
Allah Teâlâ Hazretleri Süleyman (as)’ı eşsiz bir saltanat ve mülk sahibi yaptı. O geniş mülkte kendisine hizmetçi olarak da insanları ve cinleri emrine muti eyledi. Gitmek istediği her tarafa gidebilmesi için de rüzgârı kendisine itaatli kıldı. Hayvanatın dillerini ona öğrettiği gibi, onlarla konuşma imkânını da verdi. Ta ki bizler anlamsız zannettiğimiz âlemde ne hikmetler var görüp ders alalım. Bir gün Hz. Süleyman muazzam ordusu ve kuşlarla beraber olduğu hâlde karıncalar vadisinden geçecekken karıncalardan biri şöyle seslendi: “Ey karınca topluluğu! Kendi yuvalarınıza girin. Süleyman ve orduları, farkında olmaksızın sizi ezip geçmesinler.”1 Rüzgâr, karıncanın bu sözünü Hz. Süleyman’ın kulağına ulaştırdı. Hz. Süleyman da ordusunu durdurdu. “Karıncayı bana getirin!” diye emretti. Karıncayı getirdiklerinde Hz. Süleyman: “Benim Allah’ın Peygamberi olduğumu ve kimseye zulmetmeyeceğimi bilmiyor musun?” dedi. Karınca: “Evet, biliyorum” dedi. Hz. Süleyman: “O zaman neden karıncaları benim zulmümden korkuttun ve ‘Ey karıncalar, yuvalarınıza girin!’ dedin?” Karınca: “Karıncaların, senin ziynet ve saltanatına bakıp ona meftun olmalarından ve böylece Allah’tan uzaklaşarak diğer şeylerle meşgul olmalarından korktum” dedi. Karınca daha sonra: “Ey Süleyman! Neden Allah-u Teâlâ, rüzgârı senin emrine verdi?” biliyor musun diye sordu. Hz. Süleyman: “Benim bu konuda bir bilgim yoktur” karşılığını verince, karınca: “Allah-u Teâlâ, onu sana vermekle şunu kastetmiştir: ‘Bu rüzgârı senin emrine verdiğim gibi, bu dünyayı senin emrine verdim; fakat unutma ki bu dünyalılıkların zevali, rüzgarın zevali gibidir. Bir bakarsın elindedir, bir bakarsın savrulmuş gitmiş’ dedi.” Karıncanın bu hikmet dolu cevabının üzerine Hz. Süleyman güldü.2 *** Evet, belki karınca ziynete meftun olup Allah’a ibadet etmekten geri kalmayacaktır. Ama Rabbimiz onun lisanından bize ders veriyor. Mal ve mülk, şeytanın zehirli oklarındandır ki isabet ettiği kişiyi -bazen sahabe içindeyken Peygamber duası bereketiyle elde edildiği halde- gurur ve kibir saikiyle büyüklendirir. Ve “O zenginlik benimdir. Ben onu çalışarak elde ettim” sözlerini söyletip Peygamber dostu iken kendisine esir, kul köle eder. Eğer kul, mal ve mülke mana-yı ismi ile bakarsa ona meftun olur. Gözü doyumsuz bir hale gelir. Yavaş yavaş Allah’a ibadetten geri kalır. Malı ona hizmetçi iken onu kendisine hizmet ettirir. İşte sakınılması gereken hâl budur. “Peki, zengin olmamalıyız mı acaba?” derseniz; deriz ki, elbette olmalıyız! Zira Üstadımızın Münazaratta; “Bu zamanda i’lâyı kelimetullah maddeten terakkiye mütevakkıftır” ifadesi, Efendimiz (asm)’ın gayb aşina nazarıyla haber verdiği “Ahir zamanda ümmetimin kuvvetlisi ve zengini, zayıfından ve fakirinden daha hayırlıdır” hadis-i şerefinin izahı sadedindedir. Yakın bir istikbalde beklenilen Nur asrında kalbi Allah sevgisiyle dolu, amel-i salih sahibi, takvalı ve bir o kadar da infak etmekten lezzet alan zenginlerin rolü olacaktır. Mal ve mülk olmalı fakat bizler hiç bir zaman onu gaye edinmediğimiz gibi, onu ahiret hesabına seve seve infak edebilmeliyiz. Yoksa o malın sahibi değil, çobanı oluruz. Aslında o mal dün başkasına ait iken, bugün bizim elimize geçmiştir. Evvelki maliki elinde tutamayıp, kabir kapısında başkasına teslim ettiği halde, biz ona hakiki malik olabileceğimizi iddia edebilir miyiz? Hayır, asla ve kat’a! Mal ve mülk fark edip anlayabilene şöyle bir kapı açmaktadır. Bizim olmadığı, emaneten bize verildiği ve bir zaman sonra bizden alınacak olduğu halde; verdikçe bizim olan, infak ettikçe baki bir âlemde cennet nimetleri suretinde ihsan edilecek fani akçelerdir. Fakat unutulmamalı ki bu mal, velev ki infak etmek için de olsa şahsi ibadetlerimizin, kulluğumuzun ve boynumuzun borcu olan hizmetlerden bizi alıkoymamalıdır. Rabbimiz her kulunu imtihan etmek için belirli bir zenginliği ve fakirliği takdir etmiştir. Zengin kılmış ise kul imkânı zayıf olan hemcinsinin yardımında olmalıdır. Eğer olmazsa o mal ona var değil bârdır, yüktür. Hem de mesul edici bir yüktür. Yaradan fakirlik takdir etmiş ise, kul, verene karşı verilenden dolayı şükür içinde olmalıdır. Eğer nazarını hep kendisinden üstün olanlara dikerse, şükürsüzlüğü ve kanaatsizliği sebebiyle hayatını çekilmez bir hâle getirir. Rahat etmenin yolu ise, ele geçmemiş malın tamahı içinde olmak yerine verilmiş olan malın şükrü ve infak gayreti içinde olmaktır. *** Bugün rüzgârın esintisi misali mal ve mülk elimize geçmiş olabilir ama bu bizde ebediyen kalacaktır manasına gelmeyeceğini de yine karıncanın Hz. Süleyman’la olan konuşmasından öğreniyoruz. Kur’an-ı Kerim bu hakikati şu muhteşem benzetmesiyle nazarlarımıza arz eder: “Bilin ki, dünya hayatı ancak bir oyundur, bir eğlencedir, bir süstür, aranızda bir övünmedir, mallar ve evlâd hususunda bir çokluk yarışından ibarettir. Bir yağmurun misali gibidir ki, (bitirdiği) bitkisi, ekincilerin hoşuna gider; sonra kurur da onu sararmış görürsün; sonra da kuru bir çöp olur.”3 Evet, mal bitki misal yeşerip boy verdiğinde sahibine mutluluk verir. Kulun ise, mutlu eden mala karşı iki vazifesi vardır. Birincisi şükür, ikincisi infaktır, paylaşmaktır. Bu iki vazife yerine getirilmezse, bir bakarız ki bizim dediğimiz ne varsa çer-çöp haline gelmiş. Var ve bizim zannettiğimiz her şey, rüzgâr gibi elimizden uçup kaybolup gitmiştir. Ne mutlu o kullara ki bulunca infak ederler bulmayınca da şükür ederler! Ve ibadetlerinde huşu içindedirler! Kaynaklar: 1- Neml Sûresi, 182- Neml Sûresi, 193- Hadid Sûresi, 20

Resul-ü Ekrem Efendimiz kimsesizlerin peygamberiydi. O, hakkın ve bütün halkın peygamberiydi. O, doğruluğun ve güvenin peygamberiydi. O, kutlu fazilet mücadelesini veren bir peygamberdi. Peygamber Efendimiz zamanında, Arap yarımadasında ve dünya üzerinde, güçlü olan haklıydı. Mazlum eziliyordu. Kazanan kârlı, kaybeden mahkûm oluyordu. Zayıflar ayaklar altında eziliyordu. Ahlak ve fazilet aşındırılmıştı. Toplum kirlenmişti. Toplum, zengin fakir, kuvvetli zayıf, efendi köle diye birçok sınıfa ayrılmış durumdaydı. Kadınlar değersizdi. Haklarından mahrumdu. Köleler ve fakirler hor görülür ve suç işlediklerinde de şiddetli bir şekilde cezalandırılırlardı. Zenginler üstündü. Hukuk zenginlere göre şekillenirdi. İnsanlık ırk, dil ve din farklılıklarından dolayı ayrılık içinde iken farklı düşüncelere karşı ise katı bir önyargıya sahipti. Ekonomik zenginlikler bir kısım insanların ellerinde şekillenip halk sefalet içindeydi. Devletlerarasında savaşlar, çekişmeler ve sömürgeleştirme mücadelesi sürüp gitmekteydi. İnsanlık düşünce istikametini kaybetmişti. Varoluşun sırrını unutan o günün insanları herşeyi yaratana değil, varlıklara hatta kendi elleriyle yaptıklarına kulluk edecek kadar insanlık onurunu düşürmüşlerdi. Halbuki, Allah’tan başka hiçbir varlık, kendisine kulluk edilmeye layık değildir. İnsan, hiçbir şeyi ona kulluk edecek kadar kendinden büyük görmemelidir. Evet, izzet, âlemlerin sultanı olan Allah’a hizmetkâr olmaktadır. O zamandan günümüz dünyasına geldiğimizde ise durum pek de farklı değildi. Yüzyılımızda insanlığın peygamberler aracılığı ile kazandığı bütün güzel ve iyi hasletler yozlaştırıldı. İnsanlık en karanlık dönemini yaşıyordu. Savaşların, katliamların ve soykırımların yüzyılıydı. İnsanlar, savaştan, nefretten, yoksulluktan, şiddetten, haksızlıktan, onursuzluktan yorgun düştü. Sadece yüzyılımızda savaşlardan dolayı yaklaşık 180 milyon insan hayatını kaybetti. Adeta kurtların kanunuyla hayat sürüyordu dünyamız. Servet bir kısım insanların elinde hapsolurken, dünyanın öbür ucunda açlıktan hayat mücadelesi veren kıtalar vardı. Bugün de bizler ekmek kadar, su kadar, hava kadar merhamete, haysiyetli bir hayat yaşamaya, huzur ve sükûnete muhtacız. Hz. Peygamber (sav) Ve Onur Resul-ü Ekrem Efendimiz kimsesizlerin peygamberiydi. O (sav), hakkın ve bütün halkın peygamberiydi. O (sav), doğruluğun ve güvenin peygamberiydi. O (sav), kutlu fazilet mücadelesini veren bir peygamberdi. Hz. Peygamber doğmadan önce babasını, 6 yaşında annesini, 8 yaşında dedesini kaybeden yetim ve öksüz bir zattı. O (sav), ne bir kral ne de bir aşiret lideriydi. Hâkimiyet ve saltanata da hiçbir meyli de yoktu. Hiç bir kuvvete de sahip değildi. Davasına başladığı zaman bütün kavminin, hatta amcasının bile şiddetli muhalefetiyle karşılaşmıştı. Böyle bir vaziyette iken tehlikeli bir mevkide, sarsılmaz bir kararlılıkla, büyük bir işe teşebbüs etti. O günün düşünce dünyasını mağlup ederek fikre istikamet, hayata da saadet getirdi. Bütün ruhlara kendisini sevdirdi. Kalplerden vahşet adetlerini ve çirkin huyları kaldırdı. Bunların yerine insanlarda güzel ahlakı ve yüksek değerleri tesis etti. Vahşet çöllerinde katılaşan kalpleri ince duygularla doldurdu. Öyle ki bu insanlar komşusu açken tok yatamaz hale geldi. Karşısındaki insan kederliyken gülemez oldu. Yanındaki üşürken ısınamaz insanlar oldu. O (sav), vahşetin köşelerinden çektiği insanları, medeniyetlere öncülük eden birer rehber haline getirmişti. Resul-ü Ekrem Efendimizi başarıya götüren, hiç şüphesiz onun doğruluğu ve güvenilirliğiydi. Onun hayatında asla hiçbir yalan, hiçbir hile ve hiçbir ihanet görülmedi. Bütün hayatını istikamet, iffet ve kararlılıkla geçirdiğine düşmanları dahi şahadet etmişlerdir. O (sav), Doğru Bir Yaratılış Düşüncesi İnşa Etti Sevgili Peygamberimiz, öncelikle insan düşüncesinde doğru bir yaratılış inancı yerleştirdi. Zira yaratılışa kulak vermeyenler veya varoluşu doğru idrak etmeyenler, insan haklarını ve onurunu koruması mümkün değildir. Resul-ü Ekrem (sav) insanı, tesadüf rüzgârlarının bir eseri, tabiatın bir oyuncağı veya atomların tesadüfen diziliminden meydana gelen bir varlık seviyesinden, âlemlerin sultanı olan Allah’ın dünyadaki aziz misafiri mertebesine çıkardı. Evet, insan bütün varlığın yaratıcısı olan Allah’ın kudret mucizesidir. Onun kuludur. Onun hizmetkârıdır. Şerefi de bundan kaynaklanmaktadır. Onun için hukuku da izzeti de o nispette büyüktür. İnsan, izzetli yaratılmıştır. Bu, İlahi iradenin takdiridir. Onur, tesadüfen gelen bir hak değildir. Yaratılışın bir parçası ve ilahi kaderle belirlenen bir hakikattir. İnsanın Allah’ın yanındaki mevkii büyüktür. Zira Yüce Allah bütün isimlerinin nakışlarıyla yaratmıştır insanı. Allah’ı tanımak için verilen emaneti yüklenmiştir. Ona kul olmak ve onun emirlerine göre yaşamak ve yaşatmaktan ibaret olan yeryüzündeki halifesi olmuştur. Hz. Peygamber(sav) Veda Hutbesinde; “Ey insanlar! Rabbiniz birdir. Babanız da birdir. Hepiniz Âdem’in çocuklarısınız, Âdem ise topraktandır. Arabın Arap olmayana, Arap olmayanın da Arap üzerine üstünlüğü olmadığı gibi; kırmızı tenlinin siyah üzerine, siyahın da kırmızı tenli üzerine bir üstünlüğü yoktur. Üstünlük ancak takvadadır.” “Bilin ki ben sadece bir kulum. Benim hakkımda Allah’ın kulu ve elçisidir deyin” buyurarak insanların kul olma yönüyle birbirinin dengi olduğunu, kimsenin kimseye üstünlüğünün olmadığını açıkladı. Resul-ü Ekrem Efendimiz düşüncelerde, var oluşun merkezine Allah’ı koyarak, kullara kulluk etmenin insan onuruna layık olmadığı bilincini yerleştirdi. Bir defasında Sahabeden birisi Peygamberimizi ziyaret için yanına gelmiş, bu arada heyecanlanıp titremeye başlamıştı. Onun bu halini gören Efendimiz (sav) şöyle buyurdu: “Kardeşim sakin ol. Ben kral değilim. Kureyş kabilesinden kurutulmuş et yiyen bir kadının oğluyum.” Evet, âlemlerin sultanı olan Allah’a imanla bağlanan ve layıkıyla kul olan, başkalarının önünde alçalıp eğilmeye tenezzül etmez. İmanın verdiği şefkat sayesinde başkasının hürriyet ve hukukuna tecavüz etmez. Kimseyi hor ve hakir görmez. Bir padişahın doğru bir hizmetkârı, bir çobanın baskısına tahammül etmediği gibi çaresiz ve aciz birisine de baskı yapmaya tenezzül etmez. O (sav), Hak ve Hakikatin Gücüne İnandı Tehditlerle, korkularla, hilelerle, baskıyla kısa bir süreliğine insanlara hükmetmek ve düşüncelerini başka mecralara döndürmek mümkün olabilir. Fakat bu yolun ömrü kısa, etkisi azdır. Geçici olur. Düşünceleri değiştirmek, ruhlara sevgili olmak, vicdanlara hükmetmek, kalbin derinliklerine nüfuz edip ince duyguları harekete getirmek, kötü huyları kaldırıp yerine güzel ahlakı yerleştirmek, insanlık cevherini ortaya çıkarmak, fikir hürriyetini sağlamak ise, ancak hakikatin gücüyle olabilir. İşte Resul-ü Ekrem’in (sav) mesleği, hiçbir vakit mahvolmayan hak ve hakikatin üzerine kurulmuştur. İnsanları aldatmaktan uzaktır. Kızlarını diri olarak gömecek kadar taşlaşmış kalbi taşıyan insanları, bir karıncayı ezmez hale getirecek şefkatli bir kalbe sahip kılmak, hakikatin gücü değil midir? Kadınlara, mazlumlara, zayıflara ve kölelere hiçbir hak tanımayan o günün insanlarını, “Kenar-ı Dicle’de bir kurt aşırsa bir koyunu, Gelir de adl-i İlâhî sorar Ömer’den onu” dedirtecek kadar, ellerine hassas bir adalet terazisini tutturan, hakikatin gücü değil midir? En değersiz varlık görülen Bilal-i Habeşi ve Üsame bin Zeyd gibi köleleri, Kâbe’nin damında ezan okutup, ismi her anıldığında saygı duyulacak hale getirmek, askerleri Hz. Ebubekir ve Hz. Ömerlerden oluşan İslam ordusunun başkomutanı seviyesine çıkarıp insan onurunu ebedileştirmek, hakikatin gücü değil midir? Birbirine yabancı ve düşman olarak kabileler halinde dağınık yaşayan o günün vahşi insanlarına, 10 senede üç milyon kilometrekareyi aşan (4 Türkiye) bir alana sahip bir devlet kurdurması ve bu sayede barışı, huzuru, fazileti tesis etmesi hakikatin cazibesiyle değil midir? Evet, varlığın fahrı/övüncü olan Resul-ü Ekrem Efendimiz (sav) hak ve hakikatin gücüyle ruhları kirlerden arındırdı. Kalpleri kötülüklerden temizledi. Vicdanları terbiye edip ıslah etti. Faziletin medeniyetini kurdu. Âlemin nizamını sağladı. Onun (sav) Getirdiği İlkeler Yaratılışa Uygundu Toplumda bir çığır açan insan, yaratılışın sesine kulak vermeli ve asla muhalefet etmemelidir. Kâinattaki tabiatın zıddına hareket etmemelidir. Yoksa bütün çalışmaları boşa gider. Şer hesabına işler. Başarılı olamaz. Resul-ü Ekrem Efendimiz insan yaratılışının birer parçası ve insan hayatının temel taşları olan ilkeler getirdi. Onun getirdiği bütün hakikatler, insan tabiatına uygun ve yaratılışın gereği idi. O (sav), hayatın her sahasında, toplumun her kesiminde adaleti, eşitliği, hürriyeti, kardeşliği, dürüstlüğü, fazileti, barışı, sevgiyi, merhameti, istikrarı tesis etti. Bu sırdan dolayıdır ki kısa bir zamanda insanlar kitleler halinde İslam dinine girmeye başladılar. O (sav), adaletten mahrum olan toplumda, hak ve adaleti tesis etti. Getirdiği adalet anlayışı hem o çağda hem de sonraki dönemlerde insanlığa yol gösterdi. Adalet konusunda ayırım yapmazdı. Hukuk önünde padişah ile köleyi bir tutardı. Hak üstündü. İmtiyaza izin vermedi. Bir defasında itibarlı bir kadın hırsızlık yapmıştı. Kabilesi kadının cezalandırılmasını şerefleri için bir leke sayarak, Hz. Peygamber’in çok sevdiği Üsâme b. Zeyd’i aracı kılmışlardı. Usame, Peygamberimiz’den, cezayı uygulamamasını isteyince, Allah Resulü’nün yüz hatları gerilmiş ve Usame’ye “Allah’ın koyduğu bir cezayı uygulamayayım diye aracılık mı ediyorsun?” diyerek serzenişte bulunmuştu. Allah Resulü halkı toplayarak: “Sizden öncekilerin mahvolmasının sebebi şudur ki, içlerinden asalet sahibi birisi hırsızlık ederse ona dokunmaz, serbest bırakırlardı, zayıf birisi hırsızlık ederse onu cezalandırırlardı; Allah’a yemin ederim ki, kızım Fâtıma hırsızlık yapsaydı onu da aynı şekilde cezalandırırdım!” Sevgili Peygamberimiz, köle-efendi, zengin-fakir, yabancı-akraba veya bir üstünlüğe sahip olanların arasında olumsuz bir ayrımcılık yapmamıştır. “İnsanlar tarağın dişleri gibidir” diyerek insanların birbirine eşit olduğunu söylüyordu. Hatta köle ve hizmetçiler hakkında “Onlar sizin kardeşleriniz ve en yakın adamlarınızdır. Allah onları ellerinizin altına (emaneten) koymuştur. Kimin kardeşi eli altında ise, yediğinden yedirsin, giydiğinden giydirsin. Onlara yapamayacağı işi buyurmasın. Eğer buyuracak olursa onlara yardım etsin” diyerek kölelerin ve hizmetçilerin, hizmet edilen kişilerin kardeşi olduklarını, onlara farklı bir muamele yapılmamasını buyurmuştu. Peygamberimiz bütün insanların yaratıcısının bir olup, aynı ana babanın çocukları olduklarını söyleyerek kardeşliğin ortak paydasını gösteriyordu. Sevgili Peygamberimiz Kur’ân’ın diliyle “Bütün müminler ancak kardeştir” diyerek Müslümanların kardeş olduğunu ilan ediyordu. Bu sayede ırk, renk ve dil ayrılıkları ortadan kalktı. Hangi milletten, ırktan, soy ve aşiretten olursa olsun, İslam çatısı altında kardeş kabul edildi. İnsanların seçimi olmayan Irk, renk, dil, memleket farklılıklarının üstünlük sebebi olamayacağını açıklıyordu. Üstünlüğün imanda, ahlak güzelliğinde ve manevi güzelliklerle olacağını tüm insanlara ders veriyordu. Peygamber Efendimiz (sav) “Bir kimseye Müslüman kardeşini hor ve küçük görmesi günah olarak yeter” derdi. O (sav), Söylediklerini Fazlasıyla Uygulayan Bir Peygamberdi Hz. Peygamber (sav) kendisini asla müminlere buyurduğu emirlerin üstünde görmedi. O (sav), ashabına ve ümmetine emrettiğinden çok daha fazlasını hayatında yaşadı. O (sav), söylediklerini herkesten fazla hayatında yaşayan bir peygamberdi. İslam dininde bulunan bütün ibadetlerde en ileri olan O’ydu (sav). Herkesten fazla takvada bulunur ve Allah’tan korkardı. En zor durumlarda bile kulluğun gerektirdiği en ince sırlara uyardı. İnsanları hakka davette sarsılmaz bir kararlılık ve cesaret gösterirdi. Davasında en küçük bir tereddüt, bir telaş ve bir korkaklık göstermedi. Abdullah b. Mes’ud (ra) anlatıyor: “Bedir savaşına giderken her üç kişiye bir deve düşüyordu. Peygamber’in (sav) binek arkadaşları Ebû Lübâbe (ra) ile Ali (ra) idi. Yürüme sırası Resulullah’a gelince sahabe efendilerimiz: ‘Yâ Rasulallah! Sen bin, biz yürürüz’ dediler. Allah Resulü: “Ne siz benden güçlüsünüz, ne de ben sevaba sizden daha az muhtacım” demişti. Resul-ü Ekrem (sav) emin kişiliğiyle, faziletiyle, ahlakıyla ve elindeki Kur’ân-ı Kerim ile on dört asrı aydınlattı. MUHAMMED (SAV) NEYE DAVET EDİYOR? Bir yetim olarak dünyaya gelen Hz. Peygamber (sav), amcaoğulları içinde bir fakir olarak büyüdü. Fakat yetimliğin zilletinden ve fakirliğin meskenetinden uzaktı. Arkasında ne kendinin ne de atalarının bir yardımı olacak saltanatı yoktu. Ne bir askeri ne de bir devleti vardı. Önünde rehberlik edecek bir mürşitten de mahrumdu. Hayatı boyunca bir muallimin önüne diz çöküp ders almadı. Buna rağmen istikametini kaybetmiş olan zamanın bütün batıl inançlarından Allah’ın inayetiyle uzak kaldı. Yüce bir ahlak ve şerefli bir karakter üzere büyüdü. Allah’tan başka elinden tutacak ve ona yardım edecek yoktu. Böyle bir vaziyette iken tam bir kararlılıkla çok büyük bir işe girişti. Ümmiliğiyle beraber ümmi bir kavim içinde öyle bir kitapla birden meydana çıktı ki; bütün hukema, ulema ve üstatlar yanında küçülüp ona talebe oldu. Öyle bir imanla ortaya atıldı ki düşünce dünyasına meydan okudu ve bütün fikirlere galip geldi. Ümmeti her daim onun imanından feyiz aldı. Dönemin bütün çirkin ahlak ve adetlerinden Allah’ın yardımıyla korundu. Yalandan o kadar uzaktı ki herkes onu “el- Emin” lakabıyla andı. Bütün ruhlara kendini sevdirdi. Kalplerden vahşet karanlıklarını giderdi ve yerlerine güzel ahlakı yerleştirdi. O (sav), kuvvetli bir zayıf, bilge bir ümmî ve insanların terbiyesinde tam bir mürşitti. İnsanların faydası için nerede ise kendini helak edecekti. Resul-ü Ekrem (sav), en bedevî ve en ümmî bir kavmi, getirdiği nur vasıtasıyla, kısa bir zamanda dünyaya üstat ve hâkim eyledi. Samimi Olmaya Davet Ediyor Resül-ü Ekrem Efendimiz Kur’ân’ın diliyle diyor ki: “Ey insanlar! Yer ve göğü sizlere hizmetkâr yapan Zat, yaptığı şu iyiliğe karşı ibadete müstehaktır; ona ibadet ediniz! Samimiyetle Allah’a yöneliniz. Çünkü niyetlerinizin, amellerinizin ruhu, samimiyettir. Samimiyetle kulluk edenler cennette nimetlendirileceklerdir. Allah için birbirinizi sevin. Onun için kurtuluş ancak samimi olmaktadır.” Samimi olmak, samimiyet için mücadele etmek son derece önemlidir. Kardeş Olmaya Davet Ediyor Âlemlere rahmet olarak gönderilen Hz. Peygamber Kur’ân’ın diliyle şöyle seslendi: “Ey insanlar! Farklı milletlere, kabilelere, renklere ve dillere ayrılmamız çatışma sebebi değildir. Bilakis tanışmak, yardımlaşmak ve aramızda sevgiyi geliştirmekle faziletlerimizi bir araya getirmek ve birbirimizi tamamlamak içindir. Karşı karşıya değil, yan yana olunuz. Hayatınızın da hukukunuzun da korunması buna bağlıdır. Üstünlük farklılıklarımız da değil, takvadadır. Hepiniz Adem’in çocuklarısınız. Müslümanların kardeşlik akdi semavidir. Bu hikmete zıt hareket etmeyiniz ki farklılıklarımız ilahi bir cezaya dönmesin.” Evet, bizlere düşen zarflara değil, mazrufa bakmaktır. Bundan dolayı olmalı ki Fransız bir araştırmacı şunları söylemektedir: “İslâmiyet yeryüzünden kalkacak ve bu suretle hiçbir Müslüman kalmayacak olursa, barışı devam ettirmeye imkân kalır mı? Hayır, buna imkân yoktur.” Bu yazarın bu kanaatini destekleyen bir örnek: Geçtiğimiz yüzyıl gözyaşların, katliamların, sürgünlerin yüzyılıydı. İnsanlığın en karanlık bir çağıydı. Bu yüzyılda öl/dürül/en insanların sayısı 183 milyondur. Evet, iki cihanın rahat ve selameti barıştadır. Bu da birbirimize insanca, mertçe, cömertçe davranmakla mümkündür. Unutulmamalıdır ki barış herkes içindir. Zalimin Değil, Mazlumun Yanında Olmaya Davet Ediyor Yüce Allah’ın son elçisi olan Resulullah Efendimiz, ilahi azamet önünde zalimlerin nasıl bir zillet içinde olacaklarını ve yardımcılarının ne hale düşeceklerini Kur’ân’ın lisanıyla şöyle ifade ediyor: “İzzet (onur, şeref) Allah’ındır. Dilediğini aziz, dilediğini zelil eder. Mülk Allah’ındır. İstediğine ihsan eder. İstediğinden çeker alır. اَمْ هُمْ قَوْمٌ طَاغُونَ Ey hakka baş eğmeyen zalimler! Firavunların, Nemrudların akıbetlerine bakın! Allah’ın emriyle ve kuvvetiyle karıncalar Firavunun sarayını başına yıkar, baş aşağı atar; sinek Nemrud’u öldürüp Cehenneme atar; bir mikrop, en cebbar bir zalimi kabre sokar. وَلَا َترْكَنُوٓا اِلَى الَّذٰينَ ظَلَمُوا فَتَمَسَّكُمُ النَّارُ Yüce Allah bu ilahi fermanla, zulme değil yalnız alet olanı ve taraftar olanı, belki az bir meyledeni dahi dehşetle ve şiddetle tehdit ediyor. Çünkü zulme rıza da zulümdür.” Evet, “Muîn-i zalimîn dünyada erbâb-ı denâettir / Köpektir zevk alan seyyâd-ı bî-insâfa hizmetten” Akıbetimizi Düşünmeye Davet Ediyor Resul-ü Ekrem (sav) Efendimiz Kur’ân’ın lisanıyla diyor ki: “Ey insanlar! Sizin Rabbiniz Allah’tır. Sizleri yokluktan buraya gönderen odur. Ahirete doğru giden birer yolcusunuz. Bu dünyadaki işiniz ise dünya ve ahirette güzel yaşamak için Rabbinizi tanımaya, ona iman etmeye ve yalnız ona kulluk etmek için çalışmaktır. İhtiraslarınız, hevesleriniz, çıkarlarınız aklınızı ve vicdanınızı susturup dünyaya geliş amacınızı unutturmasın. Biliniz ki bütün lezzetler imandadır, istikamettedir. Onun için İslamiyet’i yaşamakta size bir zorluk yoktur; size ağır gelmesin. Bütün acılar ise hakkı dinlememekte ve batılda ısrar etmektedir. İşte hal-i âlem buna şahittir.” Doğru İman Etmeye Davet Ediyor Geçmiş olan peygamberlere ve kitaplara iman ettiğiniz gibi, Hazret-i Muhammed (sav) ile Kur’ân’a da iman ediniz. Zira onlar, Hazret-i Muhammed’in (sav) gelmesini müjdeledikleri gibi, onların ve kitaplarının doğruluğuna olan deliller, hakikatiyle, ruhuyla Kur’ân’da ve Hazret-i Muhammed’de (sav) bulunmuştur. Öyleyse, Kur’ân, Allah’ın kelamı ve Hazret-i Muhammed (sav) de resulü olduğunu tarik-i ûlâ ile kabul ediniz ve etmelisiniz.” Evet, kelime-i şehadetin iki cümlesi birbirinden ayrılmaz, birbirini ispat eder, birbirini gerektirir, biri birisiz olmaz. Madem Peygamber Aleyhissalâtü Vesselâm Hâtemü’l-Enbiyadır, peygamberlerin sonuncusudur. Öyle ise bütün peygamberlerin vârisidir. Elbette Allah’a ulaşacak bütün yolların başındadır. Onun yolundan başka hakikat ve kurtuluş yolu olamaz. Umum ehl-i marifetin ve tahkikin imamları, Sadi-i Şirazî gibi derler: ظَفَرْ بُرْدَنْ جُزْ دَرْ بٰى مُصْطَفٰى مَحَالَسْتِ سَعْدِى بَرَاهِ نَجَاتْ Ey Sadi! Hz. Muhammed’i (sav) örnek almadan bir kimsenin selamet ve safa yolunu bulması imkânsızdır. Hz. Peygamberi işiten ve davasını bilen insanlar onu tasdik etmezse -ki bir inkârdır- Cenâb-ı Hakkı da tanımaz. Onun hakkında yalnız لَااِلٰهَ اِلَّا اللهُkelâmı, sebeb-i necat olan tevhidi ifade edemez. Hz. Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâmı inkâr eden adam, elbette hiçbir cihette hiçbir nura mazhar olamaz. İbadet Etmeye Davet Ediyor Resül-ü Ekrem Efendimiz öyle bir din, öyle bir şeriat, öyle bir kulluk, öyle bir duayla ortaya çıktı ki bütün düşünürleri, rehberleri, fikir adamlarını “Bildiklerimi tecrübe ediniz” diye ibadete davet etti. Kur’ân’ın diliyle bizlere, “Ey insanlar! Sizi ve sizden evvelkileri yaratan Rabbinize ibadet ediniz ki, takva mertebesine vasıl olasınız. Ve yine Rabbinize ibadet ediniz ki, arzı size döşek, göğü binanıza tavan yapmış ve gökten suları indirmiş ki, sizlere rızık olmak üzere yerden meyve ve sair gıdaları çıkartsın. Öyleyse, Allah’a misil ve şerik yapmayınız. Bilirsiniz ki, Allah’tan başka mabud ve halıkınız yoktur” diyerek amelî dindarlıkta şaşıranları, kulluğun istikametli edebine davet etti, ediyor. İbadet, kulun Allah’a gösterdiği en şerefli bir hizmetidir. Düşünceleri Allah’a yönelten ibadettir. Hayatın ağır yüklerinden ruha teneffüs veren ibadettir. Emellerine kavuşma ümidi veren ibadettir. Doğru Olmaya Davet Ediyor O (sav), doğru sözlülüğü ile şöyle sesleniyor: “Ey insanlar, kulaklarınızı açınız! Beni dinleyiz! Emrolunduğunuz gibi dosdoğru olun. Söylediğiniz her sözünüz doğru olsun. Çünkü Müslümanlığın temeli doğruluktur. Güzel ahlakı yaşatan doğruluktur. Onun için aranızda doğruluğu canlandırarak ictimai yaralarınızı onunla tedavi ediniz. Aksi halde yalancılıkla yüksek huylarınızı fesada uğratırsınız. Evet, yalan Allah’a yapılan bir iftiradır. Münafıkları tanımanın en belirgin ölçüsüdür. Müslümanları zehirleyen yalandır. İnsanları rezil-rüsvay eden yalandır. Dünyayı ateşe veren yalandır.

İslâm âlimleri vahyi, metlüv (okunan, vahy-i sarihi) ve gayr-ı metlüv (okunmayan, vahy-i zımnî) olarak ikiye ayırmışlardır. Metlüv (vahy-i sarihî) vahiy, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm’ın sadece tercüman olduğu, müdahalesinin olmadığı, aynıyla tebliğ ettiği vahiydir. Kur’ân ve bazı Kudsî hadisler bu kısım vahye girer. Gayr-ı metlüv (vahy-i zımnî) olan kısmın, mücmel ve hülâsası vahye ve ilhama dayanır. Fakat tafsilatı ve tasviratı Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâma aittir. Peygamberimiz (sav), O vahiyden gelen mücmel hadiseyi bazen yine ilhama yahut vahye dayanarak açıklar. Veyahut kendi ferasetiyle beyan eder. İLK VAHİY “(O sayılı günler) Ramazan ayıdır ki, insanlara doğru yolu göstermek ve hidayet ile furkandan (hak ile bâtılı ayıran hükümlerden) apaçık deliller olmak üzere, Kur’ân onda indirilmiştir.”1 Ve “Şüphe yok ki biz onu (o Kur’ân’ı), Kadir Gecesinde indirdik.”2 ayetlerinde ifade edildiği üzere Kur’ân, Ramazan ayında Kadir Gecesinde indirilmiştir. Kadir Gecesinde bir bütün olarak Levh-i Mahfuzdan dünya semasındaki “Beytü’l-İzze” denilen makama indirilmiş, sonra Cebrail (as) onu peyderpey 23 yılda Hz. Peygamber (sav)’a indirmiştir.3 Bir bütün olarak Kadir Gecesinde indirilmesine “inzâl”, Cebrail (as) tarafından Peygamberimize indirilmesine ise “tenzil” denilir. İlk vahyi Hz Âişe (ra) şöyle anlatır. “Resulullah’a ilk gelen vahiy uykuda iken sâdık rüya ile başlamıştır. O’nun her gördüğü rüya sabah aydınlığı gibi tezahür ederdi. Sonra kendisine yalnızlık sevdirildi. Artık Hira mağarasında ibadet ediyor, azık almak için evine geliyor ve tekrar aynı mağaraya dönüyordu. Nihayet Allah’ın Resulü Hira mağarasında bulunduğu bir sırada vahiy geldi. O’na melek gelip “Oku” dedi O’da “Ben okumak bilmem” cevabını verdi. Hazret-i Peygamber (sav) buyururlar ki: O zaman melek beni alıp takatim kesilinceye kadar sıktı. Sonra bıraktı ve “Oku” dedi, bende “Okumak bilmem” dedim. O beni yine takatim kesilinceye kadar sıktı ve sonra yine “Oku” dedi, ben de yine “Ben okumak bilmem” dedim ve beni tekrar alıp üçüncü defa sıktı ve beni bıraktıktan sonra “Yaratan Rabbinin ismiyle oku! (O,) insanı bir alak’dan yarattı. Oku! Çünkü Rabbin, en büyük krem sahibidir. O, kalemle öğretendir. İnsana bilmediği şeyleri öğretti”4 ayetlerini okudu. Bu ayetleri alan Allah’ın Resulü, yüreği titreyerek, eşi Hatice’nin yanına geldi ve “Beni örtünüz” dedi. Korkusu geçinceye kadar O’nu örttüler. Sonra başına gelen olayı eşine anlattı. “Kendimden korkuyorum” dedi. Bunun üzerine eşi “Allah’a yemin ederim ki, Rabbin seni hiçbir zaman utandırmaz. Çünkü sen akrabanı gözetirsin, âciz olanların ağırlığını yüklenirsin, fakire verir, misafiri ağırlar, hak yolunda halka yardım edersin” diyerek O’nu teselli etti. Bundan sonra Hatice, Hz Peygamberi alıp, amcazâdesi Varaka bin Nevfel’e götürdü. Bu zat cahiliye çağında Hristiyan olmuş, İbraniceyi bilir ve İncil’den nasibi nisbetinde birşeyler yazardı. O günlerde gözleri kör idi. Hatice, Varaka’ya “Amcamın oğlu dinle bak, kardeşinin oğlu ne söylüyor?” dedi. Varaka “Kardeşimin oğlu ne var?” deyince, Resulullah, başından geçenleri anlattı. Bunun üzerine Varaka “Bu gördüğün, Allah’ın Musa’ya indirdiği Nâmus-u Ekber’dir. Keşke senin davet günlerinde genç olsaydım da kavminin seni çıkaracakları zamanı görseydim” dedi. Allah’ın Resûlü de “Onlar beni çıkaracaklar mı?” diye sordu. O da “Evet, Senin gibi şeyle gelen hiçbir kimse yoktur ki düşmanlığa uğramasın, şayet senin davet günlerine yetişirsem, sana yardım ederim” diye cevap verdi. Çok geçmeden Varaka vefat etti. Yine o sıralarda bir müddet için vahiy kesilmişti.5 Peygamberimiz (sav)’den Şöyle rivayet edilmiştir. “Fetret-i Vahiyden (vahyin bir müddet kesilmesinden) sonra, Hira’da iken semadan bir ses işittim, gözlerimi yukarı kaldırdığımda, gökle yer arasında arş üzerinde oturmuş olan meleği gördüm ve korktum. Eve döndüm ve beni örtün dedim. Allah bana, “Ey müddessir olan (elbisesine örtünüp bürünen peygamber)! Kalk (ve) artık (insanları Allah’ın azabı ile) korkut!”.6 Artık bundan sonra vahiy sıklaştı ve devam etti.7 VAHYİN GELİŞ ŞEKİLLERİ İslâm âlimleri vahyi, metlüv (okunan, vahy-i sarihi) ve gayr-ı metlüv (okunmayan, vahy-i zımnî) olarak ikiye ayırmışlardır. Metlüv (vahy-i sarihî) vahiy, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm’ın sadece tercüman olduğu, müdahalesinin olmadığı, aynıyla tebliğ ettiği vahiydir. Kur’ân ve bazı Kudsî hadisler bu kısım vahye girer. Gayr-ı metlüv (vahy-i zımnî) olan kısmın, mücmel ve hülâsası vahye ve ilhama dayanır. Fakat tafsilatı ve tasviratı Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâma aittir. Peygamberimiz (sav), O vahiyden gelen mücmel hadiseyi bazen yine ilhama yahut vahye dayanarak açıklar. Veyahut kendi ferasetiyle beyan eder. Birçok hadis-i şerif bu kısma girer. Kur’ân-ı Kerîm, Resul-i Ekrem (sav)’in sadece tercüman olduğu, müdahalesinin olmadığı, aynıyla tebliğ ettiği vahiydir. Resülullah’a vahiy çeşitli tarz ve şekillerde gelmiştir. Bunlar tefsir usulü kitaplarında ayetler ve rivayetlere dayandırılarak şu şekillerde açıklanır. 1- Resül-i Ekrem’e uykuda iken sadık rüyalar olarak gelen vahiy çeşididir. Resulullah (sav) sonradan meydana gelecek hadiseleri rüyasında görürdü. Hz Âişe’nin belirttiği “Resulullah hiç bir rüya görmezdi ki sabah aydınlığı gibi çıkmasın”8 sözleri vahyin bu çeşidine işaret ettiği belirtilmiştir. Bu rüyalara errü’ya’s-sâdıka denilmektedir. Tefsir usulü kitaplarında sadık rüya ile hiçbir ayet ve sûre indirilmediği belirtilmiştir. 2- Cebrâil (as)’in aslî şekli ile Resulullah (sav)’e görünüp vahiy getirmiştir. Bu şekilde Cebrâil (as)’ın aslî suretiyle görünerek vahiy getirmesi iki defa gerçekleşmiştir. Birincisi; peygamberliğin başlangıcında Resul-i Ekrem (sav), Cebrâîl (as)’ı Hirâ mağarasında iken aslî şekli ile görmüş, vücûdunu bir ürperti ve titreme kaplamıştı. Hemen evine gelip eşi Hz. Hatice (ra) vâlidemize: “Beni örtün!” buyurdu. Onun üzerine “Ey müddessir olan (elbisesine örtünüp bürünen peygamber)! Kalk! (Ve) artık (insanları Allah’ın azâbı ile) korkut!9 ayeti nâzil oldu.10 “And olsun ki, onu (Cebrâîl’i) apaçık, ufukta gördü”11 ayeti bu hadiseye işaret etmektedir. İkincisi; Miracda, Sidretü’l-Müntehâ’da gerçekleşmiştir. “And olsun ki, onu (Cebrâîl’i aslî sûretinde) diğer bir inişte de (mi‘râc gecesi), Sidretü’l-Müntehâ’nın yanında (iken) gördü”12 ayetleri de buna işaret etmektedir. 3- Cebrâil (as)’in çıngırak sesine benzer bir sesle vahiy getirmesidir. Hz. Peygambere gelen vahyin en ağır şekli bu idi. Vahyin bu çeşidinde melek görünmezdi. Bu çeşit vahiy ile tehdîd ve vaîd ifade eden ayet ve sureler gelirdi. Peygamberimiz, bu çeşit vahiy hakkında şöyle buyurmuştur. “Bazen bana çıngırak sesine benzer bir sesle gelir. Böylesi bana en ağır olanıdır. Onun söylediğini belledikten sonra, O benden ayrılırdı.”13 4- Hz Peygamber uyanık iken, meleğin görünmeksizin İlâhî emri duyurmasıdır. “Ruhu’l-Kuds kalbime şöyle üfledi. Hiçbir nefis ecelini ve rızkını tüketmeden ölmeyecektir. O halde Allah’tan korkunuz ve rızkınızı aramakta güzel bir yol tutunuz” rivayeti vahyin bu çeşidine işaret etmektedir. 5- Cebrâil (as)’in insan suretine girerek vahiy getirmesidir. “Bazen melek bana, insan şekline bürünerek gelir. Benimle konuşur. Ben de onun söylediklerini iyice bellerim” hadisi vahyin bu çeşidine işaret eder. Siyer kitaplarında çoklukla Cebrâîl (as)’ın Sahabe-i Kiram’dan Dıhye (ra)’ın suretinde geldiği belirtilir. Bunun dışında bilinmeyen bir kişi suretinde vahiy getirdiği de olmuştur. Resulullah’a en kolay gelen vahiy çeşidi budur. 6- Resul-i Ekrem (sav) uyanık iken, Allah-ü Teâlâ’nın kelâmına vasıtasız mazhar olması ile gerçekleşen vahiydir. Mirac hadisesinde namazın farz kılınması, Bakara suresinin son üç ayeti bu şekildeki vahiy çeşidine örnek olarak gösterilebilir. Kaynaklar: 1- Bakara, 1852- Kadr, 13- İbn-i Kesîr, c. 3, 659 4- Alak, 1-5 5- Muhammed İbn İsmail el-Buhârî, el-Câmiu’s-Sahih 6- Müddessir, 1,2 7- Muhammed İbn İsmail el-Buhârî, el-Câmiu’s-Sahih 8- Sahihu’l-Buhari, ı.3. 9- Müddessir, 1,2 10- Beyzâvî, c. 2, 541 11- Tekvir, 2312- Necm, 13,1413- Sahihü’l Buhâri, I. 2; Sahihü’l Müslim, IV. 1817; Müsned-i Ahmed, VI. 158-163; Sunenu’ln- Nesâî,II. 146-147

Ölüm asude bahar ülkesidir bir rinde;Gönlü her yerde buhurdan gibi. Ve serin serviler altında kalan kabrindeHer seher bir gül açar; her gece bir bülbül öter.Yahya Kemal Beyatlı Yazarken en çok zorlandığım hususlar, ıstırabını içimde en fazla hissettiğim meselelerdir. Zira yazdıklarınız kelimelere dökülecek vücuttan mahrumdur. Şayet duygularınızın, düşüncelerinizin eli, kolu, ayağı olsa, hâsılı bütün uzuvlarıyla mücessem bir hale bürünebilse yazmaya ne hacet kalırdı? Denilebilir ki kâğıda dökülen yazıların birçoğu muğlâk ifadelerin, mücerret duyguların tercümanıdır. Lakin ölüm gibi apaçık bir mesele, hiçbir tevile açık kapı bırakmayacak kadar müşahhas bir hadisedir. Başınızı eğdiğinizde gözünüze çarpan bir taş, karşınızda bütün heybetiyle duran koca bir dağ, geceleyin gökyüzüne baktığınızda görünen parlak bir yıldız, sağınızda, solunuzda görmeden geçemeyeceğiniz bir ağaç, bir çiçek yahut bir ev, içtiğiniz bir su, dokunduğunuz bir kumaş, üzerinde yürüdüğünüz toprak ve ıslandığınız bir yağmur kadar gerçeğin ta kendisidir. Her zaman ve mekânda çıkabilir karşınıza… Bir köşe başında otobüs beklerken, bir gazetenin satırlarına dalarken, iş yerinize giderken, işten dönerken, alış-veriş yaparken, gözü yaşlı bir halde secdeye varırken yahut secdeden kaçarken bulabilir sizi… Kurtuluş yoktur ondan bir tütsü, bir buhur olup uçsanız, en muhkem kalelerin içine sığınsanız, kozmik odaların en kozmiğine de girseniz yine de yakalar sizi… Ölüm bunca görünürlüğüne ve gerçekliğine rağmen, maalesef ne yazan anlamıştır onun hakikatini ne de okuyan… Tıpkı “Herkes kimsenin sağ kalmadığını bilir de, kendisinin öleceğine inanmak istemez” diyen Namık Kemal gibi. O da gerçeği bilse de inanmak istememiştir öleceğine… Ne çare ki hiçbir canlı için nokta şaşmaz bir kanundur ölüm. Can alıcı melek geldiğinde, beklemez ne bir salise ileri, ne de bir salise geri… Hiç eksilmeyen, eskiyemeyen yenidir ölüm… Onu duymadığımız, görmediğimiz, soluk soluk yaşamadığımız bir an bile yok… Yapılan araştırmalara göre dünyada saatte 6 bin 418 insan hayatını kaybediyor. Zamanın akrebini daralttığımızda araştırmalar, her beş saniyede 9, her bir saniyede ise yaklaşık 2 insanın öldüğünü söylemekte. İstatistiklerde boğulmadan kestirmeden hemen şu söylenebilir ki, her nefes alış verişimizde dünyadan birileri göç etmekte. O halde ense kökümüzden daha yakın olduğumuz ölüme nasıl oluyor da bir Merih kadar uzak yaşayabiliyoruz! İki önemli sebep saymak mümkün: İçimize derç edilen ebed duygusunu dünyaya münhasırmış gibi kullanmak, insana hiç ölmeyecek hissini vermekte. Bir diğeri ise şeytan tarafından şırınga edilen gaflet uykusu… Siz, zil zurna sarhoşun dünya yıkılsa etkilendiğini duydunuz mu hiç? İçkinin adı çıkmış. Oysa insanı sarhoş eden o değildir sadece. Oyuncak gibi kullandığımız lüks arabalarımız, yatlarımız, katlarımız, etrafımızda pervane olan korumalarımız, hizmetlilerimiz, mevkiimiz, itibarımız, şanımız, şöhretimiz, ünümüz yavaş yavaş ayaklarımızın yerden kesilmesine sebep oluverir. Sadece bunların olduğunu da söyleyemem. Hayırda kullanmadığımız aklımız, ellerimiz, gözlerimiz, ayaklarımız, okey masalarında taş dizerek tükettiğimiz hayatımız, laklakla geçirdiğimiz ömrümüz, manasız meşguliyetlerimiz, hoyratça kullandığımız sağlığımız, bize değer katmayan ilmimiz ve tiryakisi olduğumuz günahlarımız da ölümle aramızda kalın duvarlar örmekte. Saydıklarımız saymadıklarımızın yanında denizde bir damla… Sahip olup da iyi mecrada kullanamadığımız doğu ve batı gibi taban tabana zıt bütün kutuplarda sarhoş eder bizleri… Fakirlik- Zenginlik… Cahillik- Âlimlik… Hastalık- Sağlık… Günah-Sevap… Bir birinden uzak olan lakin gaflette birleştiren daha ne kadar kavram varsa hepsini katabiliriz buna. Yalnız ince bir nokta var ki hepsinde durduğun yerdeki gayeyi, maksadı bilirsen eğer Rabbine ulaşmada uyanmana bir vesile, aksi halde uyumana… İşte bir birine zıtmış gibi görünen diriliş ve ölüşün hikâyesi de böyledir. Diriyken ölü, ölüyken diri olabilirsiniz. Kalbi tefessüh eden birinin yaşadığından söz edebilir misiniz? Siz onun günde bilmem kaç kilometre koşmasına bakmayın lütfen. Sağlığına, gücüne, kuvvetine, kaslı vücuduna aldanmayın. Gözlerinin ne denli parladığına da kanmayın. Envai türlü nimetin tadına bakan diline, her gün aynada hayranlıkla seyrettiği doyumsuz güzelliği de sizi kandırmasın sakın. Hepsi kâğıttan bir kaplandan ibaret. Hepsi bir oyun ve bir vehim… Hepsi görünürdeki yürüyen bir cenazenin akisleri sadece. Meseleyi bir başka yönüyle tahlile tabi tuttuğumuzda, hadis-i şerifte dendiği gibi, lezzetleri acılaştıran ölümü anmak insanı bütün taşkınlıklardan, aşırılıklardan uzaklaştırır. Böylece dinin emrettiği hat ve hudutlar içerisindeki bir dairede hareket etme imkânımız artar. Hatası ve sevabıyla maziyi tahattur etmek, müstakbeli hal çizgisine taşıyarak yaşamak bir ihlâs işidir. Bunu sağlayan sarsılmaz ve şaşmaz önemli bir mürşit de ölümdür. Samimiyeti temin edecek, riyayı korkutacak, günahı kaçıracak ne büyük bir nimet... Yanlış anlaşılmasın. Mümin ölümden korktuğu için ölümü anmış değildir. O, sadece vefatla mola verilen hayatın geri kalan kısmının derdine düşmüştür. Bu yüzden ölüm gelmeden evvel ölüme hazırlanmış, onu devamlı olarak yanında taşıdığı bir aksesuar yahut da evinin değişmez bir misafiri olarak kabul edegelmiştir. Ölümü kendinden bir parça bilmek sahiplenmeyi, sahiplenmek ise içselleştirmeyi intaç eder. Ölümü an/a/mayanlara, kulak ardı edenlere gelince, aslında onlar onunla yüz yüze gelmekten çekinen ve korkanlardır. Kendilerini sağa, sola atan bir balık gibi çırpınmaları, efsunlanmış günahın büyüsüne kapılmaları, bin türlü divaneliklerin peşine düşmeleri hep bu yüzdendir. Dolayısıyla mümin ölümü yeni bir hayatın başlangıcı gördüğünden tahattur eder. İnkârcı ise tam da tersinden yani ölümü hayatın müntehası gördüğünden düşünmek bile istemez. Bu nedenle ölümü mülk cihetiyle değil de melekût cihetiyle değerlendirmek gerekir. O zaman kışır hükmünde olan çirkinlikleri, acıları görülmez olur. Ortada dupduru, lavanta kokusu gibi bir hayat kalır. Size anlatmak istediğim bir başka husus daha vardı aslında. Yakın dostumun ölümüyle lâyemut saydığımız hayatın bir sigara kâğıdı kadar kısa olduğu gerçeğini bir kere daha hatırla/t/maktı belki… O içi içine sığmayan sevgili dostum, bıçkın delikanlı ölüm döşeğinde sessiz ve sedasız yatıyordu öylece. Ferini kaybeden ışıl ışıl gözleri hep tavanda sabit bir noktaya kilitlenmişti. Alnından boncuk boncuk kayan ter tomurcukları şakaklarına kadar iniyordu. Yarı kapalı gözlerinin arasından dökülen birkaç damla gözyaşıysa yanaklarını ıslatmıştı. Eller, ayaklar buz gibiydi. Dil lâl, gözler lâl, kulaklar lâl, düşünce lâl kesilmişti. Bedeninde şişliklerin yanında koyu, mor renkli lekeler azımsanmayacak derecede fazlaydı. Devrilemeyecek kadar güçlü ve iri olan bedeni şimdi bir tüy kadar hafiflemişti. Manevi ağırlığı cismindeki hafifliğiyle tersiyle mütenasip görünüyordu. Şairin ifadesiyle öyle zayıflamıştı ki sonunda herkül olmuştu… Dikkatimden kaçmayan bir husus daha vardı: o da beden libası her türlü arızasına rağmen yerli yerinde öylece durduğu halde en ufak bir hayat belirtisinin olmamasıydı. Demek ki onu harekete geçiren ruhtu ve o da bedenden çoktan uçup gitmişti… Sahi ruh neydi ki? وَيَسْأَ لُونَكَ عَنِ الرُّوحِ قُلِ الرُّوحُ مِنْ أَمْرِ رَ بّٰي وَمَٓا أُو تٰيتُمْ مِنَ الْعِلْمِ إِلَّا قَلٰيلاً “Hem sana ruhtan soruyorlar. De ki: “Ruh Rabbinin emrindendir; size ise ilimden ancak pek az bir şey verilmiştir.”(17/İsra Suresi/85) İlahi bir hikmet… Avamdan, havassa herkesin bildiği ancak ayetin takdir ettiği bir ölçü kadardı. Ne bir eksik, ne bir fazla... Mütenahi insan, yaratıcının namütenahi ilmini nasıl kavrayabilsin? Mahiyeti tam olarak bilinmese de ruh tecezzi kabul etmez bir kanundur. Parçalanmaz, dağılmaz, pörsümez ve çürümez. Bedenin haricinde yek bir vücudu, şuuru ve hayatı vardır. Bedeninin her an değişime uğraması, başkalaşması, hücrelerinin ölüp yenilenmesi gerçekleştiği halde ruhun zarar görmemesi varlığına apaçık bir delil değil de nedir? Arkadaşım bir Perşembe sabahı öldü… Üstüne beyaz bir örtü örtüldü. Omuzlarda taşınıp kabristana götürüldü. Ve toprağa gömüldü… Ne duyanı oldu, ne soranı. Sessiz, sedasız ayrıldı aramızdan “Dövene elsiz, sövene dilsiz” diyen Yunusvari bir hayat yaşadı. Maalesef bunca yıldır dostluğumuz olmasına rağmen bir fotoğraf karesinde bile buluşamadık. Görünür olmaktan hiç hoşlanmazdı değerli dostum. Tevazuun doruğundaydı. Siirt’te birlikte çalışmıştık. Milli eğitim müdürlüğünde çaycısından müdürüne kadar herkes tarafından sevilir, sayılırdı. Kimsenin ondan incindiği vaki olmamıştı. Hakkın ve halkın razı olmayacağı bir hayat yaşamamıştı. Beş yıl boyunca yakalandığı o müzmin kanser hastalığında bile yüzünden gülümsemeyi hiç eksiltmedi. Hatta son zamanlarında ölümün keşif kolları vücudunu iyiden iyiye sardığı halde bizimle şakalaşmaktan bir an olsun geri durmayan zarafet ve fazilet abidesi biriydi. Dost canlısıydı. Kısa, fakat kaliteli bir hayat yaşamış, gerideyse hoş bir sada bırakarak ayrılmıştı. İlk nefesi ve son nefesi hep aynı çizgideydi: لَا اِلَهَ اِلَّا اللّه “La ilahe illallah…” Güzel insan, daha kırkına bile girmeden ayrıldı aramızdan. Taşı sıksa suyunu çıkaracak genç adam, geride gözü yaşlı anne, baba, dul bir eş ve henüz abc’ye bile geçmeyen Furkan’ı bıraktı. Babasını toprağa gömerken nasılda metanetliydi Furkan. Minik elleriyle annesinin elini tutarken, “üzülme” diyordu ha bire. “Acıları bitti, cennette birlikte olacağız…” Belli ki ölmeden evvel çocuğuna İslami telkinlerde bulunmayı ihmal etmemişti. Kalbi başka türlü teskin etmek nasıl mümkün olabilirdi? Öte dünya olmasa bitişin, eriyişin, yok oluşun acısını hangi ilaç dindirebilirdi? Manevi burhan geçiren nesillerin yaralarına hangi merhem sürülebilirdi? Sahi öte dünya dediğimiz şey gerçekten var mıydı? Yoksa kafamızda oluşturduğumuz bir teselli, bir avuntu muydu sadece? Bir vehimden mi ibaretti? Asla ve kat’a… Ey insan bilmelisin! Sen hiçliğe, çürümeye terk edilecek bir sigara külü, bir toz zerresi değilsin. Sen gardırobunda saklanıp işi bittiğinde bir köşeye atılan yamalı bir bohça da değilsin. Mazi ve müstakbel endişesinden uzak ve her gün binlercesi boğazlanan bir gergedan başı da olamazsın. Sen, “ebed, ebed” diyen dimağın, kalbin ve bütün duygularınla hayata ve Rabbine ta yüreğinden bağlısın. Ferşten, arşa; seradan, süreyyaya her şeyle alakadarlığın bu yüzden. Mikro ve makro âlemde var olan her nesnenin her şeyiyle, her zaman ve her mekânda müteessirsin, müteellimsin ve mütelezzizsin. Ve sen, güzelliğe, sonsuzluğa müştak insan! Hiçlik dereleri senin hayalinde bile yer tutmayacak kadar ebede sevdalısın. Ölüm bir yağmur sadece, kayalardan süzülen bir gözyaşı, ahenkle yağan bir kar tanesi kadar örtücü bütün çirkinlikleri… Bak ve gör ve bil ve hisset nasıl ki açlık yemeyi, susuzluk içmeyi iktiza ediyor ise hayatın da ahireti intaç ediyor. Unutma ki anne karnına düştüğünde bir nutfeydin. Sonra dünyaya gönderildin. Çocukluğu ve gençliği yaşadın. İhtiyarlığa eriştin. Kendi bedenindeki seyahatin akışı haykırıyor ve sana diyor ki: “Ey insan! Henüz yolculuğun bitmiş değil. Nihai hedef noktana varıncaya kadar vücudundaki akıp gitmeler devam edecek. Ve sen varış çizgisine vardığın an hep otuz üç yaşında, hep genç, hep sürurlu, hep huzurlu olacaksın. Hem ahireti haykıran sadece senin bedenin ve ruhun da değil. Muhbir-i sadık yüz yirmi dört bin peygamber, yüz yirmi dört milyon evliya bî-karar dünyadan karar kılınmış bir mekâna giden yolculuğunu haykırmakta… Ve unutma ki dünyanın yapılan bunca zulmü temizleyecek kadar deterjanı yok. Mahz-ı adalet için haşir, hesap, mizan, sırat, cennet, cehennem adın gibi gerçek. Nokta israf etmeyen Allah Azze ve Celle muhteşem kâinatı ve sekenelerini hiçliğe, manasızlığa, çürümeye, dağılmaya terk etmez! Hakiki güzel, güzele müştakları cennetinden ve cemalinden mahrum etmez.” Kalp katılığından uzak, nurlanmış bir bedene ölüm nüfuz edebilir mi? Asla… Delil mi? Kuranı dinle: وَلاَ تَقُولُواْ لِمَنْ يُقْتَلُ فٰي سَبيلِ اللّٰهِ أَمْوَاتٌ بَلْ أَحْيَٓاءٌ وَلَكِنْ لاَ تَشْعُرُونَ “Allah yolunda öldürülenlere “ölüler” demeyin. Bilakis onlar diridirler, fakat siz hissedemezsiniz.”(Bakara /154) Elbette o gün geldiğinde mümin, gayri mümin herkesi bir nedamet duygusu saracak. Hele rotadan çıkanların pişmanlıkları çok daha derinden hissedilecek. İki ayet: حَتَّى إِذَا جَٓاءَ أَحَدَهُمُ الْمَوْتُ قَالَ رَبِّ ارْجِعُونِ “Nihayet onlardan( müşriklerden) birine ölüm gelip çattığında, “Rabbim, der, lütfen beni (dünyaya) gönder.” ( Mu’minun Suresi 99) إِنّٓا أَنذَرْنَاكُمْ عَذَابًا قَرٰيبًا يَوْمَ يَنظُرُ الْمَرْءُ مَا قَدَّمَتْ يَدَاهُ وَيَقُولُ الْكَافِرُ يَا لَيْتَنٰي كُنْتُ تُرَابًا “Şüphesiz ki sizi yakın bir azap ile korkuttuk. O gün kişi, ellerinin takdim ettiği şeye (önceden işlediği ameline) bakar ve kâfir: Ah! Keşke ben toprak olsaydım! Der.”(Nebe Suresi/40) Fakat nafile… Herkes heybesinde ne varsa onunla muamele görecektir. Günahları olsa da duayı, sabrı ve gözyaşını sunan müminler Rahman’ın merhamet havuzunda yıkanacaklardır. İnkârı, şirki meslek edinenler, haksız yere cana kıyanlar, mazlumun iniltisini ney gibi dinleyen zalimler ise treni çoktan kaçıranların zümresine dâhil olacaklardır. Son olarak, asra mührünü vurmuş zatın sesine kulak verelim: “Ey bizi nimetleriyle perverde eden sultanımız! Bize gösterdiğin numunelerin ve gölgelerin asıllarını, membalarını göster. Ve bizi makarr-ı saltanatına celp et. Bizi bu çöllerde mahvettirme. Bizi huzuruna al. Bize merhamet et. Burada bize tattırdığın leziz nimetlerini orada yedir. Bizi zeval ve teb’id ile tazip etme. Sana müştak ve müteşekkir şu muti raiyetini başıboş bırakıp idam etme.” Adı Özgür olan kardeşim şimdi gerçekten özgürlüğe kavuştun. Allah sana ve bütün mümin kullarına rahmet eylesin…

Şarktaki aşiretlerin suallerine cevap olarak hazırlanıp H. 1329 (m. 1911)’de neşredilen Münazarat Risalesi, daha sonraları Bediüzzaman Hazretleri tarafından tekrar gözden geçirilerek neşredilmiştir. Üstad Hazretleri risalenin baş tarafına şu ifadeleri koymuştur ki bu, aşağıda izah etmeye çalıştığımız yazının ne anlama geldiğini göstermek açısından ehemmiyetlidir. Azametli bahtsız bir kıt’anın, şanlı tali’siz bir devletin, değerli sahipsiz bir kavmin reçetesi veyahut Bediüzzaman’ın Münâzarat’ı.” Bugün şahsi ve ictimai problemlerimize ışık tutacak -aşağıdaki küçük, fakat keyfiyet itibariyle büyük- sual ve cevabı nazar-ı dikkatlerinize arz ediyoruz. SUAL: Zindan-ı atalete, yani boş durmak ve tembellik zindanına düştüğümüzün sebebi nedir? EL-CEVAP: Hayat cidaldir; yani; hayatın devamı için bir mücahit kabul edilen himmetin verdiği mücadele meydanında, onu kazanmak ve başarmak ancak bütün engelleri birer birer aşmak ile mümkün olur. Şevk ise matiyyesidir, yani himmet denilen çalışma azminizin bineği ise şevkinizdir. Üstadın burada hayatın cidal olduğunu söylemesi, şahsi hayat noktasında nefis ve şeytan ile mücahede ve mücadele cihetindedir. Bu ise kişiye adalet ve özgürlüğü kazandırır. Zülfikar Mecmuasında, Kuran’ın Şebabiyet-i bahsinde, Avrupa medeniyeti, toplum hayatının devamı için mücadeleyi esas yapar. Bu ise insanların sosyal hayatına bakar. Nefis ve şeytan ile mücahede değil, belki insanların kendi aralarındaki mücadeleyi kastediyor. Bu yanlış bir kuraldır ve toplum arasındaki çatışmayı netice verir. Dolayısı ile yukarıda bahsi geçen cidal ile bunu karıştırmamak önemli olacaktır. İşte himmetiniz şevke binip mübareze-i hayat yani hayat mücadelesi meydanına çıktığı vakit, 1- En evvel düşman-ı şedid olan yeis yani; ilk olarak en şiddetli düşman olan ümitsizlik engeli himmetinize rast gelir. Kuvve-i maneviyesini kırar. Moralini alt üst eder. Siz o düşmana karşı لَاتَقْنَطُوا (rahmet-i ilahiden ümit kesilmez)1 kılıncını istimal ediniz, kullanınız. Zira başka risalelerde de geçtiği gibi “yeis, mani-i her kemaldir.” Yani ümitsizlik bütün başarılara ve mükemmelliklere engeldir. Hem “su-i zanla yeistir, saadetin muharribi, hayatın katili” yani herhangi bir kardeşinin hakkında su-i zan edip yaptıklarını kötüye yorumlamak ve yapmak istediği herhangi bir iş için de ümitsizliğe ve karamsarlığa düşmek, insanın saadet ve mutluluğunu harab edip bitirir ve hayatını da öldürür. Ümitsizliğe ve karamsarlığa düşen adam, adeta yürüyen bir cenaze olur. Bu dehşetli düşman olan ümitsizlik ve karamsarlıktan kurtulmanın yegâne çaresi, ancak Cenab-ı Hakk’ın her şeyi kuşatan rahmetine sığınıp o rahmetten ümidi kesmemekle olur. 2- Sonra müzahametsiz olan hakkın hizmetinin yerini zabteden meylü’t-tefevvuk istibdadı yani hiçbir engele takılmayan ve Hakk’a hizmet etmenin yerine geçen üstün olma meyli gelir. Yani kendini görüp, kendine güvenip ve kendini beğenmek noktasında Allah için değil, ancak kendi şahsi kemâlatı ve çıkarları için çalışma baskısı, o himmete karşı hücuma başlar.2 Himmetin başına vurur, atından düşürttürür. Siz كُونُوا لِلّٰهِ (Allah için olunuz)3 yani “amelinizde”, “yaptığınız her işte rıza-yı İlahi olmalı” düsturuna binaen yaptığınız bir işi, nefsinizin arzu ve isteklerine uyarak değil, Cenab-ı Hakk’ın emir ve yasaklarına uyarak yapınız hakikatini o düşmana gönderiniz.4 3- Sonra da ilel-i müteselsiledeki terettübü atlamakla müşevveş eden aculiyet yani merdivenlerin basamakları gibi birer birer gerçekleşmesi gereken sebeplerin sırasına dikkat etmeyip onların bazılarını atlamakla, himmeti şaşırtan acelecilik çıkar, himmetin ayağını kaydırır. Siz, وَاصْبِرُوا وَ صَابِرُوا وَ رَابِطُوا (Ey îmân edenler! Sabredin! Sabırda (düşmanlarınıza) üstün gelin! (Her an vazifenizi yerine getirmeye) hazırlıklı olun)5 Allah’ın (cc) bu emrini himmetinize siper ediniz. Zira sabreden zaferi kazanır, sabır bütün sıkıntıları ferahlığa, mutluluğa çeviren bir anahtardır. Buna bir örnek verecek olursak, nasıl ki bir ekmeği elde etmek için önceden buğday ekilir, sonra da yeşerip olgunlaşıncaya kadar beklenilir. Daha sonra o ekin, patozdan geçer, değirmene götürülür ve fırına verilir. Ancak bütün bu aşamalardan sonra o ekmek elde edilir. Eğer acelecilikle, bu birbirini takip eden sebep ve basamakların birisi atlanırsa ekmeğin elde edilmesi mümkün olmaz. Demek bir işi başarmak için, Cenab-ı Hakk’ın hikmetinin koyduğu basamaklara riayet etmek icab eder. 4- Sonra da, medenîyyün bittab’ olduğundan ebna-yı cinsinin hukukunu muhafazaya ve hakkını onlar içinde aramağa mükellef olan insanın âmâlini dağıtan fikr-i infiradî ve tasavvur-u şahsî karşı çıkar. Yani insan, yaratılış itibarıyla medeni ve toplumsal bir varlıktır. Ancak toplumun yardımıyla hayatını devam ettirdiği gibi, kendisi de o topluma gücü yettiği kadar katkıda bulunması gerekmektedir. Öyle ise insan, toplumun hukukunu muhafaza etmeye mecbur olduğu gibi, o toplumun içindeki kendine ait hak ve hukukunu da arayacaktır. Fakat insanın bütün arzu ve isteklerinin gerçekleşmesine en büyük engel olan, insanın yalnız şahsî çıkarlarını düşünmesi ve toplumu değil kendi zatına hizmet etmeyi esas maksat yapması karşısına çıkar. Siz de, خَيْرُ النَّاسِ اَنْفَعُهُمْ لِلنَّاسِ (insanların en hayırlısı insanlara en faydalı olanıdır)6 olan mücahid-i âlîhimmeti mübarezesine yani; hayat mücadelesi meydanında, himmeti en yüce olan bu mücahidi, hadisin bu emrini, o ferdi ve şahsi düşüncenin karşısına çıkarınız. 5- Sonra başkasının tekâsülünden görenek fırsat bulup hücum edip belini kırar. Yani; “Başkasının gevşekliğini ve tembelliğini kendine örnek almak denilen görenek belası” hücum edip himmetin belini kırar. Siz de عَلَى اللّٰهِ لَا غَيْرِهِ فَلْيَتَوَكَّلِ الْمُتَوَكِّلُونَ (Tevekkül edenler başkasına değil ancak Allah’a tevekkül etsinler.)7 Yani insanlar tembellik hususunda birbirine uymak yerine, Cenab-ı Hakk’a tevekkül edip onun emir ve yasaklarına uymalıdır. Olan hısn-ı hasîni himmete melce ediniz. Sağlam kale olan bu ayetin emrine uymayı, himmete sığınak yapınız. 6- Sonra da acz ve nefsin itimadsızlığından neşet eden ve işi birbirine bırakmak olan düşman-ı gaddar Yani insan aciz olduğundan ve nefsine güvenmediğinden sıkıntılı ve zor işleri yapamayacağı şeklindeki yanlış düşüncesinden dolayı “başkası yapsın” denilen gaddar düşman geliyor. Himmetin elini tutup oturtturur. Siz de لاَ يَضُرُّ كُمْ مَنْ ضَلَّ اِذَا اهْتَدَيْتُمْ (hidayete erdiğinizde dalâlete düşenler size zarar vermez)8 yani; siz vazifenizi yapıp işi başkasına bırakmadığınız takdirde, başkalarının işleri birbirine bırakması ve yanlış yola sapmaları size herhangi bir zarar vermez olan hakikat-ı şahikayı yüce hakikati üzerine çıkarınız. Tâ o düşmanın eli o himmetin dâmenine eteğine yetişmesin. 7- Sonra Allah’ın vazifesine müdahale eden dinsiz düşman gelir; yani; insanın asıl vazifesi Allah’a ibadet ve itaattir. Rububiyyet denilen yaratmak, beslemek büyütmek terbiye edip idare etmek ve neticeleri vermek ise Cenab-ı Hakk’ın vazifesidir. Bazen insan gafletten dolayı hafif olan ibadet vazifesini bırakıp Cenab-ı Hakk’a ait olan ağır vazifenin altına girer ve ezilir. Ve işlerinde muvaffak da olamaz. Böylece “Cenab-ı Hakk’ın vazifesine karışmak” olan dinsiz düşman gelir, himmetin yüzünü tokatlar, gözünü kör eder. Siz de اِسْتَقِمْ كَمَا اُمِرْتَ وَلَا تَتَاَمَّرْ عَلٰى سَيِّدِكَ (emr olunduğun gibi dosdoğru ol)9 (Efendin’e, karşı amirlik taslama.)10 Yani insan kendi vazifesini yapacak, Cenab-ı Hakk’a ait olan neticelere karışmayacaktır. Olan kâr-aşina işini bilmek ve vazifeşinas vazifesini tanımak olan hakikatıni o dinsiz düşmana gönderiniz. Tâ onun haddini bildirsin.11 8- Sonra umum meşakkatın anası ve umum rezaletin yuvası olan meylürrahat yani; bilindiği gibi ekser insanlar; güzel bir evim, iyi bir gelirim, en lükslerinden bir arabam olsun, tatlı canım hiç incinmesin diyerek rahatına vesile olabilecek her türlü sebepleri temin etmeye çalışır. Sanki dünyaya gelişinin asıl amacı rahatça yaşamakmış gibi hareket eder. Hâlbuki dünyada rahat yoktur, ahiretteki rahat ise dünyadaki külfet ve meşakkat ile ölçülür. Dünyaya gelişindeki asıl maksat ise iman ve ibadetle nefis ve şeytana karşı mücahede etmektir. Bir kısım insanların harp meydanına çıkıp düşmana karşı mücahede ederken o ortamda rahatı aramaları ne kadar doğru olur. Ve ararsa o kişinin ne hale düşeceği herkesçe tahmin edilebilir. İşte dünyada da rahatı aramak buna benzer. İşte sonunda böylece rahatı arama meyli denilen düşman geliyor. Himmeti kaydeder, bağlar zindan-ı sefalete sefillik ve perişaniyetlik zindanına atar. Siz de لَيْسَ لِلْاِنْسَانِ اِلَّا مَا سَعٰى (insan için çalıştığından başkası yoktur)12 olan mücahid-i âlîcenabı o cellad-ı sehhara gönderiniz. Yani; insan dünya denilen bu mücahede meydanında, nefis ve şeytanıyla ne kadar mücadele ederse ve ne kadar ibadet ve hizmet yaparsa kazanacağı ecir ve mükâfat da o kadar olur. Emrini buyuran ve yüce bir şahsiyet sahibi olan bu ayetin ifade ettiği hakikati, sihirbaz cellat denilen o meylürrahat düşmanına gönderiniz. Evet13 اِنَّ لَكُمْ فِى الْمَشَقَّةِ الرَّاحَةَ اِنَّ الْاِنْسَانَ الْمُتَهَيِّجَةَ فِطْرَتُهُ رَاحَتُهُ فِى السَّعْىِ وَ الْجِدَالِ Yani; size meşakkatte büyük rahat var. Zira fıtratı müteheyyiç, heyecanlı bir yaratılışa sahip olan insanın rahatı, yalnız sa’y ve cidaldedir. Koşturup mücadele etmesindedir. Kaynaklar: 1- Zümer, 532- 17. Söz, Hatveler3- Arabi ibare4- 21. Lem’a olan İhlas Risalesi’ne müracaat ediniz 5- Al-i İmran, 2006- Kenzü’l-Ummal, c. 15, s. 7777- İbrahim 12, 8- Maide, 1059- Hud, 11210- Arabi ibare11- 17. Notanın 1. meselesine müracaat edilsin12- Necm, 3913- Arabi ibare

İnsan… Mahlûkatın en şereflisi… İslamiyet ile birlikte felsefelerin ve dalalet fikirlerinin tanımlarından kurtulup asli mahiyetine taşınan varlık… Kur’an’ın beyanıyla makam-mevki, soy-sop, renk, dil ayrımı yapmaksızın Allah’a olan muhataplık ve takva mihengiyle değerlendirilen ruh ve beden bütünü… İnsan! İnsanların en eşrefi, Peygamberlerin hatemi, kâinatın varlık sebebi yine bir insan ve Allah’a en sevgili olan Hazret-i Muhammed Mustafa (sav) ile birlikte insan olmanın şuurunda zirve yapan ve altın nesil Ashab-ı Kiramın varlığıyla kıyamete kadar insanlık için rol-model / numune-i imtisal olma keyfiyeti ve şeytanı kıskandıracak, melekleri suale sevk edecek ilk varoluşu çerçevesinde kıymetine haiziyet kesbeden ve ismiyle manası örtüşen; büyütsen kainatta tecelli eden bütün esmaya küçüklüğüyle beraber tam bir ayine olabilme özelliği ile asliyetini ve buna bağlı olarak bütün varlıklara fevkıyet kazanabilme kabiliyetindeki muhteşem varlık. İnsan! Kâinatın en kıymetli varlığı insan yine hemcinsi olan –bozulduğunda en dehşetli canavardan daha cani hale gelen- insan tarafından kıymetsizleştirilmeye çalışılmış ve adeta bir bozuk para gibi harcanır olmuştu/r. İçinde barındırdığı iyilik ve kötülük tohumlarından hangisine kuvvet verirse dünyayı o hale koyan insan, Efendimizin varlığı ve gelmesi ile bütün insanlık tarihine damgasını vurmuş; insanlık adeta baştan sona bu anlamı ifade etmek için var olmuş ve vakt-i merhuna kadar da bu manaya hizmet etmek için var edilmiştir. Zamanın hangi tarafından bakarsanız bakın, bütün kıymetler saadet asrını ve Efendimizi gösterecektir ve göstermektedir. Nazarları, düşünceleri, beklentileri insanlık adına buraya sevk edecektir. Kendini ve haiz olduğu kıymeti arayan insan/lık ne kadar ve hangi zamana kadar giderse gitsin, ulaşacağı yer burası olacaktır. Çünkü insanlık manasını Efendimizle bulmuştur. Bundan sonra da O’nunla bulacaktır. Ey dertliler! Ey mazlumlar! Ey insanlar! Ey insanlığın insanlığından utanır duruma gelenler! Ey proflar! Ey psikologlar! Ey hümanistler! Ey insan kavramı içinde huzur ve saadeti arayanlar! Haydi, geliniz ve insanlığın onurunu ihya ve inşa ve muhafaza eden o Zata (sav) yüzümüzü dönelim. İnsanlık âleminin gündüzü için o şems-i hidayet ve istikamete teveccüh ile birlikte dest-i sadakati uzatalım. İnsanlığı yeniden kazanalım!

Çalışmamız giriş bölümü hariç üç bölümden oluşacaktır. Birinci bölümde Kadı, mahkeme ve kadı sicillerinin genel tarifine, tarihsel süreç içerisinde geçirmiş olduğu değişime ve gelişimine değinilecektir. İkinci bölümde galata tarihi ve nüfus yapısı ve bunun çalışmamız açısından önemine kısaca değinilecektir. Üçüncü bölümde ise asıl konumuz olan Galata’da 16. yy ikinci yarısına ait 5 ve 7 numaralı Galata sicillerinde gayrimüslimlerin dâhil olduğu dava örneklerinden yola çıkarak hangi ekonomik nedenlerden dolayı mahkemeye müracaat ettikleri veya davalara müdahil edildikleri üzerine değerlendirmelerde bulunacağız. 1- GİRİŞ Osmanlı Devleti dini, dili, ırkı ve kültürü farklı olan birçok unsuru bünyesinde barındıran bir yapıya sahipti. İniş ve çıkışlarıyla birlikte uzun bir süre bu yapıyla ayakta kalmasının birçok nedeni vardır. Üstelik tarihte çok fazla karşılaşılmayan bu tür bir başarıyı birkaç nedenle izaha kalkmak hem mümkün değildir hem de doğru olmaz. Bu sebeple Osmanlı devletinin hukuk anlayışına, devletin sosyal, siyasi, iktisadi ve kültürel tarihine ışık tutan Osmanlı Kadı sicillerini [mahkeme defterleri] bahsettiğimiz karmaşık yapıya biraz da olsa ışık tutması açısından hususi bir gözle ele alacağız. Bu çalışmamızda Osmanlı devletinin iki temel unsurundan biri olan ve hiçte azımsanmayacak çokluğa sahip olan gayrimüslimlerin karşılaştığı ve mahkemeye başvuru sebebi olan ekonomik problemleri ele alıp, bu problemlerin verdikleri farklı ipuçlarını kullanarak Osmanlı devletindeki gayrimüslimlere dair fikir sahibi olmaya çalışacağız. Fakat unutulmamalıdır ki burada sınırlı sayıda hüküm mevcuttur. Dönemin bütün uygulamalarını yansıtması mümkün olmayabilir. Hem karşılaştırmalı bir fikre sahip olmak için dönemin diğer mahkemelerinin ve azınlık mahkemelerinin kayıtlarına da bakmak faydalı olacaktır. Çalışmamız giriş bölümü hariç üç bölümden oluşacaktır. Birinci bölümde Kadı, mahkeme ve kadı sicillerinin genel tarifine, tarihsel süreç içerisinde geçirmiş olduğu değişime ve gelişimine değinilecektir. İkinci bölümde galata tarihi ve nüfus yapısı ve bunun çalışmamız açısından önemine kısaca değinilecektir. Üçüncü bölümde ise asıl konumuz olan Galata’da 16. yy ikinci yarısına ait 5 ve 7 numaralı Galata sicillerinde gayrimüslimlerin dâhil olduğu dava örneklerinden yola çıkarak hangi ekonomik nedenlerden dolayı mahkemeye müracaat ettikleri veya davalara müdahil edildikleri üzerine değerlendirmelerde bulunacağız. A. Kadılar ve Osmanlı Devletinde Kadılık Arapçada kadâ kökünden ismi fail olan kadı1 kelimesi yaygın anlamıyla hâkim, hukuki bir davada hüküm veren kişiye için kullanılmaktadır.2 Ayrıca ifa ve icra eden anlamına da gelmektedir.3 Diğer İslam devletlerinde olduğu gibi Osmanlı devletinde de kadı mahkeme görevlisi olarak biliniyordu. Ancak bu onun tek görevi değildi. Çünkü Osmanlı kadısı görev ve yetki bakımından önceki dönemlere göre daha geniş yetkilerle donatılmıştır. Devletle halk arasında karşılıklı hukuki bağı kuran kişi4 olan kadılar günlük hayatta hukukun uygulanışında önemli bir yere sahiptiler. İslami hükümlere göre karar veren mahkemelere ve kadılara Osmanlının hemen hemen her kasabasında rastlanabilir ve bu kişiler her dinden insanlara açık olarak hizmet vermekteydi.5 Bu görevliler Osmanlı devletinin taşrayı tanıyan ve bilen en önemli devlet memurlarından biridir. Yani devletin hukuki organizasyonunun temelini oluşturan kadılar görev yaptıkları mahallerde hukuki davaların yanında idari, asayiş, mülkî konulara bakan bir makamı temsil ediyordu. Yani kadıların sadece yargıya dayalı değil yönetime bakan yetkileri de vardı.6 Mesela vergilerin halktan toplanıp sevk edilmesinde, loncaların teftişinde, ticarî mallara narh koymak ve kalitelerini kontrolü yapmak gibi vazifeleri de vardır.7 Buna karşın kadıların diğer yerel yöneticilere karşı bir sorumluluğu yoktu.8 Kadılık ve faaliyetleri açısından Osmanlıların ilk dönemlerine dair oldukça az (birincil) kaynak vardır.9 İlk dönem Kaynaklarda “kadı” ibaresi bildiğimiz anlamda (hâkim) ilk defa Osman Gazinin Bilecik'in ve civarının alınmasından sonra, Karacahisar’a tayin olunan Dursun Fakih’in Bilecik kadılığı ile görevlendirildiği anlaşılmaktadır.10 I. Murad zamanında kazaskerlik kurumu oluşturulmuştur ki bu kurum daha önceki İslam devletlerinde var olan kadıyülkudatlık makamına mukabil bir kurumdu. Daha sonraki dönemlerde bu kurumda Anadolu ve Rumeli kazaskerliği şeklinde iki büyük bölgeye ayrılmıştır.11 Kadılık kurumu eğitim, atama ve mesleki terfilerinde Fatih sultan Mehmet’ten itibaren oldukça gelişmiş bir yapıya girmeye başladığı bilinmektedir. Zira kadıların ve kurumların işi ve işleyişi noktasında ilk defa detaylı olarak tanımlanmıştı.12 Önceleri hususi bir mahkeme binası olmamakla birlikte kadı davalara cami veya mescidde veya evinde bakardı. Nüfusu ve yoğunluğu fazla olan yerlerde kadılar kendilerine naibler veya farklı görevliler atarlardı. Kadıya tüm işlerinde yardımcı olan bu görevliler sırasıyla naib, muhzır, subaşı, asesbaşı, çavuş, mahkeme tercümanıdır. Bu görevliler üzerinde detaylı durmayacağız.13 Bu bağlamda bizi hususi olarak ilgilendiren mevzu kadı sicilleridir. Kadı sicilleri; mahkeme kayıtları, sicillat-ı şer'iyye14 ve en meşhur ismiyle şer'iyye sicilleri15 olarak bilinen defter serileridir. Bu siciller mahkemelerde kadılar tarafından veya onların yardımcıları naibiler tarafından düzenli olarak tutulmuş olan ve içerisinde farklı türden hükümler ve davaların kaydedildiği belgeleri barındırmaktadır.16 Osmanlı Devleti'nde aile, şahıs, toplum, miras, eşya, ticaret, borçlar, idare ve vakıf hukukuna dair önemli, hukuki konuları ele alan kadı sicilleri devletin merkezinden ücra köşelerine kadar her tabakadan insanla ve milletten( veya dini gurup17) insanlar arasındaki münasebetlerle ilgili ve tarihi araştırmalara rehberlik edebilecek en önemli kaynaklardan biri olma özelliğine sahiptir.18 Şer'iyye sicil defterlerinin tarihsel olarak hangi dönemde ortaya çıktığı ve gelişimi noktasında bazı tartışmalar mevcuttur. Ama İslami kaynaklara baktığımızda bildiğimiz anlamıyla bu defterler, hicri ikinci yüzyıl gibi erken bir dönemde ortaya çıktığı kanaati oluşmaktadır.19 Osmanlılar öncesinde de bu defterlere rastlanması bu sistemin Osmanlılara özgü olmadığının göstergesidir. Söz gelimi Kudüs'te bulunan, l390’lı yıllardan kalan Memluklere ait yirmi altı adet mahkeme kaydı, Selçuklular dönemi Amasya’sına ait bazı kayıtlar bu geleneğin önceden varlığını göstermektedir. Fakat bu kayıtlarda sicil ibaresine rastlanmaz. Diğer taraftan bu defterler sadece Osmanlı devletinin yargı sisteminde düzenli olarak ortaya çıkmıştır ve XX. Yüzyılın başlarına kadar seri şekilde kaydedilip muhafaza edilmiştir.20 Eldeki sicillerin 15. ve 16.yylara rast gelen sicil kayıtlarının büyük oranda Arapça kaleme alınmıştır. 17.yydan itibaren bu kayıtlar genellikle Osmanlıca tutulmuştur. Sicil defterleri de Osmanlı bürokrasisinin klasik defter formatına uygun olarak elle kavranacak kadar dar ve uzun fiziki özelliğe sahiptir.21 Osmanlı Devleti'nde şer'iyye sicillerinin tam olarak ne zaman kaydedilmeye başlandığı bilinmemekle beraber en erken tarihli örnekleri Bursa'da bulunmuştur. Bu bağlamda 1455 tarihli bu ilk örnekler değerlendirildiğinde daha erken dönmelerde de bu defterlerin var olabileceği kanaatini doğuruyor. Bir adalet müessesesi olarak kadılık kurumunun devletin ilk dönemlerinden itibaren kurulmuş bir kurum olması Şeriye sicillerinin de erken dönemlerde de var olduğu, ancak bunların günümüze ulaşmadığı ileri sürülebilir.22 Çünkü çeşitli şehirlerdeki defterlerin sayıları karşılaştırıldığında çok farklılıklar olması bu kanaati güçlendirmektedir. Günümüze ulaşamayan sicillerin ortadan kaybolmasında birçok neden sıralana bilinir. En önemlisi yangınlarda veya doğal afetlerde tahrip olmuş olabilirler. Çeşitli savaşlar veya isyanlar sırasında imha edilmiş olabilir. Bu bağlamda insan faktörünü ve bu kaynakların bazılarını ehemmiyetsiz görmesinden ve dolayısıyla korunmamasından kaynaklanmaktadır.23 Geniş bir coğrafyayı uzun bir zaman idare etmiş olan Osmanlı devletinin kadılarının tutmuş olduğu bu defterlerin 30 bin civarı ancak bugüne ulaşmıştır. Bunların yaklaşık olarak 10 bin tanesi İstanbul ve çevresindeki bağlı kadılıklara ait sicillerdir.24 İstanbul imparatorluğun çekirdeği olması hasebiyle İstanbul şer’iyye sicilleri ciddi önem arz etmektedir. Bu bağlamda Galata sicilleri de dini ve çeşitli milletlerin bulunduğu bir yerdeki mahkeme kayıtları olarak özellikle gayrimüslimlerin sosyal hayatına dair önemli ipuçları vermektedir. Osmanlı devletinin tutmuş olduğu şer’iyye sicillerinin içerisinde farklı kayıt türleri mevcuttur. Fakat bunları iki kısma ayırmak mümkündür. Birinci kısım kayıtlar dava kayıtları, ilam, hüccet, tereke kayıtları olarak sıralanabilir. İkinci kısım kayıtlar ise merkezden gönderilen ferman, emir, buyruldu, tezkere ve berat şeklinde belirtebiliriz.25 B. Galata İstanbul’un fethinden sonra halen Cenevizlerin yoğun olarak yaşadığı yer olan Galata, içerisindekilere can ve mal güvenliği garanti edildikten sonra teslim alınmıştır. Fatih şehrin savaşsız bir şekilde alınmasından sonra yerel yönetici ve kadı atadı. Fakat şehrin bu şekilde alınmasından dolayı şehrin genel yapısının değiştirilmesine pek müsaade edilmedi.26 Daha sonraki yıllarda [1455] Osmanlı devleti tarafından yapılan nüfus sayımına göre galata bünyesinde bulunan gayrimüslim nüfusu üç farklı gurupta değerlendirilmiş. İlk gurubu Cenevizli tabiiyetine girmiş Cenevizli tebaa, ikinci gurubu fetihten önce Galata’ya yerleşmiş olan Rumlar, Yahudi ve Ermeniler ve Galata’da ticaret için bulunan ve kısa süre içerisinde şehirden ayrılacak olan Cenevizli ve Venedikli tüccarlardan oluşmaktaydı.27 Dönemin tarihçileri tarafından da “Osmanlı Frengistan’ı” diye adlandırılan Galata’da bu tarihten sonrada genel anlamda pek değişiklik olmamasına karşın hızlı bir nüfus artışı gözlemlendi ve Fatih Sultan Mehmet’in son yıllarında ki bazı rakamlara göre kentin yaklaşık yüzde ellisi Müslüman nüfustan oluşmaktaydı. Fakat bu rakamsal değişim Galata’nın Ticari anlamdaki işlevini pek değiştirmemişti ve Galata İstanbul’un en önemli ticaret merkezi olma özelliğini devam ettiriyordu.28 C. Galata’da Ekonomik Hayat ve Gayrimüslimler Galata sicilleri incelendiğinde günlük hayata dair birçok konuyu görebiliriz. Gerek Gayrimüslimlerin gerek Müslümanların problem yaşadıkları pek çok farklı konuda kadıya başvurdukları anlaşılmaktadır. Mesela Alacak verecek meselesinden kaynaklanan hükümler, mirasla ilgili mevzular, vekâlet, satış, borç ikrarı, ödeme, mülkiyet ihtilafları, rehin, sulh, nafaka, vesayet gibi diğer hususlarda da kayıtlar vardır. Fakat başta da belirttiğimiz gibi “Gayrimüslimlerin ekonomik konularda mahkemeye yaptıkları başvurular veya bu nedenle dâhil edildikleri hükümleri” inceleyeceğiz. İlk olarak Dimitri adındaki bir gayrimüslimin öldükten sonra varis ya da varislerinin tespitine kadar geçici bir suretle mallarına el konulması ve varisin tespitinin ardından Nikola’nın oğlu Dimitri’nin geride bıraktığı mirası kardeşinin oğluna iade edilmesine karar veriliyor. Hükümden anlaşıldığı kadarıyla “Kalamata kazası” kadısı mevlana payeli Numan b. Abdurrahman tarafından verilen hüccetin delil olarak kullanıldığı ve hükme bağlandığı görülmektedir.29 İslam hukukuna göre borç borçlu tarafından borçlanılan kişiye ödenmesi gereken bir haktır ve kadılar bu hususa göre muamelede bulunmalıdır.30 Bu bağlamda Galata sicilleri incelendiğinde hiçte azımsanmayacak miktarda borç davaları vardır. Borç davalarının da çeşitli karakterdedirler. Bu bağlamda bazı hükümler borç veren kişinin elinde resmi bir senet hükmünde olup mahkeme huzurunda borçlunun borcunu ikrar etmesine dayanıyor. Örneğin “Yani v. Petrano meclis-i şer‘-i şerîfe hâzır olup hâmil-i hâze’l-kitâb Françesko v. Sirya mahzarında, üzerinde ve zimmetinde karz-ı şer‘î cihetinden lâzımü’l-edâ ve vâcibü’l-kazâ râyicü’l-vakt on iki bin akçe borcu olduğunu ikrâr etti.”31 Böylece ilerde borç veren kişinin yaşaya bileceği bir mağduriyetin önüne geçilmiş olunuyordu. Ellerinde bu türden bir delil olmadığı durumlarda şahitlere müracaat edilirdi. İki şahidin yemini ederek konu hakkında tanıklık etmesi yeterli idi. Bu şahitler müslümanlardan da gayrimüslimlerden de olabilirdi. Nitekim ölen Ömer adında bir Müslüman ortağına bocu olan Apostol v. Dimitri, Yareş v. Yorgi ve Dimo v. Yani’nin borçlarının bir kısmını ödediklerini şahitlerin tasdikiyle mahkemeye kabul ettirebilmişlerdir.32 Eğer davacı veya şahitler gayrimüslimse yeminlerini de kendi dinleri üzerine ettikleri başka bir hükümde geçen “Tevrat’ı inzâl eden Allahü Te‘âla adına yemîn verilmesinden sonra”33 ibaresinden anlaşılmaktadır. Söz konusu olan her hangi bir borçta ödendikten sonra yine yukardakine benzer bir mahkeme kararı ile “Hasan Reis b. Abdullah, Yanol v. Nikolo Reis’te karz-ı şer‘îden iki yüz akçe alacağı olduğunu ve elân mesfûr zimmîden cemî‘-i meblağı aldığını ve üzerinde bir habbesi kalmadığını ikrâr etti. Şuhûdü’l-hâl: Murad b. Abdullah ve Mustafa b. Kerim el-Muhzır ve kâtibü’l-hurûf”34 şeklinde tasdik edilir ve böylece borcu ödeyen kişinin daha sonraki süreçte rahatsız edilmesinin önü alınmış olurdu ki bu Müslümanlarda olduğu gibi gayri Müslimlerce de başvurulmuş bir tedbir olarak görülebilir. Gayrimüslimlerin gerek kendi aralarında gerekse Müslümanlarla yaptığı alışveriş kayıtlarını gösteren ve bu alışverişlerden oluşan borçları ne şekilde tahsil edildiğini gösteren sicil kayıtları gayrimüslimlerin ekonomik münasebetleri hakkında bu açıdan da ciddi bir fikir verecektir. Söz konusu gurubun Galata sicillerinde taşınır ve taşınmaz alışverişleri ve bunlardan doğan ihtilafların nasıl giderildiğine dair hükümler vardır. Yedi numaralı galata sicilinin 44 nolu hükmünde ölen bir kişinin attığı taşınır bir malzeme nedeniyle kendisine olan borcunu ödeyemeden öldüğü için mahkemeden bu borcun tahsilini talep ediyor. Normal bir uygulama olarak şahitlerden alınan ikrarla Yakob’un alacağı malum şahsın terekesinden tedarik ediliyor.35 Osmanlı devletinin sonuna kadar devam eden köle edinme ve ticaretinin yapılması ve fertler arasında alınıp satılması var olan bir gerçektir. Bu tür köle ve cariye alışverişleri de yine mahkemede sicil kayıtlarında mevcuttur. Hem Müslim ve gayrimüslimler arasında ve hem de gayrimüslimlerin kendi aralarında yaptıkları bu ticarete örnek olarak Müslüman bir satıcı ile Fransız bir gayrimüslim alıcı arasında Mikel Karduzer diye adlandırılan kölenin ticaretine bir örnek olarak verebiliriz. Bunu ilgili sicil hükmünün şu satırlarından anlamaktayız: “… Efrenciyyü’l-asl, başında eser-i cerâhati olup Mikel Karduzer ismiyle müsemmâ olan abd-i memlûkü işbu merkūm Kerolemo’ya otuz iki bin nakd-i râyic fi’l-vakt akçeye bey‘ edip kabz-ı semen ve teslîm-i mebî‘ edip …”36 Osmanlıda tımar arazilerinin aksine ev, bağ ve bahçeler özel mülk kapsamına girdiğinden37 Osmanlı tebaası arasındaki taşınmaz malların ticareti genel olarak bunlara dayanmaktadır. Bunların alım satımını ve bu esnada doğan anlaşmazlıkların giderildiği yer mahkemelerdi. Todor adındaki gayrimüslimle Haydar ağa arasındaki ücreti ödenmediği için vazgeçilen bağ satışından kaynaklanan anlaşmazlığın çözüldüğü yer mahkeme olmuştur.38 Erkekler kadar sık olmasa da bayanlarında bu tip alış verişlerde davacı ve davalı konumunda olduğunu görmekteyiz.39 Galata sicillerinde gayrimüslimlerin müdahil olduğu ortaklıkla ilgili davalara da rastlanmaktadır. Fakat incelediğim dönemde gayrimüslimlerle ilgili ortaklığa bağlı davalar fazla bulunmamaktadır. Birkaç örnekten birisi Ortağı oldukları Mehmed beyin ölmesinden sonra terekesinden paylarına düşen miktarı isteyen Andriye, Yorgi ve Apostolun açtıkları dava kayıtları 40-41 buna örnek olarak gösterilebilir. İktisadi faaliyetlerde ele alınması gereken işlerden biriside kefaletle ilgili dava kayıtlarıdır. Zira gerek Müslümanlarca gerek gayrimüslimlerce müracaat edilen bu sistem ekonomik olduğu kadar günlük hayatın diğer alanlarıyla da alakadar olduğu için önemlidir. İncelemiş olduğum üç galata sicilinde karşılaştığımız en ilginç kefalet davalarından birisi borcunu ödeyemeyen Gayrimüslim Ermeni Kostanın borcunu kefili olan Ramazanın ödediği davadır. Bu ekonomik ve sosyal hayata dair ipuçları veren sicil kaydı şöyledir: “Merhûm el-Hâc Ubeydullah’ın eytâmına vasiyy-i muhtâr olan Pîrî Çavuş b. Mehmed Çavuş kıbelinden vekîl-i şer‘î olan Mahmud Çelebi b. el-Hâc Mehmed,Ramazan Çelebi b. el-Hâc Nebi el-Bursevî mahzarında ikrâr etti ki mezbûrUbeydullah’ın Ermeni Kosta zimmetinde karz cihetinden beş bin akçe alacağı vardı. Meblağ-ı mezbûra mezbûr Ramazan kefil oldu. Elân o, meblağ-ı merkūmu kefil-i mezbûr yedinden tamâmen ve kâmilen ahz u kabz etti. Şuhûdü’l-hâl: el-Mezbûrûn”42 Sonuç Osmanlı devletinde kadılar sadece yargıç olmadığı gibi mahkemelerde bir yargı merkezi değildir. Bunun yanında sosyal ve ekonomik hayatı şekillendiren ve anlaşmazlıkları gidermeye çalışan bir kişi ve merkez işlevi de görmektedir. Galata şeriye sicilleri, ciddi bir oranda gayrimüslimin ikamet ettiği ve “Osmanlı frengistanı” ibaresiyle bilinen Galata’daki hayata birçok yönden ışık tutmaktadır. Bizim özel olarak incelediğimiz kısım bu sicillerin gayrimüslimlerin ekonomik hayatta müdahil oldukları davalardır. Gayrimüslimler gerek kendi aralarında gerekse Müslümanlarla yaşadıkları problemleri mahkemeye taşıya biliyorlardı. Haklarını çeşitli şekillerde ispat ettikleri sürece alabildikleri kanaati oluşmaktadır. Ayrıca borçlar ve alacakların tesliminde mahkemeden hususi tasdik de alınmış olduğu sıkça görülmektedir. Bu ise ilerde yaşanabilecek bir haksızlıkla karşılaşmamak için kullanılan bir yöntem olduğu aşikârdır. Davaların Sulhle bitmesi önemlidir. Kaynaklar: 1- Fareddin Attar, “Diyanet Vakfı Islâm Ansiklopedisi” Kadı, (İstanbul: Türkiye Diyanet Vakfı), c.24, s 63.2- Mehmed Salahi, “Kamus-ı Osmani” Kadı. (İstanbul: Mahmud Bey Matbaası, 1313), 764.3- Şemseddin Sami, “Kamus-I Türki” Kadı, (Dersaadet/İstanbul: İkdam Matbaası, 1904), 1028.4- A. Fevzi Zengin, 4/466 Numaralı Şer’iye Sicillerine göre Üsküdar’da Ekonomik ve Sosyal Hayat, Marmara Üniversitesi, 1998, s 18.5- Colin İmber, Şeriatten Kanuna Ebussuud ve Osmanlı’da İslami Hukuk, Çev. Murteza Bedir (İstanbul: Tarih Vakfı Yurt Yayınları, 2004), s.11.6- Age, 10-11.7- Mehmet Akif Aydın, Kadı sicillerinde İstanbul XVI. ve XVII. yüzyıl, (İstanbul: İsam Yayınlar ,2011), s.35.8- Zengin, Age, s.18.9- İlber Ortaylı, Osmanlı devletinde kadı: hukuk ve idare adamı olarak,(Ankara: Turhan Kitabevi, 1994), s.12.10- Aşık Paşazade, Osmanoğulları’nın tarihi, Çev. Kemal Yavuz, M. A. Yekta Saraç, (İstanbul: Koç Kültür Sanat Tanıtım, 2003), s.72.11- Aydın, Age, s.36. - 12- Ortaylı, Age,13.13- Age,34. - 14- Salahi, Age,765.15- Sami, Age, 1029.16- Ali Mesut Birinci, “Galata Şer`iye Mahkemesi sicillerindeki ferman, berat ve buyrulduların değerlendirilmesi” (İstanbul: İstanbul Üniversitesi, 1996), IV.17- Aydın, Age,31.18- Aydın Bilgin, İstanbul kadı sicilleri Üsküdar mahkemesi 1 numaralı sicil (H.919-927 / M. 1513-1521), Coşkun Yılmaz (İstanbul: Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Araştırmaları Merkezi (İSAM), 2008), s.11.19- Adel Manna, "Palestine in the Late Ottoman Period", Google books, (Nisan 2014), s. 351-352, http://goo.gl/ernfDe20- Yunus Uğur, “Diyanet Vakfı Islâm Ansiklopedisi,” Şer’iyye Sicilleri, c.39, s.10.21- 22- Age.23- Ahmet Akgündüz, Şer’iye Sicilleri Mahiyeti, Toplu Kataloğu ve Seçme Hükümler, c.1,(İstanbul: Türk Dünyası Araştırmaları Vakfı, 1988), s.53.24- Bilgin, Age, s.13.25- Müslim istekli, “Üsküdar’ın Sosyal ve İktisadi Hayatıyla İlgili Üsküdar Kadı Sicillerindeki Kayıtların Tespit ve Analizi (H. 978-991, M. 1570-1584)” (Marmara Üniversitesi, 2005), s.11.26- İlber Ortaylı, “Diyanet Vakfı Islâm Ansiklopedisi,” Galata (İstanbul: İsam), c.13, s.303.27- Halil İnalcık, Osmanlılar : Fütuhat, İmparatorluk, Avrupa ile İlişkiler, (İstanbul: Timaş Yayınları, 2010), s.195.28- Age,s.196.29- Mehmet Akman, İstanbul Kadı Sicilleri Galata Mahkemesi 5 Numaralı Sicil (H. 983-984/M.1575-1576), ed. Coşkun Yılmaz, Kadı Sicilleri Dizisi 32 (İstanbul: Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Araştırmaları Merkezi (İSAM), 2011), s.62.30- Y. Vehbi Yavuz, İslam ilmihali: İslam'da Zekat Müessesesi,(İstanbul: Türdav Basım ve Yayım, 1975), s.343.31- Rıfat Günalan ve Talip Mert, İstanbul Kadı Sicilleri Galata Mahkemesi 15 Numaralı Sicil (H. 981-1000/M.1573-1591), ed. Mehmet Akif Aydın ve Coşkun Yılmaz, Kadı Sicilleri Dizisi 34 (İstanbul: Türkiye Diyanet Vakfı, 2011), s.256.32- Age, s.321. - 33- Age, s.314.34- Mehmet Akman ve Fethi Gedikli, İstanbul Kadı Sicilleri Galata Mahkemesi 7 Numaralı Sicil (H. 985-986/M. 1577-1578), ed. Mehmet Akif Aydın ve Coşkun Yılmaz, Kadı Sicilleri Dizisi 33 (İstanbul: Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Araştırmaları Merkezi (İSAM), 2011), 9735- Gedikli ve Akman, Age, s.54.36- Günanalan ve Mert, s.280.37- Halil Cin, “Diyanet Vakfı Islâm Ansiklopedisi,” Arazi, c.3, s.343.38- Gedikli ve Akman, Age, s.109.39- Günanalan ve Mert,Age, s.246.40- Age, s.72. - 41- Age, s.73.42- Gedikli ve Akman, Age, s.92.

Hakiki ömrünü bulunduğun gün bil! Malum… Kavanoz hikâyesini hemen hepimiz biliriz. Dolu kavanozda büyüklüğüne göre taş parçacıklarının ve kumun tanzimini. Aslında yapılan zamanın/hayatın tanzimidir. Bir bakıma hayat sahifesi üzerine vücud kalemiyle cüzi bir irade ile yazılan sözler, fiiller, tavırlar ve hallerdir aslında zamanın tarifi. Ve dahi yazılmakta ve yazılacak olanın. Bir cihetten bakıldığında zaman, hayat kitabını okumak ve değerlendirmek için bir kıstastır. Eee, kulluğu meslek edinenin bir tartısı olmalı değil midir? Sözünü tartacak, işini tartacak, özünü tartacak olan. İşte zaman, kulluğu meslek edinenler için yeryüzü mescidinde bir hayat mistarıdır, bir denge terazisidir. Zira hemen her meslekte bir ölçme ve değerlendirme aleti olduğunu kabul edip, asli mesleğimiz olan Hakka kullukta bir kıstas kabul etmemek akıl kârı değildir. Madem zaman yaşadığımız hayatımızın bir tartısı bir ölçüsü, bir kıstasıdır. O zaman; zamana sahip çıkmalı, değer vermeliyiz. Kendimizi ve bizden sudur eden ef'al, akval, etvar ve ahvali onunla tartabilmeliyiz. Dönüp bakabilmeliyiz hayat sahifemizin arka yüzüne, bugünü daha bir kul ve daha bir samimi yaşayabilmek adına. Şimdi zamanı kuşanıp bakalım hayat aynasına… Tartalım tartılması gerekenleri… Neye, niçin, ne kadar değer veriyoruz, anlayalım bakalım!... *** 24 saatlik bir kavanozumuz var. Acaba içerisine yerleştireceğimiz “büyük taşlar” neler olmalıdır? Ardından küçük taşlar… Daha küçükleri… Küçükleri… Çok daha küçükleri… Kum, su, vs… nasıl sıralanmalıdır? (Bir an burada düşünelim… Büyük taşlarımız ve ardından gelen küçükleri bizim için neler olabilir...) Elbette hepimiz çok farklı şeyler söyleyip sıralayacağız. Elbette neye değer veriyorsak onlar çıkacak gönlümüzün tercümanı olan dilimizden. Fakat şunu göz ardı etmemeliyiz: Çoğu zaman değer vermemiz gerektiğine inandıklarımız, yaşan/a/masa da ‘böyle bir sualde’ cevap rengi alır. Tam burada hepimizin bir çırpıda altını çizmemiz gereken bir husus var. Verilen cevaptan sonra bir değerlendirme yapabilmek. Gerçekten 24 saate indirgediğimiz ve hakiki ömrümüz olan “gün kavanozumuzu”, değerli olduğuna inandığımız “şey”lerle değerli kılabiliyor muyuz? Misal olarak, 24 saatlik kavanozumuzda en büyük taşlar olarak beş vakit namazın olduğunu söyleyelim. Diyelim ki “Benim hakiki ömrüm olan yaşadığım gün içine özenle yerleştirmem gereken, ilk, namazdır.” Bu düşüncenin uygulama sahasına, pratiğe nasıl yansır? Bir kontrol edelim. Geçmiş zamanın dairesinde bir sağla’ma yapalım: Eğer biz ukbaya geçişin sedası, ezanı Muhammedimiz, Efendimizin buyurmasıyla “göç davulumuz” çalındığında, fani dünyamıza ve türevlerine veda edebiliyor muyuz? Sünneti Seniyyeye ittibaın, Seyyidimizle beraber huzura varmanın heyecanıyla dergâh-ı İlahiyeye yönelebiliyor muyuz? Şükrün en şamili olan bu kulluk nişanesini; büyük bir iştiyakla gözlerimizin nuru, gönüllerimizin ve ruhlarımızın miracı kılabiliyor muyuz? Bu suallerin cevabımız “son beş dakikaların ülfetli esprisinden” kurtulup samimi ve sessiz bir haykırışla “Evet” olabilirse, işte o vakit 24 saatlik hakiki ömrümüzün her anı değer kazanacaktır. Hem şu hakikati de unutmayalım. ‘Aynı zamanda gün’ümüzün direği olan’ bu farz ibadetin yanı sıra gelen diğer “kulluk” ve “Hakka hizmet” vazifelerimiz, namazı gözümüzün nuru kılabildiğimiz ölçüde tüm bunlar da kıymet kazanacaktır. Asli vazifelerimizin peşine takılmış olan, adi taş parçacıkları ve avucumuzu okşayarak yere süzülen kum tanecikleri gibi ucuz ve fani dünyevi işlerimiz ise, birinci düsturun icrasıyla ayrı bir kıymet kazanacak; bambaşka bir hüviyete bürünecektir. İbka olup belki çoğu ahirette gülerek seyredilecek manzaralar suretini alacaktır. Her şeyden iyicesi her sabahımız haşir, her gecemiz vuslat gecesi olacaktır. *** İhtar: Yukarıdaki misalde namazın yerini herhangi bir dünyevi uğraş da alabilir. O takdirde sıralama ve neticeler değişecektir. “Geceleri dahi gündüz kılmak” fırsatından mahrum olunacaktır. “Madde kuvvet kazandıkça mana zayıflar. Nuraniyet gittikçe yerine zulmet gelir” hakikatinin icrasıyla karşı karşıya kalınacaktır maazallah… *** Ya İlahi! Bana gelen her nimet yalnız sendendir. Sen birsin, ortağın yoktur. Hamd yalnız sanadır ve şükür yalnız senin içindir. (Ebu Davud) … Ya İlahi! Senden bu günün hayırlarını, zafer ve başarılarını, yardımını, nurunu, bereketini ve hidayetini isterim. Bugünün içerisinde ve bundan sonraki günlerde meydana gelecek şerlerden sana sığınırım. (Ebu Davud)

Şu alıp verdiğimiz her nefes apayrı lütuf Bunca ni’metleri bahşetmiş olan Rabb-i Atûf Bekliyor bizden evet, hamd ü senâ, istihsân Ne büyük ârdır, eğer bulmasa ma’kes ihsân Kulluğun gayesidir zikr ve fikr, şükr ve dua Bunlar olmazsa hayattan çekilir nûr ve ziyâ Şu esas umdelerin bahsi için sözleri aç O şirin nûr-ı İlâhîyi sönük kalbine saç Çünki ruh sırf ebedîlikte bulur rahatını Sevinir her ne zaman duysa giriş saatini Mesnevi, Lem’a, Şua’, Sözler ile Mektûbât Sekerât hâllilerin ruhuna taptaze hayât Yetişir böylece imdada hakiki iman Kul için altı cihet nûrla parıldar o zaman Vâmık öğrenince tefsirlere sertâc olanı Belki mahrum komaz Allah ona muhtâc olanı 9 Eylül 2000, İstanbul

بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحٰيمِ وَ بِهٰ نَسْتَعٰينُ اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ رَبِّ الْعَالَمٰينَ وَ الصَّلاَةُ وَ السَّلاَمُ عَلٰى سَيِّدِنَا مُحَمَّدٍ وَ عَلٰى آلِهٰ وَ صَحْبِهٰ اَجْمَعٰيَن Kâinatın lisan-ı halini lisan-ı kale tercüme eden Bismillah’ın tefsiri içindeki intisap sırrı 46- Mesela insanın ayine-i kalbindeki merhamet, şefkat, adalet, cömertlik, temizlik, malikiyet gibi bütün sıfatların her biri Allah’ın Esma-i Hüsna’sının birer cilvesi ve gölgesidir. Bütün kâinatı ihata eden her bir Esma-i İlahiye, mahiyet ayinemize birer istidat tohumu olarak yerleştirilmiştir. 47- Peygamber Efendimiz (sav) bu istidatların her birisini birer birer inkişaf ettirmiş ve en münteha (son) kemalata kadar çıkardığı için kıyamete kadar gelecek insanlara rehber-i mutlak olmuştur. Bu sayede istidatlarımızın inkişaf yolları Sünnet-i Seniyye ve şeriat-ı Muhammediye (sav) olarak tezahür etmiştir. 48- Cenab-ı Hak mahiyetimize yerleştirdiği bu istidat tohumlarını Sevgili Habibinin (sav) sünnetine tabi olarak, kendi ihtiyarımızla inkişaf ettirmemizi ve cennete layık olmamızı bizden istiyor. Hatta insanın cennetten dünyaya gönderilmesinin en mühim sırrı, bu istidatların inkişafıdır. 49- İşte sıfat-ı kemaliyeden maksat, kalbimizin içinde yaşayarak hissettiğimiz; merhamet, muhabbet, şefkat, adalet gibi sıfatların zatı, asli ve menbaları olan Esma-i İlahiyeden ibarettir. Birincisi Sıfat-ı Zatiye 50- Bu sıfat, sadece Vacibü’l-Vücuda mahsus olan sıfatlardır. Mahlûkata tecelli etmez. Mahlûkat ile Hâlıkıyetin arasını ayırmak bu sıfatı çok iyi bilmekle mümkündür. 1- Vücud 2- Kıdem 3- Beka 4- Vahdaniyet 5- Muhalefetün li’l-havadis 6- Kıyam bi-nefsihi’dir 51- Vücud (Vacibü’l-Vücud): Bütün zaman ve mekânın, hadsiz derece haricinde, fevkinde, nihayetsiz kemal ve cemal sahibi, maddeden mücerret ve mekândan münezzeh, Zat-ı Zülcelal’in unvanıdır. Bütün kâinat, mukaddes kitaplar ve bütün peygamberler böyle bir zatın vücub-u vücuduna (varlığının lüzumuna) delalet ve şahadet ederler. 52- Mesela; nasıl, yeryüzündeki hadsiz ayineler, şeffaf şeyler, şişeler, su damlaları, kabarcıklar semadaki bir tek güneşin varlığına işaret edip ispat ediyorsa veya Mimar Sinan’ın yaptığı iki yüz seksen küsur eseri o mimarın vücudunu iktiza ve istilzam (gerektirmek) ediyorsa; öyle de aklen, ilmen, fennen ve vahye istinaden sabittir ki; bütün kâinatın mevcudatının envaları, efratları, aza ve hüceyratı, mülk ve melekutu (gaybî ciheti) bütün sıfat-ı kemaliyenin sahibi olan bir tek zatın varlığını ve birliğini ister ve iktiza eder. 53- Bütün İslâm mütefekkirleri bu hakikati lazım, vacip ve zaruri kabul etmişler. Eğer böyle bir zat olmasaydı, kâinat yokluktan varlık âlemine çıkmazdı asla. Öyle ise kâinatın vücudu için, o zatın vücudu lazım ve vaciptir. 54- “Adem-i mutlak, menşe-i vücud olamaz.” cümlesi bu hakikati gayet kat’i ve kesin bir surette bütün akıllara ispat etmiştir. 55- Hem o İslam Âlimleri, hak olan davalarını te’yid ve takviye için şöyle demişler: “Bir şey’in yokluktan varlık âlemine çıkması için sonradan yaratılan bütün mevcudatın haricinde, nihayetsiz ilim, irade ve kudret sahibi olan bir zatın tercihi lazımdır. Eğer böyle bir müreccih (seçen) olmasaydı, mahlûkatın şekil ve suretleri, yani teşekkülat programları nasıl belirlenecekti ve varlık âlemine nasıl çıkacaktı?” 56- Hem, vücudu ilimden ibaret olan mümkinat, mümkinatın ademden şahadet alemine çıkmasının illeti (sebebi) olamaz. (Yaratılanlar, kendilerinin yaratıcısı olamaz.) 57- Mesela, kâğıt üzerindeki bir harf kendisinin vücuda gelmesine illet olmadığı gibi, diğer harflerin yazılmasının sebebi de olamaz. Ancak harflerin haricinde bir kâtip olması lazımdır ki; yazılabilsin ve gözlere görünsün. 58- Aynen bu misal gibi, kainattaki hiçbir mahlukatın kendi başlarıyla ademden (yokluktan) varlık âlemine çıkamalarına imkan yoktur. Adem-i Mutlakın ve Nihayetsizin İlleti Olmaz. 59- Adem-i mutlak: Sonsuz yokluk demektir. Adem-i mutlak zaten yoktur. Çünkü sonsuz kemal sahibi bir Allah vardır. Adem-i mutlak, kainattan önce bir yaratıcının varlığını kabul etmeyen ve inkâr eden maddiyunların akıllarındaki vehmi bir kabulden ibarettir. Hakikatte bir vücudu ve mahiyeti yoktur. 60- Şimdi bu hakikati zaman ve mekân boyutuna göre inceleyelim: Mesela, kâinatı bir filim gibi maziye saralım. Aklımıza gelen ilk soru şudur: “Acaba kâinattan evvel ne vardı?” Kâinatın haricindeki bir tek halikın varlığını inkâr eden dünyadaki hiçbir felsefi düşünce, hakiki manada bu sorunun içinden çıkamamıştır. 61- Kâinat haricinde bir yaratıcının varlığını inkâr eden bu asrımızın bir kısım fen ve bilim insanları, “Kâinattan evvel sonsuz bir yokluk vardı” derler. Fakat buna rağmen, kâinata bir başlangıç verirler. Bir yaratıcıyı kabul etmediklerinden; bir şekilde izaha çalışarak büyük patlama “Big Bang” ile meydana geldiğini iddia ederler. Lakin yokluktan nasıl oldu da böyle muntazam bir âlem vücuda geldi diye sorulsa; sonsuz yoğunluk veya sonsuz enerjinin patlamasıyla bir şekilde meydana geldiğini savunurlar.

Atalar demişler ki “At binenin kılıç kuşananın.” Gelin o zaman şu hakikati dinleyelim: Şübhe yok ki Allah size, emânetleri ehline vermenizi ve insanlar arasında hüküm verdiğiniz zaman adâletle hükmetmenizi emreder! .... (Nisâ Sûresi, 58. âyet.) Bir bedevi Peygamberimizden “Kıyamet ne zaman kopacak?” diye sordu. Peygamberimiz: "emanet zayi’ edildiği zaman kıyameti bekle!” dedi. Adam tekrar: “Emanetin zayi edilmesi nedir?” diye sordu. Peygamberimiz cevaben: "İş ehil olmayanlara verildiği zaman kıyameti bekle" buyurdu. (Hadis-i Şerif, Buhari) Hal böyleyken ilgili şu sözleri de kulağımıza küpe edelim! Bir söz bazen bin iştir. İş, sözün meyvesidir. Söz, cevherden geliyorsa söz, değilse kuru laftır! 1- Ardında yüz köpek havlamayan kurt, kurt sayılmaz. 2- Altını sarrafa sor, cevheri kuyumcuya. 3- Altının kıymetini sarraf bilir. 4- Av avlayanın kemer bağlayanın. 5- Eşek baş olunca encam hayır olmaz. 6- Eşek kocamayla tavla başı olmaz. 7- Ekmeği ekmekçiye ver, bir ekmek de üste ver. 8- Ekmeğini ekmekçiye ver, yarısını yerse helal olsun. 9- İş bilenin kılıç kuşananın. 10- Başını acemi berbere teslim eden cebinden pamuğu eksik etmesin. 11- Hekimsiz, hâkimsiz memlekette oturma. 12- Varsa hünerin vardır baş üstünde yerin. 13- Yarım hekim candan eder, yarım fakih dinden eder.

Allah'a ortak koşma Ey oğul! Allah'a ortak koşma. Muhakkak ki şirk pek büyük bir zulümdür. Allah her yaptığını ortaya çıkarır Oğlum, eğer yaptığın iş hardal tanesi kadar bile olsa ve bir taş içine girse, Allah onu ortaya çıkarır. Muhakkak ki, Allah en gizli işleri bütün inceliğiyle bilir, O her şeyden hakkıyla haberdardır. Namazını dosdoğru kıl Oğlum, namazını dosdoğru kıl. İyiliği tavsiye et, kötülükten sakındır. Başına gelene sabret. Şüphesiz ki bunlar uğrunda azim ve sebat edilmeye değer işlerdendir. Kasılarak yürüme, yavaş konuş Gururlanıp insanlardan yüzünü çevirme. Yeryüzünde kasılarak yürüme. Çünkü Allah büyüklük taslayan ve övünenleri sevmez. “Yürüyüşünde mutedil ol. Sesini alçalt. Seslerin en çirkini, şüphesiz ki, eşeklerin sesidir.” (Lokman Suresi, 13-20) Takvayı esas al Takvayı kendin için kârlı bir ticaret olarak kabul et. Çünkü böyle ticaretler sonsuz kazançlar temin eder. Horozdan geri kalma Horozdan daha geri kalma. Çünkü sen uykunun derinliklerinde iken, o dünyayı sese vererek insanları uykudan uyandırmaya çalışır. Tövbeyi geciktirme Tövbeyi geciktirme. Çünkü ölüm ansızın geliverir. Allah'ın anıldığı meclislere katıl Katılacağın meclisleri kendin ara bul. Allah'ın anıldığı meclisleri bulunca hemen oturuver. Çünkü âlim isen ilmin artar, cahil isen yeni bir şeyi öğrenmiş olursun. Oraya inen rahmetten sen de payını alırsın. Allah'ın anılmadığı meclislere hiç katılma. Çünkü âlim de olsan, cahil de olsan zarar görürsün. Ayrıca oraya inecek olan İlâhî gazaptan sen de nasibini alırsın. Yalandan sakın Allah, yalancının yüzsuyunu kurutur, hayâ duygusunu giderir. Ahlâksız kimsenin de sıkıntısı hiç eksik olmaz. Kendi işini kendin gör Cahili vasıta olarak kullanmaktan, işini gördürmekten uzak dur. Şayet akıllı birisini bulamazsan kendi işini kendin gör. Tecrübe sahipleriyle istişare et Her işinde ilim ve tecrübe sahibi kimselerle istişare et, onların fikrini almaya çalış. Takvadan bir gemi edin Dünya dipsiz bir denizdir. Onda niceleri boğulmuştur. Bunun için takvadan bir gemi edin. İçine imanı yükle. Tevekkül yelkeniyle açıl. Ancak bu şekilde selâmetle yol alır, sahile çıkarsın.

Siyasî âlemde gerçekleşen bir inkılâp ile dinin zarar görmesinden korkulmaz. Böyle bir şeyden korkanlar, ancak cahiller ve taklitçilerdir. Cehaletlerinden dolayı, dini muhafaza eden ve yaşatan hakiki gücün ne olduğunu bilmezler ve korkarlar. Taklitçi olmalarından dolayı da telâşa düşer. Böyleleri, hem kendi nefislerine güvenmezler hem de acizliklerinin de etkisiyle bütün saadetlerini yalnız hükûmetin cebinde zannederler ve korkarlar. Siyasî bir inkılâp ile İslâm’ın zarar görmesinden korkmamalıdır. Zira İslâmiyet güneş gibidir, üflemekle sönmez. Gündüz gibidir; göz yummakla gece olmaz. Gözünü kapayan, yalnız kendine gece yapar. Dini himaye eden idareciler değil, her bir müminin kalbindeki imanın iki özelliği olan şefkat ve hamiyet duygularının biraraya gelmesiyle oluşan, elmas kılıç ve nuranî sütun hükmünde olan kudsî ve nurânî kuvvettir. Bu kuvvet, millete ait fikirlerin (kamuoyunun) arkasındaki İslâmî hislerin de madenidir. Çünkü insanlar üzerinde en tesirli ve nüfuz edici olan dinî hislerdir. Özellikle de fıtrata uygun hak dinin sözü daha nüfuz edici, hükmü daha yüce ve tesiri daha şiddetlidir. Dini himaye edecek olan merciin devlet veya siyasiler olduğunu düşünen ve buna bel bağlayan kişiler, başlarındaki idarecileri yetersiz ve lâkayt gördüklerinde, bizzat kendileri dinî değerlerin korunması ve yaşatılması hizmetine el atmaları gerekmektedir. İşte o zaman bir ele mukabil binler eller İslâm’a hizmet etmiş olur. Kur’ân, ayetlerdeki hakikatlerini ulema, meşayih ve hatiplerin lisanlarıyla ve o hakikatlerin cisim giymiş şekilleri olan bütün İslâmî kitaplar ile aleme ilân eder. Kur’an hakikatlerini neşreden bütün ulema, meşâyih, hatipler ve İslâmî kitaplar, adeta âlemi, sadâsı ile çınlatan İlâhî bir musikî hükmüne geçmişlerdir. Her bir mümin, kalp ve ruh kulağı ile bu İlâhî musikîden feyzini ve nasibini alır. İşte bu hakikatlerden dolayıdır ki; siyasî âlemde gerçekleşen bir inkılâp ile dinin zarar görmesinden korkulmaz. Böyle bir şeyden korkanlar, ancak cahiller ve taklitçilerdir. Cehaletlerinden dolayı, dini muhafaza eden ve yaşatan hakiki gücün ne olduğunu bilmezler ve korkarlar. Taklitçi olmalarından dolayı da telâşa düşer. Böyleleri, hem kendi nefislerine güvenmezler hem de acizliklerinin de etkisiyle bütün saadetlerini yalnız hükûmetin cebinde zannederler ve korkarlar. Bediüzzaman Hazretleri’nin “Asıl musibet ve muzır musibet, dine gelen musibettir” ifadesi, bu meseleyi çürütmez. Evet, tarih boyunca siyaset veya siyasîler eliyle İslâm’ı da yakînen ilgilendiren pek çok hadiseler yaşanmıştır. Bu hadiseler, dinî müesseselerin yıkılmasına, âlimlerin şehit edilmesine, İslâmî eserlerin tahrip edilmesine, toplum ahlâkın bozulmasına ve dâhilî fitnelerin çıkmasına sebep de olmuştur. Bütün bu menfi durumlara rağmen, yine de Bediüzzaman Hazretlerinin yukarıda da beyan ettiği hakikat tahakkuk etmiştir. Kalplerdeki imanın iki özelliği olan hamiyet ve şefkat hislerinin içtimaıyla ortaya çıkan elmas kılıç ve nuranî sütun hükmünde olan kudsî kuvvet feveran ederek, adeta bir muhafız gibi dini himaye etmiştir. İslâm, bu gibi fitnelerden daima kuvvetlenerek çıkmıştır. Bu konuya en büyük örnek; sahabeler arasında yaşanan Sıffîn Savaşı ve Cemel Vakıası’dır. Bu iki savaş, siyaset eliyle İslâm ümmetinin başına gelebilecek en korkunç ve en dehşetli, dâhilî birer fitneydiler. Bu iki savaşın öyle neticeleri olmuştur ki; İslâm ve İslâmî ilimler daha da kuvvetlenerek ve kökleşerek bütün yeryüzünde dal budak salmıştır. Konu ile ilgili olarak Bediüzzaman Hazretleri 19. Mektup’ta Bediüzzaman şöyle demektedir: “Nasıl ki baharda dehşetli yağmurlu bir fırtına, her taife-i nebâtâtın, tohumların, ağaçların istidatlarını tahrik eder, inkişaf ettirir; her biri kendine mahsus çiçek açar, fıtrî birer vazife başına geçer. Öyle de, Sahabe ve Tabiinin başına gelen fitne dahi (Sıffin Savaşı ve Cemel Vakıası), çekirdekler hükmündeki muhtelif ayrı ayrı istidatları tahrik edip kamçıladı. “İslâmiyet tehlikededir, yangın var!” diye her taifeyi korkuttu, İslâmiyet’in hıfzına koşturdu. Her biri, kendi istidadına göre, camia-i İslâmiyet’in kesretli ve muhtelif vazifelerinden bir vazifeyi omuzuna aldı, kemâl-i ciddiyetle çalıştı. Bir kısmı hadislerin muhafazasına, bir kısmı şeriatın muhafazasına, bir kısmı hakaik-i imaniyenin muhafazasına, bir kısmı Kur’an’ın muhafazasına çalıştı ve hakeza, her bir taife bir hizmete girdi. Vezaif-i İslâmiyet’te hummalı bir surette sa’y ettiler. Muhtelif renklerde çok çiçekler açıldı. Pek geniş olan âlem-i İslâmiyet’in aktârına (her tarafına), o fırtına ile tohumlar atıldı, yarı yeri gülistana çevirdi. Fakat maatteessüf, o güller ve gülistan içinde, ehl-i bid’a fırkalarının dikenleri dahi çıktı. Güya dest-i kudret, celâlle o asrı çalkaladı, şiddetle tahrik edip çevirdi, ehl-i himmeti gayrete getirip elektriklendirdi. O hareketten gelen bir kuvve-i anilmerkeziyye (merkezkaç kuvveti) ile pek çok münevver müçtehitleri ve nuranî muhaddisleri, kudsî hafızları, asfiyaları, aktabları âlem-i İslâm’ın aktârına uçurdu, hicret ettirdi. Şarktan garba kadar ehl-i İslâm’ı heyecana getirip, Kur’an’ın hazinelerinden istifade için gözlerini açtırdı.” ‘Mason ve Dönmeler Cemiyetinin’ Özellikleri Bu gizli cemiyet, Osmanlı Devleti’nin son zamanlarında ciddi menfi etkisi olan ve 2. Meşrutiyet’in ilânı ile oluşan hürriyet havasından rahatsızlık duyarak, meşrutiyet ve hürriyeti takdir etmeyen ve fikirleri karıştıran bir cemiyettir. Bu cemiyet cehalet, inat, garaz, intikam, taklit ve gevezelik duygularının kumandanlığında kurulmuş ve saadetin kaynağı olan istişareyi inciten bir cemiyettir. Bu cemiyete intisap edenlerin özellikleri; - Bir dirhem zararlarını bin lira milletin menfaatine feda etmezler. - Menfaatlerini, diğer insanların zararında görürler. - Ölçmeden ve muhakeme etmeden mana verirler. - İntikam duygularını ve şahsî garazlarını feda etmedikleri halde gururlanarak millete ruhunu feda etmek davasında bulunurlar. - Osmanlı topraklarını parçalayabilmek ve kendi siyasî emellerini gerçekleştirebilmek için ‘beylik’ veya küçük devletçiklerin oluşmasına zemin hazırlayan ‘özerklik-özyönetim’ veya ‘istibdad-ı mutlak anlamında bir cumhuriyet’ gibi makul olmayan fikirler ileri sürerler. - Meşrutiyetin ilânı ile Osmanlı topraklarında hâkim olan genel huzur ve af ortamını, zulüm görmüş ve kin bağlamış intikam fikirlerine yediremediklerinden dolayı rahatsızlık duyarlar. Bu intikam fikirlerinin sevkiyle bütün milletin asabına dokunurlar ve fikirleri karıştırırlar. Böylece, bu suretle heyecana gelerek bir nebze öçlerini alarak rahatlarlar. İnsanları Davet Eden Cemiyet ve Şahıslara Yaklaşım Tarzı Hiçbir bozguncu, ’ben bozguncuyum’, hiçbir kimse de ‘benim ayranım ekşi’ demez. Herkes daima haktan yana görünür veya batılı hak olarak görür. Bu durumda yapılması gereken mihenge vurmaktır, yani Kur’an ve sünnet ölçüsüne göre tartmaktır. İnsanları kendi davalarına, fikirlerine ve cemiyetlerine davet edenlerin sözlerini Kur’an ve sünnet mihengine vurmadan almamak gerektir. Bediüzzaman Hazretleri bu ölçüyü zikrettikten sonra şöyle der: “Hatta benim sözümü de, ben söylediğim için hüsn-ü zan edip tamamını kabul etmeyiniz. Belki ben de müfsidim (bozguncuyum). Veya bilmediğim halde ifsat ediyorum. Öyleyse, her söylenen sözün kalbe girmesine yol vermeyiniz. İşte, size söylediğim sözler hayalin elinde kalsın, mihenge vurunuz. Eğer altın çıktıysa kalpte saklayınız. Bakır çıktıysa, çok gıybeti üstüne ve bedduayı arkasına takınız, bana reddediniz, gönderiniz.” İslâm’da hüsn-ü zan çok ehemmiyetli bir esas iken, bu gibi (görünüşte hakka ve hayra davet eden) şahıs ve cemiyetlere de hüsn-ü zanla bakıp aldanmak mümkündür. Zira bir müfside, bir dessasa da hüsn-ü zan yapmak mümkündür. O halde, bu şahıs ve cemiyetlerin davalarını ispat için öne sürdükleri delillerine ve hizmetlerinin sonuçlarına bakmak gereklidir. Bu gibi şahıs ve cemiyetler, daima haktan yana ve hak söylemlerle insanların karşılarına çıktıkları için onların davalarının içyüzlerini ve mahiyetlerini cahil insanlar her ne kadar anlayamasalar da yine de cehaletleri bir özür teşkil etmez. Çünkü cehalet ayrıdır, akıllı olmak ayrıdır. Bir insan ne kadar cahil de olsa aklı ile kendi menfaat ve zararını çok iyi bilir. Hatta menfaatini temin edebilmek için hile dahi yapabilir. Demek ki cehalet özür değildir. Netice olarak; birbirine karışmış ağaçları ayırt eden, meyveleridir. Öyle ise insanları kendi efkârına davet eden cemiyet ve şahısların fikirlerinin neticelerine bakmak gerekmektedir. Bu yazılarımızda Münazarât Risalesi’nden istifade edeceğiz. Münazarât Risalesi, 1911 senesinde, İkinci Meşrutiyet’in üçüncü senesinde, ortaya çıkan hürriyet ve af ortamında, şeriat dairesindeki Meşrutiyet’i tanıtmak ve kabul ettirmek için, Bediüzzaman Hazretlerinin Doğu ve Güneydoğu’daki aşiretler arasında soru-cevap tarzında cereyan eden konuşmalarından oluşur.Bediüzzaman Hazretleri, her ne kadar 2. Meşrutiyet sonrası şartlar içinde sorulan suallere cevaplar vermişse de, biz bu tahlil yazılarımızda, ekseriyetle o zamanın şartlarından soyutlanarak konuları tahlil edeceğiz. Zira Bediüzzaman’ın dile getirdiği hakikatler, ortaya koyduğu hükümler, suallere verdiği cevaplar Kur’an ve sünnetten alınmıştır. Kur’an ve sünnetin hükümleri ise zaman ve mekân üstü küllî birer düstur olma hususiyetine sahiptir.

Konya İnce MinareMedresesi Selçuklu Sultanı 2. İzzeddin Keykavus devrinde Vezir Sahib Ata Fahreddin Ali tarafından, hadis ilmi öğretilmek üzere 1264 senesinde inşa ettirilmiştir. Yapının mimarı Keluk bin Abdullah'tır. Alaaddin Tepesinin batısında yer almaktadır. Dâü’l-hadîs, Selçuklu Devrinin avlusu kapalı medreseleri grubundandır, tek eyvanlıdır. Doğusunda yer alan taç kapı, Selçuklu Devri taş işçiliğinin en güzel örnekleri arasındadır. Giriş kemerinin iki tarafında yer alan üçer küçük sütun ve kemer altı, bitkisel ve geometrik motiflerle süslüdür. Cepheden bakıldığında fark edilemeyen bu mekân, binanın esas eyvanı için simetri teşkil etmektedir. Kubbeye geçiş pandantiflerle sağlanmıştır. Kubbe kasnağında kûfi yazı ile "El-Mülkü lillah" ve "Ayete’l-Kürsî" yazılıdır. 1956 senesinden beri, Taş ve Ahşap Eserler Müzesi olarak kullanılmaktadır. Hüsrev Efendi’nin (ra) Rüyası Ahmed Hüsrev Efendi (ra), çocukluk yıllarında gördüğü bir rüyayı, kendisine çok hürmet ettiği ehl-i kemâl bir şeyh efendiye anlatır. Rüyası şöyledir: Büyükçe bir denizin ortasında bir ağaç vardır. Deniz birden çekilir ve ortasındaki ağaç kurur. O sırada bir zat gelir, ağacın dallarını budar. Daha sonra, kuruyan o deniz içinde bir yol açılır. Hüsrev Efendi o yoldan yürümeye başlar. Rüyayı dinleyen Şeyh Efendi bu rüyayı şöyle tabir eder: “O deniz şeriattır. Ağaç ve dalları ise şeriatten feyz alan tarikattir. Isparta’ya İslâm’a hizmet edecek bir zat gelecek ve sen benden sonra ona hizmet edeceksin.” Zaman gösterdi ki; Hüsrev Efendi’nin hizmet edeceği ve en yakın talebesi ve hayru’l-halefi olacağı bu mübarek zat, Bedîüzzaman Hazretleridir. İmam Ahmed bin Hazretlerinin (ra) Takvası İmam Ahmed bin Hanbel Hazretleri (ra), bir keresinde Süfyan bin Uyeyne Hazretlerinden (ra) hadîs dinlemek için kalkıp Mekke’ye gelmişti. Derslere aralıksız devam ediyordu. Bir gün, derse gelmeyince Süfyan bin Uyeyne Hazretleri (ra), niçin gelmediğini öğrenmek için birisini gönderdi. Adam geldi, baktı ve gördü ki, elbiseyi çamaşırcıya verdiğinden dışarıya çıkamamaktadır. Adam bunu görünce, “İşini yoluna koyman için sana şu kadar altın vereyim” diye teklif etti. İmam, “Olmaz!” dedi. “Peki, kendi elbisemi ödünç vereyim.” “Olmaz!” “Ama bana, bulacağın çareyi söylemezsen geri dönmem.” “Bir kitap yazarım, onun parasıyla bana bir bez al.” “Keten elbise alayım.” “Hayır, olmaz. Sen on arşın astar al, bunun beş arşınını gömlek, beş arşınını peştemal yaparım.” (Ferîdüddîn Attâr, Tezkiretü’l-Evliyâ, Sayfa 250) 07 Nisan 1600Şair BakiVefat Etti Şair Baki, 1526 senesinde İstanbul’da dünyaya gelmiştir. Asıl ismi Mahmûd Abdülbaki’dir. Babası Fatih Câmiinde müezzin olarak görev yapıyordu. Kendisi de, küçüklüğünde serrâc çıraklığı yapmaktaydı. Fıtratındaki okuma ve öğrenme arzusu sebebiyle Karamanîzâde Mehmed Efendi’den medresede ilim tahsiline başladı. Bir yandan da şiir yazmaya başladı. Süleymaniye Medresesinde aldığı eğitimin ardından birçok devlet görevinde bulundu. Mekke ve İstanbul Kadılıkları ile Anadolu ve Rumeli Kazaskerlikleri görevlerini ifa etti. En meşhur eseri, aruz vezniyle yazdığı şiirlerinin toplandığı ve Kanunî Sultan Süleyman’a arz ettiği Dîvânı’dır. Divan Edebiyatının en parlak ve meşhur ismidir. Bu sebeple Sultanü’ş-Şuarâ diye anılmıştır. 09 Nisan 1948 Deir Yasin Katliamı Siyonist İsrail Çeteleri, 1948 yılının 9 Nisan’ını 10 Nisan’a bağlayan gecesi, Filistinlilerin yaşadığı Kudüs'ün batısında yer alan Deir Yasin köyünde, köy halkından 254 kişiyi katletti. Aralarında kadın ve çocukların da bulunduğu masum siviller bir gecede öldürüldü. Katliamdan çok az sayıda kişi yaralı olarak kurtulabildi. Katliam gecesi, Deir Yasin halkı hoparlörlerden gelen; “Köyü terk edin!” anonsları ile uyandı. Köy halkı, ne olduğunu anlayamadan İsrailli teröristler tarafından katledildiler. Evler ateşe verildi, evlerden kaçmak isteyenler kurşuna dizildi, çocuklar annelerinin gözleri önünde öldürüldü. Evler havaya uçuruldu, köyde kalan herkes kurşuna dizildi ve cesetleri kuyulara atıldı. Teröre şahit olanların anlattıklarına göre caniler bu baskında kadınların kulaklarını kesip, küpelerini aldıktan sonra kadınları öldürmüştü. 19 Nisan 1954 Çanakkale Şehidleri Abidesinin Temeli Atıldı 19 Nisan 1954’te temeli atılan Çanakkale Şehidleri abidesinin inşaatı, ihaleyi alan firmaların yanlış uygulamaları sebebiyle uzun yıllar tamamlanamamıştır. Çevre düzenlemeleri ile birlikte inşaatın tamamlanması 1992 senesini bulmuştur. Dört ayak üzerine yapılmış olan Abidenin yüksekliği 41,70 metre ve ayaklar arasındaki açıklığı ise 10 metredir. Her bir ayağın tek başına kapladığı yerin uzunluğu 7,5 metredir. Kenarları 25 metre olan bir kare üzerine kuruludur. Uzaktan bakıldığında da Mehmetçiğin M harfi şeklinde gözükmektedir. Aynı zamanda abidenin altında bir de müze bulunmaktadır. Abidenin dört ayağında sekiz rölyef bulunmaktadır. Denize bakan dört tanesi deniz savaşlarını, karaya bakan dört tanesi de kara savaşlarını anlatmaktadır. 2005 yılında restorasyondan geçen anıtın bulunduğu alana, 2007 yılında yeni şehitlik inşa edilerek son şeklini almıştır.

Kimlik:Risalenin İsmi/İsimleri : 33. Mektup, 33. Söz, Pencereler RisalesiKonusu : Allah’a iman ve Marifetullah hakkındadır.Risalenin Metodu : Bu risalede davayı ispat etmede şu deliller kullanılmıştır;• Burhan-ı İnnî• Burhan-ı Limmî• Burhan-ı Temanu’ Delili• Gaye ve Nizam Delili• Hudus delili• İcmâ• İmkân delili• İnayet/Hikmet/İtkan Delili• Meşhudat-ı Âlemle İstidlal• Muhalif Fikrin Batıl Sonuçlarını Gösterme• Naklî deliller• Otoriter Şahsiyetleri Delil Gösterme• Temsil PENCERE: Pek çok sıfatlardan icad edilmiş olan hayat, ilahi kudretin en nurani, en güzel bir mucizesi ve vahdaniyetin en parlak ve en kuvvetli bir burhanıdır. Hayat rızık, rahmet, inayet ve hikmeti içine alarak girdiği yere onları da çekmektedir. Her şeyin hayata hizmet etmesi ve onun etrafında dönmesi, hayatın aslı olan ruhun birden ve hiçten varlık sahasına gönderilmesi Vacibu’l-Vücudun ve Hayyu Kayyum’un vücub-u vücudunu, kutsi sıfatlarını ve Esma-yı Hüsnâ’sını göstermektedir. PENCERE: Ölüm yokluk, hiçlik, idam, fena ve failsiz bir son değildir. Hizmetten terhis, mekânın değişikliği, bedenin tebdili, vazifeden paydos ve beden hapsinden bir kurtuluştur. Demek ölüm ilahi rububiyetin bir burhanıdır. Nasıl ki canlılar varlıklarıyla bir Vacibu’l-Vücuda delalet ederler öyle de o canlılar ölümleriyle de bir Hayyu Baki’nin sermediyetine ve ehadiyetine şehadet ediyorlar. PENCERE: Varlıkların tümünde görünen imkânlar, infialler, mahlukiyetler, kesret ve terkipler bir Vacibu’l-Vücudun vahdetini ve esmasını göstermektedir. PENCERE: Bütün güzellikler sonsuz bir güzelliğin cilveleridir. Kâinatın kalbindeki ciddi aşk, Maşuk-u Layezali’yi göstermektedir. Kâinattaki incizaplar, cezbeler, cazibeler ezeli bir cazibedar hakikatin cezbiyledir. Zevk ve şuhuda dayanan ehl-i keşf ve velayet Cemil-i Zülcelal’in tecellisine mazhar olduklarını ve zevk yoluyla o zatın tanıttırılmasına ve sevdirilmesine muttali olmuşlardır. Kâinattaki bütün güzellikler Esma-yı Hüsna’nın güzelliklerini göstermektedir. PENCERE: Sebep ve sonuçlarına bakıldığında en büyük bir sebebin sonuçları meydana getirmede aciz kaldığı görülecektir. Demek sebepler birer perdedir. Sonuçlardaki harikulade olan sanat, sebeplerin acizliğini ve Müsebbibu’l-Esbabı göstermektedir. Sonuçta görülen gayeler, faydalar ve hikmetler ise sebeplerin perde olduğunu gerçek failin Kerim ve Rahim bir Rabbin olduğunu göstermektedir. Varlıklarda görünen ziynet, sanat ve güzellikler de kendisini tanıttırmak ve sevdirmek isteyen bir zatı göstermektedir. Sevdirmek ve tanıttırmak ise Vedud, maruf bir Sani-i Kadir’in vücub-u vücudunu ve vahdetine şehadet etmektedir. PENCERE: En küçük varlıktan en büyük varlığa kadar her şeyde bir hikmet ve tanzim görünmektedir. Hakimane bir terbiye ve tedbir göze çarpmaktadır. Kerimane bir rızık verme görünüyor. Önemli gayeler için kâinat sathında bir tedvir ve tenvir bulunmaktadır. Âlemde ise muntazam bir memleket ve bir sarayda bulunan hikmetler ve hikmetli tanzimat hükmetmektedir. Âlem ve içindeki tüm varlıklar manevi olarak birbirleriyle öyle bir münasebetleri bulunmaktadır ki birini yapamayan hiçbirini icat edemeyecektir. PENCERE: Bir çiçeği yapan kimse o çiçeğin türünü de yaratan odur. Her çiçek ve tür birer mühür gibidir. Çiçek kimin ise çiçeğin bulunduğu yerde onundur. Çiçeğin bulunduğu tepe kiminse ova da onundur. Ova kiminse yeryüzü de onundur. Demek her bir şey birer ilahi mühür hükmündedir. Bulunduğu yerin yüce Allah’a ait olduğunu göstermektedir. Demek bütün varlığı yaratamayan bir tek şeyi de icat edemez. PENCERE: Âmiriyet ve hâkimiyetin gereği rakibi, ortağı ve müdahaleyi reddetmektir. Bundan dolayıdır ki Ulûhiyet ve rubûbiyetin en kat‘î ve dâimî lâzımı, vahdet ve infirâddır. Buna bir burhân-ı bâhir ve şâhid-i kātı‘, kâinâttaki intizâm-ı ekmel ve insicâm-ı ecmeldir. Kainât hâdisdir. Çünkü görüyoruz ki her asırda, her senede, her baharda bir âlem gelir, bir âlem gider. Demek bir Kadîr-i Zülcelal var ki âlemi yokluktan icat etmektedir. Bir şeyin varlığı ve yokluğu eşit olsa bir tercih, tahsis edici ve bir mucit lazımdır. Zira varlıklar birbirini icat ederek teselsül edemez ve devir olamaz. Demek bir Vâcibu’l-Vücud vardır ki onları yaratıyor. Her bir şey varlığında, sıfatlarında ve hayatında hadsiz imkanlar içinde iken muntazam bir şekilde ona özel olarak verilmektedir. Demek iradesiyle veren hikmet sahibi bir mucit bulunmaktadır. Demek her bir şey zatıyla, sıfatlarıyla, suretiyle yani binler dillerle bir Vâcibu’l-Vücudu göstermektedir. PENCERE: İnsan penceresi olup enfüsîdir. İnsan âlemlerin küçük bir numunesidir. İnsan Esma-yı Hüsna’nın bütününün tecellisine mazhardır. İnsan bu Esma-yı Hüsna’ya üç farklı yönden mazhardır. Birincisi: Zıtlar itibarıyla bir âyinedarlık etmektedir. İnsandaki zaaf, acz, fakr, eksiklik, kusur ve ihtiyaçlar Kadir-i Zülcelalin kudretini, kuvvetini, gınasını ve rahmetini göstermektedir. İkincisi: İnsan kendisine verilen numuneler yönüyle âyinedarlık etmektedir. İnsana verilen cüzi ilim, basar, sem’, sahiplilik, hâkimiyet gibi numuneler yüce Allah’ın ilim, basar, sem, hâkimiyet ve rububiyetini göstermektedir. Üçüncüsü: İnsanda görülen sanatlar yönüyle âyinedarlık etmektedir. Cenab-ı Hakkın külli iradesine ve sonsuz kudretine varlıkların bütün fiilleri, sesleri, işleri hiçbir şekilde ağır gelmez, meşgul etmez ve şaşırtmaz. Hepsini birden görür ve işitir. İsterse her şeyi bir varlığın imdadına gönderir. PENCERE: Hz. Muhammed (sav) bütün peygamberlerin ispat ettikleri ortak iddiasına ve bütün evliyaların keşfettikleri ortak davasına dayanarak bütün kuvvetiyle, hayatı boyunca Allah’ın birliğini ilan etmiştir. İslamiyet sayesinde marifetullaha çok geniş bir pencere açmıştır. Bu pencere sayesinde İmam-ı Gazâlî, İmam-ı Rabbânî, Muhyiddin-i Arabî, Abdulkadir-i Geylanî gibi zatlar yetişmiştir. PENCERE: Geçen bütün pencereler, Kur’an denizinden yalnız birkaç damladır. Şimdi Kur’an’ın yüce Allah’ın varlığına nasıl bir delil olduğunu düşün.

Risale-i Nur Külliyatında, şüphesiz pek çok ifadeler vardır. “8 T” ile sembolleştirmeye çalıştığımız bu mertebeler, Nur talebelerinin manevi seyr-i sulûkü hükmündedir. Bu mertebeler birbiriyle bağlı ve iç içedir. Birbirinden destek alırlar. Biri birsiz olmazlar. Hakiki terakki, bu sekiz mertebede kemale ermektir. Tahalluk mertebesi, Nur şakirdlerinin Kur’an ahlakıyla ahlaklanması mertebesidir. Bu mertebedeki bir talebe, Resul-i Ekrem’in (asm) güzel ahlakını hayatına tatbik eder. Ahlaki faziletlerde seçkin bir mümin olur. Bu mertebedeki bir Nur talebesi güzel ahlakıyla özü sözü doğru, istikametli, ihlâslı, Hakkın ve halkın sevgisine mazhar bir insan olur. Böyle bir insan nazar-ı dikkati celp eder. Bediüzzaman Said Nursi Hazretleri bu mertebeyi şöyle açıklıyor: “Bu zamanda, lillâhilhamd, Sünnet-i Seniyye dairesinde kemâl-i imanı kazanan Risale-i Nur şakirtleri evliyaların, mürşidlerin nazar-ı dikkatini celb edecek vaziyeti aldığından, her zaman bulunan hakikî mürşidler, her halde bu zamanda Risale-i Nur şakirtlerine müşteri olurlar. Birisini elde etse, yirmi mürid kadar kıymet verirler.”12 Terakki mertebesi, Risale-i Nur talebelerinin ulaştıkları maddi ve manevi kemali ifade eder. Bu mertebeye çıkan bir Nur talebesi, hayatını Risale-i Nura hasreder. Onun hakikatlerinin neşri için yaşar. Artık fena fi’r-Risale makamına çıkar. Risale-i Nurları kendi malı ve telifi gibi hisseder. Risale-i Nurlara hizmet onun hayatının yegâne gayesi olur. Risale-i Nura hizmetkârlığı en büyük ihsan kabul eder. Hizmetkârlığı maddi manevi payelere, makamlara tercih eder. Nur talebeleri bu mertebede Hulusi Bey’in ifade ettiği şu hakikati yaşar: “Sevgili Üstadım; evvelce arz ettiğim veçhiyle, ben artık bir şey için yaşadığımı zannediyorum. O da, Üstadım olan dellâl-ı Kur’ân’ın vazife-i memure-i mâneviyesini ifâda kendilerine pek cüz’î bir yardım ve Kur’ân hesabına cüz’î bir hizmetkârlıktan ibarettir.”13 Bu mertebenin kemali, Üstadın tabiriyle, Isparta Kahramanları’nda tezahür etmiştir. Onlar, Risale-i Nurlara hizmeti, maddi manevi makamlara ve dünyevi saadetlere tercih etmişlerdi. Said Nursi Hazretleri, Isparta kahramanlarının bu hasletlerini şu cümlelerle övüyordu: “Bu şehre bir kutup ve bir gavs-ı azam gelse, dese: ‘Seni on günde velâyet derecesine çıkaracağım.’ Sen Risale-i Nur’u bırakıp onun yanına gitsen, Isparta kahramanlarına arkadaş olamazsın.”14 Buraya kadar anlatılanları destekler nitelikte, Risale-i Nur Külliyatında, şüphesiz pek çok ifadeler vardır. “8 T” ile sembolleştirmeye çalıştığımız bu mertebeler, Nur talebelerinin manevi seyr-i sulûkü hükmündedir. Bu mertebeler birbiriyle bağlı ve iç içedir. Birbirinden destek alırlar. Biri birsiz olmazlar. Hakiki terakki, bu sekiz mertebede kemale ermektir. Rabbim cümle Nur talebelerini ve bizleri bu makamların hakikatine mazhar kılsın. Âmin. Kaynaklar: 12- Kastamonu Lahikası, s. 103, Altınbaşak Neşriyat13- Barla Lahikası, s. 17, Altınbaşak Neşriyat14- Kastamonu Lahikası, s. 103, Altınbaşak Neşriyat

Mantık ilminde bir kural bulunmaktadır. Zihin, melzumdan tebeî olarak lâzıma intikal eder ve lâzımın lâzımına tabiî olarak etmez. Etse de, ikinci bir teveccüh ve kasıtla eder. Bu ise gayr-ı tabiîdir. Mesela müctehidlerin kitapları melzumdur. Onların kaynağı olan Kur’an lâzımdır. Kur’an’ın kudsiyeti ise lâzımın lazımıdır. Şimdi halk müçtehitlerin bu kitaplarına baktığında Kur’an-ı Kerimi nadiren hatırlamaktadırlar. Kur’an’ın kutsallığını ise neredeyse o anda hiç hatırlayamamaktadırlar. Yani bir insan herhangi bir müçtehidin kitabına bakar bakmaz Kur’an’ı ve onun kutsallığını hatırlayarak; “Bu Allah’ın emridir” diyecek ve o hükme uyacak. Halk için bu fikrî intikallere ulaşmak oldukça zordur. Kudsiyet hatırlanmadığından dolayıdır ki vicdanlar harekete geçmez ve lakaytlık baş gösterir. İşitilen bir sözün/emrin cihan padişahına ait olduğu bilinse hemen o söze/emre kulak verilerek ve itaat edilmesine benzemektedir. Bu itaatin sırrı, o emrin cihan padişahına ait olduğunun muhatap tarafından bilinmesi gibidir. Onun için müçtehitlerin kitapları vesile gibi, cam gibi Kur’ân’ı göstermeli; yoksa vekil, gölge olmamalıdır. Zaruriyat-ı diniyede doğrudan doğruya Kur’ân dikkatlere gösterilmelidir. Ta ki zihinler tabiî olarak hemen “Bunlar âlemlerin rabbi olan Allah’ın emirleridir” diyerek sözdeki kutsiyeti hatırlasın. Ve bu suretle kalplerde bir hassasiyet meydana gelerek ameli bir dindarlık yaşansın. Akaid ve amele ait bir kısım kitaplar, birer şeffaf cam mahiyetinde olmak lâzım gelirken, zamanın geçmesiyle, mukallitlerin hatası yüzünden birer perde olmuşlardır. Evet, bu kitaplar, Kur’ân’a tefsir olmak lâzımken, başlı başına tasnifat hükmüne geçmişlerdir. Hz. Üstadın bu konu hakkında yazdığı ve o günün gazetelerinde neşrettiği makalesini nazara vermek istiyoruz. وَاعْتَصِمُوا بِحَبْلِ اللهِ جَمٰيعًا وَلَا تَفَرَّقُوا الۤمۤ ذٰلِكَ الْكِتَابُ لاَ رَيْبَ فٰيهِ هُدًى لِّلْمُتَّقٰينَ Kur’ân’ın Hâkimiyet-i Mutlakası Ümmet-i İslâmiyenin ahkâm-ı diniyede gösterdiği teseyyüp ve ihmalin bence en mühim sebebi şudur: Erkân ve ahkâm-ı zaruriye -ki yüzde doksandır- bizzat Kur’ân’ın ve Kur’ân’ın tefsiri mahiyetinde olan sünnetin malıdır. İçtihadî olan mesail-i hilâfiye ise, yüzde on nispetindedir. Kıymetçe mesail-i hilâfiye ile erkân ve ahkâm-ı zaruriye arasında azîm tefavüt vardır. Mesele-i içtihadiye altın ise, öteki birer elmas sütundur. Acaba doksan elmas sütunu on altının himayesine vermek, mezc edip tâbi kılmak caiz midir? Cumhûru, burhandan ziyade, mehazdaki kudsiyet imtisale sevk eder. Müçtehidînin kitapları vesile gibi, cam gibi Kur’ân’ı göstermeli; yoksa vekil, gölge olmamalı. Mantıkça mukarrerdir ki, zihin, melzumdan tebeî olarak lâzıma intikal eder ve lâzımın lâzımına tabiî olarak etmez. Etse de, ikinci bir teveccüh ve kasıtla eder. Bu ise gayr-ı tabiîdir. Meselâ, hükmün me’hazı olan şeriat kitapları melzum gibidir. Delili olan Kur’ân ise, lâzımdır. Muharrik-i vicdan olan kudsiyet, lâzımın lâzımıdır. Cumhurun nazarı kitaplara temerküz ettiğinden, yalnız hayal meyal lâzımı tahattur eder. Lâzımın lâzımını nâdiren tasavvur eder. Bu cihetle, vicdan lâkaytlığa alışır, cumudet peyda eder. Eğer zaruriyat-ı diniyede doğrudan doğruya Kur’ân gösterilseydi, zihin tabiî olarak müşevvik-i imtisal ve mûkız-ı vicdan ve lâzım-ı zâtî olan kudsiyete intikal ederdi. Ve bu sûretle kalbe meleke-i hassasiyet gelerek, imanın ihtaratına karşı asamm kalmazdı.Demek, şeriat kitapları, birer şeffaf cam mahiyetinde olmak lâzım gelirken, mürur-u zamanla, mukallitlerin hatâsı yüzünden paslanıp hicap olmuşlardır. Evet, bu kitaplar, Kur’ân’a tefsir olmak lâzımken, başlı başına tasnifat hükmüne geçmişlerdir. Hâcât-ı diniyede cumhurun enzarını doğrudan doğruya, câzibe-i i’câzile revnakdar ve kudsiyetle hâledar ve daima iman vasıtasıyla vicdanı ihtizaza getiren hitab-ı Ezelînin timsali bulunan Kur’ân’a çevirmek üç tarikledir: Ya müellifînin bihakkın lâyık oldukları derin bir hürmeti, emniyeti tenkitle kırıp o hicabı izale etmektir. Bu ise tehlikedir, insafsızlıktır, zulümdür. Yahut, tedricî bir terbiye-i mahsusa ile kütüb-ü şeriatı şeffaf birer tefsir sûretine çevirip, içinde Kur’ân’ı göstermektir: Selef-i Müçtehidînin kitapları gibi, Muvatta, Fıkh-ı Ekber gibi. Meselâ, bir adam İbni Hacer’e nazar ettiği vakit, Kur’ân’ı anlamak ve Kur’ân’ın ne dediğini öğrenmek maksadıyla nazar etmeli. Yoksa İbn Hacer’in ne dediğini anlamak maksadıyla değil. Bu ikinci tarik de zamana muhtaçtır. Yahut cumhurun nazarını, ehl-i tarikatın yaptığı gibi, o hicabın fevkine çıkararak, üstünde Kur’ân’ı gösterip, Kur’ân’ın hâlis malını yalnız ondan istemek ve bilvasıta olan ahkâmı vasıtadan aramaktır. Bir âlim-i şeriatın va’zına nisbeten, bir tarikat şeyhinin va’zındaki olan halâvet ve câzibiyet bu sırdan neş’et eder. Umur-u mukarreredendir ki, efkâr-ı âmmenin bir şeye verdiği mükâfat, gösterdiği rağbet ve teveccüh, ekseriya o şeyin kemâline nisbeten değildir; belki ona derece-i ihtiyaç nispetindedir. Bir saatçinin bir allâmeden ziyade ücret alması bunu teyid eder. Eğer cemaat-i İslâmiyenin hâcât-ı zaruriye-i diniyesi bizzat Kur’ân’a müteveccih olsa idi, o Kitab-ı Mübîn, milyonlarca kitaplara taksim olunan rağbetten daha şedit bir rağbete, ihtiyaç neticesi olan bir teveccühe mazhar olur ve bu sûretle nüfus üzerinde bütün mânâsıyla hâkim ve nâfiz olurdu. Yalnız tilâvetiyle taberrük olunan bir mübarek derecesinde kalmazdı. Bununla beraber, zaruriyat-ı diniyeyi, mesail-i cüz’iye-i fer’iye-i hilâfiye ile mezc edip, ona tâbi gibi kılmakta büyük bir hatar vardır. Zira musavvibenin muhalifi olan tahtiecilerden biri der ki: “Mezhebim haktır; hatâ ihtimali var. Başka mezhep hatâdır; sevaba ihtimali var.” Hâlbuki cumhur-u avam, mezhepte imtizaç etmiş olan zaruriyatı, nazariyat-ı içtihadiyeden vâzıhan temyiz etmediğinden, sehven veya vehmen tahtieyi filcümle teşmil edebilir. Bu ise, hatar-ı azîmdir. Bence, tahtieci, hubb-u nefisten neş’et eden inhisar zihniyeti illetiyle malûldür. Ve Kur’ân’ın câmiiyetinden ve umum tabakat-ı beşere şümul-ü hitabından gafletle mesuldür. Hem tahtiecilik fikri, sû-i zan ve tarafgirlik hissinin menbaı olduğundan, İslam’da lâzım olan tesanüd-ü ervâh, tevhid-i kulûb, tehâbbüb ve teâvüne büyük rahneler açmıştır. Hâlbuki hüsn-ü zanla, muhabbet ve vahdetle memuruz. Bu meseleyi yazdıktan biraz zaman sonra, bir gece rüyada Cenâb-ı Peygamber Sallâllahu Aleyhi ve Sellem Efendimizi gördüm. Bir medresede, huzur-u saadette bulunuyordum. Cenâb-ı Peygamber bana Kur’ân’dan ders vereceklerdi. Kur’ân’ı getirdikleri sırada, Hazret-i Peygamber Sallâllahu Aleyhi ve Sellem Efendimiz, Kur’ân’a ihtiramen kıyam buyurdular. O dakikada, şu kıyamın, ümmeti irşad için olduğu birden hatırıma geldi. Bilâhare bu rüyayı suleha-yı ümmetten bir zata hikâye ettim. Şu suretle tabir etti: “Bu büyük bir işaret ve beşarettir ki, Kur’ân-ı Azîmüşşan lâyık olduğu mevki-i muallâyı bütün cihanda ihraz edecektir.”

Ecdâdımızın efendimize sevgi ve saygısı bir tutku hâlindedir. Medine Müdafası, bizim atalarımızın peygamber sevgisinin önemli bir göstergesidir! Peygamberlerini bağrına basan Müslümanlar, O’nu bir gölge gibi takip etmiş, her söz ve hareketini kendileri için rehber edinmişlerdir. Mübarek ağızlarından çıkan her söz altın kıymetinde kabul edilip tespit edilmiştir. Sahâbe dediğimiz, Hz. Peygamber’i (Allah’ın salât ve selâmı O’nun üzerine olsun) Müslüman olarak dünya gözüyle görüp, sohbet etme şerefine nâil olan arkadaşları yahut sadece O’nun arkadaşlarını görüp sohbet eden Tabiin ve sonradan gelenler müminler aynı iştiyak ve imanla peygamberlerine sahip çıkmış ve O’nu baş tacı etmişlerdir. O’ndan gelen her türlü bilgi büyük bir ihtimamla sonraki nesle aktarılmış; mümkün mertebe yazıya geçirilmeye çalışılmıştır. Hz. Peygamber (Allah’ın salât ve selâmı onun üzerine olsun)’in sureti ve sîreti ile ilgili bilgiler de kayda geçirilmiştir. Bu bilgiler daha sonraki asırlarda Hilye-i Şerif yazımına kaynaklık etmiştir. İlim adamları yanında sanatkârlar bu güzel insanı tasvir için bütün hünerlerini bir ibadet aşkı ve şevkiyle ortaya koymuşlardır. En güzel şiirler, naatlar Efendiler Efendisi için kaleme alınmaya çalışılmış, peygamber aşkını kaleme dökmek isteyenler en güzel yazılarını O’nun için yazmışlardır. İslâm sanatlarının en önde geleni olan hat sanatı, peygamber sevgisinin en çok işlendiği sanattır. Hz. Peygamber özlemi, sevgisi ve saygısı tablolara nakış nakış işlenmiştir. İslâm, putlaştırılabilecek şahısların tasvirinden kaçınmıştır. Bu sebeple yazı sanatı, olanca güzelliği ile peygamber sevgisini ölümsüzleştiren formları ortaya koymuştur. Hat sanatında geliştirilen önemli formların başında “Hilye-i Şerif” gelmektedir. Hilye, kelime anlamı itibariyle “süs, zînet, güzellikler manzûmesi” anlamlarını ifade eder. Bu kelime anlamları yanında ıstılahta, Hz. Peygamber’in (Allah’ın salât ve selâmı onun üzerine olsun) yaratılış güzelliklerinin anlatılması anlamına gelmektedir. Bir başka ifade ile Hilye, Efendimiz’in (Allah’ın salât ve selâmı onun üzerine olsun) yazı ile anlatılmasıdır. Peygamber hasretinin giderildiği bu anlatımlar, Osmanlı’da levha formuna sokularak ve en sanatlı şekillerde yazılıp zînetlenerek evleri, konakları, câmileri, sarayları, medreseleri; insanların bulunduğu her yeri süslemiştir. Hilye için, hilye-i şerif tabirinden başka, hilye-i nebevî ve hilye-i saadet tabirleri de kullanılmıştır. Hat sanatında hilye formu ilk defa Osmanlı’da XVII. Asırda ortaya çıkmıştır. 1642-1698 yılları arasında yaşamış olan Osmanlının ekol sahibi hattatı Hâfız Osman Efendi, hilye metnini levha şeklinde yazan ilk hattattır. Bugün de yaygın olarak kullanılan formdaki hilye levhası, h. 1090/1679 tarihinden itibaren görülmeye başlanmıştır. Sonraki asırlarda, klâsik form dışında da pek çok hilye levhaları yazılmıştır. Cepte taşınacak çapta küçük boydan, çok büyük boylara kadar her çeşit hilye levhası yazılmıştır. Meselâ, yakın zamana kadar Silivrikapı Bâlâ Camii’nde iken, bir yıl kadar önce Vakıflar Hat Sanatları Müzesine kaldırılan, hattat Hasan Rıza Efendi’nin sülüs nesih hilyesi, iki metreye yakın boyuyla herkesi büyülemektedir. Padişahlar, Müslüman bir beldeyi ziyaretlerinde, beldenin önemli camiine hilye hediye etmeyi şeref addetmişlerdir. Sultan V. Mehmed Reşad, Rumeli ziyaretine çıktığında uğradığı Edirne’de Selimiye Camii’ne, devrin önemli hattatı Hasan Rıza Efendi (1849-1920)’ye yazdırılan büyük boy bir hilye hediye etmiştir. Bugün de aynı kültürü yaşamak ve devam ettirmek isteyen insanların, evvelâ hz. Peygamber’i iyi okumaları ve tanımaları elzemdir. Kezâ, kendilerine O’nu hatırlatacak hilye levhasını evlerine, işyerlerine, ibâdet mekânlarına asmaları gerekir. Hilye levhası, form olarak Başmakam, göbek, dört halife, âyet ve etek tabir adilan kısımlardan oluşmaktadır. Başmakam’a Besmele yazılmıştır. Göbek kısmına, genellikle Hz. Ali rivayeti hilye metni yazılmıştır. Dört halife kısmına, Efendimizin dört yakın arkadaşı, İslâm halifeleri Hz. Ebûbekir, Hz. Ömer, Hz. Osman ve Hz. Ali’nin isimleri sırasıyla yer almıştır. Bu kısma bazen, dört halife yerine Peygamberimizin isimlerinden, yahut aşere-i mübeşşere (cennetle müjdelenen on isim)’nin isimleri eklenmiştir. Âyet kısmına yine genellikle, Enbiyâ sûresi 107. âyeti “Biz Seni ancak âlemlere rahmet olarak gönderdik” yazılmıştır. Bu âyetten başka Kalem sûresi 4. âyeti “Şüphesiz sen büyük bir ahlâka sahipsin”, bazen de “Sen olmasaydın, Sen olmasaydın âlemleri yaratmazdım” mealindeki hadîs-i kudsî’si den biri yazılmıştır. Hilye metnine Hz. Peygamber’in bütün isimlerinin, bazen de Esmâ-i hüsnâ’nın eklendiği de olmuştur. Etek kısmına ise hilye metninin devamı yazılmıştır. Hilyeyi yazan hattatın ismi ve tarih de bu kısımda bulunmaktadır. Bu ana formun dışında, çok değişik ve çeşitli formlarda hilye yazıldığı gibi, kitapçık şeklinde hilyeler de tertip edilmiştir. Bu risale şeklindeki hilyelere, hz. Peygamber’in yakın arkadaşları dört halifenin hilyelerinin de eklendiği olmuştur. Hilye’nin ana metni Arapça olarak yazılmıştır. Çok nadiren hilye metninin sadece tercümesi kullanılmıştır. Osmanlının son dönem önemli hattatlarından Bakkal Ahmed Ârif Efendi’nin böyle bir hilyesi basılmıştır. Ârif Efendi vebâ duasını da hilye formunda yazmıştır. Hz. Ali (ra) rivayeti olan hilyenin ana metninin manası şöyledir: “Hazreti Ali (Allah ondan râzı olsun), Hazreti Peygamber’i (Allah’ın salât ve selâmı onun üzerine olsun) şu ifadelerle anlatmaktadır: O (Allah’ın salât ve selâmı onun üzerine olsun), ne herkesin üstünden bakacak kadar çok uzun, ne de bakışları altında kalacak kadar kısaydı; çoğunluğun biraz üstünde, orta ve kararında bir boya sahipti. Saçları, ne kısa boğumlu ve kıvırcık ne de dümdüzdü; hafifçe dalgalı ve düzgündü. Yanakları, ne dolgun ve etli, ne de kemikleri açığa çıkacak kadar zayıf ve kuru idi; mübarek yüzleri, hafifçe değirmiydi. Rengi de, hafifçe kırmızıya çalan bir beyazlıktaydı. Gözleri siyah, kirpikleri de sık ve uzundu. İri yapılı bir bedeni, sağlam ve güçlü kemikleri ve genişçe omuzları vardı. Bedeninde bulunan ince ve kısa tüyler, göğsünün ortasından yoğunlaşarak karnına doğru iniyordu. El ve ayakları, kıvamında bir dolgunlukta ve kemal noktasındaydı. Yürürken, sanki yokuştan aşağıya doğru inermişçesine önüne doğru meyilli yürürdü. Yüzünü dönmek istediğinde, sadece başını çevirmez, bütün bedeniyle birlikte dönerdi. İki omuz küreği arasında, peygamberlerin sonuncusu olduğunu gösteren “nübüvvet mührü” vardı. O (Allah’ın salât ve selâmı O’nun üzerine olsun), insanların sînesi en geniş olanı, lehçe yönüyle en doğru ve düzgün konuşanı, yaratılış ve fıtrat itibariyle en yumuşak tabiatlısı ve insanlar arasında, iletişimi en mükemmel ve geçimi en kusursuz olanıydı. O’nu uzaktan görenler bir nebze ürperti duyar ve heybetinden korku hissine kapılırlardı; ancak, O’nu yakından tanıma şerefine erenler ise, O’nu her şeyden daha çok sever ve yakınlık duyarlardı. O’nu anlatanlar, “ne O’nun öncesinde, ne de O’ndan sonra, O’nun bir benzerini görmedim” der ve hayranlıklarını ifade ederlerdi. Allah’ın salât ve selâmı O’nun üzerine olsun!”. Hilyeler, sülüs-nesih, muhakkak-nesih, sülüs-celî sülüs, celî sülüs-nesih, talik-celî talik, rik’a ve hatta kûfi hat ile yazılmış ve en güzel şekilde tezyin edilmeye çalışılmıştır. Her hattat Kur’ân-ı kerimle birlikte bir hilye yazmayı kendisi için şeref saymıştır. Aynı şekilde müzehhipler de, O güzeller güzelini anlatan levha için bütün hünerlerini ortaya koyarak, en güzel bezemeleri yapmışlardır. Geleneğimizde evlerde, konaklarda, camilerde ve işyerlerinde hilye bulundurmaya özen gösterilmiş ve bulunduğu yere bereket getirdiği, kötülüklere ve yangınlara karşı muhafaza sağladığına inanılmıştır. Onu okuyanların, Hz. Peygamber Efendimizin şefaatine nâil olacağına ve O’nu rüyalarında göreceğine îman edilmiştir. Bu bir bakıma fiili bir dua kabul edilmiştir. Şüphesiz bu inanç işidir ve Hz. Peygamber sevgisinin bu tezahürünün, Yüce Yaratan tarafından geri çevrilmeyeceği ümit edilir. Yahyâ Kemal, Topkapı Sarayını ziyareti esnasında, Hırka-i Saadet Dairesi’nden gelen Kur’an sesini merak edip rehberine sorduğunda, bunun Yavuz Sultan Selim’in Mukaddes Emânetleri, Saray’a getirdiği 1517 yılından beri geceli gündüzlü, her saat kırk hâfız tarafından sırayla okunduğu cevabını alınca çok etkilenir. Saray’dan çıkıp Ayasofya Camii minaresinden ezan sesini de duyunca şu satırları yazar: “Gezintilerimde bir hakikati keşfettim. Bu devletin iki temeli vardır: Fatih’in Ayasofya minâresinden okuttuğu ezan ki hâlâ okunuyor. Selim’in Hırka-i Saâdet önünde okuttuğu Kur’an ki hâlâ okunuyor.” Hz. Peygamberine îmânı ve sevgisi iliklerine kadar işlemiş olan bu milletin, Peygamberini her dakika hatırlamak için îcat ettiği hilye levhası, bugün de her Müslüman evinde, mâbedinde ve işyerinde bulunmalıdır.