
bu kadar muazzez insanı, bu kadar kahramanı, bu kadar yıldızı bir arada hiç görmedi. Kendi milletlerinin güneşleri olan Peygamberlerin müstesna olduklarını biliyoruz. Peygamberlerden hemen sonra, “insanlık içinden çıkarılan en hayırlı ümmet” (3/110) olan ve tüm semâvî kitaplarda medh ü sena edilen bu mümtaz heyet, Efendimiz (asm)’ı görüp îman eden ve bu îmanla âhireti teşrif eden sahâbeler cemaati. O’nunla (asm), deryalara bile dalsa birlikte gitmeye azmetmiş, seferde hazarda, kınayıcıların kınamasına aldırmadan O’na (asm) biat etmiş; insanı insan eden tüm vasıflarda en yüksek mertebeye ulaşmış bu seçkin cemaat, sahâbeler topluluğu, altını çiziyorum, ‘tek tip’ değil. Farklı fıtratlarda, ama her birisi karakterini inkişaf ettirmiş, kemâle ermiş, En Güzel Örnek’ten (asm) kendisine bakan yönleri keşfedip, îcap ettiği surette icra ve tatbik etmiş, medenî ümmetlere imam olacak derecede îman ve ilim kazanmış bir cemaat. “Peygamber nazarı”nın nurâniyetinden istifâde ile Allah’ın “Habibim!” dediği Sevgili’yi (asm) analarından, babalarından, canlarından çok seven ve bu eşsiz sevgiyi her fırsatta ispat eden bu muhteşem topluluk, melâikelerden müteşekkil değil; Efendimiz (asm) gibi beşer onlar da, bizim gibi insan yahut. Nasıl ki bize En Güzel Örnek olsun diye Efendimiz (asm)’ın her hâli harikulâde ve mucizevî değil; O da (asm) bizim gibi üşür, hasta olur; bizim gibi yaşar, tâ ki bize numune olsun. İşte bunun için, sahâbeler kavmi de bizler gibi, kim hangi fıtratı ararsa onun kemâlini bulabileceği mükemmel bir topluluk. Onun için Efendimiz (asm) onlara “Gökteki Yıldızlar” dedi. Onun için “Hangisine uyarsanız hidâyete erersiniz” dedi. Saadet Asrı’nın sâkinleri, asra yemin olsun, asrında, aslında ve neslinde iki cihan saadeti yakalamak isteyenlere yeter. Onlar, dinin, Kur’ân’ın, sünnetin hakikî taşıyıcıları. Onlar, insanlığın, mertliğin, kahramanlığın, fedakârlığın en hâlis temsilcileri. Onlar Peygamberler Reisi, Evliyalar Seyyidi, Şefkatli Resûl’ün (asm), canımızdan muazzez Efendimiz’in (asm) yol arkadaşları. Bir hadis-i şerifte Resûl-i Ekrem (asm) şöyle buyurur: “Rabbime benden sonra ashabımın ihtilafını sordum. Bana şöyle vahyetti: Ey Muhammed! Senin ashabın göklerdeki yıldızlar mesâbesindedir. Bir kısmı diğerinden kuvvetli ise de, her birinin nuru vardır. İhtilaf ettikleri hususlarda onların üzerinde bulundukları görüşlerden birine uyan kişi, benim katımda hidâyet üzerindedir.’ Allah Resûlü şöyle devam etti: Ashabım yıldızlar gibidir. Hangisine uyarsanız hidâyet bulursunuz.” (Rezin, Hz. Ömer’den merfu olarak; Cemü’l-Fevâid, II, 201) Yüce Yaratıcı yaratılış tertibinde, bu övdüğü seçkin topluluğu, tek tek, en lâyık olanları seçerek aynı devirde yaratmıştır. Sevgili Peygamberimiz (asm)’ı liyâkatinden dolayı Kâinatın Efendisi (asm) olarak seçen Cenâb-ı Hak, O’nun (asm) arkadaşlarını da insanlık içinden tespit etmiştir. Bu güzide topluluğun aynı devirde yaratılması şüphesiz tesâdüf değildir. Nitekim İbni Mesud (ra) şöyle der: “Allah kullarının kalbine baktı ve Muhammedi (asm) seçip O’nu peygamberlikle gönderdi. O’nu ilmiyle seçti. O’nun ardından insanların kalbine baktı ve ‘Ona sahâbîler seçti. Onları dininin yardımcıları, Peygamberinin de vezirleri olarak kıldı.” İbni Ömer (ra) da sahâbeleri şöyle tavsif eder: “Onlar bu ümmetin en hayırlısıdır. Onlar kalp bakımından insanlığın en doğruları, ilim bakımından en derinleri, zahmetlere katlanma bakımından en azlarıdır. Onlar öyle bir kavimdir ki Allah onları Peygamberinin sohbetine almış ve dinini insanlara nakletmek için seçmiştir.” Ümmet-i Muhammedin âhirinden olan bizlere düşen bu yıldızlara kardeş olmak. Onlardan yaratılışımıza, karakterimize, meşguliyetlerimize en münâsip yıldızları tespit edip, onlar gibi, Allah ve Resûlüne ittiba etmek. Bunun için adımları doğru tespit etmek gerek: Elbette birinci adım, onları tanımak olmalı. Nevzuhur, sahte, dünyevî, süflî sözümona kahramanlarla ömürlerinin en güzel dönemleri telef olan evlatlarımızı da sahâbelerle tanıştırmalıyız; gerçek kahramanlarla, seçkin insanlarla. Yıldızlara kardeş olmaya niyet etmek, yeni nesilleri de buna özendirmek bu zamanın en mühim ve kıymetli vazifesi. Bu mühim hizmete bir nebze katkımız olur niyetiyle bu ayki sayımızı hazırladık. Sahâbelerin ehemmiyetini bilip takdir etmek ve neticede onlara hakikî bir muhabbet besleyerek itaat etmek günümüzde ciddi oranda zayıflayan ve meş’um odaklarca zaafa uğratılmak istenilen hazine kıymetinde bir haslet. Zîra Efendimiz’e (asm), sünnetine doğrudan ilişemeyen suiniyet sâhibi mihraklar, sahâbelere dil uzatarak, sahâbe sevgisini zayıflatarak kirli gâyelerin ulaşmak istiyorlar. Tenkit diliyle sahâbe değerlendirmeleri yapmak bir insan için en büyük bedbahtlıktır. Onları Allah’ın verdiği kıymetle bilip sevmek ve onlar gibi olmaya gayret etmek ise en büyük bahtiyarlıktır. Niyazımız ve duâmız bizleri bu güzide cemaate kardeşler yapması. Umuyorum, bu ayki dosyamızdan istifâde ederiz ve hep birlikte irfan ve medeniyetin gerçek adresi olan Medine’ye sevdamız daha da ziyâdeleşir.

Geçmişi çok öncelere dayanmakla beraber, bugün “bilim” diye isimlendirdiğimiz bilgi ve düşünme kavramı, insanlığın oldukça yeni sayılan bir mamulüdür. Bilimsel düşüncenin kaynağında iki temel ihtiyaç yatmaktadır. Bunlar: Hayatı güvenilir ve rahat kılma ve dünyayı anlama isteğidir. Bunların neticesinde, gözlem ve gözleme dayalı akıl yürütme yoluyla kâinatta cereyan eden hâdiseler birbirine bağlanmaya başladı. Basit gibi görünen olayları anlama çabası, aslında dünyanın gizemlerle dolu bir yer olduğunu ve bunları çözümlemek gerektiği hakikatini doğurmuştur. 15. yüzyılda rönesans ve reform hareketlerinden sonra da yeni buluşlarla “modern bilim” süreci başlamış ve günümüze kadar gelmiştir. Bugünkü modern bilim; materyalist, pozitivist bir altyapıya oturtulmuştur. Batıda oluşturulmuş bu bilimler, batının tarihini ve düşüncesini yansıtırlar ve iddia edildiği gibi objektif değillerdir. Fizik, kimya, biyoloji, coğrafya, astronomi gibi tabiat (doğa) bilimleri, kâinattan ve hâdiselerden bahsederken ısrarla, bunların arkasında “sebeplerin ve tabiat kanunlarının” olduğunu veya bu hâdiselerin “kendi kendine meydana geldiğini” söyler. Hayatın başlangıcı, yağmurun oluşumu, depremler, Dünyanın hareketleri, Güneşin yapısı, atom ve hücrenin vazifeleri gibi bütün hâdiseler hep bu şekilde izah edilir. Bu fenler açıkça Allah’ı inkâr etmezler, fakat Yaratıcı’nın kâinata müdâhalesini üstü kapalı olarak reddederler. Bu yüzden yıllarca bu fenleri okuyan kimseler ister istemez her şeyde tabiat ve sebeplerin tesirini kabul eden bir zihin yapısına sâhip olurlar. Fakat modern bilimin bu denli ilerlemesiyle birlikte, aslında gerçek anlamda bir neticeye vardığı söylenemez. Çünkü tarifinde denildiği gibi bilimin amacı gizemlerle dolu olan dünyayı anlama ve çözümleme gerekliliğidir. Bu noktadan baktığımızda modern bilimin daha bilmediği pek çok şey olduğu ortaya çıkar. Çünkü bu bilimler, kâinattaki hâdiselerin arkasında sebeplerin ve tabiat kanunlarının olduğunu veya bunların kendi kendilerine meydana geldiklerini söylerken akıldan istifa edip bilime zıt bir yolu seçmiş oluyorlar. Bilim adına ortaya atılan hipotezler, modern bilimin varılması gereken gerçeği bilmediğini gösteriyor. Bilimin asıl hakikate nasıl işâret ettiğini gelecek olan hakikatler gösterecek. BÜTÜN MADDELERİN YAPI TAŞI: ATOM Kâinatta var olan her şey atomlardan meydana gelmiştir. Bunlar öyle küçük parçacıklardır ki en güçlü mikroskoplarla dahi bir tanesini görmek mümkün değildir. Bir atomun çapı ancak milimetrenin milyonda biri kadar olmasına rağmen %99.9999999’u boşluktur. Atom; pozitif yüklü protonlar, negatif yüklü elektronlar ve yüksüz nötronlardan oluşur. Nötron ve protonlar birbirleriyle bitişik halde çekirdeği oluştururken, elektronlar sâniyede 1000 km gibi olağanüstü bir hızla, hiç durmadan çekirdek etrafında dönerler. Bu dönüş, bizim yörünge adını verdiğimiz yollarda, çok büyük bir düzen içinde ve hiç durmaksızın gerçekleşir. Atomun kütlesini oluşturan çekirdek, atomun toplam hacminin trilyarda birini oluşturur. Ancak bu kütle oldukça büyük bir yoğunluğa sâhiptir. Çünkü atom ağırlığının neredeyse tamamını içerir. Eğer, örneğin İzmir’deki Hilton binasını oluşturan atomların içindeki boşlukları kaldırmak mümkün olsaydı, geriye bir kutu şekerden daha küçük bir şey kalırdı. Ancak kütlesi değişmediği için bu kutuyu en güçlü vinçler bile kaldıramazdı. Normalde fizik kurallarına göre aynı yüke sâhip o lan taneciklerin birbirini itmesi gerekirken, çekirdekteki protonlar, hepsi pozitif yüke sâhip olmasına rağmen bir arada dururlar. Onların birbirini itmelerini engelleyip bir arada durmalarını sağlayan çok güçlü bir “nükleer kuvvet” vardır. Bu kuvvet o kadar hassastır ki eğer biraz daha zayıf olsaydı, protonları bir arada tutamayıp dağıtacak; biraz daha kuvvetli olsaydı, o zaman da bütün protonları birbirine yapıştıracaktı. Her iki durumda da hayatın oluşması mümkün olmazdı. Ayrıca proton ve elektronun elektriksel yüklerinin birbirine eşit olması, çekim kanunu, merkezkaç kuvveti, itme kuvveti, zıt spinden dolayı ortaya çıkıp elektronları bir arada tutan kanun, nükleer kuvvet gibi daha birçok hayatî önem taşıyan hassas dengeler vardır. Bunların hepsi birlikte bu yapının ancak nihâyetsiz bir hikmet ve her şeyi kuşatan bir ilim sâhibi olan bir Zât-ı Alîm-i Zülcelâl’e âit olduğunu gösterir. Yapısı cihetiyle hârika bir sanat eseri olmakla birlikte, atomun görmüş olduğu vazifelerde de mükemmel bir intizam vardır. Çünkü atom yalnız değildir. Kendisi gibi had ve hesaba gelmeyen atomlar içinde gezip beraber iş görürler. Ayrıca bir atom, birçok varlığın içine girip, mükemmel bir şekilde çalışır. Bunu bir örnekle açıklayalım. Sağır, kör, dilsiz bir adamı düşünelim ki girmiş olduğu her fabrikada (otomotiv, tekstil, kimya, …), sanki yıllardır bu işi bilen bir ustaymış gibi birden bire çalışmaya başlıyor. Bu adamın bu hâliyle böyle işler yapmasını her halde mucize olarak nitelendiririz. Fakat nedense aynı şeyi bir atom yapınca bu bize normal geliyor. Cansız, şuursuz, gözsüz, elsiz, zerre kadar bir atomun, canlı veya cansız, girmiş olduğu her mevcutta muntazam bir şekilde çalışması; onun güneş gibi bir zekâ ve düşünme gücüne, güneşin ışığı gibi kuşatıcı bir ilme, harareti gibi kapsamlı bir kudrete, ziyâsındaki yedi renk gibi muhit duygulara ve gezdiği her yere ve işlediği her mevcuda yönelik bir yüze ve görür bir göze ve geçer bir söze sâhip olması gerekir. Bu ise “bilimsel bakış açısına” sâhip hiçbir kimsenin kabul edemeyeceği bir safsatadır. Atomun bu hâli, ona bu işleri yaptıran Cenâb-ı Hakk’ı bize güneş gibi gösterir.

Peygamber Efendimiz (asm), miladî olarak bundan 1439 sene önce dünyayı teşrif etmişlerdir. Elbette Efendimizin dünyaya gelmelerinin birçok güzellikleriyle beraber, sosyolojik ve fikrî açıdan birçok değişikliklerin meydana gelmesinde de önemi vardır. Biz bu yazımızda, Efendimizin doğumu esnasında vücuda gelen hâdiselerden bazılarını zikrederek bazı değerlendirmelerde bulunacağız. O hâdiselerin günümüz açısından taşıdıkları izlerin izini süreceğiz. Nasipse payımıza düşeni almaya çalışacağız. ARTIK BİTTİ Hassan b. Sabit (ra), 571 senesi (12 Rebiülevvel) Pazartesi gecesi sabaha karşı bir Yahudi’nin “Hey Yahudiler! Haberiniz olsun: Ahmed’in yıldızı bu gece doğdu! Ahmed bu gece dünyaya geldi.”1 dediğini aktarır. Bunun üzerine Yahudiler araştırılar ve o gece Kureyş kabilesinden Abdullah’ın bir oğlu olduğunu öğrenirler. Dünyaya gelen o çocuğun sırtında bir mühür vardır. Bu mühür, doğan bu çocuğun âhirzaman peygamberi olduğunun alâmetidir. Bundan sonra Yahudiler arasında şu kanaat ve üzüntü ifâdeleri dolaşır olmuştur: “Peygamberlik artık İsrail Oğullarından gitti! Kureyşlilere öyle bir devlet gelecek ki, haberi doğudan batıya kadar ulaşacaktır.”2 ON DÖRT ADIM SONRA Aynı gece Medâyin şehrinde de bir hareketlilik yaşanmıştır. Sarayında mışıl mışıl uyuyan hükümdar, dehşetli bir sarsıntıyla uyanmıştır. Halk da panik hâlinde sokağa fırlamıştır. Sabah yapılan toplantıda alınan habere göre: Kisra’nın sarayının on dört burcu paramparça olmuştur. Ayrıca İstahrabat’ta bin yıldır alev alev yana gelen ve insanların tapındıkları ateş o gece âniden sönüvermiştir. İran baş kadısının gördüğü rüya tedirginliği daha da arttırmıştı. Kadı, rüyasını şöyle anlattı: Gördüm ki, yüzlerce kükremiş deve, önlerinde şaha kalkmış Arap atları olduğu hâlde Dicle suyunu geçti ve İran topraklarına yayıldılar. Netice olarak, Araplar tarafından çok önemli şeylerin olacağı düşüncesinde birleştiler. Bu düşüncenin netleşmesi için de, Şam yakınında Cabiye’de oturan Satih isimli kâhinin bilgisine mürâcaat etmek üzere birisini görevlendirdiler. Satih, kemiksiz, neredeyse âzasız bir vücuda sâhipti. Ne var ki, gaybdan verdiği haberlerin doğruluğu o zaman insanları arasında şöhret bulmuştu. Son sözü Satih söyledi: “İlâhî vahyin okunması çoğalacak! Asanın sâhibi, peygamber olarak gönderildi. Semâve Vadisini su bastı, Farsların ateşi söndü. Artık Şam da Şam değil Satih için... Şunu bilin ki, zaman üzerinde hükmü geçerli olan Mutlak Hâkim, böyle istedi ve gelen peygamberle nebilik ipinin iki ucunu düğümledi. Sasanîlerden, yıkılan burç sayısınca hükümdar gelecek ve sonra hüküm yerini bulacaktır.” Altmış yedi yıl sonra on dördüncü hükümdar da görevini ifa etti ve İran toprakları, Kadisiye’de vâki savaşla İslâm topraklarına katıldı. BİR KAVİM GELECEK Kİ Efendimizin (asm) doğumunun üzerinden 1439 sene geçti. Yani on dört asır tamamlandı. Bir anlamda on dört burç yıkıldı. Bu hâl ve keyfiyet, yeni bir durumu, yeni bir yapıyı işâret ettiğini, geçmişte yaşanan on dört burcun yıkılması hâdisesinde gözlemlemekte ve on dört asır sonra yepyeni bir dünyayla uyanacağız demekte herhangi bir beis olmasa gerektir. Zîra günümüz dünyasında sosyolojik, psikolojik, ekonomik, hatta coğrafik yeni birçok gelişmeler oluyor. Terâzinin kefeleri eskisinden çok daha hızlı dengelenmeye, hiç beklenmeyen gelişmelerin verdiği şaşkınlıkla ülkeler sürekli strateji geliştirmeye uğraşmaktadırlar. Bütün bunlara rağmen, hiç yenilmez denilen, üzerinde güneş batmayan, süper denilen coğrafyaların namlarına rağmen bir el, her şeyin üstünde bir el bambaşka, beklenmedik icraatlar yaptığı gözlemlenmektedir. Yahudi’nin aklı başından gitmişçesine bağırarak “Peygamberlik artık İsrail Oğullarından gitti!” dediği tablo netleşmekte, Satih’in kehâneti, hakikat suretinde tecelli etmektedir. Kendilerine tanrısal güç atfedenler aczlerini itiraf etmekte, köleler, halktan insanlar baş göz üstünde tutulmaktadırlar. Artık ne okyanus ötesi, ne de çölün ihâneti kalmamıştır. Bundan böyle hakikatler dört mevsimin yaşandığı memleketlerden dünyanın dört bir yanına nefes vermektedir. Ve görünen o ki, Peygamberî nur (yıldız), Türkiye’nin al bayrağının üzerindeki yıldızda parlamaya başlamıştır. Efendimizin doğumundaki bütün müjdeler adına, bu gece hep beraber yeniden doğmalıyız. Onun ümmeti olmanın sorgusu içerisinde hayatımıza baştan bakmalı, yeni ve sünnetî bir yol çizmeliyiz. İsa (as), “İkinci kez doğmayanlar, gerçek îman etmiş olmazlar” buyurmuştur. Rabbimiz de: “Ey îman edenler, îman ediniz!” demekle bizi farkındalığa davet etmektedir. Ne mutlu fark edebilenlere. Geceniz mübârek olsun! Kastalânî, Mevahibû'l-Ledünniyye, c. 1, s. 22.İbni Sa'd, Tabakat, c. 1, s. 162163.

Onlar, yalanın tüm çirkinliğiyle gözüktüğü ve doğrunun bütün güzelliği ile göründüğü bir asrın çocuklarıydılar. Onlar, yalanla doğru arasındaki mesâfenin, yerle gök kadar açıldığı bir zamanın insanlarıydılar. Onlar, yalanı tercih etmenin kolay, doğruyu tercih etmenin çilelerle dolu olduğu bir dönemin kahramanlarıydılar. Onlar, Ebû Cehil gibi, Ebû Leheb gibi, Müseylime-i Kezzab gibilere uyulsa dünyevî zarar görülmeyecek, Muhammedü’l-Emin (asm)’a tâbi olunsa tatlı canın bile kaybedileceği bir devrin bahadırlarıydılar. Hâl böyle dehşetliyken, durum bu denli zor ve şiddetliyken, vaziyet hayat-memat derecesinde tehlikeliyken nasıl bir sır ile onlar; bâtılı değil de hakkı, yalanı değil de doğruyu, küfrü değil de îmanı, dalâleti değil de hidâyeti, dünyayı değil de âhireti, hususan Muhammedü’l-Emîn’i (asm) tercih ettiler? Onlarda Mekke müşriklerinde ve Medine münâfıklarında olmayan ne vardı da; Onlar Efendimizi (asm) mallarından, canlarından, dünyalarından aziz bildiler? Nasıl bir îmanları vardı ki; herbiri,“Anam, babam, tatlı canım sana feda olsun yâ Resûlallah” diyerek O’nun (asm) getirdiği her şeyi, ne pahasına olursa olsun baş tacı edebildiler? EVET; Sahâbeler hakkı, doğruyu, îmanı, hidâyeti, âhireti, hususan Muhammedü’l-Emîn’i (asm) tercih ettiler. Îman, Kur’ân ve İslâmiyet yolunda neleri varsa feda ettiler. Çünkü Onlar, hakka âşık, doğruluğa müştak, adâlet ve hakkaniyete gönülden bağlı insanlardı. Çünkü Onlar, yalan söylemektense bir bardak zehiri içip ölmeyi tercih edecek kadar hakikate sâdıklardı. Çünkü Onlar, sâdece ama sâdece hakkın müşterisi olup, ulvî hislerle dopdolu, güzel ahlâka vurgun, tüm insanlığa, insanlığı öğretecek derecede mükemmel kılavuzlardı. Çünkü Onlar, Allah tarafından nefisleri arındırılmış, mâneviyatları olgunlaştırılmış ve bütün mânevî cihazları ile Rablerine yönelen ve kulluğun her çeşidine ve şükrün her şubesine mazhar sanki bir ibâdet, sanki bir şükür fabrikası gibi çalışan kâmil Müslümanlardı. Çünkü Onlar, akıllarını, kalblerini, ruhlarını, nefislerini vahyin nuruyla terbiye etmiş bütün çağlara yol gösterebilecek muhteşem yıldızlardı. Çünkü Onlar, küfürden nefret ettikleri kadar küfrün arkadaşı olan yalandanda nefret eden adam gibi adamlardı. Çünkü Onlar, aleyhlerine bile olsa doğruyu söyleyen, yalana, iftiraya, gıybete hiçbir şekilde tenezzzül etmeyen, düşmanlık yaparken bile düşmanının hakkına riâyet edip onun seviyesine düşmekten çekinen mümtaz vicdanlardı. Çünkü Onlar, Allah’ın Kelâm’ından Rablerinin rızasını arayan, O’nu râzı etmeyi ve onun muhâbbetine mazhar olmayı en mühim maksad bilen seçkin fedailerdi. Çünkü Onlar, bütün dünya Peygamberimize (asm) ve getirdiklerine muhalif ve muarız iken her şeyleriyle Resûl-ü Ekrem’in (asm) davasına ve mirasına sâhip çıkan ve bütün dünyaya meydan okuyan korkusuz arslanlardı. Çünkü Onlar, o derece ki, Fahr-i Âlem’in (asm) mübârek ağızlarından dökülen tükürüğü dahi zâyi etmeyip onunla teberrüke can attıkları gibi aynı mübârek ağızdan dökülen iki dünya saadetini temin eden hakikatler için her şeylerini fedadan çekinmeyen ashâb-ı kiramdı. Çünkü Onlar, herkesten ziyâde dünyanın fâni ve fena yüzünü görüp, âhiret yurdunu düşünen ve ona göre hareket eden hakikî ehl-i îmanlardı. Çünkü Onlar, aynı Rehberleri (asm) gibi kalblerini bir kumandan yapıp, en geniş bir dâirede bütün duygularıyla ibâdete koşanlardı. Çünkü Onlar, dünyaya pek çok girdikleri halde, onu kesben değil kalben terk edip dünyaya aldanmayan müteyakkız kullardı. Çünkü Onlar, Peygamberimizin (asm) sohbetinin feyziyle nurlanan, o sohbetin mânevî boyasıyla boyandıktan sonra bütün cihana üstad ve medenî milletlere muallim olanlardı. Çünkü Onlar, Efendimizin (asm) rahle-yi tedrisinden geçen, her yönden onun sünnetlerini kendilerine rehber ve örnek alan saff-ı evvel sahâbe-i kirâmdı. Çünkü Onlar, sıdk ve sadakatiyle âlâ-yı illiyyîne, yücelerin en yücesine çıkan, Muhammedü’l-Emin Aleyhissalâtü Vesselâm'ın talebeleriydiler. Ve Çünkü Onlar, Hakku’l-Mübîn olan Rabbimizin Habîbi, iki cihanın serveri, doğruluğun timsâli olan Muhammed Mustafa’nın (asm) sahâbeleriydiler. Evet, Rabbimizden niyazımız odur ki; bizleri dünyada onların sırlarına mazhar ve davalarına vâris kılsın. Âhirette de o kahramanların şefaatlarına bizleri nâil edip cennette onlara komşu eylesin. Âmin.

Tarihin sayfalarından, asırlar geçip de bugüne kadar gelen şahsiyetler hep taşıdıkları mesajlarla var olmuşlardır. Mesajları var oldukça, zaman onları eskitememiş ve gönüllerde her asırda yer bulmuşlardır. İşte kitaplara, eserlere, söyleşilere konu olan örnek şahsiyetler, hayatlarında örnek olunacak söz ve hareketleri bulunanlardır. Bir de Âlemlerin Rabbinin (cc) kitabında yeminle “hayatında güzel örnekler bulunduğunu”1 bildirdiği şahsın, hayatıyla hayatlarını örneklendirdiği şahsiyetler vardır ki, onlar O’nun (asm) mesajlarını bugüne kadar taşımışlardır. İşte onlar hayat yolunda Rabbimize (cc) ve onun eşsiz Peygamberine (asm) bağlanan ve onunla yükselen ebed yolcularının saff-ı evvelleri olan Ashâb-ı Kiram hazretleridir. Acaba var mıdır bugüne mesajları? Saadet asrının, sevgiliden gelen bütün güzelliklerini üzerlerinde taşırlar da, bugüne taşınacak bir şeyler bırakmazlar mı? VESİLE OLMAK Efendimiz (asm) âhirete irtial etmiştir. Kutlu belde Medine-i Münevvere hiç bu kadar mahzun olmamıştır. Artık Onsuzluk sıkıntılı olmaya başlamış, sahâbeler Onsuzluğa alışmaya gayret ederlerken, Onun müezzinliğini yapma şerefine nâil olan Seyyidü’l-Müezzin Hz. Bilâl, daralmayı, yerinde duramamayı daha farklı hisseder olmuş ve şimdilerde medfun olduğu Şam tarafına gitmeye niyetlenmiştir. Resûlullah Efendimizin Halifesi Hz. Ebu Bekr-i Sıddık’ın (ra) gönlü yoktur onun Medine’den ayrılmasına ve de izin vermez. Huzura çıkar Hz. Bilâl "Ey Halife, sen beni köleyken, bedelimi ödeyip satın aldın ve serbest bıraktın! Sen beni kendin için mi aldın, yoksa Allah için mi” der ve ekler, "Eğer sen beni Allah için azad ettinsen bırak istediğim yere gideyim, yok kendi nefsin için azad ettinse beni yanında alıkoy"2 der. Bir sahâbenin dudaklarından dökülen belâgatli ve muhatabı sıkıntıya sokan sözleridir bunlar. Söylemiştir de bugüne kadar akis bırakmıştır. İnsanlara hakikatleri anlatmaya çalışanlara çok ince bir ölçü koymuştur Hz. Bilâl. İnsanlara hakikatleri anlatıp hidâyetlerine vesile olduysanız, onlar bir ömür bu vesileliği size ödemek zorunda değildirler. Güneşi anlattıysanız, tanıttıysanız, aradan çekilmeyi de biliniz. Bırakın onlar hakikatleri değer ölçülerinde Kur’ân ve Sünnet terâzisinde tartsınlar ve nerede daha çok Allah’ın rızası varsa oraya gitsinler HAKPEREST OLMAK Zaman Hz. Ömer’in (ra) hilâfeti zamanıdır. İslâmiyet genişlemiş, nice fetihler sonucunda nice devletler ve topraklar feth edilmiş, kazanılan büyük ganimetler hilâfet merkezine doğru akmaya başlamıştır. Halife divan teşkilatı kurmaya karar verir ve Resûlullah Efendimize (asm) yakınlık derecelerine ve savaştaki başarılarına göre ashâba maaş dağıtmaya başlar. Bu arada Hz. Üsame b. Zeyd'e dört bin veya beşbin dirhem kendi oğlu Hz. Abdullah'a ise ikibin dirhem verir. Hz. Abdullah babasına sorar “Neden Üsame'ye bana verdiğinden daha fazla verdin? Hâlbuki onun katılmadığı savaşlara ben katıldım”. Baba Hz. Ömer “Allah Resûlü Üsame'yi senden daha çok severdi. Üsame'nin babasını da senin babandan daha fazla severdi” diyerek oğlunu susturur3. Oysa halifedir Hz. Ömer. Oğluna daha fazla ödenek ayırsa kim itiraz edebilir. Ya hakperestliği ve Resûlullah’a (asm) sadakati ifâde eden sözleri çok daha mânidardır. “Allah Resûlu Üsame’yi senden, onun babasını da senin babandan fazla severdi.” Bu kadar mı nefse ağır gelen sözler edilir. Bu kadar mı bir hakikat açıkça izhar edilir. İnsanların hakkı bu kadar mı adâletle iade edilir. Hem de her bir imkânın başında iken, kendisine beşerî bir hesap soracak kimse olmazken. İşte mesaj var Hattab’ın oğlu Hz. Ömer’den. Hakperest olmak, her şartta kendimize dokunsa da hakkı hak sâhibine iade etmek, hak sâhiplerini tevillerle kendi ifâdelerine âlet etmemek adına. HAYÂ SÂHİBİ OLMAK Hz. Osman bin Affan (ra) varlıklıdır, zengindir, şeref ve izzetlidir, Efendimize (asm) gelmiş biat etmiştir. O günden sonra sanki Efendimiz (asm) hayânın şehri o da hayâ şehrinin kapısı, hayâ denildi mi akla gelen ilk isimlerden birisi olmuştur. Bu hâl arz üzerinde intişar etmekle kalmamış, Allah (cc) katına yükselerek Efendimizin (asm) ifâdesiyle melekler dahi ondan hayâ eder olmuşlardır4. Hayâ içinde yaşayıp hayâyı son nefese taşımanın eğitimini bizzat yaşayarak göstermiştir Hz. Osman (ra). Hayânın Allah katındaki ve insan hayatındaki öneminin mesajını verir. Asırlar öncesinden, hayâsız zamanlara… Cenâb-ı Hakk’ın büyüklüğünü, hayatlarının her nefesinde haykıran ve O’ nun (cc) emirlerini yerine getirme hususunda zamanın, senelerin, asırların harcayamadığı, unutturamadığı insanlardır onlar. Mesajları vardır onların, alıcılarını açık tutup, mesajlarını alabilenlere. Allah’a emânet olunuz. Kur’ân-ı Kerîm, Ahzap Sûresi, 21. âyet. “Yemin olsun ki, sizin için, Allah’a ve âhiret gününe kavuşmayı umanlar ve Allah’ı çok ananlar için Allah’ın Resûlünde güzel bir örnek vardır1.” 1O Zât (asm) delâil-i Âfâkiye denilen haricî deliller ile musaddak olduğu gibi, delâil-i enfüsiye denilen zâtında ve nefsinde sâbit deliller ve işâretlerle dahi musaddaktır. Çünkü O Zât (asm) şems gibidir. Zâtını Zâtı ile ziyalandırarak gösterir. Mesela bütün ahlâk-ı hamîdenin en yüksekleri O Zât (asm)’da ictima etmiş olduğuna bütün âlem şehâdet ediyor. Ve keza O Zât (asm)’ın nezih hasletleri ve huyları ve en yüksek seciyeleri câmi bir şahsiyet-i mâneviye sâhibi olduğuna icma vardır (Risâle-i Nur, Mesnevi-i Nuriye, 17). Muhammed Yusuf Kandehlevî, Hayatü’s-Sahâbe, İbn Sa'd, Tabakat III, 238. İbn Abdi'l-Berr, a.g.e.; İbn Sa'd, a.g.e., III; 296, 297; el-Askalânî, a.g.e., I, 29; İbnü'l-Esîr, Üsdü'l-Gâbe, I, 80. İbrahim Canan, Kütüb-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları, 12/459-460.

Malum olduğu üzere Allah indinde din İslâm’dır. Dinin kaynağı Allah’ın kitabı Kur’ân ve Resûlünün sünnetidir. Bu hakikat için Peygamber Efendimiz (asm) şöyle buyurmuştur: “Size iki şey bırakıyorum. Bunlara uyduğunuz müddetçe asla sapıtmayacaksınız: Allah'ın Kitab'ı ve Resûlünün sünneti.” (Muvatta, Kader 3, 2, 899). İslâmiyetin temel iki kaynağı, murad-ı İlahînin ne olduğunu, nasıl yaşamak ve nasıl hareket etmek gerektiği ayrıntılı ve eksik kalmaksızın anlatır. Dinden uzak kalmayı tercih etmiş ve günah bataklığına düşmüş ehl-i sefahatı gittikleri yolun kendilerine zarar verdiğini anlatıp onları doğru yola davet eder. Onlar sefâhatte tiryaki olduklarından, nefsin günah noktasındaki isteklerine engel olmaya çalışan dinin tekliflerini yapamıyorlar. Kendilerine yapılan teklife: “Bunlar içtihadî meselelerdir. Hem bu meselede mezheplerin görüşü farklıdır. İlla da bunları bu şekilde yapmaya mecbur değiliz. Hem onlar da bizim gibi insanlardır, hata edebilirler. Öyle ise biz de onlar gibi fikir yürütür, istediğimiz gibi ibâdetimizi yaparız.” diyerek içtihat imamlarının büyüklerine kendilerinin de denk olduklarını iddia ederek mezhepsizlik icra ediyorlar. Oysa baktılar ki, müctehid imamlar dinin nazarî (fikrî) kısmıyla uğraşıyorlar. Dinin kat’î ve sâbit kısmına ilişmiyorlar. Ehl-i sefâhat, müctehid imamlardan daha iyi biliyoruz, anlayışımız daha kuvvetli deseler davaları dinin kat’î kısmına erişmeyecek. Karşılarında müctehid imamların arkasında dağ gibi duran sahâbelerin büyükleri var. Onlar Resûlullah’ın (asm) yanında yetişmişler. Âyet be âyet Kur’ân’ın nâzil olduğuna şâhid olmuşlar. İnen âyetleri Resûlullah’ın (asm) hayata nasıl tatbik ettiklerini görmüşler. O hakikatleri hayatlarına tatbikte kendi aralarında yarışmışlar. Her şey kendilerine ecnebî ve düşman iken kendilerini ve davalarını hayatta dimdik tutmuşlar. Dinin etrafında çelik dağlardan mürekkep sed oluşturmuşlar; haramîlere geçit vermiyorlar. Sefâhat ehli, dinin kat’î ve zarurî meselelerine fikirlerini karıştırmak, değiştirilmesi mümkün olmayan hükümlerini değiştirmek ve karşı gelmek için elbette, zaruriyat-ı diniyenin hameleleri ve direkleri olan sahâbelere ilişecekler. Ta ki, onlar gözden düşsün, güvenirlikleri ve itimat edilirlikleri bitsin, böylece zayıf kalsınlar. Kendileri de o zayıf yerden girip Kur’ân’a hücum etsinler. Hâlbuki mahfuziyeti Hak Teâlâ tarafından tekeffül edilen Kelâm-ı kadim ve Resûlullah’ın (asm) sünneti sonraki nesillere olduğu gibi noksansız aktarılması o mübârek nesil olan sahâbe efendilerimizin eliyle olmuştur. Allah Peygamberinin göz nurları bu sahâbelerin aktardığı hakikatler kıyâmete kadar kaimdir. Nitekim Hz. Peygamber (asm) bu hakikati şu sözleriyle ifâde eder: “Size, uyduğunuz takdirde benden sonra asla sapıtmayacağınız iki şey bırakıyorum. Bunlardan biri diğerinden daha büyüktür. Bu, Allah'ın Kitabı'dır. Semâdan arza uzatılmış bir ip durumundadır. (Diğeri de) kendi neslim, Ehl-i Beytim'dir. Bu iki şey, cennette Kevser havuzunun başında bana gelip (hakkınızda bilgi verinceye kadar) birbirlerinden ayrılmayacaklardır. Öyleyse bunlar hakkında, ardımdan bana nasıl bir halef olacağınızı siz düşünün” (Tirmizî, Menâkıb 77, (3790)). “… Sizden hayatta kalanlar benden sonra nice ihtilaflar görecek. Öyle ise size sünnetimi ve hidâyet üzere olan Hülefâyı Râşidîn'in sünnetini hatırlatırım, bunlara uyun ve dört elle sarılın. Sonradan çıkarılan şeylere karşı da son derece dikkatli ve uyanık olun. Zîra (sünnette bulunana zıt olarak) her yeni çıkarılan şey bir bid'attır, her bid'at de dalâlettir, sapıklıktır.” (Tirmizî, İlim 16, (2678); Ebu Dâvud, Sünne 6, (4607)). Yukarıdaki mübârek sözlerden de anlaşılacağı üzere sahâbe efendilerimize itimat edip onların gittikleri yoldan gitmeliyiz. Yoksa çok tehlikeli -sonu ateş olan- yanlış yola girme ihtimali var. Sahâbelere hiçbir cihette yetişilmez ve geçilemez. Hem sahâbe efendilerimize itimat edecek birçok sebepten bazılarını şu şekilde sıralayabiliriz. 1) SAHÂBELERİN ALLAH’IN RIZASINI KAZANMALARI VE KUR’ÂN’DA ZİKREDİLMELERİ Sahâbeler zamanında insanlık âleminde öyle büyük bir inkılab gerçekleşmiştir ki, benzeri ne görülmüş ne de görülecek. Çünkü o zamandaki o büyük inkılab-ı İlahî, Rabbimin rızasını nasıl kazanırım ve İlahî hükümleri daha iyi nasıl anlarım? üzere dönerdi. Öyle ki; bütün zihinler, murad-ı İlahîyi anlamak için nasıl hükümler çıkarabilirim, fikrine yönelik idi. Bütün kalpler, “Rabbimizin bizden istediği nedir?” diye merak ederdi. Hayatları bu şekilde cereyan ettiğinden her şey ve her hâl ve görüşmeler, sohbetler ve hikâyeler, bütün o mânâları bir derece ders verecek tarzda devam ettiğinden; içtihad ve en ince meselede hüküm çıkarmak için istidadı, kibrit çakar gibi nurlanmaya hazırlardı. Sahâbenin bir günde veya bir ayda kazandığı mertebeyi, o sahâbenin zekâ ve istidadında olan bir adam, şu zamanda on senede, belki yüz senede kazanamayacaktır. Hem sahâbeler Cenâb-ı Allah’ın insana olan yakınlığını peygambere yakınlık ile kazanmışlar. Ayrıca sahâbeler nefisleri tezkiye edip temizlediklerinden, nefsin mâhiyetindeki çok çeşitli cihazlar ile ibâdet ve şükür ve hamdin kısımlarına daha ziyâde mazhar olup kurbiyete çıkmışlar. Bu iki yolla da Allah rızasına mazhar olmuşlar. Allah (cc) da kitabında onları bu şekilde vasıflandırmış: “(İslâm dinini kabulde) öne geçen ilk Muhâcirler ve Ensâr ile onlara güzelce tâbi olanlar, Allah onlardan râzı olmuştur, onlar da Allah’tan râzı olmuşlardır ve onlar için, altlarından ırmaklar akan cennetler hazırlamıştır; orada ebedî olarak kalacaklardır. İşte büyük kurtuluş budur.” (Tevbe, 100) “Muhammed Allah’ın Resûlüdür. O’nunla beraber bulunanlar kâfirlere karşı şiddetli, kendi aralarında merhametlidirler; sen onların hep rükû ve secde ettiklerini görürsün; Onlar Allah’ın lütfunu ve rızasını ararlar. Yüzlerinde secdelerin izinden alâmetleri vardır. Bu onların Tevrat’taki vasıflarıdır. İncil’deki vasıfları ise, bir ekin gibidir ki filizini çıkarmış, sonra onu kuvvetlendirmiş, sonra kalınlaşmış ve gövdesi üzerine dikilmiştir; ekincilerin hoşuna gider; kâfirleri onlarla öfkelendirmek için böyle yetiştirilmişlerdir. Allah onlardan îman edip sâlih ameller işleyenlere bir mağfiret ve büyük bir mükâfat vaad etmiştir.” (Fetih, 29) 2) ALLAH RESULÜNÜN SOHBETİNDE BULUNUP TERBİYESİNDE YETİŞMELERİ Sahâbe efendilerimizin kitabı Kur’ân, muallimi Resûlullah’dı (asm). Peygamberimizin sohbeti öyle bir iksirdi ki, bir dakikada ona mazhar olanın mertebesine çıkmak için başkası senelerle mertebeleri geçip ancak hakikatın nurlarına ulaşabilir. “Çünkü sohbette insibağ ve in’ikas vardır.” Onlar, İn’ikasla ve ona tabî olup uymakla Resûlullah’ın aynasında en azim nurlu bir mertebeye çıkıp Allah’ın boyasıyla boyanmışlar. Peygamberimizin sohbetinin ne kadar tesirli olduğunu şu misallerden anlamak lâzım: “Bir bedevî adam, kızını sağ olarak defnedecek derecede bir kasâvet-i vahşiyânede bulunduğu hâlde, gelip bir saat sohbet-i Nebeviyeye müşerref olur, daha karıncaya ayağını basamaz derecede bir şefkat-i rahîmâneyi kesbederdi. Hem câhil, vahşî bir adam, bir gün sohbet-i Nebeviyeye mazhar olur; sonra Çin ve Hind gibi memleketlere giderdi, o mütemeddin kavimlere muallim-i hakaik ve rehber-i kemâlât olurdu.” (27. Söz) 3) PEYGAMBERİMİZİN ÜMMETİ İÇİNDE EN HAYIRLI OLMALARI Sahâbeler, genel olarak insanlık mertebesinin en yüksek derecesine çıkmışlar. Çünkü o zamanda, İslâmiyetin tesisinde hayır ve hak bütün güzelliğiyle, şer ve bâtıl bütün çirkinliğiyle görülmüş ve maddeten hissedilmiştir. Hatta şer ve hayır ortasında öyle bir ayrılık; yalancılık ve doğruluk arasında öyle mesâfe açılmış ki, küfür ve îman kadar, belki Cehennem ve Cennet kadar. Bu hâli gören sahâbeler doğruluğun, güzelliğin, hayır ve hakkın dellâlı ve numunesi olan Habibullah’ın (asm) o yüksek o ulvî-i kemalâtına, bütün kuvvet ve himmetleriyle koşmuşlar. Kur’ân’da bu hallerinden dolayı onları Tevbe Sûresi’nin 100. âyetinde yâd etmiş. Hz. Ömer (ra), Tevbe Sûresi’nin 100. âyetini kasdederek Übey b. Ka’b’a, “Sen bu âyeti Resûlüllah’tan (asm) işittin mi?” diye sual etti. “Evet” cevabını alınca “Öyle inanıyorum ki; bizden sonra hiç kimsenin erişemeyeceği bir dereceye yükseltilmiş olduk” dedi. Diğer birkaç âyette: “Siz insanlar için ortaya çıkarılan, doğruluğu emreden, fenalıktan alıkoyan, Allah'a inanan hayırlı bir ümmetsiniz” (Âl-i İmran, 110). “Böylece sizi insanlara şâhid ve örnek olmanız için tam ortada bulunan bir ümmet kıldık. Peygamber de size şâhid ve örnektir” (Bakara, 143). “Ey Muhammed! Allah inananlardan, ağaç altında sana baş eğerek el verirlerken and olsun ki hoşnud olmuştur. Gönüllerinde olanı da bilmiş, onlara güvenlik vermiş, onlara yakın bir zafer ve ele geçirecekleri bol ganimetler bahşetmiştir.” (Feth, 18) Resûlullah da ashâbının ümmet içinde en hayırlı olduğuna dâir şöyle buyurmuştur: “Ümmetimin en hayırlısı benim asrımdakilerdir. Sonra bunları takip edenler, sonra da bunları takiben gelenlerdir…” ayrıca Cenâb-ı Hak, ashâbımı nebiler ve peygamberler hâriç bütün cin ve ins'e tercih etmiş, üstün tutmuştur” buyurmuştur. 4) KUR’ÂN’IN HÜKÜMLERİNİ HAYATA TATBİKTE BİR BİRİYLE YARIŞMALARI “…Hayır işlerinde yarışınız!..” (Bakara, 148), “…Onlar hayırda birbirleriyle yarışırlar…” (Âl-i İmrân, 114), “Her kim bir iyilik yaparsa ona, o yaptığı iyiliğin on katı vardır…” (En’âm, 160), “İşte bunlar, hayırlı işlerde koşuşurlar ve onlar bunlarda (o hizmetlerde) sâbikun (önde gidenler)dir.” (Mü’minûn, 61), “Şu halde boş kaldığın zaman, durmaksızın (duâ ve ibâdetle) yorulmaya-devam et.” (İnşirah, 7) gibi âyetleri işiten sahâbeler, adeta bir biriyle yarışır olmuş her şey ve yeri yarış meydanı yapmışlar Resûlullah’ı da kendilerine hakem tayin etmişler. Hatta sahâbeler arasındaki bu yarış, özellikle Hz. Ebubekir (ra) ile Ömer (ra) arasında iyice kendisini belli etmiştir. Malının yarısını getirip Hz. Ebubekir’i (ra) geçmeyi düşünen Hz. Ömer (ra), "Sen ne kadar getirdin ey Ebubekir (ra)! diye soran Resûlullah’a (asm): -Ben malımın hepsini getirdim ey Allahın elçisi. Aileme de en kıymetli serveti, Allah’ın ve Resûlünün aşkını bıraktım, bu onlara yeter diyen Ebubekir’i (ra) geçemeyeceğini anlar. (Müntehabu'l-Kenz IV/347; Ebu Davud, Tirmizî, Dârimî, Hâkim, Beyhakî, Ebu Nuaym) 5) PEYGAMBERİMİZİ (ASM) TAKİPTE GÂYET CİDDİ VE HASSAS OLMALARI De ki “Eğer Allahu Teâlâ'yı seviyor iseniz bana ittiba ediniz ki, Allahu Teâlâ da sizi sevsin ve sizin için günahlarınızı bağışlasın. Ve Allahu Teâlâ Gafûr’dur, Rahîm’dir.” (Âl-i İmran, 31) Hadislerde belirtildiği üzere, Cebrâil (as)'den Kur'ân'ı taallüm ettiği (öğrendiği) gibi sünneti de taallüm eden Hz. Peygamber (asm) “Namazı ben nasıl kılıyorsam, benden gördüğünüz gibi kılın”; keza “Hac'la ilgili menâsiki (rükünleri teferruatı) benden alın” emretmiştir. Bu gibi hakikatler Peygamberimizi (asm) takipte sahâbelerin gösterdiği gayreti açıkça beyan etmektedir. 6) FITRATLARINDA HAKKI VE DOĞRUYU SÖYLEME MEYLİ Zaman olur, insanların medeniyet çarşısında ve toplum hayatının dükkânında, bazı şeylerin verdiği müdhiş neticeleri ve çirkin eserleri öldürücü bir zehir gibi herkes onu satın almak şöyle dursun, bütün kuvvetiyle ondan nefret edip kaçar. Bazı olayların ve mânevî değerli şeylerin verdikleri güzel neticeler ve kıymetdâr eserler, çok tesirli bir ilaç ve pırlanta gibi, herkesin nazar-ı rağbetini kendine celbeder. Herkes elinden geldiği kadar onları satın almağa çalışır. Aynen öyle de, asr-ı saadette insanların toplum hayatının çarşısında, yalan, şer ve küfür gibi maddeler, cehennem gibi ebedî sıkıntıları netice vermiş ve Müseylime-i Kezzab gibi süflî maskaraları ortaya çıkarmıştır. Elbette yüksek ve kıymetli huylara ve başka insanların çıkamayacağı yüksek makamlara, maksatlara çıkan sahâbeler zehr-i katilden kaçar gibi onlardan kaçmaları ve nefret etmeleri çok açıktır. “Belki bütün kuvvetleriyle ve meyl-i fıtrîleriyle en revaçlı mal ve en kıymetdâr meta ve hakikatların anahtarı Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâm’ın a’lâ-yı illiyyîne çıkmasının basamağı olan sıdk ve doğruluğa müşteri olup, mümkün olduğu kadar sıdktan ayrılmamağa çalışmışlar.”

Ehl-i Îmanın Bazen Ehl-i Küfrer Mağlubiyetlerinin 11 sebebi Onların çok güçlü ve kuvvetli olduklarından değil, bilakis; - Birincisi: Bozgunculuk yapmaları. - İkincisi: Alçakça ve kalleşçe hareket etmeleri. - Üçüncüsü: Tahrip edici olmaları. - Dördüncüsü: Ehl-i îmanın kendi aralarındaki ihtilaflarından istifâde etmeleri. - Beşincisi: Ehl-i îmanın içlerine ihtilaf atmaları. - Altıncısı: Ehl-i îmanın zayıf damarlarını tutmaları ve aşılamaları. - Yedincisi: Nefsânî hisleri tahrik etmeleri. - Sekizincisi: Kişiler arasındaki garazları tahrik etmeleri. - Dokuzuncusu: İnsanın fıtratında, âdeta zararlı madenler gibi olan kötü kabiliyetleri işlettirmeleri. - Onuncusu: Şan ve şeref perdesi altında nefsi riyaya sevkederek okşamaları. - On Birincisi: Vicdansızca tahribatlarından herkesin korkması. 'Rahmet' Hazinesi' nin 5 Özelliği - Birincisi: Uçsuz bucaksız boş âlemi ve fezayı dolduran, nurlandıran ve şenlendiren, rahmettir. - İkincisi: Karanlıklı mevcudâtı ışıklandıran, rahmettir. - Üçüncüsü: Hadsiz ihtiyaçlar içinde yuvarlanan mahlûkatı terbiye ettiren, rahmettir. - Dördüncü: Bir ağacın, her şeyi ile meyvesine yönelmesi gibi bütün kâinatı insana müteveccih eden ve her tarafta ona baktıran ve yardımına koşturan, rahmettir. - Beşinci: Fâni insanı ebede namzed eden ve ezelî ve ebedî bir zâta muhatab ve dost yapan, rahmettir. 'Besmele' nin 5 Sırrı - Birincisi: Her hayrın başıdır. - İkincisi: İslâmiyet’in nişanı ve alâmetidir. - Üçüncüsü: Bütün varlıkların lisân-ı halleriyle (hâllerinin lisânıyla) zikridir. - Dördüncüsü: Tükenmez bir kuvvettir. - Beşincisi: Bitmez bir berekettir. Cenâb-ı hakkın nimetlere bedel istediği 3 fiyat - Birincisi: Başta, ‘Bismillâh’ demek zikirdir. - İkincisi: Ortada, bu nimetlerin Ehad ve Samed olan Allah’ın kudretinin bir mucizesi ve rahmetinin bir hediyesi olduğunu tefekkür etmek. - Üçüncüsü: Sonda da, ‘Elhamdülillâh’ demek şükürdür. Şeytanın Şüpheye Düşüren 4 Hilesinin Reçetesi - Birincisi: Küfre dâir bir fikrin hayal edilmesini, o fikrin tasdik edilmesi ile karıştırıp, sanki tasdik edilmiş gibi gösterir. Hâlbuki bir fikri hayal etmek başkadır, tasdik etmek bütün bütün başkadır. - İkincisi: Küfre âit sapkın bir fikri tasarlamayı, sanki o fikrin tasdik edilmesi olarak gösterir. Yine, bir fikri zihinde canlandırmak (tasavvur etmek) başka bir şeydir, o fikri tasdik edip onaylamak çok farklı bir şeydir. - Üçüncüsü: Mukaddes zâtlar ve münezzeh şeyler hakkında insanın hayaline gâyet çirkin şeyleri gösterir. Böylelikle şahıs, kalbinin Rabbine edebsizlik ettiğini zanneder. Hâlbuki yılanın aynadaki görüntüsü ısırmaz, ateşin aynadaki aksi yakmaz ve pis bir şeyin aynadaki şekli bizi kirletmez. İnsanın hayali ve fikri, birer ayna gibidirler. - Dördüncüsü: Hiç bir delile ve emâreye dayanmaksızın, fakat olması mümkün de olan bir şeyi, sanki aklen olmuş zannetirir. Meselâ bir gölün şu an batması mümkündür. Fakat buna dâir hiç bir delil ve ipucu yokken, şu an o gölün varlığından şüphe etmek doğru ve makul değildir. Aynen öyle de Hazret-i Peygamber (asm) hakkında, beşer olmasından dolayı pek çok olumsuz şeyleri şeytan insanın hatırına getirir. Fakat hiç bir delil ve emâreye dayanmayan, sâdece bir vehimden ibâret olan bu gibi şeyler, bizim îmanımıza bir zarar vermez ve vermemeli. Allah' a İmanın Sünnete Tâbi Olmayı Netice Vermesinin 4 Basamağı - Birinci Basamak: Allah’a îman etmenin zarûrî neticesi, elbette O’nu sevmektir. - İkinci Basamak: Allah’ı sevmenin tabii neticesi, O’nun sevdiği tarzı yapmaktır. - Üçüncü Basamak: Cenâb- Hakk’ın sevdiği tarz ise, elbette O’nun sevdiği Zât’a (asm) benzemektir. - Dördüncü Basamak: O Zât’a (asm) benzemek ise, O’nun sünnet-i seniyesine tâbi olmaktır. Bütün Varlıkların İnsana Hizmet Etmelerindeki 2 İhtimal - Birincisi: Kâinattaki her bir varlık ve tür kendi kendine insanı tanıyor, ona itaat ediyor, yardımına koşuyor. - İkincisi: Şu kâinatın perdesi arkasında bir Kadîr-i Mutlak’ın ilmiyle bu yardım yapılıyor, bu hizmet ettiriliyor. Hizmet eden bu varlıklar insanı tanıyor değil, belki insanı bilen ve tanıyan ve merhamet eden bir Zât, bütün bu varlıkları insana hizmet ettiriyor. Bu Zamanda Müslümanların En Mühim 2 Tehlikesi Fen ve felsefeden gelen bir dinsizliğin 2 tehlikesinden; - Birincisi: Kalblerin bozulması. - İkincisi: Îmanın zedelenmesidir.

Tarihte bazı kâmil şahsiyetler vardır ki günümüz insanına örnek olmakta ve hayatımız boyunca yolumuza ışık tutmaktadırlar. Ömer bin Abdülaziz de bu zâtlardan birisidir. Şimdi bu mübârek şahsiyetin hayatından bazı kesitleri istifâdelerinize sunmak istiyorum. Ömer bin Abdülaziz nesep olarak Hz. Ömer’e (ra) dayanır. Bir rivâyete göre Hz. Ömer (ra) bir gece vakti Medine sokaklarını teftiş ederken bir annenin kızıyla süte su katma hususunda tartıştıklarını duydu. Kızı “Anne halife Ömer (ra) süte su katmasını yasakladı. Bunu bilmiyor musun” dedi. Annesi de “Kızım halife nerden görecek” dedi. Kızı “halife Ömer görmese de Allah görmüyor mu’’ diye cevap verdi. Bu hâdiseye şâhit olan Hz. Ömer (ra) ertesi gün bu kızı isteyip oğlu Âsım ile evlendirdi. İşte Ömer bin Abdülaziz bu faziletli kadının torunudur. Ömer bin Abdülaziz; tâbiinin büyüklerinden olup adâleti, insafı ve güzel ahlâkı ile tanınmış sekizinci Emevî halifesidir. Miladî 679 (H: 60) yılında Medine’de doğmuş, asıl adı Ömer, künyesi Ebu Hafs’tır. Beyaz tenli, ince ve zayıf olmakla beraber nâzik, tatlı ve sevimli birisi olarak tanınmış, cömertliği ve adâletiyle ün salmıştır. Çocukluk yılları babasının vâli olduğu Mısır’da, gençlik yılları ve tahsil dönemi Medine’de geçti. Dönemin en meşhur sahâbe ve âlimleri olan Enes bin Malik (ra), Abdullah bin Cafer-ı Tayyar (ra) ve Said bin Müseyyeb (ra) gibi zâtlardan ilim tahsil etti. Ömer bin Abdülaziz, hilâfetin saltanata dönüştüğü, iktidar hırsının nefsanî arzulara kamçı olduğu bir dönemde genç yaşında hilâfet makamına geçmiştir. Kısa bir süre halifelik makamında kalmasına rağmen, devleti Kur’ân ve sünnete göre tanzim etmesinden dolayı İslâm âlimleri tarafından Râşit halifelerden sonra beşinci halife olarak kabul edilmektedir. Mısır vâlisi olan babası Abdülaziz’in vefatı nedeniyle amcası halife Abdülmelik, Ömer Bin Abdülaziz’i Mısır’dan alıp yanına getirdi ve kızı Fâtıma ile evlendirdi. Miladî 706 yılında onu Harameyn (Mekke-Medine) vâliliğine atadı. Ömer Bin Abdülaziz vâlilik makamına tayin edilince Mekke ve Medine’de bulunan âlimlerden meydana gelen bir istişare heyeti kurdu. Onlara “Ey kardeşlerim! Ben Haremeyn’in vâliliğine değil, hizmetçiliğine tayin olundum. Asıl mesleğimin adâlet yolundan ayrılmamak olduğunu bilmenizi isterim. Gerek zorbalık yapanın, gerekse buna sebep olanın, yolsuzluk yapanın ve doğru yoldan ayrılanın yaptıklarını bana haber vermezseniz, bunun mesûliyyeti size âittir. Sizi ancak bana müşâvir ve muâvin olmak üzere çağırdım. Ayrıca memurlarımın da ahaliye iyi hizmet etmeleri için onları teftiş ederek, bana yardımcı olmanızı isterim.” dedi. Buna benzer icraatları onun Müslümanlar tarafında sevilmesine sebep oldu. Medineliler onun idâresinden, icraatından ve şahsî faziletinden çok memnun oldular. Öyle ki; Enes bin Malik (ra) “İmamlık yapmakta ve namaz kılmakta Resûlullah Efendimize (asm), Ömer bin Abdülaziz’den daha çok benzeyen kimse görmedim.” derdi. Onun hilâfet makamına gelişi de Allah'ın kudretinin ve hikmetinin bir nişânesi idi. Emevî halifesi Abdülmelik’in M.717 tarihinde vefatıyla, halifelik makamına geçecek liyâkat sâhibi çocuklarından birisi yoktu. Vezir Recâ bin Hayve’nin tavsiyesiyle Ömer bin Abdülaziz Emevî halifesi oldu. Ömer bin Abdülaziz’in hilâfet makamına geçmeden önceki hayatı ile halife olduktan sonraki hayatı farklılık arz eder. Medine vâlisi iken idâreci ve tatlı bir yapıya sâhip güzel karakteri, hak ve hakikate bağlılığı, yaratılıştan gelen iyi huyundan başka, onun İslâm tarihinde çok önemli görev yapacak, bir kişi olacağını belirten herhangi bir alâmeti ve işâreti yoktu. Fakat o, halife olduktan sonra âdeta masumiyet seviyesine ulaştıracak bir hayatı kendine seçti. Üstad Bedîüzzaman Hazretleri “Hilâfet ve saltanata geçen, ya Nebi gibi masum olmalı veyahut Hulefâ-yı Râşidîn ve Ömer İbn-i Abdülaziz-i Emevî ve Mehdi-i Abbasî gibi hârikulâde bir zühd-ü kalbi olmalı ki aldanmasın.” der. Ömer bin Abdülaziz halifelik makamına geçince, vakit kaybetmeden çok zâlim ve Allah'tan korkmaz bazı devlet memurlarının işlerine son verdi. Onların emrine verilmiş devlet mallarını alıp hazineye koydurdu. Kumarbazları ve ahlâksız kadınları toplatarak kendi şehirlerine, ailelerinin yanlarına gönderdi. Kayser ve Kisraların sarayına dönen hilâfet makamını, Hulefâyı Râşidîn'e ve sünnete göre ayarlayarak sâde bir hâle getirdi. Müslümanların elinden zorla alınan arazilerini geri verdi. Ayrıca en hayırlı icraatlarından birisi de, Emevîler döneminde başlayan, hutbelerde okunan Ehl-i Beyt hakkındaki kötü konuşmaları ortadan kaldırmak oldu. Ve Ehl-i Beyt’e karşı çok iyi muâmelede bulundu. Hidâyete eren gayr-i müslimlerden cizye vergisini kaldırdı. Bu şekilde birçok gayr-i müslimin İslâm’a kalplerinin ısınmasına vesile oldu. Zamanının tanınmış fıkıh âlimlerin-den bir kısmını huzuruna davet edip, onlara; “Halk her ne kadar bir nimet olarak görüyorsa da ben bu halifelik makamını, taşıyamayacağım bir yük ve çok ağır bir mesûliyet olarak görüyorum. Bu yükün altına girdim. Benim için çâre ve tedbir olarak nasihatleriniz nedir?” diye sordu. Onlardan biri dedi ki: “Yarın kıyâmet günü kurtulmak istersen Müslümanların ihtiyarlarını baban, gençlerini kardeşin ve küçüklerini evlâdın bil. O zaman bütün Müslümanlara kendi evindeki anne-baban, kardeşin ve evlâdın gibi muâmele etmiş olursun.” Emevîler döneminde devlet vergi, haraç toplama ve harcama işi yapan bir idârî düzen şeklini almıştı. Milletin ahlâkı, inancı, yaşayışı, eğitimi ve hidâyete gelmesi ile ilgili hiçbir kaygısı yoktu. Ömer bin Abdülaziz bu sistemi tamamen değiştirdi. Devlet idâresi ile ilgili şu sözü mânidardır. “Hz. Muhammed (asm) dünyaya vergi toplayan tahsildar olarak gönderilmedi. O (asm), insanları hidâyete çağırmak, hak yola davet için gönderildi.” Bu şekilde devletin işleyişini, idârî bakış açısını değiştirdi. Devleti bir dünya saltanatı olma yerine peygamberlik ve halifelik görevlerinin icra edildiği zirve hâline getirdi. Çok kısa süren bu devlet idâresinde ihlâsı, samimiyeti ve adâletten ayrılmaması o’nun siyâset âleminde birinci asrın müceddidi olarak kabul edilmesine sebeb olmuştur. Adâleti tatbikte dedesi Hz. Ömer’e (ra) benzetilen ve ikinci Ömer olarak kabul edilen Ömer bin Abdülaziz, yine dedesi tarafından yeryüzünü adâletle dolduracak evlad olarak müjdelenmiş mutlu ve bahtiyar bir insandı. Devrinin âlim ve velilerinden Mâlik bin Dinâr Hazretleri anlatır: “Ömer bin Abdülaziz halîfe olduğunda bir çobanın şöyle dediği işitildi. Acaba bu temiz, âdil halîfe kimdir? Çobana: Böyle olduğunu nereden anladın? diye sorulduğunda, vazifesi dağ bayır demeyip koyun otlatan, çeşitli yırtıcı hayvanların tehlikesini pekiyi bilen çoban, sâfiyetle bulduğu teşhisiyle şu cevâbı verdi: Âdil bir halîfe başa geçince, kurtlar kuzulara saldırmaz. Oradan anladım.” Yaklaşık iki buçuk yıl hilâfet makamında kalan Ömer bin Abdülaziz, vefat ettiğinde 39 yaşındaydı. Ömer bin Abdulaziz halifenin şura ile belirlenmesinin gerektiğini düşünüyordu. Ondan sonra hilâfet makamına geçmeyi uman Yezid bin Abdulmelik’in oğulları onu ortadan kaldırmayı planlıyorlardı. Hizmetkârlarından birini kandırıp bin dinar karşılığında yemeğine zehir kattırırlar. Ömer bin Abdülazîz o zehirli yemeği yediği an derhal zehirin etkisini hisseder. Kendisine yemeği getiren hizmetçiyi çağırıp: Bana verdiğin zehir karşılığında ne kadar para aldın der. Adam da, “bin dinar aldım” der. Derhal bin dinarı getirmesini emreder. Bin dinarı alıp Müslümanların Beytülmal’ına koyar. Hizmetçiyi de affeder. Bu mübârek zât arkasında İslâm devletinde 25 yıl zekât verilecek kimse bırakmadan dâr-ı bekâya göçtü. Kıyâmete kadar idâreci olmak isteyen insanlara örnek teşkil edecek bir hayat bıraktı. Cenâb-ı Hak âlem-i İslâm’a bu zâtların yolundan gidecek idâreciler nasip eylesin. Ve kalplerine îman akıllarına iz’an versin. Âmin. Kaynaklar: Menâkıb-ı Ömer bin Abdülazîz (İbn-i Cevzî)Sîret-i Ömer bin Abdülaziz (Menâvî)İslâm Âlimleri AnsiklopedisiEbu’l-Hasan En-Nedevî, İslam Önderleri Tarihi 1, Kayıhan Yayınları

Dünyevî ve uhrevî saadetimizi temin için indirilen ve bunu sağlamak adına birçok hükmü, emri, nehyi ve tavsiyeyi içinde bulunduran Kur’ân bu saadetleri kazanabilmemiz için “Rabbinize yalvara yalvara ve için için duâ edin!” (A’râf, 55) gibi âyetlerle bizi duâ etmeye davet ediyor. “(Ey Resûlüm!) De ki: “Eğer duânız olmasa, Rabbim size ne diye ehemmiyet versin?” (Furkân, 77) âyetiyle Rabbimiz katında kıymet kazanabilmemizi de yine duâya bağlıyor. Zîra Kur’ân diğer hususiyetlerinin yanında aynı zamanda bizler için en güzel duâları içinde barındıran bir Kitab-ı duâdır. Rabbimizin bu emirlerini en güzel şekilde anlayan ve yaşayan peygamberler, ümmetleri, nesilleri ve tüm insanlar için duâ etmişlerdir. Bize numune olması için Cenâb-ı Hak bu duâların bir kısmını Kur’ân’da zikretmiştir. Mesela Hz. İbrahim (as) ve Hz. İsmail’in (as) “Rabbimiz! Bizi, sana teslim olan kimseler eyle ve neslimizden sana teslim olan bir ümmet (çıkar)!” (Bakara, 128) duâları gelecek nesilleri hakkında olup kabul edilmiş bir duâdır. Zîra o nesilden insanlığın Efendisi Hz Muhammed (asm) çıkmıştır. Yine Hz. Zekeriyâ (as) “Rabbim! Bana, tarafından temiz bir zürriyet ihsân eyle!” (Âl-i İmrân, 38) diye duâ etmiş, Rabbimiz de O’nun bu duâsının karşılığı olarak, âyetin ifâdesi ile bir efendi, iffet sâhibi ve salihlerden bir peygamber olan Hz. Yahya’yı (as) vermiştir. Hz. Meryem’in annesi Hanne, kızı için şu şekilde duâ etmiş: “Şüphesiz ben onu ve zürriyetini kovulmuş şeytandan sana sığındırırım!” (Âl-i İmrân, 36) Cenâb-ı Hak bu duâyı güzel bir surette kabul etmiş, onu bir bitki gibi yetiştirmiş ve onun neslinden Hz. İsa (as) gibi büyük bir peygamberi göndermiştir. İslâm tarihinde Abâdile-i seb’a namıyla meşhur olan yedi Abdullah’tan birisi de Peygamberimizin (asm) amcasının oğlu olan Abdullah İbn-i Abbas’tır. Hicretten üç yıl önce dünyaya gelen İbn-i Abbas (ra) doğunca Efendimizin (asm) yanına getirilip kucağına verilmiş. Allah Resûlü de mübârek ağızlarında çiğnediği bir hurmayla onun damağını ovmuştur. Efendimizin (asm) bir sünneti olan ve tahnik adı verilen bu hâdise şüphesiz onun üstün meziyetlere sâhip olmasında çok önemli bir role sâhiptir. İbn-i Abbas’ın (ra) birçok üstün meziyete sâhip olmasının asıl sebebi ise Allah Resulü’nden almış olduğu şu duâdır: “Allahım onu dinde fâkih kıl ve ona tevili öğret.”1 Bu duâ bereketine İbn-i Abbas’a (ra) Kur’ân ilmi verilmiş, bilhassa Kur’ân tefsirinde İslâm Tarihindeki en önemli isim olmuştur. Kur’ân’a olan bu hâkimiyeti ona Tercümânü’l-Kur’ân unvanını kazandırmıştır. Diğer ilimlere olan vukufiyeti sebebiyle de Bahru’l-İlm (ilim denizi) ve ümmetin en âlimi mânâsında Hibrü’l-ümme unvanları ona lâyık görülmüştür. Efendimizden (asm) böylesine güzel bir duâyı alıp bu unvanları hak eden İbn-i Abbas (ra) küçük yaşlarda olmasına rağmen Hz. Ömer (ra) gibi büyük sahâbelerin bulunduğu ilim ve istişâre meclislerindeki yerini almıştır. Tasavvuf büyüklerinden olan Bâyezid-i Bestâmî’nin de mânevî mertebelerde terakki etmesinde şu hâdise önemli bir yer tutar. Soğuk ve dondurucu bir kış gecesidir. Annesi yattığı yerden oğluna seslenip su ister. Bâyezid-i Bestâmî hemen fırlayıp su testisini almaya gider. Fakat testide su kalmamış olduğundan çeşmeye gidip, testiyi doldurur. Elinde buz gibi su ile dolu testi ile annesinin başına geldiğinde, annesinin tekrar dalmış olduğunu görür. Uyandırmaya kıyamaz. O halde bekler. Nihâyet annesi uyanır ve “Su, su!” diye mırıldanır. Bâyezid elinde testi bekler. Şiddetli soğuktan dolayı eli donar, parmakları testiye yapışır. Bu hâli gören annesi; “Yavrum, testiyi niçin yere koymuyorsun da elinde bekletiyorsun?” der. Bâyezid-i Bestâmî; “Anneciğim, uyandığınız zaman, suyu hemen doldurmak için testi elimde bekliyorum.” diye cevap verir. Bunun üzerine annesi; “Ya Rabbî! Ben oğlumdan râzıyım. Sen de râzı ol!” diye can u gönülden duâ eder. Belki de annesinin bu duâsı sebebiyle, Allahu Teâlâ ona evliyalığın çok yüksek mertebelerine kavuşmayı ihsan eder. Efendimiz (asm) babanın evladı için yapacağı duânın kabul olacağını şu hadisleriyle haber veriyor. “(Allah'ın kabul ettiği) üç müstecab duâ vardır, bunların icâbete mazhariyetleri hususunda hiç bir şek yoktur. Mazlumun duâsı, misâfirin duâsı, babanın evladına duâsı.”2 (Keşfü’l-Hafâ) ve “Bir babanın oğlu için duâsı, bir peygamberin ümmeti hakkındaki duâsı gibi makbuldür.” Mezkûr âyetler, hadisler, İbn-i Abbas’ın aldığı duâ bereketine kazandığı ilim ve Bâyezid-i Bestâmî’nin yaşadığı hâdise, bize de kendi neslimiz, ailemiz ve çocuklarımız için duâ etmemiz gerektiğini açık bir şekilde ders veriyor. Elbette ebeveynler çocukları için duâ ediyorlar. Ancak daha çok onların doktor, mühendis, öğretmen olması için yani dünyaları için duâ ediyorlar. Bu duâlar güzel ve yapılması gereken duâlardır. Zîra bu ümmetin bu meslekleri yapan insanlara da ihtiyacı vardır. Fakat Müslümanların bundan daha önemli bir ihtiyacı vardır ki, o da: İslâmiyet’i doğru ve güzel bir şekilde tebliğ edecek âlimlerdir. Evet, Müslümanların en önemli ihtiyacı her asırda bu tür âlimlerin varlığı olmuştur. Zîra bu ümmeti eski parlak günlerine tekrar taşıyacak olan ancak dinde fâkih olan hakikî âlimlerdir. Mâdem Müslümanların en büyük ihtiyacı budur. Mâdem ana-babanın evladına en güzel duâsı onun sâlih olması, belki âlim olması noktasındaki duâsıdır. Madem yukarıdaki duâlar tecrübe edilmiş ve karşılıkları en güzel bir şekilde alınmış duâlardır. O halde bizlerin de bu duâlarla kendi neslimize, çocuklarımıza ve tüm Müslümanların evlatlarına duâ etmemiz gerekmez mi? Elbette gerekir. Haydi, o zaman şimdi duâ vakti, hep beraber duâ edelim; Allahım! Bizlere İslâm’ı bütün dünyaya hâkim kılacak bir nesil-i âti (gelecek nesil) nasip eyle. Bu nesilden İbn-i Abbas, İbn-i Mesud ve Bediüzzaman benzeri insanlar çıkar. Allahım! Onları dinde fâkih kıl. Âmin. Âmin. Âmin… Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu, Tefsir Usûlü, Türkiye Diyânet Vakfı Yayınları, s. 239İbrahim Canan, Kütüb-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları, 6/525

Sahâbe kelimesi lügatte, Arapça sâhib “arkadaş, dost” ve sahâbî’nin çoğul şeklidir. Bazen tekil olarak da kullanılır. Istılahta ise, Peygamber Efendimiz Hz. Muhammed (asm)’in mübârek yüzünü görmekle şereflenen ve O’nun sohbetinde bulunan Müslümanlar demektir. Peygamberlerden sonra insanların en efdali, en ferâsetlisi, en dirâyetlisi ve en kemâlâtlısı oldukları, ehl-i sünnet ve cemaatin icmâı ve ittifâkıyla sâbittir. Allahu Teâlâ onları Kur’ân-ı Kerîm’de birçok âyetlerle övmüştür: “Sâbikun’un, (İslâm’a olan hizmetleriyle öne geçenlerin) birincileri olan Muhâcirler ve Ensâr ile onlara güzelce tâbi olanlar var ya, Allah onlardan râzı olmuştur ve (onlar da) O’ndan râzı olmuşlardır ve (Allah) onlar için, altlarından ırmaklar akan Cennetler hazırlamıştır; orada ebedî olarak devamlı kalıcıdırlar. İşte büyük kurtuluş budur!” (Tevbe, 100) “And olsun ki, (Hudeybiye’de) o ağacın altında sana biat ederlerken Allah o mü’minlerden râzı olmuştur; onların kalblerinde olan (sadâkat)i bilip, üzerlerine (kalblere huzur veren bir) sükûnet indirmiş ve onları (Mekke’nin fethinden önce) yakın bir fetih (Hudeybiye anlaşması ve Hayber’in fethi) ile mükâfâtlandırmıştır.” (Fetih, 18) “Muhammed Allah’ın Resûlüdür. Ve O’nun beraberinde bulunanlar; kâfirlere karşı çok şiddetli, kendi aralarında gâyet merhametlidirler; onları çokça rükû eden kimseler ve çokça secde eden kimseler olarak görürsün; (onlar) Allah’tan bir lütuf ve bir rıdvan (sâdece O’nun rızâsını) isterler.” (Fetih, 29) Hz. Peygamber (asm) ümmetine, Fırka-i Nâciye’den (kurtuluşa eren fırka) olabilmeleri için Ashâbının yolunda olmalarını teşvik ve tavsiye etmiştir. Abdullah b. Amr (ra)'den rivâyet edilen bir hadis-i şeriflerinde şöyle buyurmuşlardır: “…İsrâiloğulları yetmiş iki fırkaya ayrılmıştı, ümmetim ise yetmiş üç fırkaya ayrılacak. Bunlardan biri hariç tamamı cehennemdedir.” Bunun üzerine ashâb: “Yâ Resûlullah o hangisidir?” dediler. Hz. Peygamber (asm) ise: “Benim ve ashâbımın yolundan giden fırkadır” buyurdular. (Tirmizî, c.5, s. 26) Bu sebeple Yüce Allah'ın Resûlü Sevgili Peygamberimiz (asm)’ın ashâbının yoluna uyanlara “Sünnet ve Cemaat Mensupları” anlamında “Ehl-i Sünnet ve Cemaat” denilmiştir. Irbâd bin Sâriye (ra)’den gelen bir rivâyette de o şöyle denilmektedir: Resûlullah (asm) bir gün bize namaz kıldırdı, sonra bize döndü, dinleyenlerin gözlerini yaşartan, kalplerini ürperten beliğ bir vaaz verdi. Bir adam: Ey Allah’ın Resûlü! Bu bir veda vaazına benziyor, öyleyse bize ne tavsiyede bulunursunuz, dedi. O da şöyle buyurdu: “Size Allah’tan korkmanızı ve başınıza bir köle bile getirilse kulak verip itaat etmenizi tavsiye ederim. Benden sonra hayatta kalanlar birçok ihtilaflara şâhid olacaklardır. Bu durumda benim ve hak yolda olan Râşid halifelerin sünnetine sarılınız. (Dinde) sonradan ortaya çıkmış şeylerden sakınınız, zîra (sünnete muhâlif) her yenilik bidattir, her bidat de dalâlettir.” (Ebu Davud, c. 5, s.13) Hz. Ömer (ra) Resûlullah (asm)’ın şöyle buyurduğunu rivâyet eder: “Ben, Rabbimden Ashâbımın benden sonra düşeceği ihtilaf hakkında sordum. Bunun üzerine bana şöyle vahiy buyurdu: “Ey Muhammed! Şüphesiz Senin Ashâbın Benim nezdimde, gökteki yıldızlar gibidir. Bazıları diğerlerinden daha kavîdirler. Her biri için bir nur vardır. Öyleyse, kim onların ihtilaf ettikleri meselelerden birini alırsa, o kimse benim nazarımda hidâyet üzeredir.” Hz. Ömer (ra) der ki, sonra Resûlullah (asm) şöyle buyurdu: “Ashâbım yıldızlar gibidir, hangisine uyarsanız hidâyeti bulursunuz.” (Hayatü’s-Sahâbe, c. 1, s. 33) Ashâb-ı Kirâm, Yüce Allah’ın Resûlü Sevgili Peygamberimiz (asm)’in sohbetlerinde bizzat Peygamber talim ve terbiyesiyle yetişmiş kimselerdir. En büyük veliler dahi onların derecesine çıkamazlar. Çünkü: “Sohbet-i Nebeviye öyle bir iksirdir ki, bir dakikada ona mazhar bir zât, senelerle seyr ü sülûka mukabil hakikatin envarına (nurlarına) mazhar olur. (…) Sohbet-i Nebeviye ne derece bir iksir-i nurânî olduğu bununla anlaşılır ki: Bir bedevî adam, kızını sağ olarak defnedecek bir kasâvet-i vahşiyânede (vahşîce kalb katılığında) bulunduğu halde gelip, bir saat sohbet-i Nebeviyeye müşerref olur; daha karıncaya ayağını basmaz derecede bir şefkat-i rahîmâneyi kesb ederdi. Hem câhil, vahşî bir adam, bir gün sohbet-i Nebeviyeye mazhar olur; sonra Çin ve Hind gibi memleketlere giderdi, mütemeddin (medenî) kavimlere muallim-i hakàik (hakikatlerin öğretmeni) ve rehber-i kemâlât (mükemmelliklerin rehberi) olurdu.” (Sözler, 163-164) “Sahâbeler ekseriyet-i mutlaka itibâriyle, hakka âşık, sıdka müştâk, adâlete hâhişgerdirler (arzulu, isteklidirler). Çünkü yalanın ve kizbin çirkinliği, bütün çirkinliğiyle ve sıdkın ve doğruluğun güzelliği, bütün güzelliğiyle o asırda öyle bir tarzda gösterilmiş ki, ortalarındaki mesâfe, arştan ferşe (yeryüzüne) kadar açılmış, esfel-i sâfilîndeki Müseylime-i Kezzâbın derekesinden âlâ-yı illiyyînde olan Hazret-i Peygamber Aleyhissalâtü Vesselâmın derece-i sıdkı kadar bir ayrılık görülmüştür. Evet, Müseylime’yi esfel-i sâfilîne düşüren kizb olduğu gibi, Muhammedü’l- Emîn Aleyhissalâtü Vesselâm’ı âlâ-yı ılliyyîne çıkaran sıdktır ve doğruluktur.” (Sözler, 159) “Sahâbeler, İslâmiyet’in şecere-i nurâniyesinin köklerinden, esaslarından oldukları; hem, binâ-yı İslâmiyetin hutût-u nurâniyesinin mebdeinde, hem cemaat-i İslâmiyenin imamlarından ve âdetlerinin evvellerinden, hem şems-i nübüvvet (peygamberlik güneşinin) ve sirâc-ı hakikatin (hakikat kandilinin) merkezine yakın olduklarından, az amelleri çoktur, küçük hizmetleri büyüktür. Onlara yetişmek için, hakikî sahâbe olmak lâzım geliyor.” (Sözler, 168)

İslâm dininin temeli, güneşi ve hendesesi (projesi) Kur’ân-ı Kerîm’dir. Kur’ân, kâinatın bir tercümesi olduğu gibi Kur’ân’ın tarif ettiği güzel ahlâkın yaşayan numunesi Hz. Muhammed (asm) Efendimizdir. Resûl-ü Ekrem (asm) Efendimizin arkadaşları ve yetiştirdiği talebeleri olan Sahâbeler ise tamamen Kur’ân ve sünnet ile terbiye olunmuş örnek İslâm cemaati, model alınması gereken İslâm toplumudur. Dolayısıyla Kur’ân’ın ortaya koyduğu insan ve toplum modeli, mücerred (soyut) kurallardan ibâret kalmamış, Hz. Peygamber (asm) ve Sahâbeler üzerinde müşahhas (somut) bir şekil almıştır. İslâm dünyasının istikametli yolu olan Ehl-i Sünnet ve’l Cemaat’i diğer fırkalardan ayıran en temel, en bariz fark ise tam mânâsıyla sahâbelerin izinden gitmeleri ve o örnek toplumun, Kur’ân ve sünnete dayalı inanç ve amel düsturlarını kendilerine aynen düstur edinmeleridir. Sahâbelerin âlem-i İslâm ve Müslümanlar için fevkalede önemi hakkında yazılan, Risâle-i Nur’dan “Sahâbeler Bahsi”nde (27. Söz'ün Zeyli) Ashâb-ı Kiram’ın üstünlüğünün sebeblerine dâir çok güzel tesbitler vardır. Bu yazıda orada bahsi geçen bazı tesbitlere, ashabın hayatından numuneler getirerek bir nebze ışık tutmaya çalışacağız. Ezcümle: Sâhabelerin İslâmiyet tesis edilirken Kur’ân ve İslâmiyet için bütün dünyaya harb ilan etmeleri öyle bir fazilettir ki, bir dakikasına, başkaları bir senede yetişemez: Bedir Savaşı öncesi Resûl-i Ekrem Efendimiz (asm) ashabına buyurdu ki: Ebû Cehil ordusu ise bize doğru gelmektedir.Bunun üzerine Evs kabilesi reisi, Sa'd bin Mu'âz (ra) ayağa kalkarak şunları söyledi: Yâ Resûlallah! Bizler, Allah’a ve son Peygamber’i (asm) olan Sana, îman ettik. Allah tarafından Sana tebliğ edilen İslâm’ın, hak din olduğuna kalbden inandık, doğruladık. Senin emirlerini dinlemek ve itâat etmek üzere, söz verdik. Teminat verdik. Seni hak Peygamber (asm) olarak gönderen Yüce Allah’a yemin ederim ki, bize şu denizi gösterip içine dalsan; Seninle birlikte denize dalarız. Hiç birimiz, geri kalmayız. İslâm düşmanlarıyla çarpışmayı da, seve seve kabul ederiz. Savaştan, geri dönmeyiz. Düşman karşısında sabır ve sebatla savaşırız. İşte, Cenâb-ı Hakk’a yalvarıyorum: Ey Yüce Allahım! Bize öyle hizmetler nasib eyle ki; gayretlerimizi görünce, Resûlünün göz bebekleri dahi gülsün! Yâ Resûlallah! Artık bizleri, Cenâb-ı Hakk’ın lütfu ile istediğin yere götür. (Hayatü’s-Sahâbe, Yusuf Kandehlevî) Bütün âlemdeki karşı fikirler onların îmanlarını değil sarsmak bazısına vesvese dahi vermiyordu. Kureyşliler yakaladıkları üç sahabîden biri olan Hubeyb’i (ra) asacakları zaman ona, “Allah için doğru söyle. Şimdi sen Muhammed’in senin yerinde olmasını istemez misin?” dediler. O da “Allah’a yemin ederim ki, ölümden kurtulmam için Muhammed’in ayağına bir dikenin batmasını bile istemem” dedi. Bunun üzerine onlar kahkahayla güldüler. Hubeyb asılırken bir kaside okudu: Düşmanlar etrafımı sarmış, her kabileden adamlar gelmiş, bütün yollar benden kesilmiş, benim ölümümü seyretmek için kadın, çoluk çocuk toplanmış ve Hubeyb darağacına yanaştırılmış. Garipliğimi ve kimsesizliğimi, düşmanların beni işkenceyle öldürmek için hazırladıkları şu korkunç manzarayı Allah’a şikâyet ediyorum. Ey büyük arşın sâhibi olan Allah’ım! Onların bu vahşetine karşı bana sabır ve metânet ver. Çünkü benim etimi parçalıyor ve hayattan ümidimi kesiyorlar: Benim bu duruma düşüşüm sırf Allah rızası içindir. Eğer Allah dilerse, parçalanıp birbirinden ayrılan uzuvlar üzerine rahmet ve bereketini indirir. Hayatıma yemin ederim ki, Müslüman olarak Allah yolunda öldüğüm için, ölümüm ne şekilde olursa olsun, umurumda değildir. Bana küfürü teklif ediyorlar. Hâlbuki ölüm küfürden daha iyidir. Şuna hayret ediyorum ki, korkmadığım ve üzülmediğim halde, gözyaşlarım neden dökülüyor? Evet, ben ölümden korkmuyorum. Çünkü ölüm benim için zâten mukadderdir. Ben insanı her taraftan saran cehennem ateşinden korkuyorum. Evet, ben düşmandan korkmuyor ve “Yapmayın, etmeyin” diye yalvarmıyorum. Ben yüce Allah’ın merhamet kucağına sığınıyorum. (Hayatü’s-Sahâbe, Yusuf Kandehlevî) Sahabe devrinde bütün kalbler ve zihinler “Rabbimizin bizden istediği nedir!” diye merak ederdi Hz. Peygamber (asm)’in sahâbîlerin-den Cabir bin Abdullah (ra) Mısır’daki başka bir sahâbînin “Kim bu dünyada Müslüman kardeşinin bir ayıbını örterse Allah da kıyâmet gününde onun günahını örter” şeklinde bir hadis rivâyet ettiğini işitti. Bunun üzerine hadisi bizzat o sahâbînin ağzından duymak için kalkıp da Mısır’a gitti. Onu bularak, devesinden dahi inmeden işitmiş olduğu hadisi sordu. O da “Evet; ben Hz. Peygamber (asm)’in “Kim bu dünyada müslüman kardeşinin bir ayıbını örterse Allah da kıyâmet gününde onun günahını örter” buyurduğunu işittim” dedi. Bunu işittikten sonra durmaksızın geri dönüp tekrar Medine’ye doğru yola çıktı.(Hayatü’s-Sahâbe, Yusuf Kandehlevî) Sahâbelerin öldürücü bir zehirden kaçar gibi yalandan kaçmaları ve nefret etmeleri Abdullah b. Cürad (ra) şöyle anlatıyor “Ey Allah'ın Resûlü! Mü'min bir kimse zinâ eder mi?” dedim. Hz. Peygamber (asm) “Bu bazen olur” dedi. 'Ey Allah'ın Peygamber’ i (asm)! Mü'min bir kimse yalan söyler mi?' deyince Hz. Peygamber (asm) “Hayır!” dedikten sonra hemen şu âyet-i celîleyi okudu: “Yalanı ancak Allah'ın âyetlerine inanmayanlar uydurur. İşte bunlar asıl yalancı olanlardır.” (Nahl, 105) (İhya, İbn-i Abdilber’den) İbnu Mesud (ra) şöyle demiştir “Kul yalan söylemeye ve yalan söyleme niyetini taşımaya devam edince bir an gelir ki, kalbinde önce siyah bir nokta belirir. Sonra bu nokta büyür ve kalbinin tamamı simsiyah olur. Sonunda Allah nezdinde “yalancılar” arasına kaydedilir.” (Muvatta, Kelam, 18) Sahâbeler, zikir ve tesbih kelimelerini bütün mânâlarıyla söyler ve bütün duygularıyla hisse alırlardı İbn Mesud (ra) şöyle buyurmuştur: “Bir gün akşama kadar Allah’ı zikretmem bana, iyi cins ve güzel atlara binerek Allah yolunda bir gün savaşmaktan daha sevimli gelir. Allah’ın zikrinden başka şeylerden konuşmak Abdullah b. Mesud’a (ra) ağır gelirdi. Abdullah b. Mesud (ra) bir gün, fecrin doğuşundan sonra konuşan bir grup insan gördü. Bunun üzerine onları konuşmaktan nehyederek “Siz buraya namaz kılmak için geldiniz. Bunun için de ya namaz kılacaksınız ya da susacaksınız” dedi. (Hayatü’s-Sahâbe, Yusuf Kandehlevî) İçtihadda ve Kur’ân’dan Cenâb-ı Hakk’ın râzı olduğu hükümleri anlamakta sahâbelere yetişilmez Hz. Ömer (ra) bir gün minbere çıkarak şunları söyledi: “Ey insanlar! Bundan böyle dörtyüz dirhemden fazla mehir verdiğinizi duymayayım. Çünkü Hz. Peygamber (asm) ve ashabı hiç bir zaman dörtyüz dirhemden fazla mehir vermemişlerdir. Eğer mehrin çok verilmesi takva ve şeref olsaydı siz onları asla geçemezdiniz.” Bunları söyledikten sonra Hz. Ömer (ra) minberden indi. Dışarı çıktığında Kureyş’ten bir kadın önünü keserek “Ey Mü’minlerin Emîri! Sen kadınlara dörtyüz dirhemden fazla mehir verilmesini yasakladın, öyle mi?” diye sordu. Hz. Ömer’in (ra) “Evet, öyle!” demesi üzerine de şunları söyledi “Sen Allahu Teâlâ’nın, Kur’ân-ı Kerîm’de “Eğer bir eşi boşayıp başka bir kadınla evlenmek isterseniz, öncekine (mehir olarak) yüklerle mal vermiş olsanız dahi verdiğinizden hiçbir şeyi geri almayın. Acaba iftira ederek ve açık günah işleyerek verdiğinizi alacak mısınız?” (Nisa, 20) buyurduğunu işitmedin mi?” Kadının bu sözleri üzerine Hz. Ömer: “Ey Rabbim! Beni affeyle! Kadınlar dâhil bütün insanlar Ömer’den daha fâkih ve daha anlayışlıdırlar” dedi. (Hayatü’s-Sahâbe, Yusuf Kandehlevî) Bu rivâyetten anlaşılıyor ki o dönemde yaşayan ve ismi dahi bilinmeyen bazı kimseler bile Kur’ân’dan ictihad yapabiliyorlardı. Hz. Ömer (ra) de o zamanki insanların fıkıhtaki derinliğine “kadınlar dâhil bütün insanlar Ömer’den daha fâkih ve daha anlayışlıdırlar” diyerek işâret etmiştir. Sahâbelerin nefisleri kemâle erdiğinden ibâdet, şükür ve hamdin her çeşidine daha ziyâde mazhardırlar Ebu Reyhâne (ra) bir gazadan dönmüştü. Akşam yemeğini yedikten sonra abdest aldı ve köşesine çekilerek namaz kılmaya başladı. Böylece sabah ezanı okununcaya kadar bulunduğu yerden ayrılmadı. Bunun üzerine hanımı “Ey Ebâ Reyhâne! Sen uzun bir süredir gazalara katılarak yoruldun. Bu arada biz senin yüzünü dahi göremedik. Acaba bizim senin üzerinde bir hakkımız yok mudur?” dedi. Ebu Reyhâne “Evet! Allah’a yemin ederim ki senin benim üzerimde bir hakkın vardır. Fakat ben bunu unuttum” diye cevap verdi. Hanımının “Peki seni bu kadar meşgul eden şey nedir?” demesi üzerine de şunları söyledi “Allahu Teâlâ’nın cennet ve onun nimetleri hakkında söylediklerini düşünüyordum, dalmışım. Kendime geldiğimde müezzin sabah ezanını okuyordu.” (Hayatü’s-Sahâbe, Yusuf Kandehlevî) Sahâbeler dünyayı âhiretin tarlası olarak görüp, ekip biçmişler Hz. Peygamber (asm) müslümanları cihada teşvik edip onlara sadaka vermelerini emretti. Müslümanlar güçleri yettiğince infakta bulundular. Ancak ilk sadakayı getiren Ebubekir Sıddîk (ra) olmuştur. O tüm malı olan dörtbin dirhemi verdi. Bunun üzerine Hz. Peygamber (asm) ona ailesi için bir şey bırakıp bırakmadığını sordu. O da “Allah ve Resûlünü bıraktım!” dedi. Daha sonra da Hz. Ömer (ra) malının yarısını getirdi. Hz. Peygamber (asm) ona da “Ailene birşey bıraktın mı?” diye sordu. O ise “Evet, malımın yarısını getirdim; diğer yarısını ise onlara bıraktım” dedi. Sonra Hz. Ebubekir’in malının tamamını getirdiğini işitince de “Onunla yarıştığımız bütün hayır işlerinde o beni geçmiştir” dedi. Abbas b. Abdulmuttalib (ra) ile Talhâ b. Ubeydullah (ra) da sadakalarını getirdiler. Bunlardan sonra da Abdurrahman b. Avf (ra) ikiyüz ukiyye verdi. Sa’d b. Übâde (ra) ile Muhammed bin Mesleme (ra) de Hz. Peygamber (asm)’e mal getirdiler. Âsım b. Adiyy (ra) doksan deve yükü hurma getirdi. Hz. Osman (ra) ise ordunun üçte birisini teçhiz eyledi. Bu şekilde Hz. Osman (ra) herkesten fazla infakta bulunmuş oldu. Hatta onun yardımından sonra ordunun hiç bir ihtiyacı kalmamıştır denilse yalan olmazdı. Çünkü çuval dikmek için kullanılan çuvaldız ve bizlere varıncaya kadar temin etmişti. O gün Hz. Peygamber (asm) onun hakkında şöyle demişti “Osman bundan sonra ne yapsa kendisine zarar vermez”. (…) Hatta kadınlar bile güçleri oranında bu hayır yarışında yerlerini alıyorlardı. Bakınız bu hususta hanım sahâbîlerden Ümmü Sinan el-Eslemiyye (ra) neler anlatıyor “Hz. Âişe’nin (ra) evinde, Hz. Peygamber (asm)’in önüne serilmiş bir yaygı gördüm. Üzeri Müslüman kadınların bu gazve için hediye etmiş oldukları eşyalarla doluydu. Bunlar arasında fildişinden ve altından yapılmış bilezikler, halhaller, küpeler ve yüzükler görülüyordu. Hâlbuki halk o sıralarda büyük bir sıkıntı içerisindeydi. Çünkü mevsim henüz meyvelerin yetişme mevsimiydi.” (Hayatü’s-Sahâbe, Yusuf Kandehlevî) Ehl-i Sünnet âlimleri Sahâbelerin Allah katındaki makamlarına başkalarının yetişemeyeceğine ittifak etmiştir “Ashabıma dil uzatmayın. Nefsim elinde olan Zât-ı Zülcelâl'e yemin olsun (sizden) biri, Uhud dağı kadar altın sarf etse, onlardan birinin sarf ettiği bir ölçeğe hatta yarım ölçeğe bedel olmaz.” (Müslim, Fedâilu's-Sahâbe, 221) “Bir yerde ölen Ashabımdan hiçbirisi yoktur ki, Kıyâmet günü oranın ahalisine bir nur ve onlara (cennete sevkte) bir rehber olmasın.” “Beni gören veya beni göreni gören bir Müslüman’a ateş değmeyecektir.” (Tirmizî, Menâkıb, 3864) Hz. Ali (ra) şöyle diyor “Hz. Peygamber (asm) zamanında inen her sûre ve her âyet mü’minlerin îman ve huşûlarını artırdı. Böylece bütün mü’minler bu âyetlerle getirilen yasaklara riâyet ediyorlardı.” (Hayatü’s-Sahâbe, Yusuf Kandehlevî)

Dağlar titredi, denizler ses verdi Taşlar dinledi, gökyüzü kükredi Toprak terledi, tohum yeşerdi Bir Sevgili geldi, putlar devrildi Bir Sevgili geldi, kamer bölündü Bir Sevgili geldi, ateşler söndü Bir Sevgili geldi, müjdeler getirdi Bir Sevgili geldi Güneş döner gelir, battığı yerden Çöller yeşerir, çiçeklenir evren Göklerden bir çağrı, gönüllere düşen Âlemin gâyesi, sebebidir gelen Bir Sevgili geldi, putlar devrildi Bir Sevgili geldi, kamer bölündü Bir Sevgili geldi, ateşler söndü Bir Sevgili geldi, müjdeler getirdi Bir Sevgili geldi

İnsanoğluna Peygamberlerin gönderilmesindeki sırlardan birisi de şudur: “Allah’ı kullarına, kullarını da Allah’a sevdirmek.” İnsan, Allah’ı sevdireni ve Allah’a sevdireni, kendi öz canından daha fazla sevse yeridir. İşte o sevdiren aracı peygamberdir. Bu yolda en büyük muvaffakıyeti elde eden zât şüphesiz Peygamberimiz (asm)’dir. Bundan dolayıdır ki zaman-ı Âdemden beri en sevilen insan O olmuştur ve bu sevgiyi gerçekten hak etmiştir. Çünkü O, varlığa erişe, ebedî kurtuluşa, saadet-i dâreyne, varlık âleminin hikmetinin, hakikatinin tahakkukuna sebep. Bunlar gibi daha nice esbap O’nu (asm) sevmeye sebep. Evet, O’nu (asm) sevmek. Hem de ölümüne sevmek, delicesine. Biz de bu yazımızda nübüvvet silsilesinin en son halkası, Hz. Muhammed’e (asm) asr-ı saadetten günümüze kadar beslenen eşsiz muhabbetin çarpıcı numunelerinden bazılarını arz edeceğiz. Kur’ân’da Peygamber sevgisinin ölçüsünü şöyle belirtiliyor: “Peygamber, mü’minlere kendi nefislerinden daha evlâdır.”1 Yani mü’min Hz. Peygamber’i (asm)herkesten ve dahi nefsinden de aziz tutacak. Îmanın kemâli, kemâlin alâmeti muhabbet-i Muhammed (asm) olacak. Sahâbeden günümüze, günümüzden de kıyâmete dek devam edecek sevginin temeli böyle atılmıştı. Tarih bu eşsiz sevginin örnekleriyle doludur. O’nun (asm) sevgisi her yerde karşımıza çıkmaktadır. İbâdette, duâda, dünyada ve dahi ukbada O’nun (asm) muhabbeti esas olacak. Hatta Müştak Baba’nın divanında dediği gibi: “Olmasaydık biz eğer Müştak meddâh-ı Resûl Nazmımız bâzâr-ı irfan içre bulmazdı revac” Söz bile O’nunla (asm) anlam kazanıp revac bulacak. SAHÂBENİN PEYGAMBER SEVGİSİ Sahâbeler Peygamber aleyhissalatü vesselam’a çok derin bir sevgi ile bağlıydılar. Huzurunda otururlarken sanki başlarının üstünde bir kuş var da uçacakmış gibi dururlardı. Başlar hep önde ve edeple dinlerlerdi. Seslerini O’nun (asm) sesinden fazla yükseltmezlerdi. O’nun (asm) için her şeylerini seve seve feda ederlerdi. Konuşmalarına “Anam, babam, tatlı canım sana feda olsun ey Allah’ın Resûlü!” diye başlarlardı. Abdest aldığı zaman su yere değmezdi, ashab o suyu yüzlerine sürerlerdi teberrüken. Tıraş olduğunda saçı ve sakalını alır saklarlardı. Allah’ın Resûlünün hatırası diye. Sonra O’na (asm) olan hasretlerini gidermeye çalışırlardı yokluğunda o saç tellerini öperek. Sâdece zâtına değil, O’na âit her şeye hürmet edilirdi. Çarığı, sarığı, elbiseleri ve diğer eşyaları mukaddes emânetlerdi ümmeti için. Savaşlarda yaralandığında kanı yere düşmezdi. Sahâbe içerdi o kanı âb-ı Kevser niyetine. Böyleydi onların sevgisi. Bir gün Hz. Ömer (ra), Peygamber’e (asm) gelerek “Ey Allah’ın Resûlü! Seni canımdan hâriç, her şeyden fazla seviyorum.” deyince, Peygamber (asm) Hz. Ömer’e (ra) bakarak: “Ey Ömer! Böyle yapmakla îmanın kemâle ermiş olmadı.” cevabını vermiş. Hz. Ömer (ra) “Ey Allah’ın Resûlü! Seni anamdan, babamdan, ailemden, çoluk-çocuğumdan, malımdan ve tatlı canımdan da fazla seviyorum!” deyince Resûl-ü Ekrem (asm): “İşte şimdi îmanın kemâle erdi, ya Ömer!” diye buyurdu. Bir vakit Ebu Süfyan, Hudeybiye barışı hakkında konuşmak için Medine’ye gelir. Kızı ve mü’minlerin annesi olan Ümmü Habibe’nin evine gelir. Peygamberimizin (asm) yatağı üzerine oturmak ister. Annemiz yatağı katlayıp kaldırır. Ebu Süfyan ona: Kızım yatağı mı bana, yoksa beni mi yatağa lâyık görmedin? der. Bunun üzerine annemiz: “Hayır, sen yatağa lâyık değilsin. Çünkü o yatak Resûlullah’ındır.” diye cevap verir. Uhud savaşında Resûlullah’ın öldürüldüğü haberi yayılır. Bir Peygamber âşığı olan Enes bin Nadr (ra), bazı sahâbelerin harbi bırakıp üzüntü içerisinde oturduklarını görür. Onlara “Eğer O öldüyse yaşamanın ne anlamı var. Haydi kalkın! O’nun (asm) yanına gitmek için ölünceye kadar çarpışın!” diyerek müşriklerin arasına dalar. Şehit oluncaya kadar var gücüyle savaşır. Bir başka Peygamber âşığı da Hubeyb bin Adiy (ra) idi. Bedir harbinden sonra müşrikler, sahâbelerin ölüsüne ya da dirisine büyük ödül vaat etmişlerdi. Hainler hile ile sahâbelerden Hubeyb bin Adiy (ra) ile Zeyd bin Desine’yi (ra) canlı olarak Mekke’ye getirip müşriklere teslim ederler. Bedir mağlubiyetini içlerine sindiremeyen müşrikler intikam için yanıp tutuşuyorlardı. Esir sahâbeleri darağacına bağladılar. Daha sonra ellerindeki ok, mızrak, kılıç ve diğer savaş âletleriyle onlara sırayla saldırdılar. Her darbede ölüme bir adım daha yaklaşan sahâbelere müşriklerden biri şöyle sordu: “Sizler şu an evinizde çoluk çocuğunuzla birlikte olup Hz. Muhammed’in (asm) sizin yerinize burada olmasını ister miydiniz? Onlar cevaben şöyle karşılık verdiler: “Vallahi O’nun ayağına bir diken batması karşılığında bile bunu istemeyiz.” Sonra “Ya Rab! Habib’ini (asm) bizden haberdar eyle.” diyerek ruhlarını Rahman’a teslim ettiler. Yine Uhud günü Neccar oğullarından bir hanım sahâbeye kocası, babası ve kardeşinin şehit olduğu söylenir. O ise her seferinde Peygamber Efendimiz (asm) nasıldır? diye sorar. O’nu (asm) bana gösterin, der. Peygamber'i (asm) görünce sâkinleşir ve şöyle der: “Ya Resûlallah (asm), sen sağ olduktan sonra hiç kimsenin ölümü bana zor gelmez.” Vefat-ı Nebevîden sonra Hz. Ali (ra) şehit edilinceye kadar bir daha hiç gül(e)medi. Çünkü sevgililer sevgilisini kaybetmişti. O’ndan (asm) sonra Hz. Bilal (ra) ezan oku(ya)maz oldu. Ayrılık acısı onun yüreğini dağlamıştı. Medine’nin her yerinde Habibullah’ın hatıraları vardı. Daha fazla dayanamadı. Medine’den ayrılıp uzak diyarlara gitti. Hz. Ebubekir (ra) ona ne kadar rica ettiyse de Medine’de kalıp ezan okumayı kabul ettiremedi. Çok defa denemişti aslında. Ama ezan okurken her seferinde “Eşhedü enne Muhammeder Resûlullah”tan öteye geçemiyordu. Bayılıp kendinden geçiyordu. Sonra Hz. Ömer (ra) halife olmuştu. Halifenin ısrarlarına dayanamayan Bilal-i Habeşî (ra) Medine’ye gelmişti. Çok sevdiği Efendimizin şehrindeydi yeniden. Hz. Ömer’in (ra) ısrarlı ricalarını kıramadı. Sabah ezanını bir defaya mahsus okuyacaktı. Medineliler Hz. Bilal’in sesine âşina idiler. Tam on yıl günde beş defa onun yanık sesiyle ezan okuyuşuna şâhit olmuşlardı. Sabah vakti girince Hz. Bilal ezanı başladı. Hıçkırıklarla karışık, gözyaşlarının eşliğinde nihâyet bitirebildi ezanı. Medine’de yer yerinden oynadı. Ezanı duyan herkes telaşla evinden çıkıp koşarak mescide geliyordu. Öyle ki çoluk çocuk hınca hınç doldurmuşlardı mescidi. Çok önemli bir şey olmalıydı. Hz. Bilal ezan okuduğuna göre namazı da Resûlullah (asm) kıldıracaktı herhalde. Çünkü Hz. Peygamber’den (asm) sonra kimseye ezan okumamıştı Bilal-i Habeşî. Demek ki Resûlullah (asm) yeniden dirilip gelmişti. Bu duygularla akın akın Mescid-i Nebevî’yi dolduran Medineliler, Peygamber’i (asm) göremeyince hıçkırıklara boğuldular. Herkes ağlıyordu. O gün gönüller çok mahzundu. Zîra ayrılığın acısı tazelenmişti. SAHÂBEDEN SONRA Peygamber sevgisi saadet asrından sonra da devam etti. Her dönemde Peygamberin âşıkları olmuştu. Bunlardan çok dikkat çekici bir numune arz edeceğiz şimdi. Veysel Karânî Hazretleri asr-ı saadette yaşadığı halde Peygamber’i (asm) görememişti. Tabiin sınıfına dâhildi. Yani Peygamberimizi (asm) görenleri görenlerdendi. Öyle bir sevgi taşıyordu ki kalbinde, zaman ve mekân engel olamıyordu Resûl (asm) ile görüşmesine. Kalb gözüyle her vakit görüyordu, ama baş gözü ile görmek bir türlü nasip olmadı. Uhud harbi sıralarıydı. Veysel Karanî (ra) Yemen’de. Perdeler açılmış gün gibi görüyordu savaşı. Müslümanların savaşın başındaki gâlibiyeti sevindirirken, sonundaki mağlubiyet yaralamıştı gönlünü. Fakat o sâdece hüzünle yetinmiyordu. Peygamberin kırılan dişlerine bedel, kendi dişlerini kırıyordu. Âdeta paralıyordu kendini. Ta ki onların acısını hissetmek için. İşte Veysel Karânî Hazretlerinin Peygamber sevgisi. Bir Peygamber âşığı da imam-ı Bûsîrî’dir. Hem âlim hem de şâirdi. Hz. Peygambere yazdığı övgü şiirleriyle meşhur olmuştu. İmam ilerleyen yaşlarında felç oldu. Cenâb-ı Hakk’a hastalığına şifa vermesi için Resûlullah’ı (asm) vesile edip çok duâ etti. Bir gün rüyasında Habib-i Kibriya’yı görür. Efendimizin (asm) isteği üzerine son yazdığı kasideyi okur. Resûl-ü Ekrem (asm) bu kasideyi çok beğenir. Mübârek cübbelerini çıkarıp imam-ı Bûsîrî’ye giydirir. Daha sonra felçli olan uzuvlarını elleriyle sıvazlar. İmam sabah uyandığında âzalarının iyileştiğini görür. Üzerinde Server-i Kâinatın verdiği cübbe de vardır. Bundan dolayı kasideye Kasîde-i Bürde adı verilir. Bu sırada sabah ezanı okunmaktadır. Büyük bir heyecanla câmiye doğru yola çıkar. Yolda evliyadan bir zâtla karşılaşır. İmamı yürürken gören zât: “Ey imam! Yazmış olduğunuz kasidelerden birini bana okur musunuz? İmam: Benim pek çok kasidelerim var hangisini arzu edersiniz deyince, o zât: Kimsenin bilmediği, dün gece rüyanda Resûlullah’a okuduğunuz kasideyi diye cevaplar. İmam bunu nerden anladın deyince. O zât, gece olanları bir bir anlatır. “Dün geceki mecliste ben de vardım.” der. Bu hâdise Peygamber sevgisinin dünyada bile karşılıksız kalmadığına çok güzel bir misaldir. Osmanlı padişahlarından Fatih Sultan Mehmed Han da, peygamber sevgisi ile dolup taşanlardandı. Dünyaya geldiğinde babası Sultan II. Murad şöyle demişti: “Ravza-i Murad’da bir gül-i Muhammed açtı.” Fakat Peygambere (asm) saygısından oğlunun ismini Mehmed koydu. İşte böyle bir sevginin ocağında pişen Sultan Fatih, Peygambere (asm) olan muhabbetini “Avnî” mahlasıyla şiirlere döktü. “Benim Sen şâh-ı mehruye kul olmağ ile dür fahrim Geda-yı dilber olmak yeğ cihanın padişahından” diyerek Resûlullah’ın (asm) yanında köle olmayı cihanın padişahlığına tercih ettiğini ifâde etmiştir. Fâtih Sultan Mehmet İstanbul’un fethinden önce Rumeli hisarını yaptırır. Hisarın planını hassa mimarıyla birlikte bizzat hazırlar. 4 ay 16 günde hisar tamamlandı. Bu kadar kısa bir zamanda yapımı tamamlanan hisar dost ve düşmanı hayran bırakırken, asıl güzellik üzerindeki nakışta gizliydi. Çünkü Sultan Fâtih, Peygamber sevgisini kıyâmete kadar temsil edecek bir eser ortaya koymuştu. Yukarıdan bakıldığında hisar, İslâm harfleriyle “Muhammed” görünümünde tasarlanmıştı. Aslında Fâtih Sultan Mehmed, Rumeli Hisarını yapmakla fethetmişti İstanbul’u. Bir başka Resûlullah (asm) âşığı da şair Nâbi’dir. Şairin kalbini Medine ve Allah Resûlünün (asm) hasreti kavurmaktadır. İstanbul’dan yola çıkan bir hac kafilesindedir. Kafilede pek çok âlim ve vezirler de vardır. Bir gece vakti Medine’ye yakın bir yere ulaşırlar. Sabahleyin dinlenmiş olarak Mescid-i Nebevî’ye girmek için mola verilir. Gece Nabî’nin gözüne bir türlü uyku girmez. Çadırların arasında dönüp durmaktadır. Bu sırada devlet ricalinden birisi ayaklarını Medine’ye doğru uzatarak yatmıştır. Nâbi buna çok üzülür. Zâtı uyandırmada başarılı olamaz. Bunun üzerine dilinden şu na’t dökülür: “Sakın terk-i edebden kûy-ı Mahbûb-ı Hudâ’dır bu Nazargâh-ı İlâhîdir Makam-ı Mustafa’dır bu Felekte mâh-ı nev Bâbüs-selam’ın sîne çâkidir Bunun kandili cevzâ matla-ı nur-u ziyadır bu Kervan Medine’ye girdiğinde sabah ezanları okunmaktadır. Herkes huşû ile ezanı dinler. Ezanlar bitince bütün minârelerden “Sakın terk-i edebden kûy-ı mahbûb-ı hudâ’dır bu” na’tı okunur. Kimse neler olduğunu anla(ya)maz. Nâbi en yakın câmiye koşar, müezzinine neden bu na’tı okuduğunu sorar. Müezzin şöyle cevap verir: Dün gece Resûlullah (asm) rüyada bize göründü. Bize “Ümmetimden çok sevdiğim Nâbi isminde birisi benim misafirim olarak geliyor. Kendisini bu na’tı okuyarak karşılayın” dedi. Demek Allah sevdiğini seveni sever ve sevdirirmiş. İşte delil; şair Nâbi’nin Peygamber sevgisi. O’NU (ASM) SÂDECE İNSANLAR SEVMEDİ Peygamber sevgisi insanlarla sınırlı değildir. Hadiste: “Yer ile gök arasında hiçbir şey yoktur ki, benim Resûlullah olduğumu bilmesin. Yalnız ins ve cinin âsileri beni tanımaz.”2 buyurulur. O’nun (asm) insanlardan başka âşıkları da vardı. Medine’ye hicret ettiklerinde Sebir dağında gizlenmek istemişler. Fakat Sebir dağı “Ya Resûlallah (asm)! Ne olur benim üzerimden inin. Korkarım ki benim üzerimdeyken size bir şey olur da Rabbim bana gazap eder. Bunun üzerine Hira dağı şöyle seslenir: “Ya Resûlallah (asm) ileyye. İleyye.” (Bana gel, bana gel) Hira dağı Allah Resûlünü bağrına basar. Yine hutbe verdiğinde yaslandığı kuru kütük minber yapılınca mescidin dışına çıkarılır. Kütük Resûlullah’ın ayrılığına dayanamamış, inleyip ağlamıştı. Nihâyet minberin altı kazılıp içine konuldu. Ancak o zaman inlemesi kesildi. Eğer minberin altına konulmasaydı kıyâmete değin inleyecekti. Peygamberimizin (asm) vefatından sonra devesi “Adba” hüznünden dolayı yiyip içmemiş, vefat etmişti. Dağ, taş, ağaç, hayvan ve daha nice mahlûkat O’nun (asm) sevgisini taşımakta. Bedîüzzaman Hazretleri bu hâdiseyi anlattığı yerde “Meşhur Hasan-ı Basrî, şu hâdise-i mûcizeyi şakirdlerine ders verdiği vakit, ağlardı ve der idi ki: “Ağaç, Resûl-i Ekrem'e (asm) meyil ve iştiyak gösteriyor. Sizler daha ziyâde iştiyaka, meyle müstahaksınız.” der. Biz de deriz ki: Evet hem O'na iştiyak ve meyil ve muhabbet, O’nun (asm) Sünnet-i Seniyesine ve Şeriat-ı Garrasına ittiba' iledir.”3 Rabbim, O’na (asm) lâyık sevgiyi kalblerimize yerleştirsin. Sevgisini sevgisine vesile kılsın. Resûlünün sünnetine uymaya cümlemizi muvaffak eylesin. Âmin. Ahzab, 6Ramuze’l-Ehâdis, c. 1, sh. 140Zülfikar, Osmanlıca nüsha, 183

Yurtdışında kazandığınız hassasiyetin neticesinde 1985’te Türkiye’ye dönüşünüzden sonra gördüğünüz manzara neticesinde “Gıda Raporu” kitabını çıkartarak insanımıza yediği gıdaların hem sağlığa zararlı hem de haram olabileceği şuurunu vermeye çalıştınız. Ferdî çalışmaların neticesinde bir kurum halinde çalışmanız gerekliliğini anlayarak 2005’te GİMDES’i kurdunuz ve size müracaat eden üreticilere “Helâl Sertifikası” veriyorsunuz, İslamî çizgi ve belirlediğiniz sağlık standartlarına uygun ise. Çalışmalarınızı kısaca özetledikten sonra sorularıma geçmek istiyorum. Dinimiz helâl, sağlıklı, iyi ve güzel gıdalarla beslenmemizi emretmektedir. Haram ve şüphelilerden uzak durmamızı, muttaki kullar olmamız için şart olarak bildirmektedir. GİMDES’in Helâl Sertifikalamadaki uygulaması işte bu temel çizgilere dayanmaktadır. Bugün için TC devletinin, İslâm dinine dayalı yaşam tarzı ve onun önemli bir rüknü olan helâl yaşam, helâl ürün konularında yasal bir mevzuatının bulunmaması sebebi ile uygulama ihracata dönük olarak yürütülmektedir. Hâlen çeşitli gıda ve kozmetik sektörlerinde 100 civarında firmamıza “Helâl Sertifika” verilmiştir. Mürâcaat eden diğer firmalar için çalışmalar sürdürülmektedir. 2011 yılı sonu itibari ile bu rakamın 250’ye çıkacağını tahmin ediyoruz. Tüketici olarak ürünlerin üzerinde yazan içeriklere ne kadar güvenebiliriz? Muhteviyatı tamamen yazılıyor mu? İçerik (muhteviyat) bilgilerini tüketicilere bildirmek için uygulanan etiketler ne yazık ki güvenilir değildir. Ya doğru bilgiler içermiyor ya da içerik bilgileri normal düzeyde bir tüketicinin anlayabileceği şekilde tanzim edilmiyor. Bu noktada da tüketicinin güveneceği tarafsız, bağımsız ve bilgili bir kurumun desteğine ihtiyaç bulunmaktadır. Tarım ve Köyişleri Bakanlığı muhteviyat noktasında hâkim bir denetime ve şuura sâhip mi? Tarım ve Köyişleri Bakanlığı’nın bu konuda gerek kadro ve gerek teçhizat bakımdan yeterli olamadığı düşüncesindeyiz. Yaklaşık 40.000 civarında firmanın binlerce ürününün denetlenmesi büyük önem arzetmektedir. Özellikle menfaat hesaplarının ahlakî kuralların üzerine çıktığı bir toplum içinde yaşıyoruz. Bu, olayın vahametini daha da büyütmektedir. Bir üretici “Helâl Sertifikası”na nasıl sâhip olabilir? GENEL ESASLAR İslâm’da “Helâl Gıda” terimi sâdece temizlik ve hijyen kalitesine uygunlukla sınırlı değil, aynı zamanda gıdaların Kur’ân ve hadisler çerçevesinde belirtilen İslâmî kurallara uygun olmasını da içerir. Helâl SERTİFİKA ADIMLARI Firmanın Helâl Sertifika Başvurusu www.gimdes.org sitesinden indirilebilir. GİMDES’de ön inceleme, gerekirse ek bilgi ve belgelerin taleb edilmesi Denetleme için sözleşmenin taraflarca imzalanması Firma tesislerinde denetim süreci Denetlemelerin sonucu üzerinde denetçilerin değerlendirmeleri Uyulması gereken şartların firmaca tam olarak sağlanması GİMDES İlim Kurulunun tamamlanmış denetimler üzerine raporu Helâl Sertifikalama Helâl Güvence Sisteminin Takip Hizmetleri ÖN ŞARTLAR Firma “Helâl Ürünler” üretmek için gönülden istekli olduğunu bildiren yazılı bir taahhüdname vermelidir. Sistem “Helâl El Kitabı” olarak yazılmalı ve belgelendirilmelidir. Helâl El Kitabı diğer kalite sistemlerinden ayrı olarak hazırlanmalıdır. Helâl Güvence Sistemi, Helâl Sertifikalandırma işleminde ön koşuldur. Helâl Sertifikalı Firma, Helâl Güvence Sistemi adı verilen Helâl üretimin sürdürülebilirliğini garanti eden sistemi kurmalıdır. Bunun için firma “HGS El Kitabını” hazırlamalıdır. MADDELERİN HelâlLİĞİNİ SAĞLAMAK İÇİN GİMDES GEREKLİLİKLERİ Helâl Sertifikalandırma kuruluşları tarafından hayvan/hayvan türevleri maddeler ve diğer karışık ve kritik maddeler için verilen “Helâl Sertifikası” Mayalanan ürünler için içerdikleri ürünleri kapsayan, içerik maddelerinin detaylı analizi ve dökümü. Maddelerin orijinal kaynağı (başlangıç maddeleri). İşlemde kullanıldığı belirtilen yardımcı maddelerin akış işlemleri. Ürünün, görünen etiket bilgileri ile uyumlu olup olmadığı. Gerekliyse labarotuvar analizi. Dünya üzerinde tek bir “Helâl Sertifikası” üzerinde çalışmalarınız olduğunu biliyoruz. Hem halkımızı hem de Müslümanları hatta insanları şuurlandırmak için ne gibi çalışmalar yapıyorsunuz? 2005 yılında duyarlı birkaç kardeşimiz tarafından kurulan kısa adı GİMDES olan Gıda ve İhtiyaç Maddeleri Denetleme Sertifikalama Derneği helâl ve sağlıklı gıda gibi yaşamımızda çok önemli, fakat gözden kaçırdığımız bir konuda çalışma yapmaktadır. Helâl ve sağlıklı sertifika çalışmalarımız alt birimimiz olan GİMDES helâl ürünleri araştırma enstitüsünde yürütülmektedir. İhracata dönük olarak verilmekte olan helâl gıda sertifikası Endonezya MUI, Singapur MUIS, Malezya IFRC ASIA, WHF, JAKIM, Amerika Birleşik Devletleri AHF ve Avrupa AHC-AUROP gibi helâl gıda alanında otorite olan kuruluşlar tarafından tanınmakta ve partner kontrolor kabul edilmektedir. Bu özelliğimiz sebebi ile firmalarımızın ihracat potansiyellerinde önemli bir gelişme ve açılım sağlamaktadır. Sertifikalama alanında ihtiyaç duyulan uzman eleman yetiştirilmek amacı ile belirli peryotlarla helâl sertifika denetcisi eğitimi ve helâl kesim sertifikalı kasap eğitimi vermektedir. Fıkıh ilim ve teknik bilim kurullarımızın hazırladığı helâl gıda standardı uygulamaya konulmuştur. Bu sıtandartlara bağlı olarak ihracata dönük olmak üzere süt ve süt ürünleri kırmız ve beyaz et kesimi ile ileri et mamülleri, helva ve reçel un ve un katkı maddeleri çikolata ve şekerleme sektöründen 80 firmaya helâl sertifikası verilmiştir. Derneğimizin öncülüğünü yaptığı helâl gıda platformu çeşitli sivil toplum kuruluşlarında konferanslar düzenlemekte basın yayın organlarında röportaj ve söyleşi yaparak toplumumuzu biliçlendirmektedir. “GİMDES Hanımlar Kurulu” hanım kardeşlerimizin bilinçlenmesini sağlamak amacı ile seminer ve konferanslar düzenlemektedir. TGTV ve İDSB gibi Türkiye’nin büyük ve saygın çatı kuruluşlarına ve 50 ülkenin helâl sertifikalama çalışmalarını yapan kuruluşların oluşturduğu WORLD HALAL COUNCİL (WHC) çatı kuruluşuna üye olup Malezya merkezli WHF ve Brüksel merkezli AHC- EUROP çatı kuruluşlarının da kurucu üyesidir. Düzenlediğimiz helâl gıda 2008 uluslararası konferansı ülkemizde sahasında önemli gelişmelerin tetikleyicisi olmuştur. Helâl Gıda 2009 Uluslararası Konferansı dünyada ilk defa 20 ayrı ülkenin helâl sertifikalama kurumlarından 25 uzmanın katılımının sağlandığı büyük ve verimli bir toplantı gerçekleştirmişti. 2010 yılında çıtayı bir adım daha yükselterek “Helâl Gıda 2010 Uluslararası Konferansı” WORLD HALAL COUNCIL Kongresi ve CNR Fuarcılık işbirliği ile Helâl gıda 2010 fuarını organize etmiş olan GİMDES “Helâl olsun Türkiye!” sloganı ile yoluna devam etmektedir. “Helâl Sertifikası”nın ileride nasıl bir konuma sâhip olmasını hayal ediyorsunuz? Helâl sertifikalanmış ürünler için pazar çok büyüktür. Dünyadaki 2 milyara yakın Müslüman’ı, Helâl sertifikalanmış ürün tercih eden milyonlarca gayrimüslim insanı kapsamaktadır. 20 milyon Amerika’da, 35 milyon Avrupa’da, 400 milyon Afrika’da, 950 milyon Asya’da, 250 milyon Ortadoğu’da Müslüman nüfus yaşamaktadır. Kaynaklar, helâl ürün pazarının yıllık talebinin 850 milyar ABD doları civarında olduğunu belirtmektedir. Tüm helâl hizmetlerin ise toplam 2 trilyon ABD doları olduğu tahmin ediliyor. Ne yazık ki bu potansiyel gücün, bugün için %14’ü kullanılabiliyor. İrfan Mektebi helâl gıda tüketiminde ciddi bir hassasiyeti olan bir okur kitlesine sâhiptir. Buradan okurlarımıza neleri tavsiye etmek istersiniz? Tabi en önemli olan bu kitleleri harekete geçirebilirsek oyunun önemli bir tarafını oynamış duruma gelmiş oluruz ki bu kitlelerin en büyük noksanlığı bilgi noksanlığıdır. Bu bilginin şuurlu bir şekilde, bu yerlere bu fonksiyonu ifa etmeli. Her sayısında mümkün mertebe bu konuda yeni bilgileri aktarırsa kendiliğinden bu noksanlık tamamlanmış olur. Mümkün mertebe helâl sertifika almamış ürünlerle arasında mesâfe bırakmasında fayda vardır. Ne kadar zor bulunabilse de helâl sertifikalı ürünü almaya çalışmalıdır. Diyelim ki tavuk almak istiyoruz. Bugün Türkiye’de 3 milyon tavuk kesiliyor. Maalesef bunun 2 milyonu GİMDES’İN kontrolünde değil ve kimisi makine kesim dediğimiz ve İslamî şartlara uymayan bir sistemle kesiliyor. Şimdi “Helâl Sertifika” almış bir tavuk ismini duymuşsak kendi marketimizde de bu ürün yoksa ilk olarak satıcıyı ikaz ederek “ben “Helâl Sertifika”lı tavuk getirmeni istiyorum, getirmezsen ben alışverişimi keseceğim.” demeliyiz. Şimdi böyle bir şuur oluşursa market sâhibi de ticâreti için o ürünü getirecektir. Marketimiz ürünü temin edinceye kadar iki sokak ötede varsa üşenmeyecek, o ürünü oradan alacak. Neden? Çünkü helâl lokma yemek ve aile efradımıza yedirmek durumundayız. Böyle bir vecibe ile görevli olan insan, üşenmeyecek, gidip oradan alacak. Yoğurdu sorgulayacak, yoğurtta jelâtin katılmamışsa marketinden alabilir. Market sâhibi izahını yapamıyor ya da jelâtin kullandığını açıkça söylüyorsa kesinlikle o marketten almamamız gerekiyor. Zîra şu andaki dünya şartları itibariyle bu jelâtinin helâl olabilme ihtimali çok zayıf. Ne yapmalıyız? Biraz yorulacağız, evimizde yapacağız. Maalesef şu ana kadar tesbitimize göre bazı fırınlar 18 çeşit katkı maddesi koyuyor ekmeğe. Hâlbuki bizim klasik ekmeğimizde un, su, maya ve tuzdan ibârettir. Şimdi 18 çeşit katkı maddesi var. Kabuk kalınlığı şöyle olsun diye şu katkı maddesi, içinin sünger gibi olması için şu, renginin şöyle olması için bu. 18 tane katkı maddesinin büyük bir kısmı sağlığa ve İslamî hassasiyete aykırı düşebilecek maddelerden oluşuyor. Fırıncımızı kontrol edeceğiz, katkı maddesi kullanıyor mu, kullanmıyor mu? Kullanıyorsa ekmeğini almayacağımızı söyleyeceğiz. Ve bu katkı maddelerini kullanmaktan vazgeçirmeye çalışacağız. Aksi halde katkısız ekmek yapan bir fırın, market varsa oradan alacağız. Buna benzer örnekleri çoğaltabiliriz. Et, tavuk gibi bütün bunlar böyle bir gayretin ortaya konmasını gerektiren durumlar. Dolayısıyla bunun için İslâm davasına yürekten inanmış insanların omuzlarına bir mesuliyet getirmektedir ki bu mesuliyeti yerine getirme şuuruna sâhip kardeşlerimiz biraz terleyecekler, gayret edecekler ve GİMDES’İN açtığı bu yolun bir an evvel güçlenmesine yardımcı olacaklar ve mümkün mertebe satıcı firmaları helâl sertifikalı ürün satmaya teşvik edecekler. Mesela diyelim ki un, basit bir şey, unun oluşumda öyle katkı maddeleri var ki domuzun enziminden yapılmış maddeler de katılabiliyor. Helâl olmayan, beyazlatmak için kullanılan katkı maddeleri var, tüketici bunları bilmez. Ama helâl sertifikalı hâle getirilirse helâl sertifika kurulu bu mesuliyeti tekellüf etmiş olur ve bir Müslüman’a helâl yiyip içme farz-ı ayndır. Bunu denetlemek üzere çıkmış bir kurum olarak GİMDES bu mesuliyeti yüklenmiştir. Böylece farz-ı kifâye durumuna gelir. Kardeşlerimiz, kolaylık sağlayacağı için GİMDES’e bu bakımdan hem duâ etmeleri hem desteklemeleri hem de mümkün mertebe onun önünü açacak desteklere yardımcı olması gerekir ki yapacağı şey günlük ihtiyacını temin ederken mümkün mertebe hem satıcı firmayı hem üretici firmayı hem de kontrol etmek zorunda olan devlet kurumlarını ikaz etmesi lâzım ki bugün hanım kuruluşları, Allah razı olsun, çok güzel çalışmalar yapıyorlar. Onlar kendi aralarında imzalar topluyorlar. Firmalara efendim, devletin kurumlarına göndererek isteklerini dile getirmeye çalışıyorlar. Bu çok önemli. Bu bizim hakkımızdır. Bizim haklarımız gasb edilmiş durumda. Biz haram yemek istemiyoruz, helâl yemek istiyoruz, ama bunun helâlliğiyle alâkalı net bilgi vermiyorlar. En tabi hakkımız olduğu hâlde, bu hakkımız gasbedilmiş durumda. Bu hakkı GİMDES eliyle kurtarmaya çalışıyoruz. Bu anlayışla bize mutlaka kardeşlerimizin destek olması ve bizi taklid ederek yanlış iş yapmak isteyenlere de fırsat vermemelidir. Maalesef her toplumda olabiliyor. Yeni bir şey çıktığında, eğer hakkaten hayırlı bir iş ise onun taklidleri çıkıyor. Sırf onun sırtından faydalanmak için. Helâl sertifika kurumunu GİMDES ortaya koydu. Ama taklidleri var piyasada. Biz de sertifika veriyoruz diyorlar, ama onların verdiği sertifika, içi kof bir sertifika. Ama ucuz oluyor, şöyle oluyor, böyle oluyor. Buna dikkat etmemiz lâzım. Yani GİMDES’İN damgasını taşımayan sertifikaların temel helâllik şartlarını taşımadığı fikrine sâhip olmamız lâzım ve onları elimizin tersiyle itmemiz gerek. Allah râzı olsun. Hocam Allah râzı olsun, Allah çalışmalarınızda muvaffakiyetler versin.

Husrev EFENDİNİN KALEMİ İLE OLAN HİZMETİ Hem Kur’ân’ın gözle görülen bir nevi lem'a-i i'caziyeyi, beş-altı Mushafta işaretler yaptım, hatt-ı Arabî-i Kur'ânîleri mükemmel olan kardeşlerime taksim ettim. Bunların içinde hatt-ı Arabî-i Kur'ân'da ‘‘Husrev’’ onlara yetişemediği halde, birden umum o kâtiplere ve hatt-ı Arabî muallime tefevvuk eyledi. Ve hatt-ı Arabîde, en mümtaz kardeşlerimizden on derece geçti. Umumen onlar tasdik edip: ‘‘Evet bizden geçti, biz ona yetişemiyoruz.’’ dediler. Demek ‘‘Husrev’’in kalemi, Kur'ân-ı Mu'ciz-ül Beyan'ın ve Risâle-i Nur'un mu'cizevari kerametleri ve hârikalarıdır. Kardeşiniz Said Nursî (Kastamonu Lâhikası’ s.70) Evvelâ: ‘‘Husrev’’in mektubu, Risâle-i Nur'a hizmet edemediği için teessüfüne mukabil ona yazınız ki: ‘‘Husrev’’in cazibedar yazıları ve nüshaları onun yerinde pek parlak bir surette hizmet ediyorlar. (Kastamonu Lâhikası, s.77) Ey ‘‘Husrev’’! Tesirli ve güzel mektubunu aldım. Vazifenin başına geçmen, bizi fevkalâde mesrur etti. Binler safalar ile geldin. Sen, birbuçuk sene maddî kalemin işlemediğinden merak etme. Senin yerine ve kerametli kaleminin yadigârı olan Mu'cizat-ı Ahmediye'nin biri vilayat-ı şarkıyede fa'alane geziyor. Diğer son yazdığın nüsha da, İstanbul'da senin yerinde çalışıp inşâallah fütuhat yapar. Senin yazdığın mu'cizeli iki Kur'ân-ı Azîmüşşan'ın bu havalide hususan Ramazan-ı Şerif'te sana kazandırdıkları sevabları ve tahsin ve tebriklerini, inşâallah yakında tab'a girmesiyle, âlem-i İslâm'dan senin ruhuna yağacak rahmet dualarını düşün, Allah'a şükreyle. (Kastamonu Lâhikası, s.130) Aziz, sıddık, mübarek, Kur'ân-ı Mu'ciz-ül Beyan'ın bir vech-i i'cazını hârika kalemiyle gösteren ve mütemadiyen defter-i hasenatına, o yazdığı Kur'ân'ları okuyanların sevabları yazılan kıymetdar ‘‘Husrev’’! (Kastamonu Lâhikası, s.155) Şimdiye kadar Kur'ân harfleri ve Kur'ân hattı Türk milletinin hatt-ı kadîmi olduğu halde latin harflerini Türk harfleri deyip Kur'ân harfleriyle Asâ-yı Musa'yı yazan ‘‘Husrev’’i mes'ul etmek birkaç vecihte yanlış olduğunu ehl-i insaf anlar. (Şuâ'lar-2, s.470) ‘‘Husrev’’i tashihte ve tevzi'de ve tedbirde ve muhaberede ve Nur’ların neşir ve yetiştirmesinde tebrik ve muvaffakıyetine dua ederiz. Bu ehemmiyetli vazifelerle beraber; yine o şirin ve parlak kaleminin yazılarını çok nüshalarda görüyoruz; hem müstakil nüshaları da yazıyor, mektubundan anlıyorum. (Emirdağ Lâhikası-1, s.113) ‘‘Husrev’’ kardeş! Beşinci Şuâ'ın kıymetini tam beyan ve takdirin beni çok mesrur etti. İkinci defa yaldızlı bir Kur’ân’ı yazdığın, beni fevkalâde müferrah etti. Hem benim için de yeni risâleleri mübarek kaleminle (Hâşiye) istinsah ettiğin, beni minnetdarlık hissinden mesrurane ağlattı. (Kastamonu Lâhikası, s.4) ‘‘Husrev’’ kardeş! Kasem ederim benim elimden gelseydi, yalnız bu defa altun yaldızla yazdığın Mu'cizat-ı Ahmediyeye mukabil her ir sahifesine, yalnız maddî bir ücret olarak birer altun hediye edecektim. Hakikaten ebedî bir gül fabrikasına kâtib tayin edildiğinize kanaatım kat'iyet kesbetti. Rabb-ı Rahîm'e hadsiz hamd ü sena olsun. Tasavvurumda ‘‘Husrev’’ Rüşdü bir tek isim gibi olmuş. İkinizi, Risâle-i Nur'a aid her şeyde beraber biliyorum ve buluyorum. Size @®B²[«8ö«w@«6ö²w«8«:«! âyetine aid ve birden hatıra gelen ve Sabri'nin iki mektubunun -daha gelmeden- manevî tesiriyle yazılan bir tetimmeyi gönderdim. Bir derece mahremdir, has ve eminlere mahsustur. (Kastamonu Lâhikası, s.22) Husrev’İN KALEMİ GİBİ KALB VE FİKRİNİN DE HARİKA OLMASI Hem bu ‘‘Husrev’’in kalemi gibi fikri, kalbi de o nispette hârika diyebiliriz. Risâle-i Nur'a karşı irtibatı ve iştiyakı ve kanaatı gittikçe terakki ve inkişaf ediyor. Hiçbir hâdise onu sarsmıyor, fütur vermiyor. (Kastamonu Lâhikası, s.70) ÜSTADIN RİSÂLE-İ NUR TALEBELERİNE Husrev EFENDİYE TAM KARDEŞ OLMA TAVSİYESİ Husrev Efendinin Risâle-i Nur hizmetinden gelen manevi şahsiyetine ve bu şahşiyetin makbuliyetine dikkat çekerek hiçbir hareketinin tenkid edilmemesi gerektiğini sevgili üstadımız şu hakikaetlerle beyan ediyor: Bilhassa Medreset-üz Zehra erkânlarının, hususan ‘‘Husrev’’in bu vatan ve millet ve âlem-i İslâm'a hizmet-i îmaniyeleri ve tahribçi dinsizlerin desiselerine sed çekmeleri o kadar büyük bir hasenedir ki farz-ı muhal binler seyyie olsa afvettirir. Öyle ise, başta ‘‘Husrev’’ olarak o erkânların hiçbir hareketini tenkit etmemek ve kemal-i ihlas ve samimiyet ile onlara tesanüd ve tam kardeş olmak lâzımdır diye bu mealde bir ders oldu. İnşâallah Hacı Sabri de Hoca Sabri ve Rüşdü ve emsalleri gibi ruh u can ile alâkadar ve ‘‘Husrev’’e tam kardeş olacak; meşrep ihtilafı daha tesir etmeyecek. (Emirdağ Lâhikası-2, s.226) ÜSTAD’IN Husrev EFENDİYİ EHL-İ DÜNYADAN GİZLEMESİ Risâle-i Nur benim bedelime sizlerle görüşür. Derse müştak yeni kardeşlerimize güzelce ders verir. Nurlarla ya okumak veya okutmak veya yazmak suretiyle meşguliyet tecrübelerle kalbe ferah, ruha rahat, rızka bereket, vücuda sıhhat veriyor. Şimdi ‘‘Husrev’’ gibi Nur kahramanı size ihsan edildi. İnşâallah bu medrese-i Yusufiye dahi Medreset-üz Zehra'nın bir mübarek dershanesi olacak. Ben şimdiye kadar ‘‘Husrev’’i ehl-i dünyaya göstermiyordum, gizliyordum. Fakat neşredilen mecmualar onu ehl-i siyasete tamamıyla gösterdi. gizli bir şey kalmadı. Onun için ben onun iki-üç hizmetini has kardeşlerime izhar ettim. Hem ben hem o daha gizlemek değil. Lüzum ise aynı hakikat beyan edilecek. Fakat şimdilik karşımızda hakikatı dinleyecekler içinde dehşetli ve tezahür etmiş iki muannid. Hem zındık hem komünist hesabına (biri Emirdağı'nda malûm olmuş, biri de burada) gâyet dessasane aleyhimizde iftiralarla memurları ürkütmeğe çalışıyorlar. Onun için biz şimdilik çok ihtiyat edip telaş etmemek ve inâyet-i İlahiyenin imdadımıza gelmesini tevekkül ile beklemek lâzımdır.(Târihçe-i Hayât, s.360) Husrev EFENDİNİN ALEYHİNDE BULUNMANIN KÖTÜ SONUÇLARI Hz. Üstad, Husrev Efendiye itiraz etmeye, tenkide, gücenmeye ve aleyhinde bulunmaya izin vermemekle beraber, aleyinde bulunmanın vahim sonuçlarını şu hakikatle izah ediyor: Ben şiddetli bir işaret ve manevî bir ihtarla sizin üçünüzden Risâle-i Nur'un hatırı ve bu bayramın hürmeti ve eski hukukumuzun hakkı için çok rica ederim ki dehşetli yeni bir yaramızın tedavisine çalışınız. Çünkü gizli düşmanlarımız iki plânı takib ediyorlar: Birisi beni ihanetlerle çürütmek, ikincisi mabeynimize bir soğukluk vermektir. Başta ‘‘Husrev’’ aleyhinde bir tenkit ve itiraz ve gücenmek ile bizi birbirimizden ayırmaktır. Ben size ilân ederim ki: ‘‘Husrev’’inbin kusuru olsa: ben onun aleyhinde bulunmaktan korkarım. Çünkü: Şimdi onun aleyhinde bulunmak doğrudan doğruya Risâle-i Nur aleyhinde ve benim aleyhimde ve bizi perişan edenlerin lehinde bir azîm hıyanettir ki: Benim sobamın parçalanması gibi acib sebepsiz bir hâdise başıma geldi. Ve bana yapılan son işkence dahi bu manasız ve çok zararlı tesanüdsüzlüğünüzden geldiğine kanaatim var. Dehşetli bir parmak buraya hususan altıncıya karışıyor. Beni bu bayramımda ağlatmayınız. Çabuk kalben tam barışınız. Said Nursî (Şuâ'lar-2, s.540) Husrev EFENDİ HAZRETLERİNİN KERAMETLERİ Ve hâkeza... (Üçüncü Keramet-i Kur'âniye) Bunların okunması dahi usanç vermiyor. Hususan ihtiyaç hissedilse, okundukça zevk alınıyor, usanılmıyor. İşte siz dahi, (Dördüncü bir Keramet-i Kur'âniye)yi ispat ettiniz. ‘‘Husrev’’ gibi kendine tembel diyen ve beş senedir Sözler'i işittiği halde yazmaya cidden tembellik edip başlamayan bir kardeşimiz, bir ayda on dört kitabı güzel ve dikkatli yazması, şüphesiz dördüncü bir keramet-i esrar-ı Kur'âniyedir. Hususan Otuz üçüncü Mektup olan otuz üç pencerelerin kıymeti tamamen takdir edilmiş ki, gâyet dikkatle ve güzel yazılmış. Evet o risâle, marifetullah ve İman-ı billah için en kuvvetli ve en parlak bir risâledir. Yalnız baştaki pencereler gâyet icmal ve ihtisar ile gidilmiştir. Fakat gittikçe inkişaf eder, daha ziyade parlar. Zâten sair te'lifata muhalif olarak ekser Sözler'in başları mücmel başlar, gittikçe genişlenir, tenvir eder. (Mektûbât-1, s.208) (Hâşiye): Medar-ı hayret bir lütf-ı bereket: Gül fabrikasının kâtipliğiyle Risâlet-in Nur'a intisap eden ‘‘Husrev’’, iki buçuk sene evvel bir küçük şişe gülyağı göndermişti. Mütemadiyen istimal ettiğim halde daha bitmedi, devam eder. Kardeşiniz Emin yanımdadır, bu berekete şehadet eder, hem size selâm eder. (Kastamonu Lâhikası, s.4) RİSÂLE-İ NURUN MANEVİ KUVVETİNE MAZHAR OLMALARI Aziz, sıddık kardeşlerim, Çok tecrübelerle ve bilhassa bu sıkı ve sıkıntılı hapiste kat'î kanaatım gelmiş ki: Risâle-i Nur ile kıraeten ve kitabeten iştigal sıkıntıyı çok hafifleştirir ferah verir. Meşgul olmadığım zaman o musibet tezauf edip lüzumsuz şeylerle beni müteessir eder. Bazı esbaba binaen ben en ziyade ‘‘Husrev’’i, Hâfız Ali ve Tahirî'yi. (ra) sıkıntıda tahmin ettiğim halde en ziyade temkin ve teslim ve rahat-ı kalp onlarda ve beraberlerinde bulunanlarda görüyordum. Acaba neden derdim. Şimdi anladım ki onlar hakikî vazifelerini yapıyorlar, malayani şeylerle iştigal etmediklerinden ve kaza ve kaderin vazifelerine karışmadıklarından ve enaniyetten gelen hodfüruşluk ve tenkid ve telaş etmediklerinden temkinleriyle ve metanet ve itminan-ı kalpleriyle Risâle-i Nur şakirdlerinin yüzlerini ak ettiler. zındıkaya karşı Risâle-i Nur'un manevî kuvvetini gösterdiler. Cenab-ı Hak onlardaki, nihâyet tevazu ve mahviyetteki tam izzet ve kahramanlık seciyesini umum kardeşlerimize teşmil ettirsin. Âmîn. (Şuâ'lar-2, s.379) Bundan dört-beş gün evvel, şiddetli bir taharri ile menzilim teftiş edildi. Her tarafa baktıkları halde hıfz-ı İlahî ile bizi mahzun edecek bir şey bulamadılar. Yalnız İktisad, Hastalar, İstiaze gibi altı-yedi risâleyi zararsız buldular. Sonra da ‘‘Husrev’’in ezan mes'elesi gibi müsadere kaidelerine tam muhalif olarak noksansız iade ettiler. Ben o hâdiseden size endişe edip dağdan dönerken Abdülmecid, Sabri, ‘‘Husrev’’, Hâfız Ali ile beraber konuşmak, acaba size de bir taarruz var mı diye sormak istedim. Ve lisanla bağırdım, geldim. Birden Emin kapıyı açtı, dördünüzün mübarek mektublarınızı verdi. Her ikimiz bu ikram ve taharrideki keramet-i hıfzıyeyi ve ‘‘Husrev’’in hilaf-ı me'mul öyle bir istid'a, öyle bir netice vermesindeki inâyet-i Rabbaniyeye aynı zamanda muvafık gördük ve Risâlet-in Nur her vakit inâyete mazhardır diye şükrettik. (Kastamonu Lâhikası, s.9) Risâle-i Nur, Kur’ân’ın bir mu'cize-i manevîsi olduğu gibi; ‘‘Husrev’’in kalemi de, Risâle-i Nur'un pek kuvvetli bir kerameti olduğunu buraca her gün tasdik ediyoruz. ‘‘Husrev’’in mektubuna karşı uzun mektub yazmak istiyorduk, arzumuza muvaffak olamadık. (Kastamonu Lâhikası, s.55) Husrev EFENDİNİN MÜMTAZ BİR HASİYETİ Husrev Efendinin yüksek ahlakını gösteren mektupları ab-ı zemzem gibi Bedîüzzaman Hazretlerinin muazzez ruhunun ızdırablarını dindirdiği, hiçbir zaman incitmediği ve mübarek ruhlarını okşadığı şu hakikatlerle dile getiriliyor: Rica ediyorum. üçünüzün hakkında birbirinden ziyade gücenmenize ehemmiyet verdiğimden gücenmeyiniz. Çünkü ‘‘Husrev’’le Feyzi'de benim gibi insanlardan tevahhuş ve sıkılmak var. Hem birbirinden meşrepçe bir derece ayrıdırlar. Sabri ise akraba ve tarz-ı maişet cihetinde hayat-ı içtimaiye ile birkaç vecihle alâkadar. Ve ihtiyata mecburdur. İşte üçünüz bu ihtilaf-ı meslek ve meşrep haysiyetiyle o dağdağalı koğuşta ve sıkıntılı kalabalık içinde her halde tam tahammül ve sabır edemediğinizden ben telaş edip vesvese ediyorum. Çünkü pek az bir muhalefetin bu sırada pek çok zararı var. (Şuâ'lar-2, s.531) Ezcümle: Gül ve Nur fabrikası namına ‘‘Husrev’’in tebrik mektubu, beni sevinçle ağlattırdı. Zâten ‘‘Husrev’’in mümtaz bir hasiyeti budur ki şimdiye kadar bana gelen bütün mektuplarının hiçbirisi beni incitmiyor. Elîm zamanlarımda da yumuşak geliyor, ruhumu okşuyor. Bu cihette dahi ona şahsım itibariyle çok minnetdarım. Hulusi-i sâni Sabri'nin, malûm kardeşleri hesabına tebriknamesi beni derinden derine sevindirdi. O has kardeşimizin takdir ve tahsin noktasında ileri olması, ‘‘Husrev’’ ve Hasan Feyzi hakkında çok güzel takdiratı, beni cidden müferrah eyledi. Hasan Feyzi'nin Denizli şakirdlerinin hesabına tebriki dahi onun yüksek irtibatını, kuvvetli alâkasını gösterdi. (Emirdağ Lâhikası-1, s.63) ÜSTAD’IN Husrev EFENDİYE OLAN MÜBAREK DUÂLARI İsmi azamın hakkına ve Kur'ân-ı Muciz-il Beyan'ın hürmetine ve Resul-ı Ekrem Aleyhisalatü Vesselam'ın şerefine bir kalem ile beş yüz nüsha yazan ‘‘Husrev’’i ve mübarek yardımcıları Mustafa Gül ve rüfekasını ve Nurcu arkadaşlarını cennet-ül firdevste saadet-i ebediyeye mazhar eyle. Âmîn. Ve hizmet-i îmaniye ve Kur'âniyede daima muvaffak eyle. Âmîn. Ve defter-i hasenatlarına Sözler mecmuasının her bir harfine mukabil bin hasene yazdır. Âmîn. Ve nurların neşrinde sebat ve devam ve ihlas ihsan eyle. Âmîn. Ya Erhamürrahimin! Umum Risâle-i Nur şakirdlerini iki cihanda mes'ud eyle. Âmin. İnsi ve cinni şeytanların şerlerinden muhafaza eyle... Âmîn. Ve bu âciz ve biçare Said’in kusuratını affeyle. Âmîn. Umum Nur Şakirdleri namına Said Nursî. (Sözler, s.368 ) Bu mecmuayı yazan ‘‘Husrev’’ kulunu hizmet-i îmaniye ve Kur'âniyede daima muvaffak eyle. Hem kendisinin hasenat defterine yazdığı hurufat-ı Kur'âniyenin her birine mukabil binlerle sevab-ı âhiret ve meyve-i cennet ihsan eyle. Hem kendisini hem Nurcu arkadaşlarını ins ve cin şerlerinden emin eyle. Cümlesine ihlas-ı tam ihsan eyle.. Cümlesinin bilcümle kusurlarını ve günahlarını mağfiret eyle. Cümlesini dünyada a'mal-i hasene içinde hüsn-i hatimeye mazhar eyle. Ukba'da Cennet-ül Firdevs'te sakin etmekle mes'ud eyle. Âmîn. Âmîn. Âmîn. ±K7!:ö ±M7!öy[V2ö v7@2öaTV'ö¶yV[,:ö}8IE":ösE vU&!öt9@5I4:övP2! tW,! ^8IE": sE": (Lem'alar, 418) İsm-i A'zam'ın hakkına, Kur'ân-ı Mu'cizü'l Beyan'ın hürmetine ve Resûl-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm'ın şerefine, bir kalemle beş yüz nüsha yazan ‘‘Husrev’’i ve mübarek yardımcılarını ve Nurcu arkadaşlarını Cennet-ül Firdevs'te saadet-i ebediyeye mazhar eyle. Âmîn! Ve hizmet-i îman iye ve Kur'âniyede daima muvaffak eyle. Âmîn. Ve defter-i hasenatlarına Zülfikar’ın her bir harfine mukabil bin hasene yazdır. Âmîn! Ve Nurların neşrinde sebat ve devam ve ihlas ihsan eyle... Âmîn. (Gençlik Rehberi, s.115) |«&ö_«<ö(²h«4ö@«<öv[¬&«*ö@«<öw´W²&«*ö@«<öyÁV7«!ö@«< :ÇG5ö@«<öIJG«2ö@«<öv«U«&ö@«<ö•xÇ[«5ö@«< İsm-i Âzam hakkına ve Kur'ân-ı Mucizü'l-Beyan hürmetine ve Resûl-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm şerefine bir kalem ile beş yüz nüsha yazan Husrev'i ve mübarek yardımcılarını ve Nurcu arkadaşlarını Cennetü'l-Firdevs'te saâdet-i ebediyeye mazhar eyle. Âmin. Ve hizmet-i îmaniye ve Kur'âniyede dâima muvaffak eyle. Âmin. Ve defter-i hasenâtlarına, bu mecmuanın her bir harfine mukabil bin hasene yazdı. Âmin. Ve nurların neşrinde sebat ve devam ve ihlâs ihsan eyle. Âmin. Yâ Erhame'r-Rahimîn! Umum Risâle-i Nur şakirtlerini iki cihanda mes'ûd eyle. Âmin. İns ve cin ve şeytanların şerlerinden muhafaza eyle. Âmin. Ve bu âciz ve biçare Said'in kusurâtını affeyle. Âmin. Umum Nur Şakirdleri namına Said Nursî. (Fihrist Risâlesi, s. 425) Kardeşim! Sen, ‘‘Husrev’’, Âsım nazarımda çok kıymetdarsınız. Cenab-ı Hak sizleri ve sizin gibileri Kur'ân hizmetinde sabit-kadem ve fedakâr ve kemal-i sadakatta daim ve muvaffak eylesin. Âmîn. (Barla Lâhikası, s.209) Sâlisen: Kur'ân-ı Mu'ciz-ül Beyan'ın ve Risâle-i Nur'un hazinelerinin kerametli ve yaldızlı bir anahtarı olan kalem-i ‘‘Husrev’’î, elhak Mu'cizat-ı Ahmediye'nin (Aleyhisselatü Vesselam) gizli güzelliğini her göze gâyet parlak ve güzel gösteriyor. Cenab-ı Hak bu kalemi, bu hizmette muvaffak ve daim eylesin. Âmîn. (Kastamonu Lâhikası, s.54)

KEŞİF VE VAHİY “Peygamberimiz Aleyhisselam kendisinden asırlarca sonra keşfedilecek veya keşfine çalışılacak birtakım ilmî fennî gerçekleri vahiy ile bildirmiştir. Bunlardan bazıları şunlardır: Güneş, Ay gibi semavî ecramdan her birinin birer yörüngede yüzdükleri, Semanın ilk halinin gaz olduğu, Her canlı şeyin sudan yaratıldığı, su ile canlı kılındığı, Bal arılarında görülen harikulade işlerin kendilerine Allah tarafından ilham yoluyla yaptırılmakta olduğu, Ruhun mahiyetini kavramaya insan ilminin yetmeyeceği, Cansız, dilsiz sanılan şeylerin de insanların kolay kolay anlayamayacakları özel dillerle Allah’ı tesbih ettikleri, İki denizin aralarına konulan perde ile sularının birbirlerine karışmamalarının sağlandığı, Bir sultan’la (aşıp bastırıcı bir araçla) göklerin sınırlarının (uzayın) aşılabileceği, bildirilmiştir. Yasin: 40, 2. Enbiya: 30, 3. Neml: 88, 4. Nahl: 68–69, 5. İsra: 85, 6. İsra: 44, 7. Neml: 61, 8. Er-Rahman: 33 İslam tarihi M. Asım Köksal BÜYÜMESİNDEKİ BAŞKALIK Başka çocukların bir aydaki büyümelerini o bir günde büyüyor, başka çocukların bir yıldaki büyümelerini o bir ayda büyüyordu. Peygamberimiz Aleyhisselam; İki aylık iken, her tarafa yuvarlanmaya çalışıyordu. Üç aylık olunca, ayağa kalkıp day duruyordu. Dört aylık olunca, duvara tutunup yürüyordu. Beş aylık olunca, bir yere tutunmadan yürüyebiliyordu. Altı ayı tamamlayınca, yürümeyi hızlandırmıştı. Yedi aylık iken, konuşuyor, her tarafa gidip geliyordu. Sekiz aylık iken, konuşuyor, konuşulanı anlıyordu. Dokuz aylık iken, açık düzgün konuşmaya başlamıştı. On aylık iken, çocuklarla ok atıyordu. Çocuklarınızı Osmanlıca kursuna gönderin! “…bir Türk çocuğunun Osmanlıca bilmeden yaşaması, bana göre, eksik yaşamak sayılır. Yabancı dil insanı çoğaltır ama atalarının dilini bilmek insanı tamamlar. Bu bakımdan Osmanlı Türkçesi'ni bilmek, aydın olmanın da gereklerinden biridir. Eski harfleri öğrenen insan hemen örümcek kafalı olmayacağı gibi artık toplumun pek çok kesimi Osmanlıca Türkçesi'ni bilmenin zaruretinden bahsetmektedir. Buna rağmen öğrenmemekte ve çocuklarına öğretmemekte direnenler maalesef çoğunluktadır. Üstelik onlar bunu modernlik adına yapmaktadırlar. Neyse ki ben bunlara fazla önem vermiyorum. Çünkü onlara göre modern insan böyle geri fikirlerle uğraşmamalıdır. Çünkü onlara göre modern olan şey herkese parmak ısırtmalıdır. (…) Evet!.. Maalesef ülkemizde durum budur ve siz sakın görüntüye aldanmayın. Çocuklarınızı Osmanlıca kursuna gönderin ve onlara bu yaz kendilerini hediye edin. Yoksa öz çocuğunuzu milli kütüphanesinde bulunan ana eserleri okumaktan mahrum ederek cahil bırakmış olacaksınız. Oysa siz onlara Osmanlıca öğreterek genlerini taşıdıkları büyük yazarların kapılarını açabilir ve uzaklarda unutup kaybettikleri güzelliklerle yeniden karşılaşmalarına imkan hazırlayabilirsiniz. Korkmayın, karşılaştıkları güzellikler onları geriye götürmeyecek, bilakis geleceğe yürürken daha emin adımlarla ve kendilerine güvenle yürümeyi öğretecek. Kendi dillerinin, kültürlerinin, medeniyet zenginliklerinin farkına varmalarını sağlayacak. Yüzlerine gülümsemeler gelecek, gönüllerine asil renkler ve desenler yansıyacak. Çocuklarınıza Osmanlıca öğretmekten gocunmayın artık. Yıllardan kaçtayız Allah aşkına?!.” İskender Pala, Zaman, 15.06.2010 Osmanlıca seçmeli ders olmalı! “Harf Devrimi olmuş bitmiş! Sevmişiz yeni harfleri, uymuşuz, sindirmişiz. Zaten insanlığın kültür tarihine baktığınızda görürsünüz ki, alfabeler dokunulmaz değiller, çok sık değişiyorlar. Sorun orada değil! Sorun bu devrim nedeniyle muazzam bir kültürel birikimle bağımızı koparmış olmamızda! (Bir Alman Goethe'yi, Hölderlin'i okuyabiliyor, biz yüz yıl öncenin şiirlerini bile yazıldıkları halle okuyamıyoruz.) Yine de bu kopuşun üstesinden gelebilirdik. Mesela ortaokullardan başlayarak seçmeli Osmanlıca dersi konulabilirdi. Konulmadı! Konulmazdı! Neden? İşte asıl bu sorunun cevabı önemli.” Haşmet Babaoğlu, Sabah, Sabah, 4.10.2010 Osmanlıca bilmeyen entelektüel olamaz! “Aydın demek, cahil ve hain demektir bu ülkede. Türkiye'de entelektüelliğin şartı Osmanlıca bilmektir. Bugün İran bir molla rejimidir diye, laf atabilirsiniz ama ciddi bir entelektüel hayat vardır İran'da. O 'molla' dediğiniz sarıklı insanların hepsi Doğu'yu ve Batı'yı çok iyi bilen insanlardır. Bizde kendi kültürünü bilmez, İngilizce'den okumaya çalışır. Batı'yı bilmez sadece kafa çekip ahkâm keser. Ben şunu söylüyorum: Türkiye'de Osmanlıca bilmeyen entelektüeller cahildir. 1928 öncesi yazılmış şeyleri okuyamıyorsanız eğer, hiç 'okur-yazarım' diye geçinmeyin. Bugün bir İngiliz entelektüeli Shakespeare'i, Shelly'yi okur, bilir. Bizimkiler Nedim'i, Fuzuli'yi anlamaz, Şeyh Galip'i utanmadan İngilizcesinden okurlar.” Murat Bardakçı, Sabah, 15.01.2007 Osmanlıca dersi “Sosyal bilimler uzun yıllardır üvey evlat muamelesi görüyor ülkemizde. Edebiyat dersi öylesine okutuluyor. Sosyoloji yok, felsefe yok. Bir zamanlar “Latince de okutulsun, Osmanlıca dersi konulsun” teklifleri yapılır, devrin iktidarları kulak tıkardı; şimdilerde dinleyecek bir iktidar var, teklif yapan çıkmıyor. Oysa daha düzeyli bir eğitim için özellikle zihni melekeleri güçlendirecek, hür düşünme alışkanlığı kazandıracak derslere ihtiyaç var.” Fehmi Koru, Yeni Şafak, 24.11.2010 “Unutulan ikinci dil” “Bir ulus devlet, bir üniter devlet kurarken, Batı'da da yaşanmış örneklerin mevcudiyetini göz önüne alarak, ilk Cumhuriyet yıllarındaki bilinçli, katı ve keskin kopukluğa gönül indirelim ama demokratikleşmenin dalgalar halinde geliştiği şu dönemde, okullara Osmanlıcayı koymak niye kimsenin aklına gelmiyor? Öteden beri yazdığım yazılarda orta eğitimin ileriki yıllarında, iki önemli dersin seçmeli olarak konulması gerektiğini belirttim: Divan edebiyatı ve Osmanlıca. Eğitimin düğümü daima kolaydan zora gidilirse açıldığından, önce 19. yüzyıl matbu harflerini, yazısını öğretelim, kısa bir sürede öğrenilip başarılabilecek bu ilk aşamadan sonra, dileyen diğer çeşitlere yönelsin. Bunu da herkese zorunlu tutmayalım.” Hasan Bülent Kahraman, Sabah, 03.01.2011

Alkış Çavuşları Osmanlı’da Pâdişahın bayramlaşma ve diğer törenlerde tahta gelişlerinde, “Aleyke avn-Allah (Allah’ın yardımı üzerine olsun!)”, “Uğurun açık olsun, ikbâlin füzûn!”, “Pâdişahım devletinle bin yaşa!” ve “Mâşâallah!”, “Mağrûr olma Pâdişahım, senden büyük Allah var!” diye, alkış çavuşları bağırırlardı. Törenlerde, teşrifatçı efendinin işâretiyle Nakîbü’l-eşrâf huzûra doğru gelirken alkış çavuşları yine bir ağızdan “Pâdişahım, devletinle bin yaşa!” diye bağırırlar, Pâdişah da ayağa kalkar ve İstanbul Kadısı gelinceye kadar ayakta dururdu. Sıra müderrislere gelince “İstirâhat-i hümâyûn Pâdişahım, devletinle bin yaşa!” diye bağırırlar, Pâdişah da otururdu. (Osmanlı Tarihi Ahmed Râsim, 2. Cild, Sayfa 228-229) Hocaları, Üstâd’a Talebe Oluyorlar Bedîüzzaman Hazretleri Erzurum’un Bayezid kasabasında ilim tahsîl ederken ahâlinin gündüz vakti bile korkarak girdikleri Molla Ahmed Hânî Hazretlerinin türbesine giderdi. Çoğunlukla gündüz vaktini burada geçirir; hatta bazen geceleri de bu türbede kalırdı. Tahsilini tamamladıktan sonra derviş kıyafetine girerek önce Bitlis’e, oradan da Şirvan’daki birâderi Molla Abdullah’ın yanına gitmiştir. Birâderi ile ilk görüşmesinde aralarında şöyle bir konuşma geçer: Molla Abdullah: “Sizden sonra ben Şerh-i Şemsî kitabını bitirdim. Siz ne okuyorsunuz?” Bedîüzzaman: “Ben seksen kitab okudum.” Molla Abdullah: “Ne demek?” Bedîüzzaman: “İkmâl-i nüsah ettim. Ve sıranıza dâhil olmayan bir çok kitaplar da okudum.” Molla Abdullah: “Öyle ise seni imtihan edeyim.” Bedîüzzaman: “Hazırım, ne sorarsanız sorunuz.” Molla Abdullah, birâderini imtihân eder. İlmî seviyesini takdir ederek sekiz ay evvel talebesi bulunan Bedîüzzaman Hazretlerini kendisine “üstâd” kabul eder. Ve diğer talebelerden gizli olarak küçük birâderinden ders almaya başlar. Tabi dört beş ay evvel okuttuğu kardeşini şimdi üstâd yaptığını sezdirmiyordu. Nihâyet diğer talebeler, Molla Abdullah’ın Bedîüzzaman Hazretlerinden ders okuduğunu, kapıdan gizlice görünce şaşırıp sormuşlar. Molla Abdullah ise cevâben nazar değmemek için: “Ben ona ders veriyorum.” demiştir. Süfyan bin Uyeyne Hazretleri 725 senesinde Kûfe’de dünyaya geldi. Doğumundan bir müddet sonra ailesi Mekke’ye taşındı. Bu sebeble Mekke’de yetişen Süfyan bin Uyeyne Hz. dört yaşında Kur’ân’ı ezberleyerek hâfız olmuştur. Daha çok küçük yaşlarda âlimlerle fikir alışverişinde bulunarak ilmî müzâkereler yapmaya başlamıştır. On senelik tahsîlden sonra içtihâd yapabilecek ilmî seviyeye gelerek müçtehid olmuştur. Yüz bin Hadîs-i Şerîf ezberledi ve bunların yedi binini rivâyet etti. Tâbiîn’in büyükleriyle ve İmam-ı Â’zam ve İmam-ı Şafiî ile görüşerek sohbetlerinde bulundu ve Tebe-i Tâbiîn’in büyüklerinden oldu. Ömrü boyunca yetmiş defa Hac etti. 813 senesinde Mekke’de vefat etmiştir. Erzurum ÇifteMinâreli Medrese Kitâbesi olmadığından ismi ve yapım tarihi kesin olarak bilinmemektedir. Sultan Alâeddin Keykubat’ın kızı Hüdâvend Hande Hatun tarafından 1270 ile 1291 seneleri arasında inşâ ettirildildiği tahmin edilmektedir. Selçuklular’dan günümüze ulaşan en büyük medresedir. Hatuniye Medresesi olarak da anılmaktadır. İki katlı, dört eyvanlı ve açık avluludur. Birinci katında on dokuz, ikinci katında on sekiz oda bulunmaktadır. Süsleme ve bezemeleri taş oymacılığı usûlü ile yapılmıştır. Süslemelerde daha ziyâde geometrik şekiller ve bitki motifleri kullanılmıştır. Yapılan kazı çalışmalarında, çevresinde başka tarihî yapıların da bulunduğu ancak bu yapıların zamanla yıkılarak günümüze ulaşamadığı anlaşılmaktadır. Merkez Efendi Hazretleri 1463 senesinde Denizli’de dünyaya gelmiştir. Asıl ismi Musa’dır. Bursa ve İstanbul’daki medreselerde, tefsir, hadis, fıkıh ve tıb ilimlerini tahsil etti. Kocamustafapaşa’da irşad faâliyetlerinde bulunan Sümbül Efendi Hazretlerine intisab etti. Bir gün Sümbül Efendi, talebelerine: “(Lâteşbîh, lâtemsîl!) Kâinâtı siz yaratsaydınız, nasıl yaratırdınız?” şeklinde bir soru sorar. Her talebesi, farklı bir cevâb verir ve sözde kâinâtı kendilerince yeniden düzenlerler. En son Musa Efendi’ye sıra gelince: “Bu mümkün değil, ama mümkün olsaydı, her şeyi merkezinde bırakırdım. Âlem öyle bir tatlı nizam içinde ki buna bir şey ilâve etmek veya bir şeyi eksiltmek düşünülemez.” der. Bu cevâb üzerine Sümbül Efendi: “Âferin Musa Efendi! Demek her şeyi merkezinde bırakırdın. Öyleyse bundan sonra ismin Merkez Muslihuddîn olsun.” der. Bundan sonra Musa Efendi, Merkez Efendi ismiyle anılagelmiştir. Merkez Efendi, hocasından icâzet aldıktan sonra İstanbul’un ve Anadolu’nun değişik yerlerinde vazîfe yaparak talebe yetiştirdi. Manisa’dayken kırk bir çeşit baharattan yaptığı ve birçok derde iyi gelen mesir mâcunu, meşhur olmuştur. 1551 senesinde İstanbul’da vefat etti. Türbesi Topkapı’dadır. İs Odası Eskiden camiiler, mihrabların iki yanında bulunan devâsa büyüklükteki mumlar ve yağla yanan kandiller vasıtasıyla aydınlatılmaktaydı. Mîmar Sinan, Süleymâniye Camiini inşâ ettirirken; camiin giriş kapısının üst tarafında bir oda yaptırmıştır. Camiideki hava akımları sayesinde, mumlardan ve kandillerden çıkan isler bu is odasında toplanıyordu. Yüzyıllarca bu odanın duvarlarına sirayet eden islerden mürekkeb yapılmış ve hattatlar tarafından kullanılmıştır.