
“Allah İbrahim’i Halilullah kıldı, onu kendine dost edindi. Musa’yı Kelimullah kıldı, onunla konuştu. İsa ise Ruhullahtır. Âdem de dediğiniz gibidir, Allah onu seçmiştir. Fakat dikkat ediniz, ben de Habibullahım. La fahre! Övünmek yok! Kıyamet günü livailhamd sancağını ben taşıyacağım. La fahre! Övünmek yok! İlk şefaat edecek benim. Övünmek yok! Cennetin kapısını ilk çalacak olan benim. Allah o kapıyı bana açacak ve ilk olarak beni oraya koyacak. La fahre!” Resul-ü Ekrem (sav) bir gün seçkin ashabını kendi aralarında konuşurlarken buldu. Onlar aralarında hayret ve hararetle önceki peygamberlerin faziletlerinden bahsediyorlardı. Onlara dedi: “Sözlerinizi ve hayretlerinizi işittim. Doğrudur, Allah İbrahim’i Halilullah kıldı, onu kendine dost edindi. Musa’yı Kelimullah kıldı, onunla konuştu. İsa ise Ruhullahtır. Âdem de dediğiniz gibidir, Allah onu seçmiştir. Fakat dikkat ediniz, ben de Habibullahım. La fahre! Övünmek yok! Kıyamet günü livailhamd sancağını ben taşıyacağım. La fahre! Övünmek yok! İlk şefaat edecek benim. Övünmek yok! Cennetin kapısını ilk çalacak olan benim. Allah o kapıyı bana açacak ve ilk olarak beni oraya koyacak. La fahre!” O âlemlere rahmet, peygamberler incisi, gönüller sultanı efendimiz, dost ve düşmanlarının tasdikiyle bütün güzel huyları ve hasletleri üzerinde topladı. Hayatı boyunca hep en doğru sözlü oldu. Muhammedü’l-Emin oldu. Ahlaksızların işi olan hileye, yalana, yanlışa asla tenezzül etmedi. Öyle bir şeriat ve bir İslamiyet; öyle bir kulluk ve bir dua; öyle bir davet ve bir iman ile meydana çıktı ki, onun ne misli vardı, ne de olur. Ondan daha mükemmel ne bulunmuş, ne de bulunur. Onun elinde zuhur eden o şeriat; on dört asır boyunca coğrafyamızı adilane ve hakkaniyet üzere idare etti. İnsanlık şu fitne-i ahir zamanda ona ve mesajına ne kadar muhtaç! Bize öğrettiği ve tebliğ ettiği bütün ibadetlerde en ileride hep o oldu. Herkesten ziyade takva sahibi olan oydu. En çok ibadeti o yapar, Allah’tan en çok o korkardı. Hz. Aişe validemiz derdi ki: “O kıyama kalktığında rükûu unuttu sanırdım. Rükûa gittiğinde secdeyi, secdeye kapandığında kalkmayı unuttu zannederdim. Neden böyle kendini harap ettiğini sorduğumda, Allah’a şükreden bir kul olmayayım mı ya Aişe, derdi.” Hayatı boyunca fevkalade ve sürekli bir mücahede halinde, türlü sıkıntı ve dağdağalar içinde, Allah’a karşı kulluğun en ince sırlarına riayet etti. Efendimiz Asm, Kur’an’ın tabiriyle bizler için ‘Üsvetün hasene’ en güzel örnekti. O Habibullahtı. Allah’ın sevgilisiydi. Dünya yaratılalı beri hiç kimse onun kadar sevilmedi. Nasıl sevilsin ki! Bütün kalpler onun elinde olan Âlemlerin Rabbi ona “Habibim!” dedi. O onu sevdi, cümle âlem onu sevdi. Ve nasıl sevilmesin ki! Bütün âlemler o Sultan-ı Levlak’in yüzü suyu hürmetine yaratıldı. Allah onu sevdi, beraberindekileri de sevdi. Şöyle buyurdu gönüllerimizin sultanı: “Cenab-ı Hakk bütün mevcudata baktı ve içlerinden beni seçti. Sonra tekrar baktı ve ashabımı seçti. Ve onları bana arkadaş kıldı.” Onların hiçbiri tesadüfen asr-ı saadette, o kutlu asırda dünyaya gelmediler. Çünki tertib-i mahlûkatta tesadüf yoktur. Hicretin o heyecanlı günlerinde mağara arkadaşı, ahir ömrüne dek yoldaşı olan Hz. Ebubekir (ra) tesadüf değildir. Efendimizin “Benden sonra bir peygamber daha gelseydi o olurdu” dediği adalet timsali Hz. Ömer, meleklerin bile kendisinden hayâ ettiği Hz. Osman, “Ben ilmin şehriyim, o ise kapısıdır” buyurduğu şah-ı velayet Hz. Ali Efendilerimizin o asırda, hemen peygamberimizin dizi dibinde dünyaya gelmeleri tesadüf müdür? Anne babalarımızı, dünyaya geliş yeri ve zamanını biz belirlemedik. Cenab-ı Hakk başlangıcı olmayan ezeli ilim ve hikmetiyle hepimizi şu kâinata hep hikmetli bir tertip ile yolladı. Hiçbirimize dünyaya gelirken sormadı, giderken de sormayacağı gibi. Efendimiz (sav) dünya işleri için kimseye kızmazdı. Kendi şahsı için öfkelenmez, affetmeyi sever ve intikam peşinde koşmazdı. Konuştuğunda ne fazla, ne de eksik söz kullanırdı. Daima düşünceliydi, susması konuşmasından uzun sürerdi. Kimseyle çekişmezdi. Hayatı boyunca kimse onu sokakta biriyle çekişirken görmedi. Sıkıntılı hallerinde kabalaşmaz, bağırmazdı. Hoşlanmadığı bir şey hakkında susardı. Kimsenin sözünü kesmez, konuştuğu kimse sözünü tamamlamadıkça onun sözünü yarıda bırakmaz veya gitmek üzere ayağa kalkmazdı. Yanında en son konuşan kimseyi, ilk önce konuşan gibi dikkatle dinlerdi. Biri kulağına eğildiğinde onu dinler, o başını çekmedikçe mübarek başlarını çekmezlerdi. Birisiyle konuşurken yüzünü başka tarafa çevirmezdi. Herkesin anlayacağı dilde, tek tek, tane tane konuşurdu. Öyle ki Hz. Aişe validemizin dediği gibi, eğer biri o konuştuğunda kelimelerini saymak istese sayabilirdi. Boş şeyler ile uğraşmazdı. Kendinden bir şey bekleyen, ümit eden kişiyi, umduğunda umutsuzluğa düşürmezdi. Elini tutan kişi elini salıvermeden, kendileri katiyen salmazlardı. Önce o selam verir, musafahaya önce o başlardı. Ziyaretine gelenlere ikram eder, çok defa elbisesini altlarına sererdi. Bazen de altındaki minderini verir, oturması için işaret ederdi. Dostlarını sık sık ziyaret eder, onlara latifeler yapardı. Sahabelerine, “Dünyada garip bir kimse yahut bir yolcu gibi olun” derdi. Fakir, zengin ayrımı yapmaz, dostlarını zenginliğine göre değerlendirmezdi. Sade ve temiz kıyafetler giyer, gösterişten hiç hoşlanmazdı. Her zaman olgun davranırdı. Yürürken beraberindekilerin önünden yürümezdi. Bizler, kadına ve kız çocuğuna yönelik en çirkin örneklerin yaşandığı cahiliye karanlıklarını, onlara verdiği değer ile aydınlatan, asr-ı saadeti tesis eden bir peygamberin ümmetiyiz elhamdülillah. Bir gün “Beni nasıl seviyorsunuz, ey Allah’ın Resulü?” diyen sevgili eşine tebessüm ederek “İlk günkü gibi ya Aişe, kördüğüm gibi!” diye cevap vermişti. Efendimiz (sav) çocukları çok sever, onlarla arkadaş olur ve sohbet ederdi. Onlara şakalar yapar, hastalandıklarında ziyaretlerine giderdi. “Çocuğu olan onunla çocuklaşsın” derdi. Hz. Enes’in küçük kardeşi Ebu Umeyr’in bir serçesi vardı. Ona takılır ve kafiyeli bir şekilde “Ya Eba Umeyr, ma feale’n nugayr?” “Ey Ebu Umeyr, küçük serçen napıyor?” diye takılırdı. Ve bir gün serçesi öldüğünde çok üzülen o çocuğun taziyesine giderek, “Haklısın, insan kuşu ölünce üzülür” diye teselli etmişti. “Bir baba çocuğuna güzel ahlaktan daha değerli bir miras bırakamaz” derdi. Kendisi için ayağa kalkılmasını sevmezdi. Kendi işini kendi yapardı, kimseye yük olmazdı. Bulunduğu mecliste ayrıcalıklı bir yere oturmazdı. Bir gün devesinin üzerinde iken değneğini yere düşürmüştü. Yanında gözünü kırpmadan hayatını feda edecek sahabeleri varken, devesini çöktürüp değneğini yerden aldı. Ashabı, “Anam babam tatlı canım sana feda olsun ey Allah’ın Resulü, neden bize haber vermediniz?” dediklerinde, “Kişinin kendi işini kendi görmesi kendine daha layıktır” demişti. Sıradan değildi ama sıradan insanlar gibi yaşardı. Şair onun hakkında şöyle demişti: Muhammedün beşerun, la kel beşer / Bel hüve kel yakuti beynel hacer Hz. Muhammed (sav) bir insandır, fakat pek de diğer insanlar gibi değildir/Öyle ki o, taşların arasında bulunan bir yakut gibidir. Ashabı, “Biz onun kadar çok tebessüm eden bir kimseyi hiç görmedik” derdi. Onun gülmesi tebessümdü. Tebessüm onun sünnetiydi. Hz. Ali Efendimiz derdi ki, “Onu ilk gören onun mehabetine kapılır, heybetinden ürkerdi. Ama onu bir tanıdı mı, ona âşık olurdu.” Bir keresinde yanına bir adam girmiş ve heybetinden korkmuştu. Ona, “Kendine gel, korkma! Ben kral değilim. Ben kurutulmuş et yiyen Kureyşli bir kadının oğluyum” demişti. Sadece onun mübarek simasını görmekle, “Şu simada yalan yok, şu yüzde hile olamaz!” diyen mü’minleri vardı. Hz. Aişe’nin dediği gibi “Hulukuhü’I-Kur’an”, onun ahlakı Kur’ân ahlakı idi. “Küçüklerimizi sevmeyen, büyüklerimizi saymayan bizden değildir” derdi. Sahabe-i Güzin o konuşmaya başladığında, başlarında bir kuş varmış ta, küçük bir harekette uçacakmış gibi, tek kelimesini kaçırmamak için boyunlarını uzatarak dinlerlerdi. Ancak o sükût buyurduğu zaman konuşurlar, onun yanında sözü çekiştirmezlerdi. En iyi bildikleri soruyu bile kendilerine sorsa, akıldânelik yapmaz, “Allahu ve resulühü a’lem” “Allah ve Resulü daha iyi bilir” derlerdi. Sadece ashabı değil, bütün ümmeti onu hep tek önderi bildi, hayatının tek rehberi bildi. Şair Nâbî bir gün devlet ricaliyle beraber hacca gitmişti. Medine’ye yaklaştıklarında son konaklama yerinde ayağını Medine istikamete doğru uzatarak uyuyakalan bir paşayı gören Nâbî, bu dikkatsizlikten ve özensizlikten müteessir oldu ve onu ikaz etmek maksadıyla oracıkta ilhamen kalbine doğan şu naatı okudu: Sakın terk-i edebden, kûy-u mahbûb-u Hudâ’dır bu Nazargâh-ı İlâhî’dir, Makâm-ı Mustafâ’dır bu ... Mürâât-i edeb şartıyla gir Nâbî bu dergâha Metâf-ı kudsiyândır, busegâh-ı enbiyâdır bu (Burası, Cenab-ı Hakk’ın nazar ettiği, büyük meleklerin etrafında pervane gibi döndüğü, peygamberlerin eğilip eşiğini öptüğü, Hz. Mustafa’nın makamıdır. Buraya edebe dikkat etmek şartıyla gir.) Naatı işiterek toparlanan Paşa mahcup oldu ve Nâbî’den bu şiiri başkasına okumamasını rica etti. Kafile sabah namazı vaktinde Medine’ye vardığında minarelerden bu naatın okunduğunu işittiler. Namazdan sonra müezzini bularak hadiseyi anlamak istediler. Müezzin baştan bir şey söylemek istemese de muhataplarını tanıdıktan sonra: “Bu gece rüyamda (sav) Efendimizi gördüm. ‘Ümmetimden Nâbî isimli bir şair, beni ziyarete geliyor’ diyerek bu naat-ı şerifi okumamızı emir buyurdular.” deyince bu iltifat-ı Nebeviyeyi işiten Nâbî sevincinden düşüp bayıldı. Öyledir! Âlemlerin yüzü suyu hürmetine yaratıldığı, âlemlere rahmet Efendimizin iltifatına mazhar olmak, bir faninin mazhar olabileceği en büyük devlettir. O bize bir kez nazar-ı muhabbetle baksa, bir kez bize “Ümmetim!” dese, bizden hoşnud olsa, bu iltifat bize dünyada da yeter, âhirette de yeter. Ya Rab! Âlemlere Rahmet (sav) Efendimiz şöyle demişti: “Ben ayrılıp yürüdüğümde, size istiğfarı bıraktım. Ben, size karşı bir emanım. Ben ümmetimin yarısının cennete girmesiyle şefaat arasında muhayyer bırakıldım. Ama ben şefaati tercih ettim. Çünki o daha geniştir. Şefaatimi yalnız takva sahipleri için sanmayın. O aynı zamanda günahkârân-ı ümmetim içindir.” Namütenahi şükürler olsun ki Allah bizi böyle bir peygambere ümmet kıldı. Bugün insanlık âlemi onun mesajına ne kadar muhtaç! Suriye’de, Irak’ta, Filistin ve Gazze’de, Arakan’da, keza Doğu Türkistan ve Keşmir’de, Libya’da ve maalesef Yemen’de sıkıntı içinde olan kardeşlerimiz ve bizler, hepimiz, onun bize getirdiği nur ekseninde birlik ve beraberliğe, kardeşlik ruhuna ne kadar muhtacız! Cenab-ı Hakk’dan niyaz ediyoruz ki, bizleri tek bir ümmet, tek bir millet olarak tanımlayan âlemlere rahmet Efendimiz (sav) hürmetine, yine onun şerefine bizlere birlik ve dirlik versin. Bizleri sahabe-i kirama küçük birer kardeş eylesin. Bizlere tekrar asr-ı saadete benzer kutlu bir asır ihsan etsin ve onun şefaatine mazhar eylesin. Âmin.

Zaman çok esrarlı bir kavramdır; henüz ne olduğu tam açıklanamamakla birlikte bazı özellikleri keşfedilmiştir. Risale-i Nur’da birçok meselenin izahı zaman kavramı ve onun değişik özelliklerine dayandırılarak yapılmaktadır. Daha önce Miraç mevzusunda zamanın izafi hususiyetleri göz önüne alınarak Miraç risalesinde geçen mülhidin sualinin cevabı irdelenmişti. Miraç risalendeki ifadesiyle izafiyetin anlamı: “Demek oluyor ki, bir zaman-ı vâhid, iki şahsa nispeten, birisine bir gün, birisine de bir sene hükmüne geçer.” Risalelerde Geçen Zamanın Hususiyetleri Bu yazımız da zamanın risalelerde geçen başka hususiyetlerine atfen hazırlanmıştır. Mesela zamanın film şeridindeki resimleri sayan hususiyeti: “Senin hayalin ve zaman, ikisi de sinema şeritleri gibi, sana o temâşâ lezzetini idame ettirmekle beraber… (32. Söz)” Aynı özellik onuncu sözde: “Zaman bir ip, bir şerittir ki, o Sani-i Zülcelâl her sene bir başka âlemi ona takıp gösteriyor. O taktığı âlemin içinde üç yüz altmış tarzda muntazam suretlerini tecdit ediyor... Bir ip, bir şerittir ki, o Sani-i Zülcelal her sene bir başka alemi ona takıp gösteriyor.” Fakat bu şerit olma özelliği sınırlı bir çerçevede belki insanın müşahede dairesinde geçerlidir. Zira kader risalesinde olan ikaza dikkat edersek: “Belki ezel; mâzi ve hal ve istikbali birden tutar, yüksekten bakar bir âyine-misâldir. Öyle ise, daire-i mümkinat içinde uzanıp giden zamanın mâzi tarafında bir uç tahayyül edip, ona ezel deyip, o ezel ilmine, eşyanın tertip ile girmesini...” Zaman kavramına ağırlık vererek aşağıdaki Risaleden alıntıları okumaya devam edelim. Zamanın inkıraza, bozulmaya neden olması yani mazi ve müstakbelin durumları, zamanın tek yöne akması teknik tabirle termodinamiğin ikinci kanunu olan entropi meselesiyle alakadar: “Evet, dünyaya zaman girdiği için, gece ve gündüz, o saat-i kübrânın saniyelerini sayan iki başlı bir mil hükmündedir. Sene, o saatin dakikalarını sayan bir ibre vaziyetindedir. Asır ise, o saatin saatlerini tadat eden bir iğnedir. İşte, zaman, dünyayı emvâc-ı zevâl üstüne atar. Bütün mazi ve istikbali ademe verip yalnız zaman-ı hazırı vücuda bırakır (25. Söz 3. Şule).” Kader risalesinde ise zamanın bu özelliği şöyledir: “Hayat zannettiğin hâlât, yalnız bulunduğun dakikadır. O dakikadan evvel bütün zamanın ve o zaman içindeki eşya-i dünyeviye, o dakikada meyyittir, ölmüştür. O dakikadan sonra bütün zamanın ve onun mazrûfu, o dakikada ademdir, hiçtir. Demek güvendiğin hayat-ı maddiye, yalnız bir dakikadır. Hattâ bir kısım ehl-i tedkik, ‘Bir âşiredir belki bir ân-ı seyyaledir’ demişler.” Üstadın bahsinde bulunduğu aşireler artık faraziye değil gerçekliktir. Yani, insanın idrakinin çok ötesinde olan an-ı seyyalede belki aşirede teknolojinin ulaştığı kadarıyla neler olup bittiğini bu yazıyla vermeye çalışacağız. Zamanın tek yöne akış özelliği ise 33. mektubun 24. Penceresinde gayet veciz beyan edilmektedir: “Şu mahlûkat, izn-i İlâhî ile, zaman nehrinde mütemadiyen akıyor, âlem-i gaybdan gönderiliyor, âlem-i şehadette vücud-u zahirî giydiriliyor, sonra âlem-i gayba muntazaman yağıyor, iniyor. Ve emr-i Rabbani ile mütemadiyen istikbalden gelip hale uğrayarak teneffüs eder, maziye dökülür.” Daha önceki eğitim meselesi yazımızda tanıdığımız Prof. Eric Mazur’un ‘Zamanı Durdurmak!’ başlıklı konuşması tam da yukardaki mevzuları açıklayan, çok göz açıcı hakikatleri ihtiva eden bir derstir. Bu konuşmasının bir kısmını okuyucularımızın dikkatine sunarak miraç risalesinde geçen zamanın dilimlerine ait mevzuların nasıl araştırma konusu olduğunu da uzmanından öğrenme fırsatı bulacak ve bu mevzuda fizik ilminin ihatasını göreceksiniz. Mevzu şu: “İnsanın hareketinden, güllenin hareketinden, savttan, ziyâdan, elektrikten, ruhtan, hayalden tezâhür eden sürat-i harekâtta bir mikyas olmak için… Birisi altmış defa daha geniş bir daire içinde saniyeleri, diğeri yine altmış defa daha geniş bir dairede saliseleri ve hakeza rabiaları, hâmiseleri, sâdise, sâbia, sâmine, tâsia, tâ âşireleri sayacak gayet muntazam, azîm bir dairede birer ibre farz ediyoruz.(31.Söz)” Prof. Mazur, liste sonunda Üstadın Aşire dediği yukarıda zikredilen zaman dilimleri hakkında fiziğin geldiği safhaları izah etmektedir. Ayrıca çok hızlı olup biten şeylerin resminin nasıl çekildiğini detaylı olarak vermektedir. Bizler aslında bu resim çekme işinin çok esaslı/ihatalı olduğunu Risale-i Nurdan biliyoruz: “Belki, vücutta kısa bir zaman toplanıp, matlup bir vaziyet alıp; ta suretleri alınsın, timsalleri tutulsun, manaları bilinsin, neticeleri zapt edilsin. (10. Söz 5. Esas).” Kısa kelimesine ayrıca dikkat edersek bunun ne kadar izafi/nisbi bir şey olduğunu göreceğiz. Üstadın zaman için hülasasını da not edelim: “İşte, zaman, çünkü harekâtın bir rengi, bir levni, yahut bir şeridi hükmünde olduğundan, harekâtta cari olan bir hüküm, zamanda dahi caridir. (31.Söz)” Prof. Mazur’un aşağıda aktarılan görüşleri konuşmasından deşifre olduğu için birebir tercüme olmamıştır ve sadece okuyucunun ilgisini çekecek kısımlar alınmıştır. Mesela künhünü bilmedikleri zaman için t harfini temsilci yapıp yoluna devam eden ilim adamları için, dürüst bir itirafını duyacaksınız. Buradan isterseniz “Elektrik namını verip, tenvirdeki harika mucize-i kudreti adileştirmekle ve malûm bir şeymiş gibi "elektrik kuvveti" diye bir isim takmakla…” bahsinde geçen adileştirmekte ve isim takmaktalar diye düşünebilir veya adamlar bahçeye girmiş ancak bazı dallara kolları ancak yetişebilmiş de diyebilirsiniz. Veya ‘nasıl ki bismillah lafzındaki b harfi ne acayip manalara zarf olmuş’ mealinde geçen bahse de benziyor diye düşünebilirsiniz. Aşira/Salise Dilimlerinin Onluk Sistemde Rakam ve Mertebe Değerleri Fenni çalışmalarda rakamlar üstel olarak gösterilirler. Onluk basamakların üstel temsiliyle çok değişik ölçekleri görmek mümkündür; gramla binlerce kiloyu aynı terazi ile tartmak gibi. Mesela 3 tane on sayısını yan yana çarpmak demek yani binler basamağından bahis ediyoruz. 10 milyonluk basamak gibi. Öte yandan ise bir bölü 100 yani 0,01 veya ise 0,0001 olur, yani virgülden sonra 2 veya 4 hane kaymak demektir, ilkokul beşinci (?) sınıf matematik kitabına bakılabilir. Yandaki tabloda Üstadın 60’lık dilimlere dayanan birimlerin hangi mertebede olduğu ve bu günkü teknik tabirleri verilmektedir. Ayrıca her zaman sayıları küsuratıyla karşılaştırmak yanıltıcı olabilir onun yerine mertebe olarak kıyaslama daha sağlıklı olur; mertebe için misal 6 veya 11 sayılarının mertebesi 10 iken 70 sayısınınki 100 mertebesindedir. Bu tabloyu baştan incelemekte fayda var ve yazıyı okudukça tekrar başvurulabilir. İsteyenler verilen adresten konuşmanın tamamını dinleyebilir hatta bazı açıklamalar için animasyonları da görebilir. Bu konuşma Risale-i Nur’u daha iyi anlamamıza vesile olacak çok güzel hakikatleri aktarmaktadır; sabırla okumanızı tavsiye ederim. Prof. Mazur ’Un Zamanı Durdurmak Başlıklı Konuşması “Ailem bana doğduğumu söylediler; onlara inanmamam için hiçbir sebebim yoktu. Çok küçüktüm. İtalya’ya yaptığımız geziyi güçlükle hatırlıyorum. İçimdeki saatin zaman akışı yeknesak değildir; hariçteki yeknesak akan takvimle aykırılık arz eder. Hafızam bu güne yaklaştıkça daha iyi çalışmaktadır: Amerika’ya gümrükten geçerek gelişimi hatırlıyorum. Buraya seminer için geldiğimi ve neticede konuşmaya başladığımı gayet iyi biliyorum. Gelecek önümüzdedir ve onu hayal edebiliriz. Birazdan, 3 saat sonra (şaka!) bu konuşmam bitecek. Fakat gelecek hakkında uzakları göremiyorum, hayalimle çok net bir resim çizemiyorum, çok belirsizlikler var. Size dedemin dedesinin resmini gösterebilirken, torunumun torununun ve onunda torunun resmini gösteremem. İşte zaman tek yönlü akmaktadır, yani geçmişten şimdiki zaman üzerinden geleceğe akmaktadır, geriye dönüş veya arada mola verecek duraklar yoktur. Acaba şuurumuz ve hayalimiz bize hayatın durdurulamayan hadiseler silsilesi olduğunu mu düşündürüyor? H.G. Well’in zaman makinesi kitabındaki yaşlı adam kendinin genç haliyle konuşan resmini hatırlayınız. Bu mümkün mü, yani geçmişe yolculuk yapıp bazı hatalarımızı düzeltmek olabilir mi? Bu yapılırsa, en değerli inancımız olan mantık ve nedensellik ilkesini altüst etmiş oluruz. Dolaysıyla geçmişi değiştirmek imkânsızdır. Peki ya gelecek? Hadiseler geleceğin içinde var da, zuhur etmeyi mi bekliyor? Nefesinizi boşuna tutmayın, size gerçekten cevap vermeyi isterdim. Fizikçiler bu suallerden kaçarlar; nihayetinde felsefe bölümünde çalışan meslektaşlarımızı işsiz bırakmak da istemiyoruz. Zaman Kavramı/Özellikleri Zaman kâinatta olan en büyük muamma olmasına rağmen, fizikçiler onu basitçe t harfinin içine gömmüşlerdir. İşte benim anlatacağım konu bu t harfidir! Bu t ile temsil edilen zaman ne demek? Fizikçiler maalesef her yerde t’yi kullanmasına rağmen ona karşı çok gevşek/serbest tutum almaktalar. Fizik temel ders kitapları zamanı tanımlamazlar bile. ‘Zaman, işte zamandır.’ derler. Aristo zamanın gerçek bir varlığı yoktur demiştir. Ona göre zaman sadece hareketin bir ölçüsüdür, yani peş peşe anlık çekilen resimlerin çerçeve sayıcısı gibidir, yani herhangi bir film şeridindeki ardışık resimlerin sırayla gösterilmesi gibi. Çoğumuzun umumiyetle zamandan anladığı da budur. Lakin filmi geriye oynatabilir üzerinde değişiklikler yapılabilirken, vakıadaki zaman film şeridinde bunlar yapılamaz. Evet, zaman geçmişten geleceğe geriye dönüşü olmayan tek yönlü bir yoldur. Eğer zaman geriye alınabilseydi durgun dere kenarında suya bir taş atarak oluşturduğumuz dalgalar; geriye dönerek taşın düştüğü noktada toplanarak harika bir şekilde düşen taş geriye fırlayarak elimize gelecekti. Tecrübelerimiz böyle bir hadisenin vukua gelmediğini göstermektedir, dolayısıyla zamanın akışı tek yönlüdür. Fakat Fizik kanunlarının kendi içyapıları t’nin geriye sarılabileceğini ima etmektedir. Zamanın bu tek yönlü oluşunu sadece termodinamiğin ikinci kanunu sınırlamaktadır; bu kanun olmasaydı zamanda geriye dönüş olabilecekti. Fizikte mutlak zamandan ziyade zaman aralığı, yani iki hadise arasındaki süre kullanılır. Ayrıca zaman insan tecrübesiyle de çok sıkı alakası vardır. Canlıların, dünyanın dönmesiyle çok sıkı irtibatı olan çeşitli iç saatlerinin var olduğu bilinmektedir; denizkestaneleri ve denizyıldızları örneğinde olduğu gibi. Mesela bir belgeseldeki denizkestaneleri filmini normal hızla izlerseniz denizkestanelerinin nebat olduğunu sanırsınız. Eğer filmi hızlandırarak, yani 1 saatlik dilimi 1 saniyede izlerseniz denizkestanelerinin toplanarak bir av yakaladıkları ve aynı ordunun askerleri gibi avı yedikten sonra ayrıldıklarını görürsünüz. Yine aynı hızlı gösterimle denizyıldızlarına baktığınızda, bu hayvanların çok sosyal olduklarını birbirlerini kucakladıklarını göreceksiniz. Buradan biri diğerinin neticesi olan iki nükte çıkarabiliriz: Kendi hissettiğimiz saatin tik tak hızından çok farklı ölçekte olan hadiselerin gerçekte farkında değiliz! İşte bu müşahede ettiğimiz saatin tik tak hızını değiştirebilirsek, kendimize yenidünyaların kapısını açmış olacağız. Yavaş olan şeyleri görmek için saatimizin tik tak hızını yavaşlatırken, çok süratle meydana gelen hadiseleri tefrik etmek için saatimizin bu hızını artırmamız lazımdır. Zamanın Küçü(cü)k Dilimlerine İnilmesi 19. Yüzyılda fotoğrafçılığın bulunması bu alanda ulaşılan önemli bir adımdır. İnsanın görme tepkisinin sınırları üstünde olan, çok çabucak gerçekleşen ve ses üstü hızla giden mermi resminin çekilmesi çok önemliydi. Yandaki siyah beyaz resim, böyle acayip hızla giden bir merminin (ortadaki beyaz silindir) kısa bir müddet içindeki halini gösteren ve o müddet içinde hareketli merminin zamanını donduran bir kesittir. Resme bakıldığında, aynı denizi yararak giden geminin önünde oluşan dalgalar ve arkasında oluşan türbülans gibi, mermide de ucundaki havada oluşan şok dalgaları ve arkasındaki havanın çalkantısı resimde açıkça gözükmektedir. Normal insan gözünün bu dalgaları ve çalkantıyı görmesi mümkün değildir. Zira mermi hareketi çok kısa bir süre içinde olup bitmektedir. Bu resim çok kısa süren bir flaş patlatılarak çekilebildi. Bugünkülere nispetle, o tarihteki flaşları gayet zayıf ışık veren fotoğraf makineleri elbette çok geriydi dolayısıyla daha da düşük sürelere inilemedi. Dünyaca ünlü teknik üniversite MIT elektrik mühendisliğinde profesör olan Harold Edgerton, daha da küçük sürelere inerek birbirinden acayip resimler çekti. Edgerton, stroboscope adı verilen, bir kimsenin veya bir şeyin hareketlerini incelemek için kullanılan kısa süreli aralıklarla ışık veren aleti geliştirdi. Siyah beyaz resimde, Edgerton mermiyle patlatılan balonun resmini, balonun buruşmasına vakit kalmadan çekebilmiştir. Edgerton kulağını mermiden çıkan ses nedeniyle kapatmaktadır. Yanda ise mermi kartı yararak geçiyor ama kartın üst kısmı henüz düşecek zamanı bulamadan resim çekilmiştir. Bu resimler fotoğraf makinalarının flaş zaman ayarı, mermi ateşlenir ateşlenmez çıkan sese duyarlı mikrofona bağlanarak karanlık odada çok kısa süren bir flaş patlatılarak elde edilmişti. Edgerton böylece daha da küçük zaman ölçeğine inerek bu fotoğrafları çekebildi. Yani saniyenin 1 milyonda birine inilebildi (1 mikro-saniye, Üstadın tarifiyle bu yukardaki tabloya göre 2 hamisedir. İ.P.). Bu küçük dilimi insanın idrak edeceği zaman dilimine genişletirsek (saniyenin milyonda biri 1 saniye olsa), eski 1 saniyemiz iki hafta kadar sürecektir/uzayacaktır. Bu gelişmeler zamanın çok küçük dilimine nüfuz ederek dondurmaktır. Tabiatta Zuhur Eden Zaman Ölçekleri Tabiatta zuhur eden farklı zaman ölçekleri nelerdir? Bunun için sayıların onluk basamaklarında yukarı ve aşağıya doğru seyahat ederek fikir edinebiliriz. Zamanı temsil eden t’yi saniye birimiyle ölçüyoruz; mesela insanın ortalama tepki süresi 0,1 saniye veya kalp atış aralıkları nerdeyse 1 saniye mertebesindedir. Fikir vermesi açısından, bazı tipik süreleri mertebe olarak listeleyebiliriz (yuvarlak rakamla 7 ye 10 mertebesinde diyebiliriz veya 1 dakika 100 saniye mertebesi gibi. İ.P.). Mesela 1 saniyede ışık yerden aya gidebilmektedir; 10 saniyede 100 metrelik koşu yarışı sürmektedir; 100 yani 102 saniye 1 dakika mertebesinde;yani 1000 saniye nerdeyse 17 dakika olup ışık güneşten yere gidip gelmektedir. saniye 24 saat/1-gün eder, saniye 3 yıl olup ışık en yakın yıldıza ulaşmaktadır. saniyede ışık yerden samanyolu galaksimizin merkezine gider. saniye sonra en yakın galaksiye ışık gider. saniye güneş sisteminin yaşı olup saniye ise evrenin yaşı mertebesindedir. Saniyenin altına inildiğinde ise, 0,1 saniye insanın tepki zamanı, 0,001 yani saniyede (salise mertebesi) sinek kanadının çırpma süresi, saniye şimşeğin çakma süresi (rabia mertebesi), merminin camdan geçme süresi (rabia), saniye (hamise mertebesinde) Edgerton’un fotoğraf makinesi flaşının patlama süresi, saniye bir bitlik (byte, sadise mertebesi) bilginin bilgisayar hafızasına yazılması, saniye (nano-saniye olup, samime mertebesi) bilgisayar çipinin tik takı, saniye (tasia mertebesi) su ve oksijen gibi moleküllerin kendi eksenleri etrafında döndüğünde bir devrinin süresi ve saniye (tasia) ise molekülün titreşme süreleridir (molekül içindeki atomlar dönerken aynı zamanda atomlar bir birine yaklaşıp uzaklaşarak ihtizaz ederler. 32. Söz haşiyeye bakınız. İ.P.). Fiziğin inebildiği en kısa süre ise saniye femto-saniye (aşire) olup (nano-saniyenin milyonda biridir) ışığın nerdeyse durduğu bir andır, yani ışık ancak yan yana 100 atom genişliği kadar gidebilmektedir. Bu gözümüzün hassas olduğu ışıklarla inilen derinliktir, görünmeyen ışıkla otto-saniye () mertebesine kadar derinlere inilmiştir. Aşira/Femto Saniye Ölçeği ve Işığın Maddeye ‘Hakim’ Olması Yukarda çekilen fotoğraflar önce saniyenin binde birinin tefriki/çözünürlüğüne ulaşıldı sonra da milyonda bir çözünürlüğe ulaşıldı. Bundan birkaç on yıl önce inilebilen en küçük zaman dilimi bu sınırdaydı. Lakin lazerlerin bulunması ve kabiliyetlerinin geliştirilmesiyle daha küçük zaman dilimlere inme imkânı doğdu. İlk yapılan Ruby lazer 10-8 saniye (10 nano-saniye) pulse/atma (nabzımız kalbin atışları pulse için güzel bir örnektir) müddeti vardı yani 10-8 saniyelik süren bir lazer ışığı (pulse olarak) gelmekteydi veya pulse peş peşe gönderilerek pulse treni oluşturulabilir. Bu daha önceki saniyenin milyonda bir sınırın 100 kat altındadır. Son 40 yıl içinde bu pulse/atma süreleri bin kattan da milyar daha küçük ölçeklere kadar ulaşıldı. Görünen ışık için bu femto-saniye tabir edilen, yani saniyenin milyonda birinin milyarda birinin altına düşen ölçek saniye (aşira). Evet, maviden kızıla kadar yedi renk (elvan-ı seba) için inilen ölçek: Edgerton’un milyonda birinin tam milyar kez daha küçüğüydü. Femto-saniye (aşira) veya biraz altında ışık kendi ihtizazını 1 veya 2 kere ancak tamamlar (normalde şehir şebekesi saniyede 50 kere titreşirken, cep telefonu saniyede milyar kez titreşen elektromanyetik dalgalarla çalışır, ışık ise 1 saniyede milyon kere milyar defa kere titreşir. Fakat femto-saniye/aşira süresinde ışık ancak bir iki kez ancak titreşir. İ.P.). Bu kısa süre içinde yayılan ışığın frekansı (rengi diyelim) çok net değildir, yani bu pulse/atma başka frekansları da barındırmaktadır. Eğer cebimden sunum için verilen lazer işaret ediciyi çıkartırsam, bu lazerin çok iyi tanımlı oldukça net bir frekansı/rengi vardır. Yani bu lazerden çıkan ışığın frekans aralığı/bandı çok dardır (teknik tabiriyle). Eğer bu ışıktan saniye aralıklarla aç/kapa ile pulse yapılırsa, o zaman frekansı dar bant olmaktan çıkar geniş frekans bandına haiz bir ışık olur. Kuantumda Heisenberg belirsizlik prensibini hatırlarsanız, pulse/atma zamanının daraldığı nispette frekans aralığı/bandı genişler frekansı belirsiz hale gelir. Eğer laboratuvarda femto-saniye lazer pulse/atmasına bakarsanız bu sanki boşlukta ışık hızıyla giden bir foton ‘böreği’ (pancake) veyahut fotonlardan müteşekkil ‘askeri’ resmigeçidi bir şey görürsünüz. Bu böreğin genişliği ise saç telinin 16’da biri kadardır. Böylece birçok renkler küçücük bir yere hapis edilmiştir. Deneyci olduğumdan size laboratuvarımı göstermeye bayılırım, yandaki resme bakınız. Böyle küçücük yere ve zamana ışık sıkıştırılınca, fevkalade büyük ışık şiddetine çıkma imkânımız oldu (ışık şiddeti metrekareye düşen güç watt miktarı. 50 wattlık ampulden 2 metre uzakta 1 watt/m2 ışık şiddeti olur. İ.P.). Mesela benim laboratuvarımda, tepe değeri 100 milyar watt/m2 olan bir değere ulaşılabilmektedir. Bu New York gibi bir şehri aydınlatmaya yetecek güçtür fakat 1 femto-saniye/aşira süresinde aydınlatabilir. Bu nevi pulse/atmayı alıp mercek vasıtasıyla küçük bir yere odakladığınızda, başka vasıtalarla ulaşılamayacak değerlere mesela yıldızlarda olan enerji yoğunluklarına ulaşılabilmektedir. Veya öyle elektrik alan üretirler ki, atom çekirdeğinin elektronları sıkıca tutan elektrikalanın çok fevkindedir. Böyle bir ışığı 1 metre taşıyamazsınız! Normalde madde ışık etkileşmesinde, madde ışığın ne olacağını (zahirde İ.P.) ‘dikte’ eder. Beni size gösteren ışık, derimden ve ceketimden etkileşerek gelen ışıktır yani derim ceketim ışığı etkileyerek değiştirmiş teknik tabirle modüle (kip) etmiştir (24. Söz Zühre çiçeği bahsini hatırlayınız. İ.P). Madde bu durumda ışığa hâkimdir. Eğer femto-saniye lazer pulse oluşturulursa, roller değişir ışık maddeye hâkim olur, yani maddenin başına ne geleceğini ışık belirler (zahirde İ.P.). Işık madde etkileşmesi normaldekinin çok çok fevkindedir. Eğer güneşten veya bu salondaki lambadan gelen beyaz ışığı prizmadan geçirerek tayfına yani yedi rengine ayırırsanız, daha sonra da bu renklerden birini mesela kırmızıyı alıp tekrar prizmadan geçirdiğinizde artık ayrışma olmaz, yine kırmızı görürsünüz. Eğer kırmızı civarında dar bant lazer femto pulse/atma peş peşe küçük hacimdeki suya gönderilirse, sudan beyaz ışık çıkmaktadır çünkü femto-lazer ışığın şiddeti o kadar fazla ki kendi frekanslarını ‘dikte’ etmektedir. Hâlbuki normalde kırmızıdan kırmızı çıkması gerekirken beyaz çıkarak diğer renkler gözükmektedir. Bu normalde görülen bir şey değildir. Resme bakınız soldan kırmızı lazer cam silindirde suya gelmekte, sudan çıkan ışığın karşısına tutulan levhada ise merkezde beyaz ışık görülmektedir. Diğer resim ise daha detaylı olup kırmızı ışığın ortasında beyaz renge dönüşme safhalarını göstermektedir. Evet, tek renk ışık her renge havi olan beyaz ışığı üretmektedir. Bu kısa süreli pulse/atma maddenin optik özelliklerini bozarak ona kendi modülasyon/kip frekanslarını (zahirde İ.P.) ‘dikte’ ettirmektedir. Böyle kısa süreli lazer pulse ile neler yapılamaz ki? Zaman femto saniye/aşire içinde durdurulabilir. Aşira / Femto Saniye Mertebesinde Uygulamalar Bu femto-saniye süresinde iki atomun birleşerek yeni bir molekülün doğmasını müşahede edebiliriz. California Institute of Technology’de Mısırlı ilim adamı Ahmed Zewail bu doğumu müşahede etti ve 10 sene önce Nobel mükafatı aldı. Bu femto-saniye haline ulaşacak bir elektronik sistem yoktur. Çünkü en gelişmiş elektronik sistem femto-saniyenin milyon kat daha yavaş nano-saniye mertebesindedir; o halde nasıl yakalanmaktadır? Resmi alınacak cisme iki ışık göndermek suretiyle, yani bir ışığı diğerine göre geciktirmeli göndererek bu yapılabildi. Bunun için geciktirmeyi sağlayan aynalar saç telinin 60’ta biri kadar hassasiyetle ileri geri götürülerek ayarlar yapılarak femto-saniye görüntü alınabildi. Femto-lazerler keşif edilince yeni özellikleri olan malzemelerden tutun da mikro-cerrahiye kadar birçok uygulama alanı buldu. Bazı uygulamalar kısaca; bu teknolojiyle diğer dokulara zarar vermeden mikro cerrahi ile mesela damar içinde tıkalı bölge kesilip alınmaktadır. Ayrıca hücre çekirdeğinin içinde çekirdeğin bütününe zarar vermeden bazı elemanları femto-lazerle tahrip edilebilmektedir. Sinir hücrelerinin nasıl ağ oluşturduğu ve ağın çalışma tarzını sinir hücrelerinde ufacık femto-lazerle yapılacak kesmeyle araştırılmaktadır. Evet, zamanın derinlerine keşif yaptıkça çok acayiple karşılaşmaktayız.” Prof. Eric Mazur, “Stopping Time”; https://www.youtube.com/watch?v=1S318c0rPw4sa

Çocuklara verilen din eğitiminin hem içerik hem de pedagojik amaçları olabilir. İçerik amaçları, eğitimin hangi konuları kapsayacağı ile ilgilidir. “Yaz kurslarında şu konular işlenecek” dendiğinde içerik amaçlarından bahsedilir. Pedagojik amaçlar ise bu kurslar yürütülürken çocukların neler hissedeceği ile ilgili amaçlardır. Bizce yaz kurslarında pedagojik anlamda birkaç temel amaç olmalıdır. Yaz kurslarında ilk amaç, dini kavramlar, davranışlar ve semboller hakkında “olumlu duygular biriktirmek” olmalıdır. Çocukların Allah, Peygamber, cami, oruç ve namaz ile ilgili olumlu duygulara sahip olması sağlandığında, çocuklar gelecekte bu değerler ve kavramlarla daha barışık olabilecektir. Din eğitiminin ana noktası zorla bilgi yüklemek olursa, çocuk yeteri kadar olumlu duygu biriktiremezse, gelecekte dini değerleri “bilen ama sevmeyen” birisi olabilir. Olumlu duygu biriktirmek, ancak güzel anılarla olabilir. Çocuklar camide, oruç tutarken, namaz kılarken, yeterince güzel anı biriktirirse hayatlarının ileri aşamalarında dini kavram ve değerlerle barışık olurlar. Olumlu duygulara sahip olan çocuk, edindiği bu duyguları büyüdüğünde dini bilgiler ile süsleyebilir. Bu nedenle öncelik çocuğun olumlu duygu biriktirmesidir. Eğer çocuk yaz kurslarında olumsuz duygular (aşağılanma, kınanma, küçük düşürülme, ayıplanma, alay edilme, eleştirilme gibi) biriktirmişse gelecekte dine karşı mesafeli durabilir. Yaz kurslarındaki diğer önemli bir amaç, “olumlu teneffüs ortamı oluşturmak” olmalıdır. Çocuklar dini ortamda yeterince gayret göstermese ve çok şey öğrenmese bile, ortamın etkisi ile onların ruhunda dine dair olumlu izler kalabilir. Bu nedenle çocuklara verilen din eğitiminde sonuç odaklı olmak yanlıştır. Bir çocuk Kur’ân öğrenmek için bir ayını vermiş ama öğrenememiş olabilir. Sonuca bakarak çocuğu kınamak yerine, Kur’ân ile hemhal olduğu için takdir etmek gerekir. Sonuca değil sürece odaklanmak daha doğrudur. Çocuk cami, ibadet ve dua ortamını teneffüs ettiyse, ortamda çok fazla şey öğrenemese bile, bu teneffüs onun dini bir temel almasında etkili olabilir. Olumlu dini ortama giren bir çocuk, “yaramazlık”, “tembellik” yapsa ve pek fazla çaba göstermese de ortamdan etkilenir ve bu etki ömür boyu çocuğa rehberlik edebilir. Yaz kurslardaki bir diğer amaç, dini kavramlar ve yaşayış hakkında çocukların zihnine “tohum ekmek” olmalıdır. Tüm hayat boyunca elde edilebilecek dini bilgileri kısa sürede çocuğa yüklemeye çalışmak doğru olmaz. Çocuktan bu kısa sürede dindar olmasını beklemek yanlış olur. Çünkü eğitim bir süreç işidir. Tohum ekmek, tohumları sulamak ve güneş ışığına tutmak gerekir. Tohumların meyve vermesi yılları alabilir. Bu nedenle hemen meyve beklentisine girmek, tohumu hızla büyütmeye çalışmak çocuk için yıpratıcı olabilir. Dini yaşantıya ve inanışa dair küçük küçük tohumları çocukların zihnine yerleştirmek ilk aşamada yeterlidir. Özetlemek gerekirse, ilk bölümde temel olarak üç pedagojik amaçtan bahsetmiş olduk. Bu bilgiler ışığında, çocuklara dini eğitim verecek olan bir kişi, kurslar başlamadan önce aşağıdaki niyetlerle eğitim yolculuğuna başlayabilir: “Bu eğitim bittiğinde çocukların birçok olumlu duygu ile buradan ayrılmasını amaçlıyorum. Olumsuz duygular yaşamamaları için olabildiğince çaba göstereceğim.” “Bu eğitim süresince çocukların mutlulukla soluyacağı olumlu bir teneffüs ortamı oluşturacağım. Çocuklar buraya severek gelecekler. Amacım çocukların olabildiğince bu ortamı solumalarını sağlamak. Biliyorum ki, çocukluk döneminde sonuçlar çok önemli değil, önemli olan çocuğun din eğitimi sürecini yaşamasıdır.” “Bu eğitimde bir fidan dikeceğim. Bu fidanın hemen ağaç olup, bu ağacın meyvesini yemeyi ummuyorum. Hedefim çocukların zihnine ve kalbine güzel, küçük tohumlar ekmek. Bu tohumları sevgi ve özenle ekeceğim. Bir anda tüm tohumları da ekmeyi düşünmüyorum.” Çocuk Dünyası ve Gelişimi Bu bölümde çocukların dünyasını anlamaya yönelik bilgiler bulunmaktadır. Çocukları ne kadar iyi tanırsak ve anlarsak onları daha doğru eğitebilir ve onlara daha iyi şekilde yaklaşabiliriz. Bu bölüm, iki kısımdan oluşmaktadır. İlk kısımda çocuk dünyasının anahtar kavramlarından bahsedilecektir. İkinci kısımda çocuğun gelişim özelliklerine kısaca değinilecektir. A) Çocuk Dünyasının Anahtar Kavramları Çocukla çalışan, çocuğa dair bir mesleği olan herkesin görevlerinden birisi de çocuk dünyasını bilmek ve tanımak olmalıdır. Çocuk dünyasının gerçeklerini bilmeden bir çocuğun kalbine ulaşmak, o kalpte iz bırakmak pek mümkün değildir. Yetişkin dünyasının doğruları ile çocuklara yaklaşmak onları zedeleyebilir. Bu kısımda, çocuk dünyasının önemli kavramları ve bu kavramların eğitim süreci içinde nasıl ele alınacağı aktarılacaktır. Oyun Çocuk dünyasının olmazsa olmazlarından birisi oyundur. Çocuklar doğumdan itibaren müthiş bir oyun aşkı ile doludur. Oyun onlar için nefes alıp vermek kadar önemli bir eylemdir. Aynı zamanda bir ihtiyaçtır. Çocuk oyun yolu ile dünyayı anlar, gelişimini hızlandırır ve yaşadığı travmatik deneyimleri çözümler. Bu nedenle oyun, çocuk için lüks ya da gereksiz bir etkinlik değil, önü açılması gereken bir ihtiyaçtır. Oyun, aynı zamanda yeni bilgilerin hazmedilmesini sağlar. Bu nedenle çocuklarla yapılacak her türlü eğitimde oyuna mutlaka yer verilmelidir. Çocuklar için bir eğitim planlayıp işin içine oyunu katmamak çocuk dünyasına uzak kalmak demektir. Oyun yaz kurslarına iki şekilde katılabilir. İlki bazı kavramları ve değerleri oyun içinde çocuğa öğretmektir. Özellikle olumlu davranışlar (yemekten sonra dua etme, eve girince selam verme, Allah’a sığınma ve dua etme) ile ilgili kısımlar bir oyun ve drama kurgusu içinde çocuğa öğretilebilir. Çocuk bu şekilde hem eğlenmiş hem de öğrenmiş olur. Oyunun diğer kullanım şekli ise herhangi bir öğretim amacı gütmeden sadece eğlenmek için oyun oynamaktır. Bu amaçla programın herhangi bir kısmına “oyun saati” konulabilir. Burada çocuklarla geliştirici ya da doğal oyunlar oynanabilir. Ya da çocuklar serbest oynaması için özgür bırakılabilir. Hareket Biz yetişkinler hareket etmeden belli bir süre durabiliriz. Bu bizim için normal bir davranıştır. Ancak çocuğun yapısında hareket etmek vardır. Hareket edemeyen çocuk strese girer. Bu nedenle çocukların eğitim ortamları içinde yeteri kadar hareket etmesi sağlanmalıdır. Çocukların harekete olan ihtiyaçlarını anlamak için bir teneffüs vaktinde okul bahçelerini gözlemlemek yeterlidir. Çocuklar teneffüsle birlikte bahçeye çıkarlar ve delicesine koşarlar. Bu onların hareket ihtiyacından kaynaklanır. Yaz kurslarında çocukların hareket ihtiyacını karşılamak iki şekilde olabilir. İlki hareketi öğretim programının içine katmaktır. Çeşitli drama, skeç ve oyun etkinlikleri ile çocuğun hareket ederek öğrenmesi sağlanabilir. Hac anlatılırken, namaz öğretilirken uygulama yapmak aynı zamanda hareket etmek anlamına gelir. İkincisi ise, çocuklara hareket etmeleri için zaman tanımaktır. Her yarım saatlik öğretimin ardından çocukları hareket etmeleri için serbest bırakmak, bu esnadaki hareketliliklerini hoş görmek gerekir. Masa başı çalışma gerektiren konularda ise çocukların hareketlerini kısıtlamaya gitmemek gerekir. “Ayağını kıpırdatma, kollarını oynatma, iki dakika rahat dur!” gibi söylemler çocuğun yapısı ile çelişen söylemlerdir. Merak Çocuk duygu dünyasının önemli bir parçası meraktır. Çocuklar bu dünyaya yoğun merak duyguları ile gelirler. Bu duygu, onların dünyaya hızlıca adapte olup kısa sürede hayatı öğrenmelerini sağlar. Çocuk bu merakı sayesinde, yürümeyi, konuşmayı, eşyaların adını ve ne işe yaradıklarını kısa sürede öğrenir. Çocukların merak duyguları özellikle yeni ortama girdiklerinde çok tahrik olur. Çocuklar çekmecelerin ve dolapların içini, kitaplardaki resimleri, mekândaki cihazları merak edip ne işe yaradıklarını ve nasıl çalıştıklarını öğrenmek isterler. Yaz kurslarında dikkat edilmesi gereken öncelikli konulardan biri, çocukların mekânda olası merak edebileceği şeyleri tahmin etmek ve çocukların bu meraklarını gidermektir. Camiler çocuklar için ilginç ve sıra dışı mekânlardır. Odası yoktur, tavanı yüksektir ve içinde mobilya bulunmaz. Camiye giren çocuk minareyi, minberi, mihrabı, müezzin mahfilini, renkli camları, mikrofon sistemini, büyük saatleri, seramik duvarları merak edebilir. Eğitimin başlangıcında çocuklara teker teker bu mekânları tanıtmak, onlar hakkında bilgi vermek yerinde olur. Çocukların mekânla ilgili merak duygularını gidermek, onlarda görülen “yaramazlık” ya da “etrafı kurcalama” dediğimiz davranışları azaltabilir. Merak ile ilgili eğitimcilerin dikkat etmesi gereken bir diğer konu ise öğretimi planlarken sorularla çocukların merak duygusunu diri tutup, öğrenmeyi kolaylaştırmaktır. Bir çocuk için en zor şeylerden biri merak etmediğini öğrenmektir. Merak etmediğini öğrenen çocuk zamanla öğrenmeden soğur. Bu nedenle çocuklara yönelik her öğrenme faaliyeti, merak uyandıran sorular ve öykülerle başlamalıdır. Bir çocuk, merak duygusu harekete geçtikten sonra rahatça öğrenme gerçekleştirebilir. Hayal Çocukların biz yetişkinlerden üstün olduğu bir alan da hayal gücüdür. Çocuklar çok zengin bir hayal gücüne sahiptir. Eğitimcilerin görevlerinden biri de çocukların bu gücünü korumasına yönelik çalışmalar yapmaktır. Her günün sonunda “Hadi hayal kuralım” diyerek gün içinde işlenen konularla ilgili 10-15 dakikalık hayal kurmak hem çocukları eğlendirir, hem de onların hayal dünyalarını diri tutar. Hayalen cennete, Kâbe’ye, Peygamberimizin (asm) yanına gitmek gibi çalışmalar yapılabilir. Oruç tutan robot, abdest aldıran makine gibi hayal çalışmaları da yapılabilir. Melekleri, Allah’ı, Peygamberimizi (asm) nasıl hayal ettikleri sorulabilir. Burada önemli olan çocukların hayallerini yargılamamaktır. Çocuklar kocaman gözleri olan Allah, uzun boyu ve süper güçleri olan peygamber, kanatları olan melekler hayal edebilirler ki, bu normaldir. Allah, peygamber, melek hayalleri zamanla yerli yerine oturacaktır, bu nedenle erken müdahale edip hayallere şekil vermeye bu aşamada gerek yoktur. Şefkat ve Sevgi Çocuk için şefkat ve sevgi demek her şey demektir. Balıkların su dışında yaşayamaması gibi çocuklar da sevginin ve şefkatin olmadığı bir ortamda yaşamakta zorlanırlar. En iyi öğretim teknikleri ve teknolojileri ile donatılmış bir programın içinde sevgi ve şefkat yoksa, bu program çocuklara uygun değildir. Çocuk, ancak sevildiğini ve değer gördüğünü hissettiğinde öğrenme kanallarını açar. Sevilmediği bir ortamda zihnini, duygularını kapatıp ve kendini izole edebilir. Bu nedenle yaz kurslarında öğretimden önceki hedef, çocuklar tarafından sevilir olmaktır. Çocuklar mekânı, eğitimciyi sevdikten sonra kendi zihin kapılarını açarlar ve daha kolay öğrenirler. Bu konu Bölüm 3’te daha detaylı bir şekilde ele alınmıştır. B) Çocuğun Gelişim Özellikleri Çocuklarla çalışan kişilerin çocukların dünyasını tanımakla birlikte çocukların gelişim özelliklerini bilmesi de beklenir. Yirmi beş yaşındaki bir kişi ile elli beş yaşındaki bir kişinin zihin, duygu ve psikolojik gelişimi birbirine yakındır. Ancak dört yaşındaki çocukla altı yaşındaki çocuk farklı düşünüp farklı hissedebilir. Sekiz yaşındaki bir çocuk için geçerli bir yöntem on yaşındaki çocukta pek işe yaramayabilir. Yani çocukların gelişim özellikleri değişkendir. Bu nedenle çocukla çalışan kişilerin çocuğun gelişim özellikleri konusunda bilgi sahibi olması beklenir. Bu kısımda çocuğun gelişimi psikososyal gelişim, bilişsel gelişim ve duygusal gelişim olarak üç ana başlıkta ele alınacaktır. Çocuğun tüm gelişim evreleri anlatılmamıştır. Sadece yaz kursuna katılan çocukların yaşına uygun gelişim dönemleri aktarılmıştır. Psikososyal Gelişim Erik Erikson Amerikalı bir psikologdur ve uzun yıllar insanın psikososyal gelişimi üzerine çalışmıştır. Hayatın farklı yaş dönemlerini psikolojik gelişim açısından incelemiş ve bu dönemlerde insanı bekleyen gelişimsel görevleri ve risk faktörlerini sıralamıştır. Erikson, psikolojik açıdan sekiz gelişim basamağı tanımlamıştır. Eğer insan her basamakta onu bekleyen psikolojik ihtiyacını karşılarsa hayatta başarılı ve mutlu olabilmektedir. Bu ihtiyaçlar karşılanmazsa kişi psikolojik olarak çeşitli sorunlar yaşayabilmektedir. Erikson’a göre 6-12 yaş arasındaki çocuklar, “Başarı & Aşağılık Duygusu” dönemindedir. Yani bu yaş grubundaki çocuklar için en önemli psikolojik ihtiyaçlardan birisi başarıdır. Eğer bir çocuk hayatının bu döneminde çeşitli başarılar tatmamışsa, kendini yeterli ve başarılı olarak görmemişse bir aşağılık duygusuna kapılabilir. Kendini işe yaramaz ve beceriksiz biri olarak tanımlayabilir. Yani 6-12 yaş arasındaki her çocuğun bir şekilde “Ben başarılıyım ve bazı işleri yapmada iyiyim” duygusunu hissetmesi gerekmektedir. 6-12 yaş grubuna eğitim veren eğitimcilerin önemli görevlerinden biri çocukların başarılı oldukları alanı bulmak ve bunu çocuklara göstermektir. Çocuk kendi başına iyi yaptığı işlerin farkına varamayabilir. Bu konuda bir rehbere ihtiyaç duyar. Kimi çocuklar Kur’ân’ı öğrenmede, kimisi dua ezberinde, kimi ibadetleri uygulamada, kimisi olumlu davranış sergilemede, kimi ise kurallara uymada daha iyidir. Eğitimcinin görevi bu dönemde çocukların eksikliklerini görmekten ziyade çocuğun iyi olduğu alanlarını bulup ona göstermektir. Yaz kurslarındaki eğitimciler kendileri için bir başarı tablosu oluşturup hangi çocuğun hangi alanda başarılı olduğunu kaydedebilirler. Önemli olan bu tabloda her çocuğun karşısına başarılı olduğu bir alanı yazabilmektir. Çocuklara bu dönemde yapılacak iyiliklerden biri de onlara din eğitimi kapsamı dışında hangi alanlarda başarılı olduklarını sormaktır. Bazı çocuklar futbolda, bazıları misket oynamada, bazısı matematikte, bir kısmı fen dersinde, kimisi flüt çalmada, kimisi resimde, kimisi de bilgisayar oyunlarında iyi olduğunu söyleyebilir. Bazıları iyi tamir yaptığından, bazıları da hızlı koştuğundan bahsedebilir. Çocukların bu özelliklerini yaz kurslarının başlangıcında onlardan alıp eğitim süresince bu yönlerine vurgu yapmak çocukların bu gelişim dönemini başarılı bir şekilde geçirmesini sağlar. Bilişsel (Zihni) Gelişim Jean Piaget çocukların düşünce sisteminin nasıl geliştiği üzerine araştırmalar yapmış İsviçreli bir psikologdur.. Çocukların düşünceleri yetişkinlerden çok farklıdır. Mesela hayatlarının bir döneminde güneşi ve ayı canlı olarak düşünürler. Daha büyük nesnelerin daha ağır olacağına inanırlar. Sembollerle (harfleri, sayıları) öğrenmek konusunda zorlanabilirler. Piaget, çocuğun düşüncesinin gelişimini dört dönemde incelemiştir. Buna göre 6-12 yaş arasındaki çocuklar Somut İşlemler Dönemi’ndedir. Yani altı yaşından sonra çocuklar sembollerle düşünebilirler, akıldan işlem yapabilirler, hayvanları çeşitli özelliklerine göre gruplayabilirler. Ancak bu dönemde soyut düşünce henüz gelişmemiştir ve çocuklar soyut kavramları anlamada zorlanırlar. Kendilerine gelen soyut mesajları hemen somuta çevirirler. Örneğin andımızdaki “büyüklerini saymak” deyimindeki ‘sayma’nın ne demek olduğu bu yaştaki çocuğa sorulsa muhtemelen teker teker parmakla saymayı söyleyecektir. Aynı şekilde, vatan, millet, şehir, ülke, ilçe gibi kavramlar bu yaş çocukları için zor kavramlardır. Dine ait birçok kavram soyuttur. Allah, melek, sevap, günah, ibadet, cennet, cehennem, dürüstlük, sabır gibi pek çok kavram soyuttur. Çocuk bu kavramları dünyasına somutlaştırarak alır. Çocuklara bu kavramlar olabildiğince somutlaştırılarak verilmelidir. Çocuk bu dönemde Allah’ı birçok gözü olan bir insan gibi hayal edebilir, melekleri kendi hayalinde somut bir varlığa dönüştürür. Sevap kavramını gülen yüz etiketine, günah kavramını ise okulda kendine verilen üzgün yüz etiketine benzetebilir. Herhangi bir davranışından dolayı “Allah sana sevap yazar” dendiğinde Allah’ın vücudunun bir yerine “sevap” kelimesini yazacağını düşünebilir. “Kadir gecesi geliyor” dendiğinde adı Kadir olan birinin gece geleceğini hayal edebilir. Çocukların somut düşündüğünü bilen bir eğitimci üç konuda dikkatli olmalıdır. İlki, çocuklar tarafından dinin bazı kavramlarının somutlaştırmasının hoş görülmesi ve bu ilginç somutlaştırmadan dolayı onların ayıplanmaması ve onlarla alay edilmemesidir. İkincisi, bu dönemdeki çocuklara yapılacak olan öğretimlerde olabildiğince somut olmaktır. Dürüstlük ve sabır konusu somut olaylarla canlandırılarak, cennet güzel bahçe fotoğraflarına, sevap belki ödül etiketlerine benzetilerek anlatılabilir. Öteki dünya inancı, kurgusal drama çalışmaları ile çocuklara anlatılabilir. Çocuklara soyut bir kavramı somutlaştırırken drama, skeç, kukla, oyuncak, resim gibi somut araçlar kullanılabilir. Üçüncüsü ise çocukların dine ait sorduğu sorulara da olabildiğince somut cevap vermektir. “Allah nerede?” diye soran çocuğa “kalbimizde” gibi bir cevap verirsek çocuk pek anlamaz, ya da bedendeki kalbimizin içinde olduğunu düşünür. Çocuk bu sorusu ile mekânsal ve somut bir cevap aramaktadır. Bu soruya “Her yerde” cevabı verilebilir. “Neden Allah’ı görmüyoruz?” diye soran bir çocuğa “Gözümüz küçük” diye somut bir cevap verilebilir. Nasıl cevap vereceğimizi bilmediğimiz durumlarda soruyu çocuğa yöneltip “Sence nasıl olabilir?” diye onun somutlaştırmasını öğrenmek de faydalıdır. Duygusal Gelişim Hiçbir dini öğretide ergenlik dönemine kadar çocuklara günah yazılmaz. Aynı şekilde hiçbir devlet sisteminde çocuklar yaptıkları eylemlerden dolayı on iki yaşına kadar hiçbir şekilde hapse atılmaz ve cezalandırılmaz. Bunun birkaç nedeni vardır: İlki, düşünce gelişimi açısından çocukların hak, adalet, suç gibi soyut kavramları anlayabilecek yetiye sahip olmamasıdır. İkincisi, çocukların yaptığı davranışların doğurabileceği sonuçları kavrayabilecek düzeyde zihinsel yetiye sahip olmamasıdır. Üçüncüsü ise çocukların fizyolojik gelişimi gereği içlerinden gelen duygu ve dürtüleri yeteri kadar kontrol imkânının olmamasıdır. Bir çocuk markette gördüğü ve çok istediği bir oyuncağı gizlice cebine koyabilir. Bundan dolayı ceza almaz. Çünkü o çocuktur ve içinden gelen istek duygusunu tamamen kontrol edebilecek yetiye tam olarak sahip değildir. Beynimizin ön kısmı (ön lob) daha çok düşünce ve irade merkezidir. Beynimizin orta bölgesinde yer alan limbik sistem ise duyguların merkezidir. Yetişkinlerin beyninin ön lob gelişimi tamamlamıştır ve yetişkinlerden iradelerini kullanarak duygularını durdurması beklenir. Ancak çocuklarda, ön beyin gelişim aşamasındadır ve onlar duygularına set çekmede zorlanırlar. Örneğin bir tartışma esnasında bir yetişkine hakaret edildiğinde o yetişkin kızabilir ve kızgınlık duygusu ile hakaret eden kişiye vurmak ya da bağırmak isteyebilir. Bu aşamada yetişkindeki irade sistemi devreye girer ve bu hakaretlerin doğru olmayacağı konusunda onu uyarır. Yetişkinlerden duygularından gelen “vurma” isteğini engellemesi beklenir. Ancak çocuklar içlerinden gelen “vurma” tepkilerini durdurmada yetişkinler kadar başarılı olamayabilirler. Yine yetişkinler, oruçluyken önlerine gelen güzel yemekler karşısında açlık duygusunun yol açtığı yeme isteğini iradesini kullanarak engelleyebilir. Ancak çocuklar aynı iradeyi gösteremeyerek önündeki yemekten bir parça yiyebilir. Çocukların duygularını kontrol edememeleri gelişimleri gereği mazur görülmelidir. Çocuklar duygularını tam kontrol edemedikleri için bazen söz verip sözünde duramazlar, merak duyguları ile bizim yaramazlık dediğimiz işleri yaparlar ve etrafı kurcalarlar. Öfke ve kıskançlık duyguları ile arkadaşlarına vurabilirler. Çocuklardaki bu tür davranışlar “sık sık” görülmediği sürece normal kabul edilmeli ve cezalandırılmamalıdır. Eğer çocuğun bir olumsuz davranışı sürekli görülüyorsa bu davranışı cezalandırmak yerine, bu davranışın ardındaki psikolojik etkenler araştırılmalıdır. Psikolojik olarak yaralı çocuklar, olumsuz davranışları sık sık tekrarlamak eğiliminde olabilirler. Bu gibi durumlarda davranışı cezalandırmak yerine çocuğu rehabilite etmek gerekebilir. Din eğitimi verirken de çocuklar kimi duygularının etkisinde kalarak ortam bozucu ve can sıkıcı davranışlar sergileyebilirler. “Can sıkıntısı, merak, bıkkınlık, kızgınlık, kıskançlık, korku” duyguları çocuklara olmadık işler yaptırabilir. Bu gibi durumlarda çocukları cezalandırmak yerine onlara şefkatle yaklaşmak gerekir. Unutulmamalıdır ki, Allah çocukların tüm bu davranışlarını hoş görmektedir. Eğitimcinin Özellikleri Bu bölümde çocuklarla çalışan eğitimcilerde bulunması gereken özelliklere değinilecektir. Şüphesiz her eğitimcide burada ele alınandan çok daha fazla özelliğin bulunması beklenir. Bu kılavuzda en önemli görülen özelliklere yer verilmiştir. Hiçbir insan mükemmel değildir, dolayısıyla bazı eğitimciler kılavuzda yer alan bazı özelliklere sahip olmayabilir. Ancak iyi eğitimcileri diğer insanlardan farklı kılan, sürekli daha iyiye doğru yürümeleridir. Anlattıklarını Yaşayan İyi bir eğitimciden beklenen ilk özellik, anlattıklarını yaşamasıdır. Yaşantıda olmayıp sadece sözde kalan bir eğitimin çocukları etkilemesi beklenemez. Bu nedenle din eğitimcileri, anlattıklarını yaşamalı, dahası çocuklar onların anlattıklarını yaşadığını görmelidir. Namazı anlatmanın yanında, namaz kılmak, orucu anlatırken oruç tutmak gerekmektedir. Çocuklar eğitimcinin abdest aldığını, dua ettiğini, yemekten önce ellerini yıkadığını görmelidir. Dürüstlüğü anlatmakla kalmayıp, eğitimcinin her konuda çocuğa açık ve dürüst olması gerekmektedir. Yani çocuklar eğitimciyi derste ve ders dışında, anlattıklarını yaparken ve yaşarken görmelidir. Şefkat Eden ve Seven Çocuklar çok bilen değil çok seven eğitimci isterler. Çünkü sevgi onlar için yemek ve içmek gibi doğal bir ihtiyaçtır. Çocuğun kalbine girmeden, onun zihnine girmek mümkün değildir. Bunun için kursun başlangıcından itibaren çocuklarla sevgi temelli bir ilişki kurulmalıdır. Kursun ilk günlerinde çocuğa bir şeyler öğretmek yerine aradaki sevgi bağını güçlendirmeye yönelik etkinlikler yapılmalıdır. Çocuklar kendilerine iyilik yapanları severler. Çocuğu dikkatle dinlemek, ona küçük hediyeler vermek, onun duygularını paylaşmak bir iyiliktir. Bunun yanında çocuklar kendileri ile oyun oynayanları da çok severler. Çocuğun kalbine giden yollardan biri onların oyununa katılmak ve onlarla birlikte oynamaktır. Çocuğun gündemine girmek, o gündem hakkında konuşmak da çocukların sevgisini kazanmanın bir diğer yoludur. Bu amaçla çocukların dünyasına ait çizgi filmleri, bilgisayar ve sokak oyunlarını bilmek faydalı olabilir. Oynayan Çocuklarla çalışan herkes onlarla oynamasını bilmelidir. Bu oyunlar bazen eğitimcinin yönlendirdiği ve karar verdiği oyunlar olabilir. Bazen de eğitimci çocukların kendi aralarında oynadığı oyunlara katılabilir. Çocuklar kendi oyunlarında eğitimciye bir rol verebilir ve bu rolü oynamasını isteyebilirler. Yani çocuklarla çalışan eğitimciler, oyunu çocuğun yönlendirmesine açık olmalıdır. Çocuklar kendileri ile oynayan kişileri daha çok severler, onları kendilerinden görür ve daha kolay model alırlar. Bu nedenle çocuklarla çalışan kişilerin çocuklarla ayaküstü oynanacak birçok oyun, tekerleme ve bilmece bilmesi de gerekir. Affeden Çocuklar, kimi zaman duygularını kontrol etmekte zorlanabilirler ve hoş olmayan davranışlar sergileyebilirler. Çocuklarla çalışan eğitimciler, çocukların bu yapısını bilir ve “Çocuktur ne yapsa yeridir.” sözünün geçerliliğini kabul eder. Bir anlığına çocuklara kızsa da, hiçbir çocuğa mesafe koymaz ve küsmez. Hatalarını hemen affeder. İslam tarihinde Hz. Vahşi bile af görmüşken, bir çocuğun af görmemesi düşünülemez. Kalplerimizde çocuklara karşı bir kırgınlık ve kızgınlık bulunmaması gerekir. Çocuk ‘yanlış’ ve ‘ayıp’ dediğimiz davranışların bir kısmını duygularını kontrol edemediği için yapar. Bu davranışların bir kısmı ise psikolojik yaraların sonucudur. Bazı çocukların içsel yaraları (sevgisizlik, değersizlik, güvensizlik, yetersizlik ve travmatik yaşantılar) vardır ve bu yara ile nasıl beş edeceklerini bilmezler. Yaralı olduklarını yetişkinlere, olumsuz davranışları ile gösterirler. Bu davranışları cezalandırmak yerine bu davranışın ardındaki sebebi bulmak önemlidir. Yaralı bir çocuğa küsmek, ona ceza vermek onun yarasını büyütmekten başka bir işe yaramaz. Bu yaranın merhemlerinden biri affetmek ve şefkat göstermektir. Birebir İlgi Gösteren Her çocuk kendi içinde özeldir ve biriciktir. Tüm çocuklar eğitimcisinden birebir ilgi ister. Yeni aldığı ayakkabıyı, yeni gömleğini, kolundaki yeni saatini, acıyan dizini, ağrıyan karnını eğitimcisinin fark etmesini bekler. Yani her çocuk sıradan biri gibi değil özel biri olarak muamele görmek ister. Ne var ki kalabalık gruplarda bu ilgiyi çocuklara vermek zordur. Ancak iyi eğitimciler her çocuğa özel olduğunu hissettirmek için yoğun çaba sarf ederler. Çocuğa ismi ile hitap etmek, aile yaşantısına dair bilgiler edinmek, sevdiği oyunları bilmek, kısa aralarda ona dokunmak, bir ‘Merhaba’ demek çocuğa kendini özel hissettirir. Bunu hisseden çocuk zihninin ve ruhunun kapılarını o kişiye açar. Zaten eğitim, bu noktadan sonra başlar. Kararlı Çocukların özgürlük kadar sağlıklı sınırlara da ihtiyacı vardır. Eğitimci bir yandan çocukları sevmeli, affetmeli öte yandan da çocuğun karşısında kararlı bir tutum sergilemelidir. Eğitim programını uygularken, çocuklara sınır koyarken, onları yaptıkları davranıştan dolayı bir ödülden mahrum bırakırken kararlı ve net bir şekilde durmalıdır. Kararlı ve net olmak katı olmak anlamına gelmez. Kızgın olmak anlamına da gelmez. Çocuklar net ve kararlı kişileri severler çünkü bu kişiler onlara güven verir “Ne yaptığını bilen” biri duygusunu çocuklarda oluşturur. İbadetlerin ve eğitim programının uygulanmasında kararlı olmak önemlidir. Ama burada dikkat edilmesi gereken konu şudur ki, bu kararlılık çocuk ruhuna zarar vermemeli ve bir katılığa ve kızgınlığa asla dönüşmemelidir. Öğretim Yöntemleri ve Öğretim Hataları Bu bölümde çocuklara eğitim ve öğretim yaparken kullanılması ve kaçınılması gereken yöntemlere yer verilecektir. Bu bölüm iki kısımdan oluşmaktadır. İlk kısımda çocukların nasıl daha iyi öğrendiğine yönelik bilgiler verilecek, ikinci kısımda ise çocuk eğitiminde sıklıkla kullanılan yanlış öğretim yöntemlerinden bahsedilecektir. A) Çocuk Eğitiminde Başvurulacak Öğretim Yöntemleri Oynayarak ve Eğlendirerek Öğretmek Çocuklara yapılan her türlü öğretimde çocukların keyif almasını sağlamak öncelenmelidir. İçinde keyif olmayan bir eğitim çocuklar için yorucu ve sıkıcıdır. Bu nedenle çocuklara yönelik her türlü eğitim planlamasında oyuna ve eğlenceye bol bol yer verilmelidir. Eğitimi keyifli hale getirmenin ilk adımı eğitim programına, ders saati ile birlikte mutlaka oyun saati koymaktır. Her iki saatlik eğitimin en az yarım saati oyuna ayrılmalıdır. Bu oyun saati teneffüslerden ayrı olarak planlanmalıdır. Eğitimi keyifli hale getirmenin ikinci adımı “oyunla öğretmek”tir. Bu adımda ders içeriğinin kendisi bir oyun içinde sunulur. Örneğin Kur’an harfleri çocuğa yap-bozlar ve boyamalar ile birlikte öğretilir. Namaz kılmak çocuğa, bir drama içinde anlatılır. İkinci adımın gerçekleşebilmesi için eğitimcinin önceden “Acaba ben bu konuyu bir oyun içinde nasıl anlatırım?” sorusunu kendisine sorması gerekir. Bu soru sorulduktan sonra uygun cevaplar mutlaka bulunacaktır. Tekrar hatırlatmak gerekirse eğer bir çocuk öğrenirken keyif almıyorsa, zorlanıyor demektir. Eğitim sürecinde çocuğu zorlanmak genelde tam tersi sonuçlar verir. Sözü Görüntü ile Güçlendirerek Öğretmek Çocukların zihinsel kapasiteleri kelimeleri alıp işlemlemede zorlanır. Bu nedenle sadece konuşma yoluyla çocuklara yeni alışkanlıklar kazandırmak zordur. Atalarımızın deyimi ile sözler çocukların bir kulağından girip öteki kulağından çıkabilecek bir özelliğe sahiptir. Çocuklar görsel imajlar yolu ile daha kolay öğrenirler ve öğrendiklerini daha iyi pekiştirirler. Çocuklara anlatılan konuları görüntüye dökmek çocuk eğitiminin en önemli şartlarından biridir. Namazı, orucu, cenneti, yardımseverliği sadece kelimelerle anlatırsak çocuklar bu kavramları öğrenmekte zorlanabilirler. Çocuğun öğrenmesi, edindiği bilgiyi zihninde canlandırması ile mümkündür. Bu görsel canlandırma model olan birisini izlemekle, bir hikâye, bir resim ya da bir video ile olabilir. Çocuklara “Dürüst olun!” demekle birlikte, onun önünde dürüstçe davranışlar sergilemek daha eğiticidir. Ya da dürüstlük, bir hikâye ile çocuğun zihninde canlandırılabilir. Abdesti sadece anlatarak, sabırlı olmayı uzun nasihatler vererek çocuklara aktarmak zordur. Çocuk, kelimeleri zihninde pek tutamazken görüntüleri tutar ve tutulan bu görüntüler çocuğun hayatını şekillendirir. Bu nedenle özellikle ahlak eğitimini (dürüstlük, cömertlik, sabır, vefa, tevazu vb.) çizgi filmler, resimler, gerçek hayattan örnekler, çocukların zihninde görüntüye dönüştürülen hikâyeler ve menkıbeler yolu ile desteklemek gerekir. Somutlaştırarak Öğretmek Anlatılan konuyu görüntüye dökmek, aynı zamanda bilginin somutlaştırılmasını da sağlar. Böylece çocuklar hem görüntü, hem de somutluk elde etmiş olur ve öğrenmeleri hızlanır. Hac ibadetini masa başında konuşarak anlatmak yerine bir Kâbe maketi ve oyuncak bebekler ile anlatmak daha doğrudur. Yemek adabını konuşarak değil de, örnek bir sofra kurup, canlandırma yaparak anlatmak çocuk için daha kalıcıdır. Bu konuya, çocuğun bilişsel gelişimi bölümünde geniş yer verilmiştir. Öyküleme Yolu ile Öğretmek Her zaman çocuklara video, oyuncak, kukla, drama gibi somut ve görsel malzemeler bulmak kolay olmayabilir. Bu noktada canlı öyküler eğitimcilere yardımcı olabilir. Çünkü çocuk öyküyü kendi zihninde hayal gücü ile canlandırarak görüntüye dönüştürebilir. Çocuklara özellikle karakter ve değerler eğitimi esnasında bol bol öyküler anlatılabilir. Geçmiş kültürümüz öykü, kıssa açısından oldukça zengindir. Hatta yaz kurslarında günlük programın bir kısmı sadece öykü ve kıssalara bile ayrılabilir. Model Olma ve Taklit Yolu ile Öğretmek Çocuk eğitiminin en etkili yollarından biri çocuğa doğru rol modellerle buluşturmaktır. Çocuklar en çok model alma ve taklit yolu ile öğrenirler. Eğitimcilerin, çocuktan bekledikleri davranışları çocuğun önünde yapması ve çocukların bu sahneyi gözlemlemesi öğrenmeyi hızlandırır. Eğitimcilerin anlattıklarını, bizzat kendilerinin yaşaması çocuk için en etkili öğrenme yöntemlerinden biridir. Eğitimciler, çocuklara model olduğu gibi, onların içinden seçtiği iyi modelleri de öne çıkarabilir. Mesela, Kur’ân çalışmasında, bir harfin doğru okunuşunu eğitimci kendi telaffuz ettiği gibi, bu işi iyi yapan bir çocuğa da telaffuz ettirebilir. Çocuklar, istenen davranışı kendi önünde yapan birisini gördüklerinde o davranışı daha kolay yaparlar. Çocuğun önünde uygulayıcı model yoksa çocuk beklenen davranışı sergileyemez. Dürüst olması gerektiğini bilir ama nasıl dürüst olacağını bilemez. Çocuğu iyi modellerle karşılaştırmak, iyi modelleri çocuğun yanına getirmek çocuklar eğitiminde kullanılacak en iyi yöntemlerden biridir. Bu modeller yaşayan kahramanlar olabileceği gibi, geçmişte yaşamış kişiler de olabilir. O kişilerin hayatlarından sunulan somut olaylar, çocuğun model almasını kolaylaştırır. Yaşatarak ve Yaptırarak Öğretmek Çocukların sözle birlikte görüntüler yolu ile öğrendiğinden bahsettik. Görüntüler çocuk için bir somutlaştırma görevi de görür. Model olmak, öykülemek ve oyun içinde öğretim aslında birer görüntü ile öğretme yöntemidir. Ancak tüm öğretim yöntemlerinin üzerinde bir yöntem vardır ki, o da yaparak-yaşayarak öğrenmektir. Örneğin abdesti anlatmak yerine resimlerle ve videolarla göstererek öğretmek daha güzeldir. Bunun bir adım ötesi, çocuğun önünde abdest alarak çocuğa rol model olmaktır. Bu sayede çocuk gerçekte bu işi yapan birine temas etmiş ve daha iyi öğrenmiş olur. Ancak bu öğrenmenin de bir adım ötesi vardır ve o da çocuğun yanı başında durup, bizzat onun abdest almasına fırsat verip yaparak öğrenmesini sağlamaktır. Bu tarz bir öğretim birebir ilgiyi gerektirir. Namaz, dua gibi ibadetler yaptırarak ve yaşatarak öğretilebilir. Bir yardımseverliği yaparak-yaşatarak öğretmek istiyorsak, çocukları bir yardım faaliyetine katmak gerekir. Dürüstlüğü yaparak yaşatarak öğretmek için evde vazo kıran bir çocuğun annesine karşı dürüst olup “Ben kırdım anneciğim, özür dilerim.” dediği bir öyküyü çocuğun canlandırması sağlanabilir. Çocuğun öğrendiğini bir rehber ile birlikte deneyimlemesi, bunu defalarca tekrarlaması en kalıcı öğretim şeklidir. Doğru eğitim yaklaşımlarını kısaca özetleyecek olursak diyebiliriz ki; çocuk eğitim sürecinde öncelikle eğlenmeli ve keyif almalıdır. Eğitim kelimelerde kalmamalı görüntülerle desteklenmelidir. Resim, video ve öykülerle görüntülerle dökülen eğitim çocuğun zihninde somutlaşır ve daha kalıcı olur. Eğitimi somutlaştırmanın en güzel adımı ise çocuğun önünde yaşayan bir rol model olmaktır. Daha da ötesinde çocuğa anlatılan konuları bizzat kendisine yaşatmak ve deneyimletmek en etkili öğretim yöntemidir. B) Sıkça Yapılan Öğretim Hataları Yaz kurslarında doğru öğretim yöntemlerini kullanmak kadar, yanlış öğretim yöntemlerinden kaçınmak da önemlidir. Bu kısımda çocuk eğitiminde çok sık yapılan öğretim yanlışlarına yer verilmiştir. Tehdide Dayalı Öğretim Tehdit birçok insanın hoşuna gitmez. Birisi bize tehditle bir iş yaptırmaya çalıştığında o işi pek yapmak istemeyiz. Tehditte amaç, öfke ile karşıdaki kişinin kalbine korku salıp ona istenilen davranışı yaptırmaktır. “Eğer şunu yapmazsan, o zaman görüşürüz” demek bir tehdittir ve çocuk eğitiminde pek işe yaramaz. Üstelik aksi sonuçlar verebilir. Tehdit edilen kişi zorla istenilen davranışı yapsa da, o davranışı isteksiz ve geçiştirerek yapar. Bir süre sonra zorla yaptığı bu işe karşı nefret duyabilir. Çocuk eğitiminde tehdit yerine uyarı ve ceza kullanılabilir. Çocuklara, eğitim öncesinde kurallar güzelce anlatılabilir ve çocuklar ikaz edilebilir. Örneğin derste çocukların ayağa kalkmamasını isteyen bir eğitimci “Arkadaşlar, ders esnasında herkesin yerinde oturmasını istiyorum, herkes ayağa kalkarsa ders işleyemiyorum ve hepimizin dikkati dağılıyor. Biliyorum, çocuksunuz ve hareket etmek istiyorsunuz. Ben size hareket etmeniz için izin vereceğim. Ancak buna rağmen yerinizden izinsiz kalkıp gidip bir arkadaşınızı rahatsız ederseniz, o gün oynanan oyuna katılamayacaksınız.” Cümlesini kurabilir. Burada hem gerekçeli açıklama, hem bilgilendirme ve hem de ikaz vardır. Bu cümledeki ikaz bir cezayı da içermektedir. Ancak bu cümlede çocuğa açıkça korku verme niyeti yoktur, eğitimci hiddetli değildir. Amacı çocukları bilgilendirmek ve uyarmaktır. Bu cümle daha yapıcıdır ve çocukları incitmez. Bu nedenle çocuk eğitiminde tehdit yerine uyarı ve cezaya yer vermek daha isabetli olur. Din eğitiminde yapılan en temel hatalardan biri, çocukları Allah ve Cehennem ile korkutarak, tehdit ederek çocukları dine ya da istenilen bir davranışa yöneltmeye çalışmaktır. “Namaz kılmazsan Allah seni yakar!”, “Kötü konuşursan cehennemde yanarsın!” gibi yaklaşımlar çocuklarda kaygı-korku oluşturur ve çocuk rahmeti olan bir Allah değil, yakan, kızan bir Allah inancına sahip olur. Sevdiklerinden biri kötü konuştuğunda onun yanacağı kaygısı ile uykusuz geceler geçirebilir. Dinin kavramlarını kullanarak çocukları korkutmak, onlarda dine karşı olumsuz bir tepki oluşturabilir. Bu nedenle çocukların yanlışlarını Allah ve Cehennem ile korkutarak düzeltmekten vazgeçilmelidir. Çocuklarla iletişim kurarken negatif bir dil yerine pozitif bir dil kullanmak gerekir. “Yalan söylersen Allah seni sevmez.” demek yerine “Allah doğru sözlü olanları çok sever.” Demek daha doğru olur. Duyguları Örseleyerek Öğretim Çocuklar bazen eğitimcinin istediklerini yerine getirmezler ya da getiremezler. Bu durumda çocuklarla alay etmek, onları toplum içinde küçük düşürmek, eleştirmek, azarlamak çocukların duygularını örselemek anlamına gelir. Çocuk bu olumsuz duygusunu bulunduğu mekan, bilgi ve kişi ile eşleştirir. Daha sonra camiye, hocaya ve dini değerlere karşı olumsuz duygular besleyebilir. Bu nedenle eğitim süresince çocukların duyguların incitmemeye aşırı özen gösterilmelidir. Ödülle Öğretim Ödülün yanlış kullanımı en az ceza kadar çocuklara zarar verebilmektedir. Bu nedenle çocuklarda ödül kullanımına dikkat etmek gerekir. Ödül davranış öncesinde söylendiğinde, yani “Çocuğa şu kadar dua ezberlersen, şu ibadeti yaparsan sana şunu vereceğim” dendiğinde çocuk o davranışı yapar. Ancak dua ve ibadeti kendisi için değil, ödül için yapar. Ödül ön plana çıkarken dua ve ibadet geri planda kalır. Dua ezberlemek ve ibadet yapmak, ancak ödülle yapılacak zor bir iş halini alır. Bu nedenle ödülü davranıştan önce söyleyip çocukları teşvik etmek doğru değildir. Ödül iyi davranışın öncesinde söylenmemeli, iyi davranış ortaya çıktıktan sonra, bazen verilmelidir. Eğitimci dua ve ibadet konusunda ödül vereceğini önceden söylemeden, bir çocuğun dua ezberlediğini gördüğünde, bu çocuğu ödüllendirebilir. Yani eğitimci çocuklarda görülen iyi davranışları yakalamalı ve yakaladığı bu iyi davranışları bazen sözle, bazen de küçük hediyelerle ödüllendirmelidir. Kursa erken gelen, dersine iyi çalışan, dersi dikkatle dinleyen, güzel not alan, eğitimciye yardım eden çocuklar, rastgele olacak bir şekilde öncesinde kendilerine ödül verileceği söylenmeden ödüllendirilebilir. Ancak bu ödüllendirme de sık sık olmamalıdır. Ceza ile Öğretim Ceza, çocuk eğitiminde en son kullanılması gereken bir yöntemdir. Çocuğa örnek olduktan, istenilen davranışları birlikte tekrarladıktan, çocuğun psikolojik yaralarını giderdikten, güzel dille ikaz ettikten ve olumlu davranışları ödüllendirildikten sonra, hiçbir sonuç alınamıyorsa o zaman ceza yöntemi gündeme gelebilir. Çocuklara verilen ceza şiddet içeremez. Şiddet, fiziksel, sözel ve duygusal şiddet olarak üç çeşit olabilir. Fiziksel şiddet, çocuğun bedenine zarar vermeyi içerir ve tasvip edilemez. İkinci şiddet çeşidi hakareti, alayı, küçümsemeyi içine alan sözel şiddettir ve çocuklara sözel şiddet de uygulanamaz. Üçüncü şiddet çeşidi duygusal şiddettir, çocukların duygularını ezmek, rencide etmek, istismar etmek anlamına gelir ki bu da tasvip edilmez. Çocuklara verilebilecek tek ceza “kısa süreli mahrumiyet” olabilir. Örneğin tüm uyarılara rağmen dersin akışını bozan, arkadaşlarına vuran bir çocuğa bir günlük grup oyunlarına katılmama cezası verilebilir. Burada çocuğun oyuna katılma hakkı bir günlüğüne elinden alınmıştır. Çocuklara verilen herhangi bir mahrumiyet cezası bir günü geçmemelidir. Mahrumiyet cezası, yemek, içmek, uyumak, sevgi gibi temel ihtiyaçlarla alakalı da olmamalıdır. Tekrar belirtmek gerekir ki, arkadaşlarına vuran bir çocukta cezayı kullanmadan önce diğer tüm yöntemleri denemiş olmak gerekir. Çocuğa vurmanın kötü olduğunu anlatmak, iyi geçinmek üzerine öyküler anlatıp videolar izletmek, çocuğu bazı derslerde yanımıza alıp kontrol altında tutmak, arkadaşlarına vurmadığı günlerde onu takdir etmek, yanlış davranışları için gün sonunda onu bir kenara çekerek güzel dille uyarmak, tüm bunları yaparken sevgi ve şefkatle yaklaşmak diğer yöntemlerdir ve öncelikle bu yöntemler kullanılmalıdır. Tüm bu yaklaşımların sonucunda sınırları çok zorlayan çocuklara mahrumiyet cezası verilebilir. Ancak verilen ceza bir günü geçmemesine ve herkesin önünde uygulanmamasına özen gösterilmelidir. Örneğin, oyuna katılmama cezası alan bir çocuk, oyun öncesinde evine gönderilebilir. Arkadaşları oyun oynarken çocuğu kenarda bekletmek, onu toplum içinde cezalandırmak anlamına gelir ve bu, çocuğun duygularını rencide eder. Bu nedenle, çocuklara toplum içinde ceza vermekten kaçınılmalıdır. Çocukların bazı olumsuz davranışları (tırnak yeme, alt ıslatma, izinsiz eşya alma, aşırı hareketlilik) psikolojik bir yaranın sonucu olabilir ve bu davranışlar tek başına mahrumiyet cezası ile söndürülemez. Bu konuda uzmanlara danışmak gerekebilir. Kısacası, ceza çocuk eğitiminde en son müracaat edilecek bir yöntemdir ve ancak mahrumiyet cezası şeklinde olabilir. Eğitim ve Öğretim Mekânı Eğitim öğretim, insanla ilişkili olduğu kadar mekânla da ilişkilidir. Mekân, eğitime ruh katan, eğitimi verimli ya da verimsiz hale getirebilen önemli bir unsurdur. Bu nedenle eğitimin öncesinde mekânsal düzenlemeler yapmak hem eğitimcilerin hem de eğitim planlayıcılarının ana görevlerinden biridir. Çocuklar oyunu ve hareket etmeyi severler. Bu nedenle çocukların eğitim göreceği mekânlar harekete imkân tanıyan, içinde oyun alanı bulunduran mekânlar olmalıdır. Küçük bir odada birçok çocukla yapılan eğitimde verim düşük olur. Çünkü çocuk bu mekânda yeteri kadar hareket edemez ve oynayamaz. Camiler geniş hareket imkânı sunması, bahçesinin bulunması nedeni ile eğitim için uygun mekânlardır. İnsan beyni, insanın vücuda aldığı oksijenin önemli bir kısmını kullanır. Öğrenme faaliyeti direk beyinle ilişkilidir. Bu nedenle eğitim mekânın bol oksijen alması, teneffüs aralarında mekânın havalandırılması öğrenme açısından önemlidir. Din eğitimi maneviyat ile ilgili bir konudur. Nasıl ki spor eğitimlerinin sporla ilgili bir alanda yapılması uygunsa, din eğitimlerinin de manevi havası bulunan yerlerde yapılması daha uygundur. Camiler, eski medreseler, külliyeler bu açıdan eşi bulunmaz mekânlardır. Zaruret olmadıkça okul binalarının yaz kursları için kullanılmaması önerilir. Eğitim mekânındaki oturma düzeninin çocukların birbirinin yüzünü görecek şekilde ayarlanması mekânla ilgili diğer önemli bir düzenlemedir. Birbirinin ensesini değil yüzünü gören çocuklar daha az düzeni bozan davranış sergilerler ve daha etkileşim içinde olurlar. Bu da eğitim verimini arttırır. Mekânın bir kısmının okuma kısmı ve kütüphane bölümü olarak da düzenlenmesi faydalı olur. Çocukların tek başına kitap okuyabileceği, farklı kitapları inceleyebileceği, araştırma yapabileceği bir alan çocuklara birçok açıdan fayda sağlar. Okuma alanının yanında, masa tenisi, satranç gibi çeşitli oyun alanlarının da bulunması eğitim mekânını zenginleştirir. Özet ve Sonuç Ülkemizde yaz aylarında okulların kapanması ile birlikte milyonlarca çocuğu ilgilendiren yeni bir eğitim-öğretim dönemi başlamaktadır. Bu da camilerde ya da farklı mekânlarda verilen İslam dini eğitimidir. Çocuklara yönelik yapılan her türlü çalışma şüphesiz özenle planlanmalıdır. Çocuklarla çalışacak kişiler ise özenle seçilmelidir.

Üç ayların bereketiyle hareket ettiğimiz şu günler içerisinde Peygamber Efendimizin “Allah’ım! Receb ve Şaban’ı bereketli kıl ve bizi Ramazan’a ulaştır” duası ile eyyam-ı mübareke ve sıyama yaklaşmış bulunuyoruz. Rabbim cümlemizi bu güzel günlerle bereketlendirsin. Cümlenizin Ramazan-ı Şerifi hakkınızda ve hakkımızda hayırlara vesile olsun. Yaz ayları her ne kadar tatil günleri olsa da memleketimiz açısından eğitime yönelik olarak çok kıymetli zamanlar olarak devam etmektedir. Özellikle çocuklarımız ve gençlerimiz açısından Sivil Toplum Kuruluşlarının katkılarıyla manevi ağırlıklı eğitimler verilmektedir. Bu da seküler süzekten geçen evlatlarımızın hiç olmazsa yaz aylarında revize olmasına, manevi toparlanma sürecine müspet katkı sağlamaktadır. Bu vesileyle bu manada hizmet veren tüm sivil toplum yapılanmalarını ve yine bu çalışmalara desteklerini esirgemeyen tüm özel teşekküller ve devlet kurumlarına teşekkür etmek isterim. İstikbalimizin temel taşları evlatlarımızdır. Geleceğimiz onlardır. Bu anlamıyla gençlerimize yatırım yapmak, onların dini ve kültürel açıdan yetişmelerine yardımcı olmak elbette en önemli işlerimizden olacaktır ve olmalıdır. Böyle olmakla birlikte her şeyin kendine göre kural ve kaideleri olduğu da muhakkaktır. Bugüne kadar zorluklar ve kısıtlamalar içerisinde yapılan bu yaz faaliyetleri, geldiğimiz tarihte her türlü destek sağlanarak ve herhangi bir kanuni korku duyulmaksızın yapılabilmektedir. Bu da beraberinde daha disipliner ve organize olabilmeyi, eğitim araçlarından çalışma alanlarına kadar daha ehliyetli olmayı gerekli kılmaktadır. Yani yapılan işin kalitesinin artabilmesi ve tesirli olabilmesi için eğitim şartlarının oluşturulabilmesi önem arz etmektedir. Biz de ehemmiyet verdiğimiz yaz kursları muvacehesinde kapağa bahsi geçen şartlara yönelik “YAZ KURSLARINDA DİKKAT EDİLECEK HUSUSLAR” isimli çalışmayı taşıdık. Pedagoji Derneği ile çalışılan konunun hem teşkilatlar açısından hem de eğiticiler açısından önemli olacağına kaniiz. Malumunuz “Usulsüz vusul olmaz!” Hem “Kem âlâtla kemâlât olmaz!” kaidelerine riayetle icra edilecek faaliyetler inşallah hayırlı neticeler verecektir. Şu mübarek zaman dilimlerinde hayırlı ve bereketli çalışmalar yapmanızı dua ederiz. Dergimizin Aile Mektebi bölümünü de ihmal etmemenizi önemle rica ederiz. Çünkü toplumun temelinde aile vardır. Fakat ne yazık ki ailelerde de problemler eksik olmuyor. Her ne kadar İrfan Mektebi okuyucu kitlesi aile konusunda duyarlı olsa da bilmediğimiz, bilemediğimiz hususlardan dolayı ailemiz, buna bağlı olarak da çocuklarımız zarar görebiliyor. Bazen bir bilgi kırıntısı pek çok hayatlar kurtarabiliyor. Uzman yazarlarımızın siz dergimiz okurları için kaleme aldıkları kıymetli yazılar da bizler için rehber olma özelliğine haizdir. Tecrübe ve bilgi birikimi ile ortaya çıkan bu güzel ilaçlar, kapaklar arasına mahkûm edilmemelidir. Hem hastalık sadece maddi değil, ruhi hastalıklar daha çok can yakmaktadır. Evlerimizi birer İrfan Mektebi haline getirmek bizim elimizde. Haydi dergimizin kapaklarını açık tutalım. Her gün bir satır bile olsa okumaya gayret edelim. Okuyan kazanır!

Ezan, Cumhuriyet kurulduktan sonra 18 sene boyunca Türkçe okunmuştur. 1950 Türkiye genel seçimleri sonrasında, Demokrat Parti Türkçe ezan ile ilgili olarak çalışmalara başladı. 14 Haziran günü gazetelerde açıklanan çalışmalar 16 Haziran günü kabul edilmiştir. Türkçe ezan yasaklanmamış, ezan asli dili ile okunması serbest bırakılmıştır. Ezanın asli dili ile okunması serbest bırakıldığı gün Bursa'da bir camide 7 defa Arapça olarak ikindi ezanı okunmuştur. Geçenlerde, engelli vatandaşlarımızla ilgili güzel projelere imza atan ve gözleri görmeyen bir dernek başkanının anlattığı bir hâdise beni derinden etkiledi. Kulakları duymayan ve dolayısıyla konuşamayan ancak buna rağmen Kur’an okumayı öğrenen bir grup Kur’an sevdalısı, bu dernek başkanı beyefendiyi ziyaret ediyorlar. İçlerinden birisi tercüman vâsıtasıyla, dernek başkanına şunları söylüyor: “Gözleriniz görmediği için elbette ki, bir kısım güzelliklerden bu dünyada istifade edemiyorsunuz ancak o kadar nasiblisiniz ki, kulaklarınız ezan sesini duyabiliyor. Ben şimdiye kadar hiç ezan sesi işitmedim.” Bedîüzzaman Hazretlerinin Mustafa Paşa’ya söylediği “Kılıç kesmez, el keser” sözünden ilhamla şunu söyleyebiliriz ki sarf edilen sözlerin tesiri, büyük nispette söyleyenden kaynaklanıyor. Bazen aynı sözü başkası söylese size çok tesir etmeyebilirken, olması gereken zamanda ve söylemesi gereken kişi tarafından söylenince sözün tesiri kat kat artıyor. Yukarıdaki hâdisede de aynı durumla karşı karşıya kalıyoruz. Her gün rahat bir şekilde dinlediğimiz ve hatta kimi zaman alışkanlıktan farkında bile olmadığımız bir nimettir ezan sesini dinleyebilmek ve duyabilmek. Böyle bir nimetin ne kadar mühim olduğunu anlayabilmek için de bazen bizi manen sarsacak ve kendimize getirecek sözlere ve hadiselere ihtiyaç duyabiliyoruz. Günümüzde, kimi kulaklar ezanı dinlemenin hasretiyle yanıp tutuşurken; ne yazık ki, kimi kulaklar da ezan sesinden rahatsız olmaktadırlar. Bu vaziyet, âhir zamanda yaşadığımızın farkına bir kere daha varmamızı sağlıyor. Ezan, bize günde beş defa Rabbimizi ve imanımızı hatırlatmaktadır. En büyük farz vazifelerimizden biri olan namaza davet etmektedir. Bizzat Peygamber Efendimizin (sav) uygulamalarıyla hayata geçirilmiş, İslâm dininin şeâirinden ve sembollerinden biridir. Onun bu sembol özelliği sebebiyle, ehl-i dalâletin İslâm’a karşı olan projelerinin başında ezanı susturmak gelmektedir. Bu sebeple hem ezan-ı Muhammedî’ye sahip çıkmalıyız, hem de elimizdeyken kıymetini bilip, bu nimetinden ötürü Rabbimize çokça hamd etmeliyiz. Her Bir Nimet İçin Şükür Ezan sesi özelinde ifade ettiğimiz bu husûs, bizim için zamanla sıradanlaşan bütün nimetler için geçerlidir. Yağmur yağdırılmadığı zaman suyun, çok kar yağıp havalar çok soğuyunca sıcağın, havalar çok ısınınca serinliğin, ihtiyarlayınca gençliğimizin, hasta olunca sağlığımızın ve daha nice, zamanında sahip olduğumuz ancak elimizden çıkınca kıymetlerini anladığımız nimetlerin şükrünü elimizdeyken eda edebilmek... Veya ehemmiyetinin farkına varamadığımızdan dolayı bizim için zamanla sıradanlaşan nimetler için de şükredebilmek… Mün’im-i hakikinin bize verdiği hiçbir nimet, basit ve ucuz değil. Biz hiçbirini kendi başımıza yapamayız. Cenâb-ı Hakk bizi nimetlendirecek ki; bu nimetlere kavuşabilelim. Öyleyse, kendi başımıza zerresine bile malik olamadığımız bu nimetlerin tamamı için devamlı bir şükür ve hamd hâli içinde olmak zorundayız. Sözler Mecmuası 1. Söz’de ifade edildiği gibi, bu nimetlere mukabil Cenâb-ı Hakk’ın bizden istediği fiyat şükürdür. Üstelik şükretmek bizim fıtratımıza da hiç ters değil. Her gün birçok insana nezaketen teşekkür ediyoruz. Hâl böyleyken, her şeyin hakiki sahibi olan Cenâb-ı Hakk’a şükretmek ve hamd etmek hiç de zor olmasa gerek. Tahmîdiye “Çoktan beri benim husûsî bir virdim ve hiç kaleme alınmayan ve mesleğimizin dört esasından en büyük esası olan şükrün en geniş ve en yüksek mertebesini ihata eden ve bende çok def’a maddî ve ma’nevî hastalıkların bir nev’i şifâsı olan ve İsm-i A’zam ve Besmele ile dokuz âyât-ı uzmâyı içine alan ve on dokuz def’a şükür ve hamdi a’zamî bir tarzda ifade ile tahmîdâtın adedleri ile o eşyânın lisân-ı hâl ile ettikleri hamd ü senâyı niyet ederek, o hadsiz hamdlerin yekûnünü kendi hamdleri içine alarak azametli ve geniş bir tahmîdnâme ve teşekkürnâme bulunan ve Sekîne’deki Esmâ-yı Sittenin muazzam yeni bir dersidir. (Kastamonu Lâhikası Sayfa: 334)” Bedîüzzamân Hazretlerinin bize Kastamonu Lâhikasında yukarıdaki satırlarla tanıttığı ve Büyük Cevşen’e dâhil edilen Tahmîdiye Duası, hamd ve şükre önem verenlerin devamlı okuması gereken dualar arasında yer almaktadır. Tahmîdiye duasında bize verdiği şu nimetler için Rabbimize hamd ederiz: - Allah’a ve birliğine, her bir ismine ve her bir sıfatına iman etmeyi bizlere nasib ettiği için, - Hazret-i Muhammed’in (sav) Peygamberliğini ve ona iman etmeyi bizlere nasib ettiği için, - Kur’an’ı ve ona iman etmeyi bizlere nasib ettiği için, - İman, Kur’an ve İslâm nimetlerini bizlere nasib ettiği için, - Türlü türlü yiyecek ve nimetlerini bizlere nasib ettiği için, - İman, Kur’an ve Risâle-i Nur nimetleri ile Leyle-i Kadir, Mi’râc, Berâet ve Regâib nimetlerini bizlere nasib ettiği için, - İman nimetini ve âlemlerin Rabbinin razı olduğu İslâmiyet nimetini bizlere nasib ettiği için, - Cenneti ve ona iman etmeyi bizlere nasib ettiği için, - Bize ihsan ettiği her bir nimet için… Tahmîdiye duasından da açıkça anlıyoruz ki; hamd ederken önceliğimiz bize verilen en büyük nimet olan iman nimetine yönelik olmalıdır. İman nimetinin ardından bize verilen her bir nimet için Rabbimize hamd etmek ve şükretmek de öncelikli vazifelerimizdendir. Yaptığımız her bir ibadette hamdden bir hisse vardır mutlaka. 9. Söz’de, namazın manasını ve çekirdeğini meydana getiren üç şeyden birinin şükür olduğu ifade edilmektedir. Bu durumu diğer ibadetlerde de görmekteyiz. Yine Kur’an’ın özü ve giriş kapısı olan Fatiha Suresinin, Besmeleden sonra hamd ayeti ile başlaması, bu duruma güzel ve latif bir örnek teşkil etmektedir.

Bediüzzaman Hazretleri’nin uzak durduğu siyaset, iktidâr, makam ve liderlik mücadelesi anlamındaki siyasettir. Bir de İmam-ı Gazali (ra)’ın, “Beşeriyeti ıslâh ile dünya ve âhirette, selâmete ulaştıracak doğru yolu göstermek” diye tarif ettiği siyaset vardır ki; İmam-ı Gazali Hazretleri bu siyasetin en üstün mertebesini Peygamberlerin, sonra Raşid Halifelerin, sonra Peygamber vârisi olan âlimlerin yaptığını ifade eder. Zaten Bediüzzaman Hazretleri de bu ulvî manadaki, sanatların en şereflisi diye vasıflandırılan, peygamber vârislerinin yaptığı siyaseti yapabilmek için iktidar, makam ve liderlik mücadelesi anlamındaki siyaseti terk etmiştir. Rabbimiz, her yüz senede dinini tecdid ederek kuvvetlendirecek bir müceddidi göndereceğini Resûlü (asm) vasıtasıyla2 bizlere müjdelemiştir. İmam-ı Gazalî (ra), Abdülkâdir-i Geylânî (ra), İmam-ı Rabbanî (ra), Mevlâna Celaleddin-i Rûmî (ra), Mevlâna Hâlid-i Bağdâdî (ra) gibi mümtaz şahsiyetler, Allah’ın dinine yeni bir canlılık ve parlaklık vermek gayesiyle gönderilmişlerdir. Bu vazifeli zatlar geldikleri asrın ihtiyacına uygun hizmet usulleriyle insanlara Cenab-ı Allah’ı, Kitabullah’ı, Resûlullah’ı tanıtıp sevdirmeye çalışmışlardır. Dine kendilerinden ve yeniden bir şey karıştırmadan dinin ahkâm ve esaslarına ve Peygamberimizin (asm) sünnetlerine harfiyyen ittibâ ederek İslam’a hizmet etmişlerdir. Doğru İslamiyet’i ve İslamiyet’e layık doğruluğu kendi üzerlerinde göstererek o asrın insanlarına rehber ve mürşid olmuşlardır. Bediüzzaman Hazretleri de ahir zaman Müslümanlarının imdadına gönderilmiş bu mümtaz şahsiyetlerden biridir. Bediüzzaman Hazretleri’nin siyasete karşı durumunu ve duruşunu değerlendirirken bu asrın müceddidi olduğu gerçeğini göz önünde bulundurarak değerlendirmek gerektir. Hangi Siyaset? Öncelikle belirtmeliyiz ki, Bediüzzaman Hazretleri’nin uzak durduğu siyaset, iktidâr, makam ve liderlik mücadelesi anlamındaki siyasettir. Bir de İmam-ı Gazali (ra)’ın, “Beşeriyeti ıslâh ile dünya ve âhirette, selâmete ulaştıracak doğru yolu göstermek”3 diye tarif ettiği siyaset vardır ki; İmam-ı Gazali Hazretleri bu siyasetin en üstün mertebesini Peygamberlerin, sonra Raşid Halifelerin, sonra Peygamber vârisi olan âlimlerin yaptığını ifade eder. Zaten Bediüzzaman Hazretleri de bu ulvî manadaki, sanatların en şereflisi diye vasıflandırılan, peygamber vârislerinin yaptığı siyaseti yapabilmek için, iktidar ve makam ve liderlik mücadelesi anlamındaki siyaseti terk etmiştir. Efendimiz (asm)’ın bu asırdaki vârisi olan Üstad Bediüzzaman Hazretleri, zamanımızda ne şekilde hizmet edileceğini, nelere dikkat edilmesi gerektiğini, kime nasıl davranılacağını en güzel şekilde kendi hayatında göstererek Kur’ân’a ve Resûlullah (asm)’a güzel bir ayna olup, bütün insanlığa dünya ve ahirette kurtuluşa ve selâmete ulaşmalarını sağlayacak doğru yolu biiznillah göstermiştir. Eski Said ve Siyaset Bediüzzaman Hazretleri Eski Said devrinde siyasetle meşgûl olmuştur. Ancak bu meşgûliyet dinin siyasete alet edilmesi şeklinde değil, siyasetin eğer mümkünse dine alet ve hizmetkâr olması şeklinde gerçekleşmiştir. Üstâd, “Dinin bir hakikatini bin siyasete tercih ederim”4 diyerek ve “İslâmiyet güneşi yerdeki ışıklara âlet ve tâbi olamaz. Ve âlet yapmak İslâmiyetin kıymetini tenzil etmektir, büyük bir cinâyettir”5 diye haykırarak bütün kuvvetiyle siyaseti islâmiyete hizmetkâr bir alet ve araç yapmaya çalışmıştır. Bediüzzaman Hazretleri hayatı boyunca “Menfaat üzerine dönen siyaset canavardır.”6 dediği menfaati esas yapan siyasetle hiç meşgul olmamıştır. Yine tarafgirliği netice veren, meleği şeytan, şeytanı melek gösteren, cemaatin selâmeti için ferdi fedâ eden, zulme ve iftiraya dayalı siyasete, hiçbir zaman taraftar olmamıştır. Yeni Said devrinde ise siyaset âleminden kendisini Kur’ân-ı Hakîm’in hizmetinin şiddetli bir sûrette men’ ettiğini söyleyerek7 siyaseti bırakmıştır. Üstad Niçin Siyasetle Meşgul Olmadı? Bediüzzaman Hazretleri’nin ve talebelerinin siyaset yoluyla hizmet etmemelerinin başlıca sebebleri şöyle sıralanabilir; 1- Kur’ân’ın elmas gibi ulvî hakikatlerini, siyâsî propaganda malzemesi zannıyla insanlar nazarında cam parçaları kıymetine düşürme tehlikesi vardır. Eğer iman hakikatleri siyasî bir kimlik veya siyasî bir bayrak altında anlatılsa, insanlarda; “Acaba beni kendi siyasî fikrine çekmek için mi bunları anlatıyor?” düşüncesi uyanır. Ve muhatap üzerinde o hakikatler tesirini ya göstermez veya az gösterir. Neticede Kur’ân’ın elmas gibi yüce hakikatleri cam parçaları derecesine düşürülmüş olur. 2- Siyaset maddî bir topuza benzer. Gaflet veya dalâlet bataklığına düşmüş ve kendisini kurtaracak bir el arayan, iman ve Kur’ân’a muhtaç bir insanı, o bataklıktan kurtarmak niyetiyle yaklaşırken bir elde iman nuru, diğer elde siyaset topuzu tutulmaması gerektiğini beyan eder. Çünkü iman ve Kur’ân’a muhtaç bir insan “Acaba nurla beni kendine yaklaştırıp, topuzla dövmek mi istiyor?” diye telaş ve evham edebilir. Yine bu zamanda Müslümanların karşı karşıya olduğu en mühim tehlike, bilim ve felsefeden gelen bir dinsizlikle kalplerin bozulması ve imanın zedelenmesi tehlikesidir. Bu tehlikeden kurtulmanın tek çaresi de nurdur. Nur, samimiyetle ve hakkıyla gösterilmelidir ki kalpler ıslah olsun, imanlar kurtulsun. Eğer siyaset ve güç topuzuyla hareket edilse hatta galip de gelinse küfür kalplerde saklanır ve asrın dinsizlik tehlikesiyle kâfir olmuş bu insanlar, münafık derecesine inerler. Hâlbuki münafık kâfirden daha fenadır ve tehlikelidir. O yüzden siyaset topuzu bu dinsizlik tehlikesi karşısında kalpleri ıslah edemez. 3- İman ve Kur’ân hakikatlerine herkesin muhtaç olması siyasetten uzak durmayı gerektirir. Çünkü Risale-i Nur mesleğinde “siyasî görüşü ne olursa olsun bütün müminler kardeştir” düşüncesi esastır. Her insan iman hakikatlerine muhtaçtır. Risale-i Nur’dan istifade maksadıyla gelen bu muhtaçlara karşı aynı yakınlığı, aynı muhabbeti gösterebilmek için herhangi bir siyasî partinin veya düşüncenin taraftarı olmamak gerektir ki her gelen kişi ürkmeden, çekinmeden elimizdeki iman hakikatlerinden istifade edebilsin. Bediüzzaman Hazretleri bu noktaya şöyle temas eder: “Nur şâkirdleri, hiç siyasete karışmadılar, hiçbir partiye girmediler. Çünkü iman, mâl-i umumîdir. Her taifede muhtaçları ve sahipleri var. Tarafgirlik giremez. Yalnız küfre, zındıkaya, dalâlete karşı cephe alır. Nur mesleğinde, müminlerin uhuvveti esastır.”8 Yine bu konuda şöyle der: “İman dersi için gelenlere tarafgirlik nazarıyla bakılmaz. Dost düşman derste fark etmez. Hâlbuki siyaset tarafgirliği, bu manayı zedeler. İhlas kırılır. Onun içindir ki, Nurcular emsalsiz işkencelere ve sıkıntılara tahammül edip Nur’u hiç bir şeye âlet etmediler. Siyaset topuzuna el atmadılar.”9 4- İhlâs ve uhuvvet, siyasetten uzak durmayı gerektirir. Hâlbuki siyasetle meşgul olmak buna engeldir. Siyasete giren bir kişi ister istemez muhabbet ettiği siyasî düşünceye ve o siyasî düşüncenin liderine taraftar olur. Taraftar olduğu siyasî düşünce ve liderin İslâm’a uygun olmayan ama o anki siyasi vaziyete uygun görülen bazı hallerini kendince tevil etmek durumunda kalabilir. Ondandır ki tarafgirâne siyasetin meleği şeytan, şeytanı melek gösterir derecede rızâ-yı İlahîden ve kabul-ü Rabbaniden uzaklaşması Bediüzzaman Hazretleri’nin siyasetten çekilmesinin diğer bir sebebi olmuştur. Bu noktaya bizzat müşahede ettiği bir olayla Üstâd Hazretleri mealen şöyle temas eder: “Bir zaman garazkârâne tarafgirlik neticesi olarak gördüm ki, ilim sahibi dindar birisi siyasî noktada kendisine muhalif bir salih âlimi küfürle itham eder derecede küçük düşürdü. Ve kendi siyasî fikrinde olan bir münafığı hürmetle methetti. İşte siyasetin bu fenâ neticelerinden ürktüm ve siyasetten çekildim.”10 Yine kendisinin şâhid olduğu başka bir olay da şöyledir: “Eski Said gördü ki bir salih âlim kendi siyasî düşüncesindeki bir münafığı hararetle övdü ve siyasetine muhalif bir salih hocayı tenkit ve fasıklıkla itham etti. Eski Said ona dedi: “Bir şeytan senin fikrine yardım etse rahmet okutacaksın. Senin siyasî fikrine muhalif bir melek olsa lanet edeceksin. Bunun için Eski Said “Eûzü billahi mineşşeytani vessiyase” dedi ve siyaseti terk etti.11 “Risale-i Nur’un bu kadar muarızlarına mukabil en büyük kuvveti ihlâs olduğundan ve dünyanın hiçbir şeyine âlet olmadığı gibi, tarafgirlik hissiyatına bina edilen cereyanlara, hususan siyasete temas eden cereyanlarla alâkadar olmaz. Çünkü tarafgirlik damarı ihlâsı kırar, hakikati değiştirir.”12 5- Fani, dünyevî siyasetle meşgul olmak kişiyi ehemmiyetli uhrevî hizmetlerinden geri bırakır ve tarafgirlik meyliyle zalimlerin zulmüne ortak olma tehlikesi vardır. Bu konuyla ilgili olarak Hazret-i Üstad şöyle der: “Bu dünya fânidir. En büyük dava, bâki olan âlemi kazanmaktır. İnsanın itikadı sağlam olmazsa, davayı kaybeder. Hakiki dava budur. Bunun haricindeki davalara karışmak zararlıdır. Siyasetle meşgul olan, ehemmiyetli hizmetlerinden geri kalır.”13 Yine bu konuda şöyle der: “Dünya siyasetine karışmadığımın sebebi: O geniş ve büyük dairede vazife az ve küçük olmakla beraber, cazibedarlık cihetiyle meraklıları kendiyle meşgul eder; hakiki ve büyük vazifelerini onlara unutturur veya noksan bıraktırır; hem her halde bir tarafgirlik meylini verir, zalimlerin zulümlerini hoş görür, şerik olur”14 6- Siyasetle meşguliyet, bazen insanın selâmet-i kalbini, hüsn-i niyetini, istikâmet-i fikrini bozar. Üstâd bu konuda şu çarpıcı ifadeleri kullanır: “Geniş ve cazibedar siyaset boğuşmalarına dikkat eden, bazen kapılır; vazifesini yapamadığı gibi, selâmet-i kalbini ve hüsn-i niyetini ve istikamet-i fikrini ve hizmetindeki ihlâsını kaybeder. Kaybetmese de o itham altında kalabilir.”15 Ve şöyle bir tavsiyede bulunur: “Bu zamanda siyaset, kalbleri ifsad eder ve asabî ruhları azab içinde bırakır. Selâmet-i kalb ve istirahat-ı ruh isteyen âdem, siyaseti bırakmalı.”16 7- Doğruluğun siyasî hayatta ölmesi ve yalanın siyasette çok yaygın olması mesafeli durmayı gerektirir. Hazret-i Üstad bu konuda, “Siyasetin çoğu yalancılık”17 ifadesini kullanır ve “Asr-ı Saadet’teki inkılab-ı azîm, sıdk ile kizb, iman ile küfür kadar birbirinden uzak iken zaman geçtikçe gele gele birbirine yakınlaştı. Ve siyaset propagandası bazen yalana ziyade revaç verdi. Fenalık ve yalancılık bir derece meydan aldı.”18 şeklinde bu hastalığın vahim sonuçlarından bahseder. 8- Siyaset, insana dünyaya gönderiliş gayesini ve ahireti unutturup gaflet veren en geniş ve çekici dairedir. Kendisi bu konuda şöyle der: “İnsana gaflet verecek ve dünyaya boğduracak ve hakiki vazife-i insaniyeti ve ahireti unutturacak olan en geniş daire ise, siyaset dairesidir. Hususan böyle umumî ve mücadele suretindeki hâdiseler, kalbi de boğuyor. Güneş gibi bir iman lâzım ki; her şeyde, her vaziyette, her bir harekette kader-i ilâhî ve kudret-i Rabbaniyenin izini, eserini görsün, tâ o zulm-ü zulmette kalb boğulmasın, iman sönmesin; akıl, tabiat ve tesadüfe saplanmasın.”19 9- Dünya siyasetinin dizginleri ecnebilerin elindedir.20 O, Sünûhat isimli eserinde bu konuda özetle şöyle der: “Biz burada kendi irademizle hareket etmiyoruz. Siyasetin dizginleri Avrupa’nın elinde. Avrupa oradan üflüyor, biz burada oynuyoruz. Avrupa’dan yapılan telkinlerle hareket ediyoruz.” Yine başka bir yerde de şöyle der: “Siyasetin çoğu yalancılık ve bilmeyerek ecnebi parmağına alet olma ihtimali var”21 Evet Bediüzzaman Hazretleri günümüz siyasetine girmeyerek, siyaset üstü bir konumda kalarak, siyasetle elde edilebilecek netice ve gayelere siyasetsiz bir şekilde ulaşmıştır. Bu dahi ayrı bir siyaset anlayışı olarak mütalaa edilebilir. Bediüzzaman Hazretleri, “Kur’ân-ı Hakîm’in hizmetinin, kendisini, siyaset âleminden şiddetli bir surette men’ ettiğini” söyleyerek siyasetten uzak durmuştur. Siyaset ve partiler üstü kalarak, Allah’ın dinini bütün muhtaç Müslümanlara ulaştıracak bir tarzda iman ve Kur’ân’a hizmetkâr olmuştur. Hiçbir siyasî düşüncenin ve partinin aleti olmadan, yaptığı ihlaslı, lekesiz, safi hizmetle ve o hizmetin müşahhas meyveleriyle, en istikametli ve en doğru iman hizmetinin nasıl olması gerektiğini bütün dünyaya göstermiştir. Ancak Bediüzzaman Hazretleri, “Kimse siyasetle meşgul olmasın, siyasetle hiçbir hizmet olmaz” düşüncesinde de değildir. O yüzden siyaset yoluyla hizmet edecek insanlara da dini, siyasete vasıta ve alet yapmamalarını, yalana, menfaate, iftiraya ve zulme dayalı siyasetten kaçınmalarını, hakkın hatırını yüksek tutarak hiçbir hatıra feda etmemelerini, nefis ve şeytanın razı olacağı bir siyasî anlayıştan uzak, insanları dine soğutmadan, İslâmî ölçüleri muhafaza ederek siyaset yapmalarını tavsiye etmiştir. Hazret-i Üstad’ın 1950’den Sonraki Siyasî Duruşu Bediüzzaman Hazretleri Yeni Said devrine geçtiği 1921’den beri, “Şeytandan ve siyasetten Allah’a sığınırım” diyerek siyasetle alâkasını tamamen kesmişti. Risale-i Nur’u telif ettiği yirmi üç sene boyunca siyasetten hep uzak durmuş, gazete ve radyoları dahi takip etmemiştir. Bu şiddetli sakınmasının sebebini izah için müteaddid dersler kaleme almıştır. Bunlardan mühim bir kısmı bir önceki konu başlığı altında nakledildi. Tek parti devrinde siyasetle ve siyasî haberlerle hemen hiç alâkadar olmayan Hazret-i Üstad, çok parti devrinde iktidara geçen Demokrat Parti’nin nisbeten de olsa dine hürmetkâr tavırları sebebiyle bu yeni dönemde siyasîlere, nadir de olsa irşad edici bazı mesajlar göndermeye başlamıştır. Fakat bu durum asla siyasete karışmamak prensibinden taviz vermesi anlamında değildi. Bu dönemde olan 1950, 1954 ve 1957’deki her üç seçimi de Demokrat Parti kazanmıştı. Hazret-i Üstad bu üç seçimden yalnız sonuncusunda, o sıralarda Halk Partisi karşısında ciddî bir gerilemeye düşen Demokrat Parti’nin mağlub olmasını engellemek adına seçim sandığına giderek yalnızca oy kullanmıştır. Hazret-i Üstad, sırf geçmişte dine imana çok zararlar veren o parti bir daha kazanmasın diye “ehvenü’ş-şerri ihtiyar etmek”, yani “İki şerden daha hafif olanı seçmek” hikmetine binaen Demokratları desteklemiştir. Yine o dönemde siyasete girmek isteyen bazı Nur Talebeleri olmuş, Üstad ise onlara Risale-i Nur adına değil ancak kendi namlarına girmek şartıyla müsaade etmiştir. Çok partili siyasî hayatın devam etmekte olduğu yıllarda Sebilürreşad dergisi sahibi ve Üstad’ın eski dostu Eşref Edip’ten gelen bazı teklifler üzerine Bediüzzaman Hazretleri bu yeni dönemde de siyasî tavrında bir değişiklik olmadığını gösteren şu cevabı kendisine gönderir: “Nur Risaleleri’nin ve Nurcuların siyasetle alâkaları yok ve Risale-i Nur, rıza-i ilâhîden başka hiç bir şeye âlet edilmediğinden, mümkün olduğu kadar Risale-i Nur’un mensubları, ictimaî ve siyasî cereyanlara karışmak istemiyorlar. Yalnız Sebilürreşad, Doğu (dergileri) gibi mücahidler, iman hakikatlerini ehl-i dalaletin tecavüzatından muhafazaya çalıştıkları için, ruh u canımızla onları takdir ve tahsin edip onlarla dostuz ve kardeşiz, fakat siyaset noktasında değil. Çünkü iman dersi için gelenlere tarafgirlik nazarıyla bakılmaz. Dost düşman derste fark etmez. Hâlbuki siyaset tarafgirliği, bu manayı zedeler. İhlâs kırılır. Onun içindir ki, Nurcular emsalsiz işkencelere ve sıkıntılara tahammül edip Nur’u hiç bir şeye âlet etmediler. Siyaset topuzuna el atmadılar. Hem Nur Risaleleri küfr-ü mutlakı kırdığı için, küfr-ü mutlakın altındaki anarşiliği ve üstündeki istibdad-ı mutlakı kırdığı cihetle, bir nevi siyasete teması var tevehhüm edilmiş. Hâlbuki Nur’un tercümanı, bir tek mesele-i imaniyeyi dünya saltanatına değişmediğini mahkemelerde dava edip yirmi beş sene tarz-ı hayatıyla ve emarelerle ispat etmiştir.”22 Bediüzzaman Hazretleri, 1950 sonrasında iktidar olan Demokratlara ara sıra bazı mühim ikazlarda bulunmuştur. Onlardan birinde Kur’ân ve İslâmiyet zararına olacak mühim tehlikelere dikkatlerini çekiyor ve şöyle diyordu: “Demokratlara büyük bir hakikati ihtar: Şimdi Kur’ân, İslâmiyet ve bu vatan zararına üç cereyan var: Birincisi: Komünist, dinsizlik cereyanı. Bu cereyan yüzde otuz kırk adama zarar verebilir. İkincisi: Eskiden beri müstemlekâtların, Türklerle alâkalarını kesmek için, Türkiye dairesinde dinsizliği neşretmek için; ifsad komitesi namında bir komite. Bu da yüzde on, yirmi adamı bozabilir. Üçüncüsü: Garplılaşmak ve Hristiyanlara benzemek ve bir nevi Protluk (Protestanlık) mezhebini İslâmlar içinde yerleştirmeye çalışan ve dinde hissesi olmayan bir kısım siyasîler heyetidir. Bu cereyan yüzde belki binde birisini, Kur’ân ve İslâmiyet aleyhine çevirebilir. Biz Kur’ân hizmetkârları ve Nurcular, evvelki iki cereyana karşı daima Kur’ân hakikatlerini muhafazaya çalışmışız. Mümkün olduğu kadar dünyaya ve siyasete bakmamaya mesleğimiz bizi mecbur ediyormuş. Şimdi mecburiyetle bakmaya lüzum oldu. Gördük ki: Demokratlar, evvelki iki müdhiş cereyana karşı bize (Nurculara) yardımcı hükmünde olabilirler. Hem onların dindar kısmı daima o iki dehşetli cereyana mesleklerince muarızdırlar. Yalnız dinde hissesi az olan bir kısım garblılaşmak ve garblılara tam benzemek mesleğini takib edenler ise, üçüncü cereyana bir yardım ediyorlar. Madem o cereyanın yüzde ancak birisini belki binden birisini Purutlar ve Hristiyan gibi yapmaya çevirebilirler. Çünkü İngiliz iki yüz sene zarfında tahakküm ettiği iki yüz milyon İslâm’dan iki yüz adamı Purutluğa çevirememiş ve çeviremez. Hem hiçbir tarihte bir İslâm, Hristiyan olduğunu ve kanaatle başka bir dini İslamiyet’e tercih etmiş olduğu işitilmediğinden, iktidar partisinde bulunan az bir kısım, dinin zararına siyaset namıyla üçüncü cereyana yardım etse de; madem o Demokrat Partisi, meslek itibariyle öteki iki cereyan-ı azîmenin durmasında ve def’ etmesinde mecburî vazifeleri olmasından, bu vatana ve İslamiyet’e büyük bir faidesi dokunabilir. Bu cihetten biz, Demokratları iktidar yerinde muhafaza etmeye Kur’ân menfaatine kendimizi mecbur biliyoruz. Onlardan hayır beklemek değil; belki dehşetli, baştaki iki cereyana siyasetlerince muarız oldukları için; onların az bir kısmı dine verdikleri zararı, vücudun parçalanmasına bedel, yalnız bir parmağı kesmek gibi pek cüz’î bir zararla pek küllî bir zarardan kurtulmamıza sebeb oluyorlar bildiğimizden, o iktidar partisinin lehinde ehl-i dini yardıma davet ediyoruz. Ve dinde lâübali kısmını dahi cidden ikaz edip “Aman çabuk hakikat-i İslâmiyeye yapışınız” ihtar ediyoruz ki, vatan ve millet ve onların hayatı ve saadeti, hakaik-i Kur’âniye’ye dayanmak ve bütün Âlem-i İslâm’ı arkasında ihtiyat kuvveti yapmak ve uhuvvet-i İslâmiye ile dört yüz milyon kardeşi bulmak ve Amerika gibi din lehinde ciddî çalışan muazzam bir devleti kendine hakiki dost yapmak, iman ve İslâmiyet’le olabilir. Biz bütün Nurcular ve Kur’ân hizmetkârları, onlara hem haber veriyoruz, hem İslâmiyet’e hizmette muvaffakıyetlerine dua ediyoruz. Hem de rica ediyoruz ki: Bu memleketin bir ehemmiyetli mahsulü ve vatanda ve şimdi Âlem-i İslâm’da pek büyük faidesi ve hizmeti bulunan Risale-i Nur’u, müsaderelerden kurtarıp neşrine hizmet etsinler. Bu vatandaki dindarları kendine taraftar etsinler ve selâmeti bulsunlar. Said Nursî”23 Üçüncü Said’in Anlamı Burada şunu da belirtmek faydalı olacaktır. Bediüzzaman Hazretleri’nin 1949 Afyon Hapsinde haber verdiği, Eski Said, Yeni Said’den sonra, “üçüncü bir Said’in tezahüre başlaması”nın, Üstad’ın ellili yıllardaki kısmî rahatlama devrindeki siyasî duruşuyla bir alâkası yoktur. Zira Üçüncü Said’le değil siyasete yaklaşmak, aksine Yeni Said’in de ötesinde dünya işlerinden tamamen uzaklaşmak manasında bir hâlet-i ruhiyeyi Üçüncü Said’le yaşamaya başlamıştı. Hazret-i Üstad, kendisinde başlayan bu hâlet-i ruhiyeyi şöyle anlatıyor: “Aziz, sıddık kardeşlerim! İki-üç defadır ehemmiyetli bir halet-i ruhiye bana ârız oluyor. Aynı otuz sene evvel İstanbul’da beni Yuşa Dağı’na çıkarıp İstanbul’un, Dârü’l-Hikmet’in cazibedar hayat-ı ictimaiyesini bıraktırıp hatta İstanbul’da bulunan Nur’un birinci şâkirdi ve kahramanı olan merhum Abdurrahman’ı dahi zarurî hizmetimi görmek için de yanıma almağa müsaade etmeyen ve Yeni Said mahiyetini gösteren acib inkılabat-ı ruhînin bir misli, şimdi mukaddematı bende başlamış. Üçüncü bir Said ve bütün bütün târik-i dünya (dünyayı terk eden) olarak zuhuruna (görünmesine) bir işaret tahmin ediyorum. Demek Nurlar ve kahraman şâkirdleri benim vazifelerimi yapacaklar, daha bana hiç ihtiyaç kalmamış. Zâten Nur’un her bir câmi’ cüz’ü ve sarsılmayan hâlis şâkirdlerinin her birisi, benden daha mükemmel ders verir. Said Nursî”24 Görüldüğü gibi, Risale-i Nur Külliyatında yalnız bir defa geçen “Üçüncü Said” tabirini Hazret-i Üstad, değil siyasete yaklaşmak veya karışmak manasında, aksine bütün bütün dünyadan el etek çekmek olarak açıklamıştır. Bunun zıddına yapılan yorumlar, tamamen şahsî, indî yorumlardan ibarettir. Kaynaklar: 1- Tarihçe-i Hayat Bediüzzaman ve Hayru'l-Halefi A.Hüsrev Altınbaşak isimli eserden alınmıştır.2- el-Hâkim, el-Müstedrek, 4: 5223- İhyâ-i Ulûmiddîn c. 1 s. 404- Mektûbât s. 4125- Mektûbât s. 4126- Mektûbât s. 4607- Mektûbât s. 378- Emirdağ Lâhikası-1 s. 1219- Emirdağ Lâhikası-2 s. 21910- Mektûbât s. 9511- Mektûbât s. 41412- Emirdağ Lâhikası s. 18613- Emirdağ Lâhikası-1 s. 814- Emirdağ Lâhikası-1 s. 3615- Sikke-i Tasdîk-i Gaybî s. 19016- Kastamonu Lahikası s. 7917- Mektûbat 16. Mektub18- Mektûbat s. 41519- Emirdağ Lâhikası-1 s. 3620- Mektûbat s. 3721- Mektûbat 16. Mektub22- Emirdağ Lâhikası-2, s. 3623- Emirdağ Lâhikası-2, s. 20824- Osmanlıca Şuâlar, s. 552

Cinayet suçundan hükümlü bir arkadaşımız, Isparta Cezaevinde Hüsrev Efendi ile birlikte yatmakta iken başından geçen hatırasını bana şöyle anlatmıştı: Cahilliğime ve nefsime uyarak bir cinayet işledim. Çok pişmanım. Ancak öleni geri getirmek mümkün değil. Acaba ben kendimi nasıl affettirebilir ve ölen şahsın kul hakkından nasıl kurtulabilirim diye günlerce düşünüp dururken, hapishanede Hüsrev Efendi ile tanıştım. Kendisine bu sıkıntımı arz ettim. Bana “Kıldığın namazların sünnetlerini farz niyeti ile kıl ve sevabını ölen şahsın ruhuna bağışla” dedi. Bende öyle yapmaya başladım. Epey zaman sonra cezaevinden tahliye edildim. Ancak bu tahliyeme pek sevinemedim. Beni bir korku sardı. Ölen şahsın yakınları da acaba beni öldürürler mi diye uykularım kaçtı, iştahım kesildi. Bir gün, ölen şahsın yakınlarından birisi evimize geldi. “Müsaitseniz akşam size geleceğiz” dedi. İçime bir korku düştü. Hayatımın son anlarını yaşıyorum zannettim. Akşam oldu. Ölen şahsın hanımı çocukları ile birlikte geldiler. Onları kin ve nefret dolu bir çehre ile bekliyordum. Oysa güler yüz ve tatlı dille bana “Geçmiş olsun” dediler. Biraz sohbet ve ikramdan sonra “Sizi böyle karşılamıyordum. Bana karşı hiçbir husumetinizi görmedim” deyince, ölen şahsın hanımı “Sen hapiste iken eşimi rüyamda gördüm. Cennette idi. Kendisine ‘Senin doğru dürüst bir salih amelin yoktu, bu mertebeye nasıl ulaştın?’ dediğimde; beni öldüren “……’ın gönderdiği sevaplar kurtardı’ dedi. ‘Ne yaptın da kocam Cenneti kazandı?’ dedi.” Ben de; “Hapishanede Bediüzzaman Hazretleri'nin Vekili olan Ahmed Hüsrev Efendi ile tanıştım. Cinayet olayından kaynaklanan pişmanlığımı dile getirerek kendimi nasıl affettirir ve ölen şahsın kul hakkından nasıl kurtulabileceğimi sordum. Bana ‘Kıldığın namazların sünnetlerini farz niyetine kıl ve sevabını ölen şahsın ruhuna bağışla’ demişti. Ben de öyle yapıyorum” dedim. Çay kahve muhabbetinden sora ayrılıp gittiler. Bu hadiseden sonra uykularım da düzeldi, iştahım da açıldı. İşte böyle büyük zatların içtimai hayatta insanlara ne kadar faydalı olduklarını o zaman anladım ve idrak ettim. Çünkü verilen bu fetva ile öldüren ölenin akrabalarından emin, ölen memnun, yakınları da memnundu. Yeni bir cinayetin işlenmesine böylelikle mani olunmuştu. O tarihten sonra Risale-i Nurlara sıkıca sarılıp layıkıyla bir Nur Talebesi olmaya gayret ettim, diyerek başından geçen bu hatırasını bana kısaca anlatmıştı.

Bizler helal olmayan gıdalardan titizlikle kaçınmalıyız. Çünkü vücudumuza giren her bir haram lokma bizim ibadetlerden tam lezzet alamama, günahlardan kaçamama ve duamızın kabul olmamasına sebep olabilir. Helal; dinen yapılması ve yenilip içilmesi yasak olmayan şey demektir. Haram kelimesi ise, dinen yapılması ve yenilip içilmesi kesin olarak yasaklanmış şeylerdir. Allah u Teâlâ Kur’an-ı Kerim’de Müslümanlara helal olan şeyleri yemelerini ve haramlardan uzak durmalarını emrediyor. Nitekim bu husus Kur’an-ı Kerim’de şu ayetlerle ifade edilmiştir: “O halde Allah’ın sizi, helal ve temiz olarak rızıklandırdığı şeylerden yiyin ve siz kendisine inanan kimseler olduğunuz Allah’tan sakının.” (Maide, 88). Başka bir ayeti kerimede ise, “Öyle ise Allah’ın sizi rızıklandırdığı helal ve temiz şeylerden yiyin; eğer yalnız O’na kulluk ediyorsanız, Allah’ın nimetlerine şükredin.” (Nahl, 114) buyurulmaktadır. Yiyecek ve içeceklerin helal olması, insanlığın en önemli imtihanlarındandır. Hatta ilk insan Hz. Âdem ve Hz. Havva’nın imtihanı da helal gıda ile olmuştur. Hz. Âdem ve Hz. Havva cennette yaşamaya başlarlar. Cenab-ı Hak onlara cennetin her türlü nimetinden yararlanabileceklerini emreder. Ancak bir ağaca yaklaşmalarını yasaklar. Kur’an-ı Kerim’ de bu husus şöyle ifade edilmiştir: “Ey Âdem sen ve eşin cennette kalın. Dilediğiniz yerden yiyin. Fakat şu ağaca yaklaşmayın. Yoksa zalimlerden olursunuz.” (Bakara, 35). Hz. Âdem ve Hz. Havva uzun yıllar boyunca bu ağaçtan uzak durur. Bir gün şeytan onlara bu meyveden yerlerse ölümsüz olacaklarını söyler ve onları kandırır. Hz. Havva ve Hz. Âdem meyveden yer ve sonrasında cennetten çıkarılırlar. İşte Hz. Âdem ve Hz. Havva’nın cennetten çıkmasına sebep olan helal gıdayla olan imtihan, günümüzde daha şiddetli bir şekilde devam etmektedir. Haram olan şeyler gıdalarımızın içine girmekte ve haberimiz olmadan bunları tüketebilmekteyiz. Küreselleşmenin getirdiği yeniliklerle Avrupa’da üretilen bir ürün, aynı içerikle ülkemizde de üretilebilmekte ve maalesef Müslümanların hassasiyeti dikkate alınmamaktadır. Örneğin; bazı gıdalarda jelatin kullanılmaktadır. Jelatinin neredeyse tamamı Müslüman olmayan ülkelerden ithal edilmekte ve üretiminde domuzların veya helal yollarla kesilmeyen hayvanların kemikleri kullanılmaktadır. İşte bu jelatinin kullanıldığı gıdalar helal olmaktan çıkmakta ve bu gıdaları tüketmemiz bizi Allah katında mesul etmektedir. Bizler helal olmayan gıdalardan titizlikle kaçınmalıyız. Çünkü vücudumuza giren her bir haram lokma bizim ibadetlerden tam lezzet alamama, günahlardan kaçamama ve duamızın kabul olmamasına sebep olabilir. Ebu Hureyre (ra)’dan rivayet edilen bir hadiste Resûl-i Ekrem (sav) şöyle buyuruyor: “Öyle bir devir gelecek ki insanoğlu aldığı şeyin helalden mi haramdan mı olduğuna hiç aldırmayacak. Böylelerin hiçbir duası kabul edilmez.” (Buhari, Büyü, 23). Yine başka bir hadis-i şerifte Peygamber (sav): “Allah yolunda sefer yapmış, üstü başı tozlanmış bir adam ellerini göklere uzatarak ‘Ya Rab! Ya Rab!’ diye yalvarıyor. Hâlbuki onun yediği haram, içtiği haram, giydiği haramdır. Böylesinin duası nasıl makbul olur?” (Müslim, Zekat 65, 1015; Tirmizi, Tefsir, Bakara (2992)) diyerek duanın kabul olması için vücuda giren lokmanın helaliyetinin ne derece önemli olduğunu vurgulamıştır. Yine İmam-ı Azam Ebu Hanife Hazretlerinin babası Sabit Hazretlerinin başından geçen hadise, helal gıdanın insanın maneviyatına etkisini anlamamız açısından güzel bir kıssadır. Sabit Hazretleri gençliğinde bir ark kenarında abdest alıyordu. Abdeste başlayacağı zaman ark sularına kapılıp gelen bir elma gördü. Elmayı, nereden geldiğini ve haram veya helal olup olmadığını düşünmeden bir defa ısırdı. Hemen hata ettiğini ve mutlaka elmanın sahibini bulup helal ettirmesi gerektiğini düşündü. Bahçenin sahibini buldu ve ona meseleyi anlatıp elmayı yanlışlıkla ısırdığını söyledi ve hakkını helal etmesini istedi. Onun bu hareketi, elma sahibinin dikkatini çekmişti. Hakkını helal edemeyeceğini, helal etmesi için bazı şartları olduğunu söyledi. Sabit Hazretleri ne isterse yapacağını, yeter ki hakkını helal etmesini isteyip şartının ne olduğunu sordu. Elma sahibi, hakkını helal etmesi için iki yıl bahçesinde çalışması gerektiğini söyleyince, Sabit Hazretleri, ahirette ceza çekmektense bu dünyada bir şahsa iki sene hizmet etmek daha iyidir diyerek şartları kabul etti. Elmanın sahibine iki yıl hizmet etmiş ve adamın işinde canla başla çalışmıştı. İki sene sonra, zamanın dolduğunu ve artık hakkını helal etmesini istediğini söyleyince, adam; “Yine helal etmiyorum, benim bir kızım var onunla evlenirsen ancak o zaman helal ederim” dedi. Hz. Sabit bu teklifi de kabul etti ve bahçe sahibinin kızıyla evlendi. Seneler geçip bu evlilikten İmam-ı Azam (ra) dünyaya geldi. Annesi İmam-ı Azam’ı hocaya okuması için teslim etmişti. Daha sonra İmamı Azam unvanına kavuşan, o zaman henüz üç yaşında bulunan Numan, üç günde Kur’an-ı Kerim’i hatmettiği zaman annesi, “Ah oğlum, baban o elmayı ısırmasaydı, sen bir günde hatmedecektin” demişti. İşte bu kıssada da anlatıldığı gibi, vücuda giren haram bir lokma, sadece bizim maneviyatımızı değil, çocuklarımızın da maneviyatını etkiliyor. Rabbimizin razı olduğu kullardan olmak ve hayırlı nesiller yetiştirmek istiyorsak, bu noktada titizlikle davranmalı ve haramın vücudumuza girmesine izin vermemeliyiz. Ve Rabbimizden her zaman helal rızık ve salih amel istemeliyiz. اَللّٰهُمَّ ارْزُقْنَا طَيَّباً وَاسْتَعْمِلْنَا صَالحِاً

Kader, Cenab-ı Hakkın başlangıcı ve sonu olmayan ilmiyle, bütün varlık âleminin ve içindeki olmuş ve olacak bütün yaratılanların nasıl olacaklarını, ne zaman vücuda geleceklerini ve nasıl yaşayacaklarını her türlü ayrıntısı ile bilmesi ve aynısını da kader levhasına yazmasıdır. Bu da iki kısma ayrılmaktadır. 1. Allah’ın hikmetinin gerektirdiği ve iradesinin tercih ettiği şekilde, kader programına göre, O’nun kudretinin yarattığı ve insanın iradesine bağlı olmayan işlerdir. Bu kısım, insanı bağlamaz. Hikmet-i İlahiyeye göre bu gibi işler gerçekleşir. Bütün âlemin ve içindeki bütün varlıkların yaratılması, insanın nerede, ne zaman, hangi anne ve babadan dünyaya geleceği buna örnektir. Bir bina, plan ve projesiz meydana gelmediği gibi, insanın iradesinin dışındaki âlemde de ne olup bitiyorsa hepsi bu kader projesine göre oluşmaktadır. Ağaçtaki yaprağın düşmesinden tut, ta yıldızların, güneş sistemi gibi sistemlerin ve bütün varlık âleminin yaratılıp idare edilmesi, ancak kaderin bu programına göre takdir edilmiştir. 2. Bizim cüz-i irade denilen isteğimize bağlı olarak, düşündüğümüz ve yaptığımız işlerdir. Cenab-ı Hakk, bize bir parça irade vermiştir. Onu da, külli iradesinin taallukuna basit bir şart yapmıştır. Hayır veya şer olsun, insan bir şeyi istemedikçe, Allah onu yaratıp zorla insana vermez. Zaten insanın istemesinin dışında, Cenab-ı Hakk insana bir muamelede bulundu ise, insan ondan mesul değildir. Mesela cinnet getirerek veya bilmeden bir suç işlemenin, “Benim ümmetimden hata ve unutkanlığın cezası kalkmıştır” hadis-i şerifinde ifade edildiği gibi, Allah katında mesuliyeti olmaz. Cenab-ı Hakk, imtihan için insanı bu dünyaya göndermiştir. Hikmet ve adaletin gereği olarak, iyilik veya kötülüğü tercih edebilecek bir cüz-i ihtiyariyi yani istediğini seçebilme iradesini, insana vermiştir. Bu dünyada hayır ve şerri bir arada bulundurarak, bunu imtihan vesilesi yapmıştır. Sadeddin Taftazani’nin dediği gibi İman: “Kulun iradesini kullanıp istemesinden sonra, Cenab-ı Hakk’ın o kulun kalbine yerleştirdiği bir nurdur. Demek bir kul iman etmek istemedikçe, Allah ona imanı vermediği gibi, kâfir olmak istemedikçe de, Allah ona küfrü vermez. Kulun işlediği günah ve sevapların durumu da böyledir. مَا أَصَابَكَ مِنْ حَسَنَةٍ فَمِنَ اللّٰهِ وَمَا أَصَابَكَ مِن سَيِّئَةٍ فَمِن نَّفْسِكَ “Sana isabet eden her iyilik Allah’tandır; sana isabet eden her kötülük ise nefsindendir”1 ayet-i Kerimede ifade edildiği gibi, Cenab-ı Hakk, sonsuz şefkat ve merhamet sahibi olduğundan, rahmetiyle kulunun iyilik yapmasını ister. Eğer kul da iradesiyle, Cenab-ı Hakk’ın istediğine inanıp, o iyiliği sahiplenirse, Allah kudretiyle o iyiliği yaratır. Zira iyiliği isteyen rahmet-i ilahiyedir. İnsanın kabulünden sonra iyiliği yaratan, yine kudret-i ilahiyedir. Sebeb de sonuç da Allah’tandır. Öyleyse iyilik hususunda insana düşen hisse, ona inanıp sahiplenmek gibi çok az bir kısımdır. Buna binaen ayette “iyilik Allah’tandır” denilmiştir. Fenalık hususunda ise, Allah rahmetiyle kulunun fenalık yapmasını istemez. Bunu da peygamberler ve âlimler vasıtasıyla bildirmiştir. Ancak imtihan gereği olarak, Allah insanın iradesini serbest bıraktığından, fenalığı insan isteyebilmektedir. Eğer bir insan, Allah istemediği halde, bir fenalığı bile bile isterse, onun isteğine binaen, Allah o fenalığı verir. Fenalığa sebeb olan insanın nefsidir. Çünki insan kendisi istemektedir. Yaratan ise, kudret-i ilahiyedir; netice Allah’a aittir. Ayetteki “Fenalığı kendinden bil!” hakikati ise, insanın o fenalığa sebeb olmasındandır. “Madem Cenab-ı Hakk kaderimde olan her şeyi bilip yazmış, öyleyse işlediğim günahlardan mesul değilim” diyemeyiz. Zira bir işin oluşması için irade sıfatı, tercih eder. Kudret sıfatı ise, tesir sahibidir, onu yaratır. İlim sıfatı ise, o yaratılan nasıl yaratıldı ise, o hal üzere onu bilir; yaratma özelliğine sahip değildir. Zira kader de bir ilimdir; ilim ise, maluma tabidir. Yani bir insan dünyaya geldiğinde ne isteyip yapacaksa, Allah aynen onu bilir ve yazar. Allah’ın bu bilmesi ve yazması, insanın isteğine ve yapacağına göredir. Öyleyse, iyilik ve fenalığın kaderde yazılı olması, insanı onları yapmaya mecbur etmez. İnsan onları yapacağından dolayı, kaderde yazılmıştır. Dolayısıyla yaptığımız fenalıklarda kaderin hiçbir mesuliyeti yoktur. Bu hakikati daha iyi anlamak için şöyle bir örnek verebiliriz. Gelecek sene daha gelmeden takvimler hazırlanıp iki üç ay önceden insanlara dağıtılıyor. Bu takvim, gelecek senenin kaderi gibi, senenin kaç ay, kaç hafta, kaç gün olduğunu, hangi günün cuma veya cumartesi olduğunu, ay ve güneş tutulma vakitlerini, beş vakit namazın vaktinin hangi dakikada girdiğini, bayram ve tatil günlerinin hangi günler olduğunu bütün teferruatıyla göstermektedir. Takvimi hazırlayan ise, cüzî bir ilme sahip olup, tecrübeleriyle gelecek seneyi bütün teferruatıyla bilip yazmıştır. İlim ve bilgiden ibaret olan takvim, daha gelmemiş ve gelecek olan seneye göre hazırlanmıştır. Ve o seneye tabidir. Senenin takvimin gösterdiği şekilde gerçekleşmesi, takvime bağlı değildir. Öyleyse biz diyemeyiz ki “Bu adam takvimi böyle yazdığı için sene de öyle gerçekleşti.” Belki adam senenin nasıl gerçekleşeceğini bilmiş ve ona göre de takvimi düzenlenmiştir. Takvimin sene üzerinde hiçbir etkisi yoktur. Aynen öyle de Cenab-ı Hakk, başlangıcı ve sonu olmayan ilmiyle sonradan yaratacağı bir kulunun neler isteyeceğini ve neler yapacağını bilir. Ve bildiği için de kader olarak yazmıştır. Bu kaderin kulun üzerine hiçbir etkisi yoktur. Ancak kulun irade ve gücüyle yapacaklarını aynen yazmıştır. Bu hakikati bilen insanlar, bütün mesuliyeti kadere değil, iradelerine ve nefislerine verirler; bütün iyilikleri de kaderden bilirler. Ancak bu hakikati tam anlamayan avam, ümitsizliklerini ve üzüntülerini gidermek için, olup biten bazı şeyleri kadere veriyorlar. Örneğin: yapmadığı veya yapamadığı bir iyilik için “Nasip değildi, kaderde yokmuş” diyerek ümitsizlikten kurtulup teselli bulur. Ve yine başına gelen bir musibetten dolayı: “Kaderimizde varmış. Bu musibetten kurtulamayacakmışız” der. İşi kadere vermekle üzüntüsünü, sıkıntısını giderir. Ama hiçbir zaman bir Müslüman işlediği günahlardan dolayı: “kaderimde vardı. Onun için yaptım” diyemez. Ve dese de doğru olamaz. “Hem kaderde ve nasibimde ne varsa gelir beni bulur” diyerek kendini tembelliğe atamaz. Cüzi iradesiyle yapması gereken sebepleri yerine getirerek tedbirini alıp neticelerin Allah’tan geldiğini bilmek ve O’ndan beklemek mecburiyetindedir. Kaynaklar: 1- Nisa Suresi, 79

Konya Mahmûdiye Medresesi (Ali Gav Zâviyesi) Bir rivayete göre, Osmanlı askerleri Konya Kalesini kuşatır fakat bir türlü şehri alamazlar. İkinci Konya Suru içerisindeki zaviyede yatıp kalkan Ali adında bir asker, bir gün öküz postuna bürünerek sığır sürüsünün arasına karışıp, kale kapısından içeri girer. O gece gizlice kale kapısını açarak Osmanlı askerlerinin şehri almalarını sağlar. Farsçada “Gav” öküz demektir. Şehrin ele geçirilmesinde öküz postuna bürünmesinden dolayı, Ali Gav olarak anılır. Ali Gav’ın kaldığı zaviye, Sultan 2. Mahmûd zamanında aslına uygun olarak restore edilerek, Mahmûdiye Medresesi adını almıştır. Medrese, günümüzde ise Konya Büyükşehir Belediyesi Eğitim Kültür ve Sanat Merkezi olarak kullanılmaktadır. Fahreddin Paşa’nın Medine’de Osmanlı Askerlerine Son Seslenişi Ey İnsanlar! Malumunuz olsun ki, yiğit ve kahraman askerlerim, bütün İslam’ın sırtını dayadığı yer, manevi gücün desteği olan Medine’yi son fişeğine, son damla kanına, son nefesine kadar muhafazaya ve müdafaaya memurdur. Buna Müslümanca, askerce azmetmiştir. Bu asker, Medine’nin enkazı ve nihayet Ravza-i Mutahhara’nın yeşil türbesi altında, kan ve ateşten dokunmuş bir kefenle gömülmedikçe, Medine-i Münevvere kalesinin burçlarından ve nihayet Mescid-i Saadet minareleriyle yeşil kubbesinden al sancağı alınmayacaktır! Allah Teâlâ bizimle beraberdir! Şefaatçimiz O’nun Resulü Peygamber Efendimizdir (asm)! Ey bütün tarihi, eşsiz kahramanlar, şan ve şerefle dolu Osmanlı ordusunun yiğit zabitleri! Ey her cenkte cihanı tir tir titretmiş, asla kimseye boyun eğmeyerek daima namus ve din borcunu kanıyla ödemiş, yiğit Mehmetçiklerim, kardeşlerim, evlatlarım! Gelin hep beraber Allah’ın ve işte huzurunda huşû ve aşk içinde gözyaşları döktüğümüz Peygamber’in (asm) karşısında, aynı yemini tekrar edelim ve diyelim ki; Ya Resulallah (asm), biz seni bırakmayız! Fahreddin Paşa’nın Medine’de Osmanlı Askerlerine Son Seslenişi Aşere-i Mübeşşere’den olan Zübeyr bin Avvam (ra), büyük oğlu Abdullah’tan dolayı “Ebû Abdullah” diye çağrılırdı. Peygamber Efendimizin (asm) dostu ve havarisi (yardımcısı), aynı zamanda halası Safiyye binti Abdulmuttalib’in oğludur. İlk Müslümanların dördüncüsü veya beşincisidir. Hz. Ebû Bekir’in (ra) aracılığıyla Müslüman olmuştur. Mekke’nin fethinde İslâm ordusunun sancakdârlığını yapmıştır. Hz. Ömer’in (ra), vefatından sonra halife seçimini gerçekleştirmeleri için tayin ettiği altı kişilik “Ashabu’ş şûra” (danışma kurulu) üyelerindendir. Bütün gazvelere katıldığı gibi Mısır fethinde de önemli rol oynamıştır. 656 senesinde Vadi’s-Sibâ’ denilen mevkide şehîd edilmiştir. “Her Peygamberin bir Havarisi (yardımcı) vardır. Benim de Havarim Zübeyr’dir” hadisine mazhar olmuştur. Haziran 1916Medine Müdafaası Başladı Sultan II. Abdülhamid döneminde İstanbul’da tutulan Şerif Hüseyin, II. Meşrutiyet’in ilanıyla İttihat ve Terakki Yönetimi tarafından Mekke Şerifi olarak Hicaz’a gönderildi. Haziran 1916’da, İttihat ve Terakki yönetiminin Türkçülük politikalarını öne süren Şerif Hüseyin, isyan etti. İngilizlerin her konuda destek verip takviye ettiği ve çoğu düzensiz milislerden oluşan isyancılar, sırasıyla Cidde, Mekke, Taif, Yanbu ve Akabe şehirlerini ele geçirerek Medine’nin merkezle olan bağlantısını kesti ve şehri kuşatma altına aldı. Ardından Medine’ye saldıran isyancı birlikleri, Osmanlı Ordusunca geri püskürtüldü. Medine’deki Osmanlı birliklerinin kumandanı Fahreddin Paşa, Mondros Mütarekesinden sonra dahi Medine’yi teslim etmedi. Fahreddin Paşa, 2 sene 7 ay süren Medine Müdafaasının ardından askerin bitkin düşmesi ve artık teçhizatın ve yiyeceklerin de tükenmesi üzerine, 10 Ocak 1919 günü teslim olmak zorunda kaldı. 5 Haziran 1967Altı Gün Savaşı Diğer adıyla 1967 Arap-İsrail Savaşı, 5 Haziran 1967’de İsrail ile Mısır, Ürdün ve Suriye arasında başlayan ve 6 gün süren savaşa verilen addır. Arap İttifakı’na Irak, Suudi Arabistan, Sudan, Tunus, Fas ve Cezayir de asker ve silah yardımıyla katılmışlardır. Savaş, İsrail’in üstünlüğü ile bitmiştir. Bu savaştaki önemli olaylardan biri de savaşı gözlemlemek üzere gönderilen USS Liberty adlı bir Amerikan gemisinin İsrail tarafından saldırıya uğramasıdır. Şimdiki birçok sorunun temelini oluşturur. Savaşın sonunda İsrail, topraklarını üç katına çıkarmıştır. Savaş sonrasında Sina Yarımadası’ndan Mısır lehine çekilen İsrail ilerleyen dönemlerde diğer toprakları ilhak ettiğini açıklamıştır. Bu kararları tanınmadığı gibi, İsrail’in BM Kararlarını da uygulamaması sonraki dönemde bölgede birçok sorunun kaynağını oluşturmuştur. 7 Haziran 1557Süleymaniye Câmii İbadete Açıldı Kanunî Sultan Süleyman’ın Mimar Sinan’a yaptırdığı Süleymaniye Câmii, İslâm mimarîsinin şaheserlerinden birisi olarak 460 senedir dimdik ayaktadır. Süleymaniye Camii, İstanbul’un yedi tepesinden üçüncüsüne inşa edilmiştir. Mimar Sinan, camide sesin her yerde aynı tonda duyulmasını sağlamak için akustik bir sistem geliştirmiştir. Ayrıca camide yanan kandillerden çıkan isin toplanacağı bir oda bulunmaktadır. Bu odanın duvarlarına sinen isten mürekkep elde edilmiştir. Osmanlı zamanında ifa edilen Süleymaniye Câmii, huzur dersleri olarak da ifade tefsir derslerinin yapıldığı ana merkezdi. Etrafındaki külliyesiyle birlikte Osmanlı’nın en önemli eğitim tesisiydi bir manada.

“Kalem-i kudrette ittihâd, tevhîdi i‘lân eder”Eser-i itkān-ı san‘at, fıtratın her köşesinde bilbedâhe reddeder esbâbının îcâdını. Nakş-ı kilkî, ayn-ı kudret; hilkatin her noktasında bizzarûre reddeder vesâitin vücûdunu. Cenab-ı Hakkın her bir şeyin varlığını ve bütün özelliklerini yok olmaktan korumayı ve bütün ihtiyaçlarını gidermeyi içine alan sağlam yapması, sağlamlaştırması, mükemmel ve harikulade sanatla yaratması, yaratılışın her köşesinde gözle görülmektedir. Bu durum ise sebeplerin yaratıcı olmayacağını göstermektedir. Bunca güçlü sebepler içinde küçük, zayıf, aciz, muhtaç olan varlıkların hayatlarını ve özelliklerini devam ettirmesi buna güzel bir örnek değil midir? İşte varlıkları, özellikleriyle beraber hayatın bütün olumsuzluklarına dirençli kılan sağlam yapılışları ve mükemmel bir sanatla yaratılması, sebeplerin icat etmekten aciz olduğuna bir delildir. Acaba her bir varlıkta görünen mükemmel yaratılış ve mükemmel sanat, sanatkarının hayat, ilim, irade, kudret, basar, sem’ gibi sıfatların sahibi olduğunu göstermez mi? Bu sıfatlara sahip olamayan, bütün varlığı mükemmel bir sanatla yaratması mümkün müdür? Evet, kendilerini varlıkta tutamayan sebepler, başkalarını da varlıkta tutamazlar. Çünkü varlığı, hayatın olumsuz şartlarına dirençli olarak hazırlayacak hayat, ilim, irade ve kudret gibi sıfatlar sebeplerde yoktur. Yaratılışın her noktasında görünen ilahi kudret kaleminin aynı nakışları, vasıtaların yaratamadığının bir delilidir. Farklı mallarda görünen aynı amblemler nasıl ki o malların sahibinin bir olduğunu göstermekte ise varlığın her yerinde görünen ilahi kudret kaleminin damgaları da vasıtaların mülk sahibi olmadığını göstermektedir. İşte canlılarda görünen hayat nakşı, rızka muhtaç olma nakşı, ölümlü olma nakşı, acizlik nakşı, intizam nakşı, denge nakşı, sanatlı olma nakşı gibi nakışlar kalemin bir olduğunu ve Yaratıcının o kalemin sahibi olduğunu göstermektedir. “Bir şey her şeysiz olmaz” Kâinâtta serbeser sırr-ı tesânüd müstetir, hem münteşir; hem cevânibde tecâvüb, hem teâvün gösterir. Ki yalnız bir kudret-i âlem-şumûldür yaptırır; zerreyi her nisbetiyle halk edip yerleştirir. Kitâb-ı âlemin her satırıyla her harfi hayy; ihtiyaç sevk ediyor, tanıştırır. Her nereden gelirse gelsin, nidâ-yı hâcete lebbeyk-zendir. Sırr-ı tevhîd nâmına etrafı görüştürür. Zîhayat her harfi, her bir cümleye müteveccih birer yüzü, hem de nâzır birer gözü baktırır. Aleme az bir dikkatle bakıldığında her şeyin birbirinin yardımına koştuğu ve ihtiyaçlarını gidermek için çalıştıkları görülmektedir. Bu yardımlaşma faaliyeti şeklen birbiriyle mücadele etmeye ve yarışmaya benzediği için bazı insanlar tarafından “mücadele” olarak tanımlanmaktadır. Bu insanlar hayatın bir mücadele olduğu zannına kapılmışlardır. Halbuki hakikat böyle değildir. Her şey adeta bir fabrikanın çarkları, bir şehrin ahalisi, bir sarayın bölümleri gibi birbirini tamamlamaktadırlar. Varlıklar, baş başa, el ele, omuz omuza verip bir düzen içinde canlılara hizmet etmektedirler. Varlıklar birbirlerinin ihtiyaç taleplerine cevap vermektedirler. Güneş ve ay, gece ve gündüz, kış ve yazın, bitkilerin ve muhtaç, aç hayvanların yardımına koşmaları, hayvanların ise insanların imdadına koşmaları, gıdaların insan bedeninin ihtiyaçlarını gidermesi gibi yardımlaşma faaliyeti her şey arasındaki yardımlaşmayı açıkça göstermez mi? Bu durum ise akıl gözü kör olmayana gösterir ki, her şey gayet Kerîm bir tek Mürebbî'nin kuvvetiyle, gayet Hakîm bir tek Müdebbir'in emriyle hareket etmektedirler. Bu yardımlaşmadan anlaşılıyor ki Yüce Allah her bir atomu dahi ilgili olduğu bütün yerleri bilerek yerleştirmektedir. Alemde bulunan bütün canlılar ve potansiyel olarak canlı özellikleri taşıyan bütün varlıklar muhtaç olmalarından dolayı birbirlerinin yardımına koşturulmaktadırlar. Yardıma koşan her bir varlık, mülkün gerçek sahibi ve mülkünde tek ve yegane olan Allah’ın birliğinden dolayı her tarafa koşturabilmektedir. Hükümet memurlarının memleket sathında hizmet etmekle yardıma koşmasına benzemektedir. Öyle ise her şey birbiriyle ilgilidir. Yalnızlaşma yoktur. Demek bir şeyi yaratamayan hiçbir şeyi de yaratamaz. “Güneşin hareketi câzibe içindir, câzibe istikrâr-ı manzûmesi içindir” Güneş bir meyvedârdır; silkinir, tâ düşmesin, müncezib seyyâr olan yemişleri. Ger sükûtuyla sükûnet eylese, cezbe kaçar, ağlar fezâda muntazam meczubları. Güneş, gökyüzünde bulunan 200 milyar yıldızdan biridir. Güneş sisteminin merkezinde yer almaktadır. Güneş, kendi ekseni etrafında ve Samanyolu galaksisi etrafında olmak üzere iki türlü dönüşü vardır. Kendi ekseni etrafında saatte 70.000 km. hızla dönmekte ve bir turunu yaklaşık 25 günde tamamlamaktadır. Samanyolu galaksisi etrafındaki bir turunu ise yaklaşık 250 milyon yılda tamamlamaktadır. Güneşin dönmesi sonucu meydana gelen çekim kuvveti sayesinde gezegenler, gezegenlerin uyduları, kuyruklu yıldızlar güneş etrafında toplanmaktadırlar. Güneş sistemini bir arada tutan güneşin dönüşüdür. Eğer güneşin dönüş hareketi olmayacak olursa güneş sistemi de dağılmaktan kendisini kurtaramayacaktır. “Küçük şeyler büyük şeylerle merbûttur” Sivrisinek gözünü halk eyleyendir mutlakā, güneşi, hem kehkeşi halkeylemiş. Pirenin midesini tanzîm edendir mutlakā, manzûme-i şemsiyeyi nazmeylemiş. Gözde rü’yet, midede hem ihtiyacı derc edendir mutlakā, semâ gözüne ziyâ sürmesi çekmiş. Zemin yüzüne gıda sofrası sermiş. Sivrisineğin gözünü yaratan kim ise güneşi ve samanyolu galaksisini de yaratan odur. Çünkü gözün görmesi ve eşyanın görülmesini sağlayan ışığı ve gökyüzündeki hassas dengeyi gözetmeden gözün görmesini temin etmek mümkün değildir. Gözün ihtiyacı olan görme ve görülecek nesneler, gökteki denge ve güneşle yakından ilgilidir. Öyle ise bu bütünlüğü icat edemeyen sivrisineğin gözünü de yaratamaz. Pirenin midesini yaratan kim ise güneş sistemini de yaratan odur. Çünkü mideye girecek rızık için gece-gündüz ve mevsimlerin meydana gelmesine ihtiyaç vardır. Bunun için ise dünyanın güneş etrafında ve kendi ekseni etrafında dönmesine ihtiyaç vardır. Demek güneş ve güneş sistemi olmadan gece-gündüzden ve mevsimlerden bahsetmek mümkün değildir. Öyle ise mideyi veren kim ise mideyi doyuracak rızık için gerekli ortamı ve sebepleri yaratan da aynı zattır. Göze görme kabiliyetini veren ve mideyi rızka muhtaç eden zat kim ise bunların meydana gelmesinde birer sebep olan güneş ve yeryüzü sofrasını veren zat ta aynıdır. Demek âlemde her şey birbiriyle ilgilidir. Bütün bu ilgileri kuramayan, bilmeyen birisi en küçük şeyi de yaratamaz. Öyle ise en küçüğün yaratıcısı kim ise âlemin de yaratıcısı odur. Demek âlemin yaratıcısı bir olan Allah’tır.

Cami mimarisi içinde fonksiyon, biçim ve süsleme özellikleri açısından iç mekânın en dikkat çeken tamamlayıcı unsurları Mihrap, Minber ve Kürsü'lerdir. Başlıbaşına kendine has özellikleriyle ayrı bir birim olsalar da bütünü oluşturan parça gibidirler. Özellikle cami ve medreselerde vaaz ve ders vereceklerin oturmasına mahsus, üstüne birkaç basamaklı bir merdivenle çıkılan hareketli ya da sabit bir mimari öğedir. Vaaz kürsüleri portatif ya da duvar veya taşıyıcı elemana bağlı olarak sabit yapılmakta olup genelde mihrabın sol tarafında bulunur. Ayak, gövde, sedir ve korkuluk bölümlerinden oluşan kürsüler içinde bulundukları dönemin sanat üslubunu yansıtmaktadırlar. Çoğunlukla ahşap ya da mermer malzemeden yapılan vaaz kürsüleri klasik dönemde benzer süsleme programına ve forma sahipken geç dönemde barok, ampir ve eklektik üslubun etkisiyle değişime uğrarlar. Bu dönemde mermer örnekler artış gösterirler. Bu yüzden bağlı bulundukları yapı ile eş zamanlı yapılan ve özgünlüğünü koruyan örnekler daha fazladır. Kürsü bir topluluğa hitap etmeyi gerektiren hemen her yerde karşımıza çıkmaktadır. Dini Mimari açısından baktığımızda ise hem dinî hem de sosyal amaçlı kullanılan kürsü, cami mimarisinde ise minber ya da vaaz kürsüsü olarak görülmektedir. Türk mimarisinde kürsüler çok defa ahşaptan hareketli, bazende duvara veya taşıyıcı bir ayağa bağlı olarak taştan yahut yine ahşaptan sabit biçimde yapılmıştır. Kürsülerin alt kısmına “Kürsü ayağı”, gövdesine “Kürsü bedeni/gövdesi” veya “Kürsütaşı” denir; sedir bölümü, yani oturulan kısmı korkuluk ile çevrilidir ve genellikle önünde konuşmacının kitap ve notlarını koyması için bir tabla veya rahle bulunur”. Vaaz kürsüleri ilk ortaya çıkışları açısından cami mimarisiyle ilgili diğer önemli bir elemanla yani minberle çakışmaktadırlar. İslâmiyetin ilk yıllarında minberin cami mimarisine katıldığı bilinmektedir. Ancak kürsünün bugünki şekliyle ilk ortaya çıkışıyla ilgili kesin bilgiler yoktur. Günümüzde sadece Cuma ve bayram hutbeleri için kullanılan minber başlangıçta vaaz kürsülerinin de görevini üstlenmekteydi. Peygamber Efendimiz Medine’deki Mescid-i Nebevi’de ashaba Allah’ın emirlerini ayakta durarak duyururken daha sonra ashab hurma ağacından bir direk dikerek ona yaslanmalarını istemişlerdir. Sonra ılgın ağacından üç veya dört basamaklı bir minber yapılmıştır. Bu minberin arkasında dayanacak üç tane de sütunu olduğu ve Hz Muhammed Efendimiz (sav) üçüncü basamağa oturup ayaklarını ikinci basamağa koyduğu rivayet olunmaktadır. Peygamber Efendimiz Cuma hutbelerini ve diğer emir ve nasihatlarını ashaba buradan söylerdi. Bu bilgilere göre minber başlangıçta bir kürsü bir taht şeklindeydi. Cuma hutbelerinde bir minber, başka zamanlarda ise yabancı elçileri kabul ettiği bir taht olarak kullanıyordu. Peygamber Efendimiz'in vefatından sonra Hz. Ebubekir de bu minbere çıkmış ve cemaatte ona biat etmişti. Hz. Ebubekir’den sonra diğer halifeler de bu geleneğe uymuşlardır. Valiler de vazifeye başladıklarında ve ayrıldıklarında minbere çıkmayı adet haline getirmişlerdir. Bu duruma göre minberin ilk zamanlarda ibadet ile bir münasebeti yoktu. Nitekim çeşitli minyatürlü yazmalarda kadıların da zaman zaman böyle basamaklı taht-minberler üzerinde otururken resmedildikleri görülmektedir. Bu haliyle minber, hutbe veya vaaz eden hatibin, mahkeme eden kadı’nın, toplantıları idare eden hükümdarın orada bulunanlara karşı durumunu kuvvetlendiren bir unsurdur. Halifeler başkentin merkez camisinde imamet görevini yerine getiriyor ve idarede minberden büyük ölçüde yararlanıyorlardı. İlk dönemde namazı bizzat halifeler kıldırırdı. Zaman içinde halifeler namaz kıldırmak ve hutbe okutmak için yerlerine vekil tayin ettiler. Vekiller de halifelerin ismini zikrederek dua etmeye başladılar. Minber üzerinde halifeye ilk dua eden kişi İbn-i Abbas’tır. İbn-i Abbas Basra valisi iken Hz. Ali’ye dua etmiş ve bu gelenek ondan sonra da sürdürülmüştür. Çok sayıda İslâm devletinin kurulmasından sonra halifenin yanında hükümdarın da ismi anılıyordu. Hutbede yöneticinin isminin anılması hükümdarlığın alametlerinden birisidir. Minber başlangıçta merkezi idarenin bir sembolü idi ve sadece Mescid-i Nebevi’de bulunmasına izin verilmişti. Hz. Ebu Bekir’den itibaren halifeye biat minberde yapılıyordu. Halife de biattan sonra idarede takip edeceği genel prensipleri minberde okuduğu ilk hutbe ile ilan ederdi. Minber bu fonksiyonuyla anayasaya sahip toplumlarda üzerinde devlet siyasetinin açıklandığı kürsülere benzetilmiştir. Hz. Osman muhaliflerine karşı kendi icraatını minberde savunmuş ve bu adet ondan sonra da devam etmiştir. Halifeler hacca gittikleri zaman Mekke ve Medine’deki camilerin minberlerinden, İslâm dünyasının her tarafından gelen Müslümanlara hitap etme imkânı buluyorlardı. Bu açıdan baktığımızda başlangıçta vaaz kürsüsü ile minberin ayrı ayrı elemanlar olmadığı görülmektedir. Fakat zaman içinde minbere, sadece Cuma ve Bayram namazı hutbelerinin okunması fonksiyonu yüklenmiş ve kürsüler ayrı bir bölüm olmuştur. Kürsü, değişik çağlarda ve çeşitli müslüman milletlerde az çok farklı fakat birbiriyle ilişkili manalarda kullanılmıştır. İslâm sanat tarihinde bilinen en erken tarihli kürsü, Tûr-i Sinâ St. Catherine Manastırı içindeki camide muhafaza edilen Fâtımî dönemine ait kürsüdür. Kürsünün Fâtımîler’den itibaren yaygınlaşmaya başladığı görülmektedir. Türk sanatı içerisinde genellikle birbirine benzer formda yapılan kürsüler hem form hem de süsleme açısından en fazla değişime Osmanlı Geç Dönemde uğrarlar. Geç dönem İstanbul vaaz kürsülerinde malzeme olarak hem ahşap hem de mermer malzeme kullanılmıştır. İstanbul’da vaaz kürsülerine, Eminönü Yeni Camii (1597–1663), Laleli Camii (1759–63), Fatih Camii (1766), Beylerbeyi Hamidiye (1777–78), Emirgan Camii (1838), Bezmi Alem Valide Camii (1843) ve Teşvikiye Camii (1854) kürsüleri ahşaptır. Mermer kürsülere ise Nur-u Osmaniye Camii (1748-55), Ayazma Camii (1757-60), Eyup Sultan Camii (1798-1800), Selimiye Camii (1801-05), Nusretiye Camii (1826), Küçük Mecidiye Camii (1848), Hırka-i Şerif Camii (1850), Ortaköy Camii (1854), Dolmabahçe Camii (1855), Aksaray Valide Camii (1869-71) ve Yıldız Hamidiye Camii (1885) kürsüleri örnek verilebilir. Ahşap malzemede süsleme tekniği olarak sedef kakma, fildişi kakma, zemin oyma ve kafes işçiliği görülmektedir. Mermer kürsülerde ise zemin oyma, renkli taş kakma ve kalemişi teknikleri dikkati çeker. Mermer üzerine kalemişi tekniği tek bir örnek olarak Nusretiye Camii kürsüsünde karşımıza çıkar. * Bu makalenin yazımında Gülay Apa Kurtişoğlu’nun “Osmanlı Geç Dönem İstanbul Vaaz Kürsüleri” isimli eserinden faydalanılmıştır.