
Güz mevsimi, günlük zaman dilimlerinden ‘ikindi namazı vakti’ne benzer. Günün ufule meylettiği anlara yani. İnsanın ömründe ise ihtiyarlık dönemini andırır. Beşeriyetin ömründe de Asr-ı Saâdet’i hâtıra getirir: Âhirzaman arifesindeki yahut başındaki mutluluk çağını. Efendimiz (asm)’ın insanlığa iki cihan saâdetinin reçetesini sunup, “İnsanlık içinden çıkartılmış en hayırlı ümmet” (ra ecmain) ile yaşadığı ve “Habibim!” İlahî hitabına mazhar olup “Âlemlere Rahmet” unvanını aldığı devri veya. Hazan mevsimi, hüzün iklimini de içinde barındırır. Hazanistanlar, hazannüma çehreleri, hazandide ruhları hazan yaprağı gibi titretir. Ölmeden evvel ölmeye, muhâsebeye çekilmeden önce muhâsebe yapmaya davet eder. Resûl-i Ekrem (asm) da “Hüzün benim dostumdur” buyurmuştur ki kendisine “Hüzün Peygamberi” denilmesinde hepimiz için ibretler vardır. O’nda hüzün dâimî, neş’e istisnadır. Zîra ‘ulvî hüzün’ îmanın gereği, tefekkürün menşeidir. Mü’mine tebessümle karşılık vermek kadar hem de. ‘Yetimâne hüzün’ ise îman zaafının alâmeti, dimağın düşmanıdır. Nefsanî eğlencelerden ve süflî hislerden sudur eden arsız kahkahalar kadar hem de. İslâm âlemi bin bir türlü maddî-mânevî bela ve musibetle kıvranırken hüzünden uzak kalplerden olmak ne büyük bedbahtlıktır! Geveze ruhlar, serseri nefisler mahzun gönüllere neş’e serpemez! İnsan, yaratılışı itibariyle yüksek bir fikir sâhibidir. Bu yüksek fikir, Bedîüzzaman Hazretleri’nin ifadesiyle, insanın mâhiyetini ulvî, kıymetini umumî, nazarını küllî, kemâlini gayr-ı mahsur, lezzet ve elemini dâimî kılmıştır. Bu mâhiyete uygun bir ömür sürmek en büyük ihsan. Ulvî hüzünler ve Rabbânî aşklar uğruna hayatlarını vakfedecek nesiller yetiştirmek ise en mühim vazife. Bunun için gittikçe eritime dönüşen eğitimi, marifetten nasipsiz olmayan bir maârife tahvil etme mükellefiyeti var masamızda. Öğrencileri ilim tâliplisi talebelere, öğretmenleri münevver birer hocaya da. Metin Said Serdengeçti’nin, Milli Türk Talebe Birliği (MTTB)’nin Nisan 2010’da yaptığı araştırmayı yorumladığı yazıyı dikkatle okumanızı tavsiye ediyorum. İstikbalimizin nasıl tehlikede olduğunu da parlak bir gelecek inşa etmek için ne yapılması gerektiğinin ipuçlarını da bu yazıdan çıkarmak mümkün. Okuma zekâsı ve hızlı okuma ile alâkalı mülâkatları da yeni nesillerdeki okuma aç(l)ığına dikkat çekmek için bu sayıda neşretme gereği duyduk. Hedefimiz açık: Rabbini bilen, Peygamberini bilen, Kitabını bilen nesiller yetiştirmek. İrfana meftun, ilme tâlip, marifete müştak, ibâdette berdevam, hizmete müheyya cengâver, medenî, hikmet ehli bir neslin önünü açmak. Umuyoruz, hazan mevsimi, gidenleri tefekkür ettirdiği kadar gelenlere de ihtimam göstermemize vesile olur. Allah’a emânet olun efendim.

Kur’ân'ın Allah kelamı olduğunun pek çok delillerinden biri de tekrar tekrar okunduğu halde insanı usandırmamasıdır. Buna Kur’ân'ın halâveti, yani tatlılığı denir. Resûlullah (asm) Efendimiz bir hadislerinde, “Âlimler ona doymaz, muttakîler ondan usanmaz.” (Tirmizî, c. 2, s. 149) buyurarak Kur’ân’ın bu özelliğine dikkat çekmiştir. Üstad Bedîüzzaman, Kur’ân'ın usandırmamasının onun Allah kelamı olduğuna nasıl delil olduğunu mealen şöyle anlatır: Kur’ân'ın mânâsını anlamayan halk tabakasına karşı dahi Kur’ân-ı Hakîm, usandırmamak suretiyle mucizeliğini gösterir. Evet, o âmi, câhil adam der ki: “En güzel, en meşhur bir beyti iki-üç defa işitsem, bana usanç veriyor. Şu Kur’ân ise hiç usandırmıyor, gittikçe daha ziyâde dinlemesi hoşuma gidiyor. Öyle ise bu insan sözü değildir.” (19. Mektub, 18. İşâret) Gerçekten de beş vakit namaz kılan Müslümanlar günde en az kırk rekâtta kırk defa, belki elli altmış defa Fâtiha Sûresi’ni okurlar, fakat hiç usanmazlar. Her defasında mânevî bir lezzet alırlar. Hâlbuki mesela, çok sevdiğimiz bir şiiri, ilahîyi, vesâireyi günde kırk defa dinlesek bir ay sonra onu kırk defa dinletmeye ya da okutmaya çalışsalar bu bir işkence olur. Fakat Kur’ân sûrelerinin bir ömür boyu okunması tekrarlandığı halde usandırmaz. Mesela en çok okunan sûrelerden biri olan İhlas Sûresi, (Kul hüvallahu ehad), namazlarda çokça okunduğu, ölmüşlerin ruhlarına üç İhlas bir Fâtiha gönderildiği, kabir ziyâretlerinde on bir defa okunduğu, Arefe günlerinde ve yolculuklarda tam biner defa okunduğu halde asla usandırmaz. Okuması da dinlemesi de lezzet verir. Hem mesela, ömür boyu çokça Kur’ân okumuş, her sene defalarca baştan sona hatmetmiş mü’minler hususen hâfızlar hiç usanmadıkları gibi, yaşlılık dönemlerinde daha da Kur’ân üzerine düşer ve ayda bir kaç defa hatmetmeye başlarlar. Sorulduğunda, usanmak şöyle dursun, gittikçe Kur’ân okumaktan daha büyük bir lezzet aldıklarını ve okumakla huzur bulduklarını ifâde ediyorlar. Dünyada bu şekilde ezberlenen ve bu derece çok okunan başka hiç bir kitab yoktur. İşte bu da Kur’ân'ın Allah kelamı olduğunun her okuyan ve dinleyen tarafından fark edilebilecek açık bir delilidir. Bedîüzzaman Hazretleri, Kur’ân'ın neden usandırmadığını Mucizat-ı Kur’âniye Risâlesi'nde şöyle izah eder: Kur’ân binler defa tekrar edilse usandırmıyor, belki lezzet veriyor. Küçük basit bir çocuğun hâfızasına ağır gelmiyor, hıfzedebilir. En hastalıklı, az bir sözden rahatsız olan bir kulağa nâhoş gelmiyor, hoş geliyor. Sekeratta (ölüm anında) olanın damağına şerbet gibi oluyor. Zemzeme-i Kur’ân (Kur’ân'ın tatlı sesi) onun kulağında ve dimağında, aynen ağzında ve damağında zemzem suyu gibi leziz geliyor. Usandırmamasının sırr-ı hikmeti şudur ki: Kur’ân, kalblere kuvvet ve gıda ve akıllara kut (katık) ve zenginliktir. Ruha su ve ışık ve nefislere deva ve şifa olduğundan usandırmaz. Hergün ekmek yeriz, usanmayız. Fakat en güzel bir meyveyi her gün yesek, usandıracak. Demek Kur’ân, hak ve hakikat ve doğruluk ve hidâyet ve hârika bir fesâhat, olduğundandır ki, usandırmıyor, dâima gençliğini muhâfaza ettiği gibi tazeliğini, tatlılığını da muhâfaza ediyor. Hatta Kureyş'in reislerinden dikkatli bir beliğ (güzel söz ve şiirden anlayan kişi), müşrikler tarafından, Kur’ân’ı dinlemek için gitmiş. Dinlemiş, dönmüş, demiş ki: “Şu sözün öyle bir tatlılığı ve tazeliği var ki, insan sözüne benzemez. Ben şâirleri, kâhinleri biliyorum. Bu onların hiç sözlerine benzemez. Olsa olsa tâbilerimizi kandırmak için sihir demeliyiz. İşte Kur’ân-ı Hakîm'in en inatçı düşmanları bile fesâhatine (açık ve tatlı anlatımına) hayran oluyorlar.” (25. Söz) Kısaca ifâde edecek olursak, bir şeyin usandırması ona ihtiyaç kalmamasından kaynaklanır. Fakat ekmek gibi, su gibi, hava gibi şeylere her zaman ihtiyaç olduğundan hiç usanmayız. Ama meyveye olan ihtiyaç sınırlıdır. O sınır aşıldıktan sonra artık o meyveden usanılır. Bunun gibi, Kur’ân'ın sözleri, harfleri, mânâları, kelimeleri Allah tarafından insanlığın kalb, ruh, akıl ve nefislerinin mânevi ihtiyaçlarını giderecek şekilde indirilmiştir. İnsan ömür boyu ihtiyacı olan mânevî gıdalarını Kur’ân'dan, -mânâsını bilse de bilmese de-, alabildiği için hiç bir zaman usanmaz. Çünkü yalnız mânâları ile değil, lafız, kelime ve harfleri ile de doyurabilmektedir. Hanbeli Mezhebi'nin imamı Ahmed bin Hanbel Hazretleri bir gün rüyasında Allahu Teâlâ Hazretleri'ni görmüş ve O'na şöyle sormuştur: “Ey Rabbim! Sana yakınlaşmak için en iyi yol nedir?” Allah (cc) da: “Yâ Ahmed! Kelâm'dır (Kur’ân'dır)” demiş. Bunun üzerine İmam, “Yâ Rab! İster anlasın, ister anlamasın, her okuyan insan bu dereceye varır mı?” diye sormuş. Allahu Teâlâ da: “İster anlasın, ister anlamasın, varır” diye cevab vermiştir. (Bkz. İhya-u Ulumi’d-din, Kur’ân'ın Faziletleri) Demek ki Kur’ân Allah kelamı olduğundan yalnız mânâları değil, kelime ve lafızları dahi feyiz kaynağıdır. İnsanın mânevî ihtiyaçlarını doyurur. Bu da O sözün insanların ve her şeyin yaradanı olan Allah'ın kelamı olduğunu isbat eder.

İdârecileri genel hatlarıyla 3 kısma ayırabiliriz: 1- Lâkayt idâreciler: Lakayt idâreciler vazifelerini yapmayan, idâre ettikleri kimselerin işleriyle, dertleriyle ilgilenmeyen, kendi zevk ve sefasında olan kimselerdir. 2- Baskıcı idâreciler: İdâre ettikleri insanlara değer vermeyen, yalnızca yaptırmak istedikleri şeyi düşünen, baskıcı, çoğu zaman aşırı disiplin anlayışıyla ifrat ederek zulme düşen kimselerdir. 3- İdeal idâreciler: İdeal idâreciler hem idâresindekilerin derdleriyle ilgilenen, hem de disiplin uygulayan kimselerdir. LAKAYT İDÂRECİLER Peygamberimiz “Hepiniz çobansınız ve hepiniz sürünüzden mesulsünüz” der. Sürü çoban için değil, çoban sürü içindir. Sürü için tutulan bir çoban, sürüsüyle ilgilenmezse, sürü aç kalabilir, hastalanan, ölen, kaybolan veya kurt tarafından parçalanan koyunlar olabilir. İdârecilik makamına getirilen şahıslarda, emri altındakileri istihdam ederek, zevk ü sefa ile saltanat sürmek için o makama getirilmemiştir. Tam tersine idâreci, başlarına geçtiği insanlara hizmet etmek için o makama getirilmiştir. Peygamberimiz “Bir kavmin efendisi, onlara hizmet edendir.” buyurmakla buna işâret eder. Bir idâreci idârelerini deruhte ettiği insanların mesuliyetini omzunda hissetmeli, onların maddî, mânevî ihtiyaçlarını düşünmeli, problemlerini çözmeli, dertlerine çareler aramalıdır. İslâm’ın ilk halifesi Hz. Ebu Bekir (ra) toplumda İslâm ahkâmını tatbik etmeyen lâkayt idârecilere şöyle bedduâ eder: “Kim ümmet-i Muhammed’in işlerinden birinin başına geçer ve onların içinde (gücü yettiği halde) Allah’ın kitabını ikâme etmezse, Allah’ın laneti onun üzerine olsun.”1 Mesuliyetini tam anlamıyla hissetmiş olan en ideal idâreci Hz. Ömer (ra)’dır. Onun şu sözü meşhurdur: “Fırat nehrinin kenarında bir koyun kaybolarak ölse, kıyâmet gününde Allah’ın onu, benden sormasından korkarım.” Onun, hilâfeti döneminde geceleyin kimsesiz, yaşlı ihtiyar kadınların ihtiyaçlarını temin ettiği rivâyet edilir. Sahâbelerden Talha (ra) bir gece evinden çıkan Hz. Ömer’i takip etti. Hz. Ömer iki eve uğradı ve bunlarda bir müddet kaldıktan sonra çıktı. Sabah olunca Talha o evlerden birine gitti. Orada iki gözü kör ve kötürüm bir ihtiyar kadın oturmaktaydı. Talha, kadına “Dün gece gelen kişi buraya niçin geliyor?” diye sordu. Kadın da “O kişi şu zamandan beri gelir ve benim ihtiyaçlarımı karşılar, ortalığı siler süpürür” diye cevap verdi. Bunun üzerine Talha kendi kendisine “Ey Talha! Annen senin matemini tutsun! Sen Ömer’in sırlarını mı araştırıyorsun?” dedi.2 Hz. Ömer (ra) kendi mesuliyetini idrak etmiş biri olduğu gibi, kendi vâlilerinin de öyle olmasını isterdi. Bir yere vâli tayin ettiğinde, ona, cins atlara binip beyaz ekmek yemesini, ihtiyaç ve iş sâhiplerine karşı kapılarını kapalı tutmasını ve ince elbiseler giymesini yasaklar; “Eğer bunlardan birini yapacak olursan, azledilip cezaya çarptırılırsın” derdi. Daha sonra onu uğurlarken de şunları söylerdi: “Ben sana müslümanlara dilediğince hükmetme ve karışma hakkı vermiyorum. Onların canlarına, mal ve namuslarına dokunamazsın. Senin görevin onların önlerine geçip namaz kıldırmak; alınan ganimetleri hakkınca taksim etmek ve aralarında adâletle hükmetmektir. Eğer altından kalkamayacağın bir şeyle karşılaşırsan onu bana gönder. Sakın askerlere ve müslümanlara vurayım deme; çünkü korkaklaşırlar ve sen de onlardan beklediğin verimi alamazsın. Askerleri hudut boylarında dört aydan fazla bekletme ki fitneye düşüp ahlâkları bozulmasın. Onlara büyüklük taslama ki sana gelip ihtiyaçlarını söyleyebilsinler!”3 Kendisine bir heyet geldiğinde idârecilerini “Hastayı ziyâret ediyor mu? Kölelerin davetine icâbet ediyor mu? Kapısına gelenlere nasıl davranıyor?” diye sorardı. Gelenler idârecinin lehinde konuşurlarsa onu azletmezdi. Bir başka rivâyette de “Emiriniz nasıl? Köleleri ziyâret eder mi? Cenâzelere katılır mı? Kapısı nasıl? Yumuşak mı (herkese açık mı)?” diye sorar. Müsbet cevap verirlerse onu bırakır, aksi takdirde azlederdi.4 Hz. Ali (ra) vâlilerinden Mâlik b. Eşter’e yazdığı mektubunda şöyle der: “İdâren altındaki insanlara uzun müddet görünmemezlik yapma. Çünkü vâlilerin halktan saklanmaları bir çeşit sıkıntıdır ve bu halkı sıkar. Bu tür bir davranış vâlilerin idâre işlerinde az bilgileri olduklarının delilidir. Halka görünmemek, onların birçok işleri hakkında bilgi edinmeye engel olur. Vâli de bir insandır, halkla görüşmedikçe onların hallerini bilemez. Kendisinden gizli kalanları göremez. Şâyet halk içinde senin onlara zulmettiğin kanaati yerleşmişse kendilerine gerçeği bildirerek ya da gerektiğinde özür dileyerek bu kanaati değiştir.”5 Mesul olduğu insanlarla ilgilenmeyip, kendi zevk ü sefasıyla meşgul olan lâkayt idârecilerin hükmettiği grup veya toplumlarda kuvvetliler zayıfları ezerler, problemler çözümsüz kalır, kargaşa ve sıkıntılar eksik olmaz. Murad döneminde yaşayan ve Osmanlı ıslahatı için padişaha takdim ettiği risâlesiyle meşhur olan Koçi Bey, Osmanlı Devleti’nin kemaline Kanunî zamanında eriştiğini, bununla beraber bozulmaların da yine onun zamanında başladığını söyler. Bu bozulmaların en mühimmi olarak Koçi Bey, padişahların perde arkasına çekilmelerini gösterir. Hâlbuki Peygamberimiz ve hûlefa-yı Râşidîn döneminde olduğu gibi, ilk Osmanlı sultanları halkla, beylerle ve komutanlarla iç içeydi. Divana bizzat padişah başkanlık ederdi. Padişah bu yüzden her şeyden haberdar olur ve ona göre tedbirini alırdı. Kanunî ise bizzat divanda bulunmayı kaldırdı. Öyle ki, daha sonraları beyleri, komutanları bile padişah tanıyamaz oldu. Bu ise liyâkatsiz insanların başa geçmesine ve su-i istimallere kapı açtı.6 Mesuliyeti idrak etme konusunda bazı hadisler şöyledir: “Hepiniz çobansınız ve hepiniz sürünüzden mesulsünüz. İnsanlar üzerinde idâreci olan, onların çobanıdır ve o onlardan mesuldür. Kişi ailesinin çobanıdır ve onlardan mesuldür. Kadın, kocasının evinin çobanıdır ve ondan mesuldür. Hizmetkâr efendisine âit malın çobanıdır ve elinin altındakinden mesuldür. (Elhâsıl) her biriniz çobansınız ve her biriniz sürünüzden mesulsünüz.” (Buharî, Müslim, Ahmed, Ebu Davud, Tirmizî) “On kişinin başına emir (idâreci) tayin edilmiş bir kimse, mutlaka kıyâmet günü onlardan sorguya çekilecektir.” (Taberanî, Kenzü’l-Ummal, c. 6, s. 24) “Kim insanların ihtiyacını terk ederse (ilgilenmezse), onların ihtiyacını karşılayıp, haklarını yerine getirinceye kadar, Allah da onun ihtiyacına bakmaz.” (Taberanî) “Kim insanların işlerinden bir işin başına getirilir de zayıf ve ihtiyaç sâhiplerinden o perdelenirse, Allah da ondan kıyâmet gününde perdelenir.” (Ahmed) “Bir kul ki, Allah onu halkı görüp gözetmek üzere vâli kılar da o, hayır-hâhâne (hayır istercesine) irşâdıyla halkı muhâfaza etmezse, elbette o kişi cennet kokusu koklayamayacaktır.” (Buharî, Müslim) “Kim insanların işlerinin başına getirilir de, sonra oda kapısını miskinlere veya mazlumlara veya ihtiyaç sâhiplerine kapatırsa, Allah Azze ve Celle de ona rahmetinin kapılarını onun ihtiyacı ve fakirliği anında, Allah’a çok ihtiyacı olduğu vakit kapatır.” (Ahmed) “Hangi çoban sürüsüne merhamet etmezse Allah ona cenneti haram kılar” (Kenzü’l-Ummal, c. 6, s. 21) “Müslümanların derdleriyle ilgilenmeyen onlardan değildir.” (Taberanî) “İnsanlardan perdelenen (onların ihtiyaçlarıyla ilgilenmeyen) ateşten (cehennemden) perdelenmez.” (Kenz, c. 6, s. 25) BASKICI İDÂRECİLER Zulüm ile abad olan, kahır ile berbad olur. Sille-i Hüdanın sesi duyulmaz. Bir vurdu mu, bir daha devası da olmaz. Yukarıda “Sürü çoban için değil, çoban sürü içindir” dedik. Çobanın sürüyle ilgilenmemesi büyük felâkettir. Fakat ondan daha büyük felâket, çobanın sürüye zulmetmesidir. Baskıcı, zâlim idâreciler, âdeta çoban olmuş kurt gibidirler. Bu yüzden Mevlânâ kendisinden nasihat isteyen Selçuklu sultanına “Sana ne diyeyim; çoban ol demişler, kurtluk ediyorsun; bekçi dikmişler, hırsızlığa girişiyorsun; Rahman seni padişah yapmış, sen şeytana uyuyorsun.” demişti. Sadi Şirazî de şöyle der: “Nasıl ki kurt çobanlık edemezse, zâlim adam da padişahlık edemez. Zulmün temelini atan hükümdar, kendi mülk ve saltanat duvarının temelini yıkmış olur. Ahaliye zulmeden bir padişahın felâket gününde, dostları bile düşman kesilirler. Halkla iyi geçin. Halka iyi muâmele et. Böyle yaparsan hasmının savaşından masun kalırsın. Çünkü âdil bir hükümdarın bütün tebeası onun için bir ordu olur.” Baskıcı idâreciler, sevdirerek, teşvik ederek değil, dâima baskıyla, tehditle, başa kakmayla iş yaptırma yönüne giderler. İnsanlara karşı anlayışlı değillerdir ve onların duygularını hesaba katmazlar. Dâima âmirâne hareket ederler ve kayıtsız, şartsız itaat beklerler. İkna etmeyi, sevdirmeyi, istişâreyi düşünmezler. İstişâre yapsalar da, istişâreleri göstermeliktir. İstişâreye katılanlar, grubu değil, başkanı ikna etmeye çalışırlar. İstişârelerden her zaman grup kararı değil, başkanın kararı çıkar. Bu tür idâreciler, genelde sindirici insanlardır. İletişimleri tek yönlüdür. Denetleyici ve olumsuz olma eğilimindedirler. Hedefe varıldığı sürece, takipçilerinin tepki ve duyguları ile ilgilenmezler. Çoğu zaman astların yaptıkları işi kendilerine nisbet ederek, gâlibiyet ve başarıyı kendilerine, mağlubiyet ve başarısızlığı ise dâima astlarına nisbet ederler. Kendini beğenmiş ve kibirli olduklarından, etraflarındaki insanlar mümkün mertebe onlarla yüz yüze gelmemeye çalışırlar. İnsanların onlara itaati sevdiklerinden, istediklerinden değil, korktuklarından ve mecbur olduklarından dolayıdır. Ellerine fırsat geçtiğinde hemen onları terk ederler veya aleyhlerine geçerler. Baskıcı idâreciler bindiği dalı kesen insanlara benzerler. Çünkü onların baskılarına maruz kalan insanlar, ilk fırsatta onları terk ederler veya içten içe ona düşman olurlar. Fırsat ellerine geçince de intikam alırlar. Bu yüzden “Mülk küfürle devam eder, zulümle devam etmez” denilmiştir. Kur’ân’da da şöyle buyrulur: “Eğer katı kalpli ve kırıcı olsaydın etrafından dağılır giderlerdi” (Âl-i İmran, 159) Baskıcı idârecilerin başarıları hiçbir zaman devamlı değildir. Bu idâreciler etraflarındaki insanların şevklerini kırdıkları için, moral ve iş performansı düşer. İşi terk etmeler çoğalır. Bu idârecilerin başarı grafikleri bazen yükselse de, eninde sonunda mutlaka düşüşe geçerler. İbn Haldun “Mukaddime”sinde “Zulüm bayındır yerleri yıkar, yurdun bayındırlığını giderir” başlığı altında, zulmün zararlarını tafsilatla ve çarpıcı bir şekilde ortaya koyar. Peygamberimiz şöyle buyurur: “Zulüm etmeyiniz! Sonra duâ edersiniz de duânız kabul edilmez, yağmur istersiniz yağmur yağmaz, yardım istersiniz de size yardım edilmez.” (Taberanî) “Hiç bir vâli yoktur ki, o, müslüman ahâliyi idâre ederken onları aldatmış olarak ölürse, muhakkak Allah Cenneti ona haram kılacaktır.” (Buharî) “Bir idâreci on kişiye âmirlik eden kişi bile olsa, kıyâmette elleri bağlı olarak gelecek, orada onu ancak yaptığı adâlet çözecektir veya zulmü onu helak edecektir.” (Ahmed, Darimî) “Allah kimi halkın başına geçirip de, o zâlim olarak ölürse, Allah onu cehenneme koyar.” (Ramzu’l-Ehadis, 4984) “Her kim (dünyada) halka meşakkat ve zahmet verirse, Allah da kıyâmet gününde o kimseyi azab ile cezalandırır.” (Buharî) “Kıyâmet gününde insanların en şiddetli azab çekeni, zâlim idârecilerdir.” (Kenzü’l-Ummal, c. 6, s.15, Taberanî) “Kıyâmet gününde insanların Allah’a en sevgili ve meclis itibarıyla en yakın olanı âdil idârecidir. İnsanların en nefret edileni, kızılanı ve en şiddetli azab göreni de zâlim idârecidir.” (Ahmed, Beyhakî, Tirmizî) “Allahım! Kim ümmetimin işlerinden birinin başına geçer de onlara zorluk çıkarırsa, Sen de ona zorluk çıkar. Kim ümmetimin işlerinden birinin başına geçer de onlara rıfkla, yumuşaklıkla muâmele ederse, Sen de ona yumuşaklıkla muamele et!” (Ahmed) İDEAL ÂDİL İDÂRECİLER İslâm’ın ideal idârecileri, idâresi altındakilerin dertleriyle ilgilenen, onların ihtiyaçlarını gideren, problemlerine çâreler arayan, onları seven ve onlar tarafından sevilen kimselerdir. İdeal idâreciler yapılması gereken işleri etrafındakilerle istişâre ederek veya ikna ederek yaptırırlar. Şahsî, keyfî, baskıcı hareket etmezler. Onlar etraflarındakiler için güven, şevk, neşe, cesâret kaynağıdırlar. Onlar –baskıcı liderlerin aksine- etraflarındaki insanların istidadlarını ortaya çıkarır, cesâretlendirir, beslerler. Başarısızlığı kendi üstlerine alırlar, fakat başarıyı gruba nisbet ederek “biz yaptık” derler. Disiplin gerektiği zaman disiplini uygularlar. Fakat disiplin uygularken adâletten ayrılmazlar. Onlar Peygamberimizin “İdârecilerinizin en hayırlısı, sizi seven ve sizin de kendisini sevdiğiniz, duâ ettiğiniz, onların da size duâ ettiği kimselerdir.”7 dediği kimselerdir. Yukarıda insanların ihtiyaçlarıyla ilgilenme ve baskı konusunu işlerken bu konuyu da yeteri kadar inceledik sayılır. Burada adâlet üzerinde durmak istiyoruz. İdâreci idâre ettiği insanlar arasında problemler vuku bulduğunda hissî ve nefsî olmayıp, insanların yaş, mal, makam, akrabalık gibi durumlarına bakmadan eşit muâmele etmelidir. Diğer ifâdeyle: Cezayı hak edene ceza, mükâfatı hak edene mükâfat vermek ve bu konuda hissî ve nefsî davranmamaktır. Adâletin en mühim özelliği raiyete eşit davranmaktır. İslâm şeriatı bu konuda çok titiz davranmış, pek çok âyet ve hadisle eşitlik ilkesine dikkat çekilmiştir. Peygamberimiz (asm) “İnsanlar tarağın dişleri gibi (eşit)tir.” buyurmuştur. Ceza konusunda eşit davranmak adâletin bir gereği olduğu gibi, mükâfat konusunda da eşit davranmak adâletin bir gereğidir. Sahâbelerden biri, çocuklarından birine hibede bulunmuştu. Peygamberimiz sahâbeye “Başka çocukların var mı?” diye sordu. Adam “Evet” deyince, Peygamberimiz “Buna yaptığın hibe gibi diğerlerine de hibe yaptın mı?” diye sordu. Adam “Hayır” deyince, Peygamberimiz “Allah’tan korkun ve çocuklarınız arasında âdil davranın!” buyurdu. (Müslim) Bir başka hadiste Peygamberimiz “Muhakkak ki Allah çocuklarınız arasında –hatta onları öpmekte bile- adâletli olmanızı sever.” buyurmuştur. (Kenzü’l-Ummal, c. 16, hn. 45350) Yakup (as) oğlu Yusuf (as)’ı diğer çocuklarından fazla sevdiği için, çocukları ona haset etmişlerdi. Kur’ân’ın bize bu kıssayı anlatması ibret almamız içindir. İdâreci mevkiindeki şahıs da, idâresi altındakilere davranışlarında ölçülü olmalı, adâletli davranmalıdır. Bazılarına meyl edip diğerlerine iyi davranmaması, onlar arasında hasetleşmeye sebep olacağı gibi, onların kendisinden soğumalarına da sebep olabilir. Peygamberimiz (asm) sahâbelerin her biriyle öyle ilgilenirdi ki, bütün sahâbeler “Allah Resûlü en çok beni seviyor” diye düşünürdü. Bu konuda bazı âyetler şöyledir: “Ey Davud! Biz seni yeryüzünde halife yaptık; öyle ise insanlar arasında hak ile hüküm ver; nefsinin arzusuna uyma ki, seni Allah yolundan saptırmasın. Çünkü Allah yolundan sapanlar için hesap gününü unuttuklarından dolayı şiddetli bir azap vardır.” (Sad, 26) “Ey îman edenler! Allah için hakkı ayakta tutan, adâletle şâhitlik eden kimseler olun; bir kavme olan kininiz, sizi adâletsizliğe sevk etmesin. Adâletli olun; bu, takvaya daha yakındır. Allah’tan korkun. Şüphe yok ki Allah yaptıklarınızdan haberdardır.” (Maide, 8) “Ey îman edenler! Adâleti titizlikle ayakta tutan, kendiniz veya ana-baba ve akrabalarınız aleyhine de olsa, Allah için şâhitlik eden kimseler olun. (Aleyhine şâhitlik edilen kimse) zengin olsun, fakir olsun Allah ikisine de (sizden) daha yakındır (onların maslahatını daha iyi bilir); öyleyse (şâhitlik hususunda haktan) saparak nefsin arzusuna uymayın. Eğer dilinizi eğip büker veya (şâhitlikten) yüz çevirirseniz, şüphe yok ki Allah yaptıklarınızdan haberdardır.” (Nisa, 135) “Şüphe yok ki Allah size, emânetleri ehline vermenizi ve insanlar arasında hüküm verdiğiniz zaman adâletle hüküm vermenizi emreder.” (Nisa, 58) Bu konuda bazı hadisler de şöyledir: “Bir saat adâletle hükmetmek, gecesi namazla, gündüzü oruçla geçirilen 60 yıllık ibâdetten hayırlıdır. Bir hükümde zulmün bir saati 60 yıllık masiyetten daha şiddetli ve daha büyüktür.” (Ebu Nuaym El-İsbehanî, Faziletü’l-Âdilîn) “Âdil bir idârecinin bir günü, 60 senelik nâfile ibâdetten üstündür. Bir yerde de haddin (şer’i cezanın) uygulanması, oraya 40 gün yağmurun yağmasından daha güzeldir.” (Makâsidü’l-hasene. (Taberanî ve Beyhakî’den), Ebu Nuaym El-İsbehanî. Faziletü’l-Âdilîn) Hz. Aişe (ra)’dan rivâyet edilmiştir: “Sizden öncekileri helâk eden şey şudur: İçlerinden şerefli birisi hırsızlık yaptı mı onu terkedip (ceza vermezlerdi). Aralarında kimsesiz zayıf birisi hırsızlık yapınca derhal ona had tatbik ederler, cezalandırırlardı. Allah'a yemin olsun! Muhammed'in kızı Fâtıma hırsızlık yapmış olsa mutlaka onun da elini keserdim.” (Buhârî, Müslim, Tirmizî, Ebu Dâvud) Hz. Aişe (ra) şöyle demiştir: İbn Mes’ud ev yapmak istedi. Kureyş (Peygamberimize) “İbn Ümmü Abdin (İbn Mes’ud’un) bizim içimize ev yapmasına engel olmayalım mı?” dediler. Resûlullah (asm) “Eğer ben bunu emredersem ben zâlimim demektir. Zayıfın hakkını kuvvetliden almayan bir ümmeti Allah takdis etmez (yüceltmez)” buyurdu. (Taberanî) Hz. Ali (ra)'den rivâyet edilmiştir: Resûlullah (asm) beni Yemen’e kâdı olarak gönderdi. Ben dedim ki “Ya Resûlallah! Beni gönderiyorsun ama, benim yaşım küçük ve yargı hususunda (yeterli) ilmim yok.” Bana şöyle buyurdu: “Allah senin kalbine doğru yolu gösterecek, dilini sâbitleştirecektir. Davalı iki şahıs önüne oturduğunda birinciyi dinlediğin gibi ikinciyi de dinlemeden aralarında sakın hüküm verme! Bu (vereceğin) hükmün ortaya çıkması için daha uygundur.” Hz. Ali (ra) sözlerine devamla: “O günden beri hüküm vermekte tereddüte düşmedim” dedi. (Ebu Davud, Tirmizî, Ahmed) “Hükmünde, yönetimi ve velâyeti altındakiler hakkında âdil davrananlar, Allah katında nurdan minberler üzerinde olacaklardır.” (Müslim, İmâre, 18) “Âdil devlet başkanı ve idâreciler mahşer yerinde Allah'ın yüce lutfüne ve himâyesine mazhar olacakların öncüleridir.” (Buhârî, Edep, 36; Hakim) Hz. Ebu Bekir (ra) hutbesinde şöyle dedi “Sizin zayıfınız, haklı olduğu takdirde benim yanımda en kuvvetlinizdir. En kuvvetliniz de haksız olduğu takdirde, en zayıfınızdır.” Bagavî, Taberanî, Kenzü’l-Ummal hn: 14287. Muhammed Yusuf Kandehlevî, Hayatu’s-Sahâbe, Akçağ Yayınları, 2/130. Kenz, III/148 (Beyhakî, Asım b. Ebi Nücüd’den) (Hayatü’s-Sahâbe, c. 2. s. 69-70. Beyhakî, Kenzü’l-Ummal, hn. 14341) Ehl-i Beyt Sevgisi, s.103. D.İ.B y. Koçi Bey Risâlesi. s. 87 vd. Cevdet Paşa da Koçi Beyin anlattığına benzer şeylerden bahseder. Bkz. Ümid Meriç Yazan, Cevdet Paşa’nın Toplum ve Devlet Görüşü, s.106, İnsan y. İst. 1992. Ayrıca bkz. İbn Haldun, Mukaddime, c. 2. s. 86. vd. MEB yy. Müslim

İnsanlar avam ve havas olmak üzere iki sınıftır. Avam, ilmî seviyesi olmayan halktır. Havas ise ilim sâhipleridir. Ticâret ve memuriyet için bu dünyaya gönderilen insan, iştihalı bir nefis taşıdığından vazifesini unutmamak ve kesret içinde boğulmamak için bir mürşide muhtaçtır. Kâmil bir mürşid ise zamanı anlayıp hakîkatleri hazmedip bir süt gibi hakîkatleri müridlerine veren ve insanların yaralarını teşhis edip tedâvi edecek reçeteleri sunandır. Böyle bir mürşidin yol göstericiliğinin tesiri kullandığı dildedir. Muhâtablarının ekserisi ilmî seviyesi olmayan halk olduğu için kullanacağı dil de avamca olmalıdır. Avam lisanıyla halkın alıştığı kelime ve mânâ ve misallerle halkı hakka yönlendirmelidir. Aksi takdirde avamca bir dili olmayan mürşid, sâdece havas denilen ilmî seviyesi olan âlimlere hitap edebilir. Kur’ân dahi anlaşılmak için Allah tarafından tenzil edilmiş, insanın anlama seviyesine indirilmiştir. Avamın hissesi için hikâye ve misallerle uzak hakîkatleri akıllara yaklaştırmıştır. Bu özellik, Kur’ân’ın mânevî tefsiri ve talebesi olan Risâle-i Nurlarda da görülmektedir. Bedîüzzaman Hazretleri, Sözler’e başlarken avam lisanıyla nefsine hitap etmiş, “Vaktiyle sekiz âyetten istifade ettiğim [sekiz sözü] biraz uzunca nefsime demiştim. Şimdi kısaca ve avam lisanıyla nefsime diyeceğim. Kim isterse beraber dinlesin.” (Sözler, 3) diyerek bunu göstermiş, bilhassa Küçük Sözler’i ve diğer mühim risâleleri hikâye ve misallerle anlatmış, tam ve kâmil bir mürşid olduğunu göstermiştir. Umumî bir muallim ve mürşid olan Kur’ân-ı Kerîm, mürşidin dilinin avamca olması gerektiğini bize âyetleriyle göstermektedir. Bu mânâyı asrımızın mürşidi olan ve Kur’ân’ı kendine mürşid yapan Bedîüzzaman Hazretleri’nin İşârâtü’l-İ’caz tefsirinden dinleyelim: “Kur'ân-ı Kerim, umumî bir muallim ve bir mürşiddir. (doğru yolu gösterir) Halka-i dersinde (ders halkasında) oturan, nev-i beşerdir (insanlardır). Nev-i beşerin ekserisi avâmdır (halktır). Mürşidin nazarında ekal (azınlık), eksere tâbidir.” Yani umumî irşadını ekallin hatırı için tahsis edemez. Maahâza (bununla birlikte) avâma yapılan konuşmalardan havas (âlim tabakası) hisselerini alırlar; aksi halde avâm, yüksek konuşmaları anlayamadığından mahrum kalır. Ve keza avâm-ı nâs (halk), ülfet ettikleri üslûblardan ve ifadelerin çeşitlerinden ve dâima hayallerinde bulunan elfaz, maâni ve ibârelerden fikirlerini ayıramadıklarından, çıplak hakikatları ve akliyatı fehmedemezler (anlayamazlar). Ancak, o yüksek hakâikın (hakîkatlerin), onların ülfet ettikleri ifadelerle anlatılması lâzımdır. Fakat Kur'ân’ın böyle ifadelerinin hakîkat olduğuna itikad etmemelidirler ki; cismiyet ve cihetiyet gibi muhal şeylere zâhib olmasınlar (yanlış anlamasınlar). Ancak, o gibi ifadelere, hakâika geçmek için bir vesile nazarıyla bakılmalıdır. Meselâ; Cenâb-ı Hakk'ın kâinatta olan tasarrufunun keyfiyeti, ancak bir sultanın taht-ı saltanatında yaptığı tasarrufla tasvir edilebilir. Buna binâendir ki; اِنَّ اللّٰهَ عَلَىالْعَرْشِ اسْتَوَى de kinâye tariki ihtiyar edilmiştir. Hissiyatı bu merkezde olan avâm-ı nâsa yapılan irşadlarda, belâgat ve irşadın iktizasınca (gereğince), avamın fehimlerine mürâat (riâyet), hissiyatına ihtiram (saygı), fikirlerine ve akıllarına göre yürümek lâzımdır. Nasıl ki bir çocukla konuşan, kendisini çocuklaştırır ve çocuklar gibi çat-pat ederek konuşur ki, çocuk anlayabilsin. Avam-ı nâsın fehimlerine göre ifade edilen Kur'ân-ı Kerim'in ince hakîkatleri اَلتَّنَزُّلاَتُ اْلاِلهِيَّةُ اِلَى عُقُولِ الْبَشَر ile anılmaktadır. Yani insanların fehimlerine göre Cenâb-ı Hakk'ın hitâbatında yaptığı bu tenezzülat-ı İlâhiye (Allah’ın insana göre hitab etmesi), insanların zihinlerini hakâikten (hakîkatlerden) tenfir edip (nefret ettirip) kaçırtmamak için İlahî bir okşamadır. Bunun için, müteşâbihat denilen Kur'ân-ı Kerîm'in üslubları, hakîkatlere geçmek için ve en derin incelikleri görmek için, avam-ı nâsın gözüne bir dürbün veya numaralı birer gözlüktür. Bu sırra binâendir ki; büleğa (edebiyatçılar), büyük bir ölçüde ince hakîkatleri tasavvur ve dağınık mânâları tasvir ve ifade için istiare ve teşbihlere mürâcaat ediyorlar. Müteşabihat (teşbihler) dahi ince ve müşkil istiarelerin bir kısmıdır. Zîra müteşâbihat, ince hakîkatlere suretlerdir. (İşârâtü’l-İ‘câz, 167) Bu bahislerin neticesinde şu hakîkat ortaya çıkmaktadır: En büyük muallim ve mürşid olan Kur’ân-ı Kerîm, muhâtabların ekserisi avam olması cihetiyle onların zihinlerini okşayıp anlayışını nazara alarak konuştuğu gibi; dersini Kur’ân’dan alıp insanları doğru yola sevk etmek isteyen mürşidlerin de ortak dili mutlaka avamca olmalıdır. Halkın zihin ve anlayışlarını okşamalıdır.

Şam Medine’den sonra İslâm’ın ikinci başşehri. Arablar Şam’a Dimeşk demektedirler. Kureyş Sûresi 2. âyette; “Onları (ticâret için) kış ve yaz yolculuğuna alıştırdığı için!” şeklindeki ifadeyle Kureyş Kabilesi’nin Yemen ve Şam arası yaptığı ticarî seyâhatler kastedilmektedir. Yine Sebe’ Sûresi’nde Şam ve çevresi, ‘bereketli kıldığımız memleketler’ şeklinde vasıflandırılmaktadır. Çeşitli vesilelerle on bine yakın sahâbenin ziyâret ettiği Şam, Hz. Ömer’in (ra) hilâfeti zamanında 640 senesinde Hz. Ebû Ubeyde bin Cerrah (ra) komutasındaki İslâm ordusu tarafından fethedilmiştir. Hz. Âdem’in (as) şehid edilen oğlu Hâbil’in kabrinin bulunduğu rivâyet edilen Kasiyun Dağı Şam’dadır. Ayrıca Hz. Yahya (as), Hz. Hüseyin (ra), Hz. Cafer bin Ebi Tâlib (ra), Hz. Bilal-i Habeşî (ra), Mevlâna Hâlid-i Bağdadî Hz. (ks), Muhyiddin-i Arabî Hz. (ks), Selahaddin Eyyûbî ve Sultan 6. Mehmed Vahîddedin’in yanı sıra birçok sahâbe ve evliyâullah’ın da türbesi Şam’dadır. Ayrıca İslâm dünyasının en büyük, en eski ve en meşhur câmilerinden Emeviye Câmii de Şam’dadır. Bedîüzzaman Hz. 1911 senesinde içinde yüzlerce âlimin bulunduğu onbine yakın kişiye Emeviye Câmiinde bir hutbe irad etmiş, bu hutbe daha sonra Hutbe-i Şâmiye adıyla neşredilmiştir. Hutbe-i Şâmiye ayrıca Risâle-i Nûr Külliyatından Mektûbat ismli eserin son kısmında da yer almaktadır. Celâleddin Harzemşah "Bir zaman İslâm kahramanlarından ve Cengiz’in ordusunu müteaddid defalar mağlub eden Celâleddin Harzemşah harbe giderken, vüzerası ve etbaı ona demişler: ‘Sen muzaffer olacaksın. Cenâb-ı Hak seni gâlib edecek.’ O demiş: ‘Ben Allah’ın emriyle cihad yolunda hareket etmekle vazifedârım. Cenâb-ı Hakk’ın vazifesine karışmam. Muzaffer etmek veya mağlub etmek, O’nun vazifesidir.’ İşte o zât, bu sırr-ı teslimiyeti anlamasıyla çok defalar hârika bir surette muzaffer olmuştur.” 17. Lem’a’da geçen bu izahat bize çok büyük bir hakikati ders veriyor. Hayatımızdaki her meselede bizi başarıya götürecek sır, yapmamız gerekeni yaptıktan sonra sonucu Cenâb-ı Hakk’a bırakmaktır. Amacımız kazanmak olmamalı, kazandırmak veya kazandırmamak Cenâb-ı Hakk’ın vazifesidir. Bu sırrı anlayan Harzemşahlar Devleti’nin hükümdârı Şah Celâleddin, dünyayı yerle bir eden ve hiçbir savaşta yenilmeyen Cengiz’in ordusunu yirmiden fazla savaşta yenmiştir. Sultan 2. Abdülhamid’in Fotoğraf Albümleri Sultan 2. Abdülhamid, 34 yıllık saltanatı boyunca hem idâre ettiği Osmanlı coğrafyasını tanımak hem de olan bitenden haberdâr olmak için çok sayıda fotoğraf çektirtmiştir. Sultan 2. Abdülhamid’in emriyle dönemin önde gelen fotoğrafçıları tarafından çekilen bu fotoğraflar, bugün İstanbul Üniversitesi Nâdir Eserler Kütübhanesinde korunmaktadırlar. Koleksiyonda 911 albümde toplam 35 bin 535 adet fotoğraf bulunmaktadır. Fotoğrafların az bir kısmı Sultan 2. Abdülhamid devrinden önce çekilmiş olmakla birlikte, çoğunluğu 1876-1909 arası dönemde çekilmiştir. Fotoğraflar, Osmanlı şehirlerinin değişik yönlerini bize yansıtmaktadır. Fotoğrafların büyük kısmında ise câmiler, medreseler, mektebler, külliyeler, hastaneler, fabrikalar, karakollar, kışlalar, saraylar, köşkler, kasırlar, çeşmeler ve devlet dâireleri bulunmaktadır. Günümüzde tarihî eserlerin aslına uygun olarak yenilenmelerinde bu fotoğrafların katkısı büyüktür. 1909 senesinde Hareket Ordusunun Yıldız Sarayını yağmalaması sırasında bu albümler de Hareket Ordusu çapulcuları tarafından yağmalanmak istenmiş, fakat Sultan 2. Abdülhamid tarafından Yıldız Sarayı Kütübhanesini korumakla görevlendirilen Kalkandelenli Sabri Efendi’nin gayretleriyle fotoğraflar yağmadan kurtarılmıştır. (İstanbul fotoğraflarının bir kısmı İstanbul Büyükşehir Belediyesinin www.ibb.gov.tr resmî sitesinde yayınlanmaktadır.) Hz. Yûşa (as) Hz. Yûşa (as), Hz. Yusuf’un (as) torununun çocuğudur. Hz. Musa (as) ile Hz. Hızır (as) arasında geçen ve Kehf Sûresi 60-82. âyetler arasında anlatılan meşhur hâdisede Hz. Musa’nın (as) yanında Hz. Yûşa (as) da bulunmaktaydı. Hz. Musa’dan (as) sonra İsrailoğullarının başına Hz. Yûşa (as) geçmiştir. Hz. Yûşa (as), İsrailoğullarının yeni yetişen neslinden bir ordu kurmuş ve bu ordu ile Eriha’yı ve Şam’ı fethetmiştir. Hz. Musa’dan (as) sonra İsrailoğullarını 27 sene idâre etmiş ve 126 yaşında vefat etmiştir. Beykoz’da kendi ismiyle anılan Yûşa Tepesi’nde, bir makamı bulunmaktadır. Bu makamda Hz. Yûşa’ya (as) atfedilen bir de kabir bulunmaktadır. Bu kabir (Allahu a’lem) Hz. Yûşa’ya (as) âit olabileceği gibi bu kabirde başkaca bir veya birkaç Allah dostu da yatıyor olabilir. Yine Hz. Musa (as) ile Hz. Hızır’ın (as) İstanbul Beykoz’daki Yûşa Tepesi civarında karşılaştığı rivâyeti de hesaba katılırsa, bu tepenin Hz. Yûşa’ya (as) âit bir makam olması kuvvetli bir ihtimâl gibi görünmektedir. Yûşa Tepesi ayrıca Üstad Bedîüzzaman Hz.’lerinin de tefekkür ettiği yerler arasındadır. Sokullu Mehmed Paşa Câmii Fatih Kadırga semtinde bulunan Sokullu Mehmed Paşa Câmii 1571 senesinde Mimar Sinan tarafından inşa edilmiştir. Câmiin dört farklı yerinde bulunan küçük siyah taşların Hacerü’l-Esved’den kopan parçalar olduğu rivâyet edilmektedir. Tarihî kaynaklarda Hacerü’l-Esved taşına âit parçaların İstanbul’a getirildikten sonra câmii inşa edilirken câmiinin değişik yerlerine yerleştirildiği ifade edilmektedir: Biri giriş mahfilinin altında, biri mihrabdaki Kur’ân âyetinin altında, biri minber kapısının üstünde, biri de minber külahının altındadır. ‘Şeyh Talebesi’ Çok küçük yaşlarından itibâren ilim tahsili için birçok beldeyi gezen Bedîüzzaman Hz.’lerinin duraklarından biri de Hizan Şeyhinin yaylasıdır. Üstad Hz.'leri, daha yedi yaşında olmasına rağmen zorbalığa, zulme ve haksızlığa tahammül edememektedir. Bu hâli, Hizan Şeyhi Seyyid Nûr Muhammed Hz.’lerinin medresesinde dört küçük talebe ile geçinememesine sebeb olur. Bu dört talebe birleşip devamlı kendisini rahatsız ettikleri hâlde, Şeyh Seyyid Nûr Muhammed Hz.’lerinin huzuruna çıkıp arkadaşlarını şikâyet etmeyerek şöyle der: “Şeyh Efendi! Bunlara söyleyiniz. Benimle dövüştükleri vakit dördü bir olmasınlar, ikişer ikişer gelsinler.” Seyyid Nûr Muhammed Hz.'leri, Genç Said’in bu mertliğinden hoşlanarak; “Sen benim talebemsin. Kimse sana ilişmez.” der. Bundan sonra Üstad ‘Şeyh Talebesi’ diye yâd edilmiştir.

Bilim nedir? Cenâb-ı Hak, tabiattaki her bir varlığın fıtratına bir takım kanunlar koymuştur ki bunlara teşekkül kanunları veya dînî bir terim olarak şeriat-ı fıtriye denir. Mevcudat bu kanunlara göre teşekkül eder, bu kanunlar çerçevesinde hareket eder, hayatını devam ettirir. Atomların hareketi, bitki, hayvan ve insan vücudunun çalışması; yıldızların oluşumu, değişimi ve hareketleri belirli kanunlar çerçevesinde meydana gelir. Cenâb-ı Hakk’ın eşyanın mâhiyetine yerleştirdiği bu kanunlar, bazı insanlarca -yanlış olarak- tabiat kanunları olarak isimlendirilmiştir. Aslında bu kanunlar kâinattaki mükemmel düzeni netice verir. Sözgelimi yukarıdan bırakılan bir cisim her zaman yere düşer, su kaldırır, ateş yakar, göz görür, kulak işitir, çekirdek ağaç olur ve hâkeza… Bu söylediğimiz kanunlar dünyanın her yerinde geçerlidir. Kâinat sâbit kanunlar çerçevesinde şekillenmemiş ve bu kanunlara göre hareket etmemiş olsaydı kâinattaki bu sonsuz düzen sonsuz karışıklığa dönerdi. Gezip görmekten zevk aldığımız nice güzellikler kaybolup yerlerini bizim için azap olacak çirkinliklere bırakırdı. Yediğimiz lezzetli gıdalar oluşmaz, oluşsa bile zehir olarak bize geri dönerdi. Mesela, yukarıdan bırakılan bir cismin bazen düşüp bazen düşmediğini; üzerindeki cisimleri suyun bazen kaldırıp bazen kaldırmadığını; buğday ektiğimiz topraktan bazen mısır, bazen hiç bilmediğimiz bir bitkinin çıktığını; insanların kimisinin dört ayaklı, üç kollu, altı gözlü olduğunu varsayalım. O takdirde bir düzenden söz edebilir miydik? Demek ki Rabbimizin her şeyi bir kanuna bağlaması bizim hayatımızı kolaylaştırmaktadır, hatta canlılar için olmazsa olmaz bir gerekliliktir. Burada şunu da belirtmeliyiz ki; bu kanunları koyan Yüce Allah, bu kanunlara uymak mecburiyetinde değildir. İstediğinde o kanunların dışına çıkabilir. Buna dînî terim olarak “şuzuzat-ı İlahiye” denir: İsa (as)’ın babasız yaratılması, peygamberlere verilen mucizeler, evliyaların kerâmetleri, her yıl aynı şartlarda meyve veren bir ağacın şartların oluşmasına rağmen bazı yıllar meyve vermemesi buna misal olarak verilebilir. Fakat hikmetinin gereği Allahu Teâlâ, çoğu zaman kendi koyduğu kanunlara uygun olarak varlıkları yaratır, yaşatır ve ecelleri geldiğinde öldürür. Peki, bilim nedir? Bilim sözlükte şöyle tanımlanıyor: “Evrenin veya olayların bir bölümünü konu olarak seçen, deneysel yöntemlere ve gözleme dayalı akıl yürütme yoluyla dünyaya ilişkin olguları birbirine bağlayan yasaları bulma çabasıdır.” Yani bilim, Rabbimizin kâinata koyduğu bu kanunları bulup çıkarır, bu kanunlar çerçevesinde yaratılmış olan varlıkların yapısını ve işleyiş biçimini inceler. Mesela tıp insan vücudunu, astronomi yıldızların gezegenlerin yapısını, işleyişini; biyoloji canlıları inceler ve hakeza… Öyle ise kâinat vardır ki bilim de vardır, kâinatta sonsuz bir düzen vardır ki o düzenin neticesinde oluşan cisimleri inceleyen bilimler de vardır. Aksi halde kâinattan da onu inceleyen bilimden de söz etmek mümkün olmazdı. BİLİM NASIL DOĞMUŞTUR? Materyalist dünya görüşüne göre insanoğlu, var oluşundan beri tabiatı bilmek ve tabiata (doğaya) hâkim (egemen) olmak istemiştir. Bu sebeple insan, var oluşundan beri tabiatla savaşmaktadır. Gök gürlemesi, şimşek çakması, ayın ya da güneşin tutulması, hastalıklar, âfetler ve benzeri tabiat olayları bazen onun merakını çekmiş, bazen onu korkutmuştur. Korkuyu yenebilmek ya da merakı gidermek için onu oluşturan tabiat olayını bilmek ve ona egemen olmak gerekir. İşte materyalist düşünceye göre bilim, bu çaba ve gayretin neticesinde doğmuştur. Ey kendini tabiat savaşçısı olarak niteleyen insan! İstersen bizler senin tabiatla olan meydan savaşını hayâlen takip edelim. Bakalım kim gâlip gelecek, tabiat mı sen mi? Kendini büyük bir savaşçı olarak düşünen sen, bu cesâret ve yiğitliğinle meydana çıkıyorsun. Bu zamana kadar geliştirdiğin bütün silahlarını da yanına almayı ihmal etmiyorsun. Sonra kâinattaki her şeyi savaşa davet ediyorsun. O da ne! Hiçbir şey senin bu küstahça tavrına ve savaşmak için yaptığın çağrıya karşılık vermiyor. Bak, Dünya seninle savaşmak yerine seni üzerinde taşıyor. Bir saniye duraklamış veya hızını artırmış olsa; uzay boşluğuna fırlayıp gitmen ve o akılsız başını bir yerlere çarpıp kırman işten bile değil. Hâlbuki o seni sarsmıyor, fezaya fırlatıp atmıyor, sana hiç rahatsızlık dahi vermeden seni mevsimden mevsime gezdiriyor. Üzerinde barınmana müsâade ediyor, sana Allah’ın nimetlerini ikram ediyor. Bak meydan okuduğun Güneş sana gülümsüyor. Hâlbuki ışığını ve ısısını bir an kesmiş olsa hiçbir şeyi göremediğin gibi soğuktan silahlarına yapışmış bir halde donar kalırdın. Bak gece oldu. Ay ve yıldızlar meydana çıktı. Sen de en gelişmiş silahlarını kuşan ve onlarla savaşmak için yerini al. Yer dedim de aklıma geldi: Sahi dünya ile savaşta olduğuna göre kendine başka bir yer bulman gerekmiyor mu? Her ne ise ay ve yıldızları bekletmeyelim. Bir an önce savaş ve bitir onların işini. Sana kahraman desinler, doğaya hükmeden kahraman! Kulağa ne kadar da hoş geliyor! Bir anda neden durdun? Yoksa nice şairlerin ay ve yıldızların doyumsuz güzelliğini anlatan şiirleri mi geldi aklına? Yoksa ayın çekim gücünden mi korktun? Korkma! Eğer Ay’ın çekim gücünü Rabbimiz ona vermemiş olsaydı dünyanın da dengesi bozulurdu. Demek ki ay sana düşman değil; bilakis senin en sâdık hizmetçilerinden sâdece biridir. Artık uzaktaki cisimlerle savaşma hayalini bırak da biraz daha yakınlara gel. Bak hayvanat silahlanmış senin meydana çıkmanı bekliyor. İnekler boynuzlarını bilemişler, dövüşmeye hazırlar. Ama o da ne! Sana bir kova süt, biraz da et göndermişler. Tam da senin vücudunun ihtiyacı olan gıdalar bunlar. Karşılığında ne mi istiyorlar? Kendilerine âit hiçbir beklentileri yok. Diğer hayvanlar da öyle. Arılar günlerce çalışıp, kilometrelerce yerleri dolaşarak bin bir zahmetle yaptıkları şifalı balı kendileri yemeyip sana göndermişler. Hâkeza her bir hayvan ya gıdasıyla ya hizmetiyle senin yaşamana destek veriyor. Ya bitkiler... Kendileri çamur yedikleri halde ürettikleri en güzel gıdaları sana takdim ediyorlar. Bak yeryüzü bir sergi gibi. Hepsi meyvelerini güzel bir şekilde ambalajlayıp üzerine de hoş kokular sürdükten sonra dallarına asıp senin almanı bekliyorlar. Tam senin damak zevkine ve midene lâyık yiyecekler. Sahi onlar senin vücudunun ihtiyacını nereden biliyorlar? Senin damak zevkini, göz zevkini nereden öğrenmişler? Burnuna hoş gelecek kokuyu nasıl biliyorlar ki güzel kokular sürünerek kendilerini sana beğendirmek için âdeta yarışıyorlar. Yoksa bu tür güzelliklerden hoşlandığını onlara sen mi söyledin? Yok canım, sen onların düşmanısın. Hiç düşmanlarla böyle sırlı şeyler konuşulur mu? Her ne ise demek ki onlar sana düşman değil. Her şey senin için çalışıyor. Nankörlük edip onların bu hizmetlerini görmezlikten gelme! Kur’ân hakikatlerinden aldığımız dersle biz de diyoruz ki: Allahu Teâlâ kâinatı mücâdele (cidal) üzerine değil yardımlaşma (teâvün) üzerine kurmuştur. Yıldızlar bizimle savaşmıyor, Güneş bizimle mücâdeleye girişmiş bir kütle değildir. Dünya, Ay, bulutlar, dağlar, taşlar, bitkiler, hayvanlar bizimle mücâdele etmek için yaratılmamıştır. Bilakis bütün mahlukat sonsuz ilim ve sonsuz kudret sâhibi olan Rabbimiz tarafından birbirine yardımcı ve destekçi olarak tasarlanmıştır. Öyle ise insan da bu âlemdeki konumunu iyi bilmelidir. İnsan bu âleme tabiatla savaşmak için değil; bilim ve duâ vâsıtasıyla tekemmül etmek için gelmiştir. Ve bütün bilimlerin esası, madeni, nuru ve ruhu, Allah’ı bildirmektir. Onu kavramak da ancak iman ile olur. Netice itibariyle diyebiliriz ki bilimin nihâî hedefi, marifetullahtır. Yani Allah’ı bildirmektir. Bilim, marifetullahın önünde engel değil; ona vâsıta olmalıdır.

Aldırmazlığın ve isteksizliğin adıdır can sıkıntısı. Hayata küsmektir çoğu zaman. Bazen boğulmaktır. Akvaryumdaki balık, kafesteki kuş gibi. Mutluluğu, yeknesak bir hayatta aramak ne korkunç! Ateşe dokunur gibi, cehenneme koşar gibi. Ey nefis, ey uslanmayan nefis! Bir faydan yoksa hayata dâir. Hedefin, idealin, para kazanmaksa bir ömür. Rotası olmayan bir gemi gibi, rüzgâra bırakmışsan kendini. Hep incitmiş, hep kırmışsan herkesi. Sohbeti gıybet diye anlamış, böyle tüketmişsen en aziz nefesini. Yaratıcının elindeyken her şeyin dizgini, sen omzuna yüklenmişsen inadına. Raks eden zaman ve ne varsa uçup gitmişse hayattan. Bir dil kadar yabacıysan namaza. Nakış nakış zikir, nakış nakış duâ, bulunmuyorsa kalp kitabında. Mutluluk, inorganik internetse senin için. Eline uzanan kudret elini tutmuyorsan sapasağlam. Geceleri bir mehdi türküsüyle ıslanmıyorsa yanağın. Efendim ve dînim hayata yüklerken anlam. Kayıtsız kalabilmişsen tüm güzelliklere. Ram olmuşsan eğer bütün çirkinliklere. Bu yüzden sıkıntı çepeçevre sarmışsa seni. Ve bu yüzden kurtulmak istiyorsan, bu yaman, bu amansız yaradan. Unutma ki îmandır aradığın derunî huzurun tek merhemi. Bakınız derunî huzurun yolunu Yunus Emre nasıl da güzel ifade ediyor: “Bunca varlık var iken gitmez gönül darlığı” sanırım hayatımızda bu sözü vird hâline getirip devamlı surette söylersek yanlış olmaz. Varlık iddiasında bulunan ya da gurur ve kibir deryasına dalan bir insanın gönlü nasıl itminana ulaşır ki. Bir diğer yönüyle de “Bir eli yağda, bir eli balda” olan insanların gönül kuşu nasıl uçabilir ki. Necip Fazıl’ın dediği gibi “gönlüm uçmak isterken semâvî ülkelere/ ayağım takılıyor yerdeki gölgelere…” Her sâhip olduğumuz varlık, (benlik, sağlık, mal, mülk, eş, dost vb.) eğer şükrünü eda etmediğimiz takdirde ayağımıza takılan birer zincirden farksızdır. Zâhiren parantez içerisinde saydığımız hususlar bizi aldatmasın. Bizlere varlığın asıl sâhibi bizmişiz hissini vermesin. “Surette nazar eyler isen sen ile ben var. Ama hakikatte ne sen var, ne de ben var.” Dilimden vaktiyle karaladığım şu mısralar dökülüverdi. Gönül kuşum evin nerde Şakırdayan sesin nerde Seher vakti uyanıkken Uyanmayan kalbin nerde Gönül kuşum derdin nedir Rengin solmuş benzin nedir Ormanlara uçmak varken Tenhalara düşmen nedir Gönül kuşum yeme kandın Bir bakışa, göze kandın Zikreylen dilin varken Ellerdeki saza kandın Sensiz zinhar gönlü neylim Bahçelerde bağı neylim Cemalini görmek varken Boz bulanık yüzü neylim Gönül kuşum durdu yine Kanadından düştü yere Can havliyle çırpınırken “Hay” ismiyle uçtu yine Gönül kuşum çaresi yok Göç etmenin zamanı yok Unutma ki sevinirken Her nimetin nıkmeti çok

Bedîüzzaman Hazretlerinin Risâle-i Nur'da kendisinden, "uyanık iken, çok defa Peygamber sohbetine mazhar olan" ve "sahih hadislerin elmaslarını, diğer sözlerden ve mevzuattan ayrıştıran" şeklinde söz ettiği İmam Süyutî Hazretleri, İslâm âlimlerinin büyüklerindendir. Mısır ve Suriye'de hüküm süren Memlükler devletinin son zamanlarında Kâhire'de yetişmiş, tüm ilimlerde zirveye çıkmış, ictihada yönelik ilimleri tam olarak kuşatmış, hadisleri senetleriyle rivâyet eden, kıymetli ve faydalı eserler sâhibi büyük bir imamdır. Dokuzuncu asrın müceddidi olan İmam Süyutî Hazretlerinin asıl adı, Abdurrahman b. Ebi Bekr b. Muhammed’dir. Lakabı Celâleddin, künyesi Ebu’l-Fadl’dır. Nisbeti el-Hudayrî ve el-Esyutî şeklindedir. El-Esyutî şeklindeki nisbeti babası ve dedelerinin Kâhire’ye gelmeden önce doğup yaşadıkları Esyut şehrine nisbetledir. Süyutî Hazretleri, hicrî 849, miladî 1445 yılı, Recep ayının başında, Mısır'ın Esyut şehrinde doğdu. Babası Kemâleddin Ebi Bekr, Şâfiî mezhebi fıkıh âlimlerindendir. Ayrıca başka ilimlerde de önemli bir yeri vardır. Süyûd'da doğmuş, orada kadılık yapmış ve daha sonra da Kâhire'de yerleşmiştir. Celâleddin, henüz beş yaşında iken babası vefat etmiş. Babasının samimî dostlarından Kadı İzzeddin Ahmed bin İbrahim Kinânî himâyesinde yetişmiştir. Celâleddin-i Süyutî Hazretleri, ilk tahsiline babasıyla başladı. Sekiz yaşında Kur’ân’ı hıfzetti. Sonra İbn Mâlik'in Elfiye'sini, Usul'ü, Minhâcü'l-Fıkh'ı ve Umde'yi ve kolayına gelen bazı şeyleri ezberledi. Hadis ve Arapça ilimleri alanında zamanın en önemli âlimlerinden kabul edilen Takiyüddin Şiblî el-Hanefi'den dört yıl boyunca hadis dersi alarak hadis konusunda uzmanlaştı. Bu alanda verdiği fetvalar büyük kabul gördü. Yine allâmelerden Muhyiddin Kafiyeci'nin yanında on dört yıl kaldı. Bu hocasından da, tefsir, usul, Arapça, meanî ve diğer alanlarda dersler alarak icâzet aldı. İmam Süyutî Hazretleri, kuvvetli bir hâfızaya sâhipti. İki yüz bin hadis ezberledi. Çok kitap okuyor ve okuduğu bu eserlerin muhteviyatlarına çok kısa bir zamanda hâkim oluyordu. Sorulan her soruya cevap veriyor, hatta bir eserle ilgili olarak sorulan soruya, kaçıncı sayfa ve satırda olduğunu da söylüyordu. İmam Süyutî Hazretleri, daha genç yaşlarında ilim tahsili için pek çok ülkeye seyâhatler yaptı. Hicaz, Hind, Yemen, Şam, Mağrib ve Sudan’ı gezdi. Hicaz seyâhati esnasında bir süre Mekke’de kaldı. Ayrıca Mısır’ın Dimyat, Fayyum ve İskenderiye gibi bazı şehirlerini de dolaştı. İlmi cihetlerde önemli bir birikime sâhip olduktan sonra 21 yaşlarındayken fıkıh dersleri vermeye başladı. Kısa bir müddet sonra şöhreti etrafa yayıldı ve derslerini bazı hocalar bile takip etmeye başladılar. Uzun seneler farklı memleketlerde ve merkezlerde başta hadis olmak üzere muhtelif konularda dersler veren İmam Süyutî Hazretleri, 1486 tarihinde halife el-Mütevekkil Ala’llah’ın emri ile o zamanlar Kâhire’nin en büyük en geniş tekkesi olan Barbarsiye şeyhliğine getirildi. Bu tekke şeyhliğinin sağladığı imkanlar sâyesinde refah içinde yaşadığı gibi bir çok eserlerini rahatça yazmak için de vakit buldu. Arap dilinde en fazla eser veren müelliflerin biricisi olarak tarihe geçen Celâleddin-i Süyutî Hazretleri, ilk eserini on yedi yaşında yazmaya başladı. Sonra vefatına kadar muhtelif ilim dallarında altı yüze yakın eser yazdı. Eserlerini; Kur'ânî ilimler, hadis, fıkıh, dil ve edebiyat, usul beyan ve tasavvuf, muhtelif meseleler olmak üzere altı sınıfa ayırdı. Bunların dışında tarih, ahlâk, tıp ve daha birçok alanlarda da kıymetli eserler telif etti kendinden sonraki nesillere büyük bir miras bıraktı. Henüz hayatta iken birçok İslâm ülkelerinde ve ilim merkezlerinde eserleri şöhret bulmuş bir âlim hüviyetini ihraz eden büyük imam, eserlerine kaydedeceği hadis-i şerifleri mânâ âleminde Peygamber Efendimiz’in (asm) tasdikine sunduktan sonra yazmıştır. Risâle-i Nurlarda ismi çokça zikredilen Süyutî Hazretleri’nin hadis ilmindeki vukufiyetine ve ehil kişiliğine Bedîüzzaman Hazretleri, Mucizat-ı Ahmediye Risâlesi’nde vurgu yapmaktadır. Üstadımız, hadislerin nasıl bir elekten geçtiğini, İslam âlimlerinin ne kadar hassas davrandıklarını ve başta mezhep imamları olmak üzere asırlar boyunca bu alanda yapılan titiz çalışmaları misalleriyle aktarmaktadır. Bu bağlamda, “keşif ehlinin tasdikiyle, yetmiş defa Resûl-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâmın görünüp, yakaza hâlinde (uyku ile uyanıklık arası) onun sohbetiyle müşerref olan Celâleddin Süyutî gibi allâmeler ve muhakkikler, sahih hadislerin elmaslarını, diğer sözlerden ve mevzuattan ayrıştırdılar.” ifadelerine yer vermektedir. Süyutî Hazretleri, ilmî derinliğinin yanında yüksek ahlâka sâhip birisiydi. Zühd ve takvasıyla etrafına örnek oluyor ve herkesin sevgisini kazanıyordu. Müceddidlerin ortak bir özelliği olan istiğna mesleği, yani yaptıkları hizmetlerinin mukâbilinde insanlardan bir karşılık almama ve beklememe hâli, İmam Süyutî Hazretlerinde son derece tezâhür etmiştir. Kimseden ihsan ve hediye talep etmediği gibi kabul de etmedi. Çok büyük geçim sıkıntısı çektiği zaman, kütüphanesinden bazı kitapları satma pahasına da olsa hediye kabul etmemeyi tercih etti. Hatta dönemin Mısır hükümdarı Sultan Gavrî, kendisine yeni vazifeler teklif ettiği zaman kabul etmediği gibi, onun gönderdiği 1.000 dinarı red ile hediye ettiği köleyi de azad etmiştir. Hep çalışmakla, araştırma yapmakla, bıkmadan yorulmadan eser yazmakla geçen 61 senelik bir hayatın sonunda, sol kolunda meydana gelen şiddetli verem hastalığı sebebiyle yatağa düşen Şeyh Süyutî Hazretleri, hicrî 911 miladî 1505 senesinde Mısır’da vefat ederek Hakk’ın rahmetine kavuştu. Türbesi, Kâhire’de Babü'l-Karafe civarındadır. Allah rahmet eylesin, bizleri de şefâatlerine mazhar etsin.

Her ne kadar eğitim ve öğretim ailede başlıyorsa da, gençlerin ufuk ve vizyon belirledikleri zaman dilimi üniversite hayatı oluyor. Elbette lise döneminde kafalarda bazı şeyler şekillenmektedir, fakat gençlerimiz istediği üniversitelere isteğine göre değil de aldığı puana göre; ve tercih ettiği okul ve branşlara, sıralamaya göre girdiğinden dolayı vizyonunu, gelecek resmini bu dönemde, biraz da mecburî olarak belirlemiş oluyorlar. Eğitim konusu eskiye nispetle daha önem verilen bir konu olduğundan beri, gençler gidecekleri üniversiteler ve karşılaşacakları meseleler hakkında illa bir fikre sâhip olmaktadırlar. Belki şehrin sosyal yapısı, yaşantısı ve diğer mevzular hakkında; hem üniversite ve işleyişleri hakkında az-çok bir bilgiye sâhip olabilirler. Fakat -bütün bunlarla beraber- aktaracağımız mevzular hakkında hemen hemen hiçbir genç -anne ve baba dâhil- detaylı bilgi sâhibi değildir. Biz de bundan dolayı, Milli Türk Talebe Birliği’nin Nisan 2010 tarihli ve “Türkiye’deki Üniversite Gençliğinin Profili” isimli araştırmasından bazı bilgileri size aktarmak istedik. 29 üniversite ve 2.603 öğrenci üzerinden yapılan bu çalışmadan aktaracaklarımız, ümit ediyoruz ki hem gençlerimize hem de anne-babalara büyük fayda sağlayacaktır. Üniversiteyi kazanmış olmakla her şey bitmiyor, belki çok şeyler yeni başlıyor. ÜNİVERSİTELİ GENÇLER NERELERDE KALIYORLAR? Öğrencilerin 1/3’ü aileleriyle, 1/3’ü yurtlarda, diğer kısmı ise, gerek arkadaşlarıyla tuttukları evler ve cemâat evlerinde kalmaktadırlar. Gençlerin ancak % 27’si devlet kredisi ve karşılıksız burs almaktadır. Bu durumda bize göre gözüken o ki, gerek devlet, gerekse özel girişimciler öğrencilere daha çok sâhip çıkmak ve eğitim süreçlerinde yanlarında olabilmek durumundadırlar. KÖTÜ ALIŞKANLIKLAR VE ARKADAŞLIKLAR Üniversite dönemi gençlerin kendilerini en özgür ve rahat hissettikleri dönemdir. Anne-baba denetiminden uzak, biraz daha ‘kendisine göre’lerin arttığı bir dönemdir. Bununla beraber aynı zamanda çok çeşitli yerlerden insanlar ve onların alışkanlıklarıyla tanıştıkları dönemdir. Kendisine dikkat etmeyen bir öğrenci ve yeni üniversiteli genci bu mânâda birçok tehlikeler beklemektedir. Üniversiteli gençleri % 26’sı kendisini sigara tiryakisi olarak tanımlamaktadır. % 18’lik bir kesim de arada sırada içtiklerini söylemişlerdir. Esrar kullananlar ise % 10 gibi bir rakama tekâbül etmektedir. Fakat maalesef, fikri sorulan öğrencilerin % 48 gibi yüksek bir oranı alkol almaktadırlar. Diğer sıkıntılı bir konu da kız-erkek arkadaşlığıdır. Üniversite ortamının sağladığı rehâvet, bu arkadaşlığa ciddi zemin hazırlamaktadır. Bu konuda ciddi bir altyapısı ve değer-kontrol mekanizması olmayan gençler, kendilerini bu tarz arkadaşlıklara, flört tabir edilen bir kızla çıkma havasına çabucak kaptırabilmektedir. Bahsi geçen gençlerin % 85’i bir kız arkadaşa sâhiptir. Daha da kötü olanı, araştırmaya katılan gençlerden % 27’si kız erkek ilişkilerinde cinsellik de dâhil aile ve dînî kurallar gibi herhangi bir kısıtlamanın olmaması gerektiğini söylemektedir. Öğrencilerin 1/3’ü evlenmeden yaşama fikrinde herhangi bir sıkıntı duymamaktadır. Bekâretin korunması fikrine katılmayanların oranı % 37’ler olmakla beraber, bâkire olmayan bir kızla evlenebileceğini söyleyen erkeklerin oranı da % 29 olarak belirlenmiştir. Ayrıca, 2006’da yapılan araştırma sonuçlarıyla 2010 kıyaslandığında bekâretin zarurî olmadığı, evlilik olmadan da birlikte yaşanabileceği fikrinde artış olduğu gözlemlenmiştir. İNANÇ VE İBÂDETLER Üniversite gençlerinden araştırmaya katılanların büyük bir kısmı kendine göre bir ilah inancına sâhiptir. % 4 gibi bir kısım ise kendini ateist olarak tanımlamaktadır. Gençlerin % 30,5’i ellerinden geldiğince ibâdetlerini yapmaya çalışmaktadırlar. % 72 ile en çok oruç ibâdeti yapılırken, % 19 gibi bir rakam, kutsal kitaplardan çokça istifâde edilmediğini göstermektedir. Başörtüsü ülkemizde yüksek trend yapmış bir konudur malumunuz. Gençlerin % 53’ü yasağın kalkması, % 36’sı ise devam etmesi fikrindedir. Erkeklerin % 59 gibi bir rakamı başörtülü eş tercihinde olmakla beraber, % 27’si tam aksi fikirde olduklarını beyan etmişlerdir. Gençlerin evlilik tercihlerinde farklı din veya mezhepten olması konusunda ılımlı oldukları görülmüştür. Fakat birçoğu ailesinden çok kendi tercihini –anne-baba karşı bile çıksa- istemektedir. Evlenecekleri eşte aradıkları özellikler genel itibariyle sağlam karakter, sadâkat ve kültürel uyumluk olarak tespit edilmiştir. KÜLTÜR YAPISI Gençlerin okuma tarafı maalesef zayıftır. İdeoloji ve fikir ağırlıklı gazeteleri okuyan gençlerin oranı % 11 iken, boyalı basın tabir edilen gazeteleri tercih edenlerin nispeti % 25 civarındadır. Gençlerin % 56’sının hiçbir dergiyi okumadıkları görülmüştür. Düzenli kitap okuyan genç sayısı maalesef azdır. Muhtemelen gençler vakitlerinin büyük bir kısmını bilgisayar ve internet başında geçirmektedirler. Gençlerin tv, sinema izleme oranları yüksek çıkmıştır. Yerli sanatçılara ve yapımlara ilgi olduğu kadar, yabancı sanatçı ve yapımlara da ilgi yüksektir. GENÇLİK VE SİYÂSET Gençlerin % 43’ünün siyâsette kariyer edinme, siyasî olay ve yayın takibi ve partilere üye olmak şekillerinde siyâsetle bağları olduğu anlaşılmaktadır. Kendisini sol siyâsette gören gençlerin ekserisinin soldaki partilerin yerine yenilerine ihtiyaç duyulduğu kanaatinde oldukları görülmüştür. Bu oran kendisini sağda tanımlayanlar için daha düşüktür. % 68’lik bir oran yargının bağımsızlığına inanmamaktadır. Anayasa değişikliği konusunda üzerinde araştırma yapılan gençlerin mütehayyir olduğu görünmüştür. Gençlerin % 28’i hiçbir siyâsetçiyi beğenmemektedir. Nisan ayı itibariyle gençlerin en çok güven duydukları kurum genelkurmaydır. ÜLKENİN GELECEĞİ Politikacıları değerlendirdiklerinden ve o pencereden baktıklarından dolayı gençlerin % 60’ı ülkenin geleceğini karamsar görmektedir. Türkiye’nin çözülmesi gereken öncelikli işlerini ise, işsizlik ve terör olarak tanımlamaktadırlar. AB üyeliği konusunda yarı yarıya görüş beyan eden gençlere göre Türkiye’nin en büyük dış düşmanı ABD iken, en büyük iç tehdit de terör gözükmektedir. SONUÇ OLARAK Sevgili anne-babalar, devlet büyükleri ve sivil inisiyatifler, üniversite gençliği, bu ülkenin bir adım sonrasındaki lider kadrosu demektir ve ülkeler, insanlara ve onların fikirlerine, davranışlarına, ahlâklarına göre şekillenir. Her tarafta üniversiteler açma gayretinde olan irâde, elbette gençlerin millet olmanın gereğine göre biçimlenmesinde de öncülük etmeli ve gençlerin bu konuda önünü açmalıdır. Sivil inisiyatifler de gençlere öncülük etmeli ve onların ellerinden tutmalıdırlar. Her ne kadar gençler artık olgunlaştık, piştik deseler de herkesin her zaman bir çocuk ve acemilik yönü vardır. Milleti ve vatanı şekillendirecek gençlerimizi kendi hallerine lütfen bırakmayalım. Yoksa başkaları ilgilenecektir. Kıymeti gençler, özgür ortam, demokrasi, genç olmak, hürriyet içi doldurulmayan kavramlar olarak lügat hâfızamızda yer edecek olursa, emin olun bizleri başka sıkıntılı hallere sokacaktır. Hiçbir zaman nefsin köleliğine götürecek kolaycılığa kaçmayalım. Söylemlerimizi geliştirirken de bunu göz ardı etmeyelim. Millet demek, dîni, dili, ahlâkı, millet şuuru olan bütün insanların oluşturduğu yapı demektir. Onları buluşturan mekân ise, işte o da vatandır. Yapılan bu araştırmanın pek çok kurum ve insana inşâallah faydası olur. Biz kendi çerçevemizden baktığımızda görünen nedir? Görünen o ki, üniversiteyi kazanmakla her şey bitmiyor. Yukarıda da söylediğimiz gibi belki her şey yeni başlıyor. Verileri lütfen dikkatlice okuyunuz ve kendinizi karşılaşacağınız durumlara hazırlayınız. Maddî ve mânevî anlamda iyi bir istikbal için, iyi bir üniversite eğitimi temennisiyle Allah’a emânet olunuz.

Cehâlet’ insanın en büyük düşmanı; bunda hiç şüphe yok. Ancak şu soruyu enine boyuna düşünüp, lafı eveleyip gevelemeden makul bir cevap bulmak zorundayız artık: “Kimden ve neyden cehâlet, neyi bilmemek en büyük düşman, en dehşetli musîbet, en korkunç belâdır?..” *** Câhili olunan şeye göre de cehâletin çeşitleri var. İnsanın bazı san’at ve bilimlerden habersiz olması, birtakım istatistiklere kayıtsız kalması, siyâset arenasında dönen dolapları bilmemesi ve şimdilerde hayli itibar vesîlesi olan genel kültürü zayıf olması da bir tür cehâlettir. Ancak bu cehâletin insana verdiği hayâtî bir kayıp yoktur. Zaman, kesret zamanı: Nazarı dağıtacak, aklı ve kalbi karıştıracak, fikrî hercümerce sebep olacak yığınla malzeme mevcut piyasada. Daldan dala atlayıp günde binlerce haber ve mevhum bilgi ile karşılaşan insanın cehâletten kaçayım derken örtülü bir cinnete kapıldığından maalesef haberi yok!. *** Sonsuz arzuları ve hudutsuz ihtiyaçları olan, bununla birlikte sınırsız düşmanları, hadsiz elemleri bulunan insan kalbi, fânî mâşuklarla tatmin olmadığı gibi fenâ mülküne dâir bilgilerle de doymuyor. Kendini tanımayan insan ise bu açlığından bîhaber! Açlığından haberdar olmadığı için de ‘hikmet’ taamına (gıdasına) iştahsız! Oysaki ‘hikmet’in, hakiki ilmin, gerçek bilginin anahtarı özünde saklı, derûnuna yerleştirilmiş, cevherine dercedilmiş… İnsan, kendini bilse kendini ve kendisi gibi milyarlarca insanı ve hudutsuz varlıkları yaratıp terbiye edeni de bilecek, bulacak… O’nun isim ve ünvanlarını bildikçe dirilecek; bir bir ilimlerin kapıları kendisine aralanacak, cehâlet kuyusunun ağzı kapanacak. Kâinâtın formülünü bulmanın eşsiz huzûrunu, ve kalbinin Samed aynasına kavuşmasının engin sükûnunu yaşayacak… O’nu tanıdıkça O’nun istediği renge boyanacak, Onun talep ettiği kisveye bürünecek: Yaratılışına uygun bir hâlde olmanın ve o minval üzere hareket etmenin neticesi, ‘maksimum randıman’ noktasına ulaşacak. ‘Ahsen-i Takvim’ özelliğinin tüm alâmetleri bir bir üzerinde görünecek ve görülecek. O’nu tanıdıkça kendini bilecek, kendini bildikçe O’nu tanıyacak. O’nu bulunca her matlûbunu, her arzusunu bulacak, hadsiz minnetlerden ve korkulardan kurtulacak… “Ben O’na inanıyorum! Ben Allah’ın varlığını biliyorum!” deyip sadece bu îman ve bilgi ile iktifâ etmenin ne büyük bir bedbahtlık olduğunu, hakikaten O’nu tanımanın, ‘mârifetullah’a ermenin en büyük olgunluk olduğunun farkına varacak… Muhyiddin-i Arabî’nin, Fahreddin-i Râzî'ye mektubunda dediği: “Allah’ı bilmek, varlığını bilmenin gayrıdır” cümlesinin sırrını ancak o zaman öğrenebilecek… Ve ancak o zaman Kur’ân’ın niçin dörtte birini ‘Tevhid’ mevzûuna ayırdığını anlayabilecek… Ve yine cemiyetin cehâlet esâretinden azâde olmasının tek yolunun ‘Rabbini bilen bir nesil’ yetiştirmekten geçtiğini o vakit görebilecek…

İnsan taklid ede ede olgunlaşır: Anne-babasını, hocasını, büyüklerini taklid eder; velhâsıl insan sevdiğini taklid eder… Sevdiğine benzer, sevdiğinin rengine boyanır… Hazret-i Peygamberin (asm) hayatını bilmek Onu gerçekten bilmek demek midir? Kanaatimce değil! Peygamberini bilmek, Peygamberinin kim olduğunu veya Onun hayat hikâyesini bilmekten ibâret değildir. Bu meyanda mevcut siyerlerin bir yönüyle eksik kaldığını söylemek herhâlde yanlış olmaz. Bediüzzaman Hazretleri’nin meseleye dair izahı hem ufuk açıcı hem de orijinaldir; okuyalım: “…O Zât-ı Mübarek’in tamam-ı mahiyeti ve hakikat-ı kemâlâtı, Siyer ve Tarihe geçen beşerî ahval ve etvâra sığışmaz. Meselâ: Hazret-i Cebrâil ve Mikâil, iki muhafız yâver hükmünde Gazve-i Bedir'de yanında bulunan bir Zât-ı Mübâreki; çarşı içinde, bedevî bir arabla at mübayaasında münazaa (alış verişinde tartışmak) etmek, bir tek şâhid olan Huzeyfe’yi şâhid göstermekle görünen etvâr içinde sığışmaz. İşte yanlış gitmemek için; her vakit mahiyet-i beşeriyeti itibariyle işitilen evsâf-ı âdiye içinde başını kaldırıp, hakikî mâhiyetine ve mertebe-i risâlette durmuş nûrânî şahsiyet-i mâneviyesine bakmak lâzımdır. Yoksa, ya hürmetsizlik eder veya şübheye düşer.” (Zülfikar, Osmanlıca Nüsha, s.155) Yukarıdaki yüksek sırrı anlamak için ise şu misâli dikkatle mütâlaa etmek gerekecek: Meselâ bir hurma çekirdeği var. O hurma çekirdeği toprağa ekildikten sonra açılarak koca meyvedar bir ağaç oldu. Hem gittikçe tevessü’ eder, büyür. Veya tavus kuşunun bir yumurtası vardı. O yumurtaya hararet verildi, bir tavus civcivi çıktı. Sonra tam mükemmel, her tarafı kudretten yazılı ve yaldızlı bir tavus kuşu oldu. Hem gittikçe daha büyür ve güzelleşir. Şimdi o çekirdek ve o yumurtaya ait sıfatlar, haller var. İçinde incecik maddeler var. Hem ondan hâsıl olan ağaç ve kuşun da, o çekirdek ve yumurtanın âdî küçük keyfiyet ve vaziyetlere nisbeten, büyük ve âlî sıfatları ve keyfiyetleri var. Şimdi o çekirdek ve o yumurtanın evsâfını, ağaç ve kuşun evsâfıyla rabtedip bahsetmekte lâzım gelir ki; her vakit akl-ı beşer, başını çekirdekten ağaca kaldırıp baksın ve yumurtadan kuşa gözünü tevcih edip dikkat etsin. Tâ işittiği evsâfı onun aklı kabul edebilsin. Yoksa ‘Bir dirhem çekirdekten bin batman hurma aldım.’ ve ‘Şu yumurta, cevv-i âsumanda kuşların sultanıdır.’ dese, tekzib ve inkâra sapacak. İşte bunun gibi Resül-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm’ın beşeriyeti; o çekirdek, o yumurtaya benzer. Ve vazife-i risâletle parlayan mâhiyeti ise, Şecere-i Tûbâ gibi ve Cennet’in tayr-ı hümâyunu gibidir. Hem daima tekemmüldedir. Onun için çarşı içinde bir bedevi ile niza eden o zâtı düşündüğü vakit; Refref’e binip, Cebrâil’i arkada bırakıp, Kab-ı Kavseyn’e koşup giden Zât-ı Nûranîsine, hayal gözünü kaldırıp bakmak lâzım gelir. Yoksa ya hürmetsizlik edecek veya nefs-i emmaresi inanmayacak. (age, s.156) ‘Peygamberini bilen bir nesil’ yetiştirmek şart. Bunun için ise sadece peygamberinin hayat hikâyesini değil, nübüvvetinin hakkaniyetini ve mânevî şahsiyetini de iyi öğrenip öğretmek mecburiyetindeyiz.

Kitaplarla okuyucuların irtibatını tesis eden kâtip/yazıcı veya müellifden başka üç mühim cihet vardır: Mâhiyet ve muhteviyât yani kitabın ‘hakikat’i, o mâhiyetin büründüğü sûret yani kitabın ‘harf’i ve kitapla okuyucu arasındaki manevî köprü yani kitabın ‘lisan’ı… Bu üç cihet kitabın hüviyetini teşkil eder: Hakikati, harfi ve lisanı kitaba ya kuvvet verir yahut zaaf. Okuyanı ya Hakka yakınlaştırır yahut bâtıla! ‘Hak’ikati ne kadar bâtıldan uzaksa, harfleri ne kadar ‘hak’ikatine yakınsa ve lisanı okuyucuya ne ölçüde bir hâfıza, akıl ve kalp zenginliği sağlıyorsa o kitap o kadar kıymetlidir demektir. Okuyucunun bir kitabı anlayıp hazmetmesi dahi kitabın kâtip veya müellifini tanımasından öte yukarıda zikredilen kitabın üç mühim cihetine olan nüfûzu ve yakınlığı nisbetindedir: Okuyucu, kitabın hakikatini ne kadar özümseyebiliyorsa, kitabın lisanı ile kendi lisanını ne ölçüde benzer kılabiliyorsa, kitabın harfleri gözünde ve gönlünde hangi zenginlikte bir iz bırakıyorsa, kitabını sâdece okumuyor aynı zamanda ‘biliyor’ demektir. ‘Kitabını bilmek’ ne büyük saadet ve bahtiyarlık değil mi? Cemil Meriç, “Her toplum bir kitaba dayanır, senin kitabın hangisi?” diye sorar. Bu soruya bir de şu ilâveyi yapmak gerekmez mi: “Sadece kitabının hangisi olduğunu bilmek, hakikaten kitabını bilmek demek midir?..” *** Kâinât Allah’ın Kudret kalemiyle yazdığı kitabı… Kur’ân ise Kelâm sıfatının tecellisi olarak ihsan edilen kâinât; kâinâtın harflere, kelimelere, cümlelere bürünmüş hâli. Biri diğerinin tercümesi, tefsiri… İkisinin de ortak özelliği: Aynı Kudret ve Kelâm’ın eseri olmak. Kitabını bilmenin; yani kâinâtı bilmenin, yani Kur’ân’ı bilmenin anahtarları hep aynı: Kendini bilmek; ‘elif’i bilmek… Bu anahtarın kullanma kılavuzu ise yine Kur’ân… Sözün özü: Kur’ân’ı bilmek için kendini bilmek, kendini bilmek için Kur’ân’ı bilmek şart. Kitabının Kur’ân olduğunu bilmek değil aslolan, ‘Kitabını, Kur’ân’ını bilmek’ mühim: Kur’ân’ın hakikatini, harfini, lisanını, bilmek. Furkan, hakkıyla bilinmezse; İlâhî hükümlere layık-ı vechile uyulmazsa Sağlam Kulp olan Kitab, kişiyi dalâlete götüren vâsıta olabilir. “(Allah,) onunla birçoklarını dalâlete atar, birçoklarını da hidâyete erdirir.” (2/26) âyeti buna işâret eder. *** Sorulduğunda “Kitabım Kur’ân!” diyen yeni neslin kitabının hangisi olduğunu bilip, kitabını bilmemesi nedendir acaba? Hakikat, lisan, harf: Bu üç yıkık köprü nasıl, ne zaman ve kimler tarafından tamir edilecek? ‘Kitabını bilen bir nesil’ yetiştirmek için bu üç yıkık köprüyü yeniden inşâ etmekten başka bir çâre var mı?

Gazi şehir Antep’teyiz Okuma zekâsı ve okuma projesi hakkında bilgi almak üzere Uzman Eğitimci-Yazar Selahattin Yaylamaz Bey’e ofisinde misâfir olduk. Selahattin Bey; 1969 yılında Osmaniye’de doğdu. İlk, orta ve lise eğitimini Osmaniye'de tamamladı. Erzurum Atatürk Üniversitesi Kâzım Karabekir Eğitim Fakültesini bitirdi. Adıyaman, Bolu, Erzincan ve Gaziantep'te öğretmenlik yaptı. Sınıf içinde farklı ve özgün eğitim/öğretim uygulamaları ile dikkatleri çekti. Yaptığı ilginç ve özgün çalışmalar, ulusal televizyon ve gazetelerde yer aldı. Çeşitli gazete ve dergilerde röportajları ve makâleleri yayımlandı. Millî Eğitim Bakanlığı tarafından verilen bir dizi eğitimi aldıktan sonra yeni öğretim programı metodoloji formatörü oldu. Bir dönem Erzincan Üniversitesi Eğitim Fakültesinde ders okuttu. Millî Eğitim Bakanlığı’nın Hizmet İçi Eğitim Enstitüleri'nde Öğretim Görevlisi olarak görev yaptı. NLP (Nöro Linguistik Program) ve Hipnoz eğitimleri aldı. NLP ve Hipnoz Tekniklerini kullanarak çalışmalarına katkı sağladı. 2007 yılında Okuma Okulu adıyla kendi markasını oluşturdu ve Okuma Okulu Eğitim Akademisi'ni kurdu. Bu kapsamda yaptığı çalışmalar büyük rağbet gördü. Dünyada ve Türkiye'de ilk kez; Okuma Zekâsı ve Okuma Zekâsı Temelli Hızlı Okuma eğitimleri verdi. Okuma Okulu, Okuma Zekâsı, Okuma Dili, Kitapoterapi, Kitappolog ve Aile Öğretmenliği gibi daha birçok yeni kavram ve disiplinleri Türk ve Dünya bilim literatürüne kazandırdı. Yurt çapında bir takım çalışmalar yaptığınızı, kitaplar yazdığınızı biliyoruz. Ne gibi çalışmalarınız var? Anlatır mısınız? Hüseyin Bey, ilk kitabım; Çocuklar Parka, Anneler Okula. İkinci Kitabım ise; Okuma Zekâsı. Bu iki kitaba bakıldığında “Aile ve Okuma” merkezli çalışıyorum. Zira bu alanda ülkemizde yangın var. Bedîüzzaman Hazretleri’nin yüreğinden haykırdıklarını ben de yüreğimde hissediyorum. “Karşımda bir yangın var, alevleri göğe yükseliyor. İçinde evladım yanıyor, içinde îmânım yanıyor, içinde neslimiz yanıyor.” Hüseyin Hocam, öyle değil mi? Dehşet bir cehâlet yangını içerisindeyiz. Mehmet Akif merhumun tâ o zamanlar bahsettiği; “Ey hasm-ı hakikî! Seni öldürmeli evvel, sensin bize düşmanı üstün çıkaran el.” Bahsi geçen hasm-ı hakikî; cehâlettir. Kur’ân’da ilk emir “OKU” olmasına rağmen İslâm toplumlarının okumaktan bu kadar geri kalması ne acâiptir değil mi? Bunun için mi okuma okulu kurdunuz? Aynen öyle. Bakıyorum şöyle bir; Kur’ân’ın yaşadığımız zaman dilimine kadar 350.000 tefsiri yapılmış. Her birinin ortalama 10 cilt olduğunu düşünürseniz, insanın ağzı açık kalıyor. Neden açık kalıyor biliyor musunuz? Bu din muazzam bir yazılı kültür mirası bırakmış bize. Okuduklarımıza bakıyoruz tamamen HİÇ. İnsanlık var olduğundan bu yana insanoğlunun ürettiği bilgi gerçek bilgi; yani Allah’ın ilminin yanında sâdece “Deniz sâhilinde bir kum tanesi kadardır” 350.000 tefsir, milyonlarca cilt kitap, yüz milyarlarca elektronik döküman, yine yüz milyarlarca internet sayfası buna dâhildir. İmam Azam’ın “Bilmediklerimi ayağımın altına koysam başım arşa değerdi” sözü ne kadar ilginç değil mi? Gerçekten de hiçbir şey bilmediğini bilmek muazzam bir bilgi. İşte bakınız; bilmeyen, bilmediğini bilmiyor. Bilen ise bilmediğini biliyor. Bu yüzden gerçekten bilen kimse cidden tevâzu sâhibi oluyor. Dolu başak boynunu eğermiş ya, boş başak da dik dururmuş. Bilgi insana haddini bildiriyor. Bu, kulluk bilinci açısından da olağanüstü bir duygu yaşatıyor insana. İşte bu bilgilerden yola çıkarsak; ülkemiz insanı en çok cehâletten zarar görüyor. Onun için Allah’ın “OKU” emrinin kimyası ile uğraşıyorum ben. Okumak nasıl olmalı, okuma alışkanlığı nasıl kazandırılır, bunlardır benim yaptığım ya da yapmaya çalıştığım. Bunun yanında sizin bir de “AİLE” eğitimleriniz var hocam, ailelerde neden bu kadar çok sorun yaşanıyor? Normal, çünkü hiçbirimiz evlilik öncesi “EVLİLİK EĞİTİMİ” almadık. Özür dilerim bugün dünyada “Eşeğe Binme Eğitimi” bile var, hayatımız için bu kadar önemli olan “Aile Eğitimi” yok. Bu asla kabul edilebilir bir durum değildir. Bunu devlet kurumları yapmayabilir. Hükümet, vâliler konunun farkında olmayabilir. Ama ben farkındayım. Zâten kim farkındaysa o sorumludur. Ben de sorumluluğumu yerine getirmek için “OKUMA ve AİLE EĞİTİMİ” üzerinde çalışıyorum. Okumak ile aile kavramları aslında birbiriyle çok alâkalı değil. İkisini bir arada almanızın nedeni nedir? Okuma alışkanlığının kazanılacağı yegâne mekân ailedir. Başka ne olabilir ki? Okullar ve mevcut millî eğitim sistemi keşke bu işi yapabilseydi. Ayrıca aile saâdeti ve aile mutluluğunu sağlayan en önemli unsur okumaktan geçiyor. Okumadan insan kendisini nasıl adam edecekmiş, ben bilmiyorum. Îmânın gücü dahi okumakla olmuyor mu? Yoksa ilk emir neden “OKU” olsun ki? Vesselam; okumakla aile kavramları iç içedir. Okuma zekâsı bir proje, peki bu projeniz kısa ve uzun vadede neleri hedefliyor? Eğer Rabbim muvaffak eylerse tüm şehirlerde ofislerimi açmak ve tüm Türkiye’ ye okuma zekâsını tanıtıp, sevdasını aşılamak ve bence en önemlisi Türk Millî Eğitim sistemine okuma sevdası ve aile eğitim sistemini yerleştirmek... Günün birinde Millî Eğitim Bakanı olsaydınız neler yapardınız? Okuma Genel Müdürlüğü, Veli Eğitimi Genel Müdürlüğü, Evlilik Öncesi Eğitimi Dâire Başkanlığı kurardım. Çocuklar parka, anneler okula kitabınız bu açıdan gerçekten çok değerli bir çalışma. Dimağınıza sağlık. Son olarak sizden Eğitimleriniz ve nerelerde verdiğinizi öğrenebilir miyiz? Tabii ki eğitimlerimizi Türkiye’nin her yerinde veriyoruz. Merkez ofisimiz Gaziantep’te, işte şu anda bulunduğumuz mekân. 2009 yılında İstanbul ofisimiz, 2010 yılında da Ankara ofisimiz hizmete girmiştir. Ofisimizde eğitim yaptığımız gibi yurdun her köşesine talep edildiği takdirde gidiyoruz. Okuma Zekâsı Eğitimi, Hızlı Okuma ve Algılama Teknikleri Eğitimi, Kendi Kendinizin Aile Terapisti Olun Eğitimi, Temel Yaşam Paradigmaları Eğitimi, Aile Okulu Eğitimi gibi birçok eğitimler vermekteyiz. Ayrıca özel ve bireysel terapi programlarımız vardır. Bu güzel sohbetten dolayı çok teşekkür ederim, Rabbim muvaffakiyetler ihsan eylesin. Allah râzı olsun, ben teşekkür ederim. Bu fırsatı bana verdiğiniz için.

Türkiye’de ilk olan “Günümüz Türkçesi ve Osmanlı Türkçesi Hızlı Okuma Teknikleri” isimli kitabın yazarı ve aynı zamanda dergimizin yazarlarından olan Hüseyin Gökhan Karaçivi Beyefendi ile çıkarmış olduğu kitabı hakkında bir söyleşi yaptık. İstifâdenize sunduğumuz söyleşimize buyurun. Öncelikle sizi tanıyabilir miyiz? 90’lı yıllarda NLP ile tanıştım ve dünyaca tanınmış yerli ve yabancı birçok NLP uzmanından ve firmasından aldığım eğitim seminerleri ve edindiğim tecrübeler neticesinde NLP uzmanı olmaya hak kazandım. Şimdilerde 2009 yılında kurmuş olduğum Değişim Rehberi Eğitim & Danışmanlık firması adı altında kalite ve yönetim danışmanlığı ve eğitmenlik yapıyorum. Osmanlı Türkçesi ile ilginiz nedir? Gerek yazma gerek okumada yirmi bir yıldır Osmanlı Türkçesi ile ilgili birisiyim. Ayrıca Divan Araştırma ve Eğitim Derneği tarafından Kültür A.Ş.’nin de katkılarıyla düzenlenen ‘Osmanlı Türkçesi Kursları’nda yöneticilik yapıyorum. Bu kurslarda halkımıza Osmanlı Türkçesi’ni okumayı öğretiyoruz. İstanbul halkı tarafından fevkalâde teveccüh gören kurslarımız belirli periyotlarda devam etmektedir. Divan Derneği olarak merkezimiz dışında ilçe belediyelerinden de destek alarak İstanbul’un çeşitli bölgelerinde bu kurslarımız devam ediyor. Osmanlı Türkçesi kurslarını üç kur hâlinde düzenliyoruz ve her bir kurun neticesinde kursiyerlerimize sertifika veriyoruz. Hatta zaman zaman kurs eğitmenlerimiz Osmanlıca yazma ile ilgili bazı püf noktalarını veriyorlar ve bu noktada da bir gelişme sağlanıyor. 2009 yazından itibaren bir yılda 1000’e yakın Osmanlı Türkçesi meraklısına kursumuzda eğitim verdik. Neden Osmanlı Türkçesi ile hızlı okuma alanında bir kitap yazmayı tercih ettiniz? Uzun süredir hızlı okuma ile ilgili çalışmalar yapıyorum ve bir süredir bu alanda bir kitap yazma niyetim vardı. Osmanlı Türkçesi üzerine böyle bir kitap yazmamda beni harekete geçiren sebeplerden bir tanesi şu oldu: Bu sene Açık Öğretim Fakültelerinde Türk Dili Edebiyatı bölümü açıldı. Bu bölüme geçen yıl 46 bin öğrenci kaydolmuş ve bazı arkadaşlarımdan edindiğim bilgiye göre bu öğrencilerden 24 bin kadarı Osmanlı Türkçesi dersinde başarısız olmuş. Tabii ki öğrenciler kendi ders kitaplarından belli bir eğitim aldılar, fakat netice olarak 24 bin öğrencinin Osmanlı Türkçesi’nde başarısız olması benim dikkatimi çekti. Buradan yola çıkarak bu öğrencilerin öğrenme istekliliklerini artırmayı ve hangi noktalarda zorlandıklarını tespit etmeyi hedefledim. Bu öğrenciler Kur’ân harflerini öğrendikleri halde Osmanlı Türkçesi'ni öğrenememelerinin altında yatan sebeplerden bir tanesi motivasyonlarının düşük olması idi hiç şüphesiz. Ben de bundan yola çıkarak bu öğrenciler gibi zorluk çeken Osmanlı Türkçesi gönüllüleri için bazı çalışmalar hazırladım. Yıllardan beri Osmanlı Türkçesi ile ilgiliyim, fakat öğretmek başka bir konudur. Bu noktada hızlı okumak için zihin, göz ve beyin ilişkisi ile ilgili konuları ben anlatabilirim, fakat teknik konularda bana yardımcı olması için İrfan Mektebi Yayın Koordinatörü Ramazan Üğücü Beyden destek aldım ve Osmanlı Türkçesi hızlı okuma metinlerini birlikte hazırladık. Şu sıralar eğitim sezonu açılmak üzere olduğundan biraz acele ettik ve kitabımızı bastık, tâ ki insanlar böyle bir kitaptan haberdar olsunlar istedik. İlk etapta kısmen istifâde edeceklerdir ve bu istifâdeyi arttırmak için Ramazan hocamız çalışmalarını sürdürüyor ve Ekim ayı itibariyle kitabımızın ikinci ve üçüncü baskıları devam edecektir. Belki ileride Osmanlı Türkçesi hızlı okuma bölümünü özel bir kitap olarak da çıkartabiliriz. Fakat şimdilik kitaptaki metinler, Osmanlı Türkçesi ile yazılmış bir evrakı okuyabilmek için büyük kolaylık sağlayacaktır. Hızlı okumayı kısaca bize tarif edebilir misiniz? Hızlı okumada temel iki nokta var. Birincisi gözün görme alanını genişletmeye çalışıyoruz. Yani gözün bir kelimeye, bir heceye değil; bir kelime grubuna odaklanmasını öğretiyoruz. Kitabımızı satın alan herkes www.degisimrehberi.com adresinden göz egzersizi programını ücretsiz olarak kendi bilgisayarına kopyalamak suretiyle temin edebiliyor. Bu program gözün görme alanını genişletmeye ve kelimeler ve kelime grupları arasındaki göz sıçramalarını hızlandırmaya yardımcı oluyor. Bu program kitabla eşzamanlı bir şekilde çalışmalıdırlar. İkincisi, okumayı gözle değil, zihinle yapmaktır. Göz sâdece görme işlemini yapar. Beyin okur. Bir lise öğrencisi dakikada 100-150 kelime arası okuyor ve okuma hızını bu egzersizler sonucunda en az iki veya üç kat artırabilir. Yine bir üniversite öğrencisi 150-200 kelime arası okuyabiliyorken hızını dakikada 600-800 kelimeye kadar çıkartabiliyor. Şimdiye kadar verdiğimiz eğitimlerdeki başarımız da bunun garantisi sayılabilecek niteliktedir. Okuyucularımız kitapta neler bulacaklar? Piyasadaki sâir hızlı okuma kitaplarına kıyasla bizim kitabımızın en önemli ayrıcalığı “Osmanlı Türkçesi Hızlı Okuma Teknikleri” içeriyor olmasıdır ve bu alanda çıkmış olan ilk kitaptır. Bundaki birinci gâyemiz, bir şekilde Osmanlıca ile tanışmasına rağmen okumakta güçlük çeken kişiler için Osmanlı Türkçesi’ndeki okuma hızını düşüren Arapça, Farsça kelimelerin ve klişeleşmiş kelimelerin varlığından dolayı bu noktada bazı ekler ve kısaltmalar üzerinde durduk. Böylelikle Osmanlı Türkçesi’ne karşı istekliliği artıracak bir ivme kazandırıyoruz. Tabii ki bir insan, ne kadar fazla okursa ve kelime hazinesi ne kadar fazla olursa okuması o nispette kolaylaşır. Fakat biz zihinsel engelleri kaldırma tekniklerini öğretiyoruz ve Arapça, Farsça ve diğer yabancı dillerden gelen kelimelerin yazımları hakkında bilgiler veriyoruz. Bu arada okumaya engel olan önyargıların ve zararlı okuma alışkanlıklarının nasıl bertaraf edileceğinin izahını da “Günümüz Türkçesi'yle” kitabın baş tarafında yaptık. Okuyucularımız kitabın baş tarafını dikkatlice okurlarsa, okuma eyleminin nasıl gerçekleştiğini daha iyi kavrayacaklardır. Mesela biz gözümüzle okumayı öğrenmişiz, fakat göz organımız sâdece görmeye odaklansa zihnimiz zâten okuyabilecektir. Yani okuyan göz değil zihindir. Bununla ilgili de kitapta çok güzel örnekler var. Zihnin nasıl okuduğunu okuyucumuza fark ettiriyoruz. Osmanlı Türkçesi’ne merak salarak kitabımızı sırf Osmanlı Türkçesi’ni hızlı okumak maksadıyla alanlar, mutlaka kitabın baş tarafındaki bölümleri dikkatlice okumalıdırlar. Burada bütün mesele gözümüzü görmek için kullanmak, zihnimizi de görüntüyle daha önceki bilgilerimizi ilişkilendirmek için kullanabilmektir. Bu sağlandığı takdirde çok rahat, hızlı ve takılmadan okuyabileceğiz. Ayrıca bunu grup olarak 20-30 kişilik okul, dernek ve sosyal kurumlarda toplu eğitim için gerek internet sitesinden, gerekse cep telefonumuzu internetten temin ederek okuyucularımız bize ulaşabilirler. Bu programlarda Osmanlı Türkçesi’ni ve günümüz Türkçesi'ni anlayarak hızlı okuma becerileri ile ilgili eğitimler tertip ediyoruz. Bu programlara katılanlar, Osmanlı Türkçesi’ni kolaylıkla okuyabilmektedirler. Bu değerli kitabınızı nereden temin edebiliriz? İrfan Mektebi Yayıncılık'tan, Hayrat Neşriyat'tan ve şeçkin kitapçılardan temin edebilirsiniz.

وَلاَ رَطْبٍ وَلاَ يَابِسٍ إِلاَّ فِي كِتَابٍ مُّبِينٍ Yaş ve kuru hiçbir şey yoktur ki apaçık Kitapta (bir kavle göre Kur’ân’da) bulunmasın.” (En’am, 59) Hem âlimler demişler ki, her şey Kur’ân’da bulunduğu gibi, bütün Kur’ân da Fâtiha Sûresi’nde bulunur. O da Besmelede, besmele de başındaki “B” harfinde bulunur. “B” harfinin mânâsı ise: “Bugüne kadar ne olmuş ise benimle olmuştur. Ve onu ben yaptım. Bundan sonra da ne olacaksa benimle olacaktır. Ve onu ben yapacağım.” demektir. Çünkü biz bir işe başlarken, Bismillah diyerek, Cenâb-ı Hakk’ın ismiyle başlarız. Cenâb-ı Hakk’ın bize olan hitabı ise “Bi kâne mâ kâne” yani “Bugüne kadar ne olmuş ise benimle olmuştur” ve “bi yekûnü mâ yekûnü” yani “Bundan sonra da ne olacaksa benimle olacaktır.” şeklinde ifade edilir. Zira Kur’ân arş-ı azamdan, ism-i azamdan ve her ismin azamî mertebesinden geldiği için her şeyin hakikatini gören, bilen ve gösteren böyle câmi ve mukaddes bir kitap olmuştur. Bu yazıda biz Kur’ân’da insanın dünya ve âhiret saâdetine vesile olabilecek bütün esaslarının bulunduğuna, bir parça işâret etmeye çalışacağız. Evet, nasıl ki, mükemmel bir cihazı icad eden mâhir bir sanatkâr o cihazın nasıl kullanacağına dâir bir kılavuz hazırlar. Eğer kılavuza göre o kıymetli cihaz çalıştırılsa ondan istifâde edilir ve istenilen netice alınır. Eğer cihazı alan adam kendi kafasına göre uydurduğu programlar ile onu çalıştırsa, elbette o cihazdan istifâde edemeyeceği gibi, o kıymetli cihazı hurda hâline getirmiş olur. Mâdem her bir cihazın bir ustası ve kılavuzu bulunur. Şüphesiz kudret-i İlahînin en büyük bir mucizesi olan insan cihazının da ustasız ve kılavuzsuz olması mümkün değildir. Her halde en mükemmel cihaz olan insanın da dünya ve âhiret saâdetini netice vermesi için, onu hikmetle yaratan Hâlık’ın hazırladığı Kur’ân kılavuzuna göre yaşaması gerekmektedir. Aksi takdirde eşref-i mahlûkat olan insan, hurda hâline gelip çöp tenekesi denilen cehenneme atılacak duruma düşer. Bu hakikati Kur’ân-ı Kerim şöyle ifade eder: “(Allah’a karşı gelenler) Onlar ancak hayvanlar gibidir; hatta onlar yolca daha sapıktırlar.” (Furkan, 44) Kur’ân en hikmetli bir kılavuzdur. Çünkü en kat’î fazilet odur ki, düşmanlar dahi onu tasdik etsinler. Tarihte bunun birçok örnekleri vardır. Mesela, Bedîüzzaman Hazretleri’nin, hakkında zekâ tarlası dediği Prens Bismark diyor ki: “Semavî bütün kitapları tetkik ettim. O kitapların mensubları, onları değiştirdikleri için, onlarda insanlara faydalı olabilecek bir hikmet bulamadım. Fakat Kur’ân-ı Kerim bu söylediklerimin dışındadır. Zira Kur’ân’ı da tetkik ettim. Her kelimesinde beşerin saâdetine vesile olabilecek birçok hikmet buldum. Kur’ân lâhutîdir, yani Allah kelamıdır. Kur’ân’a “beşer kelamıdır” diyenler gündüz ortasında güneşi inkâr etmiş olurlar.” Ve diyor ki: “Hazret-i Muhammed mümtaz bir şahsiyettir. Kudret-i İlahiye onu bir defa yaratmış ve bir daha yaratmayacaktır.” Peygamberimize hitâben “Yâ Muhammed! Sana muasır olamadığımdan çok üzgünüm. Yine de şu anda senin mânevî huzurunda kemal-i hürmetle eğilirim.” Kur’ân’ın bu kadar mükemmel ve mucize bir kılavuz olduğunu gösteren model örnekler ve şahsiyetler sayısızdır. Başta Peygamberimiz (asm)’ı dost ve düşmanın ittifakıyla en büyük insan ve en mükemmel Peygamber ve fahr-ı âlem hâline getiren odur. Hem Ehl-i beyti ve Ashâb-ı kiramı Peygamberlerden sonra insanlar arasında en namdar ve en faziletli kılan yine odur. Hem mezheb imamları gibi milyonlarca ulema ve müctehidleri yetiştiren yine odur. Hem Beyazıd-ı Bestamî, Abdulkadir Geylanî, İmam Rabbanî ve Bedîüzzaman gibi milyonlarca ümmetin yıldızları nevinden aktab ve evliyayı yetiştiren yine o Kur’ân-ı Azimüşşan’dır. Hem başka hiçbir örneğe ihtiyaç bırakmayan bin dört yüz seneden beri hikmet ve adâletle insanları idare eden, İslâmiyet’i tesis edip yaşatan yine odur. Rusya’yı mağlub eden Japon başkumandanı şöyle der: “Tarihte görüyoruz ki Müslümanlar ne zaman İslâmiyet’e yani Kur’ân’a sımsıkı sarılmışlarsa o nisbette medenîleşmişler ve terakki etmişler. Müslümanlar İslâmiyet’ten ve Kur’ân’dan uzaklaşmaları nisbetinde de tedenni edip geri kalmışlar. Hâlbuki diğer dinlere mensub olanlar bunun aksine, tahrif edilmiş olan dinlerine bağlılıkları nisbetinde geri kalıp ihtilafa düşüyorlar. Dinlerinden uzaklaştıkça medeniyete yaklaşıyorlar ve terakki ediyorlar.” İşte bu hakikat de Kur’ân’ın Allah’tan geldiği gibi devam eden, sağlam bir kılavuz olduğunu isbat eder. Hadis-i şerifte Kur’ân ehli, yani Kur’ân’ı hakkıyla hayatına tatbik edenler, Cenâb-ı Hakk’ın ehli ve seçilmiş kullarıdır. Başka bir hadis-i şerifte: Kim Kur’ân’ı önüne alırsa, Kur’ân onu çeke çeke tâ cennete kadar götürür. (Yani kim Kur’ân’ı hayatına tatbik edip yaşarsa Kur’ân ona dünya ve âhiret saâdetini kazandırır.) Kim de Kur’ân’a sırt çevirirse, Kur’ân arkadan onu sürükleye sürükleye tâ cehenneme kadar götürür. (Yani kim Kur’ân denilen kılavuza göre yaşamazsa, Kur’ân, onu dünya ve âhiret sıkıntılarına maruz bırakır.) buyrulur. Tarihte bunun pek çok örnekleri vardır. Hatta şu anda fesada uğramış hâl-i âlem buna şâhiddir. Hem kesinlikle diyebilirim ki, Osmanlı İmparatorluğunun temelinde Kur’ân’a saygı vardır. Zira Osman Bey, Şeyh Edebali Hazretlerine -Allah ikisine de rahmet eylesin- misâfir olduğunda odada Kur’ân-ı Kerim bulunduğu için ona hürmeten ayaklarını uzatıp sabaha kadar yatmamıştır. Hem o devleti teşkil ederken mümkün olduğu kadar Kur’ân’ı önüne alarak ona uymaya gayret etmiştir. Demek o başarının temelinde Kur’ân’a uymak ve saygı vardır. Câmiü’l-Cevâmi’de geçtiği gibi, İmam Ahmed bin Hanbel rüyasında Cenâb-ı Hakk’ı müşâhede eder. “Yâ Rab! Sana yakınlık kazanan kulların, en çok ne ile sana yakınlık kazanmışlardır” diye münâcatta bulunur. Cenâb-ı Hak cevâben: “Benim kelamımla!” (yani Kur’ân’a göre yaşamakla) buyurur. Yine “Ya Rab! Kur’ân’ı okumak da yakınlık vesilesi olur mu?” diye sorunca Cenâb-ı Hak: “Evet” diye cevab verir. Cenâb-ı Hak buyurur ki: “Yâ Ahmed! Her kulum benden bir şeyler ister. Fakat Beyazıt-ı Bestamî benden beni ister. (Yani Zâtımdan başka hiçbir şeye râzı değildir.)” Bedîüzzaman Hazretleri diyor ki: “Kur’ân âlem-i insaniyetin mürebbisi (terbiye edicisi) ve insâniyet-i kübra olan İslâmiyet’in mâ ve ziyası (suyu ve ışığı) ve nev-i beşerin hikmet-i hakikiyesi ve insâniyeti saâdete sevk eden hakikî mürşidi ve hâdisi ve insana hem bir kitab-ı şeriat hem bir kitab-ı duâ hem bir kitab-ı hikmet hem bir kitab-ı ubudiyet hem bir kitab-ı emr u davet hem bir kitab-ı zikir hem bir kitab-ı fikir hem insanın bütün hâcât-ı mâneviyesine merci’ olacak çok kitapları tazammun eden tek câmi bir kitab-ı mukaddestir.” Bu örnekler denizden bir damladır. Ârif olana bir işâret yeter. Cenâb-ı Hak bütün kardeşlerimizle birlikte bizleri Kur’ân’ı hakkıyla hayatına tatbik eden Kur’ân ehlinden eylesin. Âmîn…

Kur’ân’ın nâzil oluşunun 1400. yılında Kur’ân’ın mesajını doğru aktarmak ve Kur’ân medeniyetini insanlığa tanıtmak için bir araya gelen Kur’ân 1400 Platformu, Türkiye ve dünyada, ilgili bütün kişi ve kuruluşları Kur’ân için gönüllülüğe çağırıyor. Bu yıl “Kur’ân Yılı” olması nedeniyle teşekkül ettirilen Kur’ân 1400 Platformu, Kur’ân Yılı etkinliklerini 5 Eylül 2010 tarihine rastlayan Kadir Gecesi’nde İstanbul’da başlattı. Türkiye Diyanet Vakfı, Marmara İlahiyat Fakültesi, İslam Araştırmaları Merkezi (İSAM), İslâm Tarih, Sanat ve Kültür Merkezi (IRCICA), İslam Dünyası STK’ları Birliği (İDSB), Türkiye Gönüllü Teşekkülleri Vakfı (TGTV), Divan Edebiyatı Vakfı (DEV) ve Ensar Vakfı ile birlikte pek çok uzman, ilim, fikir ve san’at adamları, gazeteci ve yazarlar ile iletişim uzmanlarının yer aldığı Platform’a Ahmet Şişman başkanlık yapıyor. Gönüllülük esasına göre çalışan ve Kur’ân-ı Kerîm’le ilgili meselelerin yeniden gözden geçirilmesi, İlahî mesajının insanlığa uygun şekilde ulaştırılması, bütün dünyada okunması ve anlaşılması, uygun kıraatinin yaygınlaştırılması, hafızlık ve mukabele geleneğinin yaşatılması, meal ve tefsirler hazırlatılarak kitlelere ulaştırılması, Kur’ân merkezli bilimsel ve sanatsal toplantılar düzenlenmesi, çeşitli seviyede eserler üretilmesi, dünya Müslümanlarını birleştirici rolünün öne çıkarılması, Kur’ân hakkındaki bilgi kirliliğinin ortadan kaldırılması ve aleyhindeki iddiaların bilimsel olarak cevaplandırılması gibi hedefler taşıyan Kur’ân 1400 Platformu’nun, önümüzdeki bir yılı kapsayan planlı çalışmalarından bazıları şöyle sıralanıyor: Kur’ân’la ilgili uluslararası sempozyum, sergi, konferans ve çalıştaylar gerçekleştirilmesi, İstanbul’da Kur’ân Müzesi ve Kur’ân Araştırmaları Merkezi’nin kurulması, Kur’ân Kitaplığının faaliyete geçirilmesi, çeşitli kademelerde yarışmaların açılması, televizyon programları ve belgeseller hazırlatılması… www.kuran1400platformu.com/net/org adresleri de internet sitelerinin tanıtım amacıyla faaliyete başlamış. Kur’ân’ın nüzulünün 1400. yılı konferansı İslam Tarih Sanat ve Kültür Araştırma Merkezi (IRCICA) tarafından düzenlenen "Kur’ân-ı Kerîm’in Nüzulünün 1400. Yılı Uluslararası Konferansı" Grand Cevâhir Otel’de Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın himâyesinde gerçekleştirildi. Konferansa Başbakan Erdoğan ve eşi Emine Erdoğan'ın yanı sıra Diyânet İşleri Başkanı Prof. Dr. Ali Bardakoğlu, İslâm Konferansı Teşkilatı Genel Sekreteri Ekmeleddin İhsanoğlu, İslâm Konferansı Teşkilatı üyeleri, yabancı ülke bakanları, konunun uzmanları ve çok sayıda davetli katıldı. Kur’ân-ı Kerîm tilâvetiyle başlayan konferansta, Kur’ân-ı Kerîm ile ilgili kısa bir film izletildi. Konferansın açılışında Diyanet İşleri Başkanı Bardakoğlu Kur’ân-ı Kerim’i, kâinatın sırlarını açıklayan, okudukça ferahlık veren, insanlığa dünya ve âhiret mutluluğu kazandıran, insanları yüce ahlâka eriştiren, ilim ve irfan kaynağı olan bir kitap olduğunu tanıttı. İslâm âleminin Ramazan ayını ve Kadir Gecesi’ni kutlayan Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, Kur’ân medeniyetini geniş ve çerçeveli tarifinden sonra Batı dünyasının İslâmafobya’yı art niyetli olarak çarpıtmasına ve Pakistan’daki sel âfetine değindi. Petrol zengini Arap âlemini de bu yaranın sarılması için güçlü bir yardım yapmaya çağırdı. Başbakan son olarak “İnsanlık tarihine, insanlığın ortak kültür ve bilim birikimine eşsiz katkılar sağlamış bu derin medeniyet, elbet bir gün, aslına, özüne dönecek ve yeryüzündeki haklı konumunu yeniden elde edecektir.” dedi. İKT Genel Sekreteri İhsanoğlu, giderek artan İslâmafobia’nın İslâm'a ve Müslümanlara karşı duyulan düşmanlığı teşvik ettiğini ve Kur’ân-ı Kerîm'in mesajının kasıtlı olarak çarpıtıldığını belirtti. yılında Kur’ân sergisi Kur’ân-ı Kerîm'in ilk nüshaları olarak kabul edilen 250 bin yapraklık 'Şam Evrakı Koleksiyonu'nun nâdir parçaları ile büyük bir bölümü ilk defa sergilenen el yazması Kur’ân-ı Kerîm ve cüzlerinden oluşan 250 eserin yer aldığı '1400. Yılında Kur’ân Sergisi', Türk ve İslâm Eserleri Müzesinde açıldı. Sergide Hz. Osman dönemi ile Hz. Ali dönemi Kur’ân-ı Kerîmleri de yer alıyor. Serginin açılışına Kültür ve Turizm Bakanı Ertuğrul Günay, Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu, Cumhurbaşkanlığı Genel Sekreteri Mustafa İsen, TBMM Adalet Komisyonu Başkanı Ahmet İyimaya, Diyânet İşleri Başkanı Ali Bardakoğlu, Fener Rum Patriği Bartholomeos, İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Kadir Topbaş ve çok sayıda davetli katıldı. Günay, Kur’ân’ın mânâsının önemine değinirken; Bardakoğlu, Kur’ân’ın hidâyet rehberi olmasının yanında bizi 14 asırda sağlıklı bir yol üzerinde tuttuğunu ve medeniyetimizin temel taşı olduğunu kaydetti. 1 Aralık’a kadar açık olan sergiyi, Cumhurbaşkanı Abdullah Gül de ziyâret etti.

Karanlıkta belirgin olmayan eşyalar, insanlara ya hayâlet ya da ürküten nesneler olarak görünür. Fakat bunun karanlığın bir oyunu olduğunu bilenler üzerinde durmazlar, gözleri karanlıkta olsa da zihinlerinde ilimden gelen nurlanma, eşyanın asıl mâhiyetini gösterir. Aslında çoğu zaman hayatta karşılaştığımız kayda değen veya değmeyen birçok şeyde bunu görebiliriz. Bedîüzzaman Said Nursî Hazretleri’nin bahsettiği gibi koca bir şimendifer geçerken, onun makinist tarafından kullanıldığını bilen, bir çocuk bile olsa ondan korkmaz, çekinmez. Fakat trenin mâhiyetini bilmeyen Herkül bile olsa, o canavar gibi ağzından dumanlar çıkan ejderhadan kaçacaktır. Bizim yararımıza olup da sırf doğru tahlil edemediğimiz için kaçırdığımız ya da ondan kaçındığımız nice hâdiseler vardır. Bunların görünüşlerindeki heybetleri bizi ürkütebilir belki… Fakat mâhiyetini bilenler için bunlar binilecek fırsat trenleridir. Ben yapamam ya da üstesinden gelemem diye sorumluluk almadığımız, nurânî bir bakış açısıyla bakmadığımız için bize dağ gibi gelen vazifelerdir bunlar. Bu emir tahtındaki azim mahluklar gibi görünenler, aslında bizi alıp uçsuz bucaksız ufuklara götürecek olan o sorumluluklar bizi korkutur. Çoğumuz o fırsat istasyonlarında nefsimiz yüzünden oyalanıp dururuz. Nurânî olmayan bir düşünce tarzı bizi nefsimizin korku çıkmazlarında oyalar durur. İnsan bilmeden ilk Rabbi üzerinde zan yapmaya koyulur. Bir engelle karşılaşınca orada yapılması gereken isâbetli hareketi yapamaz, belki bilemez… Acze düşünce der “Demek Allah benim günahkâr olmamı istiyor; benim hayat tarzımı önüme sunan da O, belki de benim cehennemlik olmamı istediği için ben böyle oldum, ya da iyi insan olmak için benim için her şey çok zor, ben belki de yanlış davranışlar yapmaya mecbur bırakılıyorum. Bazen de benim bundan daha fazlasını yapacak imkanlarım yok” gibi düşünceler sürer gider. Elbette ki meyil Allah’tandır, fakat meyil edilen şeyi yapıp yapmama tercihi insana verilmiştir. Hayırlı meyillerde de; eğer insan bunları değerlendirip kazanmaya çalışmazsa bu güzel meyiller de bize verilen, fakat kullanılmayan fırsatlar olurlar. Başarılı olma, cesur olma, hakkını arama, sâlih amel işleme gibi müspet hareket isteyen tüm alanlarda bu böyle tezâhür eder. Hâlbuki insanlığın selâmeti için çalışan tüm peygamberler, büyük zâtlar ve başarılı insanların hayatlarında, önlerinde çıkmaz sokak gibi duran hâdiseleri kendi lehlerine en güzel şekilde çevirme kâbiliyeti vardır. Peki, nasıl yapabiliyorlar bunu? Tabi ki hüsn-ü zanla… O hâdiselerin haklarında mutlaka hayırlı tarafları olduğunu ve Rablerinin onların şer gördüklerinde hayırlar yaratacağına olan inançlarıyla hüsn-ü zan ediyorlar. Onlar Rableri hakkında su-i zan yapmazlar. Hataları olsa da affedileceğine inanma umutları vardır. Her zorlukta onlarla üstün bir gücün birlikte olduğunu hissederler. Çalıştıktan sonra beraberinde başarının ihsan edileceğini inanır, başarısızlıkta bile hikmetler görüp Allah’ın vazifesine karışmazlar. Cehennemin zâlimler için yaratıldığını çok iyi bilirler ve cenneti kazanma umuduyla hareketlerini cennete lâyık bir hâle getiriler. Allah (cc) da kendisini öyle tanıdıkları için onlara inandıkları gibi muâmele eder. “Ben kulumun zannı üzereyim; o halde beni dilediği gibi düşünsün”*. diye buyuruyor Rabbimiz bir hadis-i kudside… Demek O’ndan umularak yapılan her şey gerçekleşiyor ki bu mü’minin en güzel silahlarından biri oluyor. İnsanlar zâhirde şerli hâdiselerle başına gelenleri su-i zanla nasıl gerçek şerre çeviriyorsa; başka insanlara gelen hayırları ve rahmetin cilvesi olan takva, güzellik, mal, kâbiliyet gibi nimetleri de kıskanarak kendisinde olmayan bu nimetler yüzünden de kendini şanssız görebilir. Bu rahmetin mâhiyetini idrak edememekten ibârettir. Burada da Rablerine karşı bir su-i zan vardır, onlara haksızlık yapılmış, bazı şeyler “hâşâ” noksan verilmiştir zan ederler. Bu insanlara bakıldığında aslında bu zayıf, çâresiz ya da sönük halleri verilmeyen nimetlerden değil, verilenleri doğru kanallarda kullanmadıklarındandır. Ya da en büyük silah olan duâ silahını şeytanın yeis, tembellik, neme lâzımcılık gibi silahların karşı kullanmadığındandır. Bundandır ki kardeşini kıskanan Rabbinin rahmetini suçlamış olur denilir. Biz rahmetin her şeyi kuşattığımı düşünürsek içinde biz de varızdır. Bu düşünce tarzı bize verileni en iyi şekilde kullanmaya şevkimizi artırır. Hayatlarına hayranlıkla baktığımız insanlar gibi, bizim de olabileceğimiz bilincini verir. Eğer mâhiyet olarak her şey terakki edip kendi nihaî noktasına eriyorsa biz de kendi sınırlarımızı sabırla zorlayıp Rabbimizin bizim için takdir ettiği güzel hedeflere vâsıl olabiliriz. Eğer yol alamıyorsak bu bizim için güzel şeylerin takdir edilmediği değil, bizim yorulup o hedeflere ulaşamadığımız anlamına gelir. Çünkü kader levhasını gördük mü ki benim için takdir edilen; bu kötü neticeyi yaşamaktır diyelim. Mü’min duâ ile şuur ile îman ile en güzelini istedikçe önüne hayır yolları birbiri ardınca mutlaka açılacaktır. En büyüğe sırtını dayayanın sırtı yer gelmez. Âlemlerin Rabbi için imkânsız yoksa, O’ndan isteyen için de imkânsızlar mümkündür. Bize gören gözler, işiten kulaklar, seven gönüller veren Rabbimiz bu nimetlerin karşılığını beklerken, bizler verilmediğini zannettiğimiz şeylerle meşgul olup küfran-ı nimete girebiliyoruz. Bu asrın psikologlarının “pozitif düşün” felsefesi İslâm’ın emrettiği şükretmek ibâdetinin çok gerilerindedir. Şükür hem göremediğimiz nimetleri gördürür, hem de nimeti artırır. Nimet arttıkça bunu veren sonsuz hazine bilinci daha da kuvvetlenir, kendi elinin yetişemediği tüm nimetler, artık o insan için ulaşılmaz değil, mutlaka her istenilene cevap verilecek bir zaman ve mekânın olma bilincini besler. İnsanları şu asrın en büyük hastalığı olan depresyondan kurtaracak en güzel ilaç da budur. İçimizde ümitsizlik beslenip hayat buldukça, benden ne köy olur ne kasaba bilinci yerleştikçe, biz kendimizi ve çevremizi maddî mânevî kalkındırma içinde olamayız. Bu makûs tâlih nesilden nesile devam eder gider. Ne zaman ümitlenir ve yapabileceğimize inanırsak, o hedeflerimize gidecek yolları da araştırmaya başlar ve rotamızı belirledikten sonra o hedefler üzerinde himmetimizi vakfederek en son saâdet-i ebediye ile netice bulacak bir hayatın atlama taşlarını adım adım geçebiliriz. Bu dünya hizmet yeridir, asıl dinlenme yurdu âhiret hayatıdır. Bizim gün be gün biriktirdiklerimiz, ancak bir yekûn teşkil edebilir. Yoksa sonra yaparız dediklerimiz ya hiç yapılmayacak ya da yapıldığı günler nispetince değer arz edecektir. Dünün esefleri yarının endişeleriyle uğraşanlar, bugünden bir tedbir almadıkları için o endişe ettikleri şeyler onları gelip bulacaktır. Bu sefer kaderi suçlayıp “benim tâlihim bu” diyen yakınmalar hiç bitmeyecek, hayat bir kısır döngüden ibâret olacaktır. Bugünü yaşayıp dünya ve âhiret cihetinde günün hakkını verenler ise; her verimli günün ardında, batan günle ihsan edilen iç huzurunu yaşarlar. Ve her geceden sonra yeni sabahla dirilişe bir adım daha yaklaşmıştır bu insanlar… Ahmed b. Hanbel, Müsned 3/491; Taberânî, el-Mu'cemü'l-Kebîr, 22/211, el-Evsât,

Tavuklar Bu mevzu helâl sertifika almak isteyen bir firmanın, benim de denetçi olarak katıldığım ön denetlemesinden bahisle anlatacağım. Günlük 50000 piliç kesim kapasiteli entegre bir tesis. Bizim gittiğimiz gün 42000 tavuk 4 kasap tarafından 2’şerli dönüşümlü olarak kesmek suretiyle sabah 07:00’den 13:30’a kadar bitirildi. Ben daha önce elle kesimin çok zor hatta bu kadar çok sayıdakilerde mümkün olamayacağı kanaatindeydim. Fakat gidince gördüm ki; ayaklarından asılı olarak bir konveyör sistemiyle önce 30 volt’luk şoklama sisteminden geçen tavuklar, kasapların jilet gibi keskin bıçaklarıyla ve bizzat elleriyle çok da kolay bir şekilde kesilebilmekte. Her 2 saatte bir değişmek suretiyle her bir kasap her bir tavuğu “Bismillah” diyerek, iki ana damar, yemek borusu ve nefes borusunu kesmek suretiyle kesimi tamamlamakta. Kesimin tam yapılıp yapılmadığını rastgele seçtiğim 10-15 tavukta bizzat kontrol ettiğimde; yemek ve nefes boruları ve iki damarın tam olarak kesildiğini gördüm. Tam 3 dakika kan akıtma havuzunun üzerinde dönen tavuklar sonra 52.6 derecelik haşlama tankına ve daha sonra tüy yolma tankına girmekte. Bütün bu aşamalarda genel olarak 4 adet helâl kritik nokta var. Birincisi, kesimin elle yapılıp yapılmadığı. İkincisi, besmelenin çekilip çekilmediği. Üçüncüsü, kesimin tam yapılıp yapılmadığı. Dördüncü olarak da, haşlama tankının sıcaklığıdır. Şimdi bu noktaları tek tek ele alalım: Birincisi; Fıkıh âlimleri yukarıdaki âyetlerden yola çıkarak kesimin elle yapılması gerektiğini, çünkü her bir hayvana ayrı ayrı besmele çekilmesi gerektiğini, kesimin mekanik olarak yapıldığında ise, düğmeye basarken besmele çekilse dahi bıçağın ilk kestiği hayvanın helâl olacağını, diğerlerinin ise üzerine Allah’ın ismi ayrıca zikredilmediği için helâl olmayacağını beyan etmektedirler. İkincisi; Hayvanı boğazlarken besmele çekmek şarttır. Besmele kasden terk edilirse, hayvanın eti yenmez, haram olur. Fakat unutarak terk edilirse, böyle kesilen hayvanın eti yenir. (İmam-ı Şafiî’ye göre, hayvanı sâdece boğazlamak yeterlidir. “Bismillah” denmese de, kesilen hayvanın eti yenir, haram olmaz. Ancak bu görüş diğer müctehidler tarafından kabul edilmemiştir. Bununla beraber Şafiîlerce de, besmeleyi terk etmek mekruhtur.) (Ö. Nasuhî BİLMEN, Büyük İslâm İlmihali, s, 422-423) “mekruhta ısrar haramdır” kâidesi ve bu bilgiler ışığında besmelenin çekilmesi gerektiği anlaşılıyor. Üçüncüsü; “Din kurallarına uygun olan boğazlama, nefes borusu ile yemek borusunun ve bunların yanlarında bulunan iki damarı kesmekle yapılır. Bu dördünden üçünün kesilmesi İmam-ı Azam’a göre yeterlidir.” (Ö. Nasuhî BİLMEN, Büyük İslâm İlmihali, s, 422) Dördüncüsü; Bu noktadaki husus daha çok temizlikle ilgili. Şöyle ki: Tavuğun içindeki bağırsaklar ve necâset sayılan pislikler çıkarılmadan sıcak suya daldırılırsa, bu pislikler ete de bulaşacağından eti necis yapacaktır. Fakat, haşlama tankı sıcaklığı 55 dereceyi geçmez ve sistem püskürtme usulüyle çalışır ve pis su, akmak suretiyle ete temas etmezse, herhangi bir necis olma durumunun olmayacağını fıkıh âlimleri belirtmektedirler. Fabrikada kasaplarla tek tek özel olarak görüşülüp; besmeleyi, her hayvan için ayrı ayrı çekilmesi gerektiğini, mânâsını, ne için çekilmesi gerektiğini, çekilmediği takdirde mesuliyeti, kesim usullerini ve bunun gibi helâl kritik noktaları teferruatıyla görüşüp, hem durum tesbiti yapıldı hem de tavsiyelerde bulunuldu. Ayrıca bütün bu noktalar; fabrika müdürüne, üretim müdürüne, kalite kontrol müdürüne ve diğer yönetici ve sorumlu kişilere de toplantı yapmak suretiyle ifâde edildi. Kasaplarla konuştuğumuzda dini bilgilerindeki yetersizliği gördük. Bu durumu da fabrika yakınındaki câmi görevlisiyle görüşüp kasap arkadaşlara İslâmî kesim usulleriyle alâkalı, yukarıda bahsettiğimiz helâl kritik noktalarına dikkat çekerek, hafta da bir defa ders vermesini fabrika müdüründen de izin alarak rica ettik. Memnuniyetle kabul edeceğini ve şeref duyacağını belirtti. Daha sonra biri iki hafta içerisinde yukarıdaki noktalara tam olarak uygunluk tesbitinden sonra sertifikalama işlemlerini tamamlayarak, tavuklarına helâl sertifikayı aldılar. Ve Müslümanlar, gönül rahatlığıyla yiyebilecekleri bir tavuk markasına daha kavuşmuş oldular. Dünyada Helâl Gıda ve Helâl Gıda Sertifikası Dünyada 112 ülkeye yayılmış 1.8 milyar Müslüman nüfus bulunmaktadır. Helâl ekonomisi helâl gıda dışında; kozmetik sanayi, oyuncak sanayi, ilaç sanayi, finans, turizm sektörü ve perakende zincirlerine kadar yayılarak serbest piyasa ekonomisini büyütmeye devam ediyor. Helâl gıda pazarının bugünkü değerinin yıllık, 850 milyar ABD doları, tüm helâl piyasasının ise 2 trilyon ABD doları civarında olduğu tahmin ediliyor. Dünyada helâl gıda sertifikalama çalışmaları Müslümanların azınlık olduğu ülkelerdeki Müslümanların girişimleriyle başlamıştır. Helâl sertifika uygulaması ise; ABD’de yaşayan Müslüman, gıda ve teknik uzmanları tarafından 1960’lı yıllarda başlayan çalışmalar sonraki yıllarda meyvesini vermiş ve 1982 yılında IFANCA (Islamic Food and Nutrition Council of Amerika/Amerika İslamî Gıda ve Beslenme Konseyi) kurulmuştur. Başta, Malezya’da JAKIM ve Endonezya’da MUI olmak üzere; Tayland, Singapur, Avusturalya, Avrupanın bazı ülkeleri (Fransa, Almanya ve İngiltere) ve Afrika’da da helâl sertifikasyon çalışmaları yapan birçok firma kurulmuş ve çalışmalarını devam ettirmektedir. Dünyada ki helâl sertifika kurumları, büyük ölçüde vakıf, dernek ve sivil toplum kuruluşu olarak görev yapmakta, sertifikalama karşılığında, bu faâliyetlerin devamını sağlamak için belli ücretler talep etmektedirler. Ayrıca dünya üzerinde dağınık bir vaziyette bulunan bu helâl sertifika kurumlarını bir arada toplamak, akreditasyonunu sağlamak, sahte helâl sertifika kurumlarından ayırmak ve tanınmalarını sağlamak gibi nedenlerle bazı çatı kuruluşları kurulmuştur. 90 kadar üyesiyle WHF (Dünya Helâl Forumu), 60’a yakın üyesiyle WHC (Dünya Helâl Konseyi) ve sâdece gıda değil başka sivil toplum kuruluşu, dernek ve vakıfları da bir arada toplayan, 57 ülkenin üye olduğu İKT (İslâm Konferası Teşkilatı) ve 45 farklı ülkeden 185 kurumun üyeliğiyle İDSB (İslâm Dünyası Sivil Toplum Kuruluşları Birliği) gibi... Not: Türkiye’nin ev sâhipliği yapacağı ve 50 ülkeden katılımın beklendiği; “Dünya Helâl Konseyi Kongresi”, “Üçüncü Helâl Ürün Sempozyumu” ve ilk “Uluslararası Helâl ve Sağlıklı Ürün Fuarı” Ekim 2010’da İstanbul’da gerçekleşecek, Türkiye ve diğer ülkelerdeki Müslümanlara yeni ufuklar ve yeni açılımlar sağlayacaktır.

Genital sistem: Rahim gebelik ilerledikçe büyür ve 12. haftada dışarıdan hissedilir büyüklüğe erişir. 20. haftada göbek hizasındadır. 36. haftada kaburga hizasına kadar büyür ve ortalama bu haftadan sonra bebek başının doğum yoluna yerleşmesi nedeniyle ile bir miktar aşağıya iner. Bu durum, doğumun yaklaştığının göstergesi olarak halk arasında kullanılmaktadır. Özellikle ilk 3 ayda rahmin büyümesine bağlı olarak kasık ağrıları ve sancılanmalar sıklıkla görülür. Bu durumu doktorlar; ‘sancısız gebe olmaz’ diye tarif ederler. Gebelikte artan hormon düzeylerine bağlı vaginal akıntıda artış görülür. Deri: Bazı bölgelerde daha fazla olmak üzere deride renk artışı görülebilir. Yüzde olan renkte koyulaşma için kişiye güneşten korunma tavsiye edilir. Yine özellikle karın bölgesinde olmak üzere çatlaklar görülmektedir. Bunun engellenmesi için kişilere birçok farklı yöntemler tavsiye edilmekle birlikte bilimsel olarak etkili olduğu ispatlanmış hiçbir ilaç ve yöntem yoktur. Yine de birçok doktor, normal krem (yağlı veya nemlendiricili) veya badem yağı önerebilmektedir. Meme: Memede büyüme ve hassasiyet olmaktadır. 2. trimestereden itibaren süt salgısı görülebilir. Karbonhidrat metabolizması: Açlıkta şeker düşmesine, toklukta şeker yükselmesine karşı meyil olmaktadır. Gebede açlık durumunda şeker düşmesine bağlı olarak titreme, rahatsızlanma ortaya çıkar. Bunun engellenmesi için sık yemek yeme önerilmektedir. Yağ metabolizması: Gebelikte normal olarak kan yağlarında yükselme olmaktadır. Kan yağlarında yükseklik nedeniyle gebeye diyet önerildiğine şâhit olmaktayız. Bu durum kesinlikle yanlıştır. Bir gebeye tahlilde kan yağlarına bakılmamalıdır, bakıldı ise sonuç önemsenmemelidir. Su ve mineral metabolizması: Gebelikte artan hormon düzeylerine bağlı vücutta su ve tuz tutulması olmaktadır. Buna bağlı vücutta şişmeler görülür. Bu şişlikler sıklıkla bacaklarda görülmekle birlikte vücudun her tarafında görülebilir. Bazen şiddetli olabilmektedir. Bacaklardaki şişlikler için ayakta fazla kalınmaması önerilmektedir. Şişlikler için halk arasında bazen tuz kısıtlaması önerilmektedir. Bu durum kesinlikle yanlıştır ve kişiye zarar vericidir. Ancak kişinin tansiyonunun yüksek olmaması önemlidir. Vitamin ve mineraller: Gebelikte birçok vitamin ve mineralde ihtiyaç artışı olur. Ancak sağlıklı bir beslenme ile bunlar diyetle karşılanmaktadır. Sâdece demir (Fe) ve folik asit için destek verilmesi gerekmektedir. Bu nedenle tüm gebelere bunları içeren preperatlar reçete edilmektedir. Gebelikte normal olarak biyokimya tahlilinde Kalsiyum (Ca) ve Magnezyum (Mg) düzeyinde düşmeler görülür. Sıklıkla karşılaşılan bir durum bu tahlil sonucuna göre kalsiyum preperatı başlanmasıdır. Gebelikte tahlilde kalsiyumun düşük görülmesi normaldir. Bu gerçek bir düşüklük değildir. Kalp damar sistemi: Gebelikte kan hacmi % 40 civarında artar. Bu nedenle kalbin iş yükünde de bu nispette artış olur. Kalp hızında da kısmî bir artış görülür. Bu sebeblerden dolayı gebelerde çarpıntı hissi gelişir. Kan hacmindeki bu artıştan özellikle kanın sıvı kısmı sorumludur. Bu durum tahlilde kısmî kansızlık olarak ortaya çıkar. Kısmî kansızlık (hgb 11 gr/dl’ye kadar) gebelikte normaldir. Gebeliğin, kalp hastalığını tüm bulguları ile (kişinin şikâyeti, kalp dinleme bulguları, EKG ve tele incelemeleri) taklit edebileceği bilinmelidir. Gebelikte damar direnci düşmesine bağlı tansiyonda düşme görülür. Bu düşmeler bazen aşırı olabilir. Tansiyon kaça düşürse düşsün bu durum gebelikte normaldir ve şikâyet verse bile tedâvi edilmesi gerekmez. Sâdece istirahat önerilir. Gebelerin tansiyonunun ölçülmesindeki kasıt tansiyon yükselmelerinin tespitidir. Karnın büyüdüğü gebeliğin son dönemlerinde sırt üstü yatar pozisyonda kalbe giden damarlara baskıdan dolayı tansiyonda aşırı düşme ve rahatsızlanma görülebilir (supin hipotansiyon sendromu). Bu durumlarda kişilere sol yan pozisyonda yatması önerilmektedir. Gebelikte pıhtılaşmayı sağlayan maddelerde kanda artış gerçekleşir. Bu nedenlerle damar içi pıhtılaşmasına karşı meyil olur. Bu durum asıl olarak pıhtılaşma için risk taşıyanlarda önemlidir. Örneğin uzun süreli hareketsizlik bacak damarlarında pıhtılaşma riskini arttırmaktadır. Bu nedenle uzun yolculuk yapmak isteyen bir gebeye damar içi pıhtılaşma riskinden dolayı 2 saatte bir ara verip yürümesi önerilmektedir. Solunum sistemi: Gebelikte yükselen hormon değerleri nedeniyle solunum sayısında artış olur. Ayrıca gebeliğin son dönemlerinde karnın büyümesine bağlı akciğerlere baskı meydana gelir. Bu iki nedenden dolayı gebelikte nefes darlığı hissi görülebilir. İdrar sistemi: İdrar kesesi rahmin hemen önündedir. Rahmin baskısı ve artan karın içi basıncı nedeniyle gebelikte sık idrara çıkma ve idrar kaçırma görülebilir. Mide barsak sistemi: Özellikle bazı hormonların yüksek olduğu ilk 3 ayda bulantı, kusma çok sık görülen bir şikâyettir. Bulantı gebelerin % 80’inde görülür. Burada asıl olan gebenin beslenme durumudur. Hafif bulantıların tedâvi edilmesine gerek yoktur. Bir gebede; aşırı bulantı, kusma, zayıflama, halsiz bitkin düşme olması beslenme bozukluğunu gösterir ve mutlaka tedâvi edilmelidir. İlaç tedâvisi ile birlikte, sık sık ve azar miktarda yemek yeme önerilir. Ayrıca hazmı daha kolay olduğu için diyette karbonhidrattan zengin beslenme tavsiye edilmektedir (buğday ürünleri-bulgur, ekmek, un mamülleri, bisküvi, makarna, pirinç, patates, şeker vs.). Tedâvide amaç beslenmenin düzeltilmesidir. Bulantı kusma çoğu zaman hormonların düşmesine bağlı olarak 3 aydan sonra kendiliğinden geçer. Gebelik hormonları tüm mide barsak sistemi çalışmasını yavaşlatmaktadır. Bu nedenle yemeklerden sonra mide boşalması geciktiğinden hazımsızlık gerçekleşir. Bu durumda yine; sık sık ve azar miktarda ve karbonhidrattan zengin beslenme önerilmektedir. Mide boşalması gecikmesine bağlı mide ve yemek borusunda yanma, ağza acı su gelmesi (reflü) sık görülen bir şikâyettir. Bu durumda kişilere yağlı, asitli (kola, gazoz), aşrı salçalı, kafeinli (kahve) yiyeceklerden uzak durması önerilmektedir. Yine bazı ilaçlar güvenle kullanılmaktadır. Barsakların yavaş çalışmasına bağlı olarak kabızlık sık görülen bir şikâyettir. Kabızlığın önlenmesi için kişilere sıvı gıdaların bol tüketilmesi önerisi kesinlikle yanlıştır. Sıvı gıdalar kabızlığı arttırır. Kabızlığın önlenmesi için posalı ve lifli katı gıdalar önerilir (kepekli ekmek, sebze, meyve vs.). Yine bazı ilaçlar güvenle kullanılmaktadır. Sinir sistemi: Vücutta su tutulumuna bağlı olarak ele giden sinirlerin geçtiği kanallarda sıkışma görülebilir. Bu durum ellerde uyuşma ve karıncalanma olarak ortaya çıkar. Kişilere ellerini daha az kullanması önermek haricinde yapacak bir şey yoktur. Gebelikten sonra geçeceği bilinmelidir. Son olarak gebelikte normal olarak görülen bu şikâyetlerin aynı zamanda bazı hastalıkların belirtisi de olabileceği unutulmamalıdır. Bunların sorumlu doktorlar ile birlikte değerlendirilmesi önemlidir.

Hz. Mevlana'nın Kedisi Mevlâna Hazretleri’nin çok sevdiği kedisi 17 Aralık 1273’te “Şeb-i Arus’un (düğün gecesi) ardından Hz. Pir’in mezarının başından 7 gün boyunca hiç ayrılmamış. 7 gün hiçbir şey yemeyip içmeyip hazretin mezarı başında beklemiş. 7. günün sonunda da ölmüş. Bunu gören pirin kızı Melike Hatun kediyi yıkayıp beyaz örtüye sardıktan sonra babasının mezarının yakınına gömmüş. Hâlen türbede Mevlâna kabrinin bulunduğu kısımda Celaleddin Çelebi ve oğullarının hemen yanındaki küçük sandukanın o kediye âit olduğu rivâyet edilir. 3 GÜNLÜK DÜNYA Hz. İsa (as) der ki: Dünya 3 gündür: 1. Dün: Geçmiştir, elinde ondan bir şey yoktur. 2. Bugün: İçinde bulunduğun andır. Bunu ganimet bil, değerlendir. 3. Yarın: Gelecektir, fakat yetişip yetişemeyeceğini bilmiyorsun. VAHSÎ (RA) Uhud Harbi’nde Peygamberimiz (asm) birkaç kâfire beddua etmişti. “Vahşî’ye niçin lanet etmiyorsunuz?” dediklerinde “Mirac’da Hamza’yla Vahşî’yi kol kola birlikte cennete girerlerken görmüştüm!” buyurdu. Hz. Ömerin Şekli Ve Şemali Hz. Ömer, esmer tenli, iri ve uzun gövdeli, uzun boylu idi. İnsanlar arasında yaya olarak yürürken, binitli imiş gibi, insanların üzerinde, görünürdü. Kaba ve seyrek sakallı kızılımtırak ve çok saçlı idi. Gözlerinin akında, çokça kırmızılık vardı. Yürürken, hızlı yürürdü. Biber Neden Acıdır Aslında biber acı değildir, yakıcıdır. Yakıcı biber denmesi uygundur. Biberlerin içinde bulunan kapsaisin adı verilen bir tür bileşikten kaynaklanır. Bu nedenle ucu pek yakıcı değildir, yenildikçe yakıcılığı daha çok hissedilir. Bu kapsaisin adlı maddenin bir diğer özelliği de cilde temas ettiğinde tahriş etmesidir. Bu özelliğinden dolayı bazı romatizma ilaçlarının imalatında kullanılır. Ayrıca kapsaisin insandaki tükürük salgısının artmasına, solunum ve kan basıncının değişmesine neden olur. Biber yediğinizden ağzınız yanar ve su içersiniz ve bu bir işe yaramaz. Yakıcılık veren madde yağlıdır ve su bu madde ile birleşmez. Acıyı gidermek için iyi çare ekmek yemek veya süt içmektir. ETKİLİ BİR HADİS Ebu Bekr-i Şibli Hazretleri şöyle diyor: “400 hocadan ders okudum. Onlardan 4 bin hadis-i şerif öğrendim. Bunlardan birini seçip ona uydum. Çünkü 4 bin hadisin içindekiler bu hadiste vardı zâten!” Merak ettiler: “O hangisiydi efendim?” Dedi: “Bu hadiste 4 nasihat var: 1. Bu dünyada ne kadar yaşayacaksan, dünya işlerine o kadar çalış! 2. Âhirette ne kadar kalacaksan, âhiret işlerine o kadar zaman ayır! 3. Allah’a ne kadar muhtaçsan, ibâdet ve taatını o kadar yap! 4.Cehenneme (ateşe) ne kadar dayanabileceksen, o kadar günah işle!” Kimler Başarısız Oluyor * Kısa, orta, uzun vadeli hedefleri olmayanlar. * Günlük çalışma planı yapmadan güne başlayanlar. * Derste not almak yerine akılda tutmaya çalışanlar. * Zor ve âcil işler yerine kolay ve önemsiz işlerle ilgilenenler. * Son gece koca bir kitabı ezberleyebileceğine inananlar. * Dağınık ve düzensiz bir ortamda çalışanlar. * Ödevlerini yaparken ayrıntılara gereğinden fazla takılanlar. * Problemleri çözümlemeyi erteleyenler. * Dersleri keyif için sık terk edenler. * Arkadaşlarının eğlence planlarına “Hayır!” demeyi başaramayanlar. * Bir işin başlangıç ve bitiş tarihlerini, saatlerini planlı bir şekilde belirleyemeyenler.

Cumhuriyet hakkında fikrin nedir?” Ben de dedim: “Eskişehir mahkeme reîsinden başka, sizler daha dünyaya gelmeden ben dindâr cumhuriyetçi olduğumu elinizdeki târîhçe-i hayatım isbat eder.” Hulâsası (özü) şudur: O zaman, şimdi gibi bir türbe kubbesinde inzivâda idim. Bana çorba geliyordu. Ben de tanelerini karıncalara veriyordum, ekmeğimi onun suyu ile yiyordum. İşitenler benden soruyordular. Ben de diyordum: “Bu karınca ve arı milletleri cumhuriyetçidirler. Onların cumhuriyetperverliklerine (cumhuriyet severliklerine) hürmeten, taneleri karıncalara veriyorum. Hulefâ-yı Râşidîn (dört büyük halîfe) hem halîfe, hem reîs-i cumhûr (cumhurbaşkanı) idi. Sıddîk-i Ekber (Hz. Ebû Bekir) (ra) Aşere-i Mübeşşere’ye (cennetle müjdelenmiş on sahâbeye) ve Sahâbe-i Kirâm’a elbette reîs-i cumhûr hükmünde idi. Fakat manâsız isim ve resim değil, belki hakîkat-i adâleti (adâletin hakîkatini) ve hürriyet-i şer‘iyeyi (İslâmî hürriyeti) taşıyan manâsıyla, dindâr cumhuriyetin reîsleri idiler.” (Bediüzzaman Hazretleri rh)