60. Sayı: "Hafızanın Yeniden İhyası: Yazı ve Dil"Bu Sayıyı Satın Al
Konu resmiHafızanın Yeniden İhyası "Yazı ve Dil"
Kültür ve Medeniyet

‘Hâfıza’nın inşâsı veya ihyâsı kolay bir mesele değildir; ciddi gayret ve inkılâp gerektirir. İmhası ve ifsadının kolaylığı bizi yanıltmasın, inşâ ve ihyâ cehd, emek ve zaman ister. Kelimeler insan hafızasının tuğlalarıdır. Lisan ise hayat tarzının kelimelerle ifadesidir. Kamus/lügat/sözlük dilin namusudur. Lügatlerle barışık bir neslin hâfızasından şüphe edilmez. Kelime ve kavram/mefhum fakiri nesillerin en büyük zaafı tefekkür edememektir. Düşün(e)meyen bir topluluk kimine göre en zararsız kimine göre en zararlı insan grubudur. Bu tarz cemiyetler her türlü iç ve dış yönlendirmeye açıktır. Ayakları yere sağlam basmaz. Hem miyop hem hipermetroptur. Hâfıza inşâsı ve ihyâsı hem yatay/ufkî hem dikey/amûdî olmalı. Yani hem mâzî ve müstakbel şuuru hem de irfânî ve medenî bir anlayışla gerçekleşmeli. Daha açık ifade edecek olursak târih bilinci, coğrafya algısı, medeniyet şuuru ve gelecek nazarı bu inşâ ve ihyâ çalışmasının köşe taşları olmalı. İşte ‘dil’e kasteden her ‘el’ aslında bunun için düşünce düşmanıdır. ‘Dil’i muhafaza, inşâ ve ihyâ etmeyi hedefleyen her fiil ve hizmet bunun için çok kıymetli ve hayatidir. ‘Dil’ için verilen her hüküm, ‘yazı’ için de aynen geçerlidir. Yazı da insanlığın hâfızasıdır. Yazı dile göre sûret kazanıp şekillenir, dil yazı ile yaşar ve gelişir. Yazı dilin ruhu gibidir.  Yazısından ve dilinden vazgeçen bir millet veya cemiyet aslında hâfızasından, tarihinden ve dolayısıyla istikbalinden kopmak istiyordur. Hiçbir millet bile isteye böyle bir yola tevessül etmez. Ancak zorlanır! Böyle bir belâyı güle oynaya karşılamaz. Ancak yalanın nâmeşru veledi propaganda marifetiyle ikna edilmeye çalışılır! Millet hâfızasının ihyâ ve inşâsı için ‘dil’ ve ‘yazı’ seferberlikleri şükür ki bir asra yakındır devam etmektedir. Bu gayretler neticesindedir ki bugün gerek mâzi ile gerekse irfan coğrafyası ile irtibat kopmamıştır. Şimdi bu irtibatı kuvvetlileştirme ve ittifak ve ittihada dönüştürme vakti gelmiştir. İrfan Mektebi bu ay, bu gayeye hizmet için pek çok mühim konu ile birlikte kapağında lisanımızın esası olan ‘İslâm harfleri’ne yer verdi. Yazımızı ve dilimizi unutturmaya çalışanlara mukabil ‘bahtiyar bir nesil’ hâfızasına sahip çıkmak için öyle bir sebat gösterdi ki son seksen yılda dillere destan! Bu mübarek heyet, yazımızı ve dilimizi unutturmaya çalışanların niyetlerini kendilerine unutturdu!    Şimdi yeni nesillerin hâfızalarını inşâ ve ihyâ için daha yoğun ve daha yaygın çalışmalar yapma vakti. Lügatlerle barışık, Osmanlı Türkçesini bilen, zaman ve mekân şuuru yerinde, medeniyet bilinciyle boyanmış, niyetini ve nazarını irfanının esas hakikatlerine göre tespit etmiş bir nesli arzu ediyorsak şayet buna mecbur ve mükellefiz. TEBRİK VE TAZİYE 1432 Kurban Bayramı’nı idrak ettikten sonra 1433’e merhaba diyeceğiz; bu vesileyle Kurban Bayramınızı ve yeni hicri senenizi tebrik ediyorum. Vatan müdafaasında şehit olan kardeşlerimize ve zelzelede vefat eden Vanlı, Ercişli kardeşlerimize Allah’tan rahmet diliyorum. Acılı kardeşlerimize sabırlar ve başsağlığı diliyorum. Acılarımız millet olarak hamlıklarımızı gideriyor, pişiyor ve yanıyoruz. Kardeşlik ve yardımlaşma şuurumuzla imtihan olunuyoruz. Allah, memleketimizi her türlü felâketten ve musibetten muhafaza etsin.

A. Cihangir İŞBİLİR 01 Kasım
Konu resmiRisâle-İ Nur’dan Ölçüler
Tarih

RİSÂLE-İ NÛR’U YAZMANIN 5 DÜNYEVÎ FAYDASI Rızıkta bereket. Kalbte rahat ve sürur. Geçimde kolaylık. İşlerde muvaffakiyet. Talebelik faziletini almakla bütün Risâle-i Nûr talebelerinin duâlarına hissedâr olmak. DUÂNIN KABÛLE YAKIN OLMASI İÇİN 10 ŞART Duâ edileceği zaman, istiğfar ile mânevî temizlik yapmak. Duânın başında ve sonunda makbûl bir duâ olan salâvât-ı şerifeyi şefaatçi gibi zikretmek. Çünkü iki makbûl duâ ortasında yapılan bir duâ da makbûl olur. Birbirinin gıyâbında duâ etmek. Kur’ân’da ve hadislerde geçen tesirli ve câmi duâlarla duâ etmek. Hulûs ve huşû ve huzur-u kalble duâ etmek. Namazların sonunda, bilhassa da sabah namazından sonra duâ etmek. Mübârek yer ve mevkilerde, husûsen de mescidlerde duâ etmek. Cumalarda, husûsen de ‘saat-i icâbe’de duâ etmek. Üç aylarda, husûsen de mübârek gecelerde duâ etmek. Ramazan ayında, husûsen de Kadir Gecesi’nde duâ etmek. DUÂ 4 ÇEŞİTTİR İstidâd lisânıyla, yani kabiliyetlerin diliyle yapılan duâ. Bütün bitki ve hayvanların duâları gibi ki her biri kabiliyetlerinin lisânıyla Cenâb-ı Hakk’tan bir sûret ve isimlerine en güzel bir mânâda mazhar olmayı istiyorlar. İhtiyâc-ı fıtrî lisânıyla yani, fıtrî ihtiyaçlarının diliyle yapılan duâlardır ki canlıların kendi iktidarları dâhilinde olmayan zarûrî ihtiyaçları için yaptıkları duâlardır. Hayatlarını devam ettirebilmek için Rabblerinden rızık talep ediyorlar. Lisân-ı ıztırarıyla bir duâdır ki çâresiz ve muzdarib kalan herbir canlı, kati bir iltica ile duâ eder, meçhûl bir hâmiye (himâye edene) sığınır, Rabb-i Rahîm’ine yönelir. Bizim duâmızdır. Bu da iki kısımdır: Biri fiilî ve hâlî, diğeri kalbî ve kâlîdir. Sebeplere mürâcaat etmek, bir fiilî duâdır. Sebepleri bir araya getirmek; neticeyi îcad etmek için değil, lisân-ı hâl ile o neticeyi Cenâb-ı Hak’tan istemek için râzı olacağı bir vaziyet almak demektir. İkinci kısım, lisan ile (dil ile), kalb ile duâ etmektir; eli yetişmediği bir kısım istek ve arzularını istemektir. İNSANI EVLİLİĞE SEVK EDEN 3 FITRÎ SEBEP Neslin devamı. Bu fıtrî vazifeyi gördürmek için Cenâb-ı Hak peşin bir ücret olarak fıtrî bir meyil ve şevk yerleştirmiştir. Fıtraten kadın, zaafı için geçim noktasında bir yardımcıya muhtaçtır. Kadınlığın fıtratında çocuk okşamak ve sevmek meyelânı var. Ve bir evladının dünyada ona hizmeti ve âhirette de şefaatçi olması ve vâlidesi öldükten sonra ona hasenâtıyla yardımı, o fıtrî meyli kuvvetlendirip evlendirmeye sevk etmiştir. MİRACIN 5 MEYVESİ Îmanın rüknlerinin hakikatlerini göz ile görmüş; melâikeyi, cenneti, âhireti, hatta Cenâb-ı Hakk’ı göz ile müşâhede ederek kâinata ve beşere muazzam ezelî ve ebedî bir nûr ve hediye getirmiştir. Âlemlerin yaratıcısı ve Rabb’i olan Cenâb-ı Hakk’ın marziyât-ı Rabbâniyesi (râzı olduğu şeyler) olan İslâmiyet’in, başta namaz olmak üzere temel esâslarını cinlere ve insanlara hediye getirmiştir. Ebedî saadet olan Cennetin defînesini görüp anahtarını alıp getirmiş, cinlere ve insanlara hediye etmiştir. ’Cenâb-ı Hakk’ın cemâlini görmek’ meyvesini kendi aldığı gibi, o meyvenin her mü'mine dahi mümkün olduğunu, cin ve inse hediye getirmiştir. İnsan, kâinatın kıymetdâr bir meyvesi ve Allahu Teâlâ’nın nazdâr bir sevgilisi olduğu, Mirac ile anlaşılmış; ve o meyveyi, cin ve inse getirmiştir. Küçük bir mahlûk, zayıf bir hayvan ve âciz bir zîşuur (şuûr sâhibi) olan insanı, o meyve ile o kadar yüksek bir makama çıkarır ki kâinatın bütün mevcudâtı üstünde bir makam-ı fahr (şeref makâmı) veriyor. Ve öyle bir sevinç ve sürur veriyor ki tarif edilmez. SÖZE KUVVET KATAN 4 UNSUR Sözü kimin söylediği (mütekellim). Sözün kime söylendiği (muhâtap). Sözün hangi maksatla söylendiği. Sözün hangi makamda söylendiği (mevzû). EHL-İ  ÎMÂN İÇİN ÖLÜMÜN 6 HAKİKATİ Hayat vazifesi külfetinden bir terhistir. Dünya meydanındaki imtihanda, tâlim ve tâlimât olan ubudiyetten (kulluktan) bir paydostur. Öteki âleme gitmiş yüzde doksan dokuz ahbab ve akrabasına kavuşmak için bir vesiledir. Hakikî vatanına ve ebedî makam-ı saadetine girmeye bir vâsıtadır. Dünya zindanından, cennet bostanına bir dâvettir. Hâlık-ı Rahîm’inin fazlından, kendi hizmetine mukabil ücret almaya bir nöbettir.

Mustafa TOPÖZ 01 Kasım
Konu resmiÇöl Aslanı Ömer El-Muhtar kimdir?
Tarih

Ömer b. Muhtar b. Ömer b. Ferhat (1862-1931). Libya bağımsızlık hareketinin önderlerinden. Berka'nın Defne bölgesindeki Butnân'da doğdu. Libya'daki en büyük Arap kabileleri arasında sayılan Menife'ye mensup Gays ailesindendir. İlk eğitimini babasından aldı. Ardından tahsil için kardeşi Muhammed ile birlikte Senûsîler'in Zenzûr Zaviyesi şeyhi Seyyid Hüseyin el-Garyânî eş-Şemsî'nin yanına gönderildi; babasının ölümü üzerine de onun himayesine girdi. Eğitimini burada tamamladı. Ömer el-Muhtar, 1912'de Osmanlılar'ın Uşi (Ouchy / Lozan) Antlaşması sonucunda kuvvetlerini buradan çekmesinin ardından geride kalan askerleri Mısır'a götürmek isteyen Aziz el-Mısrî ile ona engel olmak isteyen Ahmed Şerif es-Senûsî'nin adamları arasında çıkan çatışma sonrasında Ahmed Şerif es-Senûsî tarafından ara buluculukla görevlendirildiği gibi Berka bölgesinin kumandasını da üstlendi. I. Dünya Savaşı'nın başlaması üzerine Osmanlı Harbiye Nezâreti Teşkîlât-ı Mahsûsa vasıtasıyla buraya bazı subaylarını gönderdiğinde, İcdâbiye'de Şeyh İbrahim el-Misrâtî ile birlikte Osmanlılar'ın Afrika grup komutanı sıfatıyla faaliyette bulunan Enver Paşa'nın kardeşi Nuri Paşa ile görüşmek için Butnân'a gitti. Bu arada Ahmed Şerif es-Senûsî'nin İstanbul'a götürülmesinin (1917) ardından Osmanlı Devleti İdrîs es-Senûsî'yi onun halefi olarak kabul etmişti. İdrîs es-Senûsî'nin (I. İdrîs I genel vekili sıfatıyla direniş hareketinin kumandanlığına getirilen Ömer el-Muhtar, Cebelülahdar'a geldiği yıllardan itibaren başta Enver Paşa olmak üzere Türk subaylarından aldığı bilgiler ışığında emrine verilen gönüllüleri sayıları 100 ile 300 arasında değişen birliklere ayırdı. Kabileleri de üç ayrı bölgede teşkilâtlandırarak her biri için kaymakam ve kadı görevlendirdi, bunların tamamını kendine bağladı. Yine Enver Paşa'nın Trablusgarp savaşı yıllarında askerî eğitim almaları için İstanbul'a gönderdiği, burada yetiştikten sonra geri dönerek direnişe katılan yerli subaylar da onun yanında yer aldı. İdrîs es-Senûsî bazı ileri gelen şeyhler ve kabile reisleriyle birlikte tedavi gerekçesiyle 1922'de Mısır'a gitmiş ve yerine kardeşi Muhammed Rızâ es-Senûsî'yi vekil bırakmıştı. 27 Şubat 1923'te Ömer el-Muhtar son gelişmeleri görüşmek üzere bir heyetle birlikte Mısır'a gitti. Arap ve İslâm dünyasına yardım çağrısında bulundu. İdrîs es-Senûsî, Mısır'da güven içinde hayatını sürdürmesi karşılığında bu ülkenin İtalya ile anlaştığını ileri sürerek kendisinden talep edilen yardım konusunda herhangi bir şey yapamayacağını söyledi. Bu arada Ömer el-Muhtar'ın Mısır'a geçtiğini öğrenen İtalyanlar buraya bir heyet gönderip cihaddan vazgeçmesini ve Mısır'da yaşamasını, Berka'ya döndüğü takdirde kendisine bir köşk tahsis edilerek maaş bağlanacağını bildirdiler. Bu teklifleri reddeden Ömer el-Muhtar dönüşü esnasında Ebyârülgubâ'da İtalyanların saldırısına uğradıysa da kurtulmayı başardı (23 Nisan 1923). Haziran ayında İtalyanlar'la Senûsîler arasında Ömer el-Muhtar'ın da katıldığı büyük bir çarpışma meydana geldi. İdrîs es-Senûsî'nin kendisine hiçbir ümit vermemesi üzerine Ömer el-Muhtar, heyette yer alan Yûsuf Ebû Rahîl el-Mismârî ve Ali Hâmid el-Ubeydî ile birlikte Ahmed Şerif es-Senûsî'ye 20 Şubat 1924 tarihinde bir mektup gönderdi. İtalyanlar'ın daha önce İdrîs es-Senûsî ile imzaladıkları anlaşmaları iptal ettiklerini, Trablusgarp halkının başsız bırakıldığını, askerî bir düzeni olmayan birliklerle Cebelülahdar'da cihada devam edeceklerini bildirdi: kendilerine para. silâh ve erzak göndermesini talep etti. Bu arada bütün bölgeleri gezerek Berka, Trablus ve Fizan'daki direnişleri tek bir idare altında toplamaya çalıştı. Libya'da henüz işgal edilmeyen şehirlerin bir an önce ele geçirilmesi için sabırsızlanan Mussolini 1925'te Emilio de Bono'yu Trablusgarp sömürge valiliğine tayin etti. Ömer el-Muhtar'a destek sağlayan Cağbûb, Ûclâ, Câlû, Fizan ve Kufra gibi yerlerin Cebelülahdar ile irtibatlarının kesilmesine karar verildi. Ahmed Şerif es-Senûsî'nin kardeşi Seyyid Safıyyüddin'in idareci olarak bulunduğu Cağbûb'u İdrîs es-Senûsî'den aldığı emir üzerine direnmeksizin 9 Şubat 1929'da İtalyanlar'a teslim etmesi Ömer el-Muhtar'ı büyük bir destekten mahrum bıraktı. Ömer el-Muhtar kumandasındaki kuvvetler İtalyanlar'a karşı vurkaç taktiği uygulamaya başladılar. İtalyan işgal ordusu ile direnişçiler arasında çarpışmalar hızlandı. Bunlardan ilki Rahîbe'de meydana geldi ve burada çok sayıda İtalyan askeri esir alındı. İkincisi Akiretü'l-Matmûra'da oldu. Ömer el-Muhtar önemli adamlarından bir kısmını bu çarpışmada kaybederken İtalyanlar'a da büyük kayıplar verdirdi. 22 Nisan 1927'de Derne'de Ömer el-Muhtar'ın İtalyan ordusunun yedinci taburuna büyük zayiat verdirmesinin ardından İtalyan işgalindeki bölgelerde mevcut Senûsî zaviyeleri ve camiler kapatılıp şeyhler tutuklandı. Bingazi işgal edildiği halde buranın çevresindeki Berka bölgesi direnişin merkezine dönüştüğü için İtalya 1928'de burayı topyekün işgale karar verdi. Berka bölgesine 1923-1929 yıllan arasında Bongiovanni, Mombelli. Teruzi ve Sicilliani vali tayin edilmiş, ancak bunlar Ömer el-Muhtar karşısında başarısız kalmıştı. 1929'da Trablusgarp ile Bingazi birleştirildi ve sömürge genel valiliğine Pietro Badoglio getirildi. Yeni vali yerli ahalinin direnişini her çareye başvurarak kırmaya kararlıydı. Muhammed Rızâ es-Senûsî ve Şârif el-Garyânî. İtalyanlar adına 6 Nisan 1929*da Ömer el-Muhtar ile görüştüler ve direnişten vazgeçtiği takdirde Hicaz'a veya Mısır'a gidebileceğini, ayrıca kendisine para verileceğini söylediler. Bu teklifler reddedildiği gibi valinin bu yolda şahsî girişimleri bir sonuç vermedi. 10 Ocak 1930'da sömürge genel vali yardımcılığı ve Sirenayka valiliğine o güne kadar tayin edilenlerin en acımasızı olarak bilinen Rodolfo Graziani getirildi. Ömer el-Muhtar kumandasındaki mücahidlerin Libya'dan ve dış dünyadan yardım almalarını önlemek için buranın Fizan, Kufra ve Mısır ile bağlarının koparılması kararlaştırıldı. Bu amaçla 15 Ocak 1930 tarihinde Cebelülahdar'daki direniş siperleri uçaklarla bombalanırken 24 Ocak günü Fizan'in merkez şehri Merzûk. 25 Şubat'ta ise buranın batısındaki Gât kasabası işgal edildi. 1928 yılı başında İtalya'ya sürgüne gönderilen Muhammed Rızâ serbest bırakılıp Bingazi'ye dönünce Ömer el-Muhtar'a bir mektup yazarak İtalyanlar'a teslim olmasını istedi. Yine red cevabı alan İtalyanlar bu defa Rızâ tarafından Cebelülahdar ahalisine hitaben yazılan bir mektubu uçaklarla yerleşim yerlerine attılar. Bundan da bir sonuç alamayınca bölgenin kırsal kesimlerinde yaşayan bütün halkı kamplarda toplamaya başladılar. 23 Eylül 1930 tarihinde İtalyanlar'la yapılan Kerisse çarpışmasında Ömer el-Muhtar'ın yakın adamlarından Fudayl b. Ömer ile birlikte kırk adamı şehid oldu. Trablusgarp direnişinin önemli bölgelerinden olan Kufra'nın merkezi Tâc köyü İtalyanlar'ın eline geçti (18 Ocak 1931). Direnişe en büyük destek Mısır'dan geldiği için Graziani Akdeniz sahilindeki Sellûm yakınında deniz kıyısından güneydeki Cağbûb'a kadar uzanan yaklaşık 270 kilometrelik bir mesafeyi 2 m. yüksekliğinde ve 3 m. genişliğinde dikenli tellerle kapattırdı. Böylece mücahidlerin yardım temin ettikleri tek yön de kesilmiş oldu. Bölgedeki yerli ahali önce Aynülgazâle kampına kapatıldı, dört ay sonra da 1934 yılına kadar kalacakları Akile, Makrûn, Suluk ve Berîka kamplarına doldurularak mücahidlerin yerlilerle irtibatı kesildi. Verimli arazilerin tamamı İtalya'dan buraya göç ettirilen ailelere verildi. Kamplarda bulunanların yarısı açlık ve hastalık yüzünden ölürken bazıları da mücahidlere bağlılıklarını devam ettirdikleri bahanesiyle idam edildi. Sadece Berîka kampında 1930-1932 yılları arasında 30.000 kişi öldü. Ömer el-Muhtar yaşının ilerlediği gerekçesiyle Mısır'a gidip yerleşmesi yolundaki tavsiyelere karşılık mücadeleyi sürdürmeye kararlı olduğunu bildiriyordu. Bu azminden ötürü kendisine "çöl aslanı" unvanı verilmişti. Ancak 11 Eylül 1931 tarihinde adamlarıyla birlikte sahabeden Seyyid Râfi'in kabrini ziyarete gittiklerinde İtalyan çemberi içinde kaldılar. Ömer el-Muhtar burada İtalyanlar'a esir düştü, yapılan mahkemede "İtalyan tebaası bir isyankâr" olarak yargılandı ve idama mahkûm edildi (15 Eylül 1931). Ertesi gün de Suluk kampında tutulan 20.000 civarındaki halkın önünde asılarak idam edildi. Afrika'daki Avrupa sömürgeciliğinin karşısında en önemli direniş hareketlerinden birini ortaya koyan Ömer el-Muhtar, Berka halkının Senûsiyye içinde kendi rızalarını kazananlara verdiği "seyyid" unvanı ile ve "şeyhü'ş-şühedâ" olarak anıldı. Hayatı ve faaliyetleri pek çok araştırmaya konu oldu. (Kaynak: Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi, Ömer el-Muhtar Md. 34/77)

Münir SALİH 01 Kasım
Konu resmiFilistin Dünyadaki Bütün Müslümanlarındır
Mülakatlar

Mülakat: Kudüs Eski Müftüsü Şeyh İkrime SabriMülakatı Yapan: İrfan Mektebi “İslâm âlemi olarak bizim olan, Mekke-i Mükerreme, Medine-i Münevvere, Mescid-i Aksa, Kâbe-i Şerif ve Mescid-i Nebevî, Filistin, Çeçenistan Bosna ve diğer Müslüman ülkelerdeki sorunların hepsi özbeöz bizim sorunlarımızdır. Oralardaki kardeşlerimizin Türkiye’den hep bir beklentileri var. Gerek fiilen, gerekse lisanen, gerek buğuz ederek tepkimizi göstermeli ve çözüm üretecek somut adımların içerisinde yerimizi almalıyız. Çünkü bu bizim görevimiz. Geçtiğimiz ay İstanbul Eyüp Feshane Kültür Merkezi’nde Mirasımız Derneği Mirasımız Tehlike’de konulu konferansı düzenlendi. Bu organizasyona birçok vatandaşımız katıldı. İrfan Mektebi Dergisi olarak Mirasımız Derneği’nin düzenlediği konferansta Kudüs eski müftüsü Şeyh İkrime Sabri ile kısa bir mülâkat yaptık. Filistin ve Kudüs’e karşı İslâm âleminin vazifesi ve görevlerini yerine getirip getirmediğine dair birkaç soru yönelttik kendisine; Selâmün aleyküm. Bizler İrfan Mektebi Dergisi temsilcileriyiz. Ülkemize hoşgeldiniz. Hoşbulduk. Size birkaç soru yöneltmek istiyoruz. Tabii, buyrun. İslâm âlemi Filistin meselesinde vazifesini yerine getiriyor mu? Hayır. Geçmişte de şimdi de. Âlem-i İslâm maalesef Filistin ve Kudüs konusunda kabahatlidir. Ve İslâm âlemi iç ve dış sorunlardan müteşekkil birçok sorunla uğraşmaktadır. Biz de İslâm âleminin bu hususta suçlu olduğunu esefle söylemek durumundayız. İslâm âleminin Filistin’e karşı vazifesi nedir? Tabii ki Filistin meselesi sâdece Filistinliler’in meselesi değildir. Bilakis dünyadaki bütün Arapların ve Müslümanların meselesidir. Filistin ve Kudüs, Mekke-i Mükerreme ve Medine-i Münevvere gibidir. Mescid-i Aksa da Kâbe-i Şerif ve Mescid-i Nebevî gibidir. Çünkü Filistin dünyadaki bütün Müslümanlarındır. Bu onların vazifesidir ve sorumluluk herkesin üzerine düşüyor. Filistin meselesinde Türkiye’nin konumu nedir? Biz bu noktada Filistin meselesine destek veren Türkiye’nin duruşunu çok takdir ediyoruz ve kıymet veriyoruz. Diğer Arap devletlerinden de Türkiye’nin sergilediği tavrı ve duruşu sergilemelerini temenni ediyoruz. Türkiye Filistin meselesinde üstüne düşen vazifeyi yapıyor mu? Biz daha fazlasını diliyoruz. Bundan sonraki adımlar inşaallah daha fazla ve daha iyi olacak. Zaman ayırdığınız için teşekkürler. Allah râzı olsun.

Mülakatlar * 01 Kasım
Konu resmi“Pek Çok İslâm Ülkesinde Tarihî Bir Dönüşüm Yaşanıyor”
İnsan

“Bugün coğrafyamızda cereyan eden toplumsal hareketler değişimin zamanının geldiğinin, geri döndürülemez bir dönüşüm sürecinden geçmekte olduğumuzun kanıtıdır. Artık yapılması gereken değişime direnmek yerine öncülük etmek, çağımızın gereklerine ve halklarımızın meşru özlem ve taleplerine cevap verebilecek siyasi, sosyal ve ekonomik reformları uzlaşı ve diyalog yoluyla süratle gerçekleştirmek olmalıdır.” “Tarih, insan hakları, hukukun üstünlüğü, şeffaflık ve hesap verebilirlik ilkeleri temelinde yönetilen ülkelerin ve toplumların her zaman güçlendiğini ve  kalkınma yolunda daha hızlı yol aldığını göstermiştir. Son bir yıl içinde pek çok İslâm ülkesinde bu yönde tarihî bir dönüşüm yaşanıyor olmasından büyük memnuniyet duyuyorum.” “ ‘Komşusu aç iken tok yatan bizden değildir’ diyen bir Peygamberin ümmeti olarak hayırlarda yarışmalı ve Afrika’daki kardeşlerimize sahip çıkmalıyız. İnanıyorum ki yaşanan acılar, başta İslâm dünyası olmak üzere tüm uluslararası camianın katkılarıyla azaltılacak ve yaralarımızı hep birlikte saracağız.” Cumhurbaşkanı Abdullah Gül (27. İSEDAK Toplantısı Açılış Konuşmasından) kimlik  kartı LİBYA Yönetim şekli: Libya Arap Halk Sosyalist Cemahiriyesi Başkan: Libya Geçici Konsey Başkanı Mustafa Abdül Celil Nüfus: 6,5 milyon (2010 BM) Başkent: Trablus Dinî yapı:  % 97 Sünni Müslüman % 3 diğerleri Konuşulan diller: Arapça, İtalyanca, İngilizce Etnik yapı: Berberi ve Arap % 97 % 3 (Yunanlı, Malatalı, İtalyan, Mısırlı, Pakistanlı, Türk, Hindistanlı ve Tunuslu) Yüzölçümü: 1.77 million km2 Millî gelir: 90,57 milyar $ (Kişi başı gelir 12.020 $ - Dünya Bankası 2009)

İrfan MEKTEBİ 01 Kasım
Konu resmiKış Geldi, Hoş Geldi!
Aile ve Çocuk

Halk arasındaki takvîmde bir sene yaz ayları ve kış ayları olmak üzere ikiye bölünür. Kış ayları, 8 Kasım’da başlar ve yaz aylarının başlangıcı olan Hıdırellez’e yani 6 Mayıs’a kadar sürer. Kış devresi Kasım, zemherîr (erbaîn), hamsin adlı üç ana bölüme ayrılır. Tamamı 180 gün olarak kabûl edilen kış döneminin ilk 135 günü yani Kasım, Zemherîr (erbaîn), Hamsin devrelerine “sayılı” ya da “hesablı” adları verilmektedir. Bu devreler kışın en şiddetli olduğu vakitlerdir ve insanlar tarafından uygun tedbîrler almak için hesablanır. 22 Aralık - 30 Ocak arasındaki 40 güne Erbaîn denir. 18 Ocak günü, mevsimin en soğuk günü sayılır. 30 Ocak’ta Erbaîn sona erip, 31 Ocak’ta da Hamsîn başlar ve 50 gün sürer. Kışı tamamlayan 45 günlük bir devre daha vardır ki, bu da 21 Mart’ta başlayıp, 6 Mayıs’a kadar geçen süredir ve daha ılımandır. Anadolu’da bu süreye “dokuzun dokuzu”, “april beşi”, “leylek kışı”, “oğlak kışı” gibi isimler verilir.  Tarım ve hayvancılıkla uğraşanlar için halk takvîmi hayatî önem taşır. Hayvan ve bitkileri sert soğuklardan korumak için “sayılı veya hesablı” diye isimlendirilen devreleri iyi bilmek çok önemlidir.

İrfan MEKTEBİ 01 Kasım
Konu resmiHâfızanın Yeniden İhyası “Yazı ve Dil”
Kültür ve Medeniyet

Osmanlıcayı öğrendiğimizde bunun bize dönüşü ne şekilde, nasıl olacak?   "Bir kere kelime dağarcığımız genişleyecek. Siz bugün sıradan okumuşların öğrenemediği 2-3 bin kelime daha öğrenseniz, unutulmuş, eskimiş diyelim, sizin eski metinleri okuma kapasiteniz artmayacak mı, artacak. Okuduğunuzu anlayacaksınız. İkincisi, düşüncelerinizi ifade etmek istediğiniz zaman daha rahat ifade edebileceksiniz. Dilimin ucuna gelen bir kelime var ama ifade edemiyorum demeyeceksiniz, artık. Geçmişteki tartışmaları da kaynağından okumuş olacaksınız. Bilgiye hem dini hem tarihi anlamda hem devlet arşivi ve yönetimi anlamında sahih bilgiye ulaşma şansına sahip olacaksınız. Batıda hangi aydın liseler için yazılmış Shakespeare'i okur? Ama bizdeki aydınlar anlamıyorlarsa her metnin çevirisini okumak zorunda kalıyor. Bu akıllara ziyandır." İstanbul Üniversitesi Fen Edebiyat Fakültesi Dil Bölümü Başkanı Prof. Dr. Hayati Develi (16.05.2011, Mülâkat: Adnan Öksüz, Milli Gazete)  "Bedîüzzaman Hazretleri’nin Isparta’ya sürgün edildikten sonra, telif ettiği ilk eseri, Haşir Risâlesi olmuştu. Bu Risâleyi, 1928 yılında İstanbul’a göndererek henüz harf inkılâbı yapılmadığı için İslâm harfleriyle tab ettirdi. Lakin aynı yılın Kasım ayında harf inkılâbı olmuş, Kur’an harfleri kaldırılıp Latin harflerine geçilmiştir. Buna bağlı olarak eski harfle kitap basmak da yasaklanmıştır. Haşir Risâlesi’ni, bastırarak matbaayı kullanan Bedîüzzaman Hazretleri, inkılabdan sonra ise, artık Latince basmaya başlayan matbaa yolunu bırakır. Çoklarının dediği gibi, “Ne yapalım başka çaremiz kalmadı; artık Latin harflerini kullanmak zorundayız” demez ve Risâleleri Latin harfli yeni matbaalarda bastırarak çoğaltma yoluna gitmez. Bu tavrı, aslında Kur’an yazısına karşı yapılan hücuma karşı şuurlu bir müdafaa tavrından başka bir şey değildi."

Cemal ERŞEN 01 Kasım
Konu resmiKültürümüz ve Köklerimizle Buluşma Noktası: Risâle-i Nur
Kültür ve Medeniyet

Risâle-i Nurlar ve bu eserlerin müellifi Bedîüzzaman Hazretleri’nin etrafında toplanan Risâle-i Nur talebeleri, en önemli bir kırılmanın yaşandığı ehemmiyetli bir zaman diliminde belki de çok kimsenin fark etmediği çok önemli bir vazife icra etmişlerdir: Hatt-ı Kur’ân’ı muhâfaza. Tarihe makûs bir levha gibi kazınan seksen üç yıl önceki bir ameliyenin, bir milleti, bağlı olduğu diğer bütün bünyeyle beraber yokluğa mahkûm etme potansiyelindeki etkisi, şükür ki Risâle-i Nurlar sâyesinde -uzun bir süreyi kapsasa da- etkisizleşmiştir veya etkisini kaldırmaya yüz tutmuştur. Çünkü Risâle-i Nurlar ve talebelerinin yaptığı çalışmalar iki noktada temerküz ediyordu: Birincisi, îman hakikatlerini muhâfaza etmek; diğeri, Kur’ân harflerini korumak ve yaşatmak.[1] Binaenaleyh bir milleti birbirine, dinine, dindaşlarına, tarihine, kültürüne bağlayan unsur dildir, harflerdir. Sizin gibi olan, sizi olmanız gereken gibi yapan işâretlerdir. Sıkı sıkıya tutunmanız gereken bağdır. Gelecekle geçmişi birleştiren köprünüzdür. Birikimi istikbâle taşıyacak aracınızdır. Risâle-i Nurların ve -olması gerekene hizmet eden- cereyanının bu noktadaki çalışmaları ve neticelerine geçmeden önce, 1928’de yaşanan ve -ihtiva ettiği mânâ çerçevesinde- eşi benzeri olmayan mâlum değişimle ilgili tarihe düşen bazı notları paylaşalım. İslâm harfleri kanunîdir Peyami Safa, 1959 tarihli Türk Düşüncesi Dergisi’nde şöyle sesleniyordu “Yeryüzünde bir tek memleket gösterilemez ki orada gençler kazârâ milli kütüphanelerine girerlerse bir tek eser okuyamadan çıkıp gitsinler. Böyle bir katliam hiçbir memlekette ve hiçbir memleketin tarihinde yoktur. …Üniversitelerimizde okutulan Arap (İslâm) harflerini ve Osmanlıca’yı liselerimizde de öğretmelerini istiyoruz. Buna Türk kanunları engel değildir. Akıl kanunları da bunu emrediyor.”[2] Benzemenin kaybolma tehlikesine yansıyan psikolojisi Dünyanın o zamanki konjonktüründe yer edinmek isteyen yeni Türkiye Cumhuriyeti, kendisine rehber olarak batıyı ve batının her türlü kimliğini ve tarzını seçmişti. Osmanlı’nın son döneminde başlayan bu tarz yaklaşım, toplumu zorla da olsa batıya yaklaştırırken, diğer taraftan kendi kültüründen ve dinî bağı olan Asya’dan uzaklaştır/ama/mıştır. Kendi ve başkası olmak arasındaki tereddüdü yaşamanın psikolojisini anlamak adına İsmet İnönü’nün aktardığı şu hâtırası mânidardır. “Şapka inkılabından sonra diğer bir arkadaşımızın, Ankara Vâlisi Yahya Galip Beyin bir ziyâretini hatırlarım. Aynı zamanda mebus olarak bulunan Yahya Galip Bey de çok yakınımızdı. Bir teklifi vardı. Nedir? dedim. ‘Şapkanın orta yerine bir ay yıldız koyalım. Diğer milletlerden farkımız belli olur’ dedi. Yahya Galip Beye ‘Canım biz bunu fark olmasın diye yapıyoruz. Sen ne teklif ediyorsun!’ tarzında çıkıştım.”[3] Mustafa Kemal ise konuyu şöyle özetler “Saltanat yıkılmalıdır. Devlet yapısı mütecânis bir unsura dayanmalıdır. Din ve devlet birbirinden ayrılmalı, doğu medeniyetinden benliğimizi sıyırarak batı medeniyetine aktarmalıyız. Kadın ve erkekler arasındaki farklar silinerek yeni bir sosyal nizam kurmalıyız. Batı medeniyetine girmemize engel yazıyı atarak, Latin kökünden bir yazı seçmeli, kılık kıyâfetimize kadar her şeyimizle batılılara uymalıyız. Emin olunuz ki bunların hepsi bir gün olacaktır.”[4] Olanın gerçekte ne olduğunu ise Cemil Meriç kendi zâviyesinden şu cümlelerle anlatmaktadır “Osmanlı rahatsız ediyordu Mustafa Kemal’i. Silinmesi gereken bir vesikaydı yakın tarih. Mâzi zaman zaman gevezelik ediyordu. Osmanlı ordusu, Osmanlı teşkilatı, Osmanlı mimarîsi yok edilemezdi. Ama nesillerin birbirleriyle olan devamlılığı bozulabilirdi. Harf inkılabı altı yüz yılı rafa kaldırdı. Ve tarihsiz bir memleket ibda etti. Kuzey komşumuzun işine geliyordu bu. Tarihinden kopan bir ülke her mâceraya sürüklenebilirdi?”[5] Cemil Meriç’in bahsettiği kuzey komşumuzun niyetlerini ise Aziz Bekof’tan dinleyelim “Bolşevikler, Türk zümrelerini sâdece birbirinden ayırmıyorlar, dili de paralıyorlar. Polit Büro’da 1927 senesinde bir karar verildi. Türk guruplarını birbirinden ayırmak için onlarda dil ayrılığı vücuda getirmek şarttır. Bu ayrılık da ilk defa kendisini Türkiye’de göstermelidir. Ben o vakitler Türkiye’de maruf komünistlerin ‘milliyetçi’ namı altında Türk Dil ve Tarih Kurumu’na girdiklerini biliyordum. Bunlar Moskova’nın ve Polit Büronun direktifleri altında çalışıyorlardı.”[6] Neden harfler? Dünya maddî anlamda terakki etmenin büyüsünde ve heyecanında koşuştururken, diğer taraftan da her türlü dinsizlik faaliyetlerinin akımı içerisinde boğulmaya doğru gidiyordu. Batı muharref, bozuk dinlerinden uzaklaşmakla birlikte sanayi inkılabını gerçekleştirmiş, kendisine sömürgeler arama peşine düşmüştü. Kuzeyde her türlü inanç sistemi reddediliyor, dünya bu metaforun içerisine çekilmeye çalışılıyordu. Jeopolitik konumu ve hilâfet merkezi olmak hasebiyle siyasî olarak da öneme haiz Osmanlı Devleti ise, her türlü emperyalist devletin gözdesi hükmünde idi. Dünya ve insanlığın şer odaklarına hizmetkâr olabilmesinin anahtar devleti Osmanlı ve şer odaklarının gâyelerine hizmet edebilmesinin yolu da başkalaştırılmasından geçiyordu. Cemil Meriç’in de dediği gibi bunun en temel noktasını “harflerin değiştirilmesi” teşkil ediyordu. Risâle-i Nur ve Talebelerinin yaptığı büyük hizmet Bedîüzzaman Hazretleri üç devir görmüş, fotoğrafı iyi okumuş, Kur’ân ve îman adına yapılacak çalışmayı en temelden tespit etmiş ve bütün hayatını bu uğurda sarf etmiş büyük bir âlimdir. Kendi tarihçe-i hayatında bu konuda şöyle der: “Dünya, büyük bir mânevî buhran geçiriyor. Mânevî temelleri sarsılan garp cemiyeti içinde doğan bir hastalık, bir veba, bir taun felâketi gittikçe yeryüzüne dağılıyor… Îman kalesini, küfrün çürük direkleri tutamaz. Onun için, ben yalnız îman üzerine mesaimi teksif etmiş bulunuyorum… Ben, cemiyetin iç hayatını, mânevî varlığını, vicdan ve îmanını terennüm ediyorum. Yalnız Kur'ân’ın tesis ettiği tevhid ve îman esası üzerinde işliyorum ki İslâm cemiyetinin ana direği budur. Bu sarsıldığı gün, cemiyet yoktur.”[7] Bu bakış açısıyla, bir ihsan-ı İlahî olarak telif edilen Risâle-i Nurlar, bu mânâya tam olarak hizmet etmişlerdir. En başta da zikrettiğimiz gibi, önemli olan iki vazifeden birincisini bu suretle yerine getirmişlerdir. Hatt-ı Kur’ân’ı muhâfaza Risâle-i Nur’un diğer bir vazifesi de Kur’ân hattını muhâfaza olmuştur. O devrin anlayışına göre köklü bir değişim şarttı. Muasır medeniyetler seviyesine çıkabilmenin en önemli şartı “başkalaşma” olarak görülüyordu. Ne var ki değişim fıtrî, kendi hâlinde olursa kabildir. Fakat o günün aceleciliğinde fıtratı bozmak gerekiyordu ki öyle de oldu. Fakat Risâle-i Nurlar -dinsizlik cereyanının tahribatına karşı tamir anlamında önemli olması hasebiyle- süratle yazılması ve her bir insana ulaştırılması gerekiyordu. Harf inkılabından önce telife başlayan eserler, İslâm harfleriyle yazılıp çoğaltılmıştı. Bu durum inkılaptan sonra da böyle devam etmiştir. Çünkü Risâle-i Nurlar Kur’ân’ın hakikatlerini ders verdiklerinden hattı da Kur’ânî olmak gerekiyordu. Aksi durum, bir îmamın camide fötr şapkayla hutbe okuması kadar abes olacaktı. Nitekim Nur Talebeleri, Üstadlarının ağzından dökülen hikmetli cümleleri, ellerindeki -günün şartlarında bulabildikleri- kâğıtlara yazıyorlar, bu nüshalar Ahmed Husrev Efendi’ye geliyordu. O da Üstad’ının arzusu veçhiyle standartları belirliyor ve eserleri yazıyordu. Bundan sonra bu nüshalar talebelere dağılıyor ve talebeler de bu nüsha üzerinden istinsah ederek çoğaltıyorlardı. Sonrasında ise, eserler Nur Postacıları vâsıtasıyla muhtaç gönüllere ulaştırılıyordu. Bu suretle -şu an üniversitelere mahkûm edilmiş (sosyal liselerden sarf-ı nazar)- İslâm/Kur’ân harfleri (Osmanlıca) eğitimi yaptırılıyor, bir millet bu şekilde kültürüne, geçmişine açılan kapıyı açık tutmaya çalışıyordu. Düşününüz ki sâdece bir köyde bin kişi gecelerde Kur’ân hakikatlerini neşretmek, hem de Kur’ân hattını korumak için gayret sarf ediyordu. Bunu da sırf ibâdet şuuruyla yapıyorlardı. Risâle-i Nur Talebeleri hâlen bu şuurla Kur’ân hattını koruma gayretinde olarak çalışmakta ve günlük bir sayfa Risâle-i Nur yazısını yazmaktadırlar. Nur Talebelerinin halkın nabzını tutan bu duruşları bugün netice vermekte, dinine ve kültürüne sâhip çıkan bir nesil, bütün bir milletin -gerçek anlamda- millî ve dinî bir bakış açısına sâhip olmasına hizmet etmektedir. O günden bu güne devam eden ve edecek olan bu çalışma faraza olmasaydı, Nur Talebeleri bu duruşu sergilemeseydi bugün durum ne olurdu bir düşününüz lütfen. Tahrip kolaydır, fakat tamir gerçekten zordur ve zaman ister. Evet, bugün binlerce insan (erkek, kadın, çocuk, genç, ihtiyar) Osmanlıca okuyabiliyor ise, bu Risâle-i Nur’un başarısıdır. Bugün notlarını Osmanlıca tutabilen insanlar var ise, bu Risâle-i Nur’un ikinci vazifesini de hakkıyla yapabilme gayretinde olduğunun göstergesidir. Hatt-ı Kur’ân’a sâhip çıkmakaslında neyi ifâde ediyor? Başlıkta da yazdığımız gibi, kültürümüze ve kökümüze sâhip çıkmayı ifâde ediyor. Anahtar ne ise, köprü ne ise harfler de odur. Bizim kültürümüz üç beş yıllık bir kültür değildir, bin yıllık bir terakümden ibârettir. Ağacı köksüz düşünebilir misiniz? Hatt-ı Kur’ân bizi sâdece kültürümüzle birleştirmez, belki en önemlisi dinimizle buluşturur. Bu kısım en çok göz ardı edilen kısımdır, fakat son derece önemlidir. Zîra bizim kültürümüz altı yüz yıllık bir İslâm kültürü üzerine bina edilmiştir. Şekiller, simgeler basit görülüp geçiştirilecek nesneler değildir, bilakis bizim ne olduğumuzun göstergeleridir. Bir devlet için bayrak ne ise, bir millet için harfler o kıymettedir. Harflerimiz her şeyden önce kendimizi Müslüman bildiğimiz ve gösterdiğimiz şiarlar, işâretlerdir. Ki dinen de şeairden sayılırlar. Temennimiz Temennimiz odur ki bizi tarihimize ve kültürümüze, aslî kodlarımıza taşıyacak yazımıza ideolojik değil de bu vatanın bir evladı olmak şuuruyla bakalım ve bu noktada el birliğiyle çalışalım. Bizi Asya ve Afrika ile bağlayacak ortak harflerimizin sıcaklığında buluşmak adına yüzümüzü önce kendimize sonra dindaşlarımıza, kardeşlerimize çevirelim. Risâle-i Nur’un ve Nur Talebeleri’nin yaşattığı ve sâhip çıktığı bu konuya şükür ki devlet de sâhip çıkmıştır. Bizler de sivil hareketler olarak etrafımızda yaygınlaştıralım. Selam ve duâ ile…  Kaynaklar: 1. Said Nursî, Sikke-i Tasdîk-i Gaybî Mecmuası, Osmanlıca Nüsha, s. 138, Altınbaşak Neşriyat, İstanbul, 2009.2. Peyami Safa, Osmanlıca Türkçe Uydurmaca, s. 273, Ötüken Neşriyat, İstanbul 1990.3. Ulus Gazetesi, 5 Nisan 1969.4. Osman Şerifoğlu, Kültürümüz Açısından İslâm Harflerinin Müdâfaası, s. 163, Selam Neşriyat, İstanbul 1995.5. Cemil Meriç, Jurnal, s. 301.6. Detaylı Bilgi için bkz. Kadir Mısıroğlu, Bin Uydurma Kelimeyi Boykot, s. 53, Sebil Yayınevi, İstanbul, 1993.7. Said Nursî, Tarihçe-i Hayat, s. 629.Said Nursî, Sikke-i Tasdîk-i Gaybî Mecmuası, Osmanlıca Nüsha, s. 138, Altınbaşak Neşriyat, İstanbul, 2009.

Metin Said SERDENGEÇTİ 01 Kasım
Konu resmiRisâle-i Nur Hizmetinde Yeni Harflerin Yeri
Risale-i Nur

Yeni Harflere Müsaade Zaruret Miktarıncadır Risâle-i Nur hizmetinin yeni harfler olarak tabir edilen Latin harflerine bakışının ne olduğu ve ne nisbette müsaade edildiği sorusu pek çok kimselerin cevabını merak ettiği, fakat tam olarak çözemediği bir meseledir. Risâle-i Nur’un müellifi olan Bedîüzzaman Hazretleri, ömrü boyunca yazıp neşrettiği kitap ve mektublarını günümüzde daha çok Osmanlıca denilen Kur’ân harfleriyle neşretmiş yeni harflerden mümkün mertebe uzak durmuştur. Çünkü O’nun nazarında Kur’ân harflerine engel olan bu harfler, sünnete muhâlif birer bid’a idiler. Bu sebeble Üstad, Latin harflerine karşı Kur’ân yazısını korumayı bir vazife olarak telakki etmiş ve bunu “Risâle-i Nur’un bir vazifesi de bid’ate karşı Kur’ân harf ve yazılarını korumaktır”[2] diyerek ifâde etmiştir. Ömrünün sonlarına doğru, önce bir iki risâlesinin, daha sonra tamamının yeni harflerle basılmasına ısrarlı taleblerin neticesi olarak “Risâle-i Nur'un bir vazifesi; Kur’ân harflerini muhâfaza olduğundan, yeni harflere, zaruret derecesinde, inşaallah müsaade olur.”[3] kaidesine istinaden izin vermişti. Burada dikkatle üzerinde durulması gereken nokta zaruret miktarı sınırının ne olduğudur. Üstad’ın burada ifâde ettiği zaruret derecesini nasıl anlamalıyız? Bunun ne olduğunun cevabını yine bizzat Bedîüzzaman Hazretleri başka bir yerde şöyle veriyor “Evet, hayat-ı dünyeviyenin muhâfazası için zaruret derecesinde olmak şartıyla, bazı âhiret işlerine muvakkaten tercih edilmesine şer’î izin var. Fakat yalnız bir ihtiyaca binaen, helâkete sebebiyet vermeyen bir zarara göre tercih edilmez; ruhsat yoktur.”[4] Üstad’ın da ifâde ettiği gibi, maddî ya da mânevî hayat açısından helak edici bir durum varsa nâ-meşru bir şeye zaruret sayılarak izin veriliyor ve helak olma ihtimali devam ettiği süre içinde geçiçi olarak o yasak şeye müsaade ediliyor. İçtihad Risâlesi’nde de ve dört mezhebin fıkıh kitaplarında da zaruret bu şekilde izah edilmektedir. Mesela ölüm tehlikesi geçiren bir şahıs, ölmeyecek kadar haramdan yiyebilir. Daha sonra helâli bulma imkânına sâhip olduğu halde o haramı yemeye devam edemez. O şahıs için zaruret bitmiş sayılır. Kur’ân yazısını bilmeyen ve öğrenme imkânına da sâhip olmayan kimse, o imkânı bulup öğreninceye kadar yeni yazılardan istifâde edebilir. Bu onlar için bir zarurettir. Öğrenme imkânını bulduğu ve Risâle-i Nûrları da anladığı halde, hâlâ zaruret diyerek yeni yazıyı esas yapıp kendine meslek ve asıl yol hâline getiremez. Hususan bunu Risâle-i Nur’un mesleği hâline hiç getiremez.  Bedîüzzaman’ın Latin harfleri için verdiği zaruret miktarı izni, o güne kadar Kur’ân harfleriyle neşredilmiş olan Risâle-i Nur’un bundan böyle sâdece Latince olarak neşredileceği anlamına asla gelmez. Çünkü Hazret-i Üstad, bütün külliyatı resmen yasak olmasına rağmen otuz sene boyunca Kur’ân harfleriyle yazmış ve yazdırmıştı. Bu konuda çok kararlı ve mücâdeleci bir tavır sergilemiş, hiçbir zaman bid’a olarak kabul ettiği yeni harfleri kalben kabullenmiş değildi. Kendisini bir defasında “Kur’ân harflerini, tercüme ile tahrif, tebdil, tağyir etmek isteyen dinsizlerin bu dehşetli cinâyetlerine karşı cihad eden Said”[5] diye tanımlayarak mânevî bir cihad şuuru içerisinde Kur’ân harflerini müdâfaa ettiğini ortaya koymuştu. Dolayısıyla Nur cemaati hâricinde bulunan ve Kur’ân yazısını bilmeyen insanların istifâdeleri için zaman ve zemine göre oluşan zaruret miktarınca Risâleler yeni harflerle basılsa da, Nur cemaatinin, Risâlelerin orijinal şekli olan Kur’ân yazısıyla okuyup yazmaya ve neşretmeye devam etmeleri gerekmektedir. Bu, Risâle-i Nur’un Kur’ân hattını, yazısını muhâfaza etme hizmetinin zarurî bir gereğidir. Çünkü Hazret-i Üstad, Kur’ân yazısını koruma hizmetinin, aynen îmana hizmet etmek gibi Risâle-i Nur’un mühim bir vazifesi olduğunu şöyle beyan ediyordu: “Risâle-i Nur zındıkaya karşı iman hakikatlerini muhâfazaya çalışması gibi, bid'ata (Latinceye) karşı da Kur’ân harfleri ve yazısını muhâfaza etmek bir vazifesidir…”[6] Yani “Îmana hizmet edilsin de nasıl edilirse edilsin” diye bir anlayış, Risâle-i Nur hizmetinde yoktur. Îmana sünnet-i seniyye sınırlarını aşmadan, bid’alara bulaşmadan hizmet etmek Nur Talebeleri’nin olmazsa olmaz bir vazifeleridir. Esasen Hazret-i Üstad’a Latin harfleriyle bazı Risâleleri basma teklifi daha önceleri de olmuştu. Bir iki küçük Risâlenin matbaada basılma teşebbüsünün neticesiz kalması üzerine kendileri “Mesleğimize muhâlif yeni harflere, Risâle-i Nur'un bir nevi müsaadesi hükmüne geçtiği için lâzım değil.”[7] diyerek Latin harflerine olan bakışını ve mesâfesini o zaman açıkça ortaya koymuştu. Hazret-i Üstad hizmet hayatı boyunca dâima, Risâle-i Nur’un neşrinin Kur’ân harfleriyle olması ve bu yol ile insanların Kur’ân yazısından kopmasının önüne geçilmesini Risâle-i Nur’un esas mesleği ve vazifesi olarak göstermekteydi. 1959 yılında tab edilen Büyük Tarihçe-i Hayat kitabında bu vazife çok açık bir şekilde şöyle ifâde edilmiştir “Kur’ân hattını muhâfaza etmek hizmetiyle de vazifeli olan Risâle-i Nur’un, muhakkak Kur’ân yazısıyla neşredilmesi lâzımdı.”[8] Asıl hizmet Kur’ân yazısıyla olmakla birlikte, Bedîüzzaman Hazretleri Latin harflerine kapıyı bütünüyle de kapamamış, Latin harflerinin Risâle-i Nur hizmetinde ancak “zaruret miktarınca” kullanılabileceği sınırını getirmiştir. Çünkü eski yazıyı bilmeyen dışarıdaki insanların veya Nur dâiresine yeni girenlerin Risâleler’den istifâde edebilmeleri için yeni yazıyla da Risâlelerin bulunmasına elbette bir ihtiyaç vardır. Fakat önemli olan bu müsaadenin, zaruret miktarını aşarak Üstad’ın ifâdesiyle “şakirdlerin o kolay yazıyı tercih etmelerine sebeb olmaması”[9], Nur Talebeleri’nin Osmanlıca Risâleleri bırakıp tamamen Latincelere sarılmamalarıdır. Hulâsa; asıl hizmet Kur’ân harfleriyledir. Yeni harfler ise zaruret miktarınca kullanılabilir. Nur talebeleri, yeni tanıyan bir müslümana Latin harfleriyle basılmış Risâleleri verebilirler. Fakat en kısa bir sürede onun da Hatt-ı Kur’ân denilen Kur’ân alfabesini öğrenerek Risâleleri orjinallerinden okumalarını sağlamaları bir vazifeleridir. Bu durumu rahmetli Zübeyir Gündüzalp Afyon Müdâfaasında şöyle anlatmıştır: “Yeni harf ile teksir edilebilen Asâ-yı Musa eserini okuyan gençler, Kur’ân harfleri ile yazılmış diğer eserleri de okuyabilmek için kısa bir zamanda o yazıyı da öğreniyorlar. Bu şekilde birçok ilimlerin öğrenilmesine engel olan ve dinden imandan çıkarmak için te'lif edilen eserleri okumağa mecbur eden Kur’ân yazısını bilmemek gibi büyük bir seddi de yıkmış oluyorlar.”[10] Bir Talebelik Şartı Olarak Risâle-i Nur’u Yazmak Üstad Bedîüzzaman Hazretleri’nin yeni harflere karşı Kur’ân harflerini koruma gayretinin en büyük bir tezâhürü ise, yalnız Kur’ân Harfleriyle telif ettiği Risâle-i Nurları yazarak çoğaltmalarını talebelerine emretmesidir. Bunu şöyle ifâde eder: “Risâle-i Nur'a intisab eden zâtın en ehemmiyetli vazifesi, onu yazmak veya yazdırmaktır ve intişarına yardım etmektir. Onu yazan veya yazdıran, Risâle-i Nur talebesi ünvanını alır.”[11] Hazret-i Üstad, umumî anlamda, yazmış olduğu Risâle-i Nur Külliyatından istifâde eden ve ders alan herkese bir nevi talebesi nazarıyla bakmıştır. Bu dâire gayet geniştir. Bununla birlikte Üstad Bedîüzzaman, bu zamanın cemaat zamanı olduğunu beyan ederek dinsizliğe karşı mücâdelesini Nur Risâleleri etrafında oluşturduğu seçkin bir cemaatle sürdürmüştür. İşte hususî mânâda bu cemaatin fertlerine Hazret-i Üstad Risâle-i Nur Talebesi ünvanını verir ve bu talebelerde bulunması gereken şartları yazdığı bazı mektup ve Risâlelerinde açıklar. Mesela bir yerde şöyle der: “Talebeliğin hâssası ve şartı şudur ki: Sözler'i (Risâleleri) kendi malı ve te'lifi gibi hissedip sâhib çıksın ve en mühim vazife-i hayatiyesini, onun neşir ve hizmeti bilsin.”[12] Yani, Nur Talebesi Risâlelerin neşredilmesini hayatının en mühim gâyesi bilecek, bu îman derslerinin muhtaç gönüllere ulaşması için çaba sarf edecektir. Yapılacak bu neşir hizmetinde ise, Hazret-i Üstad’ın talebelerinden beklediği birinci vazife, yukarıda arz edildiği gibi, Risâleleri Kur’ân yazısı ile çoğaltıp neşretmektir. Risâleleri yazanların, ne kadar büyük mânevî kazançlar ve sevablar elde edeceğini işâret etmek için aynı mektubun devamında şöyle der: “Ve Risâle-i Nur Talebesi ünvanı altında, her yirmi dört saatte benim lisanımla belki yüz defa, bazan daha ziyâde hayırlı duâlarımda ve mânevî kazançlarımda hissedar olmakla beraber; benim gibi duâ eden kıymetdar binler kardeşlerin ve Risâle-i Nur talebelerinin duâlarına ve kazançlarına dahi hissedar olur. Hem dört vecihle dört nevi ibâdet-i makbule hükmünde bulunan kitâbetinde (yazmasında), hem îmanını kuvvetlendirmek, hem başkalarının îmanlarını tehlikeden kurtarmasına çalışmak, hem hadisin hükmüyle, bir saat tefekkür bazan bir sene kadar bir ibâdet hükmüne geçen tefekkür-ü îmanîyi elde etmek ve ettirmek, hem hüsn-ü hattı olmayan ve vaziyeti çok ağır bulunan Üstad’ına yardım etmekle hasenatına iştirak etmek gibi çok faideleri elde edebilir.”[13] Risâle-i Nur’un eli kalem tutan sâdık bir talebesi olmanın getirdiği çok büyük kazancı, Emirdağ’da iken yazdığı diğer bir mektubunda ise şöyle tarif etmiştir: “Kalemle Nurlara hizmet ve sadakatla talebesi olmanın iki mühim neticesi vardır: 1- Âyât-ı Kur’âniyenin işâretiyle, îmanla kabre girmektir. 2- Bütün şakirdlerin mânevî kazançlarına, Nur dâiresindeki şirket-i mâneviye sırrıyla, umum onların hasenatlarına hissedar olmaktır. 3- Hem bu talebesizlik zamanında, melâikelerin hürmetine mazhar olan talebe-i ulûm-u dîniye sınıfına dâhil olup âlem-i berzahta -tâlii varsa, tam muvaffak olmuşsa- Hâfız Ali ve "Meyve"de bahsi geçen meşhur talebe gibi; şüheda hayatına mazhar olmaktır.”[14] Yazı hizmeti ile meşgul olan talebelerden bazılarının, üç ayların gelişi ile yazıyı bırakarak kendilerini ibâdete vermeleri üzerine Risâleleri yazıyla neşrederek îman ve Kur’ân’a yapılan bu hizmetin bütün nâfile ibâdetlerin üzerinde mânevî bir cihad mânâsı taşıdığını bu sebeble sevab kazanmak isteyenlerin de Risâle yazmayı tercih etmeleri gerektiğini, meşhur Yazı Mektubu’nda şöyle anlatıyordu: “Böyle zamanda hakaik-i îmaniyeye ve esrar-ı şeriat ve Sünnet-i Seniyeye hizmet eden mübârek hâlis kalemlerden akan siyah nur veya âb-ı hayat hükmünde olan mürekkeblerin bir dirhemi, şühedanın yüz dirhem kanı hükmünde yevm-i mahşerde size faide verebilir. Öyle ise, onu kazanmaya çalışınız.”[15] Üstad Hazretleri’nin Yazı Mektubu’nu, bir sayfalık bir mektub olduğu halde Lem’alar’da bulunan İhlas Risâlesi’nin hemen arkasına koyması ise dikkate şâyandır. Çünkü Hazret-i Üstad fevkalâde ehemmiyetine binaen İhlas Risâlesi’nin başında, bu Risâlenin en az on beş günde bir okunmasını tavsiye eder. Dolayısıyla her Nur Talebesi o Risâleyi on beş günde bir defa okudukça Yazı Mektubu’nu görecek ve yazma vazifesini aksatmamak için taze bir şevk kazanacaktır. Risâleleri yazmakta ise iki büyük Risâle-i Nur hizmeti bir araya gelmektedir. Kur’ân yazısını muhâfaza ve îman hakikatlerini bizzat neşretme hizmeti… Risâle-i Nur Talebeleri Risâleleri büyük bir şevkle yazarlarken Bedîüzzaman’ın tabiriyle, “bütün kuvvetleriyle Kur’ân hattını muhâfaza ettikleri”[16] gibi, bu hakikatleri neşretmiş olmakla yine kendilerinin ifâdesiyle, “dalâlet ehline karşı mânen cihad etmektedirler.”[17]   Kaynaklar: [1], [2], [3], [4], [6], [7] [13]: Kastamonu Lâhikası[5] Rumuzat-ı Semaniye[8] Tarihçe-i Hayat[9], [14] Emirdağ Lâhikası[10] 14. Şua[11] Kastamonu Lâhikası[12] Mektubat, 26. Mektub[15], [17]: Lem’alar, 21. Lem’a, Yazı Mektubu[16] Mektubat, 29. Mektub, Kudsî bir tarihçe

Cemal ERŞEN 01 Kasım
Konu resmiKonuşmaya Başlama Usulleri
İnsan

Muhâtaplarımız ister topluluk olsun, isterse bir kaç kişi, bizi tartması, ölçmesi ve dinlemeye karar vermesi söze girişimizle belli olur. Yani bir tek atışımız var. Bu kıymetli sâniyeleri çirkin ve yeknesak bir başlama ile telef etmek, telâfisi çok müşkül bir hatadır. Hatip, kürsüye çıktığı andan îtibâren, ilk bir iki dakika dinleyiciler gâyet hassastır. Onun, kendilerine, faydalı şeyler söyleyeceğini sabırsızlıkla bekler, ümid ederler. Eğer muhâtaplarımızın dersin başında iken bizleri iyi karşılamalarını ve konuşmamızı sonuna kadar dinlemelerini istiyorsak, konuşmamızın mukaddimesi üzerinde îtina ile durmalı ve sözlerimize muhâtapların dikkatini çekecek, onların alâkalarını uyandırabilecek bir şekilde başlamalıyız. Bir konuşmaya başlarken aşağıdaki usulleri tatbik edebiliriz. Mütevâzi bir tavır içinde konuşmaya başlayınız Muhâtaplarımızla karşılaştığımız vakit takınmamız gereken tavır, onlarda muhabbet ve güven meydana getirecek bir tavır olmalıdır. Hafif tebessüm etmek, samimî ve dostâne bir tavır sergilemektir. Samimiyet, karşımıza çıkabilecek mânileri izâle etmemize vesile olur. Nasıl ki huysuz bir atı sâkinleştirmek, onun yelelerini okşamakla mümkün olur. Aynen bunun gibi samimiyet de muhâlefeti dağıtır. Orada bulunmaktan memnun olduğumuzu hissettirecek bir hareket, muhâtaplarımızda samimî hislerin doğmasına yardım eder. Bizim hakkımızda iyi niyet beslemelerini netice verir. Umumiyetle insanlar, resmîlikten hoşnut olmazlar. Onun için bizler asla, derslerimize çok resmî bir üslup ile yani soğuk, buz gibi bir ifâde ile başlamamalıyız. Dinleyicilerimiz -bu mevzuları kendilerinden iyi bildiğimiz halde- kendilerinden biri olduğumuzu hissetsinler. Yoksa derse başlamadan bizi dışlarlar. Bedîüzzaman Hazretleri, bundan yüz sene önce Şam’da, Emeviye Câmii’nde verdiği târihî hutbesinde bir konuşmaya nasıl başlanacağını aşağıdaki şu ifâdelerle bizlere ders vermiştir. Şöyle ki: “Hamd ve salattan sonra: Ey bu Câmi-i Emevî'de bu dersi dinleyen Arab kardeşlerim! Ben haddimin fevkinde bu minbere ve bu makama irşadınız için çıkmadım. Çünkü size ders vermek haddimin fevkindedir. Belki içinizde yüze yakın ülema bulunan cemaata karşı benim misalim, medreseye giden bir çocuğun misalidir ki o sabi çocuk sabahleyin medreseye gidip okuyup akşam da babasına gelip, okuduğu dersini babasına arzeder. Tâ doğru ders almış mı? Almamış mı? Babasının irşadını veya tasvibini bekler. Evet, bizler size nisbeten çocuk hükmündeyiz ve talebeleriniziz. Sizler bizim ve İslâm milletlerinin üstadlarısınız. İşte ben de aldığım dersimin bir kısmını sizler gibi üstadlarımıza şöyle beyan ediyorum.”[1] Dikkat çekici bir başlık ile başlayabilirsiniz Mevzudan farklı olmamak şartıyla, dikkat çekecek bir başlık ile de dersimize başlayabiliriz. Bu usul, hayret veya heyecanlandırma şeklinde istimâl edilebileceği gibi, merak uyandırmak için de kullanılabilir. Risâle-i Nur’a baktığımızda bu yöntemin çok fazla kullanıldığını müşâhede ederiz. Meselâ: “İ’lem eyyühe’l-aziz”, “hiç mümkün müdür ki”, “ey ikinci bozuk Avrupa” gibi ifâdelerle hayret ve heyecan uyandırılıyor. Ayrıca “Ey mebusan: Uzunluğuyla beraber gâyet müvecciz (az sözle çok şey ifâde eden) bir tek cümle söyleyeceğim. Dikkat ediniz. Zîra itnâbında (uzunluğunda) icaz var”[2],  “ Dağ meyvesi acı da olsa devadır. Ama hazmı sakildir”[3]  gibi ifâdelerle de merak uyandırılmıştır. Kendinizden bahsederek de başlayabilirsiniz Bedîüzzaman Hazretleri umumiyetle kendisinden bahsedip yani başından geçen vakaları anlatıp onlardan hareketle muhâtaplarına ders verme usulünü çokça istimal etmiştir. Mesela “Bir zaman, ihtiyarlığın başlangıcında, Eski Said'in gülmeleri Yeni Said'in ağlamalarına inkılâp ettiği hengâmda, Ankara'daki ehl-i dünya beni Eski Said zannedip oraya istediler, gittim. Güz mevsiminin âhirlerinde Ankara'nın benden çok ziyâde ihtiyarlanmış, yıpranmış, eskimiş kalesinin başına çıktım…”[4] “Kendi nefsime hitâben demiştim: Ey gâfil Said! Bil ki şu âlemin fenasından sonra sana refâkat etmeyen ve dünyanın harabıyla senden müfârakat eden bir şeye kalbini bağlamak sana lâyık değildir…”[5] Muhâtaplarınızı alâkadar eden sözler söyleyerek başlayabilirsiniz Psikolojide algıda seçicilik vardır. İnsanlar kendilerini alâkadar eden meselelere daha çok dikkat kesilirler. Bu sebepten dolayı bizler konuşmalarımıza muhâtaplarımızın hâlet-i ruhiyelerine hitap eden bir noktadan başlamalıyız. Bu yol, konuşmaya başlamanın en iyi yollarından biridir. Dikkat çekmesi katidir. Bedîüzzaman Hazretleri, her zaman muhâtap-larının meslek ve meşreplerine göre bir üslûp tercih etmiştir. Meselâ,  Askerlere hitap ederken Ey şanlı asâkir-i muvahhidîn (Allah’ın varlığına inanan askerler)! Ve ey bu millet-i mazlumeyi ve mukaddes İslâmiyet'i iki defa büyük vartadan tahlis eden (kurtaran) muhteşem kahramanlar!..[6] Hastalara hitap ederken “Ey bîçâre hasta! Merak etme, sabret. Senin hastalığın sana dert değil belki bir nevi dermandır. Çünkü ömür bir sermâyedir, gidiyor. Meyvesi bulunmazsa zâyi olur. Hem rahat ve gafletle olsa, pek çabuk gidiyor. Hastalık, senin o sermâyeni büyük kârlarla meyvedar ediyor…”[7] Gençlere hitap ederken “Elbette ekseriyetle, gençlerin gençliğinin sû'-i istimalinden ve taşkınlıklarından ve gayr-ı meşru keyiflerin cezası olarak gelen tokatlardan eyvahlar ve ağlamalar ve esefler işiteceksin…”[8] Derse başlarken mürâ-caat edeceğiniz diğer bir yöntem de, derse başlamadan önce vuku bulan bir vakayı nakletmektir. Her halde herkesin dikkatini çeken bir vaka, bir ders için güzel bir girişe vesile olabilir. Konuşmanıza bir fıkra ya da hikâye ile de başlayabilirsiniz Konuşmanıza bir hikâye veya fıkra ile de başlayabilirsiniz. Bir hatibin kendi tecrübelerinden hikâyeler anlatması ekseriyetle hoşumuza gider. İnsanları meraklandırarak dikkatlerini çekmek, mürâcaat edebileceğimiz güzel bir yöntemdir. Risâle-i Nurlara baktığımızda bu tarzın fazlaca tatbik edildiğini müşâhede ederiz. Küçük Sözler, 10. Söz, 11. Söz, Âyete’l-Kübra vs. Risâlelerde Bedîüzzaman Hazretleri bu yöntemi uygulamıştır. Fakat anlatacağımız fıkra veya hikâye-lerin, mevzuumuzla alâkalı olması dikkat etmemiz gereken en ehemmiyetli hususlardan biridir. “Bu fıkranın veya hikâyenin mevzuumuzla alâkası nedir?” gibi sualleri muhâtaplarımızın kendi kendilerine sormalarına fırsat vermemeliyiz. Dikkat edeceğimiz diğer bir husus da şudur: Çok ciddi konuşma meclislerinde, mevzuumuzla çok alâkalı da olsa, fıkra veya hikâye anlatmanın müsbet neticeler veremeyeceği gibi, istiskale de sebep olabileceğinin bilinmesidir. Îdama giden bir adama, asılan adam fıkrasını anlatarak onu teselliye çalışmanın nasıl bir netice vereceğini tahayyül ediniz.    Konuşmanıza, muhâtaplarınıza bir sual sorarak da başlayabilirsininiz Muhâtaplarımızın dikkat ve alâkalarını üzerimize celp etmeninin en kolay ve en emniyetli yollarından biri, onlara bir sual yöneltmektir. Böylece muhâtaplarımızı, istediğimiz mevzuun içine te’sirli bir şekilde dâhil etmiş oluruz. Bu usûl de Risâle-i Nur hitabetinde çoklukla istimal edilen bir usuldür. Mesela: Hazret-i Hızır Aleyhisselam hayatta mıdır? Hayatta ise niçin bazı mühim ulema hayatını kabul etmiyorlar?[9] Cehennem nerededir?[10] Hazret-i Âdem'in (as) Cennet'ten ihracı ve bir kısım beni-âdemin Cehennem'e idhali ne hikmete mebnîdir?[11] Dikkat çekici bir iktibas ile başlayabilirsiniz İktibaslarla söze başlamak hitâbet sanatının en ehemmiyetli düsturlarından biridir. Başta Kur’ân-ı Kerîm’den, Peygamberimiz (asm)’dan, Risâle-i Nurlardan, selef-i sâlihînden yapacağımız iktibasların muhâtaplarımız üzerinde büyük tesiri olur. Konuşmaya başlama usulleri bu saydıklarımızla sınırlı değildir. Bu usullerin sayısını daha da arttırmamız mümkün. Ayrıca yukarıda bahsettiğimiz usulleri, konuşmamızı gerektiren duruma, zamana ve muhâtaplarımızın kimlerden oluştuğuna göre tatbik edebiliriz. Yani zamana, zemine ve muhâtaba göre konuşmaya giriş yolları değişir. Kaynaklar: 1. Mektubat-2, Altınbaşak Yayınları, s. 4382. Mektubat-2, Altınbaşak Yayınları, s. 4703. Mektubat-2, Altınbaşak Yayınları, s. 4854. Lem’alar, Altınbaşak Yayınları, s. 2385. Lem’alar, Altınbaşak Yayınları, s. 1166. Mektubat-2, Altınbaşak Yayınları, s. 4827. Lem’alar, Altınbaşak Yayınları, s. 2118. Gençlik Rehberi, Altınbaşak Yayınları, s.279. Mektubat-1, Altınbaşak Yayınları, s. 210. Mektubat-1, Altınbaşak Yayınları, s. 511. Mektubat-1, Altınbaşak Yayınları, s. 30 

Feridun ŞAMİL 01 Kasım
Konu resmiVideonun Vav Hâli
İnsan

“Kâinat, seriyyeden süreyyaya kadar kitaptır. Okumasını bilene aşk olsun!” düsturuyla yola çıkan videovav.com, internet medyası içinde temiz içerik üreten, tefekkür videoları ile hakikate ulaşmaya çalışan, görünüşüyle küçük, ama mâhiyet îtibariyle büyük bir projedir. Mâlumdur ki günümüzde iletişim imkânları had safhaya ulaşmış durumda. Bu imkânların gelişmesi ile birlikte internet üzerinde derin bir bilgi kirliliği de oluşmuş durumda. Ve bu kirlilik içinde temiz şekilde durabilmek için sağlam kaynaklara sâhip olmak ve orijinal fikirlerle insanların karşısına çıkmak gerekmektedir. Yapılan son araştırmalara göre bir kaç sene içinde internetteki içeriğin büyük bir bölümü artık videolardan oluşması tahmin ediliyor. İnsanların artık düzenli okumalar yapamadığı, yazma yeteneklerinin körleştiği, izleme eylemlerinin son seviyelere çıktığı göz önüne alındığında insanlara ulaşmak için video hazırlamanın ve sunmanın önemi görülebilir. videovav.com projesinin temelinde de insanlara hakikati bir sinema perdesi gibi yansıtma amacı bulunmaktadır. 2009 yılından îtibaren hazırladıkları videoların, izlenme sayıları da bunun bir ispatı. Site yöneticileri kendilerince internette eksikliğini gördükleri bazı İslâmî ve insanî konular için çalışmalar yaparak, bu mânevî boşluğu hazırladıkları videolarla doldurma gayreti içerisindeler. Yine site bünyesinde hazırlanan Osmanlıca Dersleri de eşine az rastlanır kültürel bir çalışmadır. Artık insanlar internet nimetini kullanarak evinden, iş yerinden başka kimsenin yardımı bulunmadan Osmanlıca öğrenebilmekteler. Ve bu yolla bin yıllık kültürümüzün yaşatılması da sağlanmaktadır. Yayınlandığı günden îtibaren yoğun ilgi ile takip edilen Osmanlıca ders videoları internet ortamında binlerce meraklıya geniş ve ayrıntılı bir bilgi kaynağı olması açısından dikkat çekiyor. Siteye www.videovav.com adresinden ulaşabilirsiniz.

Tahsin KIVANÇ 01 Kasım
Konu resmiÂhiret Hayatının Safhaları
İtikad

Ölüm dünyamıza girdiği andan îtibaren bütün zaman ve mekânlarda insanı en çok üzen, en çok şaşırtan ve önünde en fazla acze düşürten bir hakikattir. Öldürülemeyen ölüm ve kapanmayan kabir kapısından dolayı, insanın kendisini düşünmeye sevk ettiği bir gerçektir. Hatta insan, dünyasına anlam veren hayat felsefesini, ölüm düşüncesi üzerine bina etmek zorunda kalmıştır.. Âhiretin varlığı ve safhaları ile ilgili olarak her dönemde âlimler insanları aydınlatacak bilgiler sunmuştur. Âhiretin merhalelerini anlama biçimimiz günlük hayatımızı şekillendirmede önemli bir role sâhiptir. İnsanı en çok harekete sevk eden ve heyecanlandıran bir duygu, meraktır. İnsan,  başına geleceğini bildiği/düşündüğü olaylar hakkında bilgi sâhibi olmayı ister. Merak edilen âhiret fasıllarına baktığımızda kabir, kıyâmet, ba’s ve haşir, hesap ve mîzan, sırat, havz, cehennem, cennet merhalelerini görmekteyiz. KABİR İnsanın âhiret hayatı ölümüyle başlamaktadır. Ölümden sonra kıyâmetin kopmasına kadar geçen süreye de berzah hayatı denmektedir. Ölüm, insan için bir son veya yok oluş değildir. Sonsuz hayatın başlangıcıdır. Âhiret âleminin ilk istasyonudur. cennetin seyredildiği geniş bir penceredir. Bizden ayrılan bütün dostlara kavuşmak için nur âlemine açılan ve insan için kapatılamayan bir kapıdır. Gerçek bir Müslüman için bir cennet bahçesidir. münker ve nekir  ise kabirdeki yalnızlığı gideren iki dost melektir. Dinini yaşamayan Müslümanlar için ise bir hücredir. Yalnızlık evidir. İnkâr edenler için ise bir vahşet yurdudur. Zindan gibi sıkıntılı dar bir mekândır. Kıyâmetin kopmasındaki dehşetten kabirdekiler derecelerine göre etkileneceklerdir. Hem insanların diriltilip İlahî huzurda hesap vermek üzere mahşer meydanına toplanması için bir bekleme salonudur. KIYÂMET Kıyâmet yalnız insanlığın eceli değil, belki âlemin ecelidir. Evrenin harab olmasıdır. Bütün semâvî dinler âlemin harap olacağında fikir birliği içindedir. Hem her bir akl-ı selim dünyanın bir gün gelip öleceğine kanaat getirir. Hem türlerde ve ferdlerde günlük, aylık ve senelik görülen bütün değişiklikler, inkılablar, değişimler kıyâmetin geleceğini haber vermektedirler. Bir anda bir gök cisminin veya bir kuyruklu yıldızın İlahî emirle misâfirhânemiz olan dünyaya çarpması; bu hânemizi harab edebilir. On senede yapılan bir sarayın bir dakikada harab olması gibidir. Evet kıyâmetin kopması bir göz açıp kapatmak kadar kısadır. Allah, bir kuşun süslü elbisesini değiştirdiği kolaylıkta, kıyâmetle de âlemin şeklini değiştirebilir. Kıyâmetin kopmasıyla âlem en büyük tasfiyesini yaşayacaktır. Ortadaki bütün perdeler kalkacak. Herkes gerçek İlahın kim olduğunu görecektir. Hem insanların yaratılması, kıyâmetin kopması, öldükten sonra diriltilmesi, hesap vermek üzere İlahî huzura toplanmaları sonra cennet ve cehenneme sevk edilmeleri bir insanın diriltilmesi kadar kolaydır. Bunlar İlahî kudret için zor değildir. Evet kıyâmet insanın saadeti için kopacak. Haşir olacak. Cennet ve cehennem açılacaktır. Kıyâmette yalnız bir inkılab gerçekleşmeyecek. Belki pek çok ve çok büyük inkılablar olacaktır. İnsanların korku ve ümid dengesini sağlamaları için kıyâmetin ne zaman kopacağı gizlenmiştir. Eğer kıyâmetin kopacağı tarih bilinseydi yakın zamana kadar gelen insanlar tam bir gaflete dalacaklardı. Son zamanda gelen insanlar ise tam bir dehşette kalacaklardı. Hem Yeryüzünde Allah Allah diyenler bulundukça kıyâmet kopmaz.  Eğer kâinattan Hz. Muhammed’in (asm) nuru çıksa, gitse; evren vefat edecek. Eğer Kur'ân gitse, kâinat deli olacak ve dünya âdeta aklını kaybedecek, belki şuursuz kalmış olan başını bir gök cismine çarpacak, bir kıyâmeti koparacak. Veya bir gün gelecek Allah’ın emrini dinleyen dünya, süsleri hükmündeki insanların eserlerini, şükürsüzlük ve şirk yüzünden çirkin bulur. Yaratıcısının emriyle büyük bir sarsıntı ile bütün yüzünü siler, temizler. Allah'ın emriyle müşrikleri cehenneme döker. Şükredenleri ise “Haydi, cennete buyurun” der. BA’S, HAŞİR VE NEŞİR Haşrin vuku bulması için hiçbir engel yoktur.  Olmasına sebeb ise her şeydir. İnsanları öldükten sonra dirilterek toplamak, Allah için “kün” emri kadar kolaydır. Kur'ân'ın dörtte birisi haşir ve âhirettir ve bin âyetiyle onun isbatına çalışır ve onu haber verir. Dünya bir tarladır. Mahşer meydanı ise harman yeridir. Cennet ve cehennem ise birer mahzendirler. Harman nasıl ki danelerin ayrılıp farklı yerlerde saklandığı bir yer ise mahşer de âlemin başakları hükmünde olan bütün varlıkların ve insanlığın tasfiyeye tabi tutulacağı dehşetli bir yerdir. Evet şu küçücük insan, neşir ve haşir gibi muazzam inkılablara sebeb olacaktır. Âlemin yıkılıp ve değiştirilmesine sebeb olur. Onun muhakemesi için dünya kapısı kapanıp, âhiret kapısı açılacaktır. İnsanın öldükten sonra mahşerde cesedinin tekrar inşa edilip, ruhunun ona iade edileceğine inanması farzdır. Bütün insanlığın yaratılması ve diriltilmesi bir insanın yaratılması ve diriltilmesi kadar kolaydır. İstirahat için dağılan askerler bir boru sesiyle toplandıkları gibi Allah da ruhları mahşerde kendi cesedlerine bir anda gönderebilir. Hem tek bir santralden bütün şehrin lambalarının yakılması kolaylığında bütün cesedlere bir anda hayat nuru verebilir. Bir baharda ağaçların bütün çiçeklerini, yapraklarını ve meyvelerini yaratması kolaylığında insanların çürüyen cesedlerinin atomlarını bir anda toplayıp tekrar inşa edebilir. Bütün insanlar ve cinler, bir tek sayha ve emir ile İlahî huzurda, mahşer meydanında hazır olurlar. Evet haşir meydanında insanların her bir ferdi aynıyla, cismiyle, ismiyle, resmiyle diriltilecektir. Cennetlikler yıldırım hızıyla mahşer meydanından cennete giderlerken, cehennemlikler ise ağır cisimleri, büyük ve ağır günahların altında kalmış bir şekilde cehenneme döküleceklerdir. HESAP VE MÎZAN "Ben neyim ve ne kıymetim var ki benim için kıyâmet kopsun, mîzan konulsun, hesab görülsün?" demeye insanın hakkı yoktur. İnsan bu kadar İlahî ikramlara ve bu şerefe nâil olduğu halde, kendisi başıboş ve sorumsuz bırakılmayacaktır. Onun da muhâsebe edilmek üzere yüce divanda pek karışık hesabları olacaktır. Ondan kurtulduktan sonra, müstehak olduğu yere gidecektir. Cenâb-ı Hak haşirde tam bir adâletle hükmedecektir. Mîzanda mükelleflerin amellerini sevapların günahlardan çok veya az olması sonucuna göre hüküm verecektir. İnsan zanneder mi ki başıboş kalacak? Hâşâ! Belki insan, ebede namzettir ve ebedî saadete kavuşacak veya ebedî cezaya müstehak olacak. Küçük-büyük, az-çok her amelinden muhâsebe görecek. Ya taltif edilecek veya tokat yiyecek. Hem insan başıboş, serseri, sâhibsiz bir hayvan değildir. Ancak onun da bütün hareketleri ve yaptıkları yazılıyor, tesbit ediliyor ve amellerinin sonuçları kaydedilerek korunuyor ki büyük muhâsebe gününde ona göre derece alsın. Ezelî hikmet insan beyninde, insanın hayat serüvenini ve bütün hatıralarını hâfızasına kaydederek o hâfızayı âdeta bir kütüphâne hükmüne getirmiştir. Mahşerde insanın muhâkemesi ve ona yaptıklarını hatırlatmak için kayıtlarının deşifre olacağı bu hâfıza, amel defterinin küçük bir numunesidir. SIRAT İnsanın cennet veya cehennem ile son bulacak yolculuğunda geçmesi gereken en önemli merhalelerden birisi de sırattır. Herkesin geçmesi gereken ve sınır taşları belirli işlek bir cadde anlamında kullanılır sırat. Sırat köprüsünden geçmek, insanın hayat yolunu nasıl geçtiği ile yakından ilgilidir.  Îman yolunda ilerlemek, rehber ve imam olarak Kur’ân’ı takip etmek, doğru ve istikametle “sırat-ı müstakim” üzere hayatını devam ettirmek mahşer meydanındaki sırattan geçmenin en kolay yoludur. Yüce Allah’ın bizlere gönderdiği İslâm dini âhirette sırat olarak belirecektir. Dünyada İslâm dini üzere dosdoğru yaşayanların âhirette sırat üzerinde yolları cennete varacaktır. Dinden yüz çevirenler ise bu köprü üzerinde yolları saparak cehenneme düşeceklerdir. Mü’minlerden bazıları şimşek gibi, bazıları rüzgar gibi bazıları da cins atlar gibi sıratın üzerinden geçeceklerdir. Emekleyerek geçmeye çalışanlar ise münâfıklar olacaktır ve başaramayıp düşeceklerdir. Kâfirler ise hiç geçemeyip ateşe yuvarlanacaklardır. Demek cehennem üzerinde kurulmuş olan köprüden geçmenin zorluğu dünyadaki sırat-ı müstakim olan dosdoğru İslâm yolundan uzaklaşmak ile doğru orantılıdır. HAVZ/ KEVSER «Kevser kelimesi kudsî hem çok mânâları olan, genel ve nurlu bir kelimedir. Kelime anlamı olarak çok hayır mânâsını ifade etmektedir. Bununla beraber âhiretteki kevser havuzu ve mânevî bir kevser havuzu olan Kur'ân'dan tut, ta Hz Muhammed’e (asm) verilen ve bütün hayırları içinde toplayan İlahî hediyeler ve fetihler mânâsına da gelmektedir. "Biz sana verdik kevseri." âyetinin bir mânâsı da cennette kevserin Hz. Muhammed’e (asm) verilmesidir.   Cennetten uzanan iki oluğun döküldüğü kevserden kana kana içmek için İlahî huzura pâk olarak çıkılmalıdır. Bunun için ise isyan ve günahlarla kararan yüzlerin ve kirlenen alınların îman nuruyla yıkanması ve rahmet suyu olan tevbe ile temizlenmesi gerekmektedir. Ta ki sâfi bir şerbet olan bâki kevserden kana kana içilebilsin. Bu havuzdan inkâr edenler, şerli olup şer için çalışanlar ise def ve men edileceklerdir. CEHENNEM Cehennem celâlli olan hâkimin “Beni cezalandırmaya gücün yetmez, sen de kimsin, seni tanımıyorum” diyen edepsizler için hikmetli ve adâletli bir hapishâne vazifesini gören dehşetler ülkesidir. Hapishâne vazifesini görmekle beraber, başka pek çok vazifeleri de vardır. Pek çok hikmetleri ve âhirete âit hizmetleri de bulunur. Ve zebâni gibi pek çok canlıların dehşetli ve çok büyük meskenleridir. Hukuklarına tecâvüz edilen insanların ve varlıkların intikamlarının alındığı bir yerdir cehennem. Mahşer meydanının altında olan cehennem nursuz olan ve dinmek bilmeyen ateşiyle yakar. Böyleler için ise cehennem azabı güzeldir. Çünkü adâlet tecelli edecektir. Resûl-i Ekrem (asm) ve bütün peygamberler ve sâlih kullar her vakit dualarında, en fazla  “Cehennem’den bizi koru” demeleri gösteriyor ki insanlığın en büyük meselesi cehennemden kurtulmaktır. Şu anda mevcud olan cehennem âlemin çok önemli ve muazzam ve dehşetli bir hakikatidir.  Hem öyle bir genişliktedir ki binlerle dünyayı içine alabilir ve doymaz. Hem Peygamberler ve evliyalar onu müşâhede ederler. Ve bir kısmı, cehennemin sızıntılarını ve gölgelerini görür, dehşetinden feryad ederler. “Bizi ondan kurtar” derler. Kâfirlerin meskenidir cehennem. Ve ebedî olarak orada kalıp hiçbir zaman çıkarılmayacaklardır. Çünkü kâfir İlahî emânete hıyânet edip nefis ve şeytan namına olan yaşantısıyla kendisini cehennemlik bir varlık hâline getirmiştir. Kendi amellerinin karşılığı olarak önlerinde bulurlar cehennemi. Hem kâfirlere öylesine öfkelenir ki hiddetinden neredeyse parçalanacaktır cehennem. Cehennem ateşini menedecek ve ondan kurtaracak yegâne çâre ise îman gibi mânevî bir maddeyi ve İslâmiyet zırhını ruha giydirmektir. CENNET Cennet bütün güzelliklerin menbaıdır. Bütün hayırların madenidir. Bütün lezzetlerin kaynağıdır. Hurilerle süslenmiş, insanların bütün arzularının tatmin edildiği bir meskendir. Ruh bütün ihtiyaçlarını giderdiği ve beden bütün heveslerini tatmin ettiği İlahî bir rahmet sofrasıdır. Bu sofrada cam gibi şeffaf ve gümüş gibi beyaz kaplarda sunulur ikramlar.  Lezzetler ülkesidir. Ağaçları altından nehirlerin aktığı, lezzetlerin bitmediği, meyveleri yendiğinde hemen yerine yenilerinin geldiği ve cennet hizmetçilerinin hizmet ettiği ve ebedî olarak kalınacak bir yurttur cennet. Lüzumsuz, fuzulî en küçük bir şeyi cennette göremez insanın gözü. Nurlu, geniş ve ebedî ve her bir nimetinden aynı anda istifâde edilebilecek ve hiç bir sınırlandırmanın olmadığı dillere destan bir memlekettir cennet. Dünyadaki her lezzetli şeyin en âlasının bulunduğu bir yerdir. cennetin tarif ve hayal edilmesi mümkün olmayan güzelliklerini unutturacak ve gölgede bırakacak olan yüce Allah’ı görme nimetinin ihsan edildiği yerdir cennet. Öyle ki eşlerinin yanlarına döndüklerinde, İlahî cemâli seyretmekten gelen güzellikten dolayı eşleri tarafından neredeyse tanınamayacak hâle geleceklerdir. Arş-ı A’zam damı altında ve mahşer meydanından beş yüz senelik mesâfe uzaklığında bulunan cennet, birbirinden yüksek sekiz tabakadır. Cennet Allah’ın bir ihsanıdır. İlahî bir hediyedir. İnsanın amelinin ücreti değildir.  cennet kapılarının anahtarı ise îmandır. Dünyada hayatın sırrını anlayanlar ve hayatını sû-i istimal etmeyenler, ebed ülkesinde ve bâki cennette, ölümsüz bir hayatı bulacaklardır. Âmennâ.

Muhlis KÖRPE 01 Kasım
Konu resmiİsm-i Hakîm'in Parıltılı Bir Tecellisi: Ergonomi
İnsan

Gittikçe adını daha sık duymaya başladığımız “ergonomi”  sözcüğü her ne kadar birileri tarafından hâlâ “ekonomi” ile karıştırılsa da artık hayatımızın hemen hemen her alanında kullanılmaya başlandı. “Ergonomik tasarımıyla tam sizlik!” gibi ifâdelerle artık sık sık karşımıza çıkmaya başladı. Peki nedir bu hızla hayatımıza giren ergonomi ve Cenâb-ı Hakk'ın Hakîm ismiyle olan irtibatı? Ergonomiyi tanımlamak için birbirine yakın çok açıklamalar yapılmıştır. Kısaca ve öz olarak ergonomi, insanın her türlü antropometrik denilen vücud ölçülerini, psikolojik, sosyolojik ve fiziksel özellikleri ile çevre koşullarını göz önünde bulundurarak tasarım yapmak ve sistem kurmak düşüncesidir. Yani her ne düşünülüp tasarlanmak istenirse insan odaklı düşünülmeli ve insana maksimum fayda verecek şekilde tasavvur edilmelidir. Örnek olarak, ergonomik bir sandalye tasarlamak istesek, nasıl bir sandalye düşünmeliyiz? Her türlü uzanma mesâfesini göz önünde bulundurup bel-sırt-omuz-kalça dörtgenindeki omurga ve diğer ölçüleri dikkate alıp insanların bu ölçülerini hesaplayıp üç doğrultuda ayarlanabilir bir sandalye ortaya çıkacaktır. Diğer ayrıntıları ile beraber bu sandalye artık ergonomik olarak tasarlanmış bir sandalyedir, yani kısaca “ergonomik bir sandalye” olmuştur. Birçoğumuz adını yeni duymamıza rağmen büro ve evlerimizde birer ergonomik sandalyelere sâhibiz belki de. Çalışma masaları, ev araç gereçleri, fabrika tasarımları gibi daha birçok şeyi örnek olarak verebiliriz. Bilim bu noktada insanı bilebildiği ölçüde bu konuda ilerleyecektir. Ama bizi bizden daha iyi bildiğini ve “Hiç Yaratan bilmez mi?”[1] diye ferman ederek bildiren âlemlerin Rabbi, yarattığı her şeyi en mükemmel bir surette yarattığı gibi insanı da “Muhakkak biz insanı en güzel surette yarattık!”[2] diyerek ondaki özelliklere “Nefislerinizde deliller vardır”[3] fermanıyla dikkat çekmektedir. Kâinattaki her şeyi insana musahhar kılmakla insana verdiği değeri gösteren Allahu Teâlâ Hazretleri, o insana yani bizlere kendimizdeki mükemmelliği düşünüp fikir yürütmeyi emretmektedir. Cenâb-ı Hak, küçük kâinat olan insanın kendi vücudunu ve büyük insan olan kâinatı Hakîm isminin tecellisi olarak hiçbir abesiyete ve israfa mahal bırakmayacak şekilde hikmetli yaratmıştır. Bütün çevresel koşulların insanın yaşamasına en uygun şekilde yaratılmış olması, aldığımız bir meyvenin yenmesi için mükemmel bir ağız-diş-dil-boğaz-mide-bağırsak tasarımının oluşturulması; meyvenin bu sindirim yoluna, sindirim yolunun da yenilen bu meyveye olan uygunlukları tam bir ergonomik tasarımdır. Sâdece bir meyve için özelleştirilmiş değil bütün yiyecek ve içecekler için farklı özellik gösteren bir tasarım. İnsanın havsalasının alamayacağı bir Hikmet! Bu tasarımların zorluğunu yakından bilenler için asla ulaşılması mümkün olmayan Hikmet! Ancak ve ancak bir Hakîm-i Mutlak'a âit bir Hikmet! Daha insanın ve kâinatın her bir dili kadar misal verilebilir. Tefekkürümüzü genişleterek kâinatta insan odaklı her şeyin -bilimsel tarif olarak- ergonomik tasarıma sâhip olduğu görülebilir. Güneşin konumundan yağmurun yağdırılmasına, azot bakterilerinden dağdaki keçiye kadar her şey, ama her şey bu düşünce boyutu içerisinde düşünülebilir. Sâdece maddî olarak değil, mânevî olarak da insana verilen tüm cihazların karşılıklarının insanın fıtratı ile muvafakatı, yerli yerinde oluşu, uygunluğu yine Hakîm isminin bilime ışık tutan tecellilerinin bir sonucudur. Unutmayalım ki bilim çatısı altında çalışma konusu olan hiç bir ilim ve marifet yoktur ki bizi Allah'a ve O'nu tanımaya götürmesin. Ama o ilimlere mânâ-yı harfi ile yani Allah hesabına bakıp ibret alabilenlere. Varsın kendisine bilim adamı (!) diyenlerin birçoğu bu mânâ ile bakmasınlar. Son asrın kutup yıldızlarından olan Bedîüzzaman Hazretleri bu konuda “Bütün ulum-u hakikiyenin esası ve madeni ve nuru ve ruhu marifetullahtır. Ve onun üssü’l-esası da îman-ı billahtır.”[4] diyerek îman nuruyla bakılan her bir bilimsel disiplinin bizi Cenâb-ı Hakk’ı tanımaya ulaştıracağını ifâde etmiştir. Yeter ki biz bakmasını ve okumasını bilelim. Biz de bu bağlamda denizden bir damla olarak bu büyük hazinenin kapısını açacak anahtarın bir dişini size takdim ettik. “Düşünmez misiniz!” hitabının muhâtabı olan bizlere hayırlı tefekkürler diliyorum. Kaynaklar: [1] Mülk, 14[2] Tin, 4[3] Zâriyat, 21[4] Osmanlıca Sözler,106

Mecit Asaf ÇALIK 01 Kasım
Konu resmiİmam-ı Âzam Ebû Hanife
İtikad

Bazı şahsiyetlerin hayatını yazmak zordur. Hizmetlerini, mücâdelelerini, İslâm için gösterdikleri gayreti, yetiştirdikleri talebeleri ve ortaya koydukları eserleri kısa bir mekâna ve zamana sığdırmak çok daha zordur. Biz de bu yazımızda denizden katre misal ismiyle müsemma olmuş Asr-ı Saadet’in yetiştirdiği altın neslinden bir kahramanı anlatmaya çalışacağız. Cenâb-ı Hak kalemimize ve kelâmımıza kuvvet versin inşaallah. Ehl-i Sünnet’in dört büyük imamının birincisi olan İmam-ı Âzam’ın asıl adı Ebû Hanife En-Numan bin Sabit’tir. H. 80 yılında Kûfe'de doğmuştur. Ebû Hanife künyesinin, ‘Hanif’ kelimesinin müennesi olan ‘Hanife’ kelimesine nispetle İslâm'a tam gönül vermiş âbid bir kimse olması veya Iraklılar arasında ‘Hanife’ denilen bir divit veya yazı hokkasını devamlı yanında bulundurması sebebiyle verilmiş olduğu rivâyet edilmiştir. İmam Âzam’ın dedesi Zûta, Kâbil’den gelip Kûfe’ye yerleşmiştir. Ebû Hanife’nin Türk olduğunu söyleyenler olmakla beraber Acem olduğunu kabul edenler de vardır. Ceddinin Hz. Ali’ye ve Ehl-i Beyt’e çok muhabbeti olduğu, dedesinin Hz. Ali Efendimizi evinde misâfir edip pelte ikram ettiği rivâyet edilir. Hz. Ali (ra) de kendisine hayırlı bir evlad vermesi için duâ etmiştir. Bu duânın bereketine Cenâb-ı Hak, Sabit’e Irak’ın daha doğrusu İslâm’ın fakîhi olacak bir erkek çocuğu ihsan eder. ŞAHSİYETİ İmam-ı Âzam Ebû Hanife, gençliğinde baba mesleği ipek ticâretiyle uğraşmış, sonra çok sevdiği hocalarından İmam-ı Şa’bi’nin onu ikaz etmesiyle ticâretle meşgul olmaktan vaz geçmiştir. Bundan sonraki ticârî işlerini, ihlaslı bir ortak vâsıtasıyla vefat edinceye kadar devam ettirmiştir. Ortağının, İmam-ı Âzam’ın ilimle meşgul olmasını istediği, dünya işlerini kendisinin takip edebileceğini söylemiştir. Genç sayılacak yaşta babasıyla hacca gidip, Abdullah İbn Ömer ve Ata b. Ebi Rabah başta olmak üzere bazı sahâbe ve tâbiinden ders almıştır. Tâbiinden olduğunu söyleyenler olmakla beraber, Etbeü’t-tâbiinin büyüklerinden olduğu kesindir. Ebû Hanife pek çok ilim halkasına katılmış ve değerli zatlardan ilim tahsil etmiş olup ancak hocalığını en uzun süre Hammad bin Süleyman yapmıştır. Hocasının vefatından sonra da ders halkasının başına kendisi geçmiştir. İmam-ı Âzam büyük sıkıntılar çekmesine rağmen dönemin idârecilerinden hiçbir zaman hediye ve maaş almamış, bilakis yanında yetiştirdiği başta İmam-ı Yusuf ve İmam-ı Muhammed olmak üzere birçok talebenin maişetini kendisi karşılamıştır. Bu büyük imam zengin, vakarlı ve nefsine hâkim olmakla beraber aynı zamanda duygulu bir kalbe ve hassas bir ruha da sâhiptir. Bir defa kendisi ile münâkaşa eden birisi ona ‘Ey zındık! Ey bid'atçı!’ diye hitap ettiğinde, İmam Âzam ona şu cevabı vermiştir ‘Benim bu sıfatlara sâhip olmadığımı bilen Allah, seni afveylesin. Ben, Allah'ı tanıyalı O'na hiç bir surette şirk koşmadım. Sâdece O'ndan afvımı diler ve yalnız O'nun ikâbından korkarım.’ deyince, adam ‘Ey İmam, bana hakkını helâl et’ demiş. Ebû Hanife de ‘Câhillerden bize kötü söz söyleyenlerin hepsine hakkımız helâl olsun, ancak bize dil uzatan ilim sâhiplerinin durumu müşkildir. Çünkü âlimlerin gıybet etmesi kendilerinden sonra bir şey bırakır’ demiştir. Peygamberimiz (asm)’ın mânen haber verdiği ihlas, tevâzu ve mahviyet sâhibi bu büyük imam (19. Mektup, 6. nükteli işâret), kendi görüşünün mutlak bir hakikat olduğunu ileri sürmez ve şöyle derdi ‘Bizim bu sözümüz, bir görüş olup bize göre erişebildiğimiz en iyi neticedir. Birisi bu görüşümüzden daha güzel olanını ileri sürerse, bize değil, ona uyulması daha evlâdır.’ Kendisine: ‘Ey Ebû Hanife, senin verdiğin bu fetva, şüphesiz bir gerçek midir?’ denildiğinde, ‘Bilmiyorum, belki de şüphe götürmez bir bâtıldır.’ diye cevap vermiştir. (Bağdadî, Tarih, XIII: Cilt, sh. 352) İmam-ı Âzam, hak bildiği şeyleri söylemekten çekinmeyen birisiydi. Dâvâsının hak olduğuna inandığı deliller elinde varsa, hakkı söylemekten asla çekinmezdi. Cedel kabiliyeti çok kuvvetli idi. Münâkaşa ve münâzaradan yılmazdı. Fakat cerbeze yapmaktan Allah’a sığınırdı. Aklını ve ilmini vasat olan hikmet yolunda sarf ederdi. Döneminin âlimleri tarafından da böyle tanınmıştır. FIKIHTAKİ HİZMETİ İmam-ı Âzam’ın muasırları içinde onu ön plana çıkaran hususiyeti, fıkıhta kıyas metodunu kullanmasıdır.* Hatta bu konuda tenkitlere maruz kalmıştır. Fakat o, hiçbir zaman Kur’ân ve Sünnet’in düsturları ve Sahâbe efendilerimizin uygulamalarının dışına çıkmamıştır. Ebû Muti el-Belhi anlatıyor ‘Bir gün Kûfe Câmii’nde Ebû Hanife'nin yanında oturuyordum. İçeriye Süfyanu's-Sevrî, Mukatil ibnu Hayyan, Hammad ibn Seleme, Caferu's-Sadık ve diğer âlimler girdi. Ebû Hanife ile konuşarak ‘Bize ulaştığına göre sen, dinde çok kıyas yapıyormuşsun. Bu yüzden senin için endişeliyiz. Çünkü ilk kıyası yapan iblistir.’ dediler. Ebû Hanife onlarla Cuma sabahından öğle vaktine kadar münâzara ederek görüşünü arz etti ve şöyle dedi ‘Ben önce Allah'ın kitabıyla, sonra Resûlünün sünnetiyle amel ederim. Daha sonra sahâbenin üzerinde ittifak ettiği hükümleri, ihtilaf ettiği hükümlere takdim ederim. Ancak bundan sonra kıyas yaparım.’ Bunun üzerine hepsi kalkarak Ebû Hanife'nin elini öptüler ve ‘Sen âlimlerin efendisisin’ dediler. (Şa'ranî, Mizan, C. 1, sh. 53) İslâm idâresinin gün geçtikçe saltanata dönüşmesi, İmam-ı Âzam’ın dönemin idârecileriyle ters düşmesine sebep olmuştur. Emevî ve Abbasî devletinin uygulamalarına bizzat tanık olan Ebû Hanife, zühd ve takvası sâyesinde yönetimin maşası olmaktan kendini canı pahasına koruyabilmiş bir şahsiyettir. Kendisine yapılan tüm kadılık tekliflerini reddetmiştir. Ebû Hanife, içinde bulunduğu şartlarda resmî görev almanın İslâm'ı temsil etme ve uygulamaya aktarma imkânı sağlayamayacağını iyi fark eder. Bu nedenle resmî görev almanın, meşru olmayan işlere âlet olmaya neden olacağı kanaatine varır. Bu düşüncesini de hiçbir yoruma mahal bırakmayacak şekilde ifâde eder. Bu meyanda kendisinden, çok değerli hediyeler karşılığında bazı isteklerde bulunan sultana şunları söyler ‘Eğer benden Vasıt Mescidi’nin kapılarını saymamı isteseydi, onu bile kabul etmezdim. O halde nasıl olur da bir adamı idam etmek için hüküm vermemi ister ve bu hükümle onun boynunu vurmasına sebep olurum. Ben böyle bir hükmü ihtiva eden kararın altını nasıl mühürlerim! Vallahi ben böyle bir işe ölünceye kadar giremem.’ (Mezhepler Tarihi, M. Ebû Zehra sh. 231) ESERLERİ İmam-ı Âzam’ın bilinen en meşhur eseri ‘Fıkhü’l-Ekber’dir. Bunun dışında günümüze kadar gelen başka bir eser bilinmemektedir. İmam-ı Yusuf ve İmam-ı Muhammed’den hocalarına isnad ederek kaleme aldıkları bazı eserler sayesinde büyük İmamın fıkhı ve görüşleri gönümüze kadar gelmiştir. Ebû Hanife’nin döneminde kitap yazmaktan ziyâde talebelerine yazdırmak daha yaygın olduğundan kendileri fazla kitap telif etmemişlerdir. Daha çok talebeleri kendisinden dinledikleri ilmi, kitap hâline getirmişlerdir. VEFATI Ebû Hanife’nin vefat tarihi H.150’dir. Vefat tarihi bilinmekle beraber, nasıl öldüğü kesin olarak bilinmemektedir. Dönemin zâlim idârecileri tarafından hapishanede işkence ile şehid edildiği bazı kaynaklar tarafından bildirilmektedir. Bütün tehdid ve câzip tekliflere rağmen hayatta iken dönemin İslâm dışı davranışlar sergileyen zâlimlerine boyun eğmeyen Büyük İmam, gördüğü işkencelerden dolayı vefat edeceğini anlayınca, sultanın hâkimiyetinde olmayan bir yere defnedilmesini talebelerine vasiyet etmiştir. Vefatından sonra da İslâm’dan gelen izzetini muhâfaza ederek insanlara örnek olacak bir davranış sergilemiştir. Cenâzesi vasiyeti üzerine Bağdat'ta Hayzunan Kabristanı’nın doğu tarafına defnedilmiştir. Yirmi gün süreyle insanların, kabri başında namaz kılmaya devam ettikleri, hatta halife Ebû Cafer el-Mansur'un da kabri başına gelip namazını kıldığı rivâyet edilmektedir. * KIYAS: Bir şer'î meselenin hükmünü esas alarak o meseleye misil ve benzer diğer bir mesele hakkında hüküm ortaya koymaktır. Veya şer'î hükmü mâlum olmayan bir hâdiseyi; şer’î hükmü bilinen başka bir hâdiseye benzetmekle hüküm vermektir.

Faysal VURAN 01 Kasım
Konu resmiBirlik, Beraberlik ve Kardeşlik
Aile ve Çocuk

Harekette birlik olmazsa, fikirdeki birlik faydasızdır. (Muhammed İkbal) İyilikle kötülük bir olmaz, sen kötülüğü en güzel olan iyilik ile def et, bir de bakarsın ki seninle arasında düşmanlık bulunan kimse sanki sıcak bir dost olmuştur. (Fussilet, 34) Mü’minler arasında ayrılığa ve bölücülüğe, kin ve düşmanlığa sebebiyet veren üç neden vardır. Bunlar; tarafgirlik, inad ve hasettir. Bu üçü de hakikatte İslâmiyet’te çirkin bulunmuş ve reddedilmiştir. Zararlı ve zulümdür. Toplum hayatı için zehirdir. Nasıl ki bir gemide veya bir hanede dokuz mâsum ile bir tek câni bulunsa o gemiyi batırmak veya o hâneyi yakmak ne kadar zulümdür, malumdur. Hatta dokuz câni bir mâsum bulunsa yine o gemi veya hâne hiçbir kanun-u adâlet ile batırılmaz. Aynen öyle de bir mü’minin vücudunda îman ve İslâmiyet ve komşuluk gibi dokuz değil, belki yirmi mâsum sıfat varken hoşumuza gitmeyen bir câni sıfatı yüzünden o mü’mine karşı düşmanlık beslemek misaldekinden daha büyük bir hatadır. Zîra mâlumdur ki düşmanlık ve muhabbet ışık ve karanlık gibi zıttırlar. İkisi beraber bir yerde olamazlar. Eğer bir kalpte muhabbet olsa o zaman düşmanlık mecazî olur, acımak suretine döner. Evet, mü’min kardeşini sever ve sevmeli, hataları için yalnız üzülür. Zorla değil, belki güzellikle ıslahına çalışır, onun için bir hadiste şöyle buyrulmuştur “Üç günden fazla mü’min mü’mine küsüp konuşmasını kesmesin.” Eğer kalpte düşmanlık varsa o zaman muhabbet mecazî olur ve yapmacık hâle gelir. Mü'minin mü'mine bağlılığı, parçaları birbirini tutan bina gibidir. Ey insan, şimdi bak ki mü’min kardeşine kin ve düşmanlık ne kadar zulümdür. Çünkü sen küçük basit taşlar için Kâbe’den daha ehemmiyetli ve Uhud Dağı’ndan daha büyük desen ne kadar çirkin bir akılsızlık edersin. Aynen o şekilde Kâbe kadar değerli olan îman ve Uhud Dağı büyüklüğünde olan İslâmiyet gibi İslâmî vasıflar muhabbeti gerektirdiği halde mü’min kardeşine düşmanlığa sebebiyet veren ve basit küçük taşlar hükmünde olan kusurları îman ve İslâmiyet’e tercih etmek o derece insafsızlık, akılsızlık ve zulümdür.  Kuş, ancak kendi cinsinden olan kuşlarla uçar. (Mevlâna) Evet, yaratıcımız bir, sâhibimiz bir ibâdet ettiğimiz bir, rızık verenimiz bir, bine kadar bir; hem Peygamberimiz bir, dinimiz bir, kıblemiz bir, yüze kadar bir; sonra devletimiz bir, memleketimiz bir, ona kadar bir. Bu kadar birler bir arada olmamızı, birbirimizi sevmemizi ve kardeş olmamızı gerektirdiği halde ve gökyüzündeki gezegenleri dahi bir arada tutacak kadar kuvvetli olduğu halde ayrılığa ve küskünlüğe sebep veren örümcek ağı gibi ehemmiyetsiz ve dayanıksız şeyleri tercih edip mü’mine karşı hakikî düşman olup kin bağlamanın yukarıda saydığımız o birlere karşı bir hürmetsizlik, onları hafife almak ve çok büyük bir zulüm olduğunu elbette anlarsın. Bir araya gelmek başlangıçtır. Bir arada durmak ilerlemedir. Birlikte çalışmak başarıdır. Düşmanlığa sebep olan hatalar toprak gibi kesiftir. Başkasına sirâyet etmez, başkası onu örnek alıp hata işlese o ayrı meseledir. Muhabbete sebep olan iyilikler muhabbet gibi nurdur. Sirâyet etmek onun özelliğidir. Ondandır ki “Dostun dostu, dosttur” ifâdesi atasözlerimizden biridir. Yine “Bir göz hatırı için çok gözler sevilir” sözü herkesin dilinde gezer. “Bir elin nesi var, iki elin sesi var” sözleri atasözlerimizdendir. Öyleyse sevmediğin birinin sevimli bir akrabasına darılmak bir Müslümana uygun olmaz. Allahım! "Mü'minler sağlam bir binanın taşları gibidir; birbirlerine kuvvet verirler." Ve "Kanaat tükenmez bir hazinedir.” diyen Efendimiz’e (asm) binler salât eyle.        Şu İslâm âlemine hizmet edenleri dâvâ edenlere ne olmuş ki bir biri arkasında hücum vaziyeti alan sayısız düşmanlar varken, kendi aralarındaki küçük sorunları unutmayıp düşmanların saldırısına ortam hazırlıyorlar. Şu hâl büyük hatadır, bir vahşettir. İslâm’ın toplum hayatına bir hıyânettir. Birlik olmadan dirlik olmaz. (Atasözü) Bir milletin birliği ve beraberliği çeşitli nedenlerle zayıflarsa veya bozulursa o ülkede ilerleme ve yükselme olmayacağı gibi, o milletin istikbalini koruması da zorlaşır, hatta imkânsız hâle gelir. (Hasan bin Ahmed) Ey kahraman kardeşlerim! Zillet içinde esâret altına girmemek isterseniz aklınızı başınıza alınız, ihtilafınızdan istifâde eden zâlimlere karşı “Mü’minler ancak kardeştirler” hakikatine sarılınız, yoksa ne hayatınızı muhâfaza ne de hukukunuzu müdâfaa edebilirsiniz. İttifak edemiyorsanız, bari ihtilaf çıkarmayın. Malumdur ki iki kahraman bir biriyle dövüşürken bir çocuk ikisini de dövebilir. Bir terazide iki dağ bir biriyle dengede bulunsa bir küçük taş ikisinin de dengesini bozup ikisiyle oynayabilir.  Mehmet Akif bu hususta şöyle buyurmuştur “Girmeden tefrika bir millete, düşman giremez.” Netice olarak: O mü’minler ki kinlerini yutarlar, mü’minleri affederler ve Allah ihsan sâhiplerini sever. 

Abdulvâli AKBULUT 01 Kasım
Konu resmiSigara Sizi Bırakmadan
Sağlık

 Dünyada 8 saniyede bir can alan, yılda 4 milyon kişinin ölmüne sebeb olan, her 10 erişkinden birinin ölüm sebebi sayılan sigarayı bırakmak için bir çok ma‘kūl gerekçe var. Meselâ sigarayı bıraktığınız ilk günden i‘tibâren dokularınıza oksijen eskisinden daha verimli taşınabilecek. İştâh bozuklukları, cild solukluğu, çabuk yorulma başta olmak üzere birçok sağlık probleminiz düzelecek. Yüzdeki çizgiler azalıp göz altınızdaki torbalanmalar inecek. Nefesiniz küllük gibi değil, normal bir insanınki gibi kokmaya başlayacak. Âile hayatınız sağlıklı hâle gelecek, kendinizi beden ve ruh açısından daha iyi hissetmeye başlayacaksınız. Sigarayı bıraktıktan 8 saat sonra kalb krizi geçirme riskiniz azalacak. Sağlık bakanlığı, “Siz de sigarayı bırakabilirsiniz!” başlıklı raporuna göre sigaranın bırakıldığı zaman bütün bunların yanında yiyeceklerin tadını daha iyi alma, koku duyusunun gelişmesi, ekonomik isrâfın önlenmesi, özsaygının artması, soluduğumuz havanın daha temiz olması sağlanıyor. TEBESSÜM “Sigaranın, hiç mi faydası yok birader?” diye soran Dursun’a, Temel’in verdiği cevab çok düşündürücüdür: “Valla kardeşim, bu meretin, onca yapılan araştırmalara rağmen şimdiye kadar tesbît edilebilen üç faydası var. 1.İleri yaşlarda hastalanıp bastonla gezmeye mecbûr olacağı için köpek ısırmaz. 2. Sabaha kadar devamlı öksürdüğü için evine hırsız girmez. 3. Genç yaşta öleceği için cesedi pek yakışıklı olmaz ama, cenaze namazında pek çok dostları bulunup o acı gününde onu yalnız bırakmazlar.”

İrfan MEKTEBİ 01 Kasım
Konu resmiKültür-Sanat
Kültür ve Medeniyet

Isparta hafızlarına taçları takıldı Hayrat Vakfı Isparta temsilciliği tarafından organize edilen hafızlık merasiminde 7 bayan hafız şehadetnamelerini aldı. Hafızların aşr-ı şerif okumasıyla başlayan programda hafızlığın önemi konuşuldu. Programda hafızların anneleri de söz alarak duygu ve düşüncelerini dile getirdi. Ardından Bediüzzaman Hazretlerinin vekili Ahmed Husrev Altınbaşak’ın  Tevafuklu  Kur’an yazımı sürecinin anlatıldığı bir piyes sahnelendi. Program sonunda hafızlara taçları takıldı. Osmanlı el sanatları sergisi Airport Outlet Center’da Airport Outlet Center açık otopark alanında Airport Outlet Center 15 Ekim-9 Kasım tarihleri arasında Sahaflar ve Osmanlı El Sanatları Sergisi'ne ev sahipliği yapıyor. Airport Outlet Center'da bu yıl ilki gerekleştirilen sergide Kadıköy, Moda, Sarıyer, Ortaköy, Beyazıt, Şişli ve Beyoğlu başta olmak üzere İstanbul'un birçok ilçesinden ve semtinden toplam 20 sahaf katılıyor. Airport Outlet Center açık otopark alanında otantik Osmanlı evleri formunda kurulan sergi alanında değerli koleksiyonlar bulunuyor. Asırlık kitaplar ve eserin yanı sıra eski siyah-beyaz fotoğraflar, kartpostallar, Osmanlı dönemine ait tapu, noter evrakları, tarihî belge niteliği taşıyan Osmanlı çini, kumaş ve kilim motiflerinin yer aldığı kitaplar, tarihî kişiliklerin imzalı evrakları da satışa sunuluyor. Bir ay süresince ücretsiz olarak gezilecek sergi alanında sahaflara ek olarak Türkiye'nin dört bir yanından gelen 20'ye yakın unutulmaya yüz tutan Osmanlı el sanatları ustasının çalışmaları da yer alacak. İstanbul'da İran filmleri haftası  Üçüncü İran Filmleri Haftası kapsamında Tarık Zafer Tunaya Kültür Merkezi'nde bir hafta boyunca iki seans halinde İran filmlerinin gösterimi yapıldı. İran İslâm Cumhuriyeti İstanbul Başkonsolosluğu ile merkezi İstanbul'da olan Uluslararası Kültür ve Sanat Derneği tarafından 10-15 Ekim 2011 tarihlerinde Tarık Zafer Tunaya Kültür Merkezi'nde "İran Film Haftası" düzenlendi. İstanbul Büyükşehir Belediyesi Kültür Müdürlüğü'nün katkılarıyla gerçekleşen etkinliğin açılışına İran milletvekili Bijen Nobaveh, yönetmen Muhammed-Hadi Kerimi, oyuncu Mustafa Zamani ve Kültür Bakanlığı yöneticisi Macitaba Carideh katıldı. Haftanın açılış filmi olarak, Muhammed-Hadi Kerimi'nin senaryosunu yazıp yönettiği, 2009 yılı yapımı "Bu Gece Mehtap Gecesi" adlı film gösterildi. Yönetmenin ikinci yönetmenlik çalışması olan filmde, kuşaklar arasındaki çatışma ve farklılıkları, nihayetinde insanlığın devamı için her neslin gelecek nesillere bırakacağı değerler konu edildi. Etkinlikte, "Cehennem Berzâh Cennet", "Yusuf Peygamber", "Postacı Kapıyı Üç Kez Çalmaz", "Kenan", "Şeytanın Günü", "Gizli Duygu", "Kayıp Gerçek", "Cennet Durağı" ve "Âl" adlı filmler gösterildi. Hafta kapsamında sinema eleştirmeni İhsan Kabil'in moderatörlüğünde konuk yönetmen Muhammed-Hadi Kerimi, oyuncu Mustafa Zamani ile Türkiye'den Faysal Soysal'ın konuşmacı olarak katıldıkları "Günümüz İran Sineması" konulu toplantı düzenlendi. Helal gıda pazarı görücüye çıktı Dünya üzerinde 2 trilyon dolarlık bir payı bulunan ‘Helal Gıda’ pazarı Türkiye’de görücüye çıktı. GİMDES tarafından bu yıl ikincisi organize edilen fuar CNR Expo’da okunan Kur’an-ı Kerim ve dualarla açıldı. Fuarın açılış kurdelesini GİMDES Başkanı Dr. H. Kami Büyüközer, TİM Başkanı Mehmet Büyükekşi, ASKON Başkanı Mustafa Koca, ESDER Başkanı Mahmut Çelikus ile yabancı katılımcılar birlikte kesti. Fuarın açılışında konuşan GİMDES Başkanı Dr. H. Kami Büyüközer, “25-30 yıllık uzun ve çileli bir yoldan geliyoruz. Türkiye olmaz denilen bir konuyu yani ‘helal gıda’ konusunu artık gündemine almış durumda. Türkiye bütün dünya Müslümanlarına ümit verici bir pozisyonda ve beklenti de bu şekilde.” dedi.  İslâm coğrafyası konuşuldu Mavera Gençlik Hareketi tarafından organize edilen “İslâm Coğrafyası Günleri” sona erdi. 17 Eylül’de başlayan ve sekiz gün süren etkinlikte birçok yazar ve akademisyen farklı ülkelerdeki Müslümanlarıın halini anlattı. İnsanların gündemini müslüman coğrafyalara çekmeyi planlayan Mavera Gençlik Hareketi’nin bu yıl ilk kez düzenlediği ve bir hafta süren İslâm Coğrafyası Günleri sonlandı. Sekiz gün boyunca dünya müslümanlarının yaşamları, verdikleri özgürlük mücadeleleri, tarihleri gibi pek çok konu farklı kişiler tarafından masaya yatırıldı. Etkinliğin birinci serisi için Libya, Mısır, A.B.D, Hindistan, Pakistan, İran, Bosna ve Çeçenistan seçildi. Bu ülkelerde yaşayan Müslümanların durumu, geçmişi ve ülkelerin yetiştirdiği önemli şahsiyetler, otuza yakın akademisyen, yazar ve fikir adamı tarafından anlatıldı. Bu ülkelerle ilgili film ve belgesel gösterimleri yapıldı. Etkinlikte Turan Kışlakçı, Mehmet Ali Tekin, Burhan Kavuncu,  ve Abdurrahman Dilipak gibi isimler konuştu. Abdülhamid'in arşivi kitap oldu  "Sultan 2. Abdülhamid'in Arşivinden Dünya Liderleri" kitabı, ilgili ülkelerin arşivinde bile bulunmayan kareleri bir araya getiriyor. Sadece İstanbul için değil, dünya için de önemli bir kültür mirası niteliğinde olan Sultan 2. Abdülhamid'in “Yıldız Albümleri” arşivinden İstanbul Büyükşehir Belediyesi Kültür AŞ tarafından derlenen “Sultan 2. Abdülhamid'in Arşivinden İstanbul Fotoğrafları”, “Sultan 2. Abdülhamid'in Arşivinden Dünya” ve “Sultan 2. Abdülhamid'in Aile Albümü” serilerinin ardından, “Sultan 2. Abdülhamid'in Arşivinden Dünya Liderleri” kitabı raflardaki yerini aldı. İlgili ülkelerin arşivinde bile bulunmayan karelerin, fotoğrafın icadından hemen sonra bu denli özenli bir şekilde arşive dönüşmesi ve günümüze kadar gelebilmesi, fotoğrafa verilen değerin bir ifadesi olarak ortaya çıkıyor. Albümde yer alan birçok ismin, 'son kral' olarak tarih sahnesinde yerini alması dikkati çekiyor. Papa 9. Pius döneminde Vatikan artık bağımsız bir devlet olmaktan çıkıyor ve İtalya'nın bir parçası haline geliyor. Almanya'nın birleşmesiyle birlikte aynı akıbete Württemberg, Hannover, Saksonya ve Bavyera krallıkları da uğruyor. Sultan 2. Abdülhamid'in şehzadeyken bizzat Fransa'da görüştüğü 3. Napoleon, tarih sayfalarına Fransa'nın son kralı olarak geçiyor.

Sena İKBAL 01 Kasım
Konu resmiSelsebil
İtikad

İslâm Harfleri Harflerimiz “Arab harfi” değil, “İslâm harfleridir”. Çünki bütün müslümanların müşterek malıdır! İmparatorluk münevveri ile cumhuriyet insanı arasındaki en bâriz fark “Harf meselesi” nde ortaya çıkar. Dar ufuklu, Avrupa hayranı ve küçük devlet psikolojisini paylaşan bir cumhuriyet münevveri olmaktan kurtularak din ve târihin engin iklimine açılmak, büyük bir devletin vârisi olduğunu hissetmek, dünya mes’elelerine dar bir çerçeveden değil “Nizâmu’l-Âlem” endişesiyle bakmak gibi bir dirâyete sâhib olmak şansı için, İslâm harflerini bilmek şarttır. O derecede ki, bunu “İslâm münevveri sayılmanın ilk şartı” saymak aslâ mübâlağa değildir. Yazımızı ve bunun neticesi olarak muhteşem ve güzel Türkçemizi kaybetmemiz, topraklarımızı kaybetmemizden daha vahimdir! Bunu kabûl etmek din ve târih şuûrunun tabîî bir îcâbıdır. K. Mısıroğlu Edebimi nasıl bozarım? Hattât Azîz Efendi, san‘at çalışmalarından arta kalan zamanını mevlevîhânede irşâd halkasına girenleri ma‘nen yetiştirmekle geçirdi. Mevlevî dervişleri de kendisine intisâb etmişlerdi. Mübârek dudaklarından dökülen her sözü hayat düstûru, her hareketi de Efendimizin (asm) sünnetine uygun, örnek bir insandı. Her nerede, kimin yanında olursa olsun dâima derviş ruhunun verdiği edeble oturur, görene huzurda imiş hissini verirdi. Bir gün hayranlığını gizleyemeyen bir Mısırlı bu hareketinin sebebini sorunca: “Her an Allah beni görüyor. Allah’ın olmadığı yer mi var? Her an huzurdayım, edebimi nasıl bozayım?” cevabını vermişti. Kalb için altın tavsiye Balık, fındık ve ceviz gibi Omega-3 yağ asitleri yönünden zengin ni‘metler, kandaki trigliserid seviyesini düşürmeye vesîle olup, kalb krizi riskini azaltırlar. Vücûdumuza yeterince Omega-3 alabilmek için haftada en az bir iki sefer balık ve günde yaklaşık 30 gram kadar ceviz veya fındık yemek gerekir. Arafât Duâsı Yâ İlâhî! Söylediğimiz gibi ve söylediğimizden daha fazla olarak sana hamd olsun. Yâ İlâhî! Namazlarım, ibâdetlerim, hayatım ve ölümüm senin içindir. Dönüşüm yalnız sanadır. Mîrâsım yalnız senindir. Yâ İlâhî! Kabir azâbından, içimizdeki vesveselerden ve işlerin dağınıklığından sana sığınırım. Yâ İlâhî! Rüzgârın getirdiği âfâtın şerrinden sana sığınırım. ŞAŞILACAK ÜÇ HÂL Selmân-ı Fârisî Hazretleri şöyle der: “İnsanın şu üç hâline şaşılır: Dünyaya hırsla sarılır, halbuki ölüm onu aramaktadır. Kendisi mes’uliyetlerini unutmuştur ama unutulmuş değildir. Güler ama bilmez ki; Rabbi ondan râzı mı, râzı değil mi?” KASIM AYI Nİ‘METLERİ Sebzelerden: Balkabağı, kabak, lahana, kereviz, pırasa, yeralması, havuç, ıspanak, karnabahar, pazı. Meyvelerden: Ceviz, kestane, üzüm, elma, muz, mandalina, nar, armut, kivi, greyfurt, Trabzon hurmâsı. Balıklardan: Mezgit, palamut İçerdiği bol betakaroten sâyesinde kansere karşı etkili bir ni‘met olan bal kabağından Kasım ayında bol bol istifâde edebilirsiniz. Kendine güveni olmayan çocuklar Kendine güveni olmayan çocuklar yetiştirmek istiyorsanız; - Çocuklarınızdan her şeyin en mükemmelini yapmalarını isteyin. - Yaptıkları her işte mutlakā ama mutlakā bir hata bulun. - Onları başarılı komşu ya da akraba çocukları ile kıyaslayın. - Herkesin önünde hatalarını yüzlerine vurarak onları utandırın. - Çocuğunuzun her yaptığı işi küçümseyin ve aslâ takdîr etmeyin. - Onun adam olamayacağını ve hiçbir işe yaramadığını sürekli tekrarlayın. İnsanları dinleyin! İnsanların en başta gelen ihtiyaçlarından biri ‘anlaşılmak’tır. İnsanlarla ilişkilerinizi bozmak istiyorsanız, onlarla aynı fikirde olmadığınız konuları konuşun, muhatablarınızı eleştirin ve yargılayın. İlişkileriniz geliştirmek istiyorsanız, bunun tam tersini yapın. Diğer insanlarla kurduğunuz ilişkilerde sizin seçeceğiniz davranış, aranızdaki ilişkiyi belirleyecektir. İnsanları dinleyin, anladığınızı belirtin, göz teması kurun ve tebessüm edin. Göreceksiniz, insanlar size daha yakın davranacaklar. Sizinle ilgili olumlu duygular besleyeceklerdir. Bu da başarınızı ve hayattan aldığınız lezzeti arttıracaktır. TİRYAKİ SÖZLERİ’NDEN… - En acı gözyaşları, gizli döktüklerimiz ve gizli sildiklerimizdir - Yalnız seni sevenleri sevmek muhabbet değil, mübadeledir - Kuvvetini hücumunla değil, mukavemetinle ölç - Allah'ın nimet hazinesi asla tükenmez, çünkü anahtarı bizim elimizde değildir (Kırklar Meclisi, İskender Pala)

Muhammed TARIK 01 Kasım
Konu resmiTarih Sandığı
Tarih

Âlimler, Üstad’ın Karşısında Çaylarını İçmeyi Unuttular Bedîüzzaman Hazretleri, Miran aşireti reisi Mustafa Paşa’yı zulümden uzaklaşıp namaz kılması yönünde îkaz edince Mustafa Paşa “Benim Cezire’de (Cizre) âlimlerim var. Eğer hepsini ilzam edebilirsen senin dediğini yaparım. İlzam edemezsen, seni Nehr-i Fırat’a atarım.” der. Üstad Hazretleri “Bütün ulemâyı ilzam etmek benim haddim değil. Beni de nehre atmak senin haddin değildir. Fakat ulemâyı cevablandırınca sizden bir şey isterim ki o da mavzer tüfeğidir. Şâyed sözünde durmazsan, seni onunla öldüreceğim.” der. Bu görüşmeden sonra, Paşa ile birlikte atlarla Cezire’ye giderler. Bânî Hanı dedikleri mevkiye gelince Üstad Hazretleri, yorgunluktan orada biraz yatar. Uykudan uyanır uyanmaz etrafında bütün Cezire âlimlerinin kitablar ellerinde beklediklerini görür. Biraz görüştükten sonra çay ikram edilir. Cezire âlimleri, Bedîüzzaman Hazretleri’nin şöhretini işittikleri için hayran bir vaziyette çaylarını bile unutarak; Üstad Hazretleri’nin suallerini beklemeye başlarlar. Üstad Hazretleri ise kendi çayını içtikten sonra dalgın dalgın karşısında bulunan bir iki âlimin çayını daha içer. Onlar fark edemezler. Mustafa Paşa hocalara hitâben “Ben okumuş değilim. Fakat Molla Said ile mücâdelede mağlub olacağınızı şimdi anlıyorum. Zîra bakıyorum ki siz düşünmekten çayınızı unuttunuz. Molla Said ise kendi çayını içtikten başka iki üç bardak da sizin çayınızı içti.” der.  Safa ve Merve Tepeleri (Sa’y Yolu) Merve Tepesi, Mekke’de, Mescid-i Haram’ın kuzeybatısında ve Kuaykıan Dağı’nın eteğindedir. Safa Tepesi ise Mescid-i Haram’ın kuzeydoğusunda ve Ebûkubeys Dağı’nın eteğindedir. Safa Tepesi, Merve Tepesi’nden biraz daha yüksek ve Kâbe’ye daha yakındır. İki tepe arası yaklaşık 400 metredir. Günümüzde iki tepe arasının üzeri ve etrafı kapatılarak Mescid-i Haram’la birleştirilmiştir. Hz. Hacer, oğlu Hz. İsmail’e (as) su bulmak için bu iki tepe arasında yedi defa gidip gelmiştir. Bu yürüyüş, Peygamber Efendimiz’in (asm) de uygulamaları neticesinde Hacc’ın vâcipleri arasındaki yerini almıştır. Hacc’ın vâciplerinden olan bu yürüyüş, Safa’dan başlar ve Merve’de tamamlanır. Tepeler arasındaki yedi defa gidip gelmenin her birine ‘Şavt’ denir. İki tepe arasındaki mesâfeye ise ‘Sa’y yeri’ mânâsına gelen ‘Mes’a’ denilmektedir. Hz. Ömer (ra) ve Hırsız HÖmer (ra), halifeliği döneminde bir hırsızı cellada teslim etti. Hırsız yalvararak bağırdı: “Ey insanların efendisi! Beni bağışla, ne olur, çünkü bu benim ilk suçumdur.” Bunun üzerine, Hz. Ömer (ra) “Yalan söylüyorsun ey zelil kişi, çünkü Allah (cc) hiçbir zaman ilk suçta hemen gazaba gelip ceza vermez. Lütfunu izhar etmek için suçları defalarca örter, fakat sonunda adâletini göstermek için cezalandırır. Yakalandığına göre bu senin ilk suçun olamaz.” dedi. (Mesnevî, 4. Cild) Hz. Ümmü Seleme (ra) Hicret’in 4. senesinde 29 yaşındayken Peygamber Efendimiz’le (asm) evlenmiştir. Peygamber Efendimiz’le (asm) evlendiğinde vefat eden eski eşinden dört çocuğu vardı. Ümmü Seleme (ra) annemiz, Halid bin Velid’in akrabasıydı. Ümmü Seleme’nin (ra) Peygamber Efendimiz’le (asm) evlenmesi; Halid bin Velid’in İslâm’a karşı kalbinin yumuşamasına sebeb oldu. Nitekim bu evliliğin üzerinden çok geçmeden Halid bin Velid Müslüman olmuştur. Hudeybiye’de anlaşma gereği Kâbe’yi tavafın bir sonraki seneye kalması, Ashâb-ı Kirâm’ı çok üzmüştü. Hatta bu üzüntüleri sebebiyle Peygamber Efendimiz’in (asm) ihramdan çıkmaları yönündeki emrini dinlemiyorlardı. Ümmü Seleme (ra), Peygamberimiz’e (asm) şu tavsiyede bulundu “Yâ Resûlallah! Onları mazur görün… Siz çıkıp kurbanınızı kesiniz ve başınızı traş ediniz. Sizi böyle görünce onların tamamı size uyacaktır.” Peygamber Efendimiz (asm) bu tavsiyeye uydu. Ashâb da Peygamberimiz’e… Ümmü Seleme (ra) annemiz, Hicret’in 61. yılında 84 yaşında vefat etmiştir. 378 hadis nakletmiştir. Kimya İlminin Kurucusu Câbir bin Hayyan Hayatı hakkında çok farklı rivâyetler bulunan Cabir’in 725 senesinde Horasan’ın Tus şehrinde doğduğu ve 815 senesinde yine Tus’ta vefat ettiği rivâyetler arasındadır. Ancak hayatının önemli bir kısmını Kûfe’de geçirmiştir. Kûfe’de Hz. Cafer-i Sadık’ın (ra) hizmetinde bulundu ve ondan ders aldı. Irak’da ve Suriye’de bulundu ve Mısır’a ve Hindistan’a seyâhatler yaparak ilmini arttırdı. Tıp, astronomi, matematik ve dönemindeki diğer birçok ilim dalında çalışmalar yaptı. Ancak asıl çalışmalarını kimya ilminde yaptı. Bu sebeple modern kimyanın kurucusu sayılmaktadır. 1700’lü yıllara kadar kimya ilminde, onun seviyesine ulaşabilen çıkmadı. İrili ufaklı 2000’den fazla kitap yazdığı rivâyetler arasındadır. Dünya tarihinde bilinen ilk kimya laboratuarının kurucusudur. Maddeyi üç kısma ayırdı, arıtma yollarını açıkladı, eritme metodlarını geliştirdi ve sayısız terkip (sentez) üretti. Malabadi Köprüsü Dicle Nehri’ne katılan Batman Çayı üzerine Artuklular tarafından 1147 senesinde inşa edilmiştir. Su yüzeyinden kilittaşına kadar yüksekliği yaklaşık 19 metredir ki bu açıklığa büyük bir câmi kubbesi rahatlıkla sığabilir. Köprü, 160 metre uzunluğunda ve 7 metre enindedir. Köprünün her iki girişinde ticâret kervanlarının veya nöbetçilerin dinlenmesi için yapılmış iki oda bulunmaktadır. Günümüzde, araç trafiğine kapatılarak korumaya alınan Malabadi Köprüsü hakkında Evliya Çelebi “Anadolu’da inşa edilen köprüler arasında en üstünü” demektedir.

Ahmed Said GÜNDÜZ 01 Kasım
Konu resmiŞerlerin Mayası Yokluktur
İtikad

وَقُلْ جَاء الْحَقُّ وَزَهَقَ الْبَاطِلُ إِنَّ الْبَاطِلَ كَانَ زَهُوقًا “(Habibim Yâ Muhammed!) Yine de ki 'Hak geldi, bâtıl zâil oldu! Şübhesiz ki bâtıl, yok olmaya mahkûmdur.” (İsra, 81) Bu âyet-i kerimede ifâde edildiği gibi, bir kişi veya bir toplum, hakkı, iyiliği, doğruluğu ve güzelliği: yaşadıkları nisbette o kişide veya toplumda bâtıl, yanlışlık, fenalık ve çirkinlik azalır. Zîra iyilik esastır. Kötülük ise ona tâbidir. İyilik ve güzelliğin artmasıyla, fenalık ve çirkinlik azaldığı gibi, iyilik ve güzelliğin azalmasıyla da fenalık ve çirkinlik artar. Zâten iyilik ve güzelliğin olmaması, fenalık ve çirkinliktir. Âyette “Hak geldi, bâtıl gitti.” denildiği gibi “Bâtıl gelince Hak gider”  diye bir emir ve kural yoktur. Ancak, çirkinlik ve bâtıl; hakkın ve güzelliğin yokluğundan ibârettir. Çünkü çirkinlik ve bâtılın, karanlık ve soğukluk gibi müstakil bir vücudu yoktur. Evet, ışığın olduğu yere karanlık giremez. Ancak ışığın azalması nisbetinde oraya karanlık girer. Fakat karanlığın olduğu yere ışık girer ve karanlığın kaybolmasına vesile olur. Aynen öylede sıcaklığın azalması nisbetinde soğukluk gerçekleştiği gibi, sıcağın artmasıyla da soğukluk azalır. Bu gerçeğe binaendir ki  sıcaklık için, mesela artı 10 veya 15 derece gibi ifâdeler kullanılırken soğukluk için eksi 10 veya 15 gibi, sıfırın altında dereceler diye söylenir. Yani sıcaklık o derece sıfırın altına düşmüş demektir.  Sıcaklık ve ışığın vücudu gibi bütün hayırların da vücudu vardır. Şerlerin ise vücudu yoktur. Mesela namaz kılmak bir hayır olarak yapmaktan ibârettir. Namaz kılmamak denilen fenalık ise yokluktur. Hem bütün hayırların ve varlıkların başı ve esası olan îman; îmanın esaslarına ve İslâmî hakikatlerin varlığına inanmaktır. Bütün fenalıkların başı olan küfür dahi, îmanın şartlarına ve gerçeklerin varlığına inanmamak denilen yokluğu kabul etmektir. Bu iki misale göre bütün hayır ve şerleri kıyas edebiliriz. Bu hakikati, Bedîüzzaman Hazretleri, birçok risâlede mükemmel bir şekilde izah etmiştir. Mânâ cihetiyle anlayabildiğimiz kadarıyla anlatmaya çalışacağız. Şöyle ki, araştırma yapan bütün ehl-i tahkik ve keşf yokluğun, şerden ve fenalıktan başka bir şey olmadığını; varlığın da sâdece hayırdan ve güzellikten ibâret olduğunu ittifakla kabul etmişlerdir. Evet, çoklukla hayır, güzellik ve mükemmellikler, varlığa dayanarak ortaya çıkar. Bir hayır ve güzellik görünüşte yıkmak ve yok etmek olarak gözükse de hakikat ve netice olarak varlığı ve güzelliği ifâde eder. Mesela içki gibi insanın dünya ve âhiret hayatını perişan eden maddeleri dökmek ve yok etmek, bir hayır ve güzelliktir. Hâlbuki görünüşte bu yapılan iş, o içkiyi yok etmektir. Fakat bu iş netice itibariyle insanın dünyevî ve uhrevî saadetini koruduğu için, hakikat noktasında varlıktan ve yapmaktan ibârettir. Hem sapıklık, şer, bela ve günahlar gibi bütün çirkinliklerin temeli ve mayası; yıkmak ve yok etmektir. Bu saydıklarımızdan bir kısmı görünüşte yapmak da olsalar, netice ve hakikat noktasında yokluktur. Mesela, kimyasal silah gibi insanın dünya ve âhiretine zarar veren kötü şeyler, görünüşte yapmak bile olsa, hakikat noktasında ve netice îtibariyle, onlardan zarar görecek insanların dünya ve âhiret saadetlerinin yıkılması ve yok edilmesidir. Hayır ve güzellik; meşakkatli olanı yapmak ve vücud bulmaktan ibâret olduğundan, bir bina ancak bütün  müştemilatıyla faydalı hâle getirilebilir. Kolay olan, yıkılıp yok edilmesi denilen şer ise, o binanın bir cüz’ü olan temeldeki direklerin yıkılmasıyla gerçekleşir.  Hem bir varlığın vücuda gelmesi var olan bir sebebi gerektirir. Mevcud bir sebeb bulunmadan hiçbir varlık vücuda gelemez. Buna binaen bütün hayırlar bizzat veya netice îtibariyle var ve mevcud olduklarından, onları yapan bir kuvvetin varlığını gerektirir. Fakat bütün fenalık, şer ve çirkinlikler bizzat veya netice îtibariyle yokluktan ibâret oldukları için, sebebleri de bir işin yapılmaması veya bir varlığın yok edilmesi denilen ademdir, yokluktur. Bu hakikati ifâde için âyet-i kerimede مَّا أَصَابَكَ مِنْ حَسَنَةٍ فَمِنَ اللّهِ وَمَا أَصَابَكَ مِن سَيِّئَةٍ فَمِن نَّفْسِكَ “Sana isâbet eden her iyilik Allah’tandır; sana isâbet eden her kötülük ise nefsindendir” (Nisa, 79) buyrulmuştur. Her iyilik bir varlık olduğundan, gerçekten onu yapan Allah’tır ve O’na nisbet edilir. Ancak farazî olarak zâhirî sebeblere verilebilir. İyiliklerde insanın hissesi yalnızca sâhiplenmek gibi kesbdir. Şer ise, yapmamak ve yok etmekten ibâret olduğu için âyet-i kerimede insana nisbet edilmiştir. Bu hakikati Bedîüzzaman Hazretleri şöyle ifâde etmektedir: İnsanın  enâniyeti ve cüz’i  irâdesi bir “eliftir ki, o elif'in "iki yüzü" var. Biri, hayra ve vücuda bakar. O yüz ile yalnız feyze kabildir. Vereni kabul eder, kendi îcad edemez. O yüzde fâil değil, îcaddan eli kısadır. Bir yüzü de şerre bakar ve ademe gider. Şu yüzde o fâildir, fiil sâhibidir.” Zîra şer denilen yokluğun insana verilmesi ve bu hususta insanın fâil olarak kabul edilmesi, bir şey yaratmış mânâsına gelmez. Bundan dolayı şer ve fenalıklar hususunda insana fâil nazarıyla bakılıyor.  Bedîüzzaman Hazretleri’nin Kader Risâlesi’ndeki “Halk-ı şer, şer değil; kesb-i şer, şerdir.” sözü ise, insanların imtihan ile terakkisi denilen hayırlara vesile olmak için şeytan gibi hakkımızda şer hâline getirdiğimiz bütün şerli varlıkların yaratılışının hayır olduğunu ifâde eder. Fakat irâdemizle bunları kendi hakkımızda şerre çevirdiğimizden, bizim için şer olmaktadırlar. Zîra “Îcad-ı İlahîde şer ve çirkinlik yoktur. Belki abdin kesbine ve istidadına âittir.” “Halk-ı  şer” tabiri ise, şerre vesile olan ve hakkımızda şer hâline getirdiğimiz şeytan gibi şerli dediğimiz varlıkların yaratılışı demektir. Mesela rahmet olan yağmurun yağmasından herkes istifâde ettiği halde, eşyasına sâhip çıkmayan, tenbel bir insan zarar görebilir. Bütün olumlu neticelerin asıl sebebi yağmur olduğu halde, eşyanın yok olması denilen şerrin sebebi ise, o kişinin malına sâhip çıkmaması denilen kesbidir; yoksa yağmurun yağması değildir. O kişinin tembelliğinden dolayı kendi hakkında şerre çevirdiği ve şer dediği yağmurun yaratılması şer değildir. Şer, kişinin kesbi olan tembelliğinden dolayı, eşyanın yok olmasıdır. Farz-ı muhal o kişi eşyasına sâhip çıksaydı, belki yağmurun yağmasından hiçbir zarar görmeyecekti.    Hem bir hastalık gelir; sıhhatimizi yok eder. Aslında şer olan, sıhhatimizin yok olmasıdır; o hastalığın kendisi değildir. Fakat o hastalık, sıhhatimizin yok olması denilen şerre vesile olduğu için ona şer diyoruz. İşte o hastalığın yaratılması şer değildir. Ancak tedbirsizliğimizle şer dediğimiz o hastalığın gelmesine sebeb olduğumuz için sıhhatimizin yok olması denilen şerri kesb etmiş oluruz. Aynı zamanda sıhhatimizin yokluğu denilen o şer; yokluktur, ademdir.   “Hayrın da şerrin de Allah’tan olduğu” hakikati ise bütün hayırlı varlıkların,  hayırların ve hakkımızda şerre çevirerek şer dediğimiz şerli varlıkların dahi îcadı Allah’tandır ve O yaratmış demektir. Her şeyi hakkıyla bilen ancak Allah’tır. Netice olarak وَمَا رَبُّكَ بِظَلَّامٍ لِّلْعَبِيدِ “Rabbin ise kullar(ın)a asla zulmedici değildir!” (Fussilet, 46) âyetinde ifâde edildiği gibi Cenâb-ı Hakk’ın ne idâresinde ne icraatında ve ne de ef’alinde şer ve çirkinlik yoktur. Yaptığı her işte hayır ve güzellik vardır. Bütün mükemmel ve güzel sıfatlara sâhip olduğu gibi bütün eksiklik ve noksanlıklardan da uzaktır. Cenâb-ı Hak bizi kendine muhtaç kılmakla zenginleştirsin. Bizi, bize bırakmakla da fakirleştirmesin. Ve rahmetiyle bize muamele etsin. Âmîn… 

Zakir ÇETİN 01 Kasım
Konu resmiO’nun (asm) Ahlâkı
İnsan

Peygamber Efendimiz (asm), Kur’ân ahlâkını hayâtına her cihetle ve noksansız tatbik etmiştir. İşte Ashâb-ı Kirâm aracılığıyla günümüze dek ulaşan bu Ahlâk-ı Nebeviye’den denizde katre misâli birkaç örnek: Sa’d bin Hişâm (ra) anlatıyor: “Bir gün mü’minlerin annesi Hz. Aişe’nin (ra) yanına gittim ve ‘Bana Resûlullah’ın (asm) ahlâkını anlatır mısın?’ dedim. Hz. Aişe (ra) ‘Sen Kur’ân okumuyor musun?’ diye sordu. ‘Elbette okuyorum.’ dedim. Hz. Aişe (ra); ‘İşte O’nun (asm) ahlâkı Kur’ân (ahlâkı) idi.’ diye cevap verdi.  Ebu’d-Derda (ra) ise bu hususta Hz. Aişe’nin (ra): “(Resûlullah) Kur’ân’ın râzı olduğu şeye râzı olur, buğzettiği şeye de buğzederdi.” dediğini  nakletmiştir. Yezid bin Babenus (ra) da aynı konuyu Hz. Aişe’ye sormuştur. Hz. Aişe (ra) ise cevâben “Sen Mü’minûn Sûresi’ni okumuyor musun?” demiş ve Mü’minûn Sûresi’nin ilk on âyetini ‘Mü’minûn  (o mü’minler) muhakkak kurtuluşa ermiştir. O kimseler (o mü’minlerdir) ki, onlar namazlarında huşû (korku ve eziklik) içinde olanlardır. Ve o kimseler ki, onlar boş şeylerden (boş söz ve işlerden) yüz çeviricidirler. Ve o kimseler ki, onlar zekât (vermek) için çalışanlardır. Ve o kimseler ki, onlar ırzlarını koruyucudurlar. Ancak kendi eşleri ve sâhib oldukları câriyelerine karşı (olan münâsebetleri) müstesna. Çünkü şübhesiz onlar (bundan dolayı) kınanmış kimseler değildir. Artık kim bundan ötesini ararsa, işte onlar gerçekten haddi aşanlardır. Yine o kimseler ki, onlar emânetlerine ve sözlerine riâyet edenlerdir. Ve o kimseler ki, onlar namazlarını (erkânına riâyet ve ona devam ederek) korurlar. İşte onlar, gerçekten (yüksek makamlara) vâris olanlardır.’ okuduktan sonra “İşte Resûlullah’ın (asm) ahlâkı bu (âyetlerde anlatıldığı gibi) idi.” demiştir. Enes bin Mâlik (ra) çocukken Peygamber Efendimiz’in (asm) hizmetinde bulunmuştur. O zamanlar Peygamber Efendimiz (asm) ile yaşadığı hâtıralardan bazılarını anlatıyor “Resûlullah (asm), bir gün beni bir hâceti için bir yere gönderdi. Ben ‘Vallahi gitmem.’ dedim. Hâlbuki içimden Peygamber Efendimiz’in (asm) bana emrettiği işe gitmek için can atıyordum. Neyse ki yola çıktım. Çocuklar sokakta oyun oynuyorlardı. Onların yanına uğradım. Bir ara Resûlullah’ı (asm) arkamda gördüm. Başımı okşuyordu. Ona baktım. Bana tebessüm ediyordu ‘Ey Enescik! Sana dediğim yere gittin mi?’ diye sordu. ‘Hemen şimdi gidiyorum yâ Resûlallah!’ dedim. Resûlullah’a (asm) on sene hizmet ettim. Bana hiçbir defa ‘üf’ bile demedi. Bir şey için de ‘Niye böyle yaptın! Şöyle yapsaydın ya!’ dediği olmadı. Resûl-ü Ekrem (asm), bana bir şeyi yapmamamı emrettiğinde, o işi yapmakta gevşek davrandığım veya hiç yapmadığım zaman beni azarlamazdı.” Peygamber Efendimiz’in (asm) hepimize en güzel örnek olan ahlâkını genel esaslarıyla şu başlıklar altında sıralayabiliriz: 1. Peygamber Efendimiz (asm), yumuşak huylu ve affediciydi. - Resûlullah, Huneyn Savaşı’ndan sonra ganimet taksimine rıza göstermeyen ve kendisini adâletsizlikle suçlayan münâfıklara karşı herhangi bir ceza vermediği gibi en ufak bir memnuniyetsizlik ifâdesi bile kullanmamış ve şöyle demiştir “Allah, Musa’dan (as) râzı olsun. Bundan daha fazla eziyete maruz kaldı, fakat sabır gösterdi.”  2. Peygamber Efendimiz (asm), şefkat ve merhamet sâhibiydi. - Enes bin Mâlik (ra) rivâyet ediyor: Peygamber Efendimiz (asm) şöyle buyurmuştur “Ben namazı uzatarak kılmak isteğiyle namaza giriyorum. Derken bir çocuk ağlamasını işitiyorum. Çocuğun ağlamasından anasının hissedeceği şiddetli üzüntüyü bilmekte olduğumdan, hemen namazımda hafifletme (kısaltma) yapıyorum.” 3. Peygamber Efendimiz (asm), mütevâziydi. - Ebû Ümâme el-Bâhilî (ra) diyor ki “Resûlullah’ın (asm) konuşması Kur’ân’dı. Allah’ı çokça zikrederdi. Hutbelerini kısa tutar, hutbelere nisbetle namazlarını uzun kılardı. Bir miskinin, zayıfın veya yoksulun hâcetini görmek için; birlikte onunla yürümekten çekinmez, burun kıvırmaz, kibirlenmezdi.” 4. Peygamber Efendimiz (asm), latife (şaka) yaparken dahi doğruyu söylerdi. - Ebû Hureyre’den (ra) “Ashâb-ı Kirâm, Peygamber Efendimiz’e (asm) gelerek ‘Ey Allah’ın Resûlü! Siz de bizlere şaka yapıyorsunuz.’ dediler. Resûlullah (asm) ‘Evet, ancak ben gerçek olandan başkasını söylemem.’ cevâbını verdi.” 5. Peygamber Efendimiz (asm), cömertti ve kerem sâhibiydi. - Hz. Ali (ra) diyor ki “Resûlullah’tan (asm) bir şey istenildiğinde ve o da bu şeyi yerine getirmeyi kabul ettiğinde ‘Tamam’ derdi. Yapmak istemediği bir şey karşısında da susar, cevap vermezdi. O’nun, kendisinden istenilen bir şey için ‘Hayır’ dediği olmamıştır.” - Ebû Üseyd (ra) diyor ki “Resûlullah (asm), kendisinden istenilen bir şeyi kesinlikle verir, vermemezlik yapmazdı.” 6. Peygamber Efendimiz (asm), Allah’a şükretmek için secde ederdi. - Abdurrahman bin Avf (ra) anlatıyor “Resûlullah (asm), bir gün mescidden çıkarak evindeki odasına gitti. Ben de beraber gitmiştim. Odasına girince kıbleye yöneldi ve secdeye kapandı. Secdesini o kadar uzattı ki ben Allahu Teâlâ’nın secdede iken O’nun (asm) ruhunu aldığını zannettim.” 7. Peygamber Efendimiz’in (asm) ecir ve sevap kazanmaya olan rağbeti. - Abdullah bin Mesud (ra) anlatıyor “Bedir Gazvesi günü, binek olarak her üç kişiye bir deve düşüyordu. Ebû Lübâ (ra) ve Ali (ra), Resûlullah’ın (asm) bu yolculuktaki arkadaşlarıydılar. Yürüme sırası Resûlullah’a (asm) geldiğinde onlar ‘Yâ Resûlullah! Sen inme, biz yürürüz.’ dediler. Bunun üzerine Hz. Resûl-ü Kibriya (asm) şöyle dedi ‘Sizler benden daha kuvvetli olmadığınız gibi, sevaba muhtaç olma bakımından da sizden daha zengin değilim.” 8 Peygamber Efendimiz’in (asm) ibâdetlerdeki gayreti ve çabası. - Muğire bin Şube (ra) anlatıyor “Resûlullah (asm), ayakları su toplayıp şişene kadar namaz kılardı. Kendisine ‘Siz, gelmiş geçmiş günahlarınız bağışlanmış olmasına rağmen kendinizi bunca külfete ve yorucu ibâdete mi zorluyorsunuz?’ denildi. Bunun üzerine Resûlullah (asm) ‘Ben şükreden bir kul olmayayım mı?’ diye cevab verdi.” 9. Peygamber Efendimiz (asm), haramlardan kaçınırdı, şübheli şeylerden uzak dururdu. - Amr bin Şuayb (ra) dedesinden rivâyetle anlatıyor “Bir gece Resûlullah (asm) yatağının yanında bulunduğu bir hurmayı yedi. Fakat o gece sabaha kadar uyumadı. Sabah olunca hanımlarından biri ‘Yâ Rasûlallah! Bu gece sabaha kadar gözünüzü kırpmadınız.’ dedi. Bunun üzerine Resûlullah (asm) ‘Dün gece yatağımın kenarında bir hurma buldum ve onu yedim. Fakat bizim evde zekât hurmaları da vardı. Yediğim hurmanın onlardan biri olmasından korktum.’ dedi.”  10. Peygamber Efendimiz’in (asm) Allah (cc) korkusu. - İbn-i Abbas (ra) anlatıyor “Bir keresinde Hz. Ebû Bekir (ra) Resûlullah’a (asm) ‘Yâ Resûlallah! Senin yaşlandığını görüyorum.’ demişti. Bunun üzerine Resûlullah (asm): ‘Beni Hud, Vâkıa, Mürselât, Amme ve İze’ş-Şemsü Küvvirât sûreleri ihtiyarlattı.’ buyurdu.” 11. Peygamber Efendimiz (asm), Allah için gözyaşı dökerdi. - Abdullah bin Mesud (ra) anlatıyor “Bir gün Peygamber Efendimiz (asm), bana: ‘Kur’ân oku.’ diye emir buyurmuştu. ‘Kur’ân sana nâzil olmuş iken, Kur’ân’ı Sana mı okuyayım?’ dedim. Resûlullah’ın (asm) ‘Ben, Kur’ân’ı başkalarından dinlemeyi de severim.’ buyurması üzerine Nisâ Sûresi’ni okumaya başladım. ‘Nihâyet (kıyâmet gününde) her ümmetten (peygamberlerini) birer şâhid (olarak) getirdiğimiz ve Seni de onların üzerine şâhid tuttuğumuz zaman, (bakalım o kâfirlerin hâlleri) nasıl olacak!’ (Nisâ, 41) âyetine geldiğimde; ‘Şimdilik bu kadar yeter.’ buyurdu. Bir de baktım, gözlerinden yaşlar akıyordu.” 12. Peygamber Efendimiz (asm), tebessüm ederdi. - Hz. Aişe (ra) diyor ki “Resûlullah’ı (asm) hiçbir zaman küçük dili görülecek şekilde, ağzını tamamen açarak gülerken görmedim. O sâdece tebessüm ederdi.” 

Arif Emre GÜNDÜZ 01 Kasım
Konu resmiRisâleler Niçin El Yazısıyla Neşredildi?
Risale-i Nur

Bedîüzzaman Hazretleri’nin Ispar-ta’ya sürgün edildikten sonra telif ettiği ilk eseri, Haşir Risâlesi olmuştu. Bu risâleyi, 1928 yılında İstanbul’a göndererek henüz harf inkılâbı yapılmadığı için İslâm harfleriyle tab ettirdi. Lâkin aynı yılın Kasım ayında harf inkılâbı olmuş, Kur’ân harfleri kaldırılıp Latin harflerine geçilmiştir. Buna bağlı olarak eski harfle kitap basmak da yasaklanmıştır. Haşir Risâlesi’ni bastırarak matbaayı kullanan Bedîüzzaman Hazretleri, inkılabdan sonra, artık Latince basmaya başlayan matbaa yolunu bırakır. Çoklarının dediği gibi, “Ne yapalım başka çâremiz kalmadı; artık Latin harflerini kullanmak zorundayız” demez ve Risâleleri Latin harfli yeni matbaalarda bastırarak çoğaltma yoluna gitmez. Bu tavrı, aslında Kur’ân yazısına karşı yapılan hücuma karşı şuurlu bir müdâfaa tavrından başka bir şey değildi[1] Üstad’ın yeni harfleri kullanmak istemediğini gösteren ilk hâdise 25. Söz’ün bastırılması teşebbüsünün neticesiz kalması şeklinde görülür. Hâdise şöyledir: Üstad, Haşir Risâlesi’nden sonra, 25. Söz Mucizât-ı Kur’âniye Risâlesi’ni de inkılab çıkmadan yetişsin diye acele yazıp bitirerek[2] bastırmak üzere İstanbul’a gönderir. Fakat o işle alâkadar olan Barlalı tüccar Bekir Bey’in gecikmesi üzerine, kitab basılmadan önce harf inkılâbı gerçekleşir ve o risâleyi eski harflerle bastırma imkânı kalmaz. Lâkin Hazret-i Üstad “Öyleyse yeni harflerle basalım” demez ve 25. Söz basılamadan kalır.[3] İkinci hâdise ise, harf inkılâbının ardından Otuzbirinci ve Otuzikinci Söz’ü bastırma teşebbüsünde olmuştur. Yeni telif ettiği Otuzbirinci ve Otuzikinci Söz Risâlelerini, bir ümidle, yine Bekir Bey’le İstanbul’a göndererek oradaki eski tanıdıklarından, bu risâleleri eski harflerle bastırmak için yardımcı olmalarını ister ve şöyle der: “Haber almışım ki Arabî (Arabca) olarak eski huruf (harfler) ile Matbaa-i Evkaf'ta tab edilmek (basılmak) izni varmış. Eğer Cenâb-ı Hakk'ın rahmetiyle, Türkçe olarak eski hurufa müsaade-i resmî olduğu dakikada ve Bekir Efendi şu iki risâleyi (Miraç ve Otuzikinci Söz) Seyyid Şefik'in taht-ı nezâretinde (kontrolünde) tashihine gâyet dikkat etmek şartıyla çabuk tab ediniz.”[4] Maalesef, eski harflerle Türkçe basılabilmesi için böyle bir resmî izin çıkmadığından o iki risâle de basılamamış, Hazret-i Üstad onlar için de “Madem öyle, yeni harflerle bastırın” demez ve Haşir Risâlesi’nden sonraki bu ikinci bastırma teşebbüsü de Latince’ye râzı olmadığı için neticesiz kalır. Sonunda, matbaalarda eski harflerle basılma imkânı kalmadığını gören Bedîüzzaman Hazretleri, tâ teksir makineleri alınıncaya kadar sâdece Nur Talebeleri’nin el yazmaları ile kanaat etmiş ve Latince matbaaya kapı açmamıştır. Teksir makinesi ise, mevcut risâleyi çoğaltan bir nevi fotokopi makinesi gibiydi ve eserleri Kur’ân harfleriyle çoğaltıyordu. Kırklı yıllara gelindiğinde, yeni yetişen nesil eski harfleri bilmez olduğundan Gençlik Rehberi’nin ve bir süre sonra da Asâ-yı Musa’nın Latince olarak basılmasına Üstad izin verse de bütün Nur Külliyatı’nın matbaalarda basılmasına tâ ömrünün son yıllarına kadar izin vermez. Bununla birlikte toplum bütün bütün değişip eski harfleri bilenler iyice azaldığı bir dönem olan 1956 yılında, Nur Talebesi olmayanların da istifâde edebilmesi için bütün külliyata da “sınırlı bir müddetle”[5] ve “zaruret miktarı” [6] prensibini aşmamak şartıyla izin verir. Fakat vefatına yakın, Nur Talebeleri’nin de “o kolay yazıyı tercih etmelerine sebeb olur”[7] endişesiyle “Yeni harflere verilen müsaade doldu. Baskıyı durdurun!” diye haber gönderdiğini, hem Üstad’ın en yakın talebeleri, hem de o zaman baskı işinde çalışan önde gelen isimler haber vermektedirler. Burada dikkat edilmesi gereken husus, Hazret-i Üstad’ın sırf Kur’ân harfi ile basmıyorlar diye matbaa ile bastırma yolunu terk etmesidir. Çünkü artık matbaa ile çalışılsa Latin harfleriyle basılması gerekecek idi. Üstad ise yeni harflere bid’a nazarıyla bakıyor, kati mecburiyet olmadıkça bid’a ile amel etmek istemiyordu. Hazret-i Üstad’ın bu nazarı Tarihçe- Hayat’ta şöyle ifâde edilmiştir. “Kur’ân hattını muhâfaza etmek hizmetiyle de muvazzaf (vazifeli) olan Risâle-i Nur’un, muhakkak Kur’ân yazısıyla neşredilmesi lâzımdı. Eski yazı yasak edilmiş ve matbaaları kaldırılmıştı.”[8] Yine aynı bakış açısına işâret eden Kastamonu Lâhikası’nda, 1940 başlarında yazılan şu cümleleri de bu konuda Hazret-i Üstad’ın ne kadar hassas olduğunu gösteriyor: “Şimdilik, evvelce nazlanan matbaacılara lüzum yok. Hem mesleğimize muhâlif yeni hurufa (yeni harflere), Risâle-i Nur'un bir nevi müsaadesi hükmüne geçtiği için lâzım değil.”[9] Bütün bunlardan ortaya çıkan şudur: Bedîüzzaman Hazretleri yeni harfleri, kalben hiçbir zaman kabul etmemiş, bütün gücüyle Kur’ân harflerini muhâfaza etme gayreti içinde olmuştur. Bu uğurda, “herkesin ekmek gibi, ilaç gibi muhtaç” olduğunu söylediği Nur Risâleleri’nin matbaalarda Latin harfleri ile basılmasına müsaade etmemiştir. Fakat Risâle-i Nur’u telife başladıktan yaklaşık otuz sene sonra eski yazıyı bilmeyen yeni bir nesil ortaya çıkmış, bilhassa mektebli gençlerin istifâde edebilmesi için yeni yazıyla basılmasına, O da zaruret miktarında olmak kaydıyla izin vermiştir. Bununla beraber Nur Talebeleri’nden beklediği şey, risâleleri Kur’ân harfleri ile okuyup yazmak, başkalarına öğretmek ve bu suretle Kur’ân Alfabesi olan eski yazının korunmasına hizmet etmektir. Latin harfleriyle Risâle-i Nur’u tanıyıp seven ve ona talebe olmayı isteyenlerden beklenen de artık Kur’ân harflerini öğrenerek Risâle-i Nur’un İslâm harfleriyle yazılan aslî nüshalarından istifâde etmeleridir. Nur Talebeleri’nden Zübeyir Gündüz-alp’in Afyon Hapsinde iken yazdığı ve Hazret-i Üstad’ın Risâle-i Nur’a dâhil ettiği şu satırlar, Risâle-i Nur’un bu konudaki mesleğini çok güzel tarif ediyor: “Yeni harf ile teksir edilebilen Asâ-yı Musa eserini okuyan gençler, Kur’ân harfleri ile yazılmış mütebâki (diğer) eserleri de okuyabilmek için kısa bir zamanda o yazıyı da öğreniyorlar. Bu şekilde birçok ilimlerin öğrenilmesine engel olan ve dinden îmandan çıkarmak için telif edilen eserleri okumağa mecbur eden Kur’ân hattını bilmemek gibi büyük bir seddi de yıkmış oluyorlar.”[10] Yine Zübeyir Ağabey’in Afyon’daki şu ifâdeleri Nur Talebeleri’nin risâleleri yazmak için nasıl bir kararlılık taşıdıklarını göstermektedir: “Eğer komünistler mürekkep ve kâğıdı yok etmek imkânını da bulsalar, benim gibi birçok gençler ve büyükler fedai olup hakikat hazinesi olan Risâle-i Nur'un neşri için, mümkün olsa derimizi kâğıt, kanımızı mürekkep yaptıracağız.”[11] Tarihçe-i Hayat’ta yer alan şu ifâdeler ise, Hazret-i Üstad’ın Risâleleri el ile yazdırmaktaki tek maksadının yalnız risâlelerin çoğaltılması olmadığını; bunun yanında Kur’ân yazısını korumak gayreti içinde olduğunu da çok açık ifâde ediyor: “Böyle ağır şartlar içerisinde Risâle-i Nur’u Hazret-i Üstadımız inâyet-i İlâhiye ile telif edip ekserisini Kur’ân harfleriyle ve el yazısıyla neşretmiştir. Böylelikle -aynı zamanda- Kur’ân hattını da muhâfaza etmiş ve yüz binlerle Müslüman Türk Gençleri Risâle-i Nur’u okuyabilmek için mukaddes kitabımız olan Kur’ân’ın yazısını öğrenmek nimet ve şerefine nail olmuşlardır.”[12] Netice olarak bazı kimselerin, “Risâleler artık matbaalarda basılıyor. Artık yazılmasına gerek kalmadı.” demeleri doğru bir söz olmaz. Çünkü matbaalarda basılanlar Latince’dir, Kur’ân harfi değil. Sâdece onları okumakla kimse Kur’ân yazısını ne okumayı, ne de yazmayı öğrenebilir. Nur Talebelerinin Kur’ân yazısına hizmet ederek, hem okumasını hem yazmasını öğrenmek ve unutulmaktan korumak ve bilenlerin çoğalması için çaba sarf etmek aslî bir vazifeleridir. Bu vazifenin yerine gelmesi için de Risâleleri bilfiil elleriyle yazmaya devam etmeleri gerekmektedir.  KAYNAKLAR: [1] Hazret-i Üstad bu niyetini,  o yıllarda yazdığı ve Kur’ân’daki harflerinin hârikalarını anlatan “Rumuzât-ı  Semâniye Risâlesi’nde” şöyle izah eder “Suâl: En mühim hakaik-i Kur'âniye ve îmani’ye ile meşgul olduğun halde neden onu muvakkaten bırakıp en ziyâde mânâdan uzak olan huruf-ı hecaiyenin (tek tek harflerin) adedlerinden bahsediyorsun. Elcevab: Çünkü bu meşum (uğursuz) zamanda Kur'ân’ın bir temel taşı olan hurufuna (harflerine) hücum ediliyor, ve onların tebdiline (değiştirmeye) çalışıyorlar.” (Rumuzât-ı Semâniye, 7. Remiz)[2] “(25. Söz’de bahsidilen) Bu gaybdan haber veren âyetler, pekçok tefsirlerde izah edilmesinden ve eski harfle tab etmek niyeti müellifine verdiği acelelik hatasından burada izahsız ve o kıymetdar hazineler kapalı kaldılar.” (25. Söz)[3]  Üstad bu hadiseyi şöyle anlatır “Bekir Efendi, Onuncu Söz'ü (eski harfle) tab etti. İ'caz-ı Kur’âna dair Yirmibeşinci Söz'ü, yeni huruf (yeni harfler) çıkmadan tab etmek için ona gönderdik. Onuncu Söz'ün matbaa fiatını gönderdiğimiz gibi, onu da göndereceğiz diye yazdık. Bekir Efendi, benim fakir hâlimi düşünüp matbaa fiatı dört yüz banknot kadar olduğunu mülâhaza ederek ve kendi kesesinden vermek, belki Hoca râzı olmaz diye onun nefsi onu aldattı. Tab edilmedi. Hizmet-i Kur’âniyeye mühim bir zarar oldu.” (10. Lem’a, Şefkat Tokatları)[4] Barla Lâhikası[5]  Husrev Efendi’nin devamlı hizmetinde bulunan kendi talebelerine daha sonraki yıllarda anlattığına göre, kendileri, “Üstadım, zamanla Latince baskının önü alınamayıp tamamen Latinceye geçilir mi?” tarzında endişelerini beyan etmesi üzerine Üstad Bedîüzzaman “Hazret-i Ali (ra)’dan sınırlı bir müddet için mânevî âlemde izin aldım” diye cevab vermiştir. Yukarıda geçtiği üzere bu müddet dolduğunda Hazret-i Üstad haber göndererek “Bu kadar yeter baskıyı durdurun” demiştir. Fakat maalesef bu emir gereği gibi anlaşılıp uygulanamadan Hazret-i Üstad âhirete irtihal etmiştir.[6] Üstad zaruret miktarı prensibini şöyle ifâde eder “Risâle-i Nur'un bir vazifesi; huruf-u Kur’âniyeyi muhâfaza olduğundan, yeni hurufa zaruret derecesinde inşaallah müsaade olur.” (Kastamonu Lâhikası)[7] “Tab (matbaa baskısı) yoluyla işe girişilse, şimdi ekser halk yalnız yeni hurufu (harfleri) bildikleri için, en çok risâleleri yeni hurufla tab etmek lâzım gelecek. Bu ise Risâle-i Nur'un yeni hurufa bir fetvası olup “şakirdleri de o kolay yazıyı tercih etmeğe sebeb olur.” (Emirdağ Lâhikası)[8] Tarihçe-i Hayat[9] Kastamonu Lâhikası[10] 14. Şua, Afyon Mahkemesi Müdafaanâmesi[11] 14. Şua, Afyon Mahkemesi Müdafaanâmesi[12] Tarihçe-i Hayat. Aynı hikmeti, Hazret-i Üstad’ın şu cümleleri de açıkça gösteriyor: “Risâle-i Nur kendi şakirdleri ile lâakal (en az) yüzer kalemle yüzer parça Risâle-i Nur'un eczalarıyla ve intişar eden yirmi bin nüshasıyla lâakal yüz bin adamı Kur’ân harfleri lehine (geçirmiştir).” (18. Lema)

Cemal ERŞEN 01 Kasım