103. Sayı: "Yaz Kurslarında Dikkat Edilecek Hususlar"Bu Sayıyı Satın Al
Konu resmi"Ben Kral Değilim!"
İbadet

“Allah İbrahim’i Halilullah kıldı, onu kendine dost edindi. Musa’yı Kelimullah kıldı, onunla konuştu. İsa ise Ruhullahtır. Âdem de dediğiniz gibidir, Allah onu seç­miştir. Fakat dikkat ediniz, ben de Habibullahım. La fahre! Övünmek yok! Kıyamet günü livailhamd sancağını ben taşıyacağım. La fahre! Övünmek yok! İlk şefaat edecek benim. Övünmek yok! Cennetin kapısını ilk çalacak olan benim. Allah o kapıyı bana açacak ve ilk olarak beni oraya koyacak. La fahre!” Resul-ü Ekrem (sav) bir gün seçkin asha­bını kendi aralarında konuşurlarken bul­du. Onlar aralarında hayret ve hararetle önce­ki peygamberlerin faziletlerinden bahse­di­yorlardı. Onlara dedi: “Sözlerinizi ve hayretlerinizi işittim. Doğru­dur, Allah İbrahim’i Halilullah kıldı, onu kendine dost edindi. Musa’yı Kelimullah kıldı, onunla konuştu. İsa ise Ruhullahtır. Âdem de dediğiniz gibidir, Allah onu seç­miştir. Fakat dikkat ediniz, ben de Habibullahım. La fahre! Övünmek yok! Kıyamet günü livailhamd sancağını ben taşıyacağım. La fahre! Övünmek yok! İlk şefaat edecek benim. Övünmek yok! Cennetin kapısını ilk çalacak olan benim. Allah o kapıyı bana açacak ve ilk olarak beni oraya koyacak. La fahre!” O âlemlere rahmet, peygamberler incisi, gö­nüller sultanı efendimiz, dost ve düş­man­larının tasdikiyle bütün güzel huyları ve hasletleri üzerinde topladı. Hayatı boyunca hep en doğru sözlü oldu. Muhammedü’l-Emin oldu. Ahlaksızların işi olan hileye, yalana, yanlışa asla tenezzül etmedi. Öyle bir şeriat ve bir İslamiyet; öyle bir kulluk ve bir dua; öyle bir davet ve bir iman ile meydana çıktı ki, onun ne misli vardı, ne de olur. Ondan daha mükemmel ne bulunmuş, ne de bulunur. Onun elinde zuhur eden o şeriat; on dört asır boyunca coğrafyamızı adilane ve hak­kaniyet üzere idare etti. İnsanlık şu fitne-i ahir zamanda ona ve mesajına ne kadar muhtaç! Bize öğrettiği ve tebliğ ettiği bütün ibadet­lerde en ileride hep o oldu. Herkesten zi­yade takva sahibi olan oydu. En çok ibadeti o yapar, Allah’tan en çok o korkardı. Hz. Aişe validemiz derdi ki: “O kıyama kalktığında rükûu unuttu sa­nır­dım. Rükûa gittiğinde secdeyi, sec­de­ye kapandığında kalkmayı unuttu zanne­der­dim. Neden böyle kendini harap ettiğini sorduğumda, Allah’a şükreden bir kul ol­mayayım mı ya Aişe, derdi.” Hayatı boyunca fevkalade ve sürekli bir mü­cahede halinde, türlü sıkıntı ve dağda­ğalar içinde, Allah’a karşı kulluğun en ince sırlarına riayet etti. Efendimiz Asm, Kur’an’ın tabiriyle bizler için ‘Üsvetün hasene’ en güzel örnekti. O Habibullahtı. Allah’ın sevgilisiydi. Dün­ya yaratılalı beri hiç kimse onun kadar sevilmedi. Nasıl sevilsin ki! Bütün kalpler onun elinde olan Âlemlerin Rabbi ona “Habibim!” de­di. O onu sevdi, cümle âlem onu sevdi. Ve nasıl sevilmesin ki! Bütün âlemler o Sultan-ı Levlak’in yüzü suyu hürmetine yaratıldı. Allah onu sevdi, beraberindekileri de sevdi. Şöyle buyurdu gönüllerimizin sultanı: “Cenab-ı Hakk bütün mevcudata baktı ve içlerinden beni seçti. Sonra tekrar baktı ve ashabımı seçti. Ve onları bana arkadaş kıldı.” Onların hiçbiri tesadüfen asr-ı saadette, o kutlu asırda dünyaya gelmediler. Çünki tertib-i mahlûkatta tesadüf yoktur. Hic­retin o heyecanlı günlerinde mağara arka­daşı, ahir ömrüne dek yoldaşı olan Hz. Ebubekir (ra) tesadüf değildir. Efendimizin “Benden sonra bir peygam­ber daha gelseydi o olurdu” dediği ada­let timsali Hz. Ömer, meleklerin bile ken­disinden hayâ ettiği Hz. Osman, “Ben il­min şehriyim, o ise kapısıdır” buyurduğu şah-ı velayet Hz. Ali Efendilerimizin o asırda, hemen peygamberimizin dizi di­binde dünyaya gelmeleri tesadüf müdür? Anne babalarımızı, dünyaya geliş yeri ve zamanını biz belirlemedik. Cenab-ı Hakk başlangıcı olmayan ezeli ilim ve hikmetiyle hepimizi şu kâinata hep hikmetli bir tertip ile yolladı. Hiçbirimize dünyaya gelirken sormadı, giderken de sormayacağı gibi. Efendimiz (sav) dünya işleri için kimseye kız­mazdı. Kendi şahsı için öfkelenmez, af­fet­meyi sever ve intikam peşinde koş­mazdı. Konuştuğunda ne fazla, ne de eksik söz kullanırdı. Daima düşünceliydi, susması konuşma­sından uzun sürerdi. Kimseyle çekişmezdi. Hayatı boyunca kim­se onu sokakta biriyle çekişirken görmedi. Sıkıntılı hallerinde kabalaşmaz, bağırmazdı. Hoşlanmadığı bir şey hakkında susardı. Kimsenin sözünü kesmez, konuştuğu kim­se sözünü tamamlamadıkça onun sözünü yarıda bırakmaz veya gitmek üzere ayağa kalkmazdı. Yanında en son konuşan kimseyi, ilk önce konuşan gibi dikkatle dinlerdi. Biri kulağına eğildiğinde onu dinler, o ba­şını çekmedikçe mübarek başlarını çek­mezlerdi. Birisiyle konuşurken yüzünü başka tarafa çevirmezdi. Herkesin anlayacağı dilde, tek tek, tane tane konuşurdu. Öyle ki Hz. Aişe validemizin dediği gibi, eğer biri o konuştuğunda ke­limelerini saymak istese sayabilirdi. Boş şeyler ile uğraşmazdı. Kendinden bir şey bekleyen, ümit eden kişiyi, umduğunda umutsuzluğa düşür­mezdi. Elini tutan kişi elini salıvermeden, kendi­leri katiyen salmazlardı. Önce o selam verir, musafahaya önce o başlardı. Ziyaretine gelenlere ikram eder, çok defa elbisesini altlarına sererdi. Bazen de al­tında­ki minderini verir, oturması için işa­ret ederdi. Dostlarını sık sık ziyaret eder, onlara la­tifeler yapardı. Sahabelerine, “Dünyada garip bir kimse ya­hut bir yolcu gibi olun” derdi. Fakir, zengin ayrımı yapmaz, dostlarını zenginliğine göre değerlendirmezdi. Sade ve temiz kıyafetler giyer, gösterişten hiç hoşlanmazdı. Her zaman olgun davranırdı. Yürürken beraberindekilerin önünden yü­rümezdi. Bizler, kadına ve kız çocuğuna yönelik en çirkin örneklerin yaşandığı cahiliye ka­ranlıklarını, onlara verdiği değer ile ay­dınlatan, asr-ı saadeti tesis eden bir pey­gamberin ümmetiyiz elhamdülillah. Bir gün “Beni nasıl seviyorsunuz, ey Al­lah’ın Resulü?” diyen sevgili eşine tebessüm ederek “İlk günkü gibi ya Aişe, kördüğüm gibi!” diye cevap vermişti. Efendimiz (sav) çocukları çok sever, on­larla arkadaş olur ve sohbet ederdi. On­lara şakalar yapar, hastalandıklarında zi­ya­retlerine giderdi. “Çocuğu olan onunla çocuklaşsın” derdi. Hz. Enes’in küçük kardeşi Ebu Umeyr’in bir serçesi vardı. Ona takılır ve kafiyeli bir şekilde “Ya Eba Umeyr, ma feale’n nugayr?” “Ey Ebu Umeyr, küçük serçen napıyor?” diye takılırdı. Ve bir gün ser­çesi öldüğünde çok üzülen o çocuğun ta­ziyesine giderek, “Haklısın, insan kuşu ölünce üzülür” diye teselli etmişti. “Bir baba çocuğuna güzel ahlaktan daha değerli bir miras bırakamaz” derdi. Kendisi için ayağa kalkılmasını sevmezdi. Kendi işini kendi yapardı, kimseye yük ol­mazdı. Bulunduğu mecliste ayrıcalıklı bir yere oturmazdı. Bir gün devesinin üzerinde iken değneğini yere düşürmüştü. Yanında gözünü kırpma­dan hayatını feda edecek sahabeleri varken, devesini çöktürüp değneğini yerden aldı. Ashabı, “Anam babam tatlı canım sana feda olsun ey Allah’ın Resulü, neden bize haber vermediniz?” dediklerinde, “Kişinin kendi işini kendi görmesi kendine daha layıktır” demişti. Sıradan değildi ama sıradan insanlar gibi yaşardı. Şair onun hakkında şöyle demişti: Muhammedün beşerun, la kel beşer / Bel hüve kel yakuti beynel hacer Hz. Muhammed (sav) bir insandır, fakat pek de diğer insanlar gibi değildir/Öyle ki o, taşların arasında bulunan bir yakut gibidir. Ashabı, “Biz onun kadar çok tebessüm eden bir kimseyi hiç görmedik” derdi. Onun gülmesi tebessümdü. Tebessüm onun sünnetiydi. Hz. Ali Efendimiz derdi ki, “Onu ilk gö­ren onun mehabetine kapılır, heybetinden ürkerdi. Ama onu bir tanıdı mı, ona âşık olurdu.” Bir keresinde yanına bir adam girmiş ve heybetinden korkmuştu. Ona, “Kendine gel, korkma! Ben kral değilim. Ben ku­rutulmuş et yiyen Kureyşli bir kadının oğluyum” demişti. Sadece onun mübarek simasını görmekle, “Şu simada yalan yok, şu yüzde hile olamaz!” diyen mü’minleri vardı. Hz. Aişe’nin dediği gibi “Hulukuhü’I-Kur’an”, onun ahlakı Kur’ân ahlakı idi. “Küçüklerimizi sevmeyen, büyüklerimizi saymayan bizden değildir” derdi. Sahabe-i Güzin o konuşmaya başladığında, başlarında bir kuş varmış ta, küçük bir harekette uçacakmış gibi, tek kelimesi­ni kaçırmamak için boyunlarını uzatarak din­lerlerdi. Ancak o sükût buyurduğu za­man konuşurlar, onun yanında sözü çekiş­tirmezlerdi. En iyi bildikleri soruyu bile kendilerine sorsa, akıldânelik yapmaz, “Allahu ve re­sulühü a’lem” “Allah ve Resulü daha iyi bilir” derlerdi. Sadece ashabı değil, bütün ümmeti onu hep tek önderi bildi, hayatının tek rehberi bildi. Şair Nâbî bir gün devlet ricaliyle beraber hacca gitmişti. Medine’ye yaklaştıklarında son konaklama yerinde ayağını Medine istikamete doğ­ru uzatarak uyuyakalan bir paşayı gören Nâbî, bu dikkatsizlikten ve özensizlikten müteessir oldu ve onu ikaz etmek maksa­dıyla oracıkta ilhamen kalbine doğan şu naatı okudu: Sakın terk-i edebden, kûy-u mahbûb-u Hudâ’dır bu Nazargâh-ı İlâhî’dir, Makâm-ı Mustafâ’dır bu  ... Mürâât-i edeb şartıyla gir Nâbî bu dergâha Metâf-ı kudsiyândır, busegâh-ı enbiyâdır bu (Burası, Cenab-ı Hakk’ın nazar ettiği, büyük meleklerin etrafında pervane gibi döndüğü, peygamberlerin eğilip eşiğini öptüğü, Hz. Mustafa’nın makamıdır. Buraya edebe dik­kat etmek şartıyla gir.) Naatı işiterek toparlanan Paşa mahcup ol­du ve Nâbî’den bu şiiri başkasına okuma­masını rica etti. Kafile sabah namazı vaktinde Medine’ye var­dığında minarelerden bu naatın okundu­ğunu işittiler. Namazdan sonra müezzini bularak hadiseyi anlamak istediler. Müezzin baştan bir şey söylemek istemese de muhataplarını tanıdıktan sonra: “Bu gece rüyamda (sav) Efendimizi gördüm. ‘Ümmetimden Nâbî isimli bir şair, beni ziyarete geliyor’ diyerek bu naat-ı şerifi okumamızı emir buyurdular.” deyince bu iltifat-ı Nebeviyeyi işiten Nâbî sevincinden düşüp bayıldı. Öyledir! Âlemlerin yüzü suyu hürmetine yaratıldı­ğı, âlemlere rahmet Efendimizin iltifatına mazhar olmak, bir faninin mazhar olabi­leceği en büyük devlettir. O bize bir kez nazar-ı muhabbetle baksa, bir kez bize “Ümmetim!” dese, bizden hoş­nud olsa, bu iltifat bize dünyada da yeter, âhirette de yeter. Ya Rab! Âlemlere Rahmet (sav) Efendimiz şöyle demişti: “Ben ayrılıp yürüdüğümde, size istiğfarı bı­raktım. Ben, size karşı bir emanım. Ben ümmetimin yarısının cennete girmesiyle şefaat arasında muhayyer bırakıldım. Ama ben şefaati tercih ettim. Çünki o daha geniştir. Şefaatimi yalnız takva sahipleri için san­mayın. O aynı zamanda günahkârân-ı üm­metim içindir.” Namütenahi şükürler olsun ki Allah bizi böyle bir peygambere ümmet kıldı. Bugün insanlık âlemi onun mesajına ne kadar muhtaç! Suriye’de, Irak’ta, Filistin ve Gazze’de, Arakan’da, keza Doğu Türkistan ve Keş­mir’de, Libya’da ve maalesef Yemen’de sıkıntı içinde olan kardeşlerimiz ve bizler, hepimiz, onun bize getirdiği nur ekseninde birlik ve beraberliğe, kardeşlik ruhuna ne kadar muhtacız! Cenab-ı Hakk’dan niyaz ediyoruz ki, biz­leri tek bir ümmet, tek bir millet olarak tanımlayan âlemlere rahmet Efendimiz  (sav) hür­metine, yine onun şerefine bizlere bir­lik ve dirlik versin. Bizleri sahabe-i kirama küçük birer kardeş eylesin. Bizlere tekrar asr-ı saadete benzer kutlu bir asır ihsan etsin ve onun şefaatine mazhar eylesin. Âmin.

Ali KURT 01 Haziran
Konu resmiZaman Şeridi Salise ve Aşirelerde Çekilen Resimler: Zamanın Durdurulması
Risale-i Nur

Zaman çok esrarlı bir kavramdır; henüz ne olduğu tam açıklanamamakla birlik­te bazı özellikleri keşfedilmiştir. Risale-i Nur’da bir­çok meselenin izahı zaman kav­ra­mı ve onun değişik özelliklerine dayandı­rılarak ya­pılmaktadır. Daha önce Miraç mevzu­sunda zamanın izafi hususiyetleri göz önü­ne alınarak Miraç risalesinde geçen mül­hi­din sualinin cevabı irdelenmişti. Mi­raç ri­sa­lendeki ifadesiyle izafiyetin anlamı: “De­mek oluyor ki, bir zaman-ı vâhid, iki şahsa nispeten, birisine bir gün, birisine de bir sene hükmüne geçer.”   Risalelerde Geçen Zamanın Hususiyetleri Bu yazımız da zamanın risalelerde geçen başka hususiyetlerine atfen hazırlanmıştır.  Mesela zamanın film şeridindeki resimleri sayan hususiyeti:  “Senin hayalin ve zaman, ikisi de sinema şeritleri gibi, sana o temâşâ lezzetini idame ettirmekle beraber… (32. Söz)”  Aynı özellik onuncu sözde: “Zaman bir ip, bir şerittir ki, o Sani-i Zülcelâl her sene bir başka âlemi ona takıp gösteriyor. O taktığı âlemin içinde üç yüz altmış tarzda muntazam suretlerini tecdit ediyor... Bir ip, bir şerittir ki, o Sani-i Zülcelal her sene bir başka alemi ona takıp gösteriyor.” Fakat bu şerit olma özelliği sınırlı bir çerçevede belki insanın müşahede dairesinde geçerlidir.  Zira kader risalesinde olan ikaza dikkat edersek: “Belki ezel; mâzi ve hal ve istikbali birden tutar, yüksekten bakar bir âyine-misâldir.  Öyle ise, daire-i mümkinat içinde uzanıp giden zamanın mâzi tarafında bir uç tahayyül edip, ona ezel deyip, o ezel ilmine, eşyanın tertip ile girmesini...” Zaman kavramına ağırlık vererek aşağıda­­ki Risaleden alıntıları okumaya devam ede­lim. Zamanın inkıraza, bozulmaya neden olması yani mazi ve müstakbelin durum­ları, zamanın tek yöne akması teknik ta­birle termodinamiğin ikinci kanunu olan entropi meselesiyle alakadar: “Evet, dünyaya zaman girdiği için, gece ve gündüz, o saat-i kübrânın saniyelerini sayan iki başlı bir mil hükmündedir. Sene, o saatin dakikalarını sayan bir ibre vaziyetindedir. Asır ise, o saatin saatlerini tadat eden bir iğnedir. İşte, zaman, dünyayı emvâc-ı zevâl üstüne atar. Bütün mazi ve istikbali ademe verip yalnız zaman-ı hazırı vücuda bırakır (25. Söz 3. Şule).”  Kader risalesinde ise zamanın bu özelliği şöyledir: “Hayat zannettiğin hâlât, yalnız bulunduğun dakikadır. O dakikadan evvel bütün zamanın ve o zaman içindeki eşya-i dünyeviye, o dakikada meyyittir, ölmüştür. O dakikadan sonra bütün zamanın ve onun mazrûfu, o dakikada ademdir, hiçtir. Demek güvendiğin hayat-ı maddiye, yalnız bir da­kikadır. Hattâ bir kısım ehl-i tedkik, ‘Bir âşiredir belki bir ân-ı seyyaledir’ demişler.”   Üstadın bahsinde bulunduğu aşireler ar­tık faraziye değil gerçekliktir. Yani, insanın idrakinin çok ötesinde olan an-ı seyyalede belki aşirede teknolojinin ulaştığı kada­rıyla neler olup bittiğini bu yazıyla verme­­ye çalışacağız. Zamanın tek yöne akış özel­liği ise 33. mektubun 24. Penceresinde ga­yet veciz beyan edilmektedir: “Şu mahlûkat, izn-i İlâhî ile, zaman neh­rinde mütemadiyen akıyor, âlem-i gaybdan gönderiliyor, âlem-i şehadette vücud-u za­hirî giydiriliyor, sonra âlem-i gayba mun­tazaman yağıyor, iniyor. Ve emr-i Rabbani ile mütemadiyen istikbalden gelip hale uğ­rayarak teneffüs eder, maziye dökülür.” Daha önceki eğitim meselesi yazımızda tanıdığımız Prof. Eric Mazur’un ‘Zama­nı Durdurmak!’ başlıklı konuşması tam da yu­kar­daki mevzuları açıklayan, çok göz açıcı hakikatleri ihtiva eden bir ders­tir. Bu konuşmasının bir kısmını okuyu­cularımızın dikkatine sunarak miraç ri­sa­lesinde geçen zamanın dilimlerine ait mevzuların nasıl araştırma konusu oldu­ğunu da uzmanından öğrenme fırsatı bu­lacak ve bu mevzuda fizik ilminin iha­ta­sını göreceksiniz. Mevzu şu: “İnsanın ha­reketinden, güllenin hareketinden, savt­tan, zi­yâdan, elektrikten, ruhtan, hayalden tezâhür eden sürat-i harekâtta bir mikyas ol­mak için… Birisi altmış defa daha geniş bir daire içinde saniyeleri, diğeri yine altmış defa daha geniş bir dairede saliseleri ve hakeza ra­biaları, hâmiseleri, sâdise, sâbia, sâmine, tâ­sia, tâ âşireleri sayacak gayet muntazam, azîm bir dairede birer ibre farz ediyoruz.(31.Söz)”  Prof. Mazur, liste sonunda Üstadın Aşire dediği yukarıda zikredilen zaman dilim­leri hakkında fiziğin geldiği safhaları izah etmektedir. Ayrıca çok hızlı olup biten şey­lerin resminin nasıl çekildiğini detaylı ola­rak vermektedir. Bizler aslında bu resim çekme işinin çok esaslı/ihatalı olduğunu Risale-i Nurdan biliyoruz: “Belki, vücutta kısa bir zaman toplanıp, matlup bir vaziyet alıp; ta suretleri alınsın, timsalleri tutulsun, manaları bilinsin, neticeleri zapt edilsin. (10. Söz 5. Esas).” Kısa kelimesine ayrıca dikkat edersek bunun ne kadar izafi/nisbi bir şey olduğunu göreceğiz. Üstadın zaman için hülasasını da not edelim: “İşte, zaman, çünkü harekâtın bir rengi, bir levni, yahut bir şeridi hükmünde olduğundan, harekâtta cari olan bir hüküm, zamanda dahi caridir. (31.Söz)”  Prof. Mazur’un aşağıda aktarılan görüşleri konuşmasından deşifre olduğu için bire­bir tercüme olmamıştır ve sadece okuyu­cunun ilgisini çekecek kısımlar alınmıştır.  Mesela künhünü bilmedikleri zaman için t harfini temsilci yapıp yoluna devam eden ilim adamları için, dürüst bir itirafını duyacaksınız. Buradan isterseniz “Elektrik namını verip, tenvirdeki harika mucize-i kud­reti adileştirmekle ve malûm bir şey­miş gibi "elektrik kuvveti" diye bir isim takmakla…” bahsinde geçen adileştirmek­te ve isim takmaktalar diye düşünebilir veya adamlar bahçeye girmiş ancak bazı dallara kolları ancak yetişebilmiş de diyebilirsiniz.  Veya ‘nasıl ki bismillah lafzındaki b harfi ne acayip manalara zarf olmuş’  mealinde geçen bahse de benziyor diye düşünebilirsiniz. Aşira/Salise Dilimlerinin Onluk Sistem­de Rakam ve Mertebe Değerleri Fenni çalışmalarda rakamlar üstel ola­rak gös­terilirler. Onluk basamakların üstel tem­­­siliyle çok değişik ölçekleri görmek müm­­kün­dür; gramla binlerce kiloyu aynı te­ra­zi ile tartmak gibi.  Mesela  3 tane on sayısını yan yana çarpmak demek yani binler basamağından bahis ediyoruz.  10 milyonluk basamak gibi. Öte yandan ise bir bölü 100 yani 0,01 veya  ise 0,0001 olur, yani virgülden sonra 2 veya 4 hane kaymak demektir, ilkokul beşinci (?) sınıf matematik kitabına bakılabilir.  Yandaki tabloda Üstadın 60’lık dilimlere dayanan birimlerin hangi mertebede ol­duğu ve bu günkü teknik tabirleri veril­mektedir. Ayrıca her zaman sayıları kü­su­ratıyla karşılaştırmak yanıltıcı olabilir onun yerine mertebe olarak kıyaslama daha sağ­lıklı olur; mertebe için misal 6 veya 11 sayı­larının mertebesi 10 iken 70 sayısınınki 100 mertebesindedir. Bu tabloyu baştan in­ce­lemekte fayda var ve yazıyı okudukça tekrar başvurulabilir. İsteyenler verilen adresten konuşmanın ta­mamını dinleyebilir hatta bazı açıklamalar için animasyonları da görebilir.  Bu konuş­ma Risale-i Nur’u daha iyi anlamamıza vesile olacak çok güzel hakikatleri aktar­mak­tadır; sabırla okumanızı tavsiye ederim. Prof. Mazur ’Un Zamanı Durdurmak Başlıklı Konuşması “Ailem bana doğduğumu söylediler; onlara inanmamam için hiçbir sebebim yoktu.  Çok küçüktüm. İtalya’ya yaptığımız geziyi güçlükle hatırlıyorum. İçimdeki saatin za­man akışı yeknesak değildir; hariçteki yeknesak akan takvimle aykırılık arz eder.  Hafızam bu güne yaklaştıkça daha iyi ça­lış­maktadır: Amerika’ya gümrükten geçerek gelişimi hatırlıyorum. Buraya seminer için gel­diğimi ve neticede konuşmaya baş­ladı­ğımı gayet iyi biliyorum. Gelecek önümüz­dedir ve onu hayal edebiliriz. Birazdan, 3 saat sonra (şaka!) bu konuşmam bite­cek.  Fakat gelecek hakkında uzakları göre­mi­­yorum, hayalimle çok net bir resim çi­ze­mi­yorum, çok belirsizlikler var. Size de­de­min dedesinin resmini gösterebilirken, toru­nu­mun torununun ve onunda torunun res­mi­ni gösteremem. İşte zaman tek yönlü ak­maktadır, yani geçmişten şimdiki za­man üzerinden geleceğe akmaktadır, geri­ye dönüş veya arada mola verecek durak­lar yoktur. Acaba şuurumuz ve hayali­miz bize hayatın durdurulamayan hadiseler sil­­silesi olduğunu mu düşündürüyor? H.G. Well’in zaman makinesi kitabındaki yaş­lı adam kendinin genç haliyle konuşan resmini ha­tırlayınız. Bu mümkün mü, yani geçmişe yolculuk yapıp bazı hatalarımızı düzeltmek olabilir mi? Bu yapılırsa, en değerli inan­cımız olan mantık ve nedensellik ilkesini altüst etmiş oluruz. Dolaysıyla geçmişi de­­ğiştirmek imkânsızdır. Peki ya gelecek?  Ha­diseler geleceğin içinde var da, zuhur etme­yi mi bekliyor? Nefesinizi boşuna tut­­mayın, size gerçekten cevap vermeyi is­ter­dim. Fizikçiler bu suallerden kaçar­lar; nihayetinde felsefe bölümünde çalışan mes­­­lek­­taş­larımızı işsiz bırakmak da istemi­yoruz. Zaman Kavramı/Özellikleri Zaman kâinatta olan en büyük muamma olmasına rağmen, fizikçiler onu basitçe t harfinin içine gömmüşlerdir. İşte benim anlatacağım konu bu t harfidir! Bu t ile temsil edilen zaman ne demek? Fizikçiler maalesef her yerde t’yi kullanmasına rağ­men ona karşı çok gevşek/serbest tutum almaktalar. Fizik temel ders kitapları za­manı tanımlamazlar bile. ‘Zaman, işte za­mandır.’ derler. Aristo zamanın gerçek bir varlığı yoktur demiştir. Ona göre zaman sadece hareketin bir ölçüsüdür, yani peş peşe anlık çekilen resimlerin çerçeve sayıcı­sı gibidir, yani herhangi bir film şeridinde­ki ardışık resimlerin sırayla gösterilmesi gibi. Çoğumuzun umumiyetle zamandan anladığı da budur. Lakin filmi geriye oyna­ta­bilir üzerinde değişiklikler ya­pılabilir­ken, va­kıadaki zaman film şeridinde bunlar ya­pı­lamaz. Evet, zaman geçmişten geleceğe ge­riye dönüşü olmayan tek yönlü bir yol­dur. Eğer zaman geriye alınabilseydi dur­gun dere kenarında suya bir taş atarak oluşturduğumuz dalgalar; geriye dönerek taşın düştüğü noktada toplanarak harika bir şekilde düşen taş geriye fırlayarak elimize gelecekti. Tecrübelerimiz böyle bir hadi­senin vukua gelmediğini göstermektedir, dolayısıyla zamanın akışı tek yönlüdür.  Fa­kat Fizik kanunlarının kendi içyapıları t’nin geriye sarılabileceğini ima etmektedir.  Zamanın bu tek yönlü oluşunu sadece ter­modinamiğin ikinci kanunu sınırlamak­ta­dır; bu kanun olmasaydı zamanda geriye dönüş olabilecekti. Fizikte mutlak zamandan ziyade zaman aralığı, yani iki hadise arasındaki süre kul­lanılır.  Ayrıca zaman insan tecrübesiyle de çok sıkı alakası vardır.  Canlıların, dünyanın dönmesiyle çok sıkı irtibatı olan çeşitli iç saatlerinin var olduğu bilinmektedir; de­niz­­kestaneleri ve denizyıldızları örne­ğinde olduğu gibi. Mesela bir belgeselde­ki deniz­kestaneleri filmini normal hızla izlerseniz denizkestanelerinin nebat oldu­ğunu sanırsınız. Eğer filmi hızlandırarak, yani 1 saatlik dilimi 1 saniyede izlerseniz denizkestanelerinin toplanarak bir av ya­kaladıkları ve aynı ordunun askerleri gibi avı yedikten sonra ayrıldıklarını görürsü­­nüz.  Yine aynı hızlı gösterimle denizyıldızlarına baktığınızda, bu hayvanların çok sosyal olduklarını birbirlerini kucakladıklarını gö­­re­ceksiniz. Buradan biri diğerinin neti­cesi olan iki nükte çıkarabiliriz: Kendi his­settiğimiz saatin tik tak hızından çok farklı ölçekte olan hadiselerin gerçekte farkında değiliz! İşte bu müşahede ettiğimiz saatin tik tak hızını değiştirebilirsek, kendimi­ze yenidünyaların kapısını açmış olacağız.  Yavaş olan şeyleri görmek için saatimizin tik tak hızını yavaşlatırken, çok süratle meydana gelen hadiseleri tefrik etmek için saatimizin bu hızını artırmamız lazımdır. Zamanın Küçü(cü)k Dilimlerine İnilmesi 19. Yüzyılda fotoğrafçılığın bulunması bu alanda ulaşılan önemli bir adımdır. İnsa­nın görme tepkisinin sınırları üstünde olan, çok çabucak gerçekleşen ve ses üstü hızla giden mermi resminin çekilmesi çok önemliydi. Yandaki siyah beyaz resim, böy­le acayip hızla giden bir merminin (ortadaki beyaz silindir) kısa bir müddet içindeki halini gösteren ve o müddet içinde hareketli merminin zamanını donduran bir kesittir. Resme bakıldığında, aynı denizi yararak giden geminin önünde oluşan dalgalar ve arkasında oluşan türbülans gibi, mermide de ucundaki havada oluşan şok dalgaları ve arkasındaki havanın çalkantısı resimde açıkça gözükmektedir. Normal insan gözünün bu dalgaları ve çalkantıyı görmesi mümkün değildir. Zira mermi hareketi çok kısa bir süre içinde olup bitmektedir. Bu resim çok kısa süren bir flaş patlatılarak çekilebildi. Bugünkülere nispetle, o tarihteki flaşları gayet zayıf ışık veren fotoğraf makineleri elbette çok geriydi dolayısıyla daha da düşük sürelere inilemedi. Dünyaca ünlü teknik üniversite MIT elektrik mühendisliğinde profesör olan Harold Edgerton, daha da küçük sürelere inerek birbirinden acayip resimler çekti. Edgerton, stroboscope adı verilen, bir kim­senin veya bir şeyin hareketlerini incele­mek için kullanılan kısa süreli aralıklarla ışık veren aleti geliştirdi. Siyah beyaz re­sim­de, Edgerton mermiyle patlatılan ba­lo­nun resmini, balonun buruşmasına va­kit kalmadan çekebilmiştir. Edgerton ku­la­ğını mermiden çıkan ses nedeniyle kapatmaktadır. Yanda ise mermi kartı yara­rak geçiyor ama kartın üst kısmı henüz düşecek zamanı bulamadan re­sim çekilmiştir. Bu resimler fotoğraf makina­larının flaş zaman ayarı, mermi ateşlenir ateşlenmez çıkan sese duyarlı mikrofona bağlanarak karanlık odada çok kısa sü­ren bir flaş patlatılarak elde edilmişti. Ed­gerton böylece daha da küçük zaman ölçeğine inerek bu fotoğrafları çekebildi. Yani sa­ni­yenin 1 milyonda birine inilebildi (1 mik­ro-saniye, Üstadın tarifiyle bu yukar­da­ki tabloya göre 2 hamisedir. İ.P.). Bu kü­çük dilimi insanın idrak edeceği zaman dilimine genişletirsek (saniyenin milyonda biri 1 saniye olsa), eski 1 saniyemiz iki hafta kadar sürecektir/uzayacaktır.  Bu gelişmeler zamanın çok küçük dilimine nüfuz ederek dondurmaktır. Tabiatta Zuhur Eden Zaman Ölçekleri Tabiatta zuhur eden farklı zaman ölçekleri nelerdir? Bunun için sayıların onluk basa­maklarında yukarı ve aşağıya doğru seyahat ederek fikir edinebiliriz. Zamanı temsil eden t’yi saniye birimiyle ölçüyoruz; me­sela insanın ortalama tepki süresi 0,1 saniye veya kalp atış aralıkları nerdeyse 1 saniye mertebesindedir. Fikir vermesi açı­sından, bazı tipik süreleri mertebe olarak listeleyebiliriz (yuvarlak rakamla 7 ye 10 mertebesinde diyebiliriz veya 1 dakika 100 saniye mertebesi gibi. İ.P.). Mesela 1 sa­niyede ışık yerden aya gidebilmektedir; 10 saniyede 100 metrelik koşu yarışı sürmektedir; 100 yani 102 saniye 1 dakika mertebesinde;yani 1000 saniye ner­deyse 17 dakika olup ışık güneşten yere gi­dip gelmektedir.  saniye 24 saat/1-gün eder,  saniye 3 yıl olup ışık en yakın yıldıza ulaşmaktadır.  saniyede ışık yerden samanyolu galaksimizin merkezine gider.  saniye sonra en yakın galaksiye ışık gider.  saniye güneş sisteminin yaşı olup  saniye ise evrenin yaşı mertebesindedir.  Saniyenin altına inildiğinde ise, 0,1 saniye insanın tepki zamanı, 0,001 yani  saniyede (salise mertebesi) sinek kanadının çırpma süresi, saniye şimşeğin çakma süresi (rabia mertebesi), merminin camdan geçme süresi (rabia), saniye (hamise mertebesinde) Edgerton’un fotoğraf ma­ki­nesi flaşının patlama süresi, saniye bir bitlik (byte, sadise mertebesi) bilginin bilgisayar hafızasına yazılması, saniye (nano-saniye olup, samime mertebesi) bilgisayar çipinin tik takı, saniye (tasia mertebesi) su ve oksijen gibi moleküllerin kendi eksenleri etrafında döndüğünde bir devrinin süresi ve  saniye (tasia) ise molekülün titreşme süreleridir (molekül içindeki atomlar dö­nerken aynı zamanda atomlar bir birine yaklaşıp uzaklaşarak ihtizaz ederler. 32. Söz haşiyeye bakınız. İ.P.). Fiziğin inebildiği en kısa süre ise saniye femto-saniye (aşire) olup (nano-saniyenin milyonda biridir) ışığın nerdeyse durduğu bir andır, yani ışık ancak yan yana 100 atom genişli­ği kadar gidebilmektedir. Bu gözümüzün has­sas olduğu ışıklarla inilen derinliktir, gö­rün­meyen ışıkla otto-saniye () mertebesine kadar derinlere inilmiştir. Aşira/Femto Saniye Ölçeği ve Işığın Maddeye ‘Hakim’ Olması Yukarda çekilen fotoğraflar önce saniyenin binde birinin tefriki/çözünürlüğüne ulaşıldı sonra da milyonda bir çözünürlüğe ulaşıldı.  Bundan birkaç on yıl önce inilebilen en küçük zaman dilimi bu sınırdaydı. Lakin lazerlerin bulunması ve kabiliyetlerinin ge­liş­ti­rilmesiyle daha küçük zaman dilimlere inme imkânı doğdu. İlk yapılan Ruby la­zer 10-8 saniye (10 nano-saniye) pulse/atma (nabzımız kalbin atışları pulse için güzel bir örnektir) müddeti vardı yani 10-8 saniyelik süren bir lazer ışığı (pulse olarak) gelmekteydi veya pulse peş peşe gönderilerek pulse treni oluşturulabilir.  Bu daha önceki saniyenin milyonda bir sı­nırın 100 kat altındadır. Son 40 yıl içinde bu pulse/atma süreleri bin kattan da mil­yar daha küçük ölçeklere kadar ulaşıldı.  Görünen ışık için bu femto-saniye tabir edilen, yani saniyenin milyonda birinin milyarda birinin altına düşen ölçek saniye (aşira). Evet, maviden kızıla kadar yedi renk (elvan-ı seba) için inilen ölçek: Edgerton’un milyonda birinin tam milyar kez daha küçüğüydü. Femto-saniye (aşira) veya biraz altında ışık kendi ihtizazını 1 veya 2 kere ancak tamamlar (normalde şehir şebekesi saniyede 50 kere titreşirken, cep telefonu saniyede milyar kez titreşen elektromanyetik dalgalarla çalışır, ışık ise 1 saniyede milyon kere milyar defa kere titreşir. Fakat femto-saniye/aşira süresinde ışık ancak bir iki kez ancak titreşir. İ.P.).  Bu kısa süre içinde yayılan ışığın frekansı (rengi diyelim) çok net değildir, yani bu pulse/atma başka frekansları da barındırmaktadır.  Eğer cebimden sunum için verilen lazer işaret ediciyi çıkartırsam, bu lazerin çok iyi tanımlı oldukça net bir frekansı/rengi var­dır. Yani bu lazerden çıkan ışığın frekans aralığı/bandı çok dardır (teknik tabiriyle).  Eğer bu ışıktan  saniye aralıklarla aç/kapa ile pulse yapılırsa, o zaman frekansı dar bant olmaktan çıkar geniş frekans bandına haiz bir ışık olur. Kuantumda Heisenberg belirsizlik prensi­bini hatırlarsanız, pulse/atma zamanının daraldığı nispette frekans aralığı/bandı genişler frekansı belirsiz ha­le gelir. Eğer laboratuvarda femto-sani­ye lazer pulse/atmasına bakarsanız bu san­ki boşlukta ışık hızıyla giden bir foton ‘böreği’ (pancake) veyahut fotonlardan mü­te­şekkil ‘askeri’ resmigeçidi bir şey gö­rürsünüz. Bu böreğin genişliği ise saç teli­nin 16’da biri kadardır. Böylece birçok renk­ler kü­çücük bir yere hapis edilmiştir. De­neyci olduğumdan size laboratuvarımı gös­ter­meye ba­yılırım, yandaki resme bakınız. Böyle küçücük yere ve zamana ışık sıkış­tırılınca, fevkalade büyük ışık şiddetine çıkma imkânımız oldu (ışık şiddeti met­re­kareye düşen güç watt miktarı. 50 watt­lık ampulden 2 metre uzakta 1 watt/m2 ışık şiddeti olur. İ.P.). Mesela benim labo­ratuvarımda, tepe değeri 100 milyar watt/m2 olan bir değere ulaşılabilmektedir. Bu New York gibi bir şehri aydınlatmaya yetecek güçtür fakat 1 femto-saniye/aşi­ra süresinde aydınlatabilir. Bu nevi pul­se/atmayı alıp mercek vasıtasıyla küçük bir yere odakladığınızda, başka vasıtalar­la ulaşılamayacak değerlere mesela yıl­dız­lar­­da olan enerji yoğunluklarına ulaşıla­bil­mektedir. Veya öyle elektrik alan üretir­ler ki, atom çekirdeğinin elektronları sıkıca tutan elektrikalanın çok fevkindedir.  Böyle bir ışığı 1 metre taşıyamazsınız!  Normalde madde ışık etkileşmesinde, madde ışığın ne olacağını (zahirde İ.P.) ‘dikte’ eder. Beni size gösteren ışık, derimden ve ceketimden etkileşerek gelen ışıktır yani derim ceketim ışığı etkileyerek değiştirmiş teknik tabirle modüle (kip) etmiştir (24. Söz Zühre çi­çeği bahsini hatırlayınız. İ.P). Madde bu durumda ışığa hâkimdir. Eğer femto-sa­ni­ye lazer pulse oluşturulursa, roller de­ği­şir ışık maddeye hâkim olur, yani mad­de­nin başına ne geleceğini ışık belirler (zahirde İ.P.). Işık madde etkileşmesi nor­mal­dekinin çok çok fevkindedir. Eğer gü­neşten veya bu salondaki lambadan gelen beyaz ışığı prizmadan geçirerek tayfına yani yedi rengine ayırırsanız, daha sonra da bu renklerden birini mesela kırmızıyı alıp tekrar prizmadan geçirdiğinizde artık ayrışma olmaz, yine kırmızı görürsünüz.  Eğer kırmızı civarında dar bant lazer femto pulse/atma peş peşe küçük hacimdeki suya gönderilirse, sudan beyaz ışık çıkmaktadır çünkü femto-lazer ışığın şiddeti o ka­dar fazla ki kendi frekanslarını ‘dikte’ etmek­tedir. Hâlbuki normalde kırmızıdan kırmı­zı çıkması gerekirken beyaz çıkarak diğer renkler gözükmektedir. Bu normalde gö­rü­len bir şey değildir. Resme bakınız soldan kırmızı lazer cam silindirde suya gelmekte, sudan çıkan ışığın karşısına tutulan levhada ise merkezde beyaz ışık görülmektedir.  Diğer resim ise daha detaylı olup kırmızı ışığın ortasında beyaz renge dönüşme saf­halarını göstermektedir. Evet, tek renk ışık her renge havi olan beyaz ışığı üretmektedir.  Bu kısa süreli pulse/atma maddenin op­tik özelliklerini bozarak ona kendi mo­dü­las­yon/kip frekanslarını (zahirde İ.P.) ‘dikte’ ettirmektedir. Böyle kısa süreli lazer pulse ile neler yapılamaz ki? Zaman femto saniye/aşire içinde durdurulabilir.  Aşira / Femto Saniye Mertebesinde Uygu­la­malar Bu femto-saniye süresinde iki atomun bir­leşerek yeni bir molekülün doğmasını mü­şahede edebiliriz. California Institute of Technology’de Mısırlı ilim adamı Ahmed Zewail bu doğumu müşahede etti ve 10 sene önce Nobel mükafatı aldı. Bu femto-saniye haline ulaşacak bir elektronik sistem yoktur. Çünkü en gelişmiş elektronik sis­tem femto-saniyenin milyon kat daha yavaş nano-saniye mertebesindedir; o halde nasıl yakalanmaktadır? Resmi alınacak cisme iki ışık göndermek suretiyle, yani bir ışı­ğı diğerine göre geciktirmeli göndere­­rek bu ya­pılabildi. Bunun için geciktirme­yi sağla­yan aynalar saç telinin 60’ta biri kadar hassasiyetle ileri geri götürülerek ayarlar yapılarak femto-saniye görüntü alınabildi. Femto-lazerler keşif edilince yeni özellikleri olan malzemelerden tutun da mikro-cerrahiye kadar birçok uygulama alanı buldu.  Bazı uygulamalar kısaca;  bu tek­nolojiyle diğer dokulara zarar vermeden mikro cerrahi ile mesela damar içinde tıkalı bölge kesilip alınmaktadır. Ayrıca hücre çekirdeğinin içinde çekirdeğin bü­tü­nü­ne zarar vermeden bazı elemanları femto-lazerle tahrip edilebilmektedir. Si­nir hüc­relerinin nasıl ağ oluşturduğu ve ağın çalışma tarzını sinir hücrelerinde ufa­cık femto-lazerle yapılacak kesmeyle araş­tırılmaktadır. Evet, zamanın derinlerine keşif yaptık­ça çok acayiple karşılaşmaktayız.” Prof. Eric Mazur, “Stopping Time”; https://www.youtube.com/watch?v=1S318c0rPw4sa

Halil İbrahim PİRAHMEDOĞU 01 Haziran
Konu resmiYaz Kurslarında Dikkat Edilecek Hususlar
Eğitim

Çocuklara verilen din eğitiminin hem içerik hem de pedagojik amaçları olabilir. İçerik amaçları, eğitimin hangi konuları kap­sayacağı ile ilgilidir. “Yaz kurslarında şu konular işlenecek” dendiğinde içerik amaçlarından bahsedilir. Pedagojik amaçlar ise bu kurslar yürütülürken çocukların neler hissedeceği ile ilgili amaçlardır. Bizce yaz kurslarında pedagojik anlamda birkaç temel amaç olmalıdır. Yaz kurslarında ilk amaç, dini kavram­lar, davranışlar ve semboller hakkında “olum­­lu duygular biriktirmek” olmalıdır. Çocuk­ların Allah, Peygamber, cami, oruç ve na­maz ile ilgili olumlu duygulara sahip ol­ması sağlandığında, çocuklar gelecekte bu değerler ve kavramlarla daha barışık olabilecektir. Din eğitiminin ana noktası zorla bilgi yüklemek olursa, çocuk yeteri kadar olumlu duygu biriktiremezse, gele­cekte dini değerleri “bilen ama sevmeyen” birisi olabilir. Olumlu duygu biriktirmek, ancak güzel anılarla olabilir. Çocuklar ca­mide, oruç tutarken, namaz kılarken, ye­terince güzel anı biriktirirse hayatlarının ileri aşamalarında dini kavram ve değerlerle barışık olurlar. Olumlu duygulara sahip olan çocuk, edindiği bu duyguları büyü­düğünde dini bilgiler ile süsleyebilir. Bu nedenle öncelik çocuğun olumlu duygu biriktirmesidir. Eğer çocuk yaz kurslarında olumsuz duygular (aşağılanma, kınanma, küçük düşürülme, ayıplanma, alay edilme, eleştirilme gibi) biriktirmişse gelecekte di­ne karşı mesafeli durabilir. Yaz kurslarındaki diğer önemli bir amaç, “olumlu teneffüs ortamı oluşturmak” olma­lı­dır. Çocuklar dini ortamda yeterince gay­ret göstermese ve çok şey öğrenmese bile, ortamın etkisi ile onların ruhunda dine dair olumlu izler kalabilir. Bu nedenle çocuklara verilen din eğitiminde sonuç odaklı olmak yanlıştır. Bir çocuk Kur’ân öğrenmek için bir ayını vermiş ama öğrenememiş ola­bilir. Sonuca bakarak çocuğu kınamak yerine, Kur’ân ile hemhal olduğu için takdir etmek gerekir. Sonuca değil sürece odak­lanmak daha doğrudur. Çocuk cami, ibadet ve dua ortamını teneffüs ettiyse, or­tamda çok fazla şey öğrenemese bile, bu teneffüs onun dini bir temel almasında etkili olabilir. Olumlu dini ortama giren bir çocuk, “yaramazlık”, “tembellik” yapsa ve pek fazla çaba göstermese de ortamdan etkilenir ve bu etki ömür boyu çocuğa rehberlik edebilir. Yaz kurslardaki bir diğer amaç, dini kav­ramlar ve yaşayış hakkında çocukların zih­nine “tohum ekmek” olmalıdır. Tüm ha­yat boyunca elde edilebilecek dini bil­gi­leri kısa sürede çocuğa yüklemeye çalış­mak doğru olmaz. Çocuktan bu kısa sü­rede dindar olmasını beklemek yanlış olur. Çünkü eğitim bir süreç işidir. Tohum ek­mek, tohumları sulamak ve güneş ışığına tutmak gerekir. Tohumların meyve ver­mesi yılları alabilir. Bu nedenle hemen meyve beklentisine girmek, tohumu hızla büyütmeye çalışmak çocuk için yıpratıcı olabilir. Dini yaşantıya ve inanışa dair kü­çük küçük tohumları çocukların zihnine yerleştirmek ilk aşamada yeterlidir. Özetlemek gerekirse, ilk bölümde temel olarak üç pedagojik amaçtan bahsetmiş ol­duk. Bu bilgiler ışığında, çocuklara dini eğitim verecek olan bir kişi, kurslar başla­madan önce aşağıdaki niyetlerle eğitim yolculuğuna başlayabilir: “Bu eğitim bittiğinde çocukların birçok olumlu duygu ile buradan ayrılmasını amaçlıyorum. Olumsuz duygular ya­şa­ma­maları için olabildiğince çaba gös­tereceğim.” “Bu eğitim süresince çocukların mut­lu­lukla soluyacağı olumlu bir teneffüs ortamı oluşturacağım. Çocuklar buraya severek gelecekler. Amacım çocukların olabildiğince bu ortamı solumalarını sağlamak. Biliyorum ki, çocukluk dö­neminde sonuçlar çok önemli değil, önemli olan çocuğun din eğitimi sü­recini yaşamasıdır.” “Bu eğitimde bir fidan dikeceğim. Bu fidanın hemen ağaç olup, bu ağacın meyvesini yemeyi ummuyorum. Hede­fim çocukların zihnine ve kalbine güzel, küçük tohumlar ekmek. Bu tohumları sevgi ve özenle ekeceğim. Bir anda tüm tohumları da ekmeyi düşünmüyorum.” Çocuk Dünyası ve Gelişimi Bu bölümde çocukların dünyasını anla­ma­ya yönelik bilgiler bulunmaktadır. Ço­cukları ne kadar iyi tanırsak ve anlarsak onları daha doğru eğitebilir ve onlara da­ha iyi şekilde yaklaşabiliriz. Bu bölüm, iki kısımdan oluşmaktadır. İlk kısımda ço­cuk dünyasının anahtar kavramlarından bah­sedilecektir. İkinci kısımda çocuğun gelişim özellik­lerine kısaca değinilecektir. A) Çocuk Dünyasının Anahtar Kavramları Çocukla çalışan, çocuğa dair bir mesleği olan herkesin görevlerinden birisi de ço­cuk dünyasını bilmek ve tanımak olmalı­dır. Çocuk dünyasının gerçeklerini bil­me­den bir çocuğun kalbine ulaşmak, o kalp­te iz bırakmak pek mümkün değildir. Yetişkin dünyasının doğruları ile çocuklara yaklaşmak onları zedeleyebilir. Bu kısımda, çocuk dünyasının önemli kavramları ve bu kavramların eğitim süreci içinde nasıl ele alınacağı aktarılacaktır. Oyun Çocuk dünyasının olmazsa olmaz­ların­dan bi­­ri­si oyundur. Çocuklar do­ğum­­dan itibaren müthiş bir oyun aşkı ile do­lu­­dur. Oyun onlar için nefes alıp vermek kadar önemli bir eylemdir. Aynı zamanda bir ihtiyaçtır. Çocuk oyun yolu ile dünyayı anlar, gelişimini hızlandırır ve yaşadığı travmatik deneyimleri çözümler. Bu nedenle oyun, çocuk için lüks ya da gereksiz bir etkinlik değil, önü açılması gereken bir ihtiyaçtır. Oyun, aynı zamanda yeni bilgilerin hazmedilmesini sağlar. Bu nedenle çocuklarla yapılacak her türlü eğitimde oyuna mutlaka yer verilmelidir. Çocuklar için bir eğitim planlayıp işin içine oyunu katmamak çocuk dünyasına uzak kalmak demektir. Oyun yaz kurslarına iki şekilde katılabilir. İlki bazı kavramları ve değerleri oyun içinde çocuğa öğretmektir. Özellikle olumlu dav­ranışlar (yemekten sonra dua etme, eve girince selam verme, Allah’a sığınma ve dua etme) ile ilgili kısımlar bir oyun ve drama kurgusu içinde çocuğa öğretilebilir. Çocuk bu şekilde hem eğlenmiş hem de öğrenmiş olur. Oyunun diğer kullanım şekli ise herhangi bir öğretim amacı gütmeden sadece eğlenmek için oyun oynamaktır. Bu amaçla programın herhangi bir kısmına “oyun saati” konulabilir. Burada çocuklarla geliştirici ya da doğal oyunlar oynanabilir. Ya da çocuklar serbest oynaması için özgür bırakılabilir. Hareket Biz yetişkinler hareket etmeden belli bir süre durabiliriz. Bu bizim için normal bir davranıştır. Ancak çocuğun yapısında hareket etmek vardır. Hareket edemeyen çocuk strese girer. Bu nedenle çocukların eğitim ortamları içinde yeteri kadar hareket etmesi sağlanmalıdır. Çocukların harekete olan ihtiyaçlarını anlamak için bir teneffüs vaktinde okul bahçelerini gözlemlemek yeterlidir. Çocuklar teneffüsle birlikte bahçeye çı­kar­lar ve delicesine koşarlar. Bu onların ha­reket ihtiyacından kaynaklanır. Yaz kurs­­larında çocukların hareket ihtiyacını kar­­şılamak iki şekilde olabilir. İlki hareketi öğretim programının içine katmaktır. Çe­şitli drama, skeç ve oyun etkinlikleri ile çocuğun hareket ederek öğrenmesi sağ­lanabilir. Hac anlatılırken, namaz öğre­tilirken uygulama yapmak aynı zamanda hareket etmek anlamına gelir. İkincisi ise, çocuklara hareket etmeleri için zaman tanımaktır. Her yarım saatlik öğretimin ardından çocukları hareket etmeleri için serbest bırakmak, bu esnadaki hareket­li­liklerini hoş görmek gerekir. Masa başı ça­lışma gerektiren konularda ise çocuk­ların hareketlerini kısıtlamaya gitmemek gere­kir. “Ayağını kıpırdatma, kollarını oynatma, iki dakika rahat dur!” gibi söylemler çocuğun yapısı ile çelişen söylemlerdir. Merak Çocuk duygu dünyasının önemli bir par­çası meraktır. Çocuklar bu dünyaya yo­ğun merak duyguları ile gelirler. Bu duy­gu, onların dünyaya hızlıca adapte olup kısa sürede hayatı öğrenmelerini sağlar. Çocuk bu merakı sayesinde, yürü­meyi, konuşmayı, eşyaların adını ve ne işe yaradıklarını kısa sürede öğrenir. Ço­cuk­ların merak duyguları özellikle yeni ortama girdiklerinde çok tahrik olur. Ço­cuklar çekmecelerin ve dolapların içini, ki­taplardaki resimleri, mekândaki cihazları merak edip ne işe yaradıklarını ve nasıl ça­lıştıklarını öğrenmek isterler. Yaz kurslarında dikkat edilmesi gereken öncelikli konulardan biri, çocukların me­kânda olası merak edebileceği şeyleri tah­min etmek ve çocukların bu meraklarını gi­dermektir. Camiler çocuklar için ilginç ve sıra dışı mekânlardır. Odası yoktur, tavanı yüksektir ve içinde mobilya bulunmaz. Ca­miye giren çocuk minareyi, minberi, mih­rabı, müezzin mahfilini, renkli camları, mikrofon sistemini, büyük saatleri, sera­mik duvarları merak edebilir. Eğitimin başlangıcında çocuklara teker teker bu mekânları tanıtmak, onlar hakkında bil­gi vermek yerinde olur. Çocukların me­kânla ilgili merak duygularını gidermek, onlarda görülen “yaramazlık” ya da “etra­fı kurcalama” dediğimiz davranışları azal­tabilir. Merak ile ilgili eğitimcilerin dikkat et­mesi gereken bir diğer konu ise öğreti­mi planlarken sorularla çocukların me­rak duygusunu diri tutup, öğrenmeyi kolaylaştırmaktır. Bir çocuk için en zor şeylerden biri merak etmediğini öğren­mektir. Merak etmediğini öğrenen çocuk zamanla öğrenmeden soğur. Bu nedenle çocuklara yönelik her öğrenme faaliyeti, merak uyandıran sorular ve öykülerle baş­la­malıdır. Bir çocuk, merak duygusu ha­re­kete geçtikten sonra rahatça öğrenme gerçekleştirebilir. Hayal Çocukların biz yetişkinlerden üstün oldu­ğu bir alan da hayal gücüdür. Çocuklar çok zengin bir hayal gücüne sahiptir. Eğitim­cilerin görevlerinden biri de çocukların bu gücünü korumasına yönelik çalışma­lar yapmaktır. Her günün sonunda “Hadi hayal kuralım” diyerek gün içinde işle­nen konularla ilgili 10-15 dakikalık hayal kurmak hem çocukları eğlendirir, hem de onların hayal dünyalarını diri tutar. Hayalen cennete, Kâbe’ye, Peygamberi­mizin (asm) yanına gitmek gibi çalışmalar ya­pı­labilir. Oruç tutan robot, abdest aldı­ran makine gibi hayal çalışmaları da yapılabi­lir. Melekleri, Allah’ı, Peygamberimizi (asm) nasıl hayal ettikleri sorulabilir. Burada önemli olan çocukların hayallerini yar­gı­la­mamaktır. Çocuklar kocaman gözleri olan Allah, uzun boyu ve süper güçleri olan peygamber, kanatları olan melekler hayal edebilirler ki, bu normaldir. Allah, peygamber, melek hayalleri zamanla yer­li yerine oturacaktır, bu nedenle erken mü­da­hale edip hayallere şekil vermeye bu aşa­mada gerek yoktur. Şefkat ve Sevgi Çocuk için şefkat ve sevgi demek her şey demektir. Balıkların su dışında yaşayama­ması gibi çocuklar da sevginin ve şefkatin olmadığı bir ortamda yaşamakta zorlanırlar. En iyi öğretim teknikleri ve teknolojileri ile donatılmış bir programın içinde sev­gi ve şefkat yoksa, bu program çocuklara uygun değildir. Çocuk, ancak sevildiğini ve değer gördüğünü hissettiğinde öğrenme kanallarını açar. Sevilmediği bir ortamda zihnini, duygu­larını kapatıp ve kendini izole edebilir. Bu nedenle yaz kurslarında öğretimden önceki hedef, çocuklar tarafından sevilir olmaktır. Çocuklar mekânı, eğitimciyi sevdikten sonra kendi zihin kapılarını açarlar ve daha kolay öğrenirler. Bu konu Bölüm 3’te daha detaylı bir şekilde ele alınmıştır. B) Çocuğun Gelişim Özellikleri Çocuklarla çalışan kişilerin çocukların dün­yasını tanımakla birlikte çocukların geli­şim özelliklerini bilmesi de beklenir. Yirmi beş yaşındaki bir kişi ile elli beş yaşındaki bir kişinin zihin, duygu ve psikolojik gelişimi birbirine yakındır. Ancak dört yaşındaki çocukla altı yaşındaki çocuk farklı düşünüp farklı hissedebilir. Sekiz yaşındaki bir çocuk için geçerli bir yöntem on yaşındaki çocukta pek işe yaramayabilir. Yani çocukların gelişim özellikleri değişkendir. Bu nedenle çocukla çalışan kişilerin çocuğun gelişim özellikleri konusunda bilgi sahibi olması beklenir. Bu kısımda çocuğun gelişimi psi­kososyal gelişim, bilişsel gelişim ve duygusal gelişim olarak üç ana başlıkta ele alınacaktır. Çocuğun tüm gelişim evreleri anlatılmamıştır. Sadece yaz kursuna katılan çocukların yaşına uygun gelişim dönemleri aktarılmıştır. Psikososyal Gelişim Erik Erikson Amerikalı bir psikologdur ve uzun yıllar insanın psikososyal gelişimi üzerine çalışmıştır. Hayatın farklı yaş dö­nemlerini psikolojik gelişim açısından incelemiş ve bu dönemlerde insanı bekleyen gelişimsel görevleri ve risk faktörlerini sıralamıştır. Erikson, psikolojik açıdan sekiz gelişim basamağı tanımlamıştır. Eğer insan her basamakta onu bekleyen psi­kolojik ihtiyacını karşılarsa hayatta başarılı ve mutlu olabilmektedir. Bu ihtiyaçlar karşılanmazsa kişi psikolojik olarak çeşitli sorunlar yaşayabilmektedir. Erikson’a göre 6-12 yaş arasındaki ço­cuklar, “Başarı & Aşağılık Duygusu” dö­nemindedir. Yani bu yaş grubundaki ço­cuklar için en önemli psikolojik ihti­yaçlardan birisi başarıdır. Eğer bir çocuk hayatının bu döneminde çeşitli başarılar tatmamışsa, kendini yeterli ve başarılı olarak görmemişse bir aşağılık duygusuna kapılabilir. Kendini işe yaramaz ve be­ceriksiz biri olarak tanımlayabilir. Yani 6-12 yaş arasındaki her çocuğun bir şekilde “Ben başarılıyım ve bazı işleri yapmada iyiyim” duygusunu hissetmesi gerekmektedir. 6-12 yaş grubuna eğitim veren eğitim­cilerin önemli görevlerinden biri çocuk­ların başarılı oldukları alanı bulmak ve bu­nu çocuklara göstermektir. Çocuk ken­di başına iyi yaptığı işlerin farkına varama­yabilir. Bu konuda bir rehbere ihtiyaç duyar. Kimi çocuklar Kur’ân’ı öğrenmede, kimisi dua ezberinde, kimi ibadetleri uy­gu­lamada, kimisi olumlu davranış sergi­lemede, kimi ise kurallara uymada daha iyidir. Eğitimcinin görevi bu dönemde çocukların eksikliklerini görmekten ziyade çocuğun iyi olduğu alanlarını bulup ona göstermektir. Yaz kurslarındaki eğitimciler kendileri için bir başarı tablosu oluşturup hangi çocuğun hangi alanda başarılı oldu­ğunu kaydedebilirler. Önemli olan bu tab­loda her çocuğun karşısına başarılı olduğu bir alanı yazabilmektir. Çocuklara bu dönemde yapılacak iyilik­lerden biri de onlara din eğitimi kapsamı dışında hangi alanlarda başarılı olduklarını sormaktır. Bazı çocuklar futbolda, bazıları misket oynamada, bazısı matematikte, bir kısmı fen dersinde, kimisi flüt çalmada, kimisi resimde, kimisi de bilgisayar oyun­larında iyi olduğunu söyleyebilir. Bazı­ları iyi tamir yaptığından, bazıları da hızlı      ko­ş­tuğundan bahsedebilir. Çocukların bu özelliklerini yaz kurslarının başlangıcında onlardan alıp eğitim süresince bu yönlerine vurgu yapmak çocukların bu gelişim döne­mini başarılı bir şekilde geçirmesini sağlar. Bilişsel (Zihni) Gelişim Jean Piaget çocukların düşünce sistemi­nin nasıl geliştiği üzerine araştırmalar yap­mış İsviçreli bir psikologdur.. Çocukların dü­şünceleri yetişkinlerden çok farklıdır. Me­sela hayat­larının bir döneminde güneşi ve ayı canlı olarak düşünürler. Daha büyük nesnelerin daha ağır olacağına inanırlar. Sembollerle (harfleri, sayıları) öğrenmek konusunda zorlanabilirler. Piaget, çocuğun düşüncesinin gelişimi­ni dört dönemde incelemiştir. Buna göre 6-12 yaş arasındaki çocuklar Somut İşlem­ler Dönemi’ndedir. Yani altı yaşından son­ra çocuklar sembollerle düşünebilirler, akıl­dan işlem yapabilirler, hayvanları çeşit­li özelliklerine göre gruplayabilirler. An­cak bu dönemde soyut düşünce henüz geliş­memiştir ve çocuklar soyut kavramları an­lamada zorlanırlar. Kendilerine gelen soyut mesajları hemen somuta çevirirler. Örneğin andımızdaki “büyüklerini saymak” deyimindeki ‘say­ma’nın ne demek olduğu bu yaştaki ço­cu­ğa sorulsa muhtemelen teker teker par­mak­la saymayı söyleyecektir. Aynı şekilde, va­tan, millet, şehir, ülke, ilçe gibi kavramlar bu yaş çocukları için zor kavramlardır. Dine ait birçok kavram soyuttur. Allah, melek, sevap, günah, ibadet, cennet, cehen­nem, dürüstlük, sabır gibi pek çok kavram soyuttur. Çocuk bu kavramları dünyasına somutlaştırarak alır. Çocuklara bu kavram­lar olabildiğince somutlaştırılarak veril­me­li­dir. Çocuk bu dönemde Allah’ı birçok gözü olan bir insan gibi hayal edebilir, melekleri kendi hayalinde somut bir varlığa dönüş­türür. Sevap kavramını gülen yüz etiketine, günah kavramını ise okulda kendine ve­ri­len üzgün yüz etiketine benzetebilir. Her­hangi bir davranışından dolayı “Allah sana sevap yazar” dendiğinde Allah’ın vü­cudunun bir yerine “sevap” kelimesini yazacağını düşünebilir. “Kadir gecesi geliyor” dendiğinde adı Ka­dir olan birinin gece geleceğini hayal ede­bilir. Çocukların somut düşündüğünü bi­­len bir eğitimci üç konuda dikkatli ol­ma­lıdır. İlki, çocuklar tarafından dinin ba­zı kavramlarının somutlaştırmasının hoş görülmesi ve bu ilginç somutlaştırmadan dolayı onların ayıplanmaması ve on­lar­la alay edilmemesidir. İkincisi, bu dö­nem­­deki çocuklara yapılacak olan öğ­retim­lerde olabildiğince somut olmaktır. Dü­rüstlük ve sabır konusu somut olaylar­la canlandırılarak, cennet güzel bahçe fo­toğraflarına, sevap belki ödül etiketleri­­ne benzetilerek anlatılabilir. Öteki dünya inancı, kurgusal drama çalışmaları ile ço­cuklara anlatılabilir. Çocuklara soyut bir kavramı somutlaştırırken drama, skeç, kuk­­la, oyuncak, resim gibi somut araçlar kul­­la­nılabilir. Üçüncüsü ise çocukların dine ait sorduğu sorulara da olabildiğince somut cevap vermektir. “Allah nerede?” diye soran çocuğa “kalbimizde” gibi bir cevap verirsek çocuk pek anlamaz, ya da bedendeki kalbimizin içinde olduğunu düşünür. Çocuk bu sorusu ile mekânsal ve somut bir cevap aramaktadır. Bu soruya “Her yerde” cevabı verilebilir. “Neden Al­lah’ı görmüyoruz?” diye soran bir çocuğa “Gözümüz küçük” diye somut bir cevap verilebilir. Nasıl cevap vereceğimizi bil­me­diğimiz durumlarda soruyu çocuğa yöneltip “Sence nasıl olabilir?” diye onun somutlaştırmasını öğrenmek de faydalıdır. Duygusal Gelişim Hiçbir dini öğretide ergenlik dönemine ka­dar çocuklara günah yazılmaz. Aynı şekilde hiçbir devlet sisteminde çocuklar yap­tıkları eylemlerden dolayı on iki ya­şına kadar hiçbir şekilde hapse atılmaz ve cezalandırılmaz. Bunun birkaç nedeni vardır: İlki, düşünce gelişimi açısından çocukların hak, adalet, suç gibi soyut kav­ramları anlayabilecek yetiye sahip ol­mamasıdır. İkincisi, çocukların yaptığı dav­­ranışların doğurabileceği sonuçları kav­ra­yabilecek düzeyde zihinsel yetiye sahip olmamasıdır. Üçüncüsü ise çocukların fizyolojik gelişi­mi gereği içlerinden gelen duygu ve dür­tüleri yeteri kadar kontrol imkânının ol­mamasıdır. Bir çocuk markette gördüğü ve çok istediği bir oyuncağı gizlice cebi­ne koyabilir. Bundan dolayı ceza almaz. Çünkü o çocuktur ve içinden gelen istek duygusunu tamamen kontrol edebilecek yetiye tam olarak sahip değildir. Beynimizin ön kısmı (ön lob) daha çok düşünce ve irade merkezidir. Beynimizin orta bölgesinde yer alan limbik sistem ise duyguların merkezidir. Yetişkinlerin bey­­ninin ön lob gelişimi tamamlamıştır ve yetişkinlerden iradelerini kullanarak duygularını durdurması beklenir. Ancak çocuklarda, ön beyin gelişim aşama­sında­dır ve onlar duygularına set çekmede zor­lanırlar. Örneğin bir tartışma esnasında bir yetişkine hakaret edildiğinde o yetişkin kızabilir ve kızgınlık duygusu ile hakaret eden kişiye vurmak ya da bağırmak iste­yebilir. Bu aşamada yetişkindeki irade sistemi devreye girer ve bu hakaretlerin doğru olmayacağı konusunda onu uyarır. Yetişkinlerden duygularından gelen “vur­ma” isteğini engellemesi beklenir. Ancak çocuklar içlerinden gelen “vurma” tepki­lerini durdurmada yetişkinler kadar ba­şa­rılı olamayabilirler. Yine yetişkinler, oruç­­luyken önlerine gelen güzel yemekler kar­şısında açlık duygusunun yol açtığı ye­me isteğini iradesini kullanarak engel­le­ye­bilir. Ancak çocuklar aynı iradeyi gös­teremeyerek önündeki yemekten bir parça yiyebilir. Çocukların duygularını kontrol edememeleri gelişimleri gereği mazur gö­rülmelidir. Çocuklar duygularını tam kontrol ede­medikleri için bazen söz verip sözünde duramazlar, merak duyguları ile bizim yara­mazlık dediğimiz işleri yaparlar ve etra­fı kurcalarlar. Öfke ve kıskançlık duy­gu­ları ile arkadaşlarına vurabilirler. Ço­cuk­lardaki bu tür davranışlar “sık sık” gö­rülmediği sürece normal kabul edil­meli ve cezalandırılmamalıdır. Eğer çocuğun bir olumsuz davranışı sürekli gö­rü­lüyorsa bu davranışı cezalandırmak yerine, bu davranışın ardındaki psikolojik etkenler araştırılmalıdır. Psikolojik ola­rak ya­ra­lı çocuklar, olumsuz davranışları sık sık tekrarlamak eğiliminde olabilir­ler. Bu gibi durumlarda davranışı ceza­landırmak yerine çocuğu rehabilite et­mek gerekebilir. Din eğitimi verirken de çocuklar kimi duygularının etkisinde kalarak ortam bozucu ve can sıkıcı dav­ranışlar sergileyebilirler. “Can sıkıntısı, me­rak, bıkkınlık, kızgınlık, kıskançlık, kor­ku” duyguları çocuklara olmadık işler yap­tırabilir. Bu gibi durumlarda çocuk­ları cezalandırmak yerine onlara şefkatle yaklaşmak gerekir. Unutulmamalıdır ki, Allah çocukların tüm bu davranışlarını hoş görmektedir. Eğitimcinin Özellikleri Bu bölümde çocuklarla çalışan eğitimci­lerde bulunması gereken özelliklere deği­nilecektir. Şüphesiz her eğitimcide burada ele alınandan çok daha fazla özelliğin bu­lunması beklenir. Bu kılavuzda en önemli görülen özelliklere yer verilmiştir. Hiç­bir insan mükemmel değildir, dolayısıyla bazı eğitimciler kılavuzda yer alan bazı özel­liklere sahip olmayabilir. Ancak iyi eğitimcileri diğer insanlardan farklı kılan, sürekli daha iyiye doğru yürümeleridir. Anlattıklarını Yaşayan İyi bir eğitimciden beklenen ilk özellik, anlattıklarını yaşamasıdır. Yaşantıda ol­mayıp sadece sözde kalan bir eğitimin çocukları etkilemesi beklenemez. Bu ne­denle din eğitimcileri, anlattıklarını yaşa­malı, dahası çocuklar onların anlattıklarını yaşadığını görmelidir. Namazı anlatmanın yanında, namaz kılmak, orucu anlatırken oruç tutmak gerekmektedir. Çocuklar eği­timcinin abdest aldığını, dua ettiğini, yemekten önce ellerini yıkadığını görme­li­dir. Dürüstlüğü anlatmakla kalmayıp, eği­­timcinin her konuda çocuğa açık ve dürüst olması gerekmektedir. Yani çocuk­lar eğitimciyi derste ve ders dışında, anlat­tıklarını yaparken ve yaşarken görmelidir. Şefkat Eden ve Seven Çocuklar çok bilen değil çok seven eğitimci isterler. Çünkü sevgi onlar için yemek ve içmek gibi doğal bir ihtiyaçtır. Çocuğun kalbine girmeden, onun zihnine girmek mümkün değildir. Bunun için kursun baş­langıcından itibaren çocuklarla sevgi temelli bir ilişki kurulmalıdır. Kursun ilk günlerinde çocuğa bir şeyler öğretmek yerine aradaki sevgi bağını güçlendirmeye yönelik etkinlikler yapılmalıdır. Çocuklar kendilerine iyilik yapanları se­ver­ler. Çocuğu dikkatle dinlemek, ona küçük hediyeler vermek, onun duygularını paylaşmak bir iyiliktir. Bunun yanında çocuklar kendileri ile oyun oynayanları da çok severler. Çocuğun kalbine giden yollardan biri onların oyununa katılmak ve onlarla birlikte oynamaktır. Çocuğun gündemine girmek, o gündem hakkında konuşmak da çocukların sevgisini kazan­manın bir diğer yoludur. Bu amaçla ço­cukların dünyasına ait çizgi filmleri, bil­gisayar ve sokak oyunlarını bilmek faydalı olabilir. Oynayan Çocuklarla çalışan herkes onlarla oyna­masını bilmelidir. Bu oyunlar bazen eği­timcinin yönlendirdiği ve karar verdiği oyunlar olabilir. Bazen de eğitimci çocuk­ların kendi aralarında oynadığı oyunlara katılabilir. Çocuklar kendi oyunlarında eğitimciye bir rol verebilir ve bu rolü oynamasını isteyebilirler. Yani çocuklarla çalışan eğitimciler, oyunu çocuğun yön­lendirmesine açık olmalıdır. Çocuklar kendileri ile oynayan kişileri daha çok severler, onları kendilerinden görür ve daha kolay model alırlar. Bu nedenle çocuklarla çalışan kişilerin ço­cuk­larla ayaküstü oynanacak birçok oyun, tekerleme ve bilmece bilmesi de gerekir. Affeden Çocuklar, kimi zaman duygu­ları­nı kontrol etmekte zorlanabilirler ve hoş olmayan davranışlar sergileyebilirler. Çocuklarla çalışan eğitimciler, çocukların bu yapısını bilir ve “Çocuktur ne yap­sa yeridir.” sözünün geçerliliğini kabul eder. Bir anlığına çocuklara kızsa da, hiç­bir çocuğa mesafe koymaz ve küsmez. Hatalarını hemen affeder. İslam tarihinde Hz. Vahşi bile af görmüşken, bir çocuğun af görmemesi düşünülemez. Kalplerimizde çocuklara karşı bir kırgınlık ve kızgınlık bulunmaması gerekir. Çocuk ‘yanlış’ ve ‘ayıp’ dediğimiz davranışların bir kısmını duygularını kontrol edemediği için yapar. Bu davranışların bir kısmı ise psikolojik yaraların sonucudur. Bazı çocukların içsel yaraları (sevgisizlik, değersizlik, güvensizlik, yetersizlik ve travmatik yaşantılar) vardır ve bu yara ile nasıl beş edeceklerini bilmezler. Yaralı olduklarını yetişkinlere, olumsuz dav­­ra­nışları ile gösterirler. Bu davranışları ce­za­landırmak yerine bu davranışın ar­dındaki sebebi bulmak önemlidir. Yaralı bir çocuğa küsmek, ona ceza vermek onun yarasını büyütmekten başka bir işe yaramaz. Bu yaranın merhemlerinden biri affetmek ve şefkat göstermektir. Birebir İlgi Gösteren Her çocuk kendi içinde özeldir ve biriciktir. Tüm çocuklar eğitimcisinden birebir ilgi ister. Yeni aldığı ayakkabıyı, yeni gömleğini, kolundaki yeni saatini, acıyan dizini, ağ­rıyan karnını eğitimcisinin fark etmesini bekler. Yani her çocuk sıradan biri gibi değil özel biri olarak muamele görmek ister. Ne var ki kalabalık gruplarda bu ilgiyi çocuklara vermek zordur. Ancak iyi eğitimciler her çocuğa özel olduğunu hissettirmek için yoğun çaba sarf ederler. Çocuğa ismi ile hitap etmek, aile yaşantısına dair bilgiler edinmek, sevdiği oyunları bilmek, kısa aralarda ona dokunmak, bir ‘Merhaba’ demek çocuğa kendini özel hissettirir. Bunu hisseden çocuk zihninin ve ruhunun kapılarını o kişiye açar. Zaten eğitim, bu noktadan sonra başlar. Kararlı Çocukların özgürlük kadar sağlıklı sınır­lara da ihtiyacı vardır. Eğitimci bir yan­dan çocukları sevmeli, affetmeli öte yan­dan da çocuğun karşısında kararlı bir tu­tum sergilemelidir. Eğitim programını uy­gu­lar­ken, çocuklara sınır koyarken, onları yap­tıkları davranıştan dolayı bir ödülden mahrum bırakırken kararlı ve net bir şekilde durmalıdır. Kararlı ve net olmak katı olmak anlamına gelmez. Kızgın olmak anlamına da gelmez. Çocuk­lar net ve kararlı kişileri severler çünkü bu kişiler onlara güven verir “Ne yaptığını bilen” biri duygusunu çocuklarda oluştu­rur. İbadetlerin ve eğitim programının uy­gulanmasında kararlı olmak önemlidir. Ama burada dikkat edilmesi gereken konu şudur ki, bu kararlılık çocuk ruhuna zarar vermemeli ve bir katılığa ve kızgınlığa asla dönüşmemelidir.  Öğretim Yöntemleri ve Öğretim Hataları Bu bölümde çocuklara eğitim ve öğretim yaparken kullanılması ve kaçınılması gere­ken yöntemlere yer verilecektir. Bu bölüm iki kısımdan oluşmaktadır. İlk kısımda ço­cukların nasıl daha iyi öğrendiğine yö­nelik bilgiler verilecek, ikinci kısımda ise çocuk eğitiminde sıklıkla kullanılan yanlış öğretim yöntemlerinden bahsedilecektir. A) Çocuk Eğitiminde Başvurulacak Öğretim Yöntemleri Oynayarak ve Eğlendirerek Öğretmek Çocuklara yapılan her türlü öğretimde ço­cukların keyif almasını sağlamak önce­lenmelidir. İçinde keyif olmayan bir eği­tim çocuklar için yorucu ve sıkıcıdır. Bu nedenle çocuklara yönelik her türlü eğitim planlamasında oyuna ve eğlenceye bol bol yer verilmelidir. Eğitimi keyifli hale getirmenin ilk adımı eğitim programına, ders saati ile birlikte mutlaka oyun saati koymaktır. Her iki saatlik eğitimin en az yarım saati oyuna ayrılmalıdır. Bu oyun saati teneffüslerden ayrı olarak planlanmalıdır. Eğitimi keyifli hale getirmenin ikinci adımı “oyunla öğretmek”tir. Bu adımda ders içeriğinin kendisi bir oyun içinde sunulur. Örneğin Kur’an harfleri çocuğa yap-boz­lar ve boyamalar ile birlikte öğretilir. Na­maz kılmak çocuğa, bir drama içinde an­latılır. İkinci adımın gerçekleşebilmesi için eğitimcinin önceden “Acaba ben bu konuyu bir oyun içinde nasıl anlatırım?” sorusunu kendisine sorması gerekir. Bu soru sorulduktan sonra uygun cevaplar mutlaka bulunacaktır. Tekrar hatırlatmak gerekirse eğer bir çocuk öğrenirken keyif almıyorsa, zorlanıyor demektir. Eğitim sürecinde çocuğu zorlanmak genelde tam tersi sonuçlar verir. Sözü Görüntü ile Güçlendirerek Öğretmek Çocukların zihinsel kapasiteleri kelime­leri alıp işlemlemede zorlanır. Bu nedenle sadece konuşma yoluyla çocuklara ye­ni alış­kanlıklar kazandırmak zordur. Ata­larımızın deyimi ile sözler çocukların bir ku­lağından girip öteki kulağından çıkabi­lecek bir özelliğe sahiptir. Çocuklar görsel imajlar yolu ile daha kolay öğrenirler ve öğrendiklerini daha iyi pekiştirirler. Çocuklara anlatılan konuları görüntü­ye dökmek çocuk eğitiminin en önemli şart­larından biridir. Namazı, orucu, cen­neti, yardımseverliği sadece kelimelerle anlatırsak çocuklar bu kavramları öğren­mekte zorlanabilirler. Çocuğun öğrenmesi, edindiği bilgiyi zihninde canlandırması ile mümkündür. Bu görsel canlandırma model olan birisini izlemekle, bir hikâye, bir resim ya da bir video ile olabilir. Çocuklara “Dürüst olun!” demekle bir­­­­lik­te, onun önünde dürüstçe davra­nış­­lar sergilemek daha eğiticidir. Ya da dürüstlük, bir hikâye ile çocuğun zih­ninde canlandırılabilir. Abdesti sadece an­latarak, sabırlı olmayı uzun nasihatler ve­­rerek çocuklara aktarmak zordur. Ço­cuk, kelimeleri zihninde pek tutamazken gö­rüntüleri tutar ve tutulan bu görüntüler çocuğun hayatını şekillendirir. Bu nedenle özellikle ahlak eğitimini (dü­rüstlük, cömertlik, sabır, vefa, tevazu vb.) çizgi filmler, resimler, gerçek hayattan ör­nekler, çocukların zihninde görüntüye dö­nüştürülen hikâyeler ve menkıbeler yolu ile desteklemek gerekir. Somutlaştırarak Öğretmek Anlatılan konuyu görüntüye dökmek, aynı zamanda bilginin somutlaştırılmasını da sağlar. Böylece çocuklar hem görüntü, hem de somutluk elde etmiş olur ve öğ­renmeleri hızlanır. Hac ibadetini masa başında konuşarak anlatmak yerine bir Kâbe maketi ve oyuncak bebekler ile anlatmak daha doğrudur. Yemek adabını konuşarak değil de, örnek bir sofra kurup, canlandırma yaparak anlatmak çocuk için daha kalıcıdır. Bu konuya, çocuğun bilişsel gelişimi bölümünde geniş yer verilmiştir. Öyküleme Yolu ile Öğretmek Her zaman çocuklara video, oyuncak, kuk­la, drama gibi somut ve görsel malzemeler bulmak kolay olmayabilir. Bu noktada can­lı öyküler eğitimcilere yardımcı olabilir. Çünkü çocuk öyküyü kendi zihninde ha­yal gücü ile canlandırarak görüntüye dö­nüştürebilir. Çocuklara özellikle karakter ve değerler eğitimi esnasında bol bol öy­küler anlatılabilir. Geçmiş kültürümüz öy­kü, kıssa açısından oldukça zengindir. Hat­ta yaz kurslarında günlük programın bir kısmı sadece öykü ve kıssalara bile ayrılabilir. Model Olma ve Taklit Yolu ile Öğretmek Çocuk eğitiminin en etkili yollarından biri çocuğa doğru rol modellerle buluşturmaktır. Çocuklar en çok model alma ve taklit yolu ile öğrenirler. Eğitimcilerin, çocuktan bek­ledikleri davranışları çocuğun önünde yap­­ması ve çocukların bu sahneyi göz­lem­lemesi öğrenmeyi hızlandırır. Eğitim­cilerin anlattıklarını, bizzat kendilerinin yaşaması çocuk için en etkili öğrenme yöntemlerinden biridir. Eğitimciler, çocuklara model olduğu gibi, onların içinden seçtiği iyi modelleri de öne çıkarabilir. Mesela, Kur’ân çalışmasında, bir harfin doğru okunuşunu eğitimci ken­di telaffuz ettiği gibi, bu işi iyi yapan bir çocuğa da telaffuz ettirebilir. Çocuklar, istenen davranışı kendi önünde yapan bi­risini gördüklerinde o davranışı daha ko­lay ya­parlar. Çocuğun önünde uygulayıcı model yoksa çocuk beklenen davranışı ser­gileyemez. Dürüst olması gerektiğini bi­lir ama nasıl dürüst olacağını bilemez. Çocuğu iyi modellerle karşılaştırmak, iyi modelleri çocuğun yanına getirmek ço­cuklar eğitiminde kullanılacak en iyi yön­temlerden biridir. Bu modeller yaşayan kah­ramanlar olabileceği gibi, geçmişte ya­şamış kişiler de olabilir. O kişilerin ha­yatlarından sunulan somut olaylar, ço­cu­ğun model almasını kolaylaştırır. Yaşatarak ve Yaptırarak Öğretmek Çocukların sözle birlikte görüntüler yolu ile öğrendiğinden bahsettik. Görüntüler çocuk için bir somutlaştırma görevi de görür. Model olmak, öykülemek ve oyun içinde öğretim aslında birer görüntü ile öğretme yöntemidir. Ancak tüm öğretim yöntemlerinin üzerinde bir yöntem vardır ki, o da yaparak-yaşayarak öğrenmektir. Ör­neğin abdesti anlatmak yerine resimlerle ve videolarla göstererek öğretmek daha güzeldir. Bunun bir adım ötesi, çocuğun önünde abdest alarak çocuğa rol model olmaktır. Bu sayede çocuk gerçekte bu işi yapan birine temas etmiş ve daha iyi öğrenmiş olur. Ancak bu öğrenmenin de bir adım ötesi vardır ve o da çocuğun yanı başında durup, bizzat onun abdest almasına fırsat verip yaparak öğrenmesini sağlamaktır. Bu tarz bir öğretim birebir ilgiyi gerektirir. Namaz, dua gibi ibadetler yaptırarak ve yaşatarak öğretilebilir. Bir yardımseverliği yaparak-yaşatarak öğretmek istiyorsak, çocukları bir yardım faaliyetine katmak gerekir. Dü­rüstlüğü yaparak yaşatarak öğretmek için evde vazo kıran bir çocuğun annesine karşı dürüst olup “Ben kırdım anneciğim, özür dilerim.” dediği bir öyküyü ço­cu­ğun canlandırması sağlanabilir. Çocu­ğun öğrendiğini bir rehber ile birlikte dene­yimlemesi, bunu defalarca tekrarlaması en kalıcı öğretim şeklidir. Doğru eğitim yaklaşımlarını kısaca özetle­yecek olursak diyebiliriz ki; çocuk eğitim sürecinde öncelikle eğlenmeli ve keyif al­malıdır. Eğitim kelimelerde kalmamalı gö­rüntülerle desteklenmelidir. Resim, video ve öykülerle görüntülerle dökülen eğitim çocuğun zihninde somutlaşır ve daha kalıcı olur. Eğitimi somutlaştırmanın en güzel adımı ise çocuğun önünde yaşayan bir rol model olmaktır. Daha da ötesinde çocuğa anlatılan ko­nu­ları bizzat kendisine yaşatmak ve de­neyimletmek en etkili öğretim yön­temidir. B) Sıkça Yapılan Öğretim Hataları Yaz kurslarında doğru öğretim yöntem­lerini kullanmak kadar, yanlış öğretim yöntemlerinden kaçınmak da önemlidir. Bu kısımda çocuk eğitiminde çok sık yapılan öğretim yanlışlarına yer verilmiştir. Tehdide Dayalı Öğretim Tehdit birçok insanın hoşuna gitmez. Birisi bize tehditle bir iş yaptırmaya çalıştığında o işi pek yapmak istemeyiz. Tehditte amaç, öf­ke ile karşıdaki kişinin kalbine korku sa­lıp ona istenilen davranışı yaptırmaktır. “Eğer şunu yapmazsan, o zaman görüşü­rüz” demek bir tehdittir ve çocuk eğiti­minde pek işe yaramaz. Üstelik aksi sonuçlar verebilir. Tehdit edilen kişi zorla istenilen davranışı yapsa da, o davranışı isteksiz ve geçiştirerek yapar. Bir süre sonra zorla yaptığı bu işe karşı nefret duyabilir. Çocuk eğitiminde tehdit yerine uyarı ve ceza kul­lanılabilir. Çocuklara, eğitim öncesinde ku­rallar güzelce anlatılabilir ve çocuklar ikaz edilebilir. Örneğin derste çocukların ayağa kalkmamasını isteyen bir eğitim­ci “Arkadaşlar, ders esnasında herkesin ye­rinde oturmasını istiyorum, herkes ayağa kalkarsa ders işleyemiyorum ve hepimizin dikkati dağılıyor. Biliyorum, çocuksunuz ve hareket etmek istiyorsunuz. Ben size hareket etmeniz için izin vereceğim. Ancak buna rağmen yerinizden izinsiz kalkıp gidip bir arkadaşınızı rahatsız ederseniz, o gün oynanan oyuna katılamayacaksınız.” Cümlesini kurabilir. Burada hem gerekçeli açıklama, hem bilgilendirme ve hem de ikaz vardır. Bu cümledeki ikaz bir cezayı da içermektedir. Ancak bu cümlede ço­cuğa açıkça korku verme niyeti yoktur, eğitimci hiddetli değildir. Amacı çocukları bilgilendirmek ve uyarmaktır. Bu cümle daha yapıcıdır ve çocukları incitmez. Bu nedenle çocuk eğitiminde tehdit yerine uyarı ve cezaya yer vermek daha isabetli olur. Din eğitiminde yapılan en temel hatalardan biri, çocukları Allah ve Cehennem ile korkutarak, tehdit ederek çocukları dine ya da istenilen bir davranışa yöneltmeye çalışmaktır. “Namaz kılmazsan Allah seni yakar!”, “Kötü konuşursan cehennemde yanarsın!” gibi yaklaşımlar çocuklarda kaygı-korku oluşturur ve çocuk rahmeti olan bir Allah değil, yakan, kızan bir Allah inancına sahip olur. Sevdiklerinden biri kötü konuştuğunda onun yanacağı kaygısı ile uykusuz geceler geçirebilir. Dinin kavramlarını kullanarak çocukları korkutmak, onlarda dine kar­şı olumsuz bir tepki oluşturabilir. Bu nedenle çocukların yanlışlarını Allah ve Cehennem ile korkutarak düzeltmekten vazgeçilmelidir. Çocuklarla iletişim kurar­ken negatif bir dil yerine pozitif bir dil kullanmak gerekir. “Yalan söylersen Allah seni sevmez.” demek yerine “Allah doğru sözlü olanları çok sever.” Demek daha doğru olur. Duyguları Örseleyerek Öğretim Çocuklar bazen eğitimcinin istediklerini yerine getirmezler ya da getiremezler. Bu durumda çocuklarla alay etmek, onları toplum içinde küçük düşürmek, eleştir­mek, azarlamak çocukların duygularını ör­selemek anlamına gelir. Çocuk bu olum­suz duygusunu bulunduğu mekan, bilgi ve kişi ile eşleştirir. Daha sonra camiye, hocaya ve dini değerlere karşı olumsuz duygular besleyebilir. Bu nedenle eğitim süresince çocukların duyguların incitmemeye aşırı özen gösterilmelidir. Ödülle Öğretim Ödülün yanlış kullanımı en az ceza ka­dar çocuklara zarar verebilmektedir. Bu nedenle çocuklarda ödül kullanımına dik­kat etmek gerekir. Ödül davranış önce­sinde söylendiğinde, yani “Çocuğa şu kadar dua ezberlersen, şu ibadeti yapar­san sana şunu vereceğim” dendiğinde çocuk o davranışı yapar. Ancak dua ve ibadeti kendisi için değil, ödül için yapar. Ödül ön plana çıkarken dua ve ibadet geri planda kalır. Dua ezberlemek ve ibadet yapmak, ancak ödülle yapılacak zor bir iş halini alır. Bu nedenle ödülü davranıştan önce söyleyip çocukları teşvik etmek doğ­ru değildir. Ödül iyi davranışın öncesinde söylenmemeli, iyi davranış ortaya çıktıktan sonra, bazen verilmelidir. Eğitimci dua ve ibadet konusunda ödül vereceğini önceden söylemeden, bir ço­cuğun dua ezberlediğini gördüğünde, bu çocuğu ödüllendirebilir. Yani eğitimci ço­cuklarda görülen iyi davranışları yaka­lamalı ve yakaladığı bu iyi davranışları ba­zen sözle, bazen de küçük hediyelerle ödüllendirmelidir. Kursa erken gelen, der­sine iyi çalışan, dersi dikkatle dinleyen, güzel not alan, eğitimciye yardım eden çocuklar, rastgele olacak bir şekilde ön­ce­sinde kendilerine ödül verileceği söy­lenmeden ödüllendirilebilir. Ancak bu ödüllendirme de sık sık olmamalıdır. Ceza ile Öğretim Ceza, çocuk eğitiminde en son kullanıl­ma­sı gereken bir yöntemdir. Çocuğa ör­­­nek olduktan, istenilen davranışları bir­likte tek­­­rar­ladıktan, çocuğun psikolojik ya­raları­nı gider­dikten, güzel dille ikaz ettikten ve olumlu davranışları ödüllendirildikten son­­­ra, hiç­bir sonuç alınamıyorsa o za­man ce­­za yön­temi gündeme gelebilir. Çocuklara verilen ceza şiddet içeremez. Şid­det, fiziksel, sözel ve duygusal şiddet olarak üç çeşit olabilir. Fiziksel şiddet, çocuğun bedenine zarar vermeyi içerir ve tasvip edilemez. İkinci şiddet çeşidi hakareti, alayı, küçümsemeyi içine alan sözel şiddettir ve çocuklara sözel şiddet de uygulanamaz. Üçüncü şiddet çeşidi duygusal şiddettir, çocukların duygularını ezmek, rencide etmek, istismar etmek an­lamına gelir ki bu da tasvip edilmez. Çocuklara verilebilecek tek ceza “kısa süreli mahrumiyet” olabilir. Örneğin tüm uyarılara rağmen dersin akışını bozan, arkadaşlarına vuran bir çocuğa bir günlük grup oyunlarına katılmama cezası verilebilir. Burada çocuğun oyuna katılma hakkı bir günlüğüne elinden alınmıştır. Çocuklara verilen herhangi bir mahrumiyet cezası bir günü geçmemelidir. Mahrumiyet cezası, yemek, içmek, uyumak, sevgi gibi temel ihtiyaçlarla alakalı da olmamalıdır. Tekrar belirtmek gerekir ki, arkadaşlarına vuran bir çocukta cezayı kullanmadan önce diğer tüm yöntemleri denemiş olmak gerekir. Çocuğa vurmanın kötü olduğunu anlatmak, iyi geçinmek üzerine öyküler anlatıp videolar izletmek, çocuğu bazı derslerde yanımıza alıp kontrol altında tutmak, arkadaşlarına vurmadığı günlerde onu takdir etmek, yanlış davranışları için gün sonunda onu bir kenara çekerek güzel dille uyarmak, tüm bunları yaparken sevgi ve şefkatle yaklaşmak diğer yöntemlerdir ve öncelikle bu yöntemler kullanılmalı­dır. Tüm bu yaklaşımların sonucunda sınır­ları çok zorlayan çocuklara mahrumiyet ce­zası verilebilir. Ancak verilen ceza bir günü geçmemesine ve herkesin önünde uygulanmamasına özen gösterilme­li­dir. Ör­ne­ğin, oyuna katılmama cezası alan bir çocuk, oyun öncesinde evine gönde­rilebilir. Arkadaşları oyun oynarken ço­cuğu kenarda bekletmek, onu toplum içinde cezalandırmak anlamına gelir ve bu, çocuğun duygularını rencide eder. Bu nedenle, çocuklara toplum içinde ce­za vermekten kaçınılmalıdır. Çocukların bazı olumsuz davranışları (tır­nak yeme, alt ıslatma, izinsiz eşya alma, aşırı hareketlilik) psikolojik bir yaranın sonucu olabilir ve bu davranışlar tek başına mahrumiyet cezası ile söndürülemez. Bu konuda uzmanlara danışmak gerekebilir. Kısacası, ceza çocuk eğitiminde en son müracaat edilecek bir yöntemdir ve ancak mahrumiyet cezası şeklinde olabilir. Eğitim ve Öğretim Mekânı Eğitim öğretim, insanla ilişkili olduğu kadar mekânla da ilişkilidir. Mekân, eğitime ruh katan, eğitimi verimli ya da verimsiz hale getirebilen önemli bir unsurdur. Bu nedenle eğitimin öncesinde mekânsal düzenlemeler yapmak hem eğitimcilerin hem de eğitim planlayıcılarının ana görevlerinden biridir. Çocuklar oyunu ve hareket etmeyi severler. Bu nedenle çocukların eğitim göreceği mekânlar harekete imkân tanıyan, içinde oyun alanı bulunduran mekânlar olmalıdır. Küçük bir odada birçok çocukla yapılan eğitimde verim düşük olur. Çünkü çocuk bu mekânda yeteri kadar hareket edemez ve oynayamaz. Camiler geniş hareket im­kânı sunması, bahçesinin bulunması nede­ni ile eğitim için uygun mekânlardır. İnsan beyni, insanın vücuda aldığı ok­si­jenin önemli bir kısmını kullanır. Öğ­renme faaliyeti direk beyinle ilişkilidir. Bu nedenle eğitim mekânın bol oksijen alması, teneffüs aralarında mekânın ha­va­lan­dırılması öğrenme açısından önem­lidir. Din eğitimi maneviyat ile ilgili bir konudur. Nasıl ki spor eğitimlerinin sporla ilgili bir alanda yapılması uygunsa, din eğitimlerinin de manevi havası bulunan yerlerde yapılması daha uygundur. Cami­ler, eski medreseler, külliyeler bu açıdan eşi bulunmaz mekânlardır. Zaruret olma­dıkça okul binalarının yaz kursları için kullanılmaması önerilir. Eğitim mekânındaki oturma düzeninin ço­cukların birbirinin yüzünü görecek şekilde ayarlanması mekânla ilgili diğer önemli bir düzenlemedir. Birbirinin ensesini değil yüzünü gören çocuklar daha az düzeni bozan davranış sergiler­ler ve daha et­kileşim içinde olurlar. Bu da eğitim verimini arttırır. Mekânın bir kısmının okuma kısmı ve kütüphane bölümü olarak da düzenlenmesi faydalı olur. Çocukların tek başına kitap okuyabileceği, farklı kitapları inceleyebileceği, araştırma yapa­bileceği bir alan çocuklara birçok açı­dan fayda sağlar. Okuma alanının ya­nında, ma­sa tenisi, satranç gibi çeşitli oyun alan­larının da bulunması eğitim mekânını zenginleştirir. Özet ve Sonuç Ülkemizde yaz aylarında okulların kapan­ması ile birlikte milyonlarca çocuğu ilgi­lendiren yeni bir eğitim-öğretim dönemi başlamaktadır. Bu da camilerde ya da farklı mekânlarda verilen İslam dini eğitimidir. Çocuklara yönelik yapılan her türlü çalışma şüphesiz özenle planlanmalıdır. Çocuklarla çalışacak kişiler ise özenle seçilmelidir.

Pedagoji DERNEĞI 01 Haziran
Konu resmiOkuyan Kazanır!
İnsan

Üç ayların bereketiyle hareket ettiğimiz şu günler içerisinde Peygamber Efendimizin “Allah’ım! Receb ve Şaban’ı bereketli kıl ve bizi Ramazan’a ulaştır” duası ile eyyam-ı mübareke ve sıyama yaklaşmış bulunuyoruz. Rabbim cümlemizi bu güzel günlerle be­reketlendirsin. Cümlenizin Ramazan-ı Şeri­fi hak­kınızda ve hakkımızda hayırlara vesile olsun. Yaz ayları her ne kadar tatil günleri olsa da memleketimiz açısından eğitime yönelik ola­rak çok kıymetli zamanlar olarak de­vam etmektedir. Özellikle çocuklarımız ve gençlerimiz açısından Sivil Toplum Kuru­luşlarının katkılarıyla manevi ağırlıklı eği­tim­ler verilmektedir. Bu da seküler süzekten geçen evlatlarımızın hiç olmazsa yaz aylarında revize olmasına, manevi toparlanma sürecine müspet katkı sağlamaktadır. Bu vesileyle bu manada hiz­met veren tüm sivil toplum yapılanmalarını ve yine bu çalışmalara desteklerini esirge­meyen tüm özel teşekküller ve devlet ku­rumlarına teşekkür etmek isterim. İstikbalimizin temel taşları evlatları­mız­dır. Geleceğimiz onlardır. Bu anlamıyla genç­­leri­mize yatırım yapmak, onların dini ve kültürel açıdan yetişmelerine yardımcı olmak elbette en önemli işlerimizden ola­caktır ve olmalıdır. Böyle olmakla birlikte her şeyin kendine gö­re kural ve kaideleri olduğu da muhakkak­tır. Bugüne kadar zorluklar ve kısıtlamalar içerisinde yapılan bu yaz faaliyetleri, geldi­ğimiz tarihte her türlü destek sağlanarak ve herhangi bir kanuni korku duyulmaksızın yapılabilmektedir. Bu da beraberinde daha disipliner ve organize olabilmeyi, eğitim araçlarından çalışma alanlarına kadar daha ehliyetli olmayı gerekli kılmaktadır. Yani yapılan işin kalitesinin artabilmesi ve tesirli olabilmesi için eğitim şartlarının oluş­­turulabilmesi önem arz etmektedir. Biz de ehemmiyet verdiğimiz yaz kursları mu­va­­ce­hesinde kapağa bahsi geçen şartlara yönelik “YAZ KURSLARINDA DİKKAT EDİLECEK HUSUSLAR” isimli çalışmayı taşıdık. Pedagoji Derneği ile çalışılan konu­nun hem teşkilatlar açısından hem de eği­ticiler açısından önemli olacağına kaniiz. Malumunuz “Usulsüz vusul olmaz!” Hem “Kem âlâtla kemâlât olmaz!” kaidelerine riayet­le icra edilecek faaliyetler inşallah ha­yırlı ne­ticeler verecektir. Şu mübarek zaman di­lim­lerinde hayırlı ve bereketli çalışmalar yap­manızı dua ederiz. Dergimizin Aile Mektebi bölümünü de ih­mal etmemenizi önemle rica ederiz. Çünkü toplumun temelinde aile vardır. Fakat ne yazık ki ailelerde de problemler eksik olmu­yor. Her ne kadar İrfan Mektebi okuyucu kitlesi aile konusunda duyarlı olsa da bil­mediğimiz, bilemediğimiz hususlardan do­layı ailemiz, buna bağlı olarak da çocuk­ları­mız zarar görebiliyor. Bazen bir bilgi kırıntısı pek çok hayatlar kurtarabiliyor. Uzman yazarlarımızın siz der­gimiz okurları için kaleme aldıkları kıy­met­li yazılar da bizler için rehber olma özel­liğine haizdir. Tecrübe ve bilgi birikimi ile ortaya çıkan bu güzel ilaçlar, kapaklar arasına mahkûm edilmemelidir. Hem hasta­lık sadece maddi değil, ruhi hastalıklar daha çok can yakmaktadır. Evlerimizi birer İrfan Mektebi haline getir­mek bizim elimizde. Haydi dergimizin ka­paklarını açık tutalım. Her gün bir satır bi­le olsa okumaya gayret edelim. Okuyan kazanır!

Metin UÇAR 01 Haziran
Konu resmiEzan Sesini Duyabilmek
Tarih

Ezan, Cumhuriyet kurulduktan sonra 18 sene boyunca Türkçe okunmuştur. 1950 Türkiye genel seçimleri sonrasında, Demokrat Parti Türkçe ezan ile ilgili olarak çalışmalara başladı. 14 Haziran günü gazetelerde açıklanan çalışmalar 16 Haziran günü kabul edilmiştir. Türkçe ezan yasaklanmamış, ezan asli dili ile okunması serbest bırakılmıştır. Ezanın asli dili ile okunması serbest bırakıldığı gün Bursa'da bir camide 7 defa Arapça olarak ikindi ezanı okunmuştur.  Geçenlerde, engelli vatandaşlarımızla ilgi­li güzel projelere imza atan ve gözleri gör­meyen bir dernek başkanının anlattığı bir hâdise beni derinden etkiledi. Kulakları duy­mayan ve dolayısıyla konuşamayan ancak buna rağmen Kur’an okumayı öğ­renen bir grup Kur’an sevdalısı, bu der­nek başkanı beyefendiyi ziyaret ediyorlar. İçlerinden birisi tercüman vâsıtasıyla, der­nek başkanına şunları söylüyor: “Göz­leri­niz görmediği için elbette ki, bir kı­sım güzelliklerden bu dünyada istifade ede­mi­yorsunuz ancak o kadar nasiblisiniz ki, kulaklarınız ezan sesini duyabiliyor. Ben şimdiye kadar hiç ezan sesi işitmedim.” Bedîüzzaman Hazretlerinin Mustafa Paşa’ya söylediği “Kılıç kesmez, el keser” sözünden ilhamla şunu söyleyebiliriz ki sarf edilen sözlerin tesiri, büyük nispette söyleyenden kaynaklanıyor. Bazen aynı sözü başkası söylese size çok tesir etmeyebilirken, olma­sı gereken zamanda ve söylemesi gereken kişi tarafından söylenince sözün tesiri kat kat artıyor. Yukarıdaki hâdisede de ay­nı durumla karşı karşıya kalıyoruz. Her gün rahat bir şekilde dinlediğimiz ve hat­ta kimi zaman alışkanlıktan farkında bile olmadığımız bir nimettir ezan sesini din­leyebilmek ve duyabilmek. Böyle bir ni­metin ne kadar mühim olduğunu anlaya­bilmek için de bazen bizi manen sarsacak ve kendimize getirecek sözlere ve hadiselere ihtiyaç duyabiliyoruz. Günümüzde, kimi kulaklar ezanı din­leme­nin hasretiyle yanıp tutuşur­ken; ne ya­zık ki, kimi kulaklar da ezan se­sinden ra­hatsız olmaktadırlar. Bu vazi­yet, âhir za­manda yaşadığımızın far­kına bir kere daha varmamızı sağlıyor. Ezan, bize gün­de beş defa Rab­bi­­mi­zi ve imanımızı ha­tır­latmaktadır. En bü­yük farz vazifelerimiz­den                           biri olan namaza davet etmektedir. Biz­­zat Peygamber Efendimizin (sav) uygu­lamalarıyla haya­ta geçirilmiş, İslâm dininin şeâi­rinden ve sembollerinden bi­ri­dir. Onun bu sembol özel­liği sebebiyle, ehl-i da­lâ­letin İslâm’a karşı olan projelerinin ba­şında eza­nı susturmak gelmek­tedir. Bu sebeple hem ezan-ı Muhammedî’ye sahip çık­ma­lıyız, hem de elimiz­dey­ken kıymetini bilip, bu nime­tinden ötürü Rabbimize çok­ça hamd etmeliyiz. Her Bir Nimet İçin Şükür Ezan sesi özelinde ifade ettiğimiz bu hu­sûs, bizim için zamanla sı­radanlaşan bü­tün nimetler için ge­çerlidir. Yağmur yağ­dı­rıl­madığı zaman suyun, çok kar yağıp havalar çok soğu­yunca sıcağın, ha­va­lar çok ısınınca serinliğin, ih­ti­yar­­la­yınca genç­li­ğimizin, has­­ta olun­ca sağ­lığımızın ve daha nice, za­manında sa­hip olduğumuz an­cak elimizden çıkınca kıy­met­leri­ni anla­dığımız ni­met­lerin şükrünü eli­miz­dey­ken eda edebilmek... Veya ehemmi­yetinin farkı­na va­­ra­madığımızdan dolayı bizim için zamanla sıradan­laşan nimetler için de şükrede­bilmek… Mün’im-i hakikinin bize verdiği hiç­bir nimet, basit ve ucuz değil. Biz hiç­birini kendi başımıza yapama­yız. Cenâb-ı Hakk bizi nimetlendire­cek ki; bu nimetlere kavuşabilelim. Öyleyse, kendi başımıza zerresine bile ma­lik olamadığımız bu nimetlerin tamamı için devamlı bir şükür ve hamd hâli içinde olmak zorundayız. Sözler Mecmuası 1. Söz’de ifade edildiği gibi, bu nimetlere mu­kabil Cenâb-ı Hakk’ın bizden istediği fiyat şükürdür. Üstelik şükretmek bizim fıtratımıza da hiç ters değil. Her gün birçok insana nezaketen teşekkür ediyoruz. Hâl böyleyken, her şeyin hakiki sahibi olan Cenâb-ı Hakk’a şükretmek ve hamd etmek hiç de zor olmasa gerek. Tahmîdiye “Çoktan beri benim husûsî bir virdim ve hiç kaleme alınmayan ve mesleğimizin dört esasından en büyük esası olan şükrün en geniş ve en yüksek mertebesini ihata eden ve bende çok def’a maddî ve ma’nevî hastalıkların bir nev’i şifâsı olan ve İsm-i A’zam ve Besmele ile dokuz âyât-ı uzmâyı içine alan ve on dokuz def’a şükür ve hamdi a’zamî bir tarzda ifade ile tahmîdâtın adedleri ile o eşyânın lisân-ı hâl ile ettikleri hamd ü senâyı niyet ederek, o hadsiz hamdlerin ye­kûnünü kendi hamdleri içine alarak azametli ve geniş bir tahmîdnâme ve teşek­kürnâme bulunan ve Se­kîne’deki Esmâ-yı Sittenin mu­azzam yeni bir dersidir. (Kastamonu Lâhikası Sayfa: 334)” Bedîüzzamân Hazretlerinin bize Kastamonu Lâhikasında yukarıdaki satırlarla tanıttığı ve Büyük Cevşen’e dâhil edilen Tahmîdiye Duası, hamd ve şükre önem verenlerin devamlı okuması gereken dualar arasında yer almaktadır. Tahmîdiye duasında bize verdiği şu nimetler için Rabbimize hamd ederiz: - Allah’a ve birliğine, her bir ismine ve her bir sıfatına iman etmeyi bizlere nasib ettiği için, - Hazret-i Muhammed’in (sav) Peygamber­liğini ve ona iman etmeyi bizlere nasib ettiği için, - Kur’an’ı ve ona iman etmeyi bizlere nasib ettiği için, - İman, Kur’an ve İslâm nimetlerini bizlere nasib ettiği için, - Türlü türlü yiyecek ve nimetlerini bizlere nasib ettiği için, - İman, Kur’an ve Risâle-i Nur nimetleri ile Leyle-i Kadir, Mi’râc, Berâet ve Regâib nimetlerini bizlere nasib ettiği için, - İman nimetini ve âlemlerin Rabbinin razı olduğu İslâmiyet nimetini bizlere nasib ettiği için, - Cenneti ve ona iman etmeyi bizlere nasib ettiği için, - Bize ihsan ettiği her bir nimet için… Tahmîdiye duasından da açıkça anlıyoruz ki; hamd ederken önceliğimiz bize verilen en büyük nimet olan iman nimetine yöne­lik olmalıdır. İman nimetinin ardından bize verilen her bir nimet için Rab­bimize hamd etmek ve şükretmek de öncelikli vazifelerimizdendir. Yaptığımız her bir ibadette hamdden bir hisse vardır mutlaka. 9. Söz’de, namazın manasını ve çekirdeği­ni meydana getiren üç şey­den birinin şükür olduğu ifade edil­mektedir. Bu durumu diğer ibadetlerde de görmekteyiz. Yine Kur’an’ın özü ve giriş kapısı olan Fatiha Su­resi­nin, Besmeleden son­ra hamd ayeti ile başla­ma­sı, bu duruma güzel ve latif bir örnek teşkil etmektedir.

Arif Emre GÜNDÜZ 01 Haziran
Konu resmiBediüzzaman Hazretleri'nin Siyasete Bakışı
Risale-i Nur

Bediüzzaman Haz­retleri’nin uzak durduğu siyaset, ikti­dâr, makam ve liderlik mücadelesi anla­mındaki siyasettir. Bir de İmam-ı Gazali (ra)’ın, “Beşeriyeti ıslâh ile dünya ve âhi­rette, selâmete ulaştıracak doğru yolu gös­termek” diye tarif ettiği siyaset vardır ki; İmam-ı Gazali Hazretleri bu siyasetin en üstün mertebesini Peygamberlerin, son­ra Raşid Halifelerin, sonra Peygamber vâ­ri­si olan âlimlerin yaptığını ifade eder. Zaten Bediüzzaman Hazretleri de bu ul­vî manadaki, sanatların en şereflisi diye vasıf­landırılan, peygamber vârislerinin yap­tığı siyaseti yapabilmek için iktidar, ma­kam ve liderlik mücadelesi anlamındaki siyaseti terk etmiştir. Rabbimiz, her yüz senede dinini tecdid ederek kuvvetlendirecek bir müceddidi gön­­dereceğini Resûlü (asm) vasıtasıyla2 biz­­lere müj­delemiştir. İmam-ı Gazalî (ra), Abdül­kâdir-i Geylânî (ra), İmam-ı Rab­banî (ra), Mev­lâna Celaleddin-i Rû­mî (ra), Mev­lâna Hâlid-i Bağdâdî (ra) gibi mümtaz şahsiyetler, Allah’ın dinine yeni bir canlılık ve parlaklık vermek gayesiyle gönderilmişlerdir. Bu vazifeli zatlar gel­dik­leri asrın ihtiyacına uy­gun hiz­met usul­leriyle insanlara Cenab-ı Al­lah’ı, Ki­tabul­lah’ı, Resûlullah’ı tanı­tıp sevdirmeye çalış­mışlardır. Dine ken­dilerinden ve ye­niden bir şey karış­tırmadan dinin ah­kâm ve esaslarına ve Peygamberimizin (asm) sün­­net­lerine harfiyyen ittibâ ederek İslam’a hizmet etmişlerdir. Doğru İslamiyet’i ve İslamiyet’e layık doğruluğu kendi üzer­lerinde göstererek o asrın insanlarına rehber ve mürşid olmuşlardır. Bediüzzaman Hazretleri de ahir zaman Müs­­­lü­manlarının imdadına gönderilmiş bu müm­taz şahsiyetlerden biridir. Bediüz­za­­man Haz­retleri’nin siyasete karşı du­ru­munu ve duruşunu değerlendirirken bu asrın mü­ced­didi olduğu gerçeğini göz önünde bulundurarak değerlendirmek gerektir. Hangi Siyaset? Öncelikle belirtmeliyiz ki, Bediüzzaman Haz­­retleri’nin uzak durduğu siyaset, ikti­dâr, makam ve liderlik mücadelesi anla­mındaki siyasettir. Bir de İmam-ı Gazali (ra)’ın, “Beşeriyeti ıslâh ile dünya ve âhi­rette, selâmete ulaştıracak doğru yolu gös­termek”3 diye tarif ettiği siyaset vardır ki; İmam-ı Gazali Hazretleri bu siyasetin en üstün mertebesini Peygamberlerin, son­ra Raşid Halifelerin, sonra Peygamber vâ­ri­si olan âlimlerin yaptığını ifade eder. Zaten Bediüzzaman Hazretleri de bu ul­vî manadaki, sanatların en şereflisi diye vasıf­landırılan, peygamber vârislerinin yap­tığı siyaseti yapabilmek için, iktidar ve ma­kam ve liderlik mücadelesi anlamındaki siyaseti terk etmiştir. Efendimiz (asm)’ın bu asırdaki vârisi olan Üstad Bediüzzaman Hazretleri, zamanı­mızda ne şekilde hizmet edileceğini, ne­lere dikkat edilmesi gerektiğini, kime na­sıl davranılacağını en güzel şekilde ken­di hayatında göstererek Kur’ân’a ve Resû­lullah (asm)’a güzel bir ayna olup, bütün insanlığa dünya ve ahirette kurtuluşa ve selâmete ulaşmalarını sağlayacak doğru yo­lu biiznillah göstermiştir. Eski Said ve Siyaset Bediüzzaman Hazretleri Eski Said dev­rinde siyasetle meşgûl olmuştur. Ancak bu meşgûliyet dinin siyasete alet edilmesi şeklinde değil, siyasetin eğer mümkünse dine alet ve hizmetkâr olması şeklinde ger­çekleşmiştir. Üstâd, “Dinin bir hakikatini bin siyasete tercih ederim”4 diyerek ve “İslâmiyet güneşi yerdeki ışıklara âlet ve tâbi olamaz. Ve âlet yapmak İslâmiyetin kıymetini tenzil etmektir, büyük bir cinâyettir”5 diye haykırarak bütün kuvvetiyle siyaseti islâmiyete hiz­metkâr bir alet ve araç yapmaya çalış­mış­tır. Bediüzzaman Hazretleri hayatı bo­yunca “Menfaat üzerine dönen siyaset canavardır.”6 dediği menfaati esas yapan siyasetle hiç meşgul olmamıştır. Yine ta­rafgirliği netice veren, meleği şeytan, şey­tanı melek gösteren, cemaatin selâmeti için ferdi fedâ eden, zulme ve iftiraya dayalı siyasete, hiçbir zaman taraftar olmamıştır. Yeni Said devrinde ise siyaset âleminden kendisini Kur’ân-ı Hakîm’in hizmetinin şiddetli bir sûrette men’ ettiğini söyleyerek7 siyaseti bırakmıştır. Üstad Niçin Siyasetle Meşgul Olmadı? Bediüzzaman Hazretleri’nin ve talebeleri­nin siyaset yoluyla hizmet etmemelerinin başlıca sebebleri şöyle sıralanabilir; 1- Kur’ân’ın elmas gibi ulvî hakikatlerini, siyâsî propaganda malzemesi zannıyla insanlar nazarında cam parçaları kıyme­tine düşürme tehlikesi vardır. Eğer iman hakikatleri siyasî bir kimlik veya siyasî bir bayrak altında anlatılsa, insanlarda; “Acaba beni kendi siyasî fikrine çekmek için mi bunları anlatıyor?” düşüncesi uyanır. Ve muhatap üzerinde o hakikatler tesirini ya göstermez veya az gösterir. Neticede Kur’ân’ın elmas gibi yüce hakikatleri cam parçaları derecesine düşürülmüş olur. 2- Siyaset maddî bir topuza benzer. Gaf­let veya dalâlet bataklığına düşmüş ve ken­disini kurtaracak bir el arayan, iman ve Kur’ân’a muhtaç bir insanı, o bataklıktan kurtarmak niyetiyle yaklaşırken bir elde iman nuru, diğer elde siyaset topuzu tutul­maması gerektiğini beyan eder. Çünkü iman ve Kur’ân’a muhtaç bir insan “Acaba nurla beni kendine yaklaştırıp, topuzla dövmek mi istiyor?” diye telaş ve evham edebilir. Yine bu zamanda Müslümanların karşı karşıya olduğu en mühim tehlike, bilim ve felsefeden gelen bir dinsizlikle kalplerin bozulması ve imanın zedelenmesi tehlikesidir. Bu tehlikeden kurtulmanın tek çaresi de nurdur. Nur, samimiyetle ve hakkıyla gösterilmelidir ki kalpler ıslah olsun, imanlar kurtulsun. Eğer siyaset ve güç topuzuyla hareket edilse hatta galip de gelinse küfür kalplerde saklanır ve asrın dinsizlik tehlikesiyle kâfir olmuş bu insanlar, münafık derecesine inerler. Hâlbuki münafık kâfirden daha fenadır ve tehlikelidir. O yüzden siyaset topuzu bu dinsizlik tehlikesi karşısında kalpleri ıslah edemez. 3- İman ve Kur’ân hakikatlerine her­ke­sin muhtaç olması siyasetten uzak dur­­­mayı gerektirir. Çünkü Risale-i Nur mesleğinde “siyasî görüşü ne olursa olsun bütün müminler kardeştir” düşüncesi esas­tır. Her insan iman hakikatlerine muh­taçtır. Risale-i Nur’dan istifade maksa­dıyla gelen bu muhtaçlara karşı aynı ya­kınlığı, aynı muhabbeti gösterebilmek için herhangi bir siyasî partinin veya dü­şüncenin taraftarı olmamak gerektir ki her gelen kişi ürkmeden, çekinmeden eli­mizdeki iman hakikatlerinden istifade edebilsin. Bediüzzaman Hazretleri bu nok­taya şöyle temas eder: “Nur şâkirdleri, hiç siyasete karışmadılar, hiçbir partiye gir­me­diler. Çünkü iman, mâl-i umumîdir. Her taifede muhtaçları ve sahipleri var. Tarafgirlik giremez. Yalnız küfre, zındıkaya, dalâlete karşı cephe alır. Nur mesleğinde, müminlerin uhuvveti esastır.”8 Yine bu ko­nu­da şöyle der: “İman dersi için gelenlere tarafgirlik nazarıyla bakılmaz. Dost düşman derste fark etmez. Hâlbuki si­ya­set tarafgirliği, bu manayı zedeler. İhlas kırılır. Onun içindir ki, Nurcular emsalsiz işkencelere ve sıkıntılara tahammül edip Nur’u hiç bir şeye âlet etmediler. Siyaset topuzuna el atmadılar.”9 4- İhlâs ve uhuvvet, siyasetten uzak dur­mayı gerektirir. Hâlbuki siyasetle meşgul olmak buna engeldir. Siyasete giren bir kişi ister istemez muhabbet ettiği siyasî düşünceye ve o siyasî düşüncenin liderine taraftar olur. Taraftar olduğu siyasî düşünce ve liderin İslâm’a uygun olmayan ama o anki siyasi vaziyete uygun görülen bazı hallerini kendince tevil etmek durumunda kalabilir. Ondandır ki tarafgirâne siyasetin meleği şeytan, şeytanı melek gösterir derecede rızâ-yı İlahîden ve kabul-ü Rabbaniden uzaklaşması Bediüzzaman Hazretleri’nin siyasetten çekilmesinin diğer bir sebebi ol­muştur. Bu noktaya bizzat müşahede ettiği bir olayla Üstâd Hazretleri mealen şöyle temas eder: “Bir zaman garazkârâne tarafgirlik ne­ticesi olarak gördüm ki, ilim sahibi din­dar birisi siyasî noktada kendisine mu­halif bir salih âlimi küfürle itham eder derecede küçük düşürdü. Ve ken­di siyasî fikrinde olan bir münafığı hürmetle methetti. İşte siyasetin bu fe­nâ neticelerinden ürktüm ve siyasetten çekildim.”10 Yine kendisinin şâhid olduğu başka bir olay da şöyledir: “Eski Said gördü ki bir salih âlim kendi siyasî düşüncesindeki bir münafığı hararetle övdü ve siyasetine muhalif bir salih hocayı tenkit ve fasıklıkla itham etti. Eski Said ona dedi: “Bir şey­tan senin fikrine yardım etse rahmet okutacaksın. Senin siyasî fikrine muhalif bir melek olsa lanet edeceksin. Bunun için Eski Said “Eûzü billahi mineşşeytani vessiyase” dedi ve siyaseti terk etti.11 “Risale-i Nur’un bu kadar muarızlarına mukabil en büyük kuvveti ihlâs oldu­ğundan ve dünyanın hiçbir şeyine âlet ol­madığı gibi, tarafgirlik hissiyatına bina edilen cereyanlara, hususan siyasete temas eden cereyanlarla alâkadar olmaz. Çünkü tarafgirlik damarı ihlâsı kırar, hakikati değiştirir.”12 5- Fani, dünyevî siyasetle meşgul ol­mak kişiyi ehemmiyetli uhrevî hizmet­lerinden geri bırakır ve tarafgirlik mey­liyle zalimlerin zulmüne ortak olma tehlikesi vardır. Bu konuyla ilgili olarak Hazret-i Üstad şöyle der: “Bu dünya fânidir. En büyük dava, bâki olan âlemi kazanmaktır. İnsanın itikadı sağlam olmazsa, davayı kaybeder. Hakiki dava budur. Bunun haricindeki davalara karışmak zararlıdır. Siyasetle meşgul olan, ehemmiyetli hizmetlerinden geri kalır.”13 Yine bu konuda şöyle der: “Dünya siyasetine karışmadığımın sebebi: O geniş ve büyük dairede vazife az ve kü­çük olmakla beraber, cazibedarlık cihetiyle meraklıları kendiyle meşgul eder; hakiki ve büyük vazifelerini onlara unutturur ve­­ya noksan bıraktırır; hem her halde bir tarafgirlik meylini verir, zalimlerin zulüm­lerini hoş görür, şerik olur”14 6- Siyasetle meşguliyet, bazen insanın selâmet-i kalbini, hüsn-i niyetini, isti­kâmet-i fikrini bozar. Üstâd bu konuda şu çarpıcı ifadeleri kullanır: “Geniş ve ca­zibedar siyaset boğuşmalarına dikkat eden, bazen kapılır; vazifesini yapamadığı gibi, selâmet-i kalbini ve hüsn-i niyetini ve is­tikamet-i fikrini ve hizmetindeki ihlâsını kaybeder. Kaybetmese de o itham altında kalabilir.”15  Ve şöyle bir tavsiyede bulunur: “Bu zamanda siyaset, kalbleri ifsad eder ve asabî ruhları azab içinde bırakır. Selâmet-i kalb ve istirahat-ı ruh isteyen âdem, siyaseti bırakmalı.”16 7- Doğruluğun siyasî hayatta ölmesi ve yalanın siyasette çok yaygın olması mesafeli durmayı gerektirir. Hazret-i Üs­tad bu konuda, “Siyasetin çoğu yalan­cılık”17 ifadesini kullanır ve “Asr-ı Saadet’teki in­kılab-ı azîm, sıdk ile kizb, iman ile küfür kadar birbirinden uzak iken zaman geçtikçe gele gele birbirine yakınlaştı. Ve siyaset propagandası bazen yalana ziyade re­vaç verdi. Fenalık ve yalancılık bir dere­ce meydan aldı.”18 şeklinde bu hastalığın vahim sonuçlarından bahseder. 8- Siyaset, insana dünyaya gönderiliş ga­yesini ve ahireti unutturup gaflet veren en geniş ve çekici dairedir. Kendisi bu konuda şöyle der: “İnsana gaflet vere­cek ve dünyaya boğduracak ve hakiki va­zife-i insaniyeti ve ahireti unutturacak olan en geniş daire ise, siyaset dairesidir. Husu­san böyle umumî ve mücadele suretindeki hâdiseler, kalbi de boğuyor. Güneş gibi bir iman lâzım ki; her şeyde, her vaziyet­te, her bir harekette kader-i ilâhî ve kud­ret-i Rabbaniyenin izini, eserini görsün, tâ o zulm-ü zulmette kalb boğulmasın, iman sönmesin; akıl, tabiat ve tesadüfe saplanmasın.”19 9- Dünya siyasetinin dizginleri ecne­bi­lerin elindedir.20 O, Sünûhat isimli eserinde bu konuda özetle şöyle der: “Biz burada kendi irademizle hareket etmiyoruz. Si­yasetin dizginleri Avrupa’nın elinde. Avrupa oradan üflüyor, biz burada oynuyoruz. Avrupa’dan yapılan telkin­lerle hareket ediyoruz.” Yine başka bir yerde de şöyle der: “Siyasetin çoğu yalancılık ve bilmeyerek ecnebi parmağına alet olma ihtimali var”21 Evet Bediüzzaman Hazretleri günümüz siyasetine girmeyerek, siyaset üstü bir konumda kalarak, siyasetle elde edilebilecek netice ve gayelere siyasetsiz bir şekilde ulaşmıştır. Bu dahi ayrı bir siyaset anlayışı olarak mütalaa edilebilir.    Bediüzzaman Hazretleri, “Kur’ân-ı Ha­kîm’in hizmetinin, kendisini, siyaset âle­minden şiddetli bir surette men’ ettiğini” söyleyerek siyasetten uzak durmuştur. Si­yaset ve partiler üstü kalarak, Allah’ın dini­ni bütün muhtaç Müslümanlara ulaştıra­cak bir tarzda iman ve Kur’ân’a hizmetkâr olmuştur. Hiçbir siyasî düşüncenin ve par­tinin aleti olmadan, yaptığı ihlaslı, le­kesiz, safi hizmetle ve o hizmetin mü­şah­has meyveleriyle, en istikametli ve en doğ­ru iman hizmetinin nasıl olması ge­rektiğini bütün dünyaya göstermiştir. An­cak Bediüzzaman Hazretleri, “Kimse siyasetle meşgul olmasın, siyasetle hiçbir hizmet olmaz” düşüncesinde de değildir. O yüzden siyaset yoluyla hizmet edecek insanlara da dini, siyasete vasıta ve alet yapmamalarını, yalana, menfaate, iftiraya ve zulme dayalı siyasetten kaçınmalarını, hakkın hatırını yüksek tutarak hiçbir hatıra feda etmemelerini, nefis ve şeytanın razı olacağı bir siyasî anlayıştan uzak, insanları dine soğutmadan, İslâmî ölçüleri muhafaza ederek siyaset yapmalarını tavsiye etmiştir. Hazret-i Üstad’ın 1950’den Sonraki Si­yasî Duruşu Bediüzzaman Hazretleri Yeni Said devri­ne geçtiği 1921’den beri, “Şeytandan ve siyasetten Allah’a sığınırım” diyerek siyasetle alâkasını tamamen kesmişti. Risale-i Nur’u telif ettiği yirmi üç sene boyunca siyasetten hep uzak durmuş, gazete ve radyoları dahi takip etmemiştir. Bu şiddetli sakınmasının sebebini izah için müteaddid dersler kaleme almıştır. Bunlardan mühim bir kısmı bir önceki konu başlığı altında nakledildi. Tek parti devrinde siyasetle ve siyasî ha­berlerle hemen hiç alâkadar olmayan Haz­ret-i Üstad, çok parti devrinde iktidara geçen Demokrat Parti’nin nisbeten de olsa dine hürmetkâr tavırları sebebiyle bu yeni dönemde siyasîlere, nadir de olsa irşad edici bazı mesajlar göndermeye başlamıştır. Fakat bu durum asla siyasete karışmamak prensibinden taviz vermesi anlamında değildi. Bu dönemde olan 1950, 1954 ve 1957’deki her üç seçimi de Demokrat Parti kazan­mıştı. Hazret-i Üstad bu üç seçimden yalnız sonuncusunda, o sıralarda Halk Par­­tisi karşısında ciddî bir gerilemeye dü­şen Demokrat Parti’nin mağlub olmasını engellemek adına seçim sandığına giderek yalnızca oy kullanmıştır. Hazret-i Üstad, sırf geçmişte dine imana çok zararlar veren o parti bir daha kazanmasın diye “ehve­nü’ş-şerri ihtiyar etmek”, yani “İki şerden daha hafif olanı seçmek” hikmeti­ne binaen Demokratları desteklemiştir. Yine o dönemde siyasete girmek isteyen bazı Nur Talebeleri olmuş, Üstad ise onlara Risale-i Nur adına değil ancak kendi nam­larına girmek şartıyla müsaade etmiştir. Çok partili siyasî hayatın devam etmekte olduğu yıllarda Sebilürreşad dergisi sahi­bi ve Üstad’ın eski dostu Eşref Edip’ten ge­len bazı teklifler üzerine Bediüzzaman Hazretleri bu yeni dönemde de siyasî tavrında bir değişiklik olmadığını gösteren şu cevabı kendisine gönderir: “Nur Risaleleri’nin ve Nurcuların si­ya­setle alâkaları yok ve Risale-i Nur, rı­za-i ilâhîden başka hiç bir şeye âlet edil­mediğinden, mümkün olduğu kadar Ri­sale-i Nur’un mensubları, ictimaî ve si­yasî cereyanlara karışmak istemiyor­lar. Yalnız Sebilürreşad, Doğu (dergileri) gibi mücahidler, iman hakikatlerini ehl-i dalaletin tecavüzatından muhafazaya çalış­tıkları için, ruh u canımızla onları takdir ve tahsin edip onlarla dostuz ve kardeşiz, fakat siyaset noktasında değil. Çünkü iman dersi için gelenlere taraf­girlik nazarıyla bakılmaz. Dost düşman derste fark etmez. Hâlbuki siyaset ta­rafgirliği, bu manayı zedeler. İhlâs kı­rı­lır. Onun içindir ki, Nurcular emsalsiz işkencelere ve sıkıntılara tahammül edip Nur’u hiç bir şeye âlet etmediler. Siya­set topuzuna el atmadılar. Hem Nur Risaleleri küfr-ü mutlakı kırdığı için, küfr-ü mutlakın altındaki anarşiliği ve üs­tündeki istibdad-ı mutlakı kırdığı cihetle, bir nevi siyasete teması var tevehhüm edilmiş. Hâlbuki Nur’un tercümanı, bir tek mesele-i imaniyeyi dünya saltanatına değişmediğini mahkemelerde dava edip yir­mi beş sene tarz-ı hayatıyla ve emarelerle ispat etmiştir.”22 Bediüzzaman Hazretleri, 1950 sonrasında iktidar olan Demokratlara ara sıra bazı mü­him ikazlarda bulunmuştur. Onlardan birinde Kur’ân ve İslâmiyet zararına olacak mühim tehlikelere dikkatlerini çekiyor ve şöyle diyordu: “Demokratlara büyük bir hakikati ihtar: Şimdi Kur’ân, İslâmiyet ve bu vatan zara­rına üç cereyan var: Birincisi: Komünist, dinsizlik cereyanı. Bu cereyan yüzde otuz kırk adama zarar verebilir. İkincisi: Eskiden beri müstemlekâtların, Türklerle alâkalarını kesmek için, Türkiye dairesinde dinsizliği neşretmek için; ifsad komitesi namında bir komite. Bu da yüzde on, yirmi adamı bozabilir. Üçüncüsü: Garplılaşmak ve Hristiyanlara benzemek ve bir nevi Protluk (Protestanlık) mezhebini İslâmlar içinde yerleştirmeye çalışan ve dinde hissesi olmayan bir kısım siyasîler heyetidir. Bu cereyan yüzde belki binde birisini, Kur’ân ve İslâmiyet aleyhine çevirebilir. Biz Kur’ân hizmetkârları ve Nurcular, ev­velki iki cereyana karşı daima Kur’ân hakikatlerini muhafazaya çalışmışız. Müm­kün olduğu kadar dünyaya ve siyasete bakmamaya mesleğimiz bizi mecbur edi­yormuş. Şimdi mecburiyetle bakmaya lüzum oldu. Gördük ki: Demokratlar, evvelki iki müdhiş cereyana karşı bize (Nurculara) yardımcı hükmünde olabilirler. Hem onların dindar kısmı dai­ma o iki dehşetli cereyana mesleklerince muarızdırlar. Yalnız dinde hissesi az olan bir kısım garblılaşmak ve garblılara tam benzemek mesleğini takib edenler ise, üçüncü cereyana bir yardım ediyorlar. Ma­dem o cereyanın yüzde ancak birisini belki binden birisini Purutlar ve Hristiyan gibi yapmaya çevirebilirler. Çünkü İngiliz iki yüz sene zarfında tahakküm ettiği iki yüz milyon İslâm’dan iki yüz adamı Purutluğa çevirememiş ve çeviremez. Hem hiçbir tarihte bir İslâm, Hristiyan olduğunu ve kanaatle başka bir dini İs­lamiyet’e tercih etmiş olduğu işitilmedi­ğinden, iktidar partisinde bulunan az bir kısım, dinin zararına siyaset namıyla üçüncü cereyana yardım etse de; madem o Demokrat Partisi, meslek itibariyle öteki iki cereyan-ı azîmenin durmasında ve def’ etmesinde mecburî vazifeleri olmasından, bu vatana ve İslamiyet’e büyük bir faidesi dokunabilir. Bu cihetten biz, Demokratları iktidar yerinde muhafaza etmeye Kur’ân men­faatine kendimizi mecbur biliyoruz. Onlar­dan hayır beklemek değil; belki dehşet­li, baştaki iki cereyana siyasetlerince muarız oldukları için; onların az bir kısmı dine verdikleri zararı, vücudun par­ça­lanmasına bedel, yalnız bir parmağı kesmek gibi pek cüz’î bir zararla pek küllî bir zarardan kurtulmamıza sebeb oluyorlar bildiğimizden, o iktidar partisinin lehinde ehl-i dini yardıma davet ediyoruz. Ve dinde lâübali kısmını dahi cidden ikaz edip “Aman çabuk hakikat-i İslâmiyeye yapışınız” ihtar ediyoruz ki, vatan ve millet ve onların hayatı ve saadeti, hakaik-i Kur’âniye’ye dayanmak ve bütün Âlem-i İslâm’ı arkasında ihtiyat kuvveti yapmak ve uhuvvet-i İslâmiye ile dört yüz milyon kardeşi bulmak ve Amerika gibi din lehinde ciddî çalışan muazzam bir devleti kendine hakiki dost yapmak, iman ve İslâmiyet’le olabilir. Biz bütün Nurcular ve Kur’ân hizmetkârları, onlara hem haber veriyoruz, hem İslâ­miyet’e hizmette muvaffakıyetlerine dua edi­yoruz. Hem de rica ediyoruz ki: Bu mem­leketin bir ehemmiyetli mahsulü ve va­tanda ve şimdi Âlem-i İslâm’da pek bü­yük faidesi ve hizmeti bulunan Risale-i Nur’u, müsaderelerden kurtarıp neşrine hizmet etsinler. Bu vatandaki dindarları kendine taraftar etsinler ve selâmeti bulsunlar. Said Nursî”23 Üçüncü Said’in Anlamı Burada şunu da belirtmek faydalı olacaktır. Bediüzzaman Hazretleri’nin 1949 Afyon Hapsinde haber verdiği, Eski Said, Yeni Said’den sonra, “üçüncü bir Said’in teza­hüre başlaması”nın, Üstad’ın ellili yıllar­daki kısmî rahatlama devrindeki siyasî duruşuyla bir alâkası yoktur. Zira Üçüncü Said’le değil siyasete yaklaşmak, aksine Yeni Said’in de ötesinde dünya işlerinden tamamen uzaklaşmak manasında bir hâ­let-i ruhiyeyi Üçüncü Said’le yaşamaya başlamıştı. Hazret-i Üstad, kendisinde baş­layan bu hâlet-i ruhiyeyi şöyle anlatıyor: “Aziz, sıddık kardeşlerim! İki-üç defadır ehemmiyetli bir halet-i ruhiye bana ârız oluyor. Aynı otuz sene evvel İstanbul’da beni Yuşa Dağı’na çı­karıp İstanbul’un, Dârü’l-Hikmet’in ca­zibedar hayat-ı ictimaiyesini bıraktırıp hatta İstanbul’da bulunan Nur’un birin­ci şâkirdi ve kahramanı olan merhum Abdurrahman’ı dahi zarurî hizmetimi görmek için de yanıma almağa müsaade etmeyen ve Yeni Said mahiyetini gösteren acib inkılabat-ı ruhînin bir misli, şimdi mukaddematı bende başlamış. Üçüncü bir Said ve bütün bütün târik-i dünya (dünyayı terk eden) olarak zuhuruna (görünmesine) bir işaret tahmin edi­yorum. Demek Nurlar ve kahraman şâ­kirdleri benim vazifelerimi yapacaklar, daha bana hiç ihtiyaç kalmamış. Zâten Nur’un her bir câmi’ cüz’ü ve sarsılma­yan hâlis şâkirdlerinin her birisi, benden daha mükemmel ders verir. Said Nursî”24 Görüldüğü gibi, Risale-i Nur Külliyatında yalnız bir defa geçen “Üçüncü Said” ta­birini Hazret-i Üstad, değil siyasete yak­laşmak veya karışmak manasında, aksi­ne bütün bütün dünyadan el etek çek­mek olarak açıklamıştır. Bunun zıddına ya­pı­lan yorumlar, tamamen şahsî, indî yo­rum­lardan ibarettir. Kaynaklar: 1- Tarihçe-i Hayat Bediüzzaman ve Hayru'l-Halefi A.Hüsrev Altınbaşak isimli eserden alınmıştır.2- el-Hâkim, el-Müstedrek, 4: 5223- İhyâ-i Ulûmiddîn c. 1 s. 404- Mektûbât s. 4125- Mektûbât s. 4126- Mektûbât s. 4607- Mektûbât s. 378- Emirdağ Lâhikası-1 s. 1219- Emirdağ Lâhikası-2 s. 21910- Mektûbât s. 9511- Mektûbât s. 41412- Emirdağ Lâhikası s. 18613- Emirdağ Lâhikası-1 s. 814- Emirdağ Lâhikası-1 s. 3615- Sikke-i Tasdîk-i Gaybî s. 19016- Kastamonu Lahikası s. 7917- Mektûbat 16.  Mektub18- Mektûbat s. 41519- Emirdağ Lâhikası-1 s. 3620- Mektûbat s. 3721- Mektûbat 16.  Mektub22- Emirdağ Lâhikası-2, s.  3623- Emirdağ Lâhikası-2, s.  20824- Osmanlıca Şuâlar, s.  552

İrfan MEKTEBİ 01 Haziran
Konu resmiBir Cinayet olayının Arkasında Yatan Rahmet Çiçekleri
İnsan

Cinayet suçundan hükümlü bir arkadaşımız, Isparta Cezaevinde Hüsrev Efendi ile birlikte yatmakta iken başından geçen hatırasını bana şöyle anlatmıştı:  Cahilliğime ve nefsime uyarak bir cinayet işledim. Çok pişmanım. Ancak öleni ge­ri getirmek mümkün değil. Acaba ben kendimi nasıl affettirebilir ve ölen şahsın kul hakkından nasıl kurtulabilirim diye günlerce düşünüp dururken, hapishanede Hüsrev Efendi ile tanıştım. Kendisine bu sıkıntımı arz ettim. Bana “Kıl­dığın namazların sünnetlerini farz niyeti ile kıl ve sevabını ölen şahsın ruhuna bağışla” dedi. Bende öyle yapmaya başladım. Epey zaman sonra cezaevinden tahliye edildim. Ancak bu tahliyeme pek sevinemedim. Be­ni bir korku sardı. Ölen şahsın yakınları da acaba beni öldürürler mi diye uykularım kaçtı, iştahım kesildi. Bir gün, ölen şahsın yakınlarından birisi evimize geldi. “Müsaitseniz akşam size ge­le­ceğiz” dedi. İçime bir korku düştü. Ha­ya­tımın son anlarını yaşıyorum zannettim. Akşam oldu. Ölen şahsın hanımı çocukları ile birlikte geldiler. Onları kin ve nefret dolu bir çehre ile bekliyordum. Oysa güler yüz ve tatlı dille bana “Geçmiş olsun” dediler. Biraz sohbet ve ikramdan sonra  “Sizi böy­le karşılamıyordum. Bana karşı hiçbir husu­metinizi görmedim” deyince, ölen şahsın hanımı “Sen hapiste iken eşimi rüyamda gördüm. Cennette idi. Kendisine ‘Senin doğru dürüst bir salih amelin yoktu, bu mertebeye nasıl ulaştın?’ dediğimde; beni öldüren “……’ın gönderdiği  sevaplar  kur­tardı’ dedi. ‘Ne yaptın da kocam Cenneti kazandı?’ dedi.” Ben de; “Hapishanede Bediüzzaman Haz­retleri'nin Vekili olan Ahmed Hüsrev Efendi ile tanıştım. Cinayet olayından kay­­­­nak­­­lanan pişmanlığımı dile getirerek ken­­dimi nasıl affettirir ve ölen şahsın kul hak­kından nasıl kurtulabileceğimi sor­dum. Ba­na ‘Kıldığın namazların sünnetlerini farz niyetine kıl ve sevabını ölen şahsın ruhuna bağışla’ demişti. Ben de öyle yapıyorum” dedim. Çay kahve muhabbetinden sora ayrılıp git­tiler. Bu hadiseden sonra uykularım da dü­zeldi, iştahım da açıldı. İşte böyle büyük zatların içtimai hayatta insanlara ne kadar faydalı olduklarını o za­man anladım ve idrak ettim. Çünkü ve­­ri­len bu fetva ile öldüren ölenin akra­ba­larından emin, ölen memnun, yakınları da memnundu. Yeni bir cinayetin işlenmesi­ne böylelikle mani olunmuştu. O tarihten sonra Risale-i Nurlara sıkıca sarılıp layı­kıyla bir Nur Talebesi olmaya gayret ettim, diyerek başından geçen bu hatırasını bana kısaca anlatmıştı.

Halit BAĞDATLI 01 Haziran
Konu resmiHelal Gıdanın Maneviyata Tesirleri
Sağlık

Bizler helal olmayan gıdalardan titizlik­le kaçınmalıyız. Çünkü vücudumuza giren her bir haram lokma bizim ibadetlerden tam lezzet alamama, günahlardan kaçama­ma ve duamızın kabul olmamasına sebep olabilir.  Helal; dinen yapılması ve yenilip içilme­si yasak olmayan şey demektir. Haram kelimesi ise, dinen yapılması ve yenilip içilmesi kesin olarak yasaklanmış şeyler­dir. Allah u Teâlâ Kur’an-ı Kerim’de Müs­lümanlara helal olan şeyleri yemelerini ve haramlardan uzak durmalarını emrediyor.  Nitekim bu husus Kur’an-ı Kerim’de şu ayetlerle ifade edilmiştir: “O halde Allah’ın sizi, helal ve temiz olarak rızıklandır­dı­ğı şeylerden yiyin ve siz kendisine ina­­­nan kimseler olduğunuz Allah’tan sakının.” (Maide, 88). Başka bir ayeti kerimede ise,  “Öyle ise Allah’ın sizi rızıklandırdığı helal ve temiz şeylerden yiyin; eğer yalnız O’na kulluk ediyorsanız, Allah’ın nimetlerine şük­redin.” (Nahl, 114)  buyurulmaktadır. Yiyecek ve içeceklerin helal olması, insan­lığın en önemli imtihanlarındandır. Hat­ta ilk insan Hz. Âdem ve Hz. Havva’nın imtihanı da helal gıda ile olmuştur. Hz. Âdem ve Hz. Havva cennette yaşamaya başlarlar. Cenab-ı Hak onlara cennetin her türlü nimetinden yararlanabileceklerini em­­re­der. Ancak bir ağaca yaklaşmalarını ya­saklar. Kur’an-ı Kerim’ de bu husus şöy­le ifade edilmiştir: “Ey Âdem sen ve eşin cennette kalın. Dilediğiniz yerden yi­yin. Fakat şu ağaca yaklaşmayın. Yoksa zalim­lerden olursunuz.” (Bakara, 35). Hz. Âdem ve Hz. Havva uzun yıllar boyunca bu ağaç­tan uzak durur. Bir gün şeytan onlara bu meyveden yerlerse ölümsüz olacakları­nı söyler ve onları kandırır. Hz. Havva ve Hz. Âdem meyveden yer ve sonrasında cennetten çıkarılırlar. İşte Hz. Âdem ve Hz. Havva’nın cennetten çıkmasına sebep olan helal gıdayla olan imtihan, günümüzde daha şiddetli bir şe­kilde devam etmektedir.  Haram olan şeyler gıdalarımızın içine girmekte ve haberimiz olmadan bunları tüketebilmekteyiz. Küre­selleşmenin getirdiği yeniliklerle Avru­pa’da üretilen bir ürün, aynı içerikle ül­kemizde de üretilebilmekte ve maalesef Müslümanların hassasiyeti dikkate alınma­maktadır. Örneğin; bazı gıdalarda jelatin kul­lanılmaktadır. Jelatinin neredeyse ta­ma­mı Müslüman olmayan ülkelerden it­hal edilmekte ve üretiminde domuzların veya helal yollarla kesilmeyen hayvanların kemikleri kullanılmaktadır. İşte bu jelati­nin kullanıldığı gıdalar helal olmaktan çık­makta ve bu gıdaları tüketmemiz bizi Al­lah katında mesul etmektedir. Bizler helal olmayan gıdalardan titizlik­le kaçınmalıyız. Çünkü vücudumuza giren her bir haram lokma bizim ibadetlerden tam lezzet alamama, günahlardan kaçama­ma ve duamızın kabul olmamasına sebep olabilir. Ebu Hureyre (ra)’dan rivayet edi­len bir hadiste Resûl-i Ekrem (sav) şöy­le buyuruyor: “Öyle bir devir gelecek ki insanoğlu aldığı şeyin helalden mi ha­ram­dan mı olduğuna hiç aldırmayacak. Böylelerin hiçbir duası kabul edilmez.” (Buhari, Büyü, 23).  Yine başka bir hadis-i şerifte Peygamber (sav): “Allah yolunda sefer yapmış, üstü başı tozlanmış bir adam ellerini göklere uzatarak ‘Ya Rab! Ya Rab!’  diye yalvarıyor. Hâlbuki onun yediği ha­ram, içtiği haram, giydiği haramdır. Böylesi­nin duası nasıl makbul olur?” (Müslim, Zekat 65, 1015; Tirmizi, Tefsir, Bakara (2992)) diyerek duanın kabul olması için vücuda giren lokmanın helaliyetinin ne derece önemli olduğunu vurgulamıştır. Yine İmam-ı Azam Ebu Hanife Hazret­leri­nin babası Sabit Hazretlerinin başından geçen hadise, helal gıdanın insanın mane­viyatına etkisini anlamamız açısından gü­zel bir kıssadır.  Sabit Hazretleri gençliğinde bir ark kenarında abdest alıyordu. Abdes­te başlayacağı zaman ark sularına kapılıp ge­len bir elma gördü. Elmayı, nereden geldi­ğini ve haram veya helal olup olmadığını düşünmeden bir defa ısırdı. Hemen hata ettiğini ve mutlaka elmanın sahibini bu­lup helal ettirmesi gerektiğini düşündü. Bahçenin sahibini buldu ve ona meseleyi anlatıp elmayı yanlışlıkla ısırdığını söyledi ve hakkını helal etmesini istedi. Onun bu hareketi, elma sahibinin dikkatini çekmişti. Hakkını helal edemeyeceğini, helal etmesi için bazı şartları olduğunu söyledi. Sabit Hazretleri ne isterse yapacağını,  yeter ki hak­kını helal etmesini isteyip şartının ne olduğunu sordu. Elma sahibi, hakkını helal etmesi için iki yıl bahçesinde çalışması ge­rektiğini söyleyince, Sabit Hazretleri, ahi­­rette ceza çekmektense bu dünyada bir şahsa iki sene hizmet etmek daha iyidir diyerek şartları kabul etti. Elmanın sahibine iki yıl hizmet etmiş ve adamın işinde canla başla çalışmıştı. İki sene sonra, zamanın dolduğunu ve artık hakkını helal etmesini istediğini söyleyince, adam; “Yine helal etmiyorum, benim bir kızım var onunla evlenirsen ancak o zaman helal ederim” dedi. Hz. Sabit bu teklifi de kabul etti ve bahçe sahibinin kızıyla evlendi. Seneler geçip bu evlilikten İmam-ı Azam (ra)  dünyaya geldi. Annesi İmam-ı Azam’ı hocaya okuması için teslim etmişti. Daha sonra İmamı Azam unvanına kavuşan, o zaman henüz üç yaşında bulunan Numan, üç günde Kur’an-ı Kerim’i hatmettiği za­man annesi, “Ah oğlum, baban o elmayı ısırmasaydı, sen bir günde hatmedecektin” demişti. İşte bu kıssada da anlatıldığı gibi, vücuda giren haram bir lokma, sadece bizim ma­neviyatımızı değil, çocuklarımızın da ma­ne­viyatını etkiliyor. Rabbimizin razı ol­duğu kullardan olmak ve hayırlı nesiller yetiştirmek istiyorsak, bu noktada titizlik­le davranmalı ve haramın vücudumuza gir­me­sine izin vermemeliyiz. Ve Rabbi­miz­den her zaman helal rızık ve salih amel istemeliyiz.  اَللّٰهُمَّ ارْزُقْنَا طَيَّباً وَاسْتَعْمِلْنَا صَالحِاً

Ali BELLİKLİ 01 Haziran
Konu resmiKader Nedir?
İnsan

Kader, Cenab-ı Hakkın başlangıcı ve sonu olmayan il­miyle, bütün varlık âleminin ve içindeki olmuş ve olacak bütün yaratılanların nasıl olacaklarını, ne zaman vücuda geleceklerini ve nasıl yaşayacaklarını her türlü ayrıntısı ile bilmesi ve aynısını da kader levhasına yazmasıdır. Bu da iki kısma ayrılmaktadır.  1. Allah’ın hikmetinin gerektirdiği ve ira­desinin tercih ettiği şekilde, kader prog­ra­mına göre, O’nun kudretinin yarattığı ve insanın iradesine bağlı olmayan işlerdir. Bu kısım, insanı bağlamaz. Hikmet-i İlahiyeye göre bu gibi işler gerçekleşir. Bütün âlemin ve içindeki bütün varlıkların yaratılması, insanın nerede, ne zaman, hangi anne ve babadan dünyaya geleceği buna örnektir. Bir bina, plan ve projesiz meydana gel­mediği gibi, insanın iradesinin dışındaki âlemde de ne olup bitiyorsa hepsi bu ka­der projesine göre oluşmaktadır. Ağaçtaki yap­rağın düşmesinden tut, ta yıldızların, gü­neş sistemi gibi sistemlerin ve bütün varlık âleminin yaratılıp idare edilmesi, an­cak kaderin bu programına göre takdir edilmiştir. 2. Bizim cüz-i irade denilen isteğimize bağ­lı olarak, düşündüğümüz ve yaptığımız iş­lerdir. Cenab-ı Hakk, bize bir parça ira­de vermiştir. Onu da, külli iradesinin taal­lukuna basit bir şart yapmıştır. Hayır veya şer olsun, insan bir şeyi istemedikçe, Al­lah onu yaratıp zorla insana vermez. Zaten in­sa­nın istemesinin dışında, Cenab-ı Hakk in­sana bir muamelede bulundu ise, insan ondan mesul değildir. Mesela cin­net getirerek veya bilmeden bir suç işle­me­nin, “Benim ümmetimden hata ve unutkanlığın cezası kalkmıştır” hadis-i şerifinde ifade edildiği gibi, Allah katında mesuliyeti olmaz. Cenab-ı Hakk, imtihan için insanı bu dün­yaya göndermiştir. Hikmet ve adaletin gereği olarak, iyilik veya kötülüğü tercih edebilecek bir cüz-i ihtiyariyi yani istediğini seçebilme iradesini, insana ver­miştir. Bu dünyada hayır ve şerri bir arada bulundurarak, bunu imtihan vesilesi yapmıştır. Sadeddin Taftazani’nin dediği gibi İman: “Kulun iradesini kullanıp istemesinden son­ra, Cenab-ı Hakk’ın o kulun kalbine yer­leştirdiği bir nurdur. Demek bir kul iman etmek istemedikçe, Allah ona imanı vermediği gibi, kâfir olmak istemedikçe de, Allah ona küfrü vermez. Kulun işlediği günah ve sevapların durumu da böyledir. مَا أَصَابَكَ مِنْ حَسَنَةٍ فَمِنَ اللّٰهِ وَمَا أَصَابَكَ مِن سَيِّئَةٍ فَمِن نَّفْسِكَ “Sana isabet eden her iyilik Allah’tandır; sana isabet eden her kötülük ise nefsinden­dir”1 ayet-i Kerimede ifade edildiği gibi, Ce­nab-ı Hakk, sonsuz şefkat ve merhamet sahibi ol­duğundan, rahmetiyle kulunun iyi­lik yap­masını ister. Eğer kul da iradesiyle, Ce­nab-ı Hakk’ın istediğine inanıp, o iyi­liği sahiplenirse, Allah kudretiyle o iyi­li­ği yaratır. Zira iyiliği isteyen rahmet-i ilahiyedir. İnsanın kabulünden sonra iyiliği yaratan, yine kudret-i ilahiyedir. Sebeb de sonuç da Allah’tandır. Öyleyse iyilik hususunda insana düşen hisse, ona ina­nıp sahiplenmek gibi çok az bir kısımdır. Buna binaen ayette “iyilik Allah’tandır” denilmiştir. Fenalık hususunda ise, Allah rahmetiyle kulunun fenalık yapmasını istemez. Bunu da peygamberler ve âlimler vasıtasıyla bil­dirmiştir. Ancak imtihan gereği olarak, Al­lah insanın iradesini serbest bıraktığından, fenalığı insan isteyebilmektedir. Eğer bir insan, Allah istemediği halde, bir fenalığı bile bile isterse, onun isteğine binaen, Allah o fenalığı verir. Fenalığa se­beb olan insanın nefsidir. Çünki insan kendisi istemektedir. Yaratan ise, kudret-i ilahiyedir; netice Allah’a aittir. Ayetteki “Fenalığı kendinden bil!” hakikati ise, in­sanın o fenalığa sebeb olmasındandır. “Madem Cenab-ı Hakk kaderimde olan her şeyi bilip yazmış, öyleyse işlediğim günahlardan mesul değilim” diyemeyiz. Zira bir işin oluşması için irade sıfatı, ter­cih eder. Kudret sıfatı ise, tesir sahibidir, onu yaratır. İlim sıfatı ise, o yaratılan nasıl yaratıldı ise, o hal üzere onu bilir; yaratma özelliğine sahip değildir. Zira kader de bir ilimdir; ilim ise, maluma tabidir. Yani bir insan dünyaya geldiğinde ne isteyip yapacaksa, Allah aynen onu bilir ve yazar. Allah’ın bu bilmesi ve yazma­sı, insanın isteğine ve yapacağına göredir. Öy­­leyse, iyilik ve fenalığın kaderde yazılı ol­­ması, insanı onları yapmaya mecbur et­mez. İnsan onları yapacağından dolayı, ka­derde yazılmıştır. Dolayısıyla yaptığımız fenalık­larda kaderin hiçbir mesuliyeti yoktur. Bu hakikati daha iyi anlamak için şöyle bir örnek verebiliriz. Gelecek sene daha gel­meden takvimler hazırlanıp iki üç ay ön­ceden insanlara dağıtılıyor. Bu takvim, ge­lecek senenin kaderi gibi, senenin kaç ay, kaç hafta, kaç gün olduğunu, hangi günün cuma veya cumartesi olduğunu, ay ve gü­neş tutulma vakitlerini, beş vakit namazın vaktinin hangi dakikada girdiğini, bayram ve tatil günlerinin hangi günler olduğu­nu bütün teferruatıyla göstermektedir. Tak­vimi hazırlayan ise, cüzî bir ilme sahip olup, tecrübeleriyle gelecek seneyi bütün teferruatıyla bilip yazmıştır. İlim ve bil­giden ibaret olan takvim, daha gelmemiş ve gelecek olan seneye göre hazırlanmıştır. Ve o seneye tabidir. Senenin takvimin gös­­ter­diği şekilde gerçekleşmesi, takvime bağ­lı değildir. Öyleyse biz diyemeyiz ki “Bu adam takvimi böyle yazdığı için sene de öyle gerçekleşti.” Belki adam senenin nasıl gerçekleşeceğini bilmiş ve ona göre de takvimi düzenlenmiştir. Takvimin sene üzerinde hiçbir etkisi yoktur. Aynen öyle de Cenab-ı Hakk, başlangıcı ve sonu olmayan ilmiyle sonradan yaratacağı bir kulunun neler isteyeceğini ve neler ya­pacağını bilir. Ve bildiği için de kader olarak yazmıştır. Bu kaderin kulun üzerine hiçbir etkisi yoktur. Ancak kulun irade ve gücüyle yapacaklarını aynen yazmıştır. Bu hakikati bilen insanlar, bütün mesuliyeti kadere değil, iradelerine ve nefislerine verir­ler; bütün iyilikleri de kaderden bilirler. Ancak bu hakikati tam anlamayan avam, ümitsizliklerini ve üzüntülerini gidermek için, olup biten bazı şeyleri kadere veriyorlar. Örneğin: yapmadığı veya yapamadığı bir iyilik için “Nasip değildi, kaderde yokmuş” diyerek ümitsizlikten kurtulup teselli bulur. Ve yine başına gelen bir musibetten dolayı: “Kaderimizde varmış. Bu musibetten kur­tulamayacakmışız” der. İşi kadere vermekle üzüntüsünü, sıkıntısını giderir. Ama hiçbir zaman bir Müslüman işlediği günahlardan dolayı: “kaderimde vardı. Onun için yap­tım” diyemez. Ve dese de doğru olamaz. “Hem kaderde ve nasibimde ne varsa gelir beni bulur” diyerek kendini tembelliğe ata­maz. Cüzi iradesiyle yapması gereken se­bepleri yerine getirerek tedbirini alıp neticelerin Allah’tan geldiğini bilmek ve O’ndan beklemek mecburiyetindedir. Kaynaklar: 1- Nisa Suresi, 79

Zakir ÇETİN 01 Haziran
Konu resmiTarihten Sayfalar
Tarih

Konya Mahmûdiye Medresesi (Ali Gav Zâviyesi) Bir rivayete göre, Osmanlı askerleri Konya Kalesini kuşatır fakat bir türlü şehri alamazlar. İkinci Konya Suru içerisindeki zaviyede yatıp kalkan Ali adında bir asker, bir gün öküz postuna bürünerek sığır sürüsünün arasına karışıp, kale kapısından içeri girer. O gece gizlice kale kapısını açarak Osmanlı askerlerinin şehri almalarını sağlar. Farsçada “Gav” öküz demektir. Şehrin ele geçirilmesinde öküz postuna bürünmesinden dolayı, Ali Gav olarak anılır. Ali Gav’ın kaldığı zaviye, Sultan 2. Mahmûd zamanında aslına uygun olarak restore edilerek, Mahmûdiye Medresesi adını almıştır. Medrese, günümüzde ise Konya Büyükşehir Belediyesi Eğitim Kültür ve Sanat Merkezi olarak kullanılmaktadır. Fahreddin Paşa’nın Medine’de Osmanlı Askerlerine Son Seslenişi Ey İnsanlar! Malumunuz olsun ki, yiğit ve kahraman askerlerim, bütün İslam’ın sırtını dayadığı yer, manevi gücün desteği olan Medine’yi son fişeğine, son damla kanına, son nefesine kadar muhafazaya ve müdafaaya memurdur. Buna Müslümanca, askerce azmetmiştir. Bu asker, Medine’nin enkazı ve nihayet Ravza-i Mutahhara’nın yeşil türbesi altında, kan ve ateşten dokunmuş bir kefenle gömülmedikçe, Medine-i Münevvere kalesinin burçlarından ve nihayet Mescid-i Saadet minareleriyle yeşil kubbesinden al sancağı alınmayacaktır! Allah Teâlâ bizimle beraberdir! Şefaatçimiz O’nun Resulü Peygamber Efendimizdir (asm)! Ey bütün tarihi, eşsiz kahramanlar, şan ve şerefle dolu Osmanlı ordusunun yiğit zabitleri! Ey her cenkte cihanı tir tir titretmiş, asla kimseye boyun eğmeyerek daima namus ve din borcunu kanıyla ödemiş, yiğit Mehmetçiklerim, kardeşlerim, evlatlarım! Gelin hep beraber Allah’ın ve işte huzurunda huşû ve aşk içinde gözyaşları döktüğümüz Peygamber’in (asm) karşısında, aynı yemini tekrar edelim ve diyelim ki; Ya Resulallah (asm), biz seni bırakmayız! Fahreddin Paşa’nın Medine’de Osmanlı Askerlerine Son Seslenişi Aşere-i Mübeşşere’den olan Zübeyr bin Avvam (ra), büyük oğlu Abdullah’tan dolayı “Ebû Abdullah” diye çağrılırdı. Peygamber Efendimizin (asm) dostu ve ha­va­risi (yardımcısı), aynı zamanda halası Safiy­ye binti Abdulmuttalib’in oğludur. İlk Müs­lümanların dördüncüsü veya beşincisidir. Hz. Ebû Bekir’in (ra) aracılığıyla Müslüman olmuş­tur. Mekke’nin fethinde İslâm ordusunun sancakdârlığını yapmıştır. Hz. Ömer’in (ra), vefatından sonra halife seçimini gerçekleştirmeleri için tayin ettiği altı kişilik “Ashabu’ş şûra” (danışma kurulu) üyelerindendir. Bütün gazvelere katıldığı gibi Mısır fethinde de önemli rol oynamıştır. 656 senesinde Vadi’s-Sibâ’ denilen mevkide şehîd edilmiştir. “Her Peygamberin bir Havarisi (yardımcı) vardır. Benim de Havarim Zübeyr’dir” hadisine mazhar olmuştur. Haziran 1916Medine Müdafaası Başladı Sultan II. Abdülhamid döneminde İstan­bul’da tutulan Şerif Hüseyin, II. Meşru­tiyet’in ilanıyla İttihat ve Terakki Yönetimi tarafından Mekke Şerifi olarak Hi­caz’a gönderildi. Haziran 1916’da, İtti­hat ve Terakki yönetiminin Türkçülük politikalarını öne süren Şerif Hüseyin, isyan etti. İngilizlerin her konuda destek verip takviye ettiği ve çoğu düzensiz milislerden oluşan isyancılar, sırasıyla Cidde, Mekke, Taif, Yanbu ve Akabe şehirlerini ele geçirerek Medine’nin merkezle olan bağlantısını kesti ve şehri kuşatma altına aldı. Ardından Medine’ye saldıran isyancı birlikleri, Osmanlı Ordusunca geri püskürtüldü. Medine’deki Osmanlı birliklerinin kumandanı Fahreddin Paşa, Mondros Mütarekesinden sonra dahi Medine’yi teslim etmedi. Fahreddin Paşa, 2 sene 7 ay süren Medine Müdafaasının ardından askerin bitkin düşmesi ve artık teçhizatın ve yiyeceklerin de tükenmesi üzerine, 10 Ocak 1919 günü teslim olmak zorunda kaldı. 5 Haziran 1967Altı Gün Savaşı Diğer adıyla 1967 Arap-İsrail Savaşı, 5 Haziran 1967’de İsrail ile Mısır, Ürdün ve Suriye arasında başlayan ve 6 gün süren savaşa verilen addır. Arap İttifakı’na Irak, Suudi Arabistan, Sudan, Tunus, Fas ve Cezayir de asker ve silah yardımıyla katılmışlardır. Savaş, İsrail’in üstünlüğü ile bitmiştir. Bu savaştaki önemli olaylardan biri de savaşı gözlemlemek üzere gönderilen USS Liberty adlı bir Amerikan gemisinin İsrail tarafından saldırıya uğramasıdır. Şimdiki birçok sorunun temelini oluşturur. Savaşın sonunda İsrail, topraklarını üç katına çıkarmıştır. Savaş sonrasında Sina Yarımadası’ndan Mısır lehine çekilen İsrail ilerleyen dönemlerde diğer toprakları ilhak ettiğini açıklamıştır. Bu kararları tanınmadığı gibi, İsrail’in BM Kararlarını da uygulamaması sonraki dönemde bölgede birçok sorunun kaynağını oluşturmuştur. 7 Haziran 1557Süleymaniye Câmii İbadete Açıldı Kanunî Sultan Süleyman’ın Mimar Si­nan’a yaptırdığı Süleymaniye Câmii, İs­lâm mimarîsinin şaheserlerinden birisi olarak 460 senedir dimdik ayaktadır. Süleymaniye Camii, İstanbul’un yedi te­pe­sinden üçüncüsüne inşa edilmiştir. Mimar Sinan, camide sesin her yerde aynı tonda duyulmasını sağlamak için akustik bir sistem geliştirmiştir. Ayrıca camide yanan kandillerden çıkan isin toplanacağı bir oda bulunmaktadır. Bu odanın duvarlarına sinen isten mürekkep elde edilmiştir. Osmanlı zamanında ifa edilen Süleyma­niye Câmii, huzur dersleri olarak da ifade tefsir derslerinin yapıldığı ana merkezdi. Etrafındaki külliyesiyle birlikte Osmanlı’nın en önemli eğitim tesisiydi bir manada.

Ahmed Said GÜNDÜZ 01 Haziran
Konu resmiLemaât Tahlilleri (4)
Eğitim

“Kalem-i kudrette ittihâd, tevhîdi i‘lân eder”Eser-i itkān-ı san‘at, fıtratın her köşesinde bilbedâhe red­deder esbâbının îcâdını. Nakş-ı kilkî, ayn-ı kudret; hilkatin her noktasında bizzarûre reddeder vesâitin vücûdunu. Cenab-ı Hakkın her bir şeyin varlığını ve bütün özelliklerini yok olmaktan koruma­yı ve bütün ihtiyaçlarını gidermeyi içine alan sağlam yapması, sağlamlaştırması, mü­­kem­mel ve harikulade sanatla ya­rat­ması, yaratılışın her köşesinde gözle görül­mektedir. Bu durum ise sebeplerin yaratıcı olmayacağını göstermektedir. Bunca güçlü sebepler içinde küçük, zayıf, aciz, muhtaç olan varlıkların hayatlarını ve özelliklerini devam ettirmesi buna güzel bir örnek de­ğil midir? İşte varlıkları, özellikleriyle beraber hayatın bütün olumsuzluklarına dirençli kı­lan sağlam yapılışları ve mükemmel bir sanatla yaratılması, sebeplerin icat etmek­ten aciz olduğuna bir delildir. Acaba her bir varlıkta görünen mükemmel yaratılış ve mü­kemmel sanat, sanatkarının hayat, ilim, irade, kudret, basar, sem’ gibi sıfatların sa­hibi olduğunu göstermez mi? Bu sıfatlara sahip olamayan, bütün varlığı mükemmel bir sanatla yaratması mümkün müdür? Evet, kendilerini varlıkta tutamayan sebep­ler, başkalarını da varlıkta tutamazlar. Çün­kü varlığı, hayatın olumsuz şartlarına di­rençli olarak hazırlayacak hayat, ilim, irade ve kudret gibi sıfatlar sebeplerde yoktur. Yaratılışın her noktasında görünen ilahi kud­ret kaleminin aynı nakışları, vasıtaların yaratamadığının bir delilidir. Farklı mal­lar­da görünen aynı amblemler nasıl ki o malların sahibinin bir olduğunu göster­mek­te ise varlığın her yerinde görünen ilahi kudret kaleminin damgaları da vasıtaların mülk sahibi olmadığını göstermektedir. İşte canlılarda görünen hayat nakşı, rızka muhtaç olma nakşı, ölümlü olma nakşı, acizlik nakşı, intizam nakşı, denge nakşı, sanatlı olma nakşı gibi nakışlar kalemin bir olduğunu ve Yaratıcının o kalemin sahibi olduğunu göstermektedir. “Bir şey her şeysiz olmaz” Kâinâtta serbeser sırr-ı tesânüd müstetir, hem münteşir; hem cevânibde tecâvüb, hem teâvün gösterir. Ki yalnız bir kud­ret-i âlem-şumûldür yaptırır; zerreyi her nisbetiyle halk edip yerleştirir. Ki­tâb-ı âlemin her satırıyla her harfi hayy; ihtiyaç sevk ediyor, tanıştırır. Her ne­reden gelirse gelsin, nidâ-yı hâcete leb­beyk-zendir. Sırr-ı tevhîd nâmına etrafı görüştürür. Zîhayat her harfi, her bir cümleye müteveccih birer yüzü, hem de nâzır birer gözü baktırır. Aleme az bir dikkatle bakıldığında her şey­in birbirinin yardımına koştuğu ve ih­ti­yaçlarını gidermek için çalıştıkları gö­­rül­mek­tedir. Bu yardımlaşma faali­yeti şeklen birbiriyle mücadele etmeye ve ya­rış­maya benzediği için bazı insan­lar tarafından “mücadele” olarak tanımlan­mak­tadır. Bu insanlar hayatın bir müca­dele olduğu zannına kapılmışlardır. Hal­bu­ki hakikat böyle değildir. Her şey ade­ta bir fabrikanın çarkları, bir şehrin aha­lisi, bir sarayın bölümleri gibi birbirini ta­mam­lamaktadırlar. Varlıklar, baş başa, el ele, omuz omuza verip bir düzen içinde can­lılara hizmet etmektedirler.  Varlıklar birbirlerinin ihtiyaç taleplerine cevap ver­mektedirler. Güneş ve ay, gece ve gün­düz, kış ve yazın, bitkilerin ve muhtaç, aç hayvanların yardımına koşmaları, hayvan­ların ise insanların imdadına koşmaları, gıdaların insan bedeninin ihtiyaçlarını gi­der­mesi gibi yardımlaşma faaliyeti her şey arasındaki yardımlaşmayı açıkça gös­termez mi? Bu durum ise akıl gözü kör olmayana gösterir ki, her şey gayet Kerîm bir tek Mürebbî'nin kuvvetiyle, gayet Ha­kîm bir tek Müdebbir'in emriyle hareket etmektedirler. Bu yardımlaşmadan anla­­şı­lı­yor ki Yüce Allah her bir atomu da­hi ilgili olduğu bütün yerleri bilerek yer­leştirmektedir. Alemde bulunan bütün canlılar ve potan­siyel olarak canlı özellikleri taşıyan bü­tün varlıklar muhtaç olmalarından do­layı birbirlerinin yardımına koşturulmaktadır­lar. Yardıma koşan her bir varlık, mülkün gerçek sahibi ve mülkünde tek ve yega­ne olan Allah’ın birliğinden dolayı her tara­fa koşturabilmektedir. Hükümet memur­larının memleket sathında hizmet etmekle yardıma koşmasına benzemektedir. Öyle ise her şey birbiriyle ilgilidir. Yalnızlaşma yoktur. Demek bir şeyi yaratamayan hiçbir şeyi de yaratamaz. “Güneşin hareketi câzibe içindir, câzibe istikrâr-ı manzûmesi içindir” Güneş bir meyvedârdır; silkinir, tâ düş­­me­sin, mün­cezib seyyâr  olan ye­miş­­­­leri. Ger sü­­kû­­tuyla sükûnet ey­lese, cez­be kaçar, ağ­lar fezâda munta­zam mec­zub­ları. Güneş, gökyüzünde bulunan 200 milyar yıldızdan biridir. Güneş sisteminin mer­kezinde yer almaktadır. Güneş, kendi ek­seni etrafında ve Samanyolu galaksisi et­rafında olmak üzere iki türlü dönüşü vardır. Kendi ekseni etrafında saatte 70.000 km. hızla dönmekte ve bir turunu yaklaşık 25 günde tamamlamaktadır. Samanyolu ga­laksisi etrafındaki bir turunu ise yaklaşık 250 milyon yılda tamamlamaktadır. Güneşin dönmesi sonucu meydana ge­len çekim kuvveti sayesinde gezegenler, ge­zegenlerin uyduları, kuyruklu yıldızlar gü­neş etrafında toplanmaktadırlar. Gü­neş sistemini bir arada tutan güneşin dönüşüdür. Eğer güneşin dönüş hareketi olmayacak olursa güneş sistemi de dağıl­maktan kendisini kurtaramayacaktır. “Küçük şeyler büyük şeylerle merbûttur” Sivrisinek gözünü halk eyleyendir mut­lakā, güneşi, hem kehkeşi halkeylemiş. Pirenin midesini tanzîm edendir mutla­kā, manzûme-i şemsiyeyi nazmeylemiş. Gözde rü’yet, midede hem ihtiyacı derc edendir mutlakā, semâ gözüne ziyâ sürmesi çekmiş. Zemin yüzüne gıda sofrası sermiş. Sivrisineğin gözünü yaratan kim ise gü­neşi ve samanyolu galaksisini de yaratan odur. Çünkü gözün görmesi ve eşyanın görülmesini sağlayan ışığı ve gökyüzündeki hassas dengeyi gözetmeden gözün görme­sini temin etmek mümkün değildir. Gözün ihtiyacı olan görme ve görülecek nesneler, gökteki denge ve güneşle yakından ilgilidir. Öyle ise bu bütünlüğü icat edemeyen sivrisineğin gözünü de yaratamaz. Pirenin midesini yaratan kim ise güneş sistemini de yaratan odur. Çünkü mide­ye girecek rızık için gece-gündüz ve mev­simlerin meydana gelmesine ihtiyaç vardır. Bunun için ise dünyanın güneş etrafında ve kendi ekseni etrafında dönmesine ihti­yaç vardır. Demek güneş ve güneş sistemi olmadan gece-gündüzden ve mevsimler­den bahsetmek mümkün değildir. Öyle ise mi­deyi veren kim ise mideyi doyuracak rızık için gerekli ortamı ve sebepleri yaratan da aynı zattır. Göze görme kabiliyetini veren ve mideyi rızka muhtaç eden zat kim ise bunların meydana gelmesinde birer sebep olan güneş ve yeryüzü sofrasını veren zat ta aynıdır. Demek âlemde her şey birbiriyle ilgilidir. Bütün bu ilgileri kuramayan, bilmeyen birisi en küçük şeyi de yaratamaz. Öyle ise en küçüğün yaratıcısı kim ise âlemin de yaratıcısı odur. Demek âlemin yaratıcısı bir olan Allah’tır.

Muhlis KÖRPE 01 Haziran
Konu resmiVaaz Kürsüsü
Tarih

Cami mimarisi içinde fonksiyon, biçim ve süsleme özellikleri açısından iç mekânın en dikkat çeken tamamlayıcı unsurları Mih­rap, Minber ve Kürsü'lerdir. Başlıbaşına ken­dine has özellikleriyle ayrı bir birim ol­sa­lar da bütünü oluşturan parça gibidirler. Özellikle cami ve medreselerde vaaz ve ders vereceklerin oturmasına mah­sus, üstüne bir­kaç basamaklı bir merdivenle çıkılan hare­ketli ya da sabit bir mimari öğedir. Vaaz kürsüleri portatif ya da duvar veya ta­şıyı­cı elemana bağlı olarak sabit yapılmakta olup genelde mihrabın sol tarafında bu­lu­­nur. Ayak, gövde, sedir ve korkuluk bö­lüm­lerinden oluşan kürsüler içinde bu­lun­­dukları dönemin sanat üslubunu yan­sıt­­­­maktadırlar. Çoğunlukla ahşap ya da mer­­­mer malzemeden yapılan vaaz kürsüleri kla­sik dönemde benzer süsleme programına ve forma sahipken geç dönemde barok, am­pir ve eklektik üslubun etkisiyle değişime uğ­rarlar. Bu dönemde mermer örnekler artış gösterirler. Bu yüzden bağlı bulundukları yapı ile eş zamanlı yapılan ve özgünlüğünü koruyan örnekler daha fazladır. Kürsü bir topluluğa hitap etmeyi gerektiren hemen her yerde karşımıza çıkmaktadır. Di­ni Mimari açısından baktığımızda ise hem di­nî hem de sosyal amaçlı kullanılan kürsü, ca­mi mimarisinde ise minber ya da vaaz kürsü­sü olarak görülmektedir. Türk mimarisinde kür­süler çok defa ahşap­tan hareketli, bazende du­vara veya taşıyıcı bir ayağa bağlı olarak taştan yahut yine ahşap­tan sabit biçimde yapılmıştır. Kürsülerin alt kısmına “Kürsü ayağı”, gövdesine “Kür­sü bedeni/gövdesi” veya “Kürsütaşı” denir; sedir bölümü, yani oturulan kısmı korku­luk ile çevrilidir ve genellikle önünde ko­nuşmacının kitap ve notlarını koyması için bir tabla veya rahle bulunur”. Vaaz kür­sü­leri ilk ortaya çıkışları açısından cami mimarisiyle ilgili diğer önemli bir elemanla yani minberle çakışmaktadırlar. İslâmiyetin ilk yıllarında minberin cami mi­marisine katıldığı bilinmektedir. Ancak kür­sünün bugünki şekliyle ilk ortaya çıkışıyla ilgili kesin bilgiler yoktur. Günümüzde sa­­dece Cuma ve bayram hutbeleri için kul­­la­nılan minber başlangıçta vaaz kürsü­leri­nin de görevini üstlenmekteydi. Pey­gamber Efendimiz Medine’deki Mes­cid-i Nebevi’de ashaba Allah’ın emirlerini ayak­ta durarak duyururken daha sonra as­hab hurma ağacından bir direk dikerek ona yas­lanmalarını istemişlerdir. Sonra ılgın ağa­­­cı­ndan üç veya dört basa­maklı bir min­ber yapılmıştır. Bu minberin arkasında da­ya­­na­­cak üç tane de sütunu olduğu ve Hz Muhammed Efendimiz (sav) üçüncü basamağa oturup ayaklarını ikinci ba­sa­mağa koydu­ğu rivayet olunmaktadır. Peygamber Efendi­miz Cuma hutbelerini ve diğer emir ve na­si­hatlarını ashaba buradan söylerdi. Bu bil­gilere göre minber başlangıçta bir kürsü bir taht şeklindeydi. Cuma hutbe­lerinde bir minber, başka zamanlarda ise yabancı elçi­leri kabul ettiği bir taht olarak kul­lanı­yordu. Peygamber Efendimiz'in vefatından son­­ra Hz. Ebubekir de bu min­bere çık­mış ve ce­maatte ona biat etmişti. Hz. Ebu­be­kir’den sonra diğer halifeler de bu gele­neğe uymuşlardır. Valiler de vazifeye başla­dıklarında ve  ayrıl­dık­larında minbere  çık­ma­yı adet haline  ge­tir­mişlerdir. Bu duruma göre minberin ilk zamanlarda ibadet ile bir münasebeti yoktu. Nitekim çeşitli min­yatürlü yazmalarda ka­dı­ların da zaman za­man böyle basamaklı taht-minberler üze­rinde otururken resme­dildikleri görül­mek­te­dir. Bu haliyle minber, hutbe veya vaaz eden hatibin, mahkeme eden kadı’nın, toplantıları idare eden hü­küm­darın orada bulunanlara karşı duru­mu­nu kuvvetlendiren bir unsurdur. Halifeler başkentin merkez camisinde ima­met görevini yerine getiriyor ve idarede minberden büyük ölçüde yararlanıyorlardı. İlk dönemde namazı bizzat halifeler kıl­dı­rırdı. Zaman içinde halifeler namaz kıl­dırmak ve hutbe okutmak için yerlerine ve­kil tayin ettiler. Vekiller de halifelerin is­mi­ni zikrederek dua etmeye başladılar. Min­ber üzerinde halifeye ilk dua eden kişi İbn-i Abbas’tır. İbn-i Abbas Basra valisi iken Hz. Ali’ye dua etmiş ve bu gelenek ondan sonra da sürdürülmüştür. Çok sayıda İslâm devletinin kurulmasından sonra halife­nin yanında hükümdarın da ismi anılıyordu. Hut­bede yöneticinin isminin anılması hü­küm­darlığın alametlerinden biri­sidir. Min­ber başlangıçta merkezi idarenin bir sem­bo­lü idi ve sadece Mescid-i Nebevi’de bulun­masına izin verilmişti. Hz. Ebu Bekir’den itibaren halifeye biat min­berde yapılıyordu. Halife de biattan son­ra idarede takip edeceği genel prensipleri min­­berde okuduğu ilk hutbe ile ilan ederdi. Min­ber bu fonksiyonuyla anayasaya sahip top­lumlarda üzerinde devlet siyasetinin açık­landığı kürsülere benzetilmiştir. Hz. Osman muhaliflerine karşı kendi icraa­tını minberde savunmuş ve bu adet ondan sonra da devam etmiştir. Halifeler hacca gittikleri zaman Mekke ve Medine’deki ca­milerin minberlerinden, İslâm dünyasının her tarafından gelen Müs­lümanlara hitap etme imkânı bulu­yorlardı. Bu açıdan bak­tı­ğımızda başlangıçta vaaz kürsüsü ile min­berin ayrı ayrı eleman­lar olmadığı görül­mektedir. Fakat zaman içinde minbere, sa­dece Cuma ve Bayram namazı hutbelerinin okunması fonksiyonu yüklenmiş ve kürsüler ayrı bir bölüm olmuştur. Kürsü, değişik çağlarda ve çeşitli müslüman milletlerde az çok farklı fakat birbiriyle ilişkili manalarda kullanılmıştır. İslâm sanat tarihinde bilinen en erken tarihli kürsü, Tûr-i Sinâ St. Catherine Manastırı içindeki camide muhafaza edilen Fâtımî dönemine ait kürsüdür. Kürsünün Fâtımîler’den itiba­ren yay­gınlaşmaya başladığı görülmektedir. Türk sa­natı içerisinde genellikle birbirine ben­zer formda yapılan kürsüler hem form hem de süsleme açısından en fazla değişime Osmanlı Geç Dönemde uğrarlar. Geç dö­nem İstanbul vaaz kürsülerinde malzeme olarak hem ahşap hem de mermer malzeme kullanılmıştır. İstanbul’da vaaz kürsülerine, Eminönü Yeni Camii (1597–1663), Laleli Camii (1759–63), Fatih Camii (1766), Beylerbeyi Hamidiye (1777–78), Emirgan Camii (1838), Bezmi Alem Valide Camii (1843) ve Teşvikiye Camii (1854) kürsüleri ahşaptır. Mermer kürsülere ise Nur-u Osmaniye Camii (1748-55), Ayazma Camii (1757-60), Eyup Sultan Camii (1798-1800), Selimiye Camii (1801-05), Nusretiye Camii (1826), Küçük Mecidiye Camii (1848), Hırka-i Şerif Camii (1850), Ortaköy Camii (1854), Dolmabahçe Camii (1855), Aksaray Valide Camii (1869-71) ve Yıldız Hamidiye Camii (1885) kürsüleri örnek verilebilir. Ahşap malzemede süsleme tekniği olarak sedef kakma, fildişi kakma, zemin oyma ve kafes işçiliği görülmektedir. Mermer kürsülerde ise zemin oyma, renkli taş kakma ve kalemişi teknikleri dikkati çeker. Mermer üzerine kalemişi tekniği tek bir örnek olarak Nusretiye Camii kürsüsünde karşımıza çıkar. * Bu makalenin yazımında Gülay Apa Kur­tişoğlu’nun “Osmanlı Geç Dönem İs­tan­bul Vaaz Kürsüleri” isimli eserinden fay­dalanılmıştır.  

Mustafa YILMAZ 01 Haziran