113. Sayı: "Hz. Muhammed (sav) ve Zedenlenmiş İnsanlık Onuru"Bu Sayıyı Satın Al
Konu resmiKarınca Deyip de Geçme!
İtikad

Allah Teâlâ Hazretleri Süleyman (as)’ı eşsiz bir saltanat ve mülk sahibi yaptı. O geniş mülkte kendisine hizmetçi olarak da insanları ve cinleri emrine muti eyledi. Gitmek istediği her tarafa gidebilmesi için de rüzgârı kendisine itaatli kıldı. Hayvanatın dillerini ona öğrettiği gibi, onlarla konuşma imkânını da verdi. Ta ki bizler anlamsız zannettiğimiz âlemde ne hikmetler var görüp ders alalım. Bir gün Hz. Süleyman muazzam or­dusu ve kuşlarla beraber olduğu hâl­de karıncalar vadisinden geçecekken karıncalardan biri şöyle seslendi: “Ey ka­rın­ca topluluğu! Kendi yuvalarınıza girin. Süleyman ve orduları, farkında olmaksızın sizi ezip geçmesinler.”1 Rüzgâr, karıncanın bu sözünü Hz. Süley­man’ın kulağına ulaştırdı. Hz. Süleyman da ordusunu durdurdu. “Karıncayı bana getirin!” diye emretti. Karıncayı getirdiklerinde Hz. Süleyman: “Benim Allah’ın Peygamberi olduğumu ve kim­seye zulmetmeyeceğimi bilmiyor mu­sun?” dedi. Karınca: “Evet, biliyorum” dedi. Hz. Süleyman: “O zaman neden karınca­ları benim zulmümden korkuttun ve ‘Ey karıncalar, yuvalarınıza girin!’ dedin?” Karınca: “Karıncaların, senin ziynet ve sal­tanatına bakıp ona meftun olmalarından ve böylece Allah’tan uzaklaşarak diğer şeylerle meşgul olmalarından korktum” dedi. Karınca daha sonra: “Ey Süleyman! Neden Allah-u Teâlâ, rüzgârı senin emrine verdi?” biliyor musun diye sordu. Hz. Süleyman: “Benim bu konuda bir bilgim yoktur” karşılığını verince, karınca: “Allah-u Teâlâ, onu sana vermekle şunu kastetmiştir: ‘Bu rüzgârı senin emrine verdiğim gibi, bu dünyayı senin emrine verdim; fakat unutma ki bu dünyalılıkların zevali, rüzgarın zevali gibidir. Bir bakarsın elindedir, bir bakarsın savrulmuş gitmiş’ dedi.” Karıncanın bu hikmet dolu cevabının üze­rine Hz. Süleyman güldü.2 *** Evet, belki karınca ziynete meftun olup Allah’a ibadet etmekten geri kalmayacaktır. Ama Rabbimiz onun lisanından bize ders veriyor. Mal ve mülk, şeytanın zehirli ok­larındandır ki isabet ettiği kişiyi -bazen sahabe içindeyken Peygamber duası bere­ketiyle elde edildiği halde- gurur ve kibir saikiyle büyüklendirir. Ve “O zenginlik be­nimdir. Ben onu çalışarak elde ettim” söz­lerini söyletip Peygamber dostu iken ken­disine esir, kul köle eder. Eğer kul, mal ve mülke mana-yı ismi ile bakarsa ona mef­tun olur. Gözü doyumsuz bir hale gelir. Yavaş yavaş Allah’a ibadetten geri kalır. Malı ona hizmetçi iken onu kendisine hizmet ettirir. İşte sakınılması gereken hâl budur. “Peki, zengin olmamalıyız mı acaba?” der­seniz; deriz ki, elbette olmalıyız! Zira Üs­tadımızın Münazaratta; “Bu zamanda i’lâyı ke­limetullah maddeten terakkiye mü­­te­­­vak­kıftır” ifadesi, Efendimiz (asm)’ın gayb aşina nazarıyla haber verdiği “Ahir za­manda ümmetimin kuvvetlisi ve zengini, zayıfından ve fakirinden daha hayırlıdır” hadis-i şerefinin izahı sadedindedir. Yakın bir istikbalde beklenilen Nur asrında kalbi Allah sevgisiyle dolu, amel-i salih sahibi, takvalı ve bir o kadar da infak etmekten lezzet alan zenginlerin rolü olacaktır. Mal ve mülk olmalı fakat bizler hiç bir za­man onu gaye edinmediğimiz gibi, onu ahi­ret hesabına seve seve infak edebilmeliyiz. Yoksa o malın sahibi değil, çobanı oluruz. Aslında o mal dün başkasına ait iken, bugün bi­zim elimize geçmiştir. Evvelki maliki elinde tu­tamayıp, kabir kapısında başkasına tes­lim et­tiği halde, biz ona hakiki malik ola­bilece­ğimizi iddia edebilir miyiz? Hayır, asla ve kat’a! Mal ve mülk fark edip anlayabilene şöyle bir kapı açmaktadır. Bizim olmadığı, ema­neten bize verildiği ve bir zaman sonra biz­­den alınacak olduğu halde; verdikçe bi­­zim olan, infak ettikçe baki bir âlemde cen­­net nimetleri suretinde ihsan edilecek fa­ni akçelerdir. Fakat unutulmamalı ki bu mal, velev ki infak etmek için de olsa şahsi iba­detlerimizin, kulluğumuzun ve boy­nu­muzun borcu olan hizmetlerden bizi alıkoy­mamalıdır. Rabbimiz her kulunu imtihan etmek için belirli bir zenginliği ve fakirliği takdir et­miştir. Zengin kılmış ise kul imkânı zayıf olan hemcinsinin yardımında olmalıdır. Eğer olmazsa o mal ona var değil bârdır, yük­tür. Hem de mesul edici bir yüktür. Yaradan fakirlik takdir etmiş ise, kul, ve­rene karşı verilenden dolayı şükür içinde olmalıdır. Eğer nazarını hep kendisinden üs­tün olanlara dikerse, şükürsüzlüğü ve ka­naat­sizliği sebebiyle hayatını çekilmez bir hâle getirir. Rahat etmenin yolu ise, ele geçmemiş malın tamahı içinde olmak yerine verilmiş olan malın şükrü ve infak gayreti içinde olmaktır. *** Bugün rüzgârın esintisi misali mal ve mülk elimize geçmiş olabilir ama bu bizde ebediyen kalacaktır manasına gelmeyece­ğini de yine karıncanın Hz. Süleyman’la olan konuşmasından öğreniyoruz. Kur’an-ı Kerim bu hakikati şu muhteşem benzet­me­siyle nazarlarımıza arz eder: “Bilin ki, dünya hayatı ancak bir oyundur, bir eğlencedir, bir süstür, aranızda bir övün­medir, mallar ve evlâd hususunda bir çokluk yarışından ibarettir. Bir yağmurun misali gibidir ki, (bitirdiği) bitkisi, ekin­cilerin ho­şuna gider; sonra kurur da onu sararmış görürsün; sonra da kuru bir çöp olur.”3 Evet, mal bitki misal yeşerip boy verdiğinde sahibine mutluluk verir. Kulun ise, mutlu eden mala karşı iki vazifesi vardır. Birincisi şükür, ikincisi infaktır, paylaşmaktır. Bu iki vazife yerine getirilmezse, bir bakarız ki bizim dediğimiz ne varsa çer-çöp haline gel­miş. Var ve bizim zannettiğimiz her şey, rüzgâr gibi elimizden uçup kaybolup git­miştir. Ne mutlu o kullara ki bulunca infak eder­ler bulmayınca da şükür ederler! Ve ibadetlerinde huşu içindedirler! Kaynaklar: 1- Neml Sûresi, 182- Neml Sûresi, 193- Hadid Sûresi, 20

Kudret UĞUR 01 Nisan
Konu resmiHz. Muhammed (sav) ve Zedelenmiş İnsanlık Onuru
İnsan

Resul-ü Ekrem Efendimiz kimsesizlerin peygamberiydi. O, hakkın ve bütün halkın peygamberiydi. O, doğruluğun ve güvenin peygamberiydi. O, kutlu fazilet mücadelesini veren bir peygamberdi. Peygamber Efendimiz zamanında, Arap yarım­adasında ve dünya üze­rinde, güç­lü olan haklıydı. Mazlum eziliyordu. Ka­zanan kârlı, kaybeden mahkûm oluyordu. Za­yıflar ayaklar altında eziliyordu. Ahlak ve fa­zilet aşındırılmıştı. Toplum kirlenmişti. Toplum, zengin fakir, kuvvetli zayıf, efendi köle diye birçok sınıfa ayrılmış durumdaydı. Kadınlar değersizdi. Haklarından mahrum­du. Köleler ve fakirler hor görülür ve suç işlediklerinde de şiddetli bir şekilde ce­za­landırılırlardı. Zenginler üstündü. Hukuk zenginlere göre şekillenirdi. İnsanlık ırk, dil ve din farklılıklarından dolayı ayrılık içinde iken farklı düşüncelere karşı ise katı bir önyargıya sahipti. Eko­nomik zenginlikler bir kısım insanların el­lerinde şekillenip halk sefalet içindeydi. Dev­letlerarasında savaşlar, çekişmeler ve sö­­­mür­geleştirme mücadelesi sürüp gitmek­tey­di. İnsanlık düşünce istikametini kaybetmişti. Varoluşun sırrını unutan o günün insanları herşeyi yaratana değil, varlıklara hatta ken­di elleriyle yaptıklarına kulluk edecek ka­dar insanlık onurunu düşürmüşlerdi. Hal­buki, Allah’tan başka hiçbir varlık, kendisine kulluk edilmeye layık değildir. İnsan, hiç­bir şeyi ona kulluk edecek kadar ken­dinden büyük görmemelidir. Evet, izzet, âlemlerin sultanı olan Allah’a hiz­metkâr olmaktadır. O zamandan günümüz dünyasına geldiği­mizde ise durum pek de farklı değildi. Yüz­yılımızda insanlığın peygamberler aracılığı ile kazandığı bütün güzel ve iyi hasletler yozlaştırıldı. İnsanlık en karanlık dönemini yaşıyordu. Savaşların, katliamların ve soykı­rım­ların yüzyılıydı. İnsanlar, savaştan, nef­ret­ten, yoksulluktan, şiddetten, haksızlık­tan, onursuzluktan yorgun düştü. Sadece yüz­­yı­lımızda savaşlardan dolayı yaklaşık 180 milyon insan hayatını kaybetti. Adeta kurt­ların kanunuyla hayat sürüyordu dünyamız. Servet bir kısım insanların elinde hap­­solurken, dünyanın öbür ucunda aç­lık­­tan hayat mücadelesi veren kıtalar vardı.   Bugün de bizler ekmek kadar, su kadar, ha­va kadar merhamete, haysiyetli bir hayat ya­şamaya, huzur ve sükûnete muhtacız. Hz. Peygamber (sav) Ve Onur Resul-ü Ekrem Efendimiz kimsesizlerin pey­gam­beriydi. O (sav), hakkın ve bütün hal­kın peygamberiydi. O (sav), doğruluğun ve gü­venin peygamberiydi. O (sav), kutlu fazilet mü­cadelesini veren bir peygamberdi. Hz. Peygamber doğmadan önce babasını, 6 yaşında annesini, 8 yaşında dedesini kay­beden yetim ve öksüz bir zattı. O (sav), ne bir kral ne de bir aşiret lideriydi. Hâkimiyet ve saltanata da hiçbir meyli de yoktu. Hiç bir kuvvete de sahip değildi. Davasına başladı­ğı zaman bütün kavminin, hatta amcasının bile şiddetli muhalefetiyle karşılaşmıştı. Böyle bir vaziyette iken tehlikeli bir mevki­de, sarsılmaz bir kararlılıkla, büyük bir işe teşebbüs etti. O günün düşünce dünyasını mağlup ederek fikre istikamet, hayata da saadet getirdi. Bütün ruhlara kendisini sev­dirdi. Kalplerden vahşet adetlerini ve çirkin huyları kaldırdı. Bunların yerine insanlarda güzel ahlakı ve yüksek değerleri tesis etti. Vahşet çöllerinde katılaşan kalpleri ince duy­gularla doldurdu. Öyle ki bu insanlar komşusu açken tok yatamaz hale geldi. Kar­şısındaki insan kederliyken gülemez oldu. Yanındaki üşürken ısınamaz insanlar oldu. O (sav), vahşetin köşelerinden çektiği in­san­ları, medeniyetlere öncülük eden birer rehber haline getirmişti.  Resul-ü Ekrem Efendimizi başarıya götü­ren, hiç şüphesiz onun doğruluğu ve gü­veni­lirliğiydi. Onun hayatında asla hiçbir yalan, hiçbir hile ve hiçbir ihanet görülme­di. Bütün hayatını istikamet, iffet ve karar­lılıkla geçirdiğine düşmanları dahi şahadet etmişlerdir. O (sav), Doğru Bir Yaratılış Düşüncesi İnşa Etti Sevgili Peygamberimiz, öncelikle insan dü­şün­cesinde doğru bir yaratılış inancı yer­leş­tirdi. Zira yaratılışa kulak vermeyen­ler veya varoluşu doğru idrak etmeyen­ler, insan haklarını ve onurunu koru­ması mümkün değildir. Resul-ü Ekrem (sav) insanı, tesadüf rüzgâr­larının bir eseri, tabiatın bir oyuncağı veya atomların tesadüfen diziliminden mey­dana gelen bir varlık seviyesinden, âlem­lerin sul­tanı olan Allah’ın dünyadaki aziz misafiri mertebesine çıkardı. Evet, insan bütün varlığın yaratıcısı olan Al­lah’ın kudret mucizesidir. Onun kuludur. Onun hizmetkârıdır. Şerefi de bundan kay­nak­lanmaktadır. Onun için hukuku da iz­zeti de o nispette büyüktür. İnsan, izzetli yaratılmıştır. Bu, İlahi ira­denin takdiridir. Onur, tesadüfen gelen bir hak değildir. Yaratılışın bir parçası ve ilahi kaderle belirlenen bir hakikattir. İnsanın Allah’ın yanındaki mevkii büyük­tür. Zira Yüce Allah bütün isimlerinin na­kışlarıyla yaratmıştır insanı. Allah’ı tanımak için verilen emaneti yüklenmiştir. Ona kul olmak ve onun emirlerine göre yaşamak ve yaşatmaktan ibaret olan yeryüzündeki hali­fesi olmuştur. Hz. Peygamber(sav) Veda Hutbesinde; “Ey insanlar!  Rabbiniz birdir. Babanız da bir­dir. Hepiniz Âdem’in çocuklarısınız, Âdem ise topraktandır. Arabın Arap olmayana, Arap olmayanın da Arap üzerine üstünlüğü ol­ma­­dığı gibi; kırmızı tenlinin siyah üzerine, si­yahın da kırmızı tenli üzerine bir üstünlüğü yoktur. Üstünlük ancak takvadadır.” “Bilin ki ben sadece bir kulum. Benim hak­kımda Allah’ın kulu ve elçisidir deyin”  bu­yurarak insanların kul olma yönüyle bir­biri­nin dengi olduğunu, kimsenin kimseye üstünlüğünün olmadığını açıkladı. Resul-ü Ekrem Efendimiz düşüncelerde, var oluşun merkezine Allah’ı koyarak, kullara kulluk etmenin insan onuruna layık olmadığı bi­lincini yerleştirdi.  Bir defasında Sahabeden birisi Peygam­beri­mizi ziyaret için yanına gelmiş, bu arada he­yecanlanıp titremeye başlamıştı. Onun bu halini gören Efendimiz (sav) şöyle buyurdu: “Kardeşim sakin ol. Ben kral değilim. Kureyş kabilesinden kurutulmuş et yiyen bir kadının oğluyum.” Evet, âlemlerin sultanı olan Allah’a iman­la bağlanan ve layıkıyla kul olan, baş­­­kalarının önünde alçalıp eğilmeye te­­nezzül etmez. İmanın verdiği şefkat sayesinde başkasının hürriyet ve hukuku­na tecavüz etmez. Kimseyi hor ve hakir gör­mez. Bir padişahın doğru bir hizmetkârı, bir çobanın baskısına tahammül etmediği gi­bi çaresiz ve aciz birisine de baskı yapmaya tenezzül etmez. O (sav), Hak ve Hakikatin Gücüne İnandı Tehditlerle, korkularla, hilelerle, baskıyla kı­­sa bir süreliğine insanlara hükmetmek ve dü­­­şüncelerini başka mecralara döndürmek müm­­kün olabilir. Fakat bu yolun ömrü kısa, et­kisi azdır. Geçici olur. Düşünceleri değiştirmek, ruhlara sevgili ol­mak, vicdanlara hükmetmek, kalbin de­rin­liklerine nüfuz edip ince duyguları ha­rekete getirmek, kötü huyları kaldırıp yerine gü­zel ahlakı yerleştirmek, insanlık cevherini ortaya çıkarmak, fikir hürriyetini sağla­mak ise, ancak hakikatin gücüyle olabilir. İşte Resul-ü Ekrem’in (sav) mesleği, hiçbir vakit mahvolmayan hak ve hakikatin üzerine ku­rulmuştur. İnsanları aldatmaktan uzaktır. Kızlarını diri olarak gömecek kadar taşlaş­mış kalbi taşıyan insanları, bir karıncayı ezmez hale getirecek şefkatli bir kalbe sahip kılmak, hakikatin gücü değil midir? Kadınlara, mazlumlara, zayıflara ve kölelere hiçbir hak tanımayan o günün insanlarını, “Kenar-ı Dicle’de bir kurt aşırsa bir koyunu, Gelir de adl-i İlâhî sorar Ömer’den onu” de­dir­tecek kadar, ellerine hassas bir adalet te­razisini tutturan, hakikatin gücü değil midir? En değersiz varlık görülen Bilal-i Habeşi ve Üsame bin Zeyd gibi köleleri, Kâbe’nin damında ezan okutup, ismi her anıldığında saygı duyulacak hale getirmek,  askerleri Hz. Ebubekir ve Hz. Ömerlerden oluşan İslam ordusunun başkomutanı seviyesine çıkarıp insan onurunu ebedileştirmek, hakikatin gü­cü değil midir? Birbirine yabancı ve düşman olarak ka­bi­leler halinde dağınık yaşayan o günün vah­şi insanlarına, 10 senede üç milyon ki­lo­metrekareyi aşan (4 Türkiye) bir alana sa­hip bir devlet kurdurması ve bu sayede barışı, huzuru, fazileti tesis etmesi haki­katin cazibesiyle değil midir? Evet, varlığın fahrı/övüncü olan Resul-ü Ek­rem Efendimiz (sav) hak ve hakikatin gü­cüyle ruhları kirlerden arındırdı. Kalpleri kötülüklerden temizledi. Vicdanları terbiye edip ıslah etti. Faziletin medeniyetini kur­du. Âlemin nizamını sağladı. Onun (sav) Getirdiği İlkeler Yaratılışa Uygundu Toplumda bir çığır açan insan, yaratılışın sesine kulak vermeli ve asla muhalefet et­memelidir. Kâinattaki tabiatın zıddına hare­ket etmemelidir. Yoksa bütün çalışmaları bo­şa gider. Şer hesabına işler. Başarılı olamaz. Resul-ü Ekrem Efendimiz insan yaratılışı­nın birer parçası ve insan hayatının temel taşları olan ilkeler getirdi. Onun getirdiği bütün hakikatler, insan tabiatına uygun ve yaratılışın gereği idi. O (sav), hayatın her sa­hasında, toplumun her kesiminde adaleti, eşit­liği, hürriyeti, kardeşliği, dürüstlüğü, fa­zi­­le­ti, barışı, sevgiyi, merhameti, istikrarı te­sis etti. Bu sırdan dolayıdır ki kısa bir za­manda insanlar kitleler halinde İslam dini­ne girmeye başladılar. O (sav), adaletten mahrum olan toplumda, hak ve adaleti tesis etti. Getirdiği adalet anlayışı hem o çağda hem de sonraki dö­nemlerde insanlığa yol gösterdi. Adalet ko­nusunda ayırım yapmazdı. Hukuk önünde pa­dişah ile köleyi bir tutardı. Hak üstündü. İm­tiyaza izin vermedi. Bir defasında itibarlı bir kadın hırsız­lık yapmıştı. Kabilesi kadının cezalandı­rıl­­ma­sını şerefleri için bir leke sayarak, Hz. Pey­gamber’in çok sevdiği Üsâme b. Zeyd’i aracı kılmışlardı. Usame, Peygam­beri­miz’­den, ce­­zayı uy­gulamamasını isteyince, Allah Re­su­­lü’nün yüz hatları gerilmiş ve Usa­me’ye “Allah’ın koyduğu bir cezayı uygulamayayım diye aracılık mı ediyorsun?” diyerek serzeniş­te bulunmuştu. Allah Resulü halkı toplaya­rak: “Sizden öncekilerin mahvolmasının se­bebi şudur ki, içlerinden asalet sahibi birisi hır­sızlık ederse ona dokunmaz, serbest bıra­kırlardı, zayıf birisi hırsızlık ederse onu ceza­landırırlardı; Allah’a yemin ederim ki, kızım Fâtıma hırsızlık yapsaydı onu da aynı şekilde cezalandırırdım!” Sevgili Peygamberimiz, köle-efendi, zengin-fakir, yabancı-akraba veya bir üstünlüğe sahip olanların arasında olumsuz bir ayrım­cılık yapmamıştır. “İnsanlar tarağın diş­leri gibidir” diyerek insanların birbirine eşit olduğunu söylüyordu. Hatta köle ve hizmetçiler hakkında “Onlar sizin kar­deş­leriniz ve en yakın adamlarınızdır. Al­lah onları ellerinizin altına (emaneten) koy­muştur. Kimin kardeşi eli altında ise, ye­di­ğinden yedirsin, giydiğinden giydirsin. On­lara yapamayacağı işi buyurmasın. Eğer bu­yuracak olursa onlara yardım etsin” diyerek kölelerin ve hizmetçilerin, hizmet edilen ki­şilerin kardeşi olduklarını, onlara farklı bir muamele yapılmamasını buyurmuştu. Peygamberimiz bütün insanların yaratıcı­sının bir olup, aynı ana babanın çocukları olduklarını söyleyerek kardeşliğin ortak paydasını gösteriyordu. Sevgili Peygam­be­­rimiz Kur’ân’ın diliyle “Bütün müminler an­cak kardeştir” diyerek Müslümanların kar­deş olduğunu ilan ediyordu. Bu sayede ırk, renk ve dil ayrılıkları ortadan kalktı. Hangi milletten, ırktan, soy ve aşiretten olursa olsun, İslam çatısı altında kardeş kabul edildi. İnsanların seçimi olmayan Irk, renk, dil, memleket farklılıklarının üs­tünlük sebebi olamayacağını açıklıyordu. Üs­tünlüğün imanda, ahlak güzelliğinde ve manevi güzelliklerle olacağını tüm insanlara ders veriyordu. Peygamber Efendimiz (sav) “Bir kimseye Müslüman kardeşini hor ve küçük görmesi günah olarak yeter” derdi. O (sav), Söylediklerini Fazlasıyla Uygulayan Bir Peygamberdi Hz. Peygamber (sav) kendisini asla mü­min­lere buyurduğu emirlerin üstünde gör­me­di. O (sav), ashabına ve ümmetine em­rettiğinden çok daha fazlasını hayatında yaşadı. O (sav), söy­lediklerini herkesten fazla hayatında yaşayan bir peygamberdi. İslam dininde bulunan bütün ibadetlerde en ileri olan O’ydu (sav). Herkesten fazla takva­da bulunur ve Allah’tan korkardı. En zor durumlarda bile kulluğun gerektirdiği en ince sırlara uyardı. İnsanları hakka davette sarsılmaz bir kararlılık ve cesaret gösterirdi. Davasında en küçük bir tereddüt, bir telaş ve bir korkaklık göstermedi. Abdullah b. Mes’ud (ra) anlatıyor: “Bedir savaşına giderken her üç kişiye bir deve düşüyordu. Peygamber’in (sav) binek arkadaş­ları Ebû Lübâbe (ra) ile Ali (ra) idi. Yürüme sırası Resulullah’a gelince sahabe efendileri­miz: ‘Yâ Rasulallah! Sen bin, biz yürürüz’ dedi­ler. Allah Resulü: “Ne siz benden güçlüsünüz, ne de ben sevaba sizden daha az muhtacım”  demişti. Resul-ü Ekrem (sav) emin kişiliğiyle, fazi­letiyle, ahlakıyla ve elindeki Kur’ân-ı Kerim ile on dört asrı aydınlattı. MUHAMMED (SAV) NEYE DAVET EDİYOR? Bir yetim olarak dünyaya gelen Hz. Pey­gamber (sav), amcaoğulları içinde bir fakir olarak büyüdü. Fakat yetimliğin zille­tin­den ve fakirliğin meskenetinden uzaktı. Ar­kasında ne kendinin ne de atalarının bir yar­dımı olacak saltanatı yoktu. Ne bir askeri ne de bir devleti vardı. Önünde rehberlik ede­cek bir mürşitten de mahrumdu. Hayatı boyunca bir muallimin önüne diz çöküp ders almadı. Buna rağmen istikametini kay­bet­miş olan zamanın bütün batıl inanç­larından Allah’ın inayetiyle uzak kaldı. Yüce bir ahlak ve şerefli bir karakter üzere büyüdü. Allah’tan başka elinden tutacak ve ona yar­dım edecek yoktu. Böyle bir vaziyette iken tam bir kararlılıkla çok büyük bir işe girişti. Üm­miliğiyle beraber ümmi bir kavim içinde öyle bir kitapla birden meydana çık­tı ki; bü­tün hukema, ulema ve üstatlar ya­nında küçülüp ona talebe oldu. Öyle bir imanla ortaya atıldı ki düşünce dünyasına mey­dan okudu ve bütün fikirlere galip geldi. Üm­meti her daim onun imanından feyiz aldı. Dönemin bütün çirkin ahlak ve adetlerin­den Allah’ın yardımıyla korundu. Yalandan o kadar uzaktı ki herkes onu “el- Emin” lakabıyla andı. Bütün ruhlara kendini sev­dirdi. Kalplerden vahşet karanlıklarını gi­derdi ve yerlerine güzel ahlakı yerleştirdi. O (sav), kuvvetli bir zayıf, bilge bir ümmî ve insanların terbiyesinde tam bir mürşitti. İnsanların faydası için nerede ise kendini helak edecekti. Resul-ü Ekrem (sav), en bedevî ve en ümmî bir kavmi, getirdiği nur vasıtasıyla, kısa bir zamanda dünyaya üstat ve hâkim eyledi. Samimi Olmaya Davet Ediyor Resül-ü Ekrem Efendimiz Kur’ân’ın diliyle diyor ki: “Ey insanlar! Yer ve göğü sizlere hizmetkâr yapan Zat, yaptığı şu iyiliğe karşı ibadete müstehaktır; ona ibadet edi­niz! Samimiyetle Allah’a yöneliniz. Çün­kü niyetlerinizin, amellerinizin ruhu, sami­mi­yet­tir. Samimiyetle kulluk edenler cennette nimetlendirileceklerdir. Allah için birbirinizi sevin. Onun için kurtuluş ancak samimi olmaktadır.” Samimi olmak, samimiyet için mücadele etmek son derece önemlidir. Kardeş Olmaya Davet Ediyor Âlemlere rahmet olarak gönderilen Hz. Pey­gamber Kur’ân’ın diliyle şöyle seslendi: “Ey insanlar! Farklı milletlere, kabilelere, renklere ve dillere ayrılmamız çatışma sebebi değil­dir. Bilakis tanışmak, yardımlaşmak ve ara­mızda sevgiyi geliştirmekle faziletlerimizi bir araya getirmek ve birbirimizi tamamlamak içindir. Karşı karşıya değil, yan yana olunuz. Hayatınızın da hukukunuzun da korunma­sı buna bağlıdır. Üstünlük farklılıklarımız da değil, takvadadır. Hepiniz Adem’in ço­cuklarısınız. Müslümanların kardeşlik ak­­di semavidir. Bu hikmete zıt hareket et­me­­yiniz ki farklılıklarımız ilahi bir cezaya dön­mesin.” Evet, bizlere düşen zarflara değil, mazrufa bakmaktır. Bundan dolayı olmalı ki Fransız bir araştırmacı şunları söylemektedir: “İslâ­miyet yeryüzünden kalkacak ve bu suretle hiçbir Müslüman kalmayacak olursa, ba­rışı devam ettirmeye imkân kalır mı? Hayır, buna imkân yoktur.” Bu yazarın bu kanaatini destekleyen bir örnek: Geçtiğimiz yüzyıl gözyaşların, katliamların, sürgünlerin yüzyılıydı. İnsanlığın en karanlık bir çağıydı. Bu yüzyılda öl/dürül/en insanların sayısı 183 milyondur.  Evet, iki cihanın rahat ve se­lameti barıştadır. Bu da birbirimize in­sanca, mertçe, cömertçe davranmakla müm­­kündür. Unutulmamalıdır ki barış her­­kes içindir. Zalimin Değil, Mazlumun Yanında Olmaya Davet Ediyor Yüce Allah’ın son elçisi olan Resulullah Efen­dimiz, ilahi azamet önünde zalimlerin na­sıl bir zillet içinde olacaklarını ve yar­dımcılarının ne hale düşeceklerini Kur’ân’ın lisanıyla şöyle ifade ediyor: “İzzet (onur, şeref) Allah’ındır. Dilediğini aziz, dilediğini zelil eder. Mülk Allah’ındır. İstediğine ihsan eder. İstediğinden çeker alır.  اَمْ هُمْ قَوْمٌ طَاغُونَ Ey hakka baş eğmeyen zalimler! Firavun­ların, Nemrudların akıbetlerine bakın! Al­lah’ın emriyle ve kuvvetiyle karıncalar Fira­vunun sarayını başına yıkar, baş aşağı atar; sinek Nemrud’u öldürüp Cehenneme atar; bir mikrop, en cebbar bir zalimi kabre sokar. وَلَا َترْكَنُوٓا اِلَى الَّذٰينَ ظَلَمُوا فَتَمَسَّكُمُ النَّارُ Yüce Allah bu ilahi fermanla, zulme değil yalnız alet olanı ve taraftar olanı, belki az bir meyledeni dahi dehşetle ve şiddetle tehdit ediyor. Çünkü zulme rıza da zulümdür.” Evet, “Muîn-i zalimîn dünyada erbâb-ı de­nâ­ettir / Köpektir zevk alan seyyâd-ı bî-insâfa hizmetten” Akıbetimizi Düşünmeye Davet Ediyor Resul-ü Ekrem (sav) Efendimiz Kur’ân’ın li­sanıyla diyor ki: “Ey insanlar! Sizin Rab­bi­niz Allah’tır. Sizleri yokluktan buraya gön­deren odur. Ahirete doğru giden birer yol­cusunuz. Bu dünyadaki işiniz ise dünya ve ahirette güzel yaşamak için Rabbinizi ta­nımaya, ona iman etmeye ve yalnız ona kulluk etmek için çalışmaktır. İhtiraslarınız, hevesleriniz, çıkarlarınız aklınızı ve vicda­nınızı susturup dünyaya geliş amacınızı unut­turmasın. Biliniz ki bütün lezzetler iman­dadır, istikamettedir. Onun için İsla­miyet’i yaşamakta size bir zorluk yoktur; size ağır gelmesin. Bütün acılar ise hakkı dinlememekte ve batılda ısrar etmektedir. İşte hal-i âlem buna şahittir.” Doğru İman Etmeye Davet Ediyor Geçmiş olan peygamberlere ve kitaplara iman ettiğiniz gibi, Hazret-i Muhammed (sav) ile Kur’ân’a da iman ediniz. Zira onlar, Hazret-i Muhammed’in (sav) gel­me­­sini müjdeledikleri gibi, onların ve ki­tap­larının doğruluğuna olan deliller, haki­katiyle, ruhuyla Kur’ân’da ve Hazret-i Mu­hammed’de (sav) bulunmuştur. Öyleyse, Kur’ân, Allah’ın kelamı ve Hazret-i Mu­hammed (sav) de resulü olduğunu tarik-i ûlâ ile kabul ediniz ve etmelisiniz.” Evet, kelime-i şehadetin iki cümlesi bir­birinden ayrılmaz, birbirini ispat eder, bir­birini gerektirir, biri birisiz olmaz. Madem Peygamber Aleyhissalâtü Vesselâm Hâte­mü’l-Enbiyadır, peygamberlerin sonuncusu­dur. Öyle ise bütün peygamberlerin vâri­sidir. Elbette Allah’a ulaşacak bütün yolların başındadır. Onun yolundan başka hakikat ve kurtuluş yolu olamaz. Umum ehl-i mari­fetin ve tahkikin imamları, Sadi-i Şirazî gibi derler: ظَفَرْ بُرْدَنْ جُزْ دَرْ بٰى مُصْطَفٰى   مَحَالَسْتِ سَعْدِى بَرَاهِ نَجَاتْ Ey Sadi! Hz. Muhammed’i (sav) örnek alma­dan bir kimsenin selamet ve safa yolunu bul­ması imkânsızdır. Hz. Peygamberi işiten ve davasını bilen insanlar onu tasdik etmezse -ki bir inkârdır- Cenâb-ı Hakkı da tanımaz. Onun hakkında yalnız   لَااِلٰهَ اِلَّا اللهُkelâmı, se­beb-i necat olan tevhidi ifade edemez. Hz. Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâmı inkâr eden adam, elbette hiçbir cihette hiçbir nura mazhar olamaz. İbadet Etmeye Davet Ediyor Resül-ü Ekrem Efendimiz öyle bir din, öyle bir şeriat, öyle bir kulluk, öyle bir duayla ortaya çıktı ki bütün düşünürleri, rehberleri, fikir adamlarını “Bildiklerimi tecrübe ediniz” diye ibadete davet etti. Kur’ân’ın diliyle bizlere, “Ey insanlar! Si­zi ve sizden evvelkileri yaratan Rabbi­ni­ze ibadet ediniz ki, takva mertebesine vasıl olasınız. Ve yine Rabbinize ibadet ediniz ki, arzı size döşek, göğü binanıza tavan yapmış ve gökten suları indirmiş ki, sizlere rızık olmak üzere yerden meyve ve sair gıdaları çıkartsın. Öyleyse, Allah’a misil ve şerik yap­­mayınız. Bilirsiniz ki, Allah’tan başka ma­bud ve halıkınız yoktur” diyerek amelî din­darlıkta şaşıranları, kulluğun istikametli edebine davet etti, ediyor. İbadet, kulun Allah’a gösterdiği en şerefli bir hizmetidir. Düşünceleri Allah’a yönelten ibadettir. Hayatın ağır yüklerinden ruha teneffüs veren ibadettir. Emellerine kavuşma ümidi veren ibadettir. Doğru Olmaya Davet Ediyor O (sav), doğru sözlülüğü ile şöyle sesleni­yor: “Ey insanlar, kulaklarınızı açınız! Beni din­leyiz! Emrolunduğunuz gibi dosdoğru olun. Söylediğiniz her sözünüz doğru ol­sun. Çünkü Müslümanlığın temeli doğ­ruluktur. Güzel ahlakı yaşatan doğruluk­tur. Onun için aranızda doğruluğu canlandıra­rak ictimai yaralarınızı onunla tedavi edi­niz. Aksi halde yalancılıkla yüksek huyları­nızı fesada uğratırsınız.  Evet, yalan Allah’a yapılan bir iftiradır. Münafıkları tanıma­nın en belirgin ölçüsüdür. Müslümanları zehirleyen yalandır. İnsanları rezil-rüsvay eden yalandır. Dünyayı ateşe veren yalandır.

Muhlis KÖRPE 01 Nisan
Konu resmiVahyin Geliş Şekilleri
İbadet

İslâm âlimleri vahyi, metlüv (okunan, vahy-i sarihi) ve gayr-ı metlüv (okunmayan, vahy-i zımnî) olarak ikiye ayırmışlardır. Metlüv (vahy-i sarihî) vahiy, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm’ın sadece tercüman olduğu, müdahalesinin olmadığı, aynıyla tebliğ ettiği vahiydir. Kur’ân ve bazı Kudsî hadisler bu kısım vahye girer. Gayr-ı metlüv (vahy-i zımnî) olan kısmın, mücmel ve hülâsası vahye ve ilhama dayanır. Fakat tafsilatı ve tasviratı Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâma aittir. Peygamberimiz (sav), O vahiyden gelen mücmel hadiseyi bazen yine ilhama yahut vahye dayanarak açıklar. Veyahut kendi ferasetiyle beyan eder.  İLK VAHİY “(O sayılı günler) Ramazan ayıdır ki, in­sanlara doğru yolu göstermek ve hidayet ile furkandan (hak ile bâtılı ayıran hü­kümlerden) apaçık deliller olmak üzere, Kur’ân onda indirilmiştir.”1 Ve “Şüphe yok ki biz onu (o Kur’ân’ı), Kadir Ge­cesinde indirdik.”2 ayetlerinde ifade edil­diği üzere Kur’ân, Ramazan ayında Kadir Gecesinde indirilmiştir. Kadir Gecesinde bir bütün olarak Levh-i Mahfuzdan dün­ya semasındaki “Beytü’l-İzze” denilen ma­­kama indirilmiş, sonra Cebrail (as) onu pey­derpey 23 yılda Hz. Peygamber (sav)’a in­dirmiştir.3 Bir bütün olarak Kadir Ge­ce­sinde indirilmesine “inzâl”, Cebrail (as) ta­ra­fından Peygamberimize indirilmesine ise “tenzil” denilir. İlk vahyi Hz Âişe (ra) şöyle anlatır. “Re­sulullah’a ilk gelen vahiy uykuda iken sâdık rüya ile başlamıştır. O’nun her gördüğü rü­ya sabah aydınlığı gibi tezahür ederdi. Sonra kendisine yalnızlık sevdirildi. Artık Hi­ra mağarasında ibadet ediyor, azık almak için evine geliyor ve tekrar aynı mağaraya dönüyordu. Nihayet Allah’ın Resulü Hira mağarasında bulunduğu bir sırada vahiy geldi. O’na melek gelip “Oku” dedi O’da “Ben okumak bilmem” cevabını verdi. Haz­ret-i Peygamber (sav) buyururlar ki: O zaman melek beni alıp takatim kesilinceye kadar sıktı. Sonra bıraktı ve “Oku” dedi, bende “Okumak bilmem” dedim. O beni yine takatim kesilinceye kadar sıktı ve sonra yine “Oku” dedi, ben de yine “Ben okumak bilmem” dedim ve beni tekrar alıp üçüncü defa sıktı ve beni bıraktıktan sonra “Yaratan Rabbinin ismiyle oku! (O,) insanı bir alak’dan yarattı. Oku! Çünkü Rabbin, en büyük krem sahibidir. O, kalemle öğretendir. İnsana bilmedi­ği şeyleri öğretti”4 ayetlerini okudu. Bu ayetleri alan Allah’ın Resulü, yüreği tit­reyerek, eşi Hatice’nin yanına geldi ve “Beni örtünüz” dedi. Korkusu geçinceye kadar O’nu örttüler. Sonra başına gelen olayı eşi­ne anlattı. “Kendimden korkuyorum” dedi. Bu­nun üzerine eşi “Allah’a yemin ederim ki, Rabbin seni hiçbir zaman utandırmaz. Çün­kü sen akrabanı gözetirsin, âciz olanların ağırlığını yüklenirsin, fakire verir, misafiri ağırlar, hak yolunda halka yardım edersin” diyerek O’nu teselli etti. Bundan sonra Ha­tice, Hz Peygamberi alıp, amcazâdesi Vara­ka bin Nevfel’e götürdü. Bu zat cahiliye çağında Hristiyan olmuş, İbraniceyi bilir ve İncil’den nasibi nisbetinde birşeyler yazardı. O günlerde gözleri kör idi. Hatice, Varaka’ya “Amcamın oğlu dinle bak, kardeşinin oğlu ne söylüyor?” dedi. Varaka “Kardeşimin oğ­lu ne var?” deyince, Resulullah, başından ge­çenleri anlattı. Bunun üzerine Varaka “Bu gördüğün, Allah’ın Musa’ya indirdiği Nâ­mus-u Ekber’dir. Keşke senin davet gün­lerinde genç olsaydım da kavminin se­ni çıkaracakları zamanı görseydim” dedi. Al­lah’ın Resûlü de “Onlar beni çıkaracaklar mı?” diye sordu. O da “Evet, Senin gibi şeyle gelen hiçbir kimse yoktur ki düşmanlığa uğramasın, şayet senin davet günlerine ye­tişirsem, sana yardım ederim” diye cevap ver­di. Çok geçmeden Varaka vefat etti. Yine o sı­ralarda bir müddet için vahiy kesilmişti.5 Peygamberimiz (sav)’den Şöyle rivayet edil­miş­tir. “Fetret-i Vahiyden (vahyin bir müd­­det kesilmesinden) sonra, Hira’da iken se­madan bir ses işittim, gözlerimi yu­karı kal­dırdığımda, gökle yer arasında arş üze­rinde oturmuş olan meleği gördüm ve korktum. Eve döndüm ve beni örtün dedim. Allah bana, “Ey müddessir olan (elbisesine ör­tünüp bürünen peygamber)! Kalk (ve) artık (insanları Allah’ın azabı ile) kor­kut!”.6 Artık bundan sonra vahiy sıklaştı ve devam etti.7 VAHYİN GELİŞ ŞEKİLLERİ İslâm âlimleri vahyi, metlüv (okunan, vahy-i sarihi) ve gayr-ı metlüv (okunmayan, vahy-i zımnî) olarak ikiye ayırmışlardır. Met­lüv (vahy-i sarihî) vahiy, Resul-i Ek­rem Aleyhissalâtü Vesselâm’ın sadece ter­cüman olduğu, müdahalesinin olmadığı, ay­nıyla tebliğ ettiği vahiydir. Kur’ân ve ba­zı Kudsî hadisler bu kısım vahye girer. Gayr-ı metlüv (vahy-i zımnî) olan kısmın, müc­mel ve hülâsası vahye ve ilhama da­yanır. Fakat tafsilatı ve tasviratı Resul-i Ek­rem Aleyhissalâtü Vesselâma aittir. Pey­gamberimiz (sav), O vahiyden gelen müc­mel hadiseyi bazen yine ilhama yahut vah­ye dayanarak açıklar. Veyahut kendi ferase­tiyle beyan eder. Birçok hadis-i şerif bu kıs­ma girer. Kur’ân-ı Kerîm, Resul-i Ekrem (sav)’in sadece tercüman olduğu, müdahalesinin ol­madığı, aynıyla tebliğ ettiği vahiydir. Re­sü­lullah’a vahiy çeşitli tarz ve şekillerde gelmiştir. Bunlar tefsir usulü kitaplarında ayetler ve rivayetlere dayandırılarak şu şekillerde açıklanır. 1- Resül-i Ekrem’e uykuda iken sadık rüya­lar olarak gelen vahiy çeşididir. Resulullah (sav) sonradan meydana gelecek hadiseleri rüyasında görürdü. Hz Âişe’nin belirttiği “Resulullah hiç bir rüya görmezdi ki sabah aydınlığı gibi çıkmasın”8 sözleri vahyin bu çeşidine işaret ettiği belirtilmiştir. Bu rü­yalara errü’ya’s-sâdıka denilmektedir. Tef­sir usulü kitaplarında sadık rüya ile hiçbir ayet ve sûre indirilmediği belirtilmiştir. 2- Cebrâil (as)’in aslî şekli ile Resulullah (sav)’e görünüp vahiy getirmiştir. Bu şekilde Cebrâil (as)’ın aslî suretiyle görünerek va­hiy getirmesi iki defa gerçekleşmiştir. Bi­rincisi; peygamberliğin başlangıcında Re­sul-i Ekrem (sav), Cebrâîl (as)’ı Hirâ ma­ğarasında iken aslî şekli ile görmüş, vücû­dunu bir ürperti ve titreme kaplamıştı. Hemen evine gelip eşi Hz. Hatice (ra) vâlidemize: “Beni örtün!” buyurdu. Onun üzerine “Ey müddessir olan (elbisesine örtünüp bürünen peygamber)! Kalk! (Ve) artık (insanları Allah’ın azâbı ile) korkut!9 ayeti nâzil oldu.10 “And olsun ki, onu (Cebrâîl’i) apaçık, ufukta gördü”11 ayeti bu hadiseye işaret etmektedir. İkincisi; Miracda, Sidretü’l-Müntehâ’da ger­­çekleşmiştir. “And olsun ki, onu (Ceb­râîl’i aslî sûretinde) diğer bir inişte de (mi‘râc gecesi), Sidretü’l-Müntehâ’nın ya­­nında (iken) gördü”12 ayetleri de buna işa­ret etmektedir. 3- Cebrâil (as)’in çıngırak sesine benzer bir sesle vahiy getirmesidir. Hz. Peygambere gelen vahyin en ağır şekli bu idi. Vahyin bu çeşidinde melek görünmezdi. Bu çeşit va­hiy ile tehdîd ve vaîd ifade eden ayet ve sure­ler gelirdi. Peygamberimiz, bu çeşit vahiy hakkında şöyle buyurmuştur. “Bazen bana çıngırak sesine benzer bir sesle gelir. Böylesi bana en ağır olanıdır. Onun söylediğini belledikten sonra, O benden ayrılırdı.”13 4- Hz Peygamber uyanık iken, meleğin gö­rünmeksizin İlâhî emri duyurmasıdır. “Ru­hu’l-Kuds kalbime şöyle üfledi. Hiçbir nefis ecelini ve rızkını tüketmeden ölmeyecektir. O halde Allah’tan korkunuz ve rızkınızı aramakta güzel bir yol tutunuz” rivayeti vahyin bu çeşidine işaret etmektedir. 5- Cebrâil (as)’in insan suretine girerek va­hiy getirmesidir. “Bazen melek bana, in­san şekline bürünerek gelir. Benimle ko­nu­şur. Ben de onun söylediklerini iyice bel­lerim” hadisi vahyin bu çeşidine işaret eder. Siyer kitaplarında çoklukla Cebrâîl (as)’ın Sahabe-i Kiram’dan Dıhye (ra)’ın suretinde geldiği belirtilir. Bunun dışında bilinme­yen bir kişi suretinde vahiy getirdiği de ol­muştur. Resulullah’a en kolay gelen vahiy çeşidi budur. 6- Resul-i Ekrem (sav) uyanık iken, Allah-ü Teâlâ’nın kelâmına vasıtasız mazhar olması ile gerçekleşen vahiydir. Mirac hadisesinde namazın farz kılınması, Bakara suresinin son üç ayeti bu şekildeki vahiy çeşidine ör­nek olarak gösterilebilir. Kaynaklar: 1- Bakara, 1852- Kadr, 13- İbn-i Kesîr, c. 3, 659 4- Alak, 1-5 5- Muhammed İbn İsmail el-Buhârî, el-Câmiu’s-Sahih 6- Müddessir, 1,2 7- Muhammed İbn İsmail el-Buhârî, el-Câmiu’s-Sahih 8- Sahihu’l-Buhari, ı.3. 9- Müddessir, 1,2 10- Beyzâvî, c. 2, 541 11- Tekvir, 2312- Necm, 13,1413- Sahihü’l Buhâri, I. 2; Sahihü’l Müslim, IV. 1817; Müsned-i Ahmed, VI. 158-163; Sunenu’ln- Nesâî,II. 146-147

Osman SONSAK 01 Nisan
Konu resmiŞaşmaz Bir Mürşittir Ölüm
İnsan

Ölüm asude bahar ülkesidir bir rinde;Gönlü her yerde buhurdan gibi.      Ve serin serviler altında kalan kabrindeHer seher bir gül açar; her gece bir bülbül öter.Yahya Kemal Beyatlı Yazarken en çok zorlandığım hususlar, ıstırabını içimde en fazla hissettiğim meselelerdir. Zira yazdıklarınız keli­me­lere dökülecek vücuttan mahrumdur. Şa­yet duygularınızın, düşüncelerinizin eli, ko­lu, ayağı olsa, hâsılı bütün uzuvlarıyla mü­cessem bir hale bürünebilse yazmaya ne ha­cet kalırdı? Denilebilir ki kâğıda dökülen yazıların birçoğu muğlâk ifadelerin, mücer­ret duyguların tercümanıdır. Lakin ölüm gi­bi apaçık bir mesele, hiçbir tevile açık kapı bırakmayacak kadar müşahhas bir hadisedir. Başınızı eğdiğinizde gözünüze çarpan bir taş, karşınızda bütün heybetiyle duran koca bir dağ, geceleyin gökyüzüne baktığınızda görünen parlak bir yıldız, sağınızda, solu­nuz­da görmeden geçemeyeceğiniz bir ağaç, bir çiçek yahut bir ev, içtiğiniz bir su, do­kun­duğunuz bir kumaş, üzerinde yürü­dü­ğünüz toprak ve ıslandığınız bir yağmur ka­dar gerçeğin ta kendisidir. Her zaman ve mekânda çıkabilir karşınıza… Bir köşe başında otobüs beklerken, bir gazetenin sa­tırlarına dalarken, iş yerinize giderken, işten dönerken, alış-veriş yaparken, gözü yaşlı bir halde secdeye varırken yahut sec­deden kaçarken bulabilir sizi… Kurtuluş yoktur ondan bir tütsü, bir buhur olup uçsanız, en muhkem kalelerin içine sığınsanız, kozmik odaların en kozmiğine de girseniz yine de yakalar sizi… Ölüm bunca görünürlüğüne ve gerçekliğine rağ­men, maalesef ne yazan anlamıştır onun hakikatini ne de okuyan… Tıpkı “Herkes kimsenin sağ kalmadığını bilir de, kendisi­nin öleceğine inanmak istemez” diyen Na­mık Kemal gibi. O da gerçeği bilse de inan­mak istememiştir öleceğine… Ne çare ki hiçbir canlı için nokta şaşmaz bir kanun­dur ölüm.  Can alıcı melek geldiğinde, bek­lemez ne bir salise ileri, ne de bir salise geri… Hiç eksilmeyen, eskiyemeyen yenidir ölüm… Onu duymadığımız, görmediğimiz, soluk soluk yaşamadığımız bir an bile yok… Ya­pılan araştırmalara göre dünyada saatte 6 bin 418 insan hayatını kaybediyor. Za­manın akrebini daralttığımızda araştır­ma­lar, her beş saniyede 9, her bir saniyede ise yaklaşık 2 insanın öldüğünü söylemekte. İstatistiklerde boğulmadan kestirmeden he­men şu söylenebilir ki, her nefes alış veri­şimizde dünyadan birileri göç etmekte. O halde ense kökümüzden daha yakın ol­du­ğumuz ölüme nasıl oluyor da bir Merih kadar uzak yaşayabiliyoruz! İki önemli sebep saymak mümkün: İçimize derç edilen ebed duygusunu dünyaya mün­hasırmış gibi kullanmak, insana hiç öl­meyecek hissini vermekte. Bir diğeri ise şey­tan tarafından şırınga edilen gaflet uykusu… Siz, zil zurna sarhoşun dünya yıkılsa et­kilendiğini duydunuz mu hiç? İçkinin adı çıkmış. Oysa insanı sarhoş eden o değildir sadece. Oyuncak gibi kullandığımız lüks arabalarımız, yatlarımız, katlarımız, etra­fı­mızda pervane olan korumalarımız, hiz­met­lilerimiz, mevkiimiz, itibarımız, şanı­mız, şöhretimiz, ünümüz yavaş yavaş ayak­larımızın yerden kesilmesine sebep oluverir. Sadece bunların olduğunu da söyleyemem. Hayırda kullanmadığımız aklımız, elleri­miz, gözlerimiz, ayaklarımız, okey masalarında taş dizerek tükettiğimiz hayatımız, lak­lak­la geçirdiğimiz ömrümüz, manasız meş­gu­liyetlerimiz, hoyratça kullandığımız sağ­­­lı­ğı­­mız, bize değer katmayan ilmimiz ve tirya­kisi olduğumuz günahlarımız da ölüm­­le aramızda kalın duvarlar örmekte. Say­­dık­larımız saymadıklarımızın yanında de­nizde bir damla… Sahip olup da iyi mec­rada kullanamadığımız doğu ve batı gibi taban tabana zıt bütün kutuplarda sarhoş eder bizleri… Fakirlik- Zenginlik… Cahillik- Âlimlik… Hastalık- Sağlık… Günah-Sevap… Bir birinden uzak olan lakin gaflette bir­leştiren daha ne kadar kavram varsa hepsini katabiliriz buna. Yalnız ince bir nokta var ki hepsinde durduğun yerdeki gayeyi, maksadı bilirsen eğer Rabbine ulaşmada uyanmana bir vesile, aksi halde uyumana… İşte bir birine zıtmış gibi görünen diriliş ve ölüşün hikâyesi de böyledir. Diriyken ölü, ölüyken diri olabilirsiniz. Kalbi te­fes­süh eden birinin yaşadığından söz ede­bilir misiniz? Siz onun günde bilmem kaç kilometre koşmasına bakmayın lüt­fen. Sağ­lığına, gücüne, kuvvetine, kaslı vü­cu­­du­na aldanmayın. Gözlerinin ne den­li par­la­dı­ğına da kanmayın. Envai türlü ni­me­tin tadına bakan diline, her gün aynada hay­ranlıkla seyrettiği doyumsuz güzelliği de sizi kandırmasın sakın. Hepsi kâğıttan bir kaplandan ibaret. Hepsi bir oyun ve bir vehim…  Hepsi görünürdeki yürüyen bir cena­zenin akisleri sadece. Meseleyi bir başka yönüyle tahlile tabi tut­tuğumuzda, hadis-i şerifte dendiği gibi, lezzetleri acılaştıran ölümü anmak in­sanı bütün taşkınlıklardan, aşırılıklardan uzak­laştırır. Böylece dinin emrettiği hat ve hu­dutlar içerisindeki bir dairede hareket et­me imkânımız artar.  Hatası ve sevabıyla ma­ziyi tahattur etmek, müstakbeli hal çiz­gisine taşıyarak yaşamak bir ihlâs işidir. Bu­nu sağlayan sarsılmaz ve şaşmaz önemli bir mürşit de ölümdür. Samimiyeti temin ede­cek, riyayı korkutacak, günahı kaçıracak ne büyük bir nimet... Yanlış anlaşılmasın. Mümin ölümden kork­tuğu için ölümü anmış değildir. O, sadece vefatla mola verilen hayatın geri kalan kıs­mının derdine düşmüştür. Bu yüzden ölüm gelmeden evvel ölüme hazırlanmış, onu de­vamlı olarak yanında taşıdığı bir aksesuar yahut da evinin değişmez bir misafiri olarak kabul edegelmiştir. Ölümü kendinden bir parça bilmek sahiplenmeyi, sahiplenmek ise içselleştirmeyi intaç eder. Ölümü an/a/mayanlara, kulak ardı edenlere gelince, aslında onlar onunla yüz yüze gelmekten çekinen ve korkanlardır. Kendilerini sağa, sola atan bir balık gibi çırpınmaları, efsun­lan­mış günahın büyüsüne kapılmaları, bin türlü divaneliklerin peşine düşmeleri hep bu yüzdendir. Dolayısıyla mümin ölümü yeni bir hayatın başlangıcı gördüğünden tahattur eder. İnkârcı ise tam da ter­sinden yani ölümü hayatın müntehası gör­düğünden düşünmek bile istemez. Bu ne­denle ölümü mülk cihetiyle değil de melekût cihetiyle değerlendirmek gerekir. O zaman kışır hükmünde olan çirkinlik­leri, acıları görülmez olur. Ortada dupduru, lavanta kokusu gibi bir hayat kalır. Size anlatmak istediğim bir başka husus daha vardı aslında. Yakın dostumun ölü­müyle lâyemut saydığımız  hayatın bir si­gara kâğıdı kadar kısa olduğu gerçeğini bir kere daha hatırla/t/maktı belki… O içi içine sığmayan sevgili dostum, bıçkın delikanlı ölüm döşeğinde sessiz ve seda­sız yatıyordu öylece. Ferini kaybeden ışıl ışıl gözleri hep tavanda sabit bir noktaya kilitlenmişti. Alnından boncuk boncuk ka­yan ter tomurcukları şakaklarına kadar iniyordu. Yarı kapalı gözlerinin arasından dökülen birkaç damla gözyaşıysa yanaklarını ıslatmıştı. Eller, ayaklar buz gibiydi. Dil lâl, gözler lâl, kulaklar lâl, düşünce lâl kesilmişti. Bedeninde şişliklerin yanında koyu, mor renkli lekeler azımsanmayacak derecede fazlaydı. Devrilemeyecek kadar güçlü ve iri olan bedeni şimdi bir tüy ka­dar hafiflemişti. Manevi ağırlığı cismindeki hafifliğiyle tersiyle mütenasip görünüyordu. Şairin ifadesiyle öyle zayıflamıştı ki sonunda herkül olmuştu… Dikkatimden kaçmayan bir husus daha vardı: o da beden libası her türlü arızasına rağmen yerli yerinde öylece durduğu halde en ufak bir hayat belirtisinin olmamasıydı. Demek ki onu harekete ge­çiren ruhtu ve o da bedenden çoktan uçup gitmişti… Sahi ruh neydi ki? وَيَسْأَ  لُونَكَ عَنِ الرُّوحِ قُلِ الرُّوحُ مِنْ أَمْرِ رَ بّٰي وَمَٓا أُو تٰيتُمْ مِنَ الْعِلْمِ إِلَّا قَلٰيلاً “Hem sana ruhtan soruyorlar. De ki: “Ruh Rabbinin emrindendir; size ise ilimden ancak pek az bir şey verilmiştir.”(17/İsra Suresi/85) İlahi bir hikmet… Avamdan, havassa herkesin bildiği ancak ayetin takdir ettiği bir ölçü kadardı. Ne bir eksik, ne bir fazla... Mütenahi insan, yaratıcının namütenahi ilmini nasıl kav­rayabilsin? Mahiyeti tam olarak bilinmese de ruh tecez­zi kabul etmez bir kanundur. Parçalanmaz, dağılmaz, pörsümez ve çürümez. Bedenin haricinde yek bir vücudu, şuuru ve hayatı vardır. Bedeninin her an değişime uğraması, başkalaşması, hücrelerinin ölüp yenilenme­si gerçekleştiği halde ruhun zarar görmeme­si varlığına apaçık bir delil değil de nedir? Arkadaşım bir Perşembe sabahı öldü… Üstüne beyaz bir örtü örtüldü. Omuzlarda taşınıp kabristana götürüldü. Ve toprağa gömüldü… Ne duyanı oldu, ne soranı. Sessiz, sedasız ayrıldı aramızdan “Dövene elsiz, sövene dil­siz” diyen Yunusvari bir hayat yaşadı. Maale­sef bunca yıldır dostluğumuz olma­sına rağmen bir fotoğraf karesinde bile buluşamadık. Görünür olmaktan hiç hoş­lanmazdı değerli dostum. Tevazuun doru­ğundaydı. Siirt’te birlikte çalışmıştık. Milli eğitim müdürlüğünde çaycısından mü­dü­rüne kadar herkes tarafından sevilir, sayılırdı. Kimsenin ondan incindiği vaki ol­mamıştı. Hakkın ve halkın razı olmayacağı bir hayat yaşamamıştı. Beş yıl boyunca ya­kalandığı o müzmin kanser hastalığında bile yüzünden gülümsemeyi hiç eksiltmedi. Hatta son zamanlarında ölümün keşif kol­ları vücudunu iyiden iyiye sardığı halde bizimle şakalaşmaktan bir an olsun geri durmayan zarafet ve fazilet abidesi biriydi. Dost canlısıydı. Kısa, fakat kaliteli bir hayat yaşamış, gerideyse hoş bir sada bırakarak ayrılmıştı. İlk nefesi ve son nefesi hep aynı çizgideydi: لَا اِلَهَ اِلَّا اللّه “La ilahe illallah…” Güzel insan, daha kırkına bile girmeden ayrıldı aramızdan. Taşı sıksa suyunu çı­ka­racak genç adam, geride gözü yaşlı an­ne, baba, dul bir eş ve henüz abc’ye bile geçmeyen Furkan’ı bıraktı. Babasını top­­rağa gö­merken nasılda metanetliydi Fur­­kan. Mi­nik elleriyle annesinin elini tu­tarken, “üzülme” diyordu ha bire. “Acıları bitti, cennette birlikte olacağız…” Belli ki ölmeden evvel çocuğuna İslami telkinlerde bulunmayı ihmal etmemişti. Kalbi başka türlü teskin etmek nasıl mümkün olabilirdi? Öte dünya olmasa bitişin, eriyişin, yok oluşun acısını hangi ilaç dindirebilirdi? Manevi burhan geçiren nesillerin yaralarına hangi merhem sürü­lebilirdi? Sahi öte dünya dediğimiz şey gerçekten var mıydı? Yoksa kafamızda oluş­turduğumuz bir teselli,  bir avuntu muydu sadece? Bir vehimden mi ibaretti? Asla ve kat’a… Ey insan bilmelisin! Sen hiçliğe, çürümeye terk edilecek bir sigara külü, bir toz zerresi değilsin. Sen gardırobunda saklanıp işi bittiğinde bir köşeye atılan yamalı bir boh­ça da değilsin. Mazi ve müstakbel endi­şesinden uzak ve her gün binlercesi boğaz­lanan bir gergedan başı da olamazsın. Sen, “ebed, ebed” diyen dimağın, kalbin ve bü­tün duygularınla hayata ve Rabbine ta yüreğinden bağlısın. Ferşten, arşa; seradan, süreyyaya her şeyle alakadarlığın bu yüz­den. Mikro ve makro âlemde var olan her nesnenin her şeyiyle, her zaman ve her mekânda müteessirsin, müteellimsin ve mü­telezzizsin. Ve sen, güzelliğe, sonsuzluğa müştak insan! Hiçlik dereleri senin hayalinde bile yer tutmayacak kadar ebede sevdalısın. Ölüm bir yağmur sadece, kayalardan süzülen bir gözyaşı, ahenkle yağan bir kar tanesi ka­dar örtücü bütün çirkinlikleri… Bak ve gör ve bil ve hisset nasıl ki açlık yemeyi, susuzluk içmeyi iktiza ediyor ise hayatın da ahireti intaç ediyor. Unutma ki anne karnına düştüğünde bir nutfeydin. Sonra dünyaya gönderildin. Çocukluğu ve gençliği yaşadın. İhtiyarlığa eriştin. Kendi bedenindeki seyahatin akışı haykırıyor ve sana diyor ki: “Ey insan! Henüz yolculuğun bitmiş değil. Nihai hedef noktana varıncaya kadar vücudundaki akıp gitmeler devam edecek. Ve sen varış çizgisine vardığın an hep otuz üç yaşında, hep genç, hep sürurlu, hep huzurlu olacaksın. Hem ahireti haykıran sadece senin bedenin ve ruhun da değil. Muhbir-i sadık yüz yirmi dört bin peygamber, yüz yirmi dört milyon evliya bî-karar dünyadan karar kılınmış bir mekâna giden yolculuğunu haykırmakta… Ve unutma ki dünyanın yapılan bunca zulmü temizleyecek kadar deterjanı yok. Mahz-ı adalet için haşir, hesap, mizan, sırat, cennet, cehennem adın gibi gerçek. Nokta israf etmeyen Allah Azze ve Celle muhteşem kâinatı ve sekenelerini hiçliğe, manasızlığa, çürümeye, dağılmaya terk etmez! Hakiki güzel, güzele müştakları cennetinden ve cemalinden mahrum etmez.” Kalp katılığından uzak, nurlanmış bir bedene ölüm nüfuz edebilir mi? Asla… Delil mi? Kuranı dinle: وَلاَ تَقُولُواْ لِمَنْ يُقْتَلُ فٰي سَبيلِ اللّٰهِ أَمْوَاتٌ بَلْ أَحْيَٓاءٌ وَلَكِنْ لاَ تَشْعُرُونَ “Allah yolunda öldürülenlere “ölüler” de­meyin. Bilakis onlar diridirler, fakat siz hissedemezsiniz.”(Bakara /154)   Elbette o gün geldiğinde mümin, gayri mümin herkesi bir nedamet duygusu saracak. Hele rotadan çıkanların pişmanlıkları çok daha derinden hissedilecek. İki ayet: حَتَّى إِذَا جَٓاءَ أَحَدَهُمُ الْمَوْتُ قَالَ رَبِّ ارْجِعُونِ “Nihayet onlardan( müşriklerden) birine ölüm gelip çattığında, “Rabbim, der, lütfen beni (dünyaya) gönder.” ( Mu’minun Suresi 99) إِنّٓا أَنذَرْنَاكُمْ عَذَابًا قَرٰيبًا يَوْمَ يَنظُرُ الْمَرْءُ مَا قَدَّمَتْ يَدَاهُ وَيَقُولُ الْكَافِرُ يَا لَيْتَنٰي كُنْتُ تُرَابًا “Şüphesiz ki sizi yakın bir azap ile korkuttuk. O gün kişi, ellerinin takdim ettiği şeye (önceden işlediği ameline) bakar ve kâfir: Ah! Keşke ben toprak olsaydım! Der.”(Nebe Suresi/40) Fakat nafile… Herkes heybesinde ne varsa onunla muamele görecektir. Günahları ol­sa da duayı, sabrı ve gözyaşını sunan mümin­ler Rahman’ın merhamet havuzunda yıka­nacaklardır. İnkârı, şirki meslek edinenler, haksız yere cana kıyanlar, mazlumun inil­ti­sini ney gibi dinleyen zalimler ise treni çoktan kaçıranların zümresine dâhil olacak­lardır. Son olarak, asra mührünü vurmuş zatın sesine kulak verelim: “Ey bizi nimetleriyle perverde eden sulta­nımız! Bize gösterdiğin numunelerin ve göl­gelerin asıllarını, membalarını göster. Ve bizi makarr-ı saltanatına celp et. Bizi bu çöllerde mahvettirme. Bizi huzuruna al. Bize merhamet et. Burada bize tattırdığın leziz nimetlerini orada yedir. Bizi zeval ve teb’id ile tazip etme. Sana müştak ve müteşekkir şu muti raiyetini başıboş bırakıp idam etme.” Adı Özgür olan kardeşim şimdi gerçekten özgürlüğe kavuştun. Allah sana ve bütün mümin kullarına rahmet eylesin…

Necati İLMEN 01 Nisan
Konu resmi8 Adımda Kurtuluş Reçetesi
İnsan

Şarktaki aşiretlerin suallerine cevap ola­rak hazırlanıp H. 1329 (m. 1911)’de neşredilen Münazarat Risa­lesi, daha sonraları Bediüzzaman Hazretleri ta­ra­fından tekrar gözden geçirilerek neşre­dil­miştir. Üstad Hazretleri risalenin baş ta­ra­fına şu ifadeleri koymuştur ki bu, aşa­ğıda izah etmeye çalıştığımız yazının ne anlama geldiğini göstermek açısından ehem­miyet­lidir. Azametli bahtsız bir kıt’anın, şanlı ta­li’siz bir devletin, değerli sahipsiz bir kav­min reçetesi ve­ya­hut Bediüzza­man’ın Münâzarat’ı.” Bugün şahsi ve ictimai problemlerimize ışık tutacak -aşağıdaki küçük, fakat keyfi­yet iti­ba­riyle büyük- sual ve cevabı nazar-ı dikkatlerinize arz ediyoruz. SUAL: Zindan-ı atalete, yani boş durmak ve tembellik zindanına düştüğümüzün se­bebi nedir? EL-CEVAP: Hayat cidaldir; yani; hayatın devamı için bir mücahit kabul edilen him­metin verdiği mücadele meydanında, onu kazanmak ve başarmak ancak bütün engel­leri birer birer aşmak ile mümkün olur. Şevk ise matiyyesidir, yani himmet denilen ça­lışma azminizin bineği ise şevkinizdir. Üstadın burada hayatın cidal olduğunu söy­le­mesi, şahsi hayat noktasında nefis ve şey­tan ile mücahede ve mücadele cihetinde­dir. Bu ise kişiye adalet ve özgürlüğü ka­zandırır. Zülfikar Mecmuasında, Kuran’ın Şebabiyet-i bahsinde, Avrupa medeniyeti, toplum hayatının devamı için mücadeleyi esas yapar. Bu ise insanların sosyal hayatı­na bakar. Nefis ve şeytan ile mücahede değil, belki insanların kendi aralarındaki mü­ca­deleyi kastediyor. Bu yanlış bir kuraldır ve toplum arasındaki çatışmayı netice verir. Dolayısı ile yukarıda bahsi geçen cidal ile bunu karıştırmamak önemli olacaktır. İşte himmetiniz şevke binip mübareze-i hayat yani hayat mücadelesi meydanına çıktığı vakit, 1- En evvel düşman-ı şedid olan yeis yani; ilk ola­rak en şiddetli düşman olan ümitsiz­lik engeli himmetinize rast gelir. Kuvve-i maneviyesini kırar. Moralini alt üst eder. Siz o düşmana karşı  لَاتَقْنَطُوا (rahmet-i ilahiden ümit kesilmez)1 kılıncını istimal ediniz, kullanınız. Zira başka ri­sa­lelerde de geçtiği gibi “yeis, mani-i her kemaldir.” Yani ümitsizlik bütün başarı­lara ve mükemmelliklere engeldir. Hem “su-i zanla yeistir, saadetin muharribi, ha­yatın katili” yani herhangi bir kardeşinin hakkında su-i zan edip yaptıklarını kötüye yorumlamak ve yapmak istediği herhangi bir iş için de ümitsizliğe ve karamsarlığa düşmek, insanın saadet ve mutluluğunu harab edip bitirir ve hayatını da öldürür. Ümit­sizliğe ve karamsarlığa düşen adam, ade­ta yürüyen bir cenaze olur. Bu dehşetli düş­man olan ümitsizlik ve karamsarlıktan kur­tulmanın yegâne çaresi, ancak Cenab-ı Hakk’ın her şeyi kuşatan rahmetine sığınıp o rahmetten ümidi kesmemekle olur. 2- Sonra müzahametsiz olan hakkın hiz­metinin yerini zabteden meylü’t-te­fevvuk istibdadı yani hiçbir engele ta­kıl­mayan ve Hakk’a hizmet etmenin ye­rine geçen üstün olma meyli gelir. Yani ken­dini görüp, kendine güvenip ve kendini be­­ğenmek noktasında Allah için değil, an­cak kendi şahsi kemâlatı ve çıkarları için ça­lışma baskısı, o himmete karşı hücuma başlar.2 Himmetin başına vurur, atından düşürttürür. Siz كُونُوا لِلّٰهِ (Allah için olunuz)3 yani “amelinizde”, “yaptı­ğınız her işte rıza-yı İlahi olmalı” düsturu­na binaen yaptığınız bir işi, nefsinizin ar­zu ve isteklerine uyarak değil, Cenab-ı Hakk’ın emir ve yasaklarına uyarak yapınız haki­katini o düşmana gönderiniz.4 3- Sonra da ilel-i müteselsiledeki terettü­bü atlamakla müşevveş eden aculiyet ya­ni merdivenlerin basamakları gibi birer birer gerçekleşmesi gereken sebeplerin sı­ra­sına dikkat etmeyip onların bazılarını at­lamakla, himmeti şaşırtan acelecilik çıkar, himmetin ayağını kaydırır. Siz,   وَاصْبِرُوا وَ صَابِرُوا وَ رَابِطُوا (Ey îmân edenler! Sabredin! Sabırda (düş­man­larınıza) üstün gelin! (Her an vazifenizi ye­­ri­ne getirmeye) hazırlıklı olun)5 Allah’ın (cc) bu emrini himmetinize siper ediniz. Zi­ra sabreden zaferi kazanır, sabır bütün sı­kıntı­ları ferahlığa, mutluluğa çeviren bir anahtardır. Buna bir örnek verecek olur­sak, nasıl ki bir ekmeği elde etmek için önceden buğday ekilir, sonra da yeşerip ol­gunlaşıncaya kadar beklenilir. Daha sonra o ekin, patozdan geçer, değirmene gö­tü­rülür ve fırına verilir. Ancak bütün bu aşa­malardan sonra o ekmek elde edilir. Eğer acelecilikle, bu birbirini takip eden sebep ve basamakların birisi atlanırsa ekmeğin elde edilmesi mümkün olmaz. Demek bir işi başarmak için, Cenab-ı Hakk’ın hik­me­tinin koyduğu basamaklara riayet etmek icab eder. 4- Sonra da, medenîyyün bittab’ ol­du­ğundan ebna-yı cinsinin hukukunu mu­­ha­fazaya ve hakkını onlar içinde ara­ma­ğa mükellef olan insanın âmâlini da­ğı­tan fikr-i infiradî ve tasavvur-u şahsî kar­şı çıkar. Yani insan, yaratılış itibarıyla medeni ve toplumsal bir varlıktır. Ancak toplumun yardımıyla hayatını devam ettir­diği gibi, kendisi de o topluma gücü yettiği kadar katkıda bulunması gerekmektedir. Öyle ise insan, toplumun hukukunu mu­ha­faza etmeye mecbur olduğu gibi, o top­lumun içindeki kendine ait hak ve huku­kunu da arayacaktır. Fakat insanın bütün arzu ve isteklerinin gerçekleşmesine en bü­yük engel olan, insanın yalnız şahsî çı­karlarını düşünmesi ve toplumu değil kendi zatına hizmet etmeyi esas maksat yapması karşısına çıkar. Siz de,  خَيْرُ النَّاسِ اَنْفَعُهُمْ لِلنَّاسِ (insanların en hayırlısı insanlara en faydalı olanıdır)6 olan mücahid-i âlîhimmeti mü­ba­rezesine yani; hayat mücadelesi mey­danında, himmeti en yüce olan bu müca­hidi, hadisin bu emrini, o ferdi ve şahsi düşüncenin karşısına çıkarınız. 5- Sonra başkasının tekâsülünden göre­nek fırsat bulup hücum edip belini kırar. Yani; “Başkasının gevşekliğini ve tem­belliğini kendine örnek almak denilen görenek belası” hücum edip himmetin belini kırar. Siz de  عَلَى اللّٰهِ لَا غَيْرِهِ فَلْيَتَوَكَّلِ الْمُتَوَكِّلُونَ (Tevekkül edenler başkasına değil ancak Al­lah’a tevekkül etsinler.)7 Yani insanlar tem­bellik hususunda birbirine uymak yerine, Ce­nab-ı Hakk’a tevekkül edip onun emir ve ya­saklarına uymalıdır. Olan hısn-ı hasîni him­mete melce ediniz. Sağlam kale olan bu ayetin emrine uymayı, himmete sığınak yapınız. 6- Sonra da acz ve nefsin itimadsız­lı­ğından neşet eden ve işi birbirine bırak­mak olan düşman-ı gaddar Yani insan aciz olduğundan ve nefsine güvenmediğinden sıkıntılı ve zor işleri yapamayacağı şek­linde­ki yanlış düşüncesinden dolayı “başkası yapsın” denilen gaddar düşman geliyor. Him­metin elini tutup oturtturur. Siz de  لاَ يَضُرُّ كُمْ مَنْ ضَلَّ اِذَا اهْتَدَيْتُمْ (hidayete erdiğinizde dalâlete düşenler size zarar vermez)8 yani; siz vazifenizi yapıp işi başkasına bırakmadığınız takdirde, başka­larının işleri birbirine bırakması ve yanlış yola sapmaları size herhangi bir zarar vermez olan hakikat-ı şahikayı yüce hakikati üzerine çıkarınız. Tâ o düşmanın eli o himmetin dâmenine eteğine yetişmesin. 7- Sonra Allah’ın vazifesine müdahale eden dinsiz düşman gelir; yani; insanın asıl vazifesi Allah’a ibadet ve itaattir. Rubu­biyyet denilen yaratmak, beslemek büyüt­mek terbiye edip idare etmek ve neticeleri vermek ise Cenab-ı Hakk’ın vazifesidir. Ba­zen insan gafletten dolayı hafif olan iba­det vazifesini bırakıp Cenab-ı Hakk’a ait olan ağır vazifenin altına girer ve ezilir. Ve iş­lerinde muvaffak da olamaz. Böylece “Ce­nab-ı Hakk’ın vazifesine karışmak” olan dinsiz düşman gelir, himmetin yüzünü tokatlar, gözünü kör eder. Siz de  اِسْتَقِمْ كَمَا اُمِرْتَ وَلَا تَتَاَمَّرْ عَلٰى سَيِّدِكَ (emr olunduğun gibi dosdoğru ol)9 (Efendin’e, karşı amirlik taslama.)10 Yani insan kendi vazifesini yapacak, Cenab-ı Hakk’a ait olan ne­ticelere karışmayacaktır. Olan kâr-aşi­na işini bilmek ve vazifeşinas vazifesini ta­nımak olan hakikatıni o dinsiz düşmana gönderiniz. Tâ onun haddini bildirsin.11 8- Sonra umum meşakkatın anası ve umum rezaletin yuvası olan meylürrahat yani; bilindiği gibi ekser insanlar; güzel bir evim, iyi bir gelirim, en lükslerinden bir ara­bam olsun, tatlı canım hiç incinmesin di­yerek rahatına vesile olabilecek her tür­lü sebepleri temin etmeye çalışır. Sanki dün­yaya gelişinin asıl amacı rahatça yaşamak­mış gibi hareket eder. Hâlbuki dünyada ra­hat yoktur, ahiretteki rahat ise dünyada­ki külfet ve meşakkat ile ölçülür. Dünyaya gelişindeki asıl maksat ise iman ve ibadetle nefis ve şeytana karşı mücahede etmektir. Bir kısım insanların harp meydanına çıkıp düşmana karşı mücahede ederken o ortam­da rahatı aramaları ne kadar doğru olur. Ve ararsa o kişinin ne hale düşeceği herkesçe tahmin edilebilir. İşte dünyada da rahatı aramak buna benzer. İşte sonunda böylece rahatı arama meyli denilen düşman geli­yor. Himmeti kaydeder, bağlar zindan-ı sefale­te sefillik ve perişaniyetlik zindanına atar. Siz de  لَيْسَ لِلْاِنْسَانِ اِلَّا مَا سَعٰى (insan için çalıştığından başkası yok­tur)12 olan mücahid-i âlîcenabı o cellad-ı seh­­hara gönderiniz. Yani; insan dünya de­nilen bu mücahede meydanında, nefis ve şeytanıyla ne kadar mücadele ederse ve ne kadar iba­det ve hizmet yaparsa kazanacağı ecir ve mükâfat da o kadar olur. Emrini bu­yuran ve yüce bir şahsiyet sahibi olan bu ayetin ifade ettiği hakikati, sihirbaz cel­lat denilen o meylürrahat düşmanına gön­deriniz. Evet13 اِنَّ لَكُمْ فِى الْمَشَقَّةِ الرَّاحَةَ اِنَّ الْاِنْسَانَ الْمُتَهَيِّجَةَ فِطْرَتُهُ رَاحَتُهُ فِى السَّعْىِ وَ الْجِدَالِ Yani; size meşakkatte büyük rahat var. Zira fıtratı müteheyyiç, heyecanlı bir ya­ratılışa sahip olan insanın rahatı, yalnız sa’y ve cidaldedir. Koşturup mücadele et­mesindedir. Kaynaklar: 1- Zümer, 532- 17. Söz, Hatveler3- Arabi ibare4- 21. Lem’a olan İhlas Risalesi’ne müracaat ediniz 5- Al-i İmran, 2006- Kenzü’l-Ummal, c. 15, s. 7777- İbrahim 12, 8- Maide, 1059- Hud, 11210- Arabi ibare11- 17. Notanın 1. meselesine müracaat edilsin12- Necm, 3913- Arabi ibare

Zakir ÇETİN 01 Nisan
Konu resmiİnsanlığı Yeniden Kazanmak İçin
İnsan

İnsan… Mahlûkatın en şereflisi… İslamiyet ile birlikte felsefelerin ve da­la­let fikirlerinin tanımlarından kurtulup asli mahiyetine taşınan varlık… Kur’an’ın beyanıyla makam-mevki, soy-sop, renk, dil ayrımı yapmaksızın Allah’a olan mu­­hataplık ve takva mihengiyle değer­len­dirilen ruh ve beden bütünü… İnsan! İnsanların en eşrefi, Peygamberlerin ha­temi, kâinatın varlık sebebi yine bir insan ve Allah’a en sevgili olan Hazret-i Muham­med Mustafa (sav) ile birlikte insan olma­nın şuurunda zirve yapan ve altın nesil As­hab-ı Kiramın varlığıyla kıyamete kadar insan­lık için rol-model / numune-i imtisal olma keyfiyeti ve şeytanı kıskandıracak, melekleri suale sevk edecek ilk varoluşu çerçevesinde kıymetine haiziyet kesbeden ve ismiyle ma­nası örtüşen; büyütsen kainatta tecelli eden bütün esmaya küçüklüğüyle beraber tam bir ayine olabilme özelliği ile asliyetini ve buna bağlı olarak bütün varlıklara fevkıyet kazanabilme kabiliyetindeki muhteşem var­lık. İnsan! Kâinatın en kıymetli varlığı insan yine hem­cinsi olan –bozulduğunda en dehşetli ca­navardan daha cani hale gelen- insan ta­rafından kıymetsizleştirilmeye çalışılmış ve adeta bir bozuk para gibi harcanır olmuştu/r. İçinde barındırdığı iyilik ve kötülük tohum­larından hangisine kuvvet verirse dünyayı o hale koyan insan, Efendimizin varlığı ve gelmesi ile bütün insanlık tarihine damgası­nı vurmuş; insanlık adeta baştan sona bu anlamı ifade etmek için var olmuş ve vakt-i merhuna kadar da bu manaya hizmet etmek için var edilmiştir. Zamanın hangi tarafından bakarsanız bakın, bütün kıymetler saadet asrını ve Efendimi­zi gösterecektir ve göstermektedir. Nazarları, düşünceleri, beklentileri insanlık adına bura­ya sevk edecektir. Kendini ve haiz olduğu kıymeti arayan insan/lık ne kadar ve hangi zamana kadar giderse gitsin, ulaşacağı yer burası olacaktır. Çünkü insanlık manasını Efendimizle bulmuştur. Bundan sonra da O’nunla bulacaktır. Ey dertliler! Ey mazlumlar! Ey insanlar! Ey insanlığın insanlığından utanır duruma ge­­len­ler! Ey proflar! Ey psikologlar! Ey hü­ma­nistler! Ey insan kavramı içinde huzur ve saadeti arayanlar! Haydi, geliniz ve insanlı­ğın onurunu ihya ve inşa ve muhafaza eden o Zata (sav) yüzümüzü dönelim. İnsanlık âleminin gündüzü için o şems-i hidayet ve istikamete teveccüh ile birlikte dest-i sa­dakati uzatalım. İnsanlığı yeniden kazanalım!

Metin UÇAR 01 Nisan
Konu resmi16.yy İkinci Yarısında Galata Sicillerinden Örneklerle Gayrimüslim Tebaanın Hayatı
Tarih

Çalışmamız giriş bölümü hariç üç bölümden oluşacaktır. Birinci bölümde Kadı, mahkeme ve kadı sicillerinin genel tarifine, tarihsel süreç içerisinde geçirmiş olduğu değişime ve gelişimine değinilecektir. İkinci bölümde galata tarihi ve nüfus yapısı ve bunun çalışmamız açısından önemine kısaca değinilecektir. Üçüncü bölümde ise asıl konumuz olan Galata’da 16. yy ikinci yarısına ait 5 ve 7 numaralı Galata sicillerinde gayrimüslimlerin dâhil olduğu dava örneklerinden yola çıkarak hangi ekonomik nedenlerden dolayı mahkemeye müracaat ettikleri veya davalara müdahil edildikleri üzerine değerlendirmelerde bulunacağız. 1- GİRİŞ Osmanlı Devleti dini, dili, ırkı ve kül­türü farklı olan birçok unsuru bün­yesinde barındıran bir yapıya sa­hipti. İniş ve çıkışlarıyla birlikte uzun bir süre bu yapıyla ayakta kalmasının birçok nedeni vardır. Üstelik tarihte çok fazla karşı­laşılmayan bu tür bir başarıyı birkaç neden­le izaha kalkmak hem mümkün değildir hem de doğru olmaz. Bu sebeple Osmanlı devletinin hukuk anlayışına, devletin sos­yal, siyasi, iktisadi ve kültürel tarihine ışık tutan Osmanlı Kadı sicillerini [mahkeme defterleri] bahsettiğimiz karmaşık yapıya biraz da olsa ışık tutması açısından hususi bir gözle ele alacağız. Bu çalışmamızda Os­manlı devletinin iki temel unsurundan bi­ri olan ve hiçte azımsanmayacak çokluğa sahip olan gayrimüslimlerin karşılaştığı ve mahkemeye başvuru sebebi olan ekonomik problemleri ele alıp, bu problemlerin ver­dikleri farklı ipuçlarını kullanarak Osmanlı devletindeki gayrimüslimlere dair fikir sahi­bi olmaya çalışacağız. Fakat unutulmamalıdır ki burada sınırlı sa­yıda hüküm mevcuttur. Dönemin bütün uy­­gulamalarını yansıtması mümkün olma­ya­bilir. Hem karşılaştırmalı bir fikre sahip ol­mak için dönemin diğer mahkemeleri­­nin ve azınlık mahkemelerinin kayıtlarına da bak­mak faydalı olacaktır. Çalışmamız giriş bölümü hariç üç bölüm­den oluşacaktır. Birinci bölümde Kadı, mah­keme ve kadı sicillerinin genel tarifine, ta­rihsel süreç içerisinde geçirmiş olduğu de­ğişime ve gelişimine değinilecektir. İkinci bölümde galata tarihi ve nüfus yapısı ve bunun çalışmamız açısından önemine kı­sa­ca değinilecektir. Üçüncü bölümde ise asıl konumuz olan Ga­lata’da 16. yy ikinci yarısına ait 5 ve 7 nu­maralı Galata sicil­lerinde gay­ri­müslimlerin dâhil olduğu dava ör­neklerinden yola çıka­rak hangi ekono­mik nedenlerden do­layı mahkemeye müra­caat ettikleri veya da­valara müdahil edildik­leri üzerine değer­lendirmelerde bulunacağız. A. Kadılar ve Osmanlı Devletinde Kadılık Arapçada kadâ kökünden ismi fail olan kadı1 kelimesi yaygın anlamıyla hâkim, hu­kuki bir davada hüküm veren kişiye için kullanılmaktadır.2 Ayrıca ifa ve icra eden anlamına da gelmektedir.3 Diğer İs­lam dev­let­lerinde olduğu gibi Osmanlı dev­le­tinde de kadı mahkeme görevlisi ola­rak bi­li­­niyordu. Ancak bu onun tek görevi de­ğil­di. Çünkü Osmanlı kadısı görev ve yetki ba­kımından önceki dönemlere göre daha ge­niş yetkilerle donatılmıştır. Devletle halk arasında karşılıklı hukuki ba­ğı kuran kişi4 olan kadılar günlük hayatta hukukun uygulanışında önemli bir yere sa­hiptiler. İslami hükümlere göre karar ve­ren mahkemelere ve kadılara Osmanlının hemen hemen her kasabasında rastlanabi­lir ve bu kişiler her dinden insanlara açık olarak hizmet vermekteydi.5 Bu görevliler Osmanlı devletinin taşrayı tanıyan ve bilen en önemli devlet memurlarından biridir. Ya­ni devletin hukuki organizasyonu­nun te­melini oluşturan kadılar görev yaptık­ları ma­hallerde hukuki davaların yanında idari, asayiş, mülkî konulara bakan bir ma­kamı temsil ediyordu. Yani kadıların sade­ce yargıya dayalı değil yönetime bakan yetkileri de vardı.6 Mesela vergilerin halktan toplanıp sevk edilmesinde, loncaların tef­tişinde, ticarî mallara narh koymak ve ka­litelerini kontrolü yapmak gibi vazifeleri de vardır.7 Buna karşın kadıların diğer yerel yöneticilere karşı bir sorumluluğu yoktu.8 Kadılık ve faaliyetleri açısından Osmanlı­ların ilk dönemlerine dair oldukça az (bi­rincil) kaynak vardır.9 İlk dönem Kay­naklarda “kadı” ibaresi bildiğimiz anlam­da (hâkim) ilk defa Osman Gazinin Bi­le­cik'in ve civarının alınmasından sonra, Karacahisar’a tayin olunan Dursun Fa­kih’in Bilecik kadılığı ile görevlendirildi­ği anlaşılmaktadır.10 I. Murad zamanında kaz­as­­ker­lik kurumu oluşturulmuştur ki bu ku­rum daha önceki İslam devletlerinde var olan kadı­yülkudatlık makamına mukabil bir kurumdu. Daha sonraki dönemlerde bu kurumda Anadolu ve Rumeli kazaskerliği şeklinde iki büyük bölgeye ayrılmıştır.11  Kadılık kurumu eğitim, atama ve mesleki terfilerinde Fatih sultan Mehmet’ten itiba­ren oldukça gelişmiş bir yapıya girmeye başladığı bilinmektedir. Zira kadıların ve kurumların işi ve işleyişi noktasında ilk defa detaylı olarak tanımlanmıştı.12 Önceleri hususi bir mahkeme binası ol­mamakla birlikte kadı davalara cami veya mescidde veya evinde bakardı. Nüfusu ve yoğunluğu fazla olan yerlerde kadılar ken­dilerine naibler veya farklı görevliler atar­lardı. Kadıya tüm işlerinde yardımcı olan bu görevliler sırasıyla naib, muhzır, subaşı, asesbaşı, çavuş, mahkeme tercümanıdır. Bu görevliler üzerinde detaylı durmayacağız.13 Bu bağlamda bizi hususi olarak ilgilendiren mevzu kadı sicilleridir. Kadı sicilleri; mahkeme kayıtları, sicillat-ı şer'iyye14 ve en meşhur ismiyle şer'iyye sicilleri15 olarak bilinen defter serileridir. Bu siciller mahkemelerde kadılar tarafından ve­ya onların yardımcıları naibiler tarafından düzenli olarak tutulmuş olan ve içerisinde farklı türden hükümler ve davaların kayde­dildiği belgeleri barındırmaktadır.16 Osmanlı Devleti'nde aile, şahıs, toplum, miras, eşya, ticaret, borçlar, idare ve vakıf hukukuna dair önemli, hukuki konuları ele alan kadı sicilleri devletin merkezinden ücra köşelerine kadar her tabakadan insanla ve milletten( veya dini gurup17) insan­lar arasındaki münasebetlerle ilgili ve tari­hi araştırmalara rehberlik edebilecek en önem­li kaynaklardan biri olma özelliğine sahiptir.18 Şer'iyye sicil defterlerinin tarihsel olarak hangi dönemde ortaya çıktığı ve gelişimi nok­tasında bazı tartışmalar mevcuttur. Ama İs­lami kaynaklara baktığımızda bildiği­miz anlamıyla bu defterler,  hicri ikinci yüzyıl gibi erken bir dönemde ortaya çıktığı ka­naati oluşmaktadır.19 Osmanlılar öncesinde de bu defterlere rast­­lanması bu sistemin Osmanlılara özgü ol­­ma­­dığının göstergesidir. Söz gelimi Ku­düs'te bulunan, l390’lı yıllardan kalan Mem­­luklere ait yirmi altı adet mahkeme kay­­dı, Selçuklular dönemi Amasya’sına ait ba­zı kayıtlar bu geleneğin önceden varlığını gös­termektedir. Fakat bu kayıtlarda sicil iba­­resine rastlanmaz. Diğer taraftan bu def­ter­ler sadece Osmanlı devletinin yargı sis­te­minde düzenli olarak ortaya çıkmıştır ve XX. Yüzyılın başlarına kadar seri şekilde kaydedilip muhafaza edilmiştir.20 Eldeki sicillerin 15. ve 16.yylara rast gelen sicil kayıtlarının büyük oranda Arapça kaleme alınmıştır. 17.yydan itibaren bu ka­­yıtlar genellikle Osmanlıca tutulmuştur. Si­cil defterleri de Osmanlı bürokrasisinin klasik defter formatına uygun olarak elle kavranacak kadar dar ve uzun fiziki özelliğe sahiptir.21 Osmanlı Devleti'nde şer'iyye sicillerinin tam olarak ne zaman kaydedilmeye baş­lan­dığı bilinmemekle beraber en erken ta­rih­li örnekleri Bursa'da bulunmuştur. Bu bağ­­lamda 1455 tarihli bu ilk örnek­ler de­ğer­lendirildiğinde daha erken dönmeler­de de bu defterlerin var olabileceği kanaa­tini doğuruyor. Bir adalet müessesesi ola­­rak ka­­­dı­lık kurumunun devletin ilk dönem­lerinden itibaren kurulmuş bir ku­rum ol­ması Şeriye sicillerinin de erken dö­nem­lerde de var olduğu, ancak bunların gü­nümüze ulaşmadığı ileri sürülebilir.22 Çünkü çeşitli şehirlerdeki defterlerin sayı­ları karşılaştırıldığında çok farklılıklar ol­ması bu kanaati güçlendirmektedir. Günümüze ulaşamayan sicillerin ortadan kaybolmasında birçok neden sıralana bili­nir. En önemlisi yangınlarda veya do­ğal afetlerde tahrip olmuş olabilirler. Çeşit­li savaşlar veya isyanlar sırasında imha edil­miş olabilir. Bu bağlamda insan fak­törünü ve bu kaynakların bazılarını ehem­miyetsiz görmesinden ve dolayısıyla ko­run­mamasından kaynaklanmaktadır.23 Geniş bir coğrafyayı uzun bir zaman idare etmiş olan Osmanlı devletinin kadılarının tutmuş olduğu bu defterlerin 30 bin civarı ancak bugüne ulaşmıştır. Bunların yaklaşık olarak 10 bin tanesi İstanbul ve çevresinde­ki bağlı kadılıklara ait sicillerdir.24 İstanbul imparatorluğun çekirdeği olması hasebiyle İstanbul şer’iyye sicilleri ciddi önem arz etmektedir. Bu bağlamda Galata sicilleri de dini ve çeşitli milletlerin bulunduğu bir yerdeki mahkeme kayıtları olarak özellik­le gayrimüslimlerin sosyal hayatına dair önemli ipuçları vermektedir. Osmanlı devletinin tutmuş olduğu şer’iy­ye sicillerinin içerisinde farklı kayıt türleri mevcuttur. Fakat bunları iki kısma ayırmak mümkündür. Birinci kısım kayıtlar dava kayıtları, ilam, hüccet, tereke kayıtları ola­rak sıralanabilir. İkinci kısım kayıtlar ise merkezden gönderilen ferman, emir, buy­ruldu, tezkere ve berat şeklinde belirte­biliriz.25 B. Galata İstanbul’un fethinden sonra halen Cene­vizlerin yoğun olarak yaşadığı yer olan Ga­lata, içerisindekilere can ve mal güvenliği garanti edildikten sonra teslim alınmıştır. Fa­tih şehrin savaşsız bir şekilde alınma­sından sonra yerel yönetici ve kadı atadı. Fakat şehrin bu şekilde alınmasından dolayı şehrin genel yapısının değiştirilmesine pek müsaade edilmedi.26 Daha sonraki yıllarda [1455] Osmanlı dev­leti tarafından yapılan nüfus sayı­mına göre galata bünyesinde bulunan gayrimüslim nü­­fusu üç farklı gurupta değerlendirilmiş. İlk gurubu Cenevizli tabiiyetine girmiş Ce­ne­vizli tebaa, ikinci gurubu fetihten önce Galata’ya yerleşmiş olan Rumlar, Yahudi ve Ermeniler ve Galata’da ticaret için bulunan ve kısa süre içerisinde şehirden ayrılacak olan Cenevizli ve Venedikli tüccarlardan oluşmaktaydı.27 Dönemin tarihçileri tarafından da “Osman­lı Frengistan’ı” diye adlandırılan Galata’da bu tarihten sonrada genel anlamda pek de­ğişiklik olmamasına karşın hızlı bir nü­fus artışı gözlemlendi ve Fatih Sultan Meh­met’in son yıllarında ki bazı rakamlara gö­re kentin yaklaşık yüzde ellisi Müslüman nüfustan oluşmaktaydı. Fakat bu rakamsal değişim Galata’nın Ticari anlamdaki işlevini pek değiştirmemişti ve Galata İstanbul’un en önemli ticaret merkezi olma özelliğini devam ettiriyordu.28 C. Galata’da Ekonomik Hayat ve Gayrimüslimler Galata sicilleri incelendiğinde günlük ha­yata dair birçok konuyu görebiliriz. Gerek Gayrimüslimlerin gerek Müslümanların prob­­lem yaşadıkları pek çok farklı konuda ka­­dıya başvurdukları anlaşılmaktadır. Mese­la Alacak verecek meselesinden kaynakla­­nan hükümler, mirasla ilgili mevzular, vekâ­let, satış, borç ikrarı, ödeme, mülkiyet ihtilaf­ları, rehin, sulh, nafaka, vesayet gibi diğer hu­suslarda da kayıtlar vardır. Fakat başta da belirttiğimiz gibi “Gayrimüslimlerin eko­nomik konularda mahkemeye yaptıkları baş­­vurular veya bu nedenle dâhil edildikleri hü­kümleri” inceleyeceğiz. İlk olarak Dimitri adındaki bir gayrimüsli­min öldükten sonra varis ya da varislerinin tespitine kadar geçici bir suretle mallarına el konulması ve varisin tespitinin ardından Nikola’nın oğlu Dimitri’nin geride bıraktı­ğı mirası kardeşinin oğluna iade edilme­sine karar veriliyor. Hükümden anlaşıldığı kadarıyla “Kalamata kazası” kadısı mevlana payeli Numan b. Abdurrahman tarafından verilen hüccetin delil olarak kullanıldığı ve hükme bağlandığı görülmektedir.29 İslam hukukuna göre borç borçlu tarafın­dan borçlanılan kişiye ödenmesi gereken bir haktır ve kadılar bu hususa göre muamele­de bulunmalıdır.30 Bu bağlamda Galata sicil­leri incelendiğinde hiçte azımsanmayacak miktarda borç davaları vardır. Borç dava­larının da çeşitli karakterdedirler.  Bu bağ­lam­da bazı hükümler borç veren kişinin elinde resmi bir senet hükmünde olup mahkeme huzurunda borçlunun borcunu ikrar etmesine dayanıyor. Örneğin “Yani v. Petrano meclis-i şer‘-i şerîfe hâzır olup hâmil-i hâze’l-kitâb Françesko v. Sirya mah­zarında, üzerinde ve zimmetinde karz-ı şer‘î cihetinden lâzımü’l-edâ ve vâcibü’l-kazâ râ­yicü’l-vakt on iki bin akçe borcu olduğu­nu ikrâr etti.”31 Böylece ilerde borç veren kişinin yaşaya bileceği bir mağduriyetin önüne geçilmiş olunuyordu. Ellerinde bu türden bir delil olmadığı du­rumlarda şahitlere müracaat edilirdi. İki şahidin yemini ederek konu hakkında ta­nık­lık etmesi yeterli idi. Bu şahitler müs­lümanlardan da gayrimüslimlerden de ola­bilirdi. Nitekim ölen Ömer adında bir Müs­lüman ortağına bocu olan Apostol v. Di­mitri, Yareş v. Yorgi ve Dimo v. Yani’nin borçlarının bir kısmını ödediklerini şahit­lerin tasdikiyle mahkemeye kabul ettire­bilmişlerdir.32 Eğer davacı veya şahitler gay­rimüslimse yeminlerini de kendi din­leri üzerine ettikleri başka bir hükümde ge­çen “Tevrat’ı inzâl eden Allahü Te‘âla adına ye­mîn verilmesinden sonra”33 ibaresinden an­laşılmaktadır. Söz konusu olan her hangi bir borçta ödendikten sonra yine yukardakine ben­zer bir mahkeme kararı ile “Hasan Reis b. Abdullah, Yanol v. Nikolo Reis’te karz-ı şer‘îden iki yüz akçe alacağı olduğunu ve elân mesfûr zimmîden cemî‘-i meblağı aldığını ve üzerinde bir habbesi kalmadığını ikrâr etti. Şuhûdü’l-hâl: Murad b. Abdullah ve Mustafa b. Kerim el-Muhzır ve kâtibü’l-hurûf”34 şeklinde tasdik edilir ve böylece borcu ödeyen kişinin daha sonraki süreçte rahatsız edilmesinin önü alınmış olurdu ki bu Müslümanlarda olduğu gibi gayri Müslimlerce de başvurulmuş bir tedbir olarak görülebilir. Gayrimüslimlerin gerek kendi aralarında gerekse Müslümanlarla yaptığı alışveriş ka­yıt­­larını gösteren ve bu alışverişlerden olu­­şan borçları ne şekilde tahsil edildiğini gös­teren sicil kayıtları gayrimüslimlerin eko­nomik münasebetleri hakkında bu açıdan da ciddi bir fikir verecektir. Söz konusu gurubun Galata sicillerinde taşınır ve taşın­maz alışverişleri ve bunlardan doğan ihtilaf­ların nasıl giderildiğine dair hükümler var­dır. Yedi numaralı galata sicilinin 44 nolu hükmünde ölen bir kişinin attığı taşınır bir malzeme nedeniyle kendisine olan borcunu ödeyemeden öldüğü için mahkemeden bu borcun tahsilini talep ediyor. Normal bir uygulama olarak şahitlerden alınan ikrarla Yakob’un alacağı malum şahsın terekesinden tedarik ediliyor.35 Osmanlı devletinin sonuna kadar devam eden köle edinme ve ticaretinin yapılması ve fertler arasında alınıp satılması var olan bir gerçektir. Bu tür köle ve cariye alışverişleri de yine mahkemede sicil kayıtlarında mev­cuttur. Hem Müslim ve gayrimüslimler ara­sında ve hem de gayrimüslimlerin kendi ara­larında yaptıkları bu ticarete örnek ola­rak Müslüman bir satıcı ile Fransız bir gayrimüslim alıcı arasında Mikel Karduzer diye adlandırılan kölenin ticaretine bir ör­nek olarak verebiliriz. Bunu ilgili sicil hük­münün şu satırlarından anlamaktayız: “… Efrenciyyü’l-asl, başında eser-i cerâhati olup Mikel Karduzer ismiyle müsemmâ olan abd-i memlûkü işbu merkūm Kerolemo’ya otuz iki bin nakd-i râyic fi’l-vakt akçeye bey‘ edip kabz-ı semen ve teslîm-i mebî‘ edip …”36 Osmanlıda tımar arazilerinin aksine ev, bağ ve bahçeler özel mülk kapsamına girdiğinden37 Osmanlı tebaası arasındaki taşınmaz mal­ların ticareti genel olarak bunlara dayan­maktadır. Bunların alım satımını ve bu es­nada doğan anlaşmazlıkların giderildiği yer mahkemelerdi. Todor adındaki gayri­müslimle Haydar ağa arasındaki ücreti öden­mediği için vazgeçilen bağ satışından kay­naklanan anlaşmazlığın çözüldüğü yer mahkeme olmuştur.38 Erkekler kadar sık olmasa da bayanlarında bu tip alış verişler­de davacı ve davalı konumunda olduğunu görmekteyiz.39 Galata sicillerinde gayrimüslimlerin müda­hil olduğu ortaklıkla ilgili davalara da rast­lanmaktadır. Fakat incelediğim dönemde gay­ri­müslimlerle ilgili ortaklığa bağlı dava­lar fazla bulunmamaktadır. Birkaç örnek­ten birisi Ortağı oldukları Mehmed beyin ölmesinden sonra terekesinden paylarına düşen miktarı isteyen Andriye, Yorgi ve Apos­tolun açtıkları dava kayıtları 40-41 bu­na örnek olarak gösterilebilir. İktisadi faaliyetlerde ele alınması gereken işlerden biriside kefaletle ilgili dava kayıt­larıdır. Zira gerek Müslümanlarca gerek gay­ri­müslimlerce müracaat edilen bu sistem eko­no­mik olduğu kadar günlük hayatın diğer alanlarıyla da alakadar olduğu için önem­lidir. İncelemiş olduğum üç galata si­ci­linde karşılaştığımız en ilginç kefalet da­valarından birisi borcunu ödeyemeyen Gayrimüslim Ermeni Kostanın borcunu ke­fili olan Ramazanın ödediği davadır. Bu eko­nomik ve sosyal hayata dair ipuçları ve­ren sicil kaydı şöyledir: “Merhûm el-Hâc Ubeydullah’ın eytâmına vasiyy-i muh­târ olan Pîrî Çavuş b. Mehmed Çavuş kıbelinden vekîl-i şer‘î olan Mahmud Çe­lebi b. el-Hâc Mehmed,Ramazan Çelebi b. el-Hâc Nebi el-Bursevî mahzarında ikrâr etti ki mezbûrUbeydullah’ın Ermeni Kosta zimmetinde karz cihetinden beş bin akçe alacağı vardı. Meblağ-ı mezbûra mezbûr Ramazan kefil oldu. Elân o, meblağ-ı merkūmu kefil-i mezbûr yedinden tamâmen ve kâmilen ahz u kabz etti. Şuhûdü’l-hâl: el-Mezbûrûn”42 Sonuç Osmanlı devletinde kadılar sadece yargıç olmadığı gibi mahkemelerde bir yargı merkezi değildir. Bunun yanında sosyal ve ekonomik hayatı şekillendiren ve anlaş­mazlıkları gidermeye çalışan bir kişi ve mer­kez işlevi de görmektedir. Galata şeriye sicilleri, ciddi bir oranda gayrimüslimin ika­met ettiği ve “Osmanlı frengistanı” iba­resiyle bilinen Galata’daki hayata birçok yönden ışık tutmaktadır. Bizim özel olarak incelediğimiz kısım bu si­cillerin gayrimüslimlerin ekonomik hayat­ta müdahil oldukları davalardır. Gayri­müs­lim­ler gerek kendi aralarında gerekse Müs­lü­manlarla yaşadıkları problemleri mah­ke­meye taşıya biliyorlardı. Haklarını çeşitli şekillerde ispat ettikleri sürece alabildikleri kanaati oluşmaktadır. Ayrıca borçlar ve alacakların tesliminde mah­kemeden hususi tasdik de alınmış ol­duğu sıkça görülmektedir. Bu ise ilerde ya­şanabilecek bir haksızlıkla karşılaşmamak için kullanılan bir yöntem olduğu aşikârdır. Davaların Sulhle bitmesi önemlidir. Kaynaklar: 1- Fareddin Attar, “Diyanet Vakfı Islâm Ansiklopedisi” Kadı, (İstanbul: Türkiye Diyanet Vakfı), c.24, s 63.2- Mehmed Salahi, “Kamus-ı Osmani” Kadı. (İstanbul: Mahmud Bey Matbaası, 1313), 764.3- Şemseddin Sami, “Kamus-I Türki” Kadı, (Dersaadet/İstanbul: İkdam Matbaası, 1904), 1028.4- A. Fevzi Zengin, 4/466 Numaralı Şer’iye Sicillerine göre Üsküdar’da Ekonomik ve Sosyal Hayat, Marmara Üniversitesi, 1998, s 18.5- Colin İmber, Şeriatten Kanuna  Ebussuud ve Osmanlı’da İslami Hukuk, Çev. Murteza Bedir (İstanbul: Tarih Vakfı Yurt Yayınları, 2004), s.11.6- Age, 10-11.7- Mehmet Akif Aydın, Kadı sicillerinde İstanbul XVI. ve XVII. yüzyıl, (İstanbul: İsam Yayınlar ,2011), s.35.8- Zengin, Age, s.18.9- İlber Ortaylı, Osmanlı devletinde kadı: hukuk ve idare adamı olarak,(Ankara: Turhan Kitabevi, 1994), s.12.10- Aşık Paşazade, Osmanoğulları’nın tarihi, Çev. Kemal Yavuz, M. A. Yekta Saraç, (İstanbul: Koç Kültür Sanat Tanıtım, 2003), s.72.11- Aydın, Age, s.36.  -  12- Ortaylı, Age,13.13- Age,34.  -  14- Salahi, Age,765.15- Sami, Age, 1029.16- Ali Mesut Birinci, “Galata Şer`iye Mahkemesi sicillerindeki ferman, berat ve buyrulduların değerlen­dirilmesi” (İstanbul: İstanbul Üniversitesi, 1996), IV.17- Aydın, Age,31.18- Aydın Bilgin, İstanbul kadı sicilleri Üsküdar mahkemesi 1 numaralı sicil (H.919-927 / M. 1513-1521), Coşkun Yılmaz (İstanbul: Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Araştırmaları Merkezi (İSAM), 2008), s.11.19- Adel Manna, "Palestine in the Late Ottoman Period", Google books, (Nisan 2014), s. 351-352, http://goo.gl/ernfDe20- Yunus Uğur, “Diyanet Vakfı Islâm Ansiklopedisi,” Şer’iyye Sicilleri, c.39, s.10.21- 22- Age.23- Ahmet Akgündüz, Şer’iye Sicilleri Mahiyeti, Toplu Kataloğu ve Seçme Hükümler, c.1,(İstanbul: Türk Dünyası Araştırmaları Vakfı, 1988), s.53.24- Bilgin, Age, s.13.25- Müslim istekli, “Üsküdar’ın Sosyal ve İktisadi Hayatıyla İlgili Üsküdar Kadı Sicillerindeki Kayıtların Tespit ve Analizi (H. 978-991, M. 1570-1584)” (Marmara Üniversitesi, 2005), s.11.26- İlber Ortaylı, “Diyanet Vakfı Islâm Ansiklopedisi,” Galata (İstanbul: İsam), c.13, s.303.27- Halil İnalcık, Osmanlılar : Fütuhat, İmparatorluk, Avrupa ile İlişkiler, (İstanbul: Timaş Yayınları, 2010), s.195.28- Age,s.196.29- Mehmet Akman, İstanbul Kadı Sicilleri Galata Mahkemesi 5 Numaralı Sicil (H. 983-984/M.1575-1576), ed. Coşkun Yılmaz, Kadı Sicilleri Dizisi 32 (İstanbul: Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Araştırmaları Merkezi (İSAM), 2011), s.62.30- Y. Vehbi Yavuz, İslam ilmihali: İslam'da Zekat Müessesesi,(İstanbul: Türdav Basım ve Yayım, 1975), s.343.31- Rıfat Günalan ve Talip Mert, İstanbul Kadı Sicilleri Galata Mahkemesi 15 Numaralı Sicil (H. 981-1000/M.1573-1591), ed. Mehmet Akif Aydın ve Coşkun Yılmaz, Kadı Sicilleri Dizisi 34 (İstanbul: Türkiye Diyanet Vakfı, 2011), s.256.32- Age, s.321.  -  33- Age, s.314.34- Mehmet Akman ve Fethi Gedikli, İstanbul Kadı Sicilleri Galata Mahkemesi 7 Numaralı Sicil (H. 985-986/M. 1577-1578), ed. Mehmet Akif Aydın ve Coşkun Yılmaz, Kadı Sicilleri Dizisi 33 (İstanbul: Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Araştırmaları Merkezi (İSAM), 2011), 9735- Gedikli ve Akman, Age, s.54.36- Günanalan ve Mert, s.280.37- Halil Cin, “Diyanet Vakfı Islâm Ansiklopedisi,” Arazi, c.3, s.343.38- Gedikli ve Akman, Age, s.109.39- Günanalan ve Mert,Age, s.246.40- Age, s.72. - 41- Age, s.73.42- Gedikli ve Akman, Age, s.92.

Ahmet Said KÜTGÜL 01 Nisan
Konu resmiHakiki Ömrümüzü "Değer" li Kılmak Adına...
İnsan

Hakiki ömrünü bulunduğun gün bil! Malum… Kavanoz hikâyesini he­men he­pimiz biliriz. Dolu kava­nozda büyüklüğüne göre taş par­çacıklarının ve kumun tanzimini. Aslında yapılan zamanın/hayatın tanzimidir. Bir bakıma hayat sahifesi üzerine vücud kalemiyle cüzi bir irade ile yazılan sözler, fiiller, tavırlar ve hallerdir aslında zamanın tarifi. Ve dahi yazılmakta ve yazılacak olanın. Bir cihetten bakıldığında zaman, hayat ki­tabını okumak ve değerlendirmek için bir kıstastır. Eee, kulluğu meslek edinenin bir tartısı olmalı değil midir? Sözünü tartacak, işini tartacak, özünü tartacak olan. İşte za­man, kulluğu meslek edinenler için yeryüzü mescidinde bir hayat mistarıdır, bir denge terazisidir. Zira hemen her meslekte bir ölçme ve de­ğerlendirme aleti olduğunu kabul edip, asli mesleğimiz olan Hakka kullukta bir kıstas kabul etmemek akıl kârı değildir. Madem zaman yaşadığımız hayatımızın bir tartısı bir ölçüsü, bir kıstasıdır. O zaman; za­­mana sahip çıkmalı, değer vermeliyiz. Ken­­di­mizi ve bizden sudur eden ef'al, akval, et­var ve ahvali onunla tartabilmeliyiz. Dö­nüp bakabilmeliyiz hayat sahifemizin arka yüzüne, bugünü daha bir kul ve daha bir samimi yaşayabilmek adına. Şimdi zamanı kuşanıp bakalım hayat ay­nasına… Tartalım tartılması gerekenleri… Neye, niçin, ne kadar değer veriyoruz, an­layalım bakalım!... *** 24 saatlik bir kavanozumuz var. Acaba içe­risine yerleştireceğimiz “büyük taşlar” ne­ler olmalıdır? Ardından küçük taşlar… Da­ha küçükleri… Küçükleri… Çok daha kü­çük­leri… Kum, su, vs… nasıl sıralan­ma­lı­dır? (Bir an burada düşünelim… Büyük taş­ları­mız ve ardından gelen küçükleri bi­zim için neler olabilir...) Elbette hepimiz çok farklı şeyler söyleyip sıralayacağız. Elbette neye değer veriyorsak onlar çıkacak gönlümüzün tercümanı olan dilimizden. Fakat şunu göz ardı etmemeliyiz: Çoğu zaman değer vermemiz gerektiğine inandıklarımız, yaşan/a/masa da ‘böyle bir sualde’ cevap rengi alır. Tam burada hepimizin bir çırpıda altını çizmemiz gereken bir husus var. Verilen cevaptan sonra bir değerlendirme yapabil­mek. Gerçekten 24 saate indirgediğimiz ve hakiki ömrümüz olan “gün kavanozu­mu­zu”, değerli olduğuna inandığımız “şey”lerle değerli kılabiliyor muyuz? Misal olarak, 24 saatlik kavanozumuzda en büyük taşlar olarak beş vakit namazın olduğunu söyleyelim. Diyelim ki “Benim hakiki ömrüm olan yaşadığım gün içi­ne özenle yerleştirmem gereken, ilk, na­maz­dır.” Bu düşüncenin uygulama saha­sına, pratiğe nasıl yansır? Bir kontrol edelim. Geçmiş zamanın dairesinde bir sağla’ma yapalım: Eğer biz ukbaya ge­çişin sedası, ezanı Muhammedimiz, Efendi­mizin buyurmasıyla “göç davulumuz” çalın­dığında, fani dünyamıza ve türevlerine veda edebiliyor muyuz? Sünneti Seniyyeye ittibaın, Seyyidimizle beraber huzura var­manın heyecanıyla dergâh-ı İlahiyeye yö­nelebiliyor muyuz? Şükrün en şamili olan bu kulluk nişanesini; büyük bir iştiyakla gözlerimizin nuru, gönüllerimizin ve ruh­larımızın miracı kılabiliyor muyuz? Bu suallerin cevabımız “son beş dakikaların ülfetli esprisinden” kurtulup samimi ve ses­siz bir haykırışla  “Evet” olabilirse, işte o va­kit 24 saatlik hakiki ömrümüzün her anı de­ğer kazanacaktır. Hem şu hakikati de unutmayalım. ‘Aynı zamanda gün’ümüzün direği olan’ bu farz ibadetin yanı sıra gelen diğer “kulluk” ve “Hakka hizmet” vazifelerimiz, namazı gö­zü­müzün nuru kılabildiğimiz ölçüde tüm bunlar da kıymet kazanacaktır. Asli vazife­lerimizin peşine takılmış olan, adi taş par­çacıkları ve avucumuzu okşayarak yere süzülen kum tanecikleri gibi ucuz ve fani dünyevi işlerimiz ise, birinci düsturun icrasıyla ayrı bir kıymet kazanacak; bam­başka bir hüviyete bürünecektir. İbka olup belki çoğu ahirette gülerek seyredilecek man­zaralar suretini alacaktır. Her şeyden iyicesi her sabahımız haşir, her gecemiz vuslat gecesi olacaktır. *** İhtar: Yukarıdaki misalde namazın yerini herhangi bir dünyevi uğraş da alabilir. O takdirde sıralama ve neticeler değişecektir. “Geceleri dahi gündüz kılmak” fırsatından mahrum olunacaktır. “Madde kuvvet kazandıkça mana zayıflar. Nuraniyet gittikçe yerine zulmet gelir” hakikatinin icrasıyla karşı karşıya kalınacaktır maazallah… *** Ya İlahi! Bana gelen her nimet yalnız sendendir. Sen birsin, ortağın yoktur. Hamd yalnız sanadır ve şükür yalnız senin içindir. (Ebu Davud) … Ya İlahi! Senden bu günün hayırlarını, zafer ve başarılarını, yardımını, nurunu, bereketini ve hidayetini isterim. Bugünün içerisinde ve bundan sonraki günlerde meydana gelecek şerlerden sana sığınırım. (Ebu Davud)

İbrahim SARITAŞ 01 Nisan
Konu resmiApayrı Lütuf
İnsan

Şu alıp verdiğimiz her nefes apayrı lütuf Bunca ni’metleri bahşetmiş olan Rabb-i Atûf   Bekliyor bizden evet, hamd ü senâ, istihsân Ne büyük ârdır, eğer bulmasa ma’kes ihsân   Kulluğun gayesidir zikr ve fikr, şükr ve dua Bunlar olmazsa hayattan çekilir nûr ve ziyâ   Şu esas umdelerin bahsi için sözleri aç O şirin nûr-ı İlâhîyi sönük kalbine saç   Çünki ruh sırf ebedîlikte bulur rahatını Sevinir her ne zaman duysa giriş saatini   Mesnevi, Lem’a, Şua’, Sözler ile Mektûbât Sekerât hâllilerin ruhuna taptaze hayât         Yetişir böylece imdada hakiki iman Kul için altı cihet nûrla parıldar o zaman   Vâmık öğrenince tefsirlere sertâc olanı Belki mahrum komaz Allah ona muhtâc olanı                                9 Eylül 2000, İstanbul  

Cavid SARAÇOĞLU 01 Nisan
Konu resmiBirinci Söz
Risale-i Nur

بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحٰيمِ وَ بِهٰ نَسْتَعٰينُ اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ رَبِّ الْعَالَمٰينَ وَ الصَّلاَةُ وَ السَّلاَمُ عَلٰى سَيِّدِنَا مُحَمَّدٍ وَ عَلٰى آلِهٰ وَ صَحْبِهٰ اَجْمَعٰيَن Kâinatın lisan-ı halini lisan-ı kale tercüme eden Bismillah’ın tefsiri içindeki intisap sırrı 46- Mesela insanın ayine-i kalbindeki mer­hamet, şefkat, adalet, cömertlik, te­mizlik, ma­likiyet gibi bütün sıfatların her biri Al­lah’ın Esma-i Hüsna’sının birer cilvesi ve gölgesidir. Bütün kâinatı ihata eden her bir Esma-i İlahiye, mahiyet ayinemize birer istidat tohumu olarak yerleştirilmiştir. 47- Peygamber Efendimiz (sav) bu isti­datların her birisini birer birer inkişaf et­tirmiş ve en münteha (son) kemalata ka­dar çıkardığı için kıyamete kadar gelecek insanlara rehber-i mutlak olmuştur. Bu sayede istidatlarımızın inkişaf yolları Sün­net-i Seniyye ve şeriat-ı Muhammediye (sav) olarak tezahür etmiştir. 48- Cenab-ı Hak mahiyetimize yerleştirdi­ği bu istidat tohumlarını Sevgili Habibinin (sav) sünnetine tabi olarak, kendi ihti­yarı­mızla inkişaf ettirmemizi ve cennete layık olmamızı bizden istiyor. Hatta insanın cennetten dünyaya gönderilmesinin en mühim sırrı, bu istidatların inkişafıdır. 49- İşte sıfat-ı kemaliyeden maksat, kal­bi­mizin içinde yaşayarak hissettiğimiz; mer­hamet, muhabbet, şefkat, adalet gibi sıfat­ların zatı, asli ve menbaları olan Esma-i İlahiyeden ibarettir. Birincisi Sıfat-ı Zatiye 50- Bu sıfat, sadece Vacibü’l-Vücuda mah­sus olan sıfatlardır. Mahlûkata tecelli etmez. Mahlûkat ile Hâlıkıyetin arasını ayırmak bu sıfatı çok iyi bilmekle mümkündür. 1- Vücud 2- Kıdem 3- Beka 4- Vahdaniyet 5- Muhalefetün li’l-havadis 6- Kıyam bi-nefsihi’dir 51- Vücud (Vacibü’l-Vücud): Bütün za­man ve mekânın, hadsiz derece hari­cinde, fevkinde, nihayetsiz kemal ve cemal sa­hibi, maddeden mücerret ve mekândan mü­nez­zeh, Zat-ı Zülcelal’in unvanıdır. Bü­tün kâinat, mukaddes kitaplar ve bütün pey­gamberler böyle bir zatın vücub-u vü­cu­duna (varlığının lüzumuna) delalet ve şa­hadet ederler. 52- Mesela; nasıl, yeryüzündeki hadsiz ayi­neler, şeffaf şeyler, şişeler, su damlaları, ka­barcıklar semadaki bir tek güneşin varlığına işaret edip ispat ediyorsa veya Mimar Si­nan’ın yaptığı iki yüz seksen küsur eseri o mimarın vücudunu iktiza ve istilzam (ge­rektirmek) ediyorsa; öyle de aklen, ilmen, fennen ve vahye istinaden sabittir ki; bü­tün kâinatın mevcudatının envaları, efratları, aza ve hüceyratı, mülk ve melekutu (gaybî ciheti)  bütün sıfat-ı kemaliyenin sahibi olan bir tek zatın varlığını ve birliğini ister ve iktiza eder. 53- Bütün İslâm mütefekkirleri bu hakikati lazım, vacip ve zaruri kabul etmişler. Eğer böyle bir zat olmasaydı, kâinat yokluktan varlık âlemine çıkmazdı asla. Öyle ise kâi­natın vücudu için, o zatın vücudu lazım ve vaciptir. 54- “Adem-i mutlak, menşe-i vücud olamaz.”  cümlesi bu hakikati gayet kat’i ve kesin bir surette bütün akıllara ispat etmiştir. 55- Hem o İslam Âlimleri, hak olan da­valarını te’yid ve takviye için şöyle demişler: “Bir şey’in yokluktan varlık âlemine çıkması için sonradan yaratılan bütün mevcudatın haricinde, nihayetsiz ilim, irade ve kudret sahibi olan bir zatın tercihi lazımdır. Eğer böyle bir müreccih (seçen) olmasaydı, mah­lûkatın şekil ve suretleri, yani teşekkülat programları nasıl belirlenecekti ve varlık âlemine nasıl çıkacaktı?” 56- Hem, vücudu ilimden ibaret olan müm­kinat, mümkinatın ademden şahadet ale­mine çıkmasının illeti (sebebi) olamaz. (Yaratılanlar, kendilerinin yaratıcısı olamaz.) 57- Mesela, kâğıt üzerindeki bir harf ken­disinin vücuda gelmesine illet olmadığı gibi, diğer harflerin yazılmasının sebebi de olamaz. Ancak harflerin haricinde bir kâtip olması lazımdır ki; yazılabilsin ve gözlere görünsün. 58- Aynen bu misal gibi, kainattaki hiçbir mahlukatın kendi başlarıyla ademden (yok­luk­tan) varlık âlemine çıkamalarına imkan yoktur. Adem-i Mutlakın ve Nihayetsizin İlleti Ol­maz. 59- Adem-i mutlak: Sonsuz yokluk de­mektir. Adem-i mutlak zaten yoktur. Çün­kü sonsuz kemal sahibi bir Allah var­dır. Adem-i mutlak, kainattan önce bir ya­ra­tıcı­nın varlığını kabul etmeyen ve inkâr eden maddiyunların akıllarındaki vehmi bir ka­bul­den ibarettir. Hakikatte bir vücudu ve mahiyeti yoktur. 60- Şimdi bu hakikati zaman ve mekân bo­yutuna göre inceleyelim: Mesela, kâinatı bir filim gibi maziye sa­ralım. Aklımıza gelen ilk soru şudur: “Aca­ba kâinattan evvel ne vardı?” Kâinatın hari­cindeki bir tek halikın varlığını inkâr eden dünyadaki hiçbir felsefi düşünce, hakiki manada bu sorunun içinden çıkamamıştır. 61- Kâinat haricinde bir yaratıcının varlığını inkâr eden bu asrımızın bir kısım fen ve bilim insanları, “Kâinattan evvel sonsuz bir yokluk vardı” derler. Fakat buna rağmen, kâinata bir başlangıç verirler. Bir yaratıcıyı kabul etmediklerinden; bir şekilde izaha çalışarak büyük patlama “Big Bang” ile meydana geldiğini iddia ederler. Lakin yokluktan nasıl oldu da böyle muntazam bir âlem vücuda geldi diye sorulsa; sonsuz yoğunluk veya sonsuz enerjinin patlamasıyla bir şekilde meydana geldiğini savunurlar.

Muammer YANIK 01 Nisan
Konu resmiİşin Ehli Olmak
İnsan

Atalar demişler ki “At binenin kılıç kuşananın.” Gelin o zaman şu hakikati dinleyelim: Şübhe yok ki Allah size, emânetleri ehli­ne vermenizi ve insanlar arasında hüküm verdiğiniz zaman adâletle hükmetmenizi emreder! .... (Nisâ Sûresi, 58. âyet.) Bir bedevi Peygamberimizden “Kıyamet ne zaman kopacak?” diye sordu. Peygam­berimiz: "emanet zayi’ edildiği zaman kıyameti bekle!” dedi. Adam tekrar: “Ema­netin zayi edilmesi nedir?” diye sor­du. Peygamberimiz cevaben: "İş ehil olma­yanlara verildiği zaman kıyameti bekle" buyurdu. (Hadis-i Şerif, Buhari) Hal böyleyken ilgili şu sözleri de kulağımıza küpe edelim! Bir söz bazen bin iştir. İş, sözün meyvesidir. Söz, cevherden geliyorsa söz, değilse kuru laftır! 1- Ardında yüz köpek havlamayan kurt, kurt sayılmaz. 2- Altını sarrafa sor, cevheri kuyumcuya. 3- Altının kıymetini sarraf bilir. 4- Av avlayanın kemer bağlayanın. 5- Eşek baş olunca encam hayır olmaz. 6- Eşek kocamayla tavla başı olmaz. 7- Ekmeği ekmekçiye ver, bir ekmek de üste ver. 8- Ekmeğini ekmekçiye ver, yarısını yerse helal olsun. 9- İş bilenin kılıç kuşananın. 10- Başını acemi berbere teslim eden cebinden pamuğu eksik etmesin. 11- Hekimsiz, hâkimsiz memlekette oturma. 12- Varsa hünerin vardır baş üstünde yerin. 13- Yarım hekim candan eder, yarım fakih dinden eder.

İrfan MEKTEBİ 01 Nisan
Konu resmiLokman Hekimden Nasihatler
İbadet

Allah'a ortak koşma  Ey oğul! Allah'a ortak koşma. Muhakkak ki şirk pek büyük bir zulümdür.  Allah her yaptığını ortaya çıkarır  Oğlum, eğer yaptığın iş hardal tanesi kadar bile olsa ve bir taş içine girse, Allah onu or­taya çıkarır. Muhakkak ki, Allah en gizli işleri bütün inceliğiyle bilir, O her şeyden hakkıyla haberdardır.  Namazını dosdoğru kıl  Oğlum, namazını dosdoğru kıl. İyiliği tavsi­ye et, kötülükten sakındır. Başına gelene sabret. Şüphesiz ki bunlar uğrunda azim ve sebat edilmeye değer işlerdendir.  Kasılarak yürüme, yavaş konuş  Gururlanıp insanlardan yüzünü çevirme. Yeryüzünde kasılarak yürüme. Çünkü Allah büyüklük taslayan ve övünenleri sevmez. “Yü­rüyüşünde mutedil ol. Sesini alçalt. Ses­lerin en çirkini, şüphesiz ki, eşeklerin sesidir.” (Lokman Suresi, 13-20) Takvayı esas al  Takvayı kendin için kârlı bir ticaret olarak kabul et. Çünkü böyle ticaretler sonsuz ka­zançlar temin eder.  Horozdan geri kalma  Horozdan daha geri kalma. Çünkü sen uy­kunun derinliklerinde iken, o dünyayı se­se vererek insanları uykudan uyandırmaya çalışır.  Tövbeyi geciktirme  Tövbeyi geciktirme. Çünkü ölüm ansızın geliverir.  Allah'ın anıldığı meclislere katıl  Katılacağın meclisleri kendin ara bul. Al­lah'ın anıldığı meclisleri bulunca hemen oturuver. Çünkü âlim isen ilmin artar, ca­hil isen yeni bir şeyi öğrenmiş olursun. Ora­ya inen rahmetten sen de payını alırsın. Allah'ın anılmadığı meclislere hiç katılma. Çünkü âlim de olsan, cahil de olsan zarar görürsün. Ayrıca oraya inecek olan İlâhî gazaptan sen de nasibini alırsın.  Yalandan sakın  Allah, yalancının yüzsuyunu kurutur, hayâ duygusunu giderir. Ahlâksız kimsenin de sıkıntısı hiç eksik olmaz.  Kendi işini kendin gör  Cahili vasıta olarak kullanmaktan, işini gör­dürmekten uzak dur. Şayet akıllı birisini bulamazsan kendi işini kendin gör.  Tecrübe sahipleriyle istişare et  Her işinde ilim ve tecrübe sahibi kimselerle istişare et, onların fikrini almaya çalış.  Takvadan bir gemi edin  Dünya dipsiz bir denizdir. Onda niceleri boğulmuştur. Bunun için takvadan bir gemi edin. İçine imanı yükle. Tevekkül yelkeniyle açıl. Ancak bu şekilde selâmetle yol alır, sahile çıkarsın. 

İrfan MEKTEBİ 01 Nisan
Konu resmiRisale-i Nurun Sosyal ve Siyasi Hayata Bakışı
Risale-i Nur

Siyasî âlemde gerçekleşen bir inkılâp ile dinin za­rar görmesinden korkulmaz. Böyle bir şey­den korkanlar, ancak cahiller ve taklitçiler­dir. Cehaletlerinden dolayı, dini muhafaza eden ve yaşatan hakiki gücün ne olduğunu bilmezler ve korkarlar. Taklitçi olmalarından dolayı da telâşa düşer. Böyleleri, hem ken­di nefislerine güvenmezler hem de aciz­liklerinin de etkisiyle bütün saadetlerini yalnız hükûmetin cebinde zannederler ve korkarlar. Siyasî bir inkılâp ile İslâm’ın zarar gör­mesinden korkmamalıdır. Zira İslâ­mi­yet güneş gibidir, üflemekle sönmez. Gündüz gibidir; göz yummakla gece olmaz. Gözünü kapayan, yalnız kendine gece yapar. Dini himaye eden idareciler değil, her bir müminin kalbindeki imanın iki özelliği olan şefkat ve hamiyet duygularının birara­ya gelmesiyle oluşan, elmas kılıç ve nuranî sütun hükmünde olan kudsî ve nurânî kuvvettir. Bu kuvvet, millete ait fikirlerin (kamuoyunun) arkasındaki İslâmî hislerin de madenidir. Çünkü insanlar üzerinde en tesirli ve nüfuz edici olan dinî hislerdir. Özellikle de fıtrata uygun hak dinin sözü daha nüfuz edici, hükmü daha yüce ve tesiri daha şiddetlidir. Dini himaye edecek olan merciin devlet veya siyasiler olduğunu düşünen ve buna bel bağlayan kişiler, başlarındaki idareci­leri yetersiz ve lâkayt gördüklerinde, biz­zat kendileri dinî değerlerin korunması ve ya­şatılması hizmetine el atmaları gerek­mek­tedir. İşte o zaman bir ele mukabil binler eller İslâm’a hizmet etmiş olur. Kur’ân, ayetlerdeki hakikatlerini ulema, me­­­şayih ve hatiplerin lisanlarıyla ve o ha­ki­katlerin cisim giymiş şekilleri olan bütün İslâmî kitaplar ile aleme ilân eder. Kur’an hakikatlerini neşreden bütün ulema, me­şâyih, hatipler ve İslâmî kitaplar, adeta âle­mi, sadâsı ile çınlatan İlâhî bir musikî hük­müne geçmişlerdir. Her bir mümin, kalp ve ruh kulağı ile bu İlâhî musikîden feyzini ve nasibini alır. İşte bu hakikatlerden dolayıdır ki; siyasî âlemde gerçekleşen bir inkılâp ile dinin za­rar görmesinden korkulmaz. Böyle bir şey­den korkanlar, ancak cahiller ve taklitçiler­dir. Cehaletlerinden dolayı, dini muhafaza eden ve yaşatan hakiki gücün ne olduğunu bilmezler ve korkarlar. Taklitçi olmalarından dolayı da telâşa düşer. Böyleleri, hem ken­di nefislerine güvenmezler hem de aciz­liklerinin de etkisiyle bütün saadetlerini yalnız hükûmetin cebinde zannederler ve korkarlar. Bediüzzaman Hazretleri’nin “Asıl musibet ve muzır musibet, dine gelen musibettir” ifadesi, bu meseleyi çürütmez. Evet, tarih boyunca siyaset veya siyasîler eliyle İslâm’ı da yakînen ilgilendiren pek çok hadiseler yaşanmıştır. Bu hadiseler, dinî müessese­lerin yıkılmasına, âlimlerin şehit edilmesine, İslâmî eserlerin tahrip edilmesine, toplum ahlâkın bozulmasına ve dâhilî fitnelerin çıkmasına sebep de olmuştur. Bütün bu menfi durumlara rağmen, yine de Bediüz­zaman Hazretlerinin yukarıda da beyan et­tiği hakikat tahakkuk etmiştir. Kalplerdeki imanın iki özelliği olan hamiyet ve şefkat hislerinin içtimaıyla ortaya çıkan elmas kılıç ve nuranî sütun hükmünde olan kudsî kuvvet feveran ederek, adeta bir muhafız gibi dini himaye etmiştir. İslâm, bu gibi fitnelerden daima kuvvetlenerek çıkmıştır. Bu konuya en büyük örnek; sahabeler arasında yaşanan Sıffîn Savaşı ve Cemel Vakıası’dır. Bu iki savaş, siyaset eliyle İslâm ümmetinin başına gelebilecek en korkunç ve en dehşetli, dâhilî birer fitneydiler. Bu iki savaşın öyle neticeleri olmuştur ki; İslâm ve İslâmî ilimler daha da kuvvetlenerek ve kökleşerek bütün yeryüzünde dal budak salmıştır. Konu ile ilgili olarak Bediüzzaman Hazret­leri 19. Mektup’ta Bediüzzaman şöyle de­mektedir: “Nasıl ki baharda dehşetli yağ­murlu bir fırtına, her taife-i nebâtâtın, to­­humların, ağaçların istidatlarını tahrik eder, inkişaf ettirir; her biri kendine mah­sus çiçek açar, fıtrî birer vazife başına geçer. Öyle de, Sahabe ve Tabiinin başına gelen fitne dahi (Sıffin Savaşı ve Cemel Vakıası), çekirdekler hükmündeki muhtelif ayrı ayrı istidatları tahrik edip kamçıladı. “İslâmiyet tehlikededir, yangın var!” diye her taifeyi korkuttu, İslâmiyet’in hıfzına koşturdu. Her biri, kendi istidadına göre, camia-i İslâmiyet’in kesretli ve muhtelif vazifelerinden bir vazifeyi omuzuna aldı, kemâl-i ciddiyetle çalıştı. Bir kısmı ha­dis­lerin muhafazasına, bir kısmı şeriatın mu­hafazasına, bir kısmı hakaik-i imaniyenin muhafazasına, bir kısmı Kur’an’ın muha­fazasına çalıştı ve hakeza, her bir taife bir hizmete girdi. Vezaif-i İslâmiyet’te hummalı bir surette sa’y ettiler. Muhtelif renklerde çok çiçekler açıldı. Pek geniş olan âlem-i İslâmiyet’in aktârına  (her tarafına), o fırtına ile tohumlar atıldı, yarı yeri gülistana çevir­di. Fakat maatteessüf, o güller ve gülistan içinde, ehl-i bid’a fırkalarının dikenleri da­hi çıktı. Güya dest-i kudret, celâlle o asrı çalkaladı, şiddetle tahrik edip çevirdi, ehl-i himmeti gayrete getirip elektriklendirdi. O hareketten gelen bir kuvve-i anilmerkeziy­ye (merkezkaç kuvveti) ile pek çok münevver müçtehitleri ve nuranî muhaddisleri, kud­sî hafızları, asfiyaları, aktabları âlem-i İslâm’ın aktârına uçurdu, hicret ettirdi. Şarktan gar­ba kadar ehl-i İslâm’ı heyecana getirip, Kur’an’ın hazinelerinden istifade için göz­lerini açtırdı.” ‘Mason ve Dönmeler Cemiyetinin’ Özellikleri Bu gizli cemiyet, Osmanlı Devleti’nin son zamanlarında ciddi menfi etkisi olan ve 2. Meşrutiyet’in ilânı ile oluşan hürriyet ha­vasından rahatsızlık duyarak, meşrutiyet ve hürriyeti takdir etmeyen ve fikirleri ka­rıştıran bir cemiyettir. Bu cemiyet cehalet, inat, garaz, intikam, taklit ve gevezelik duy­gularının kumandanlığında kurulmuş ve saadetin kaynağı olan istişareyi inciten bir cemiyettir. Bu cemiyete intisap edenlerin özellikleri; - Bir dirhem zararlarını bin lira milletin menfaatine feda etmezler. - Menfaatlerini, diğer insanların zararında görürler. - Ölçmeden ve muhakeme etmeden mana verirler. - İntikam duygularını ve şahsî garazlarını feda etmedikleri halde gururlanarak millete ruhunu feda etmek davasında bulunurlar. - Osmanlı topraklarını parçalayabilmek ve kendi siyasî emellerini gerçekleştirebilmek için ‘beylik’ veya küçük devletçiklerin oluş­masına zemin hazırlayan ‘özerklik-özyö­ne­tim’ veya ‘istibdad-ı mutlak anlamında bir cumhuriyet’ gibi makul olmayan fikirler ileri sürerler. - Meşrutiyetin ilânı ile Osmanlı toprak­larında hâkim olan genel huzur ve af or­ta­mını, zulüm görmüş ve kin bağlamış intikam fikirlerine yediremediklerinden do­layı rahatsızlık duyarlar. Bu intikam fi­kir­lerinin sevkiyle bütün milletin asabına dokunurlar ve fikirleri karıştırırlar. Böylece, bu suretle heyecana gelerek bir nebze öç­lerini alarak rahatlarlar. İnsanları Davet Eden Cemiyet ve Şahıslara Yaklaşım Tarzı Hiçbir bozguncu, ’ben bozguncuyum’, hiç­bir kim­se de ‘benim ayranım ekşi’ demez. Herkes daima haktan yana görünür veya batılı hak olarak görür. Bu durumda yapıl­ması gereken mihenge vurmaktır, yani Kur’an ve sünnet ölçüsüne göre tartmaktır. İnsanları kendi davalarına, fikirlerine ve cemiyetlerine davet edenlerin sözlerini Kur’an ve sünnet mihengine vurmadan almamak gerektir. Bediüzzaman Hazretleri bu ölçüyü zik­ret­tikten sonra şöyle der: “Hatta benim sö­zümü de, ben söylediğim için hüsn-ü zan edip tamamını kabul etmeyiniz. Belki ben de müfsidim (bozguncuyum). Veya bil­me­diğim halde ifsat ediyorum. Öyleyse, her söylenen sözün kalbe girmesine yol ver­meyiniz. İşte, size söylediğim sözler hayalin elinde kalsın, mihenge vurunuz. Eğer altın çıktıysa kalpte saklayınız. Bakır çıktıysa, çok gıybeti üstüne ve bedduayı arkasına takınız, bana reddediniz, gönderiniz.” İslâm’da hüsn-ü zan çok ehemmiyetli bir esas iken, bu gibi (görünüşte hakka ve hay­ra davet eden) şahıs ve cemiyetlere de hüsn-ü zanla bakıp aldanmak mümkündür. Zira bir müfside, bir dessasa da hüsn-ü zan yapmak mümkündür. O halde, bu şa­hıs ve cemiyetlerin davalarını ispat için öne sürdükleri delillerine ve hizmetlerinin sonuçlarına bakmak gereklidir. Bu gibi şahıs ve cemiyetler, daima haktan yana ve hak söylemlerle insanların karşılarına çıktıkları için onların davalarının içyüzlerini ve mahiyetlerini cahil insanlar her ne kadar anlayamasalar da yine de cehaletleri bir özür teşkil etmez. Çünkü cehalet ayrıdır, akıllı olmak ayrıdır. Bir insan ne kadar cahil de olsa aklı ile kendi menfaat ve zararını çok iyi bilir. Hatta menfaatini temin edebilmek için hile dahi yapabilir. Demek ki cehalet özür değildir. Netice olarak; birbirine karışmış ağaçları ayırt eden, meyveleridir. Öyle ise insanları kendi efkârına davet eden cemiyet ve şa­hısların fikirlerinin neticelerine bakmak ge­rekmektedir. Bu yazılarımızda Münazarât Risalesi’nden istifade edeceğiz. Münazarât Risalesi, 1911 senesinde, İkinci Meşrutiyet’in üçüncü senesinde, ortaya çıkan hürriyet ve af ortamında, şeriat dairesindeki Meşrutiyet’i tanıtmak ve kabul ettirmek için, Bediüzzaman Hazretlerinin Doğu ve Güneydoğu’daki aşiretler arasında soru-cevap tarzında cereyan eden konuşmalarından oluşur.Bediüzzaman Hazretleri, her ne kadar 2. Meşrutiyet sonrası şartlar içinde sorulan suallere cevaplar vermişse de, biz bu tahlil yazılarımızda, ekseriyetle o zamanın şartlarından soyutlanarak konuları tahlil edeceğiz. Zira Bediüzzaman’ın dile getirdiği hakikatler, ortaya koyduğu hükümler, suallere verdiği cevaplar Kur’an ve sünnetten alınmıştır. Kur’an ve sünnetin hükümleri ise zaman ve mekân üstü küllî birer düstur olma hususiyetine sahiptir.

Mustafa TOPÖZ 01 Nisan
Konu resmiTarihten Sayfalar
Tarih

Konya İnce MinareMedresesi Selçuklu Sultanı 2. İzzeddin Keykavus devrinde Vezir Sahib Ata Fahreddin Ali tarafından, hadis ilmi öğretilmek üzere 1264 senesinde inşa ettirilmiştir. Yapının mimarı Keluk bin Abdullah'tır. Alaaddin Tepesinin batısında yer almaktadır. Dâü’l-hadîs, Selçuklu Devrinin avlusu kapalı med­reseleri grubundandır, tek eyvanlıdır. Do­ğusunda yer alan taç kapı, Selçuklu Devri taş işçiliğinin en güzel örnekleri arasındadır. Giriş kemerinin iki tarafında yer alan üçer küçük sütun ve kemer altı, bitkisel ve geo­metrik motiflerle süslüdür. Cepheden bakıl­dığında fark edilemeyen bu mekân, binanın esas eyvanı için simetri teşkil et­mektedir. Kubbeye geçiş pandantiflerle sağ­lanmıştır. Kubbe kasnağında kûfi yazı ile "El-Mülkü lillah" ve "Ayete’l-Kürsî" yazılıdır. 1956 se­nesinden beri, Taş ve Ahşap Eserler Müzesi olarak kullanılmaktadır. Hüsrev Efendi’nin (ra) Rüyası Ahmed Hüsrev Efendi (ra), çocukluk yıl­larında gördüğü bir rüyayı, kendisine çok hürmet ettiği ehl-i kemâl bir şeyh efendiye anlatır. Rüyası şöyledir: Büyükçe bir denizin ortasında bir ağaç vardır. Deniz birden çekilir ve ortasındaki ağaç kurur. O sırada bir zat gelir, ağacın dallarını budar. Daha sonra, kuruyan o deniz içinde bir yol açılır. Hüsrev Efendi o yoldan yürümeye başlar. Rüyayı dinleyen Şeyh Efendi bu rüyayı şöyle tabir eder: “O deniz şeriattır. Ağaç ve dalları ise şeriatten feyz alan tarikattir. Isparta’ya İslâm’a hizmet edecek bir zat gelecek ve sen benden sonra ona hizmet edeceksin.” Zaman gösterdi ki; Hüs­rev Efendi’nin hizmet edeceği ve en ya­kın ta­lebesi ve hayru’l-halefi olacağı bu müba­rek zat, Bedîüzzaman Hazretleridir. İmam Ahmed bin Hazretlerinin (ra) Takvası İmam Ahmed bin Hanbel Hazretleri (ra), bir keresinde Süfyan bin Uyeyne Hazretlerinden (ra) hadîs dinlemek için kal­kıp Mekke’ye gelmişti. Derslere aralıksız de­vam ediyordu. Bir gün, derse gelmeyince Süf­yan bin Uyeyne Hazretleri (ra), niçin gelme­diğini öğrenmek için birisini gön­derdi. Adam geldi, baktı ve gördü ki, elbi­seyi çamaşırcıya verdiğinden dışarıya çıka­mamaktadır. Adam bunu görünce, “İşini yoluna koyman için sana şu kadar altın vereyim” diye teklif etti. İmam, “Olmaz!” dedi. “Peki, kendi elbisemi ödünç vereyim.” “Olmaz!” “Ama bana, bulacağın çareyi söy­lemezsen geri dönmem.” “Bir kitap yazarım, onun parasıyla bana bir bez al.” “Keten elbise alayım.” “Hayır, olmaz. Sen on arşın astar al, bunun beş arşınını gömlek, beş arşınını peştemal yaparım.” (Ferîdüddîn Attâr, Tezkiretü’l-Evliyâ, Sayfa 250) 07 Nisan 1600Şair BakiVefat Etti Şair Baki, 1526 senesinde İstanbul’da dün­yaya gelmiştir. Asıl ismi Mahmûd Ab­dülbaki’dir. Babası Fatih Câmiinde mü­ez­­zin olarak görev yapıyordu. Kendisi de, kü­çüklüğünde serrâc çıraklığı yapmaktaydı. Fıt­ratındaki okuma ve öğrenme arzusu se­be­biyle Karamanîzâde Mehmed Efendi’den med­resede ilim tahsiline başladı. Bir yandan da şiir yazmaya başladı. Süleymaniye Med­resesinde aldığı eğitimin ardından birçok devlet görevinde bulundu. Mekke ve İs­tan­bul Kadılıkları ile Anadolu ve Rumeli Ka­z­askerlikleri görevlerini ifa etti. En meş­hur eseri, aruz vezniyle yazdığı şiirlerinin toplandığı ve Kanunî Sultan Süleyman’a arz ettiği Dîvânı’dır. Divan Edebiyatının en parlak ve meşhur ismidir. Bu sebeple Sul­tanü’ş-Şuarâ diye anılmıştır. 09 Nisan 1948 Deir Yasin Katliamı Siyonist İsrail Çeteleri, 1948 yılının 9 Ni­san’ını 10 Nisan’a bağlayan gecesi, Filis­tinlilerin yaşadığı Kudüs'ün batısında yer alan Deir Yasin köyünde, köy halkından 254 kişiyi katletti. Aralarında kadın ve ço­cukların da bulunduğu masum siviller bir gecede öldürüldü. Katliamdan çok az sayı­da kişi yaralı olarak kurtulabildi. Katliam gecesi, Deir Yasin halkı hoparlörlerden ge­len; “Köyü terk edin!” anonsları ile uyandı. Köy halkı, ne olduğunu anlayamadan İsrail­li teröristler tarafından katledildiler. Evler ateşe verildi, evlerden kaçmak isteyenler kurşuna dizildi, çocuklar annelerinin göz­leri önünde öldürüldü. Evler havaya uçu­rul­du, köyde kalan herkes kurşuna dizildi ve cesetleri kuyulara atıldı. Teröre şahit olan­ların anlattıklarına göre caniler bu baskında ka­dınların kulaklarını kesip, küpelerini al­dıktan sonra kadınları öldürmüştü. 19 Nisan 1954 Çanakkale Şehidleri Abidesinin Temeli Atıldı 19 Nisan 1954’te temeli atılan Çanakka­le Şehidleri abidesinin inşaatı, ihaleyi alan firmaların yanlış uygulamaları sebe­biyle uzun yıllar tamamlanamamıştır. Çev­re düzenlemeleri ile birlikte inşaatın ta­mam­lanması 1992 senesini bulmuştur. Dört ayak üzerine yapılmış olan Abidenin yük­sekliği 41,70 metre ve ayaklar arasındaki açıklığı ise 10 metredir. Her bir ayağın tek başına kapladığı yerin uzunluğu 7,5 met­redir. Kenarları 25 metre olan bir kare üze­rine kuruludur. Uzaktan bakıldığında da Mehmetçiğin M harfi şeklinde gözük­mek­tedir. Aynı zamanda abidenin altında bir de müze bulunmaktadır. Abidenin dört ayağında sekiz rölyef bulunmaktadır. De­nize bakan dört tanesi deniz savaşlarını, ka­raya bakan dört tanesi de kara savaşlarını anlatmaktadır. 2005 yılında restorasyondan geçen anıtın bulunduğu alana, 2007 yılında yeni şehitlik inşa edilerek son şeklini almıştır.  

Ahmed Said GÜNDÜZ 01 Nisan
Konu resmiPencereler Risalesi
Risale-i Nur

Kimlik:Risalenin İsmi/İsimleri : 33. Mektup, 33. Söz, Pencereler RisalesiKonusu : Allah’a iman ve Marifetullah hakkındadır.Risalenin Metodu  : Bu risalede davayı ispat etmede şu deliller kullanılmıştır;• Burhan-ı İnnî• Burhan-ı Limmî• Burhan-ı Temanu’ Delili• Gaye ve Nizam Delili• Hudus delili• İcmâ• İmkân delili• İnayet/Hikmet/İtkan Delili• Meşhudat-ı Âlemle İstidlal• Muhalif Fikrin Batıl Sonuçlarını Gösterme• Naklî deliller• Otoriter Şahsiyetleri Delil Gösterme• Temsil PENCERE: Pek çok sıfatlardan icad edil­miş olan hayat, ilahi kudretin en nurani, en güzel bir mucizesi ve vahdaniyetin en par­lak ve en kuvvetli bir burhanıdır. Hayat rızık, rahmet, inayet ve hikmeti içi­ne alarak girdiği yere onları da çekmekte­dir. Her şeyin hayata hizmet etmesi ve onun et­rafında dönmesi, hayatın aslı olan ruhun birden ve hiçten varlık sahasına gönderilmesi Vacibu’l-Vücudun ve Hayyu Kayyum’un vü­cub-u vücudunu, kutsi sıfatlarını ve Esma-yı Hüsnâ’sını göstermektedir. PENCERE: Ölüm yokluk, hiçlik, idam, fena ve failsiz bir son değildir. Hizmetten terhis, mekânın değişikliği, bedenin tebdili, vazifeden paydos ve beden hapsinden bir kurtuluştur. Demek ölüm ilahi rububiye­tin bir burhanıdır. Nasıl ki canlılar varlık­larıyla bir Vacibu’l-Vücuda delalet ederler öyle de o canlılar ölümleriyle de bir Hayyu Ba­ki’nin sermediyetine ve ehadiyetine şehadet ediyorlar. PENCERE: Varlıkların tümünde görü­nen imkânlar, infialler, mahlukiyetler, kesret ve terkipler bir Vacibu’l-Vücudun vahdetini ve esmasını göstermektedir. PENCERE: Bütün güzellikler son­suz bir güzelliğin cilveleridir. Kâinatın kal­bindeki ciddi aşk, Maşuk-u Layezali’yi gös­termektedir. Kâinattaki incizaplar, cez­be­ler, cazibeler ezeli bir cazibedar hakikatin cezbiyledir. Zevk ve şuhuda dayanan ehl-i keşf ve velayet Cemil-i Zülcelal’in tecelli­sine mazhar olduklarını ve zevk yoluyla o zatın tanıttırılmasına ve sevdirilmesine muttali olmuşlardır. Kâinattaki bütün gü­zellikler Esma-yı Hüsna’nın güzelliklerini göstermektedir. PENCERE: Sebep ve sonuçlarına ba­kıldığında en büyük bir sebebin sonuçları meydana getirmede aciz kaldığı görülecek­tir. Demek sebepler birer perdedir. Sonuçlardaki harikulade olan sanat, sebep­lerin acizliğini ve Müsebbibu’l-Esbabı gös­termektedir. Sonuçta görülen gayeler, fay­dalar ve hikmetler ise sebeplerin perde ol­duğunu gerçek failin Kerim ve Rahim bir Rabbin olduğunu göstermektedir. Var­lıklarda görünen ziynet, sanat ve gü­zel­likler de kendisini tanıttırmak ve sevdirmek isteyen bir zatı göstermektedir. Sevdirmek ve tanıttırmak ise Vedud, maruf bir Sani-i Kadir’in vücub-u vücudunu ve vahdetine şehadet etmektedir.      PENCERE: En küçük varlıktan en büyük varlığa kadar her şeyde bir hikmet ve tanzim görünmektedir. Hakimane bir terbiye ve tedbir göze çarpmaktadır. Keri­mane bir rızık verme görünüyor. Önemli gayeler için kâinat sathında bir tedvir ve tenvir bulunmaktadır. Âlemde ise mun­tazam bir memleket ve bir sarayda bulu­nan hikmetler ve hikmetli tanzimat hük­met­mektedir. Âlem ve içindeki tüm var­lıklar manevi olarak birbirleriyle öyle bir münasebetleri bulunmaktadır ki birini ya­pamayan hiçbirini icat edemeyecektir. PENCERE: Bir çiçeği yapan kimse o çiçeğin türünü de yaratan odur. Her çiçek ve tür birer mühür gibidir. Çiçek kimin ise çiçeğin bulunduğu yerde onundur. Çiçeğin bulunduğu tepe kiminse ova da onundur. Ova kiminse yeryüzü de onundur. Demek her bir şey birer ilahi mühür hükmünde­dir. Bulunduğu yerin yüce Allah’a ait olduğu­nu göstermektedir. Demek bütün varlığı yaratamayan bir tek şeyi de icat edemez. PENCERE: Âmiriyet ve hâkimiyetin gereği rakibi, ortağı ve müdahaleyi reddet­mektir. Bundan dolayıdır ki Ulûhiyet ve rubûbiyetin en kat‘î ve dâimî lâzımı, vahdet ve infirâddır. Buna bir burhân-ı bâhir ve şâhid-i kātı‘, kâinâttaki intizâm-ı ekmel ve insicâm-ı ecmeldir. Kainât hâdisdir. Çünkü görüyoruz ki her asır­da, her senede, her baharda bir âlem ge­lir, bir âlem gider. Demek bir Kadîr-i Zülce­lal var ki âlemi yokluktan icat etmektedir. Bir şeyin varlığı ve yokluğu eşit olsa bir tercih, tahsis edici ve bir mucit lazımdır. Zira varlıklar birbirini icat ederek teselsül edemez ve devir olamaz. Demek bir Vâcibu’l-Vücud vardır ki onları yaratıyor. Her bir şey varlığında, sıfatlarında ve hayatında hadsiz imkanlar içinde iken muntazam bir şekilde ona özel olarak verilmektedir. Demek ira­desiyle veren hikmet sahibi bir mucit bu­lunmaktadır. Demek her bir şey zatıyla, sı­fat­larıyla, suretiyle yani binler dillerle bir Vâcibu’l-Vücudu göstermektedir. PENCERE: İnsan penceresi olup en­füsîdir. İnsan âlemlerin küçük bir nu­mu­nesidir. İnsan Esma-yı Hüsna’nın bütünü­nün tecellisine mazhardır. İnsan bu Esma-yı Hüsna’ya üç farklı yönden mazhardır. Birincisi: Zıtlar itibarıyla bir âyinedarlık etmektedir. İnsandaki zaaf, acz, fakr, eksik­lik, kusur ve ihtiyaçlar Kadir-i Zülcelalin kudretini, kuvvetini, gınasını ve rahmetini göstermektedir. İkincisi: İnsan kendisine verilen numu­ne­ler yönüyle âyinedarlık etmektedir. İnsana verilen cüzi ilim, basar, sem’, sahiplilik, hâ­kimiyet gibi numuneler yüce Allah’ın ilim, basar, sem, hâkimiyet ve rububiyetini gös­termektedir. Üçüncüsü: İnsanda görülen sanatlar yö­nüyle âyinedarlık etmektedir. Cenab-ı Hakkın külli iradesine ve sonsuz kudretine varlıkların bütün fiilleri, sesleri, işleri hiçbir şekilde ağır gelmez, meşgul et­mez ve şaşırtmaz. Hepsini birden görür ve işitir. İsterse her şeyi bir varlığın imdadına gönderir. PENCERE: Hz. Muhammed (sav) bü­tün peygamberlerin ispat ettikleri ortak id­diasına ve bütün evliyaların keşfettikleri or­tak davasına dayanarak bütün kuvvetiyle, hayatı boyunca Allah’ın birliğini ilan et­miş­tir. İslamiyet sayesinde marifetullaha çok geniş bir pencere açmıştır. Bu pencere sa­­yesinde İmam-ı Gazâlî, İmam-ı Rabbânî, Muh­yiddin-i Arabî, Abdulkadir-i Geylanî gi­bi zatlar yetişmiştir. PENCERE: Geçen bütün pencereler, Kur’an denizinden yalnız birkaç damladır. Şimdi Kur’an’ın yüce Allah’ın varlığına na­sıl bir delil olduğunu düşün.

Muhammed AYDIN 01 Nisan
Konu resmiRisale-i Nurdan İstifade Mertebeleri
Risale-i Nur

Risale-i Nur Külliyatında, şüphe­siz pek çok ifadeler vardır. “8 T” ile sembol­leş­tir­meye çalıştığımız bu mertebeler, Nur ta­le­be­lerinin manevi seyr-i sulûkü hük­mün­de­dir. Bu mertebeler birbiriyle bağlı ve iç içedir. Birbirinden destek alırlar. Biri birsiz olmazlar. Hakiki terakki, bu sekiz merte­bede kemale ermektir.  Tahalluk mertebesi, Nur şakird­lerinin Kur’an ah­lakıyla ahlak­lan­ması mertebesidir. Bu mer­te­be­deki bir talebe, Resul-i Ekrem’in (asm) gü­zel ahlakını hayatına tatbik eder. Ah­la­ki faziletlerde seçkin bir mümin olur. Bu mer­tebedeki bir Nur talebesi güzel ahla­kıyla özü sözü doğru, istikametli, ihlâslı, Hakkın ve halkın sevgisine mazhar bir insan olur. Böyle bir insan nazar-ı dikkati celp eder. Be­diüzzaman Said Nursi Hazretleri bu mer­te­beyi şöyle açıklıyor: “Bu zamanda, lillâhilhamd, Sünnet-i Se­­­niy­­ye dai­re­sinde kemâl-i imanı kaza­nan Risale-i Nur şakirt­leri evliya­ların, mür­­­şid­­lerin nazar-ı dikkatini celb ede­cek va­ziyeti aldığından, her zaman bu­lunan hakikî mürşidler, her halde bu za­manda Risale-i Nur şakirtlerine müş­te­ri olurlar. Birisini elde etse, yir­mi mürid kadar kıymet verirler.”12 Terakki mertebesi, Risale-i Nur talebeleri­nin ulaştıkları maddi ve manevi kemali ifa­de eder. Bu mertebeye çıkan bir Nur talebe­si, hayatını Risale-i Nura hasreder. Onun hakikatlerinin neşri için yaşar. Artık fena fi’r-Risale makamına çıkar. Risale-i Nurları kendi malı ve telifi gibi hisseder. Risale-i Nurlara hizmet onun hayatının yegâne ga­yesi olur. Risale-i Nura hizmetkârlığı en büyük ihsan kabul eder. Hizmetkârlığı mad­di manevi payelere, makamlara ter­cih eder. Nur talebeleri bu mertebede Hu­lu­si Bey’in ifade ettiği şu hakikati yaşar: “Sevgili Üstadım; evvelce arz etti­ğim veç­hiyle, ben artık bir şey için yaşadığımı zan­nediyorum. O da, Üstadım olan del­lâl-ı Kur’ân’ın vazife-i memure-i mâne­viyesini ifâda kendilerine pek cüz’î bir yardım ve Kur’ân hesabına cüz’î bir hiz­metkârlıktan ibarettir.”13 Bu mertebenin kemali, Üstadın tabiriyle, Isparta Kahramanları’nda tezahür etmiştir. Onlar, Risale-i Nurlara hizmeti, maddi manevi makamlara ve dünyevi saadetlere tercih etmişlerdi. Said Nursi Hazretleri, Isparta kahramanlarının bu hasletlerini şu cümlelerle övüyordu: “Bu şehre bir kutup ve bir gavs-ı azam gelse, dese: ‘Seni on günde velâyet derecesine çıkaracağım.’ Sen Risale-i Nur’u bırakıp onun yanına gitsen, Isparta kahramanlarına arkadaş olamazsın.”14 Buraya kadar anlatılanları destekler nitelik­te, Risale-i Nur Külliyatında, şüphe­siz pek çok ifadeler vardır. “8 T” ile sembol­leş­tir­meye çalıştığımız bu mertebeler, Nur ta­le­be­lerinin manevi seyr-i sulûkü hük­mün­de­dir. Bu mertebeler birbiriyle bağlı ve iç içedir. Birbirinden destek alırlar. Biri birsiz olmazlar. Hakiki terakki, bu sekiz merte­bede kemale ermektir. Rabbim cümle Nur talebelerini ve bizleri bu makamların hakikatine mazhar kılsın. Âmin. Kaynaklar: 12- Kastamonu Lahikası, s. 103, Altınbaşak Neşriyat13- Barla Lahikası, s. 17, Altınbaşak Neşriyat14- Kastamonu Lahikası, s. 103, Altınbaşak Neşriyat

Zafer ZENGİN 01 Nisan
Konu resmi" Tebeî nazar, muhâli mümkün görür "
Risale-i Nur

Mantık ilminde bir kural bulun­­mak­­tadır. Zihin, melzumdan te­beî ola­­­­­rak lâzıma intikal eder ve lâ­­­zı­­­­mın lâ­zı­­­mına tabiî olarak etmez. Etse de, ikinci bir te­veccüh ve kasıtla eder. Bu ise gayr-ı ta­­biîdir. Mesela müctehidlerin ki­tap­­­­ları mel­zumdur. Onların kaynağı olan Kur’an lâzımdır. Kur’an’ın kudsiyeti ise lâzı­mın lazımıdır. Şimdi halk müçtehitlerin bu kitaplarına baktığında Kur’an-ı Keri­mi nadiren hatırlamaktadırlar. Kur’an’ın kutsallığını ise neredeyse o anda hiç hatırla­ya­mamaktadırlar. Yani bir insan herhangi bir müçtehidin kitabına bakar bakmaz Kur’an’ı ve onun kutsallığını hatırlayarak; “Bu Al­lah’ın emridir” diyecek ve o hükme uyacak. Halk için bu fikrî intikallere ulaşmak olduk­ça zordur. Kudsiyet hatırlanmadığından do­layıdır ki vicdanlar harekete geçmez ve la­kaytlık baş gösterir. İşitilen bir sözün/emrin cihan padişahına ait olduğu bilinse hemen o söze/emre kulak verilerek ve itaat edilmesi­ne benzemektedir. Bu itaatin sırrı, o emrin cihan padişahına ait olduğunun muhatap tarafından bilinmesi gibidir. Onun için müçtehitlerin kitapları vesile gibi, cam gibi Kur’ân’ı göstermeli; yoksa ve­kil, gölge olmamalıdır. Zaruriyat-ı di­ni­­­yede doğrudan doğruya Kur’ân dik­kat­­­lere gösterilmelidir. Ta ki zihinler ta­biî olarak hemen “Bunlar âlemlerin rabbi olan Allah’ın emirleridir” diyerek sözdeki kut­­siyeti hatırlasın. Ve bu suretle kalplerde bir hassasiyet meydana gelerek ameli bir dindarlık yaşansın. Akaid ve amele ait bir kısım kitaplar, birer şeffaf cam mahiye­tinde olmak lâzım gelirken, zamanın geç­me­siy­le, mukallitlerin hatası yüzünden birer perde olmuşlardır. Evet, bu kitaplar, Kur’ân’a tefsir olmak lâzımken, başlı başına tasnifat hükmüne geçmişlerdir. Hz. Üstadın bu konu hakkında yazdığı ve o günün gazetelerinde neşrettiği makalesini nazara vermek istiyoruz. وَاعْتَصِمُوا بِحَبْلِ اللهِ جَمٰيعًا وَلَا تَفَرَّقُوا الۤمۤ ذٰلِكَ الْكِتَابُ لاَ رَيْبَ فٰيهِ هُدًى لِّلْمُتَّقٰينَ Kur’ân’ın Hâkimiyet-i Mutlakası Ümmet-i İslâmiyenin ahkâm-ı dini­ye­de gös­­­ter­diği teseyyüp ve ih­malin bence en mü­­him sebebi şudur: Erkân ve ahkâm-ı zaruriye -ki yüzde doksandır- bizzat Kur’ân’ın ve Kur’ân’ın tefsiri mahiyetinde olan sünnetin malıdır. İçtihadî olan me­sail-i hilâfiye ise, yüzde on nispe­tindedir. Kıymetçe mesail-i hilâfi­ye ile erkân ve ahkâm-ı zaru­riye ara­sında azîm tefavüt vardır. Mesele-i içti­ha­­di­ye altın ise, öteki birer elmas sütundur. Acaba doksan elmas sütunu on altının himayesine vermek, mezc edip tâbi kılmak caiz midir? Cumhûru, burhandan ziya­de, mehaz­da­ki kud­siyet im­tisale sevk eder. Müçtehi­dî­nin kitap­ları vesile gibi, cam gibi Kur’ân’ı gös­termeli; yoksa vekil, gölge ol­ma­malı. Mantıkça mukarrerdir ki, zihin, mel­zum­dan tebeî olarak lâzıma intikal eder ve lâ­zı­mın lâzımına tabiî olarak etmez. Etse de, ikinci bir teveccüh ve kasıtla eder. Bu ise gay­r-ı tabiîdir. Meselâ, hükmün me’hazı olan şe­ri­at kitapları melzum gibidir. Delili olan Kur’ân ise, lâzımdır. Muharrik-i vic­dan olan kudsiyet, lâzımın lâzımıdır. Cumhurun nazarı kitaplara temerküz ettiğinden, yalnız hayal meyal lâzımı tahattur eder. Lâzımın lâzımını nâdiren tasavvur eder. Bu cihetle, vicdan lâkaytlığa alışır, cumudet peyda eder. Eğer zaruriyat-ı diniyede doğrudan doğ­ru­­ya Kur’ân gös­terilseydi, zihin tabiî ola­­rak mü­şevvik-i imtisal ve mûkız-ı vicdan ve lâ­zım-ı zâtî olan kud­siye­te intikal ederdi. Ve bu sûretle kalbe meleke-i hassasiyet gelerek, imanın ihtaratına karşı asamm kalmazdı.Demek, şeriat kitapları, birer şeffaf cam ma­hiyetinde olmak lâzım gelirken, mürur-u zamanla, mukallitlerin hatâsı yüzünden pas­lanıp hicap olmuşlardır. Evet, bu kitaplar, Kur’ân’a tefsir olmak lâzımken, başlı başına tasnifat hükmüne geçmişlerdir. Hâcât-ı diniyede cumhurun enzarını doğ­ru­dan doğruya, câzibe-i i’câzile revnakdar ve kudsiyetle hâledar ve daima iman vası­ta­sıyla vicdanı ihtizaza getiren hitab-ı Eze­lînin timsali bulunan Kur’ân’a çevirmek üç tarikledir: Ya müellifînin bihakkın lâyık oldukları derin bir hürmeti, emniyeti tenkitle kırıp o hicabı izale etmektir. Bu ise tehlikedir, insafsızlıktır, zulümdür. Yahut, tedricî bir terbiye-i mahsusa ile kütüb-ü şeriatı şeffaf birer tefsir sûretine çevirip, içinde Kur’ân’ı göstermektir: Se­lef-i Müçtehidînin kitapları gibi, Muvat­ta, Fıkh-ı Ekber gibi. Meselâ, bir adam İbni Hacer’e nazar ettiği vakit, Kur’ân’ı an­lamak ve Kur’ân’ın ne dediğini öğrenmek maksadıyla nazar etmeli. Yoksa İbn Hacer’in ne dediğini anlamak maksadıyla değil. Bu ikinci tarik de zamana muhtaçtır. Yahut cumhurun nazarını, ehl-i tari­ka­tın yaptığı gibi, o hicabın fevkine çı­ka­­ra­rak, üstünde Kur’ân’ı gös­terip, Kur’ân’ın hâlis malını yalnız ondan iste­mek ve bil­­vasıta olan ahkâmı vasıtadan ara­maktır. Bir âlim-i şeriatın va’zına nisbeten, bir tari­kat şeyhi­nin va’zındaki olan halâvet ve câzibiyet bu sırdan neş’et eder. Umur-u mukarreredendir ki, efkâr-ı âm­me­nin bir şeye verdiği mükâfat, göster­di­ği rağbet ve teveccüh, ekseriya o şeyin ke­mâ­line nisbeten değildir; belki ona derece-i ih­tiyaç nispetindedir. Bir saatçinin bir allâ­me­den ziyade ücret alması bunu teyid eder. Eğer cemaat-i İslâmiyenin hâcât-ı zaruri­ye-i diniyesi bizzat Kur’ân’a müteveccih ol­sa idi, o Kitab-ı Mübîn, milyonlarca ki­tap­­lara taksim olunan rağbetten da­ha şe­dit bir rağbete, ihtiyaç neticesi olan bir te­vec­cühe mazhar olur ve bu sû­retle nüfus üzerinde bütün mânâsıyla hâkim ve nâfiz olurdu. Yalnız tilâvetiyle taberrük olunan bir mübarek derecesinde kalmazdı. Bununla beraber, zaruriyat-ı diniyeyi, me­sail-i cüz’iye-i fer’iye-i hilâfiye ile mezc edip, ona tâbi gibi kılmakta büyük bir hatar var­dır. Zira musavvibenin mu­ha­lifi olan tah­­tiecilerden biri der ki: “Mez­he­bim hak­­tır; hatâ ihtimali var. Başka mezhep hatâdır; sevaba ihtimali var.” Hâlbuki cumhur-u avam, mezhepte im­tizaç etmiş olan zaruriyatı, nazariyat-ı içti­ha­di­ye­den vâzıhan temyiz etmediğinden, seh­ven veya vehmen tahtieyi filcümle teş­mil edebilir. Bu ise, hatar-ı azîmdir. Ben­ce, tahtieci, hubb-u nefisten neş’et eden in­hisar zihni­yeti illetiyle malûldür. Ve Kur’ân’ın câ­mii­yetinden ve umum tabakat-ı beşere şü­mul-ü hitabından gafletle mesuldür. Hem tahtiecilik fikri, sû-i zan ve tarafgirlik hissinin menbaı olduğundan, İslam’da lâ­zım olan tesanüd-ü ervâh, tevhid-i kulûb, te­hâbbüb ve teâvüne büyük rahneler açmış­tır. Hâlbuki hüsn-ü zanla, muhabbet ve vahdetle memuruz. Bu meseleyi yazdıktan biraz zaman sonra, bir gece rüyada Cenâb-ı Peygamber Sallâllahu Aleyhi ve Sellem Efendimizi gördüm. Bir medresede, huzur-u saadette bulunuyordum. Cenâb-ı Peygamber bana Kur’ân’dan ders vereceklerdi. Kur’ân’ı getirdikleri sırada, Haz­ret-i Peygamber Sallâllahu Aleyhi ve Sel­lem Efendimiz, Kur’ân’a ihtiramen kı­yam buyurdular. O dakikada, şu kıya­mın, ümmeti irşad için olduğu birden ha­tırıma geldi. Bilâhare bu rüyayı suleha-yı ümmetten bir zata hikâye ettim. Şu suretle tabir etti: “Bu büyük bir işaret ve beşarettir ki, Kur’ân-ı Azîmüşşan lâyık olduğu mevki-i muallâyı bütün cihanda ihraz edecektir.”

Muhlis KÖRPE 01 Nisan
Konu resmiHz. Peygamber Sevgisinin Sanata Yansıması
Tarih

Ecdâdımızın efendimize sevgi ve say­gısı bir tutku hâlindedir. Medi­ne Müdafası, bizim atalarımızın pey­gamber sevgisinin önemli bir göster­gesidir! Peygamberlerini bağrına basan Müs­lü­manlar, O’nu bir gölge gibi takip et­miş, her söz ve hareketini kendileri için reh­ber edinmişlerdir. Mübarek ağız­larından çıkan her söz altın kıymetinde ka­bul edi­lip tespit edilmiştir. Sahâbe dediği­miz, Hz. Peygamber’i (Allah’ın salât ve selâ­mı O’nun üzerine olsun) Müslüman olarak dün­­ya gözüyle görüp, sohbet etme şerefine nâil olan arkadaşları yahut sadece O’nun ar­kadaşlarını görüp sohbet eden Tabiin ve sonradan gelenler müminler aynı iştiyak ve imanla peygamberlerine sahip çıkmış ve O’nu baş tacı etmişlerdir. O’ndan gelen her türlü bilgi büyük bir ihtimamla sonra­ki nesle aktarılmış; mümkün mertebe yazı­ya geçirilmeye çalışılmıştır. Hz. Peygamber (Al­­lah’ın salât ve selâmı onun üzerine ol­sun)’in sureti ve sîreti ile ilgili bilgiler de kayda geçirilmiştir. Bu bilgiler daha sonra­ki asır­larda Hilye-i Şerif yazımına kaynak­lık etmiştir. İlim adamları yanında sanatkârlar bu gü­zel insanı tasvir için bütün hünerlerini bir ibadet aşkı ve şevkiyle ortaya koymuşlardır. En güzel şiirler, naatlar Efendiler Efendisi için kaleme alınmaya çalışılmış, peygamber aşkını kaleme dökmek isteyenler en güzel yazılarını O’nun için yazmışlardır. İslâm sanatlarının en önde geleni olan hat sana­tı, peygamber sevgisinin en çok işlendiği sa­nattır. Hz. Peygamber özlemi, sevgisi ve say­gısı tablolara nakış nakış işlenmiştir. İs­­lâm, putlaştırılabilecek şahısların tasvi­rinden ka­çın­mış­tır. Bu sebeple yazı sanatı, olan­ca güzelliği ile peygamber sevgisini ölüm­süz­leştiren formları ortaya koymuştur.  Hat sanatında geliştirilen önemli form­ların başında “Hilye-i Şerif” gelmektedir. Hilye, kelime anlamı itibariyle “süs, zînet, güzellikler manzûmesi” anlamlarını ifade eder. Bu kelime anlamları yanında ıstılahta, Hz. Peygamber’in  (Allah’ın salât ve selâmı onun üzerine olsun) yaratılış güzelliklerinin anlatılması anlamına gelmektedir. Bir başka ifade ile Hilye, Efendimiz’in (Allah’ın sa­lât ve selâmı onun üzerine olsun) yazı ile anlatılmasıdır. Peygamber hasretinin gi­derildiği bu anlatımlar, Osmanlı’da levha formuna sokularak ve en sanatlı şekillerde yazılıp zînetlenerek evleri, konakları, câ­mi­leri, sarayları, medreseleri; insanların bu­­lunduğu her yeri süslemiştir. Hilye için, hilye-i şerif tabirinden başka, hilye-i nebevî ve hilye-i saadet tabirleri de kullanılmıştır. Hat sanatında hilye formu ilk defa Os­manlı’da XVII. Asırda ortaya çıkmıştır. 1642-1698 yılları arasında yaşamış olan Osmanlının ekol sahibi hattatı Hâfız Os­man Efendi, hilye metnini levha şeklinde yazan ilk hattattır. Bugün de yaygın ola­rak kullanılan formdaki hilye levhası, h. 1090/1679 tarihinden itibaren görülmeye başlanmıştır. Sonraki asırlarda, klâsik form dışında da pek çok hilye levhaları yazılmış­tır. Cepte taşınacak çapta küçük boydan, çok büyük boylara kadar her çeşit hilye levhası yazılmıştır. Meselâ, yakın zamana kadar Silivrikapı Bâlâ Camii’nde iken, bir yıl kadar önce Vakıflar Hat Sanatları Müzesine kaldırılan, hattat Hasan Rıza Efendi’nin sülüs nesih hilyesi, iki metreye yakın boyuyla herkesi büyülemektedir. Padişahlar, Müslüman bir beldeyi ziyaret­lerinde, beldenin önemli camiine hilye he­diye etmeyi şeref addetmişlerdir. Sultan V. Mehmed Reşad, Rumeli ziyaretine çık­tığında uğradığı Edirne’de Selimiye Ca­mii’ne, devrin önemli hattatı Hasan Rıza Efendi (1849-1920)’ye yazdırılan büyük boy bir hilye hediye etmiştir. Bugün de aynı kültürü yaşamak ve devam ettirmek isteyen insanların, evvelâ hz. Peygamber’i iyi okumaları ve tanımaları elzemdir. Kezâ, kendilerine O’nu hatırlatacak hilye levhası­nı evlerine, işyerlerine, ibâdet mekânlarına asmaları gerekir.      Hilye levhası, form olarak Başmakam, gö­bek, dört halife, âyet ve etek tabir adi­lan kısımlardan oluşmaktadır. Başma­kam’a Besmele yazılmıştır. Göbek kıs­mı­­na, genellikle Hz. Ali rivayeti hilye met­­ni yazılmıştır. Dört halife kısmına, Efendi­­mizin dört yakın arkadaşı, İslâm ha­li­feleri Hz. Ebûbekir, Hz. Ömer, Hz. Os­man ve Hz. Ali’nin isimleri sırasıyla yer almıştır. Bu kısma bazen, dört halife yeri­ne Peygamberimizin isimlerinden, ya­hut aşere-i mübeşşere (cennetle müjdelenen on isim)’nin isimleri eklenmiştir. Âyet kıs­mı­na yine genellikle, Enbiyâ sûresi 107. âyeti “Biz Seni ancak âlemlere rahmet olarak gönderdik” yazılmıştır. Bu âyetten başka Kalem sûresi 4. âyeti “Şüphesiz sen büyük bir ahlâka sahipsin”, bazen de “Sen olmasaydın, Sen olmasaydın âlemleri ya­ratmazdım” mealindeki hadîs-i kudsî’si den biri yazılmıştır. Hilye metnine Hz. Pey­gamber’in bütün isimlerinin, bazen de Esmâ-i hüsnâ’nın eklendiği de olmuştur. Etek kısmına ise hilye metninin devamı yazılmıştır. Hilyeyi yazan hattatın ismi ve tarih de bu kısımda bulunmaktadır. Bu ana formun dışında, çok değişik ve çe­şitli formlarda hilye yazıldığı gibi, kitapçık şeklinde hilyeler de tertip edilmiştir. Bu ri­sale şeklindeki hilyelere, hz. Peygamber’in yakın arkadaşları dört halifenin hilyelerinin de eklendiği olmuştur. Hilye’nin ana metni Arapça olarak yazıl­mıştır. Çok nadiren hilye metninin sadece tercümesi kullanılmıştır. Osmanlının son dönem önemli hattatlarından Bakkal Ah­med Ârif Efendi’nin böyle bir hilyesi ba­sılmıştır. Ârif Efendi vebâ duasını da hilye formunda yazmıştır.   Hz. Ali (ra) rivayeti olan hilyenin ana met­ninin manası şöyledir: “Hazreti Ali (Allah ondan râzı olsun), Hazreti Peygamber’i (Allah’ın salât ve selâmı onun üzerine olsun) şu ifadelerle anlatmaktadır: O (Allah’ın salât ve selâ­mı onun üzerine olsun), ne herkesin üs­tünden bakacak kadar çok uzun, ne de bakışları altında kalacak kadar kısay­dı; çoğunluğun biraz üstünde, orta ve ka­rarında bir boya sahipti. Saçları, ne kı­sa boğumlu ve kıvırcık ne de dümdüzdü; hafifçe dalgalı ve düzgündü. Yanakları, ne dolgun ve etli, ne de kemikleri açığa çıkacak kadar zayıf ve kuru idi; mübarek yüzleri, hafifçe değirmiydi. Rengi de, ha­fifçe kırmızıya çalan bir beyazlıktaydı. Gözleri siyah, kirpikleri de sık ve uzun­du. İri yapılı bir bedeni, sağlam ve güçlü kemikleri ve genişçe omuzları vardı. Bedeninde bulunan ince ve kısa tüyler, göğsünün ortasından yoğunlaşarak kar­nına doğru iniyordu. El ve ayakları, kı­vamında bir dolgunlukta ve kemal nok­tasındaydı. Yürürken, sanki yokuştan aşa­ğıya doğru inermişçesine önüne doğ­ru meyilli yürürdü. Yüzünü dönmek istediğinde, sadece başını çevirmez, bü­­tün bedeniyle birlikte dönerdi. İki omuz küreği arasında, peygamberlerin sonuncusu olduğunu gösteren “nübüvvet mührü” vardı. O (Allah’ın salât ve se­lâmı O’nun üzerine olsun), insanların sînesi en geniş olanı, lehçe yönüyle en doğru ve düzgün konuşanı, yaratılış ve fıtrat itibariyle en yumuşak tabiatlısı ve insanlar arasında, iletişimi en mükem­mel ve geçimi en kusursuz olanıydı. O’nu uzak­tan görenler bir nebze ürperti duyar ve heybetinden korku hissine kapılırlar­dı; ancak, O’nu yakından tanıma şerefine erenler ise, O’nu her şeyden daha çok se­ver ve yakınlık duyarlardı. O’nu anlatanlar, “ne O’nun öncesinde, ne de O’ndan sonra, O’nun bir benzerini görmedim” der ve hayranlıklarını ifade ederlerdi. Allah’ın salât ve selâmı O’nun üzerine olsun!”. Hilyeler, sülüs-nesih, muhakkak-nesih, sü­lüs-celî sülüs, celî sülüs-nesih, talik-celî talik, rik’a ve hatta kûfi hat ile yazılmış ve en güzel şekilde tezyin edilmeye çalışılmıştır. Her hattat Kur’ân-ı kerimle birlikte bir hilye yazmayı kendisi için şeref saymıştır. Aynı şekilde müzehhipler de, O güzeller güzelini anlatan levha için bütün hünerlerini ortaya koyarak, en güzel bezemeleri yapmışlardır. Geleneğimizde evlerde, konaklarda, cami­lerde ve işyerlerinde hilye bulundurmaya özen gösterilmiş ve bulunduğu yere bereket getirdiği, kötülüklere ve yangınlara karşı mu­hafaza sağladığına inanılmıştır. Onu oku­­yanların, Hz. Peygamber Efendimizin şe­faatine nâil olacağına ve O’nu rüyalarında göreceğine îman edilmiştir. Bu bir bakıma fiili bir dua kabul edilmiştir. Şüphesiz bu inanç işidir ve Hz. Peygamber sevgisinin bu tezahürünün, Yüce Yaratan tarafından geri çevrilmeyeceği ümit edilir. Yahyâ Kemal, Topkapı Sarayını ziyareti esnasında, Hırka-i Saadet Dairesi’nden gelen Kur’an sesini merak edip rehberine sorduğunda, bunun Yavuz Sultan Se­lim’in Mukaddes Emânetleri, Saray’a getirdi­ği 1517 yılından beri geceli gündüzlü, her saat kırk hâfız tarafından sırayla okunduğu cevabını alınca çok etkilenir. Saray’dan çıkıp Ayasofya Camii minaresinden ezan sesini de duyunca şu satırları yazar: “Gezintilerimde bir hakikati keşfettim. Bu devletin iki teme­li vardır: Fatih’in Ayasofya minâresinden okuttuğu ezan ki hâlâ okunuyor. Selim’in Hırka-i Saâdet önünde okuttuğu Kur’an ki hâlâ okunuyor.” Hz. Peygamberine îmânı ve sevgisi iliklerine kadar işlemiş olan bu milletin, Peygamberini her dakika hatırlamak için îcat ettiği hilye levhası, bugün de her Müslüman evinde, mâbedinde ve işyerinde bulunmalıdır.

Mustafa YILMAZ 01 Nisan