer fetva makamı, heyet değil de bir şahıstan oluşursa, bu şahıs ne kadar dâhi de olsa kamuoyu karşısında yetersiz kalacak ve ku­şatıcı olamayacaktır. Çünkü tek bir şah­sın, kamuoyuna ait her meseleyi bilme­si, kuşatıcı ve aydınlatıcı olması mümkün değildir. (Devam Edecek)

Mustafa TOPÖZ 01 Temmuz
Konu resmiHayat Yolculuğu
İnsan

“Hay ve kayyum olan Allah’tan başka ilâh yoktur.”(Ali İmran, 2) HAYAT Allah’ın “Hay” ismiyle başlar hayat. Hayatla birlikte anılar ve yaşanmış­lıklar… Akide şekeri tadında çocuk­luk anıları, öğrenciliğin en muzip tarafları, askerlik maceraları, gençlik serüvenleri, iş hayatında iniş ve çıkışlar ve daha başka her ne varsa us / akıl / zihin mandalına asılan askı­lar hükmündedir. Demem o ki hayatımızda eskimeyecek kadar yeniler olduğu gibi, ye­ni olup da eskiyen paçavra misal bir kö­şe­ye atılanlar da az değildir. Hayatın kar­deşleri olan acı ve tatlı hadiseler yaşam kum­ba­rasına atılan birer tecrübedir aslında. Ve hele ki arzu edilmeyen acılar kemale erme merdiveninde önemli bir basamak taşı… Şu var ki itiraz okları, musibeti veren kaynağa yöneltilmemiş olsun. Aksi durumda en ufak bir acı meltemi, gönül dünyamızı ve di­mağımızı hırpalayıp mateme çevirmekten başka bir işe yaramaz. Çekirdeğin etrafında dönen elektronlar gi­­bi, her mevcut, hayatın etrafında raks ede­­rek dönüp durmakta. En edna arının bir varlığın bile etrafında toprak, hava, çi­çek ve güneş pervaz edip dururken, şuur sahibi insanın etrafında kâinatın el pençe durmaması nasıl mümkün olabilir? Et ve kemikten külçe bir varlık değildir insan. İlintilidir, ilgilidir, hizmetlidir, hizmet edi­len­dir. Habbesinden, kubbesine her ne varsa âlemde onlarla alakadarlığı vardır. Gü­neşi kendi mülkü zanneder. Ona doğar çün­kü. Halı gibi serilir toprak altına. Göğün sinesinden süzülen yağmur tanelerinin al­tında ıslanır bir ömür. Yaralı bir kuş için bile duyduğu elem günlerce hafızasından silinmez. Bahar mevsiminde nergisler, pa­pat­yalar, güller onun için açılır, onun için rengârenk süslenir. En tatlı yemişler onun için sıraya girer. Gece ve gündüz de onun için bir birini kovalar. Seyir zevkini bile bozmayan kar taneleri -hani ahenkle ve bir birine değmeden inen beyaz kristaller- de onun içindir. Onlar onun için, o ise Ya­radanı (Azze ve Celle) içindir. Şimdi tersinden bakalım. Zihninizi bir an­da boşaltın, kaldırın aradaki şuuru. Göre­ceksiniz ki ne yıldızlar kalır geriye, ne galaksiler. Ne denizler kalır, ne karalar. Ne ölen için matem tutulur, ne doğan için sevinç gözyaşları dökülür. Derken peşi sıra renkler ölür; ne siyahın, ne beyazın hükmü kalır. Bir keresteden farkı kalmaz insanın. İşte bu nedenle hayat bir vücuda girdi mi sıklete gelmez, topal bir sineğin ağırlığı karşısında koca bir dağ… *** MEMAT Mazi, hal ve müstakbeli kuşatıcı, esir alı­cı bir kanun olan ölüm, Âdem’den (as) baş­layıp kıyamete değin de değişmeyecek. Onu ne zaferden zafere koşan Napolyonlar, ne alınmadık topraklar bırakmayan İskender­ler, ne de bir sinek gibi milyonlarca insanın canına kıyan pes paye zalimler ölümü öldü­remeyeceklerdir. Cenab-ı Hakkın kanunları genel bir hüküm olduğu halde bazen şu­zuzat1 nevinden değişiklik gösterebilir. Me­sela gök suyunu yutar, yağmur kesilir bir­den, her daim kavuran çöle bir saba rüzgârı arkadaşlık eder bir gün. Hiç umulmadık zamanlarda gece gündüze, gündüz geceye gark olabilir. Ayaksız, kolsuz insanları gö­rür­sünüz çevrenizde. Çift başlı koyunlar, kuzular doğar bazen. Hulasa hayvanatın, ne­batatın ve dahi insanın her değişikliğine şahit olunur, olunur da bir tek ölüm ger­çeğinde en ufak bir sapmanın olduğuna tanık olmazsınız. Zira “Her nefis ölümü tadacaktır.”2 diye vaat ediyor Mevlâ-i Müteal. Hal böyle iken maalesef herkes için cari olan bu kanun kişinin kendisine yahut yakınlarından birine isabet ettiği anda an­cak anlamaya çalışır işin vahametini… An­lamak bilmekle başlar. Mahiyetini tam olarak bilemediğiniz bir olguyu kavraya­mazsınız. İşte ehl-i tarikin yaptığı rabıta-i mevt, ölümün mahiyetini bilme ve anla­ma çabasının bir tezahürüdür. Bir köşeye çekilip, gözlerini kapayarak ölümü düşü­nen insan şöyle der lisan-ı haliyle: “Yoğunlaşan kalbim ve zihnim bana başka bir âlemin kapısını açmak üzere. İşte vavey­lalar arasında ayrıldım dünyadan. Hayatta hayatlılara kök söktürmüştüm. Oysa şimdi gassalın elinde bir oyuncaktan farksızım. Musalla taşındayım şimdi. Namazıma dur­dular beni tanıyan, tanımayan herkes. Hep­si hakkını helal etse de homurdananları da görebiliyorum. Kırdığım kalpleri, yaptığım yanlış işleri düşündüğümde haksız da sa­yılmazlar hani. Ah, keşke hayatım top­rak içine konulan beyaz kefenim gibi ter­te­miz olsaydı... İplerini çözdüler kefeni­min. Tahtaları üst üste koyup toprağı üs­tüne döktüler bir bir. Görüyorum işte ev­latlarım, eşim, akrabalarım, dostlarım, iş arkadaşlarım bir nefes kadar bana yakınlar. Lakin -uzayda kaybolup giden bir ses gibi- bir o kadar da uzaklar. Hani nerde evlerim, arabalarım, şanım, şöhretim, ma­lım, mülküm… Deste deste paralarımın bu­rada manevi meteliksizliğe dönüştüğüne şa­hit oldum. Zaman, “Kefenin cebi yoktur” sözünü nasıl da haklı çıkardı. Ve sonra git­tiler gitmesi gerekenler. Ve sonra geldiler gel­mesi gerekenler. Sordular, sorulması ge­re­kenleri. Rabbim, dinim, peygamberim, mil­letim, kitabım, hayatım, nefsim, kıldığım ve kılmadığım namazım, tuttuğum ve tut­madığım orucum… Hâsılı burada en ince teferruatına kadar çekildim her türden hesaba.” Öteki âlemin eşiği olan kabri tahattur et­me­nin ne başı var, ne sonu… Biz burada keselim. Ölümle hesap verilebilir olmak, teyakkuzda/uyanık tutmaya yeter insanı. Bitip tükenmez arzular inkıtaa uğrar. Mevti hatırlama, kâmil insan olma yolunda merdivenleri birer birer değil, bir çırpıda aştırır. Efendimizin de, (sav) “Lezzetleri acılaştıran ölümü çokça zikrediniz” sözünü unutmamak gerekir. Lez­zete dalmak boğdurur, lezzetten kaçmak yüz­dürür. Aslında bir elzem olan rabıta-i mevt, sanıldığı kadar kolay bir hadise de­ğildir. Zihnen istikbali hale getirmek bir zaman makinesi icat etmekten daha güç… Zira kastedilen hayali ve farazi bir ölüm yerine, gerçeğini koyabilme, idrak edebil­me işidir. Bediüzzaman’a göre ise, “İhlâsı kazanmanın ve muhafaza etmenin en mü­essir bir sebebi, râbıta-i mevttir. Evet, ih­lâsı zedeleyen ve riyaya ve dünyaya sevk eden, tûl-i emel olduğu gibi; riyadan nefret veren ve ihlâsı kazandıran, râbıta-i mevttir. Yani ölümünü düşünüp, dünyanın fâni olduğunu mülâhaza edip, nefsin de­siselerinden kurtulmaktır.”3 Aslında mü’mi­nin de, kâfirin de ölümü tahattur etmesi aynı gibi gözükse de okların iki ucu gibi farklı yönleri gösterir. İslamiyet’te ölüm, dönüşendir / dönüştürendir / değiştirendir / olgunlaştırandır. Gayri İslami bakışta ise cezadır / beladır / eritendir / yok edendir. *** ANNE Anneciğim, hiç kimse sevemez senin kadar sevdiğini. Şefkatin var. Merhametin dağlar kadar. Karnında taşırsın bin bir zahmetle beni. Dünyaya gelince de bitmez çektiğin. Ağlayışlarıma ağlar, gülüşlerime gül olursun. Gül kokarsın. Aziz Meryem gibi paksın. Nefessin her hayat gibi. İlk yürüdüğümde minik ellerimi tutan sendin. Büyüdüğümde de hep sen oldun. Bir sünger gibi dertleri çektin içine. Uçup giden rengimle neden hep sen soldun? Hastalandığımda günlerce sabahladın başucumda. Çorbama sevgini katıp da içirdin. Yanağıma dudaklarından önce yüreğin koymuştu öpücüğü. Ve hiçbir faninin taşımayacağı merhamet senin gönül dünyanda doldu, taştı. Merhamet pınarının yanında sebiller kurudu. Bana erdemi ilk sen öğretmiştin. Sabrı ise, sabrına şahit olurken öğrendim. Sözlerinle dile getirmesen de eş kıymetini, dost sı­cak­lığını, dava duygusunu hâl dilinden öğ­­rendim. Zorlukta sığınağım oldun. Var­­­lık­ta neşem. Ak saçlarınla örttün bü­tün taşkınlıklarımı. Babamın öfke kriz­leri­­ni bile sevgiyle ve teenniyle çözen ilk sen oldun. İçerlendiğin anlar olmadı de­ğil, lakin kırmamak için kırılmayı ter­cih ettin. Fedakârlığın müntehası da sen­dey­di. Müddet-i hayatını benim için hiç çe­kinmeden harcayan da sendin. Feda ettin gecelerini, sonra gündüzlerini… Ben bü­yüyüp yaşlansam bile senin yanında hep çocuk kaldım anne… Anne saadetinden uzak bir öyküyle büyüyen çocuklar hep mahzun. Yetimhanelere bir sor, hapishanelerin soğuk duvarlarına bir ses ver duyacaksın pazarlıksız bir sevgiye ne denli aç olduklarını… Annem aydınlığım, annem cennettim. Dün­ya ve ahiret saadetim. *** ÇOCUK En küçük şeylerden en büyük mutluluk­lar duyabilmektir çocukluk. Yaşayışı yavan, sevinci tavandır çocuğun. Bir bab-ı reyyan­dır. Sıla kokan bir tendir. Hilesiz, hud’asız bir oluştur. Bitmeyen neşe kaynağıyla in­celenmeye değer bir diriliş öyküsüdür. Ye­diği şekerde dünyanın tadını alan tek var­lıktır o. Anne ve babanın yanındaki ağ­la­yışları, sızlayışları ılgıt ılgıt esen bir meltem rüzgârıdır. Çocukluk… Güvercin taklasını, uzuneşeği oynamaktır doyasıya. Akşamları ateş yakarken; şarkı söy­lemektir. Alay ederek dünyayı sallamaktır, güle oynaya salıncakta sallanırken. İnsanın hayatında bir daha tadamayacağı bir tut­kudur çocukluk… Sadece tozpembe bir ha­yata duyulan özlem de değildir çocukluk. Bayat ekmeği özlediği de olur, çaya çorbaya limon diye bağırdığı da. Hatta sevildiğini hissetmediği de... Ve kirli çamaşırlarıyla dayak yediği de… Ey kurumuş bir gül gibi solup giden çocuk­luğum! Sen bir uçurtmanın kanadına takılıp git­tiğin gün, bütün iyi duygularımı da uçurup götürdün. Her neredeysen al da getir aşkımı, heyecanımı o sudan berrak temizliğimi… Meğer ne büyükmüşsün küçüklüğünle sen. Ne küçükmüşüz, büyüklüğümüzle biz… Seni küçüklüğünle küçük gören aklı er­-mez­ler! Siz söyleyin, sözün burasında, hanginiz bü­yük, hanginiz küçük… Hangi çocuk bom­balar yağdırır şehir üstüne… Hangi çocuk hayat tanımaz bebeklere bile… Kaprisleri­niz ve kinleriniz yüzünden iyilikler çekildi sizden. Laklaklarla geçirdiğiniz ömrünüz işte çıkıverdi elinizden. Biriktirdiğiniz para­larla kuleler yapıp dağlara kaçtınız. Bir Nuh tufanı gelip de yutarsa sizi anlarsınız o za­man kaçırdığınız gemiyi… Şimdi bir kere daha söyleyin ey aklı ermezler! Düşünüp söyleyin. Hanginiz büyük, han­giniz küçük. Çocukların sözlerine tebes­süm, gülücüklerine gül olun. Renkleri değiş­se bile sizin çocuklarınız onlar? Sevin onları kendinizi seviyorsanız. Gül bahçesidir onlar koklayabiliyorsanız… Neredesin ey geri dönülesi, sevilesi bergü­zar. Neredesin ey merhametin kalbi. Neredey­sen beni de oraya götür… Kaynaklar: 1- Şuzuzat; kaide ve kanun dışı kalmak, muhalif olmak anlamına gelir. Allah, kanunlarında uy­guladığı nizam ve intizamla, kudretini ve işlerinde hiçbir tesadüf olmadığını gösterir. Kanunları­nın dışına çıkarak uyguladığı fiilleriyle de, kendi kanunlarının mahkûmu olmadığını ispat eder. Bu­na şuzuzat denir. Allah şuzuzat ile her şeyin, her an kendi idaresinde ve kendine muhtaç olduğunu gös­tererek, tüm sebepleri de kendisinin yarattığını cinlere ve insanlara ilan eder. Bir bebeğin dünyaya gelebilmesi için anne ve babasının olması gerekir. Bu bir yaratılış kanunudur. Lakin Allah Hz. İsa’yı babasız dünyaya göndermiştir. Yani kendi koyduğu kanunlarının dışına çıkarak kanunlarının mah­kûmu olmadığını kullarına ispat etmiştir.  2- (Âl-i İmrân, 3/185)3- Lemalar, sayfa 170,Osmanlıca

Necati İLMEN 01 Temmuz